|
Elmalı Tefsiri
1-
Allah'ın emri geldi. Buradaki kelimesi un tekili, yani Allah'ın
ilâhlığı gereğince işler mânâsına "emr" olması muhtemel olduğu gibi, in
tekili, yani Allah'ın nefsi gereği, hüküm ve fermanı mânâsına "emr"
olması da muhtemeldir. Ve ikisiyle de tefsir edilmiştir. Birinci
durumda maksat, kâfirlere vaad edilmiş olan azab veya kıyamettir. Fakat
bu şekilde geldi demenin, gelmek üzeredir, gelmektedir, geliyor
mânâsına mecaz olması gerekir.
"Onu
acele istemeyin!" buyurulması da buna ipucu olur. Çünkü gelmiş olsaydı
emri gerçekleşirdi. Meydana gelmiş bir şeyi acele istemek de imkansız
olurdu. İkinci durumda ise, onun meydana gelmesini gerektiren Allah'ın
hükmü geldi demek olacağından gerçek mânâsı üzeredir. Ancak zamirinde
bir istihdam gözetmek gerekir. Ve bu şekilde iki mânânın ikisi de göz
önünde bulundurulmuş olur. Yani Allah'ın emri ve fermanı geldi, şimdi
onun acele gelmesini istemeyiniz. O emrin kapsamını ivmeyiniz, acele
etmeyiniz, olacaklar olacak, müşrikler kahrolacak. Yüce Allah onların
şirk koşmalarından münezzeh ve yücedir. Bundan dolayı Allah katında
şefaatçilerimiz olur diye tapıp Allah'a ortak koştukları şeylerin
hiçbirisinin onları Allah'ın emrinden kurtarmasına imkan yoktur.
Allah'ın
emri geldiğini kim biliyormuş mu diyecekler? O yüksek ve mukaddes
Allah:
2-
Kullarından dilediğine emrinden ruh (vahiy) ile meleklerini indirir,
elçiler gönderir. "Kendi emrinden ruh (vahiy) indiriyor" (Mümin, 40/15)
âyetinde olduğu gibi burada da "ruh ile" ifadesinden maksat, vahiydir.
Çünkü vahiy, ruhî bir iştir. Ruh da Allah'ın emirlerinden bir emir,
başka bir ifade ile Allah'a ait işlerden bir iş olduğundan dolayı
vahiy, özel bir ruh demektir. Ve böylece bu âyet, vahyin bir tarifini
kapsamaktadır. Yani vahiy, Allah'ın emirlerinden ruhsal bir şeydir ki,
Allah Teâlâ onu kendi yanından melekleri ile kullarından dilediği
kimseye indirir, emrini haber verir, bildirir. İşte kulu ve elçisi
Muhammed Mustafa (s.a.v) ya da diledi ve o ruhu (vahyi) indirdi.
Şöyle
ki uyarınız, yani inkâr etmenin sonunun tehlikeli olduğunu anlatarak
insanlara bildiriniz şu şanlı gerçeği ki benden başka ilâh yoktur. Öyle
ise benden korkunuz, ortak koşmaktan ve isyan etmekten sakınınız. Demek
ki bütün vahiyler kısaca bu iki esasta özetlenebilir. Birisi tevhid ki,
ilmî kuvvetin olgunluğunun son noktasıdır. Birisi de takva (Allah
korkusu) ki amelî kuvvetin son olgunluk noktasıdır. Ve demek ki
Peygamberlik çalışılarak elde edilen bir şey değil, Allah vergisidir.
Böylece
işitmeye dayalı delili tesbit ettikten sonra, akla hitap ederek de
bilgiyi pekiştirmek için buyuruluyor ki:
3-
Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Hepsinin bir hak ve gerçeği
vardır ki onu geçemez ve hiçbiri haksızlıkla tutunamaz, hepsinin hakkı
yaratılmışlıktır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah'lık, hiçbirinin haddi
değildir. Bunları böyle yaratan yaratıcı ortak koştukları şeylerden
yüce ve çok yüksektir.
4-
O, insanı bir meniden yarattı. Düşünmeli ki bir nutfe, bir sperma
damlası ne kadar değersiz bir sıvı, ne güçsüz ve zayıf bir şeydir? Ve
ondan bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir. Maddesine bakınca
böyle bir damla sümükten oluşan insan, yalnız yüce Allah'ın kudretiyle,
Allah'ın ona üfürdüğü ruh ile duyu ve irade, konuşma ve fikirlerini
açıklamaya sahip kuvvetli bir insan kılığına girer de bir de ne
bakarsın o, bir damla spermadan yaratılan mahluk apaçık bir mücadeleci
kesilir. Kendini savunma yolunda çok konuşan bir tartışmacı ve
mücadeleci haline gelir. Veya aslını unutur da yaratıcısına karşı bile
açık bir düşman olur. Ona karşı ortak koşmaya, mantık ve felsefeden
bahsetmeye kalkışır. Ve bundan dolayı bütün bu âlemde haksızlık yalnız
insanlarda bulunur. Ve onun içindir ki, uyarı emri de insanlara
yönelir.
5-
"En'amı" En'âm Sûresi'nde etraflıca anlatıldığı üzere erkeği ve dişisi
ile koyun, keçi, sığır, deve sekiz çifte ulaşan ve kendisine en'âm
denilen davar, Allah onu da yarattı. Dili olmayan ve derdini
anlatmaktan âciz bulunan o yarattıkları da yarattı, fakat boşuna değil
sizin onlarda korunma vasıtalarınız ve pek çok faydalarınız vardır.
Onlardan yersiniz de. Yani hepsini değil, helal ve temiz olan parçalar
ve kısımlarını ve onların vücutlarından veya hizmetlerinden meydana
gelen ürünleri yer ve yaşarsınız.
6-
Ve akşam-sabah getirdiğiniz ve saldığınız sırada sizin onlarda bir
güzelliğiniz de vardır. Karınları tok, memeleri dolu olarak otlaktan
dönüşleri ve yavruları ile karşılaşıp meleşmeleri ve yayılmaya giderken
koşuşup oynaşmaları ne hoş, ne zevklidir. Malın gelişinde sahiplerinin
zevki, gidişinden daha fazla olduğu için "akşamleyin getirdiğinizde"
kısmı öne alınmıştır.
7-
Ve sizin yüklerinizi de taşırlar. O, davarlardan develer, öküzler,
mandalar kendinizin ve eşyanızın ağırlıklarına hammallık da ederler,
götürürler. Öyle uzak bir memlekete götürürler ki, yalnız kendinize
kalsa siz ona varamazdınız ancak can zahmeti ile varabilirdiniz. Yani
varanlarınız olsa bile zorluktan güç ve kuvveti kesilmiş, yarı ölü
halinde varırdınız. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatli ve çok merhametlidir
ki, size bu nimetleri ihsan etmiştir. Şu halde sizin de onları şefkat
ve merhametle kullanmanız gerekir.
8-Bunlardan
başka, atları, katırları ve eşekleri de binmeniz ve süs olsun diye
yarattı, dolayısıyla bunları yememelisiniz ve şimdi bilemeyeceğiniz
daha ne acaib şeyleri yaratacaktır. Gerçekten bizden önceki insanların
görmediği, bilemediği şeylerden biz, trenler, otomobiller, uçaklar gibi
türlü binitler gördük. Kim bilir bundan sonra da Allah Teâlâ bizim
bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz daha neler yaratmış ve yaratacaktır.
Şüphe yok ki, bütün bu binitlerden faydalanmak için yol da gerekir.
İşte
Allah Teâlâ onların hepsinin yaratıcısı olduğu için doğru hedefe
götürecek olan doğru yol da Allah'a aittir. Doğru yolu, hak şeriatı
bildirecek olan ve onun doğruluğunu üzerine alan da Allah'tır. Bununla
beraber o yoldan sapan da vardır. Yolun eğrisi ve doğru yoldan sapan
yolcular da vardır. Demek ki Allah, onların bizzat hidayetlerini
dilememiştir. Çünkü dilemiş olsaydı hepinizi gerçekten hidayete
erdirirdi. Doğru yolu, hak dini yalnız açıklamakla yetinmezdi, bütün
insanlara ona girmeyi de nasib ederdi.
48-
Görmediler mi? Bir baksalar! Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye, yani
herhangi bir şeye bakıp bir düşünseler, görürler ki gölgeleri boyun
eğerek büyüklük taslamadan Allah'a secde ederek sağ ve sola düşüyor.
Yani etrafından, yahut doğudan batıya doğru döner eğilir. Burada
secdeden maksat, isteğe bağlı hareketle sınırlı olmayan kayıtsız boyun
eğmektir. Yani gölgesi bulunan şeylerin gölgeleri bile sahiplerinin
hükmüne ve iradesine değil, Allah'ın emrine mahkum olmuşlar ve boyun
eğmişlerdir. Sahibi ne kadar uğraşırsa uğraşsın gölge yüce Allah'ın
emir ve takdiri ile ışığın geliş noktasının istikametinde düşer ve onun
dönüşlerini takip eder. Aynı zamanda gölge, ışığın eseri de değildir,
cisimler ile ışık arasında öyle bir ilişkiye, bir kanuna mahkumdur ki,
işte o kanun Allah'ın bir emridir. Ve bundan dolayı eşyanın
gölgelerinde bile hakimiyet ve tasarruf Allah'ındır. Onlar, yerde
sürünürlerken sahiplerine değil, Allah'a secde eder ve Yüce Allah'ın
birliğini ilan ederler.
49-
İster
göklerde ve ister yeryüzünde deprenen canlıların hepsi, göklerde ve
yeryüzünde vücud hareketleri ile hareket eden bütün varlıklar ve bütün
melekler ancak Allah'a secde ederler. İsteyerek olsun, istekleri
dışında olsun, sadece Allah'a boyun eğerler. Ve bunlar büyüklük
taslamazlar Allah'a secde, ve ibadet etmekten kibirlenmezler.
50-
Üzerlerine hakim olan Rabblerinden korkarlar. Ve kendilerine emredilen
her şeyi yaparlar. Gerek ibadet ve gerekse kâinatın düzeni ile ilgili
olarak emredilen vazifelerini yaparlar.
Demek
ki melekler de mükelleftirler ve korku ile ümit arasında idare
olunmaktadırlar. Bununla beraber itaat hususunda insanlar gibi
değildirler. Çünkü yerde deprenenler içinde bulunan insanlar, yapmak
mecburiyetinde oldukları fiilleri yönünden Allah'ın emirlerine boyun
eğmemeyi yapamaz, Allah'ın emrine ister istemez teslim olurlarsa da
irade ve isteklerine bağlı olan hususlarda Allah'tan korkmayan, Allah'a
secde ve ibadetten kibirlenen azgınlar da vardır.
56-59-
(En'âm, 6/136. âyetin tefsirine bkz.)
Hüza'a ve Kinâne kabileleri
meleklere Allah'ın kızları diyorlardı. Halbuki kendileri kız
çocuklarını diri diri gömüyorlardı. (Zuhruf,
43/19 âyetine bkz.)
60-
Ahirete inanmayanlar için öyle kötü mesel. Yani kötülükte örnek olan
çirkin sıfatları vardır. Ki çocuklara muhtaç olmakla beraber,
çocuklarını öldürmek gibi. Allah'ın hakkı ise en yüce sıfatlardır. Yani
yücelikte örnek olan en yüksek sıfattır ki zatının vacib olması, mutlak
surette zengin olması, geniş rahmeti ve yaratıkların vasıflarından beri
olması gibi. Onun için yüce Allah, onların yaptıkları
vasıflandırmalardan çok yüce, çok beri ve uzaktır. O'na ne kız isnad
edilir, ne de oğul ve o yegane Aziz, tam kuveti ile eşsiz ve özellikle
onları her an sorumlu tutmaya gücü yeter, yegane Hakîmdir. Yaptığını
tam bir hikmetle yapar.
61-Allah
böyle her şeyden üstün ve hikmet sahibi iken ve O'nun hakkı en yüce ve
en güzel vasıflarla vasıflanmak iken:
62-63-
Bir de tutarlar kendilerinin hoşlanmayacakları şeyleri Allah'a isnad
ederler. Çünkü kız çocuklarından hoşlanmazlar. Allah'ın kızları var
derler; kendileri başkanlıkta ortaklıktan hoşlanmazlar, Allah'a ortak
koşarlar; kendileri elçilerine saygı gösterilmesini isterler, Allah'ın
peygamberlerini küçümserler. Putlarına kıymetli mallarını sunarlar,
beğenmedikleri değersiz mallarını Allah için vermeğe kalkışırlar...
65-
Kulağı bulunan, dinleyecek olanlar, burada ölümden sonra dirilmeye
sebep olan gökten suyun (yağmurun) indirilmesi hatırlatılırken
buyurulması dikkate değer. Halbuki suyun inmesine uygun olan dinlemek
değil, görmek veya düşünmek görünür. Şu halde bunda önemli bir nükte
vardır ki, o da zikredilen suyun, Kur'ân'ı temsil ettiğine işarettir.
Çünkü Ra'd Sûresi'nde (13/17) âyetinde de bunun bir benzeri geçmişti.
66-
Bir sarhoş edici, bir de güzel rızık alırsınız. Bu âyet, sarhoş edici
şeylerle ilgili olarak ilk inen âyettir. Bununla içki henüz haram
edilmiş olmamakla beraber görülüyor ki, güzel rızka karşılık zikr
edilmiş ve dolaylı yoldan güzel bir şey olmadığı anlatılmıştır.
Öncesine de dikkat edilince anlaşılır ki, güzel rızık ile sarhoş edici
şeyin karşılığı süt ile işkembe ve kanın karşılığının benzeridir. Bu
ise dinin yasak ettiği şeyin haram olduğuna işarettir. Dolayısıyla
burada güzel rızıktan maksat, pekmez ve ondan yapılan şeyler gibi
tatlılardır.
67-
Bir sarhoş edici, bir de güzel rızık alırsınız. Bu âyet, sarhoş edici
şeylerle ilgili olarak ilk inen âyettir. Bununla içki henüz haram
edilmiş olmamakla beraber görülüyor ki, güzel rızka karşılık zikr
edilmiş ve dolaylı yoldan güzel bir şey olmadığı anlatılmıştır.
Öncesine de dikkat edilince anlaşılır ki, güzel rızık ile sarhoş edici
şeyin karşılığı süt ile işkembe ve kanın karşılığının benzeridir. Bu
ise dinin yasak ettiği şeyin haram olduğuna işarettir. Dolayısıyla
burada güzel rızıktan maksat, pekmez ve ondan yapılan şeyler gibi
tatlılardır.
68-69-
"Rabbin bal arısına vahyetti." Buradaki vahyi, tefsirciler ilham
şeklindeki vahy diye tefsir etmişlerdir. Çünkü bundan maksatın,
peygamberlik vahyi olmadığı apaçıktır. İlham bir mânâyı kalbe atmaktır.
Fakat ilham, ilim ve amel açısından bir gereklilik ve mecburiyet ifade
etmez. Halbuki bal arısında şu anlatılan mânâlar, amel ile ilgili
zarureti (zorunluluğu) anlatan özel bir fıtrattır. Denebilir ki, arının
sanatı bir peygamberlik vahyi olmamakla beraber, zorunlu bir hüküm
ifade etmesinden dolayı ona benzer. Ve vahiy denilen manevî işin kuvvet
ve isabetini düşünebilmek açısından ilhamdan daha kuvvetli bir
örnektir. Yani yüce Allah tarafından arıya bal yapmak ruh ve sanatı
şaşmaz bir gereklilik ve isabetle verildiği gibi, peygamberlere gelen
vahiy de zorunlu ve ledünnî (Allah'ın ihsanı olan) bilgidir. Ve buna
işaret edilerek "senin Rabbin" buyurulmuştur. Bundan dolayı arıya
vahyin mânâsı ona, o ruh ve fıtratı vermek ve açık bir vasıta
olmaksızın gizli bir şekilde terbiye ederek ona, o duygu ve sanatı
kesin bir mükemmellikle öğretip belletmek demektir.
75-
Burada buyurulmayıp da çoğul kipi zikredilmesi yalnız iki kişi değil,
iki grup arasında karşılaştırma kasdedildiğine işarettir. Yani
hürriyetine sahip olmayıp başkasının mülkü olan âciz köleler grubu ile
hürler grubu ve özellikle güzel rızık ile rızıklandırılmış olup da onu
muhtaç olanlara harcayan hür kimselerin grubu eşit olur mu? Elbette
eşit olmazlar, değil mi? İşte Allah'tan başkasına tapanlar, başkasının
malı olan köle gibi hürriyetini verip bir yaratığa kul olmuş köleler
gibidirler. Allah'tan başka ilâh tanımayan, Allah'ın birliğine inanan
müslümanlar da hürler demektir. "Gerçekten "ancak sana kulluk eder ve
ancak senden yardım dileriz" (Fatiha, 1/5) diyebilmekten daha büyük
hürriyet düşünülemez. Bundan dolayı Allah'ı inkâr, ortak koşma, batıl
dinler hep birer esirlik bağıdır. Hak din ve Allah'ın birliğine inanmak
insan için bir hürriyet, bir servettir. Düşünmeli ki, o hürriyet nimeti
ne büyük nimettir ve onu veren kimdir? Bütün hamd Allah'a mahsustur.
Hürriyet, O'nun nimeti olduğu gibi, her nimet de O'nundur. Hürriyetin
değerini bilmeli, din ve imanın kadrini anlamalı da yalnız Allah'a
kulluk ederek hamd etmelidir. Fakat onların çoğu bilmezler. Bilmezler
ve Allah'ı inkâr ve nankörlükte bulunurlar. Hürriyet davası ile şeytana
esir olurlar.
76-Gelelim
İkinci Misale:
Allah
şunu da misal olarak vermiştir. İki adam, bu ikisinden birisi dilsiz,
söz söyleyemez hiçbir şey beceremez. Ve o efendisine de bir yükdür.
Yani o miskin, aynı zamanda efendiye muhtaç bir köledir. Fakat o
efendisine de bir yüktür. Boşuna yer içer nereye gönderirse hiç bir
hayır getirmez. İşte kâfirlerin örneği budur. Doğru söylemez, hakka
karşı dilsizdir, efendisi olan yüce Allah'a muhtaçtır, fakat O'nun
emirlerini yerine getirmez, yer içer faydalı bir işe yaramaz. Şimdi bir
düşünülsün. O dilsiz ve efendisine yük olan kişi bir de doğru yolda
yürüyerek adaleti emreden kimse hiç eşit olur mu? Elbette olmaz. İşte
kamil (olgun) müminin misali budur. Kendisi doğru yolda gider, hak din
ile dindar, ilmi ile amel ederek doğruyu söyler, adalet ve doğruluğu
emreder, iyiliği emreder ve bu şekilde söz ve yetki sahibi olur. Ve
böyle yaparken kendisi adalet ve doğruluktan ayrılmaz. (Mâide, 5/8.
âyetin tefsirine bkz.) Şüphe yok ki, böyle adalet emreden insanlar
içinde, adaleti gerçekleştirmekle görevlendirilmiş olanlar da
doğruluktan sapacak olsalar bile kolaylıkla bunu yapamazlar. Onun
içindir ki, Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde, "Siz nasıl iseniz, ona
göre üzerinize amir tayin edilir" Zamanımızda yaşayan müslümanların
perişan olmalarının sebepleri de bu noktadan ve bu misaldan
çıkarılabilir.
77-79-
"Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey
bilmiyordunuz." Bu âyet ilim teorisinde tecrübe ve alıştırmanın etkili
olduğunu savunan ekolü destekler gibi görünüyor.
90-
Şüphesiz ki Allah adaleti iyiliği ve özellikle akrabalara yardım etmeyi
emreder ve hayasızlıktan fenalıktan ve azgınlaktan nehyeder.
ADİL:
Her şeyi layık olduğu yere yerleştirmek, hakkı yerine koymaktır ki,
azgınlığın, başka bir ifade ile haksızlık ve zulmün zıddıdır. Adalet,
insaf ve haklılık ve doğruluk mânâlarını kapsayan bir denkleştirmedir
ki, terazinin dili gibi aşırılık ve ihmalkarlık arasında bir
birleştirme noktası ve istikamet olarak iki tarafında denklik denilen
bir denkleşme mânâsına gelir. Ve bundan dolayı adalete ve adalet
düsturlarına mizan da denilir. Çünkü "Ve onlarla beraber Kitabı ve
adalet ölçüsünü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler"
(Hadid, 57/25) buyurulmuştur.
Yani
adalet, kâinatın nizamıdır. Amel ve ibadette vacib gibi sayılan ahlâkî
bir fazilettir. Şüphe yok ki her hakkın başı yüce Allah'ın hakkı olan
ilâhlık haklarıdır. İlâhlık haklarının birincisi ise Allah'ın birliğine
inanmaktır. Çünkü ortak ve benzeri bulunanın son derece saygı ve
yüceliğe hakkı olamaz. Bundan dolayı adaletin başı Allah'ın birliğine
inanmaktır. Çünkü bu âyetin tefsirinde İbnü Abbas'dan: "Adalet,
Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmektir; adalet, ortak ve
benzerleri ortadan kaldırmaktır; adalet, Allah'ın birliğine
inanmaktır." diye rivayetler yapılmıştır.
"İHSAN"
kelimesi de lugatta iki şekilde kullanılır. Birisi dur ki, bir şeyi
güzel yapmak demektir. Birisi de dir ki, ona iyilik etti demektir.
Türkçede ihsan bu ikinci mânâda meşhurdur. Âyette ise iki mânâya da
gelmesi muhtemeldir. Ve her ikisi ile de tefsir, rivayet olmuştur.
Birincisi yaptığını güzel yapmak demek olur. Bu mânâ ile ihsan,
peygamberimizin hadisinde "Sanki görüyorsun gibi Allah'a ibadet etmen"
diye tefsir olunmuştur. Yani bu şekilde ihsan, "görevi en güzel şekilde
yapmak" demektir. Yine bu mânâdan olarak Peygamber (s.a.v): buyurmuştur
ki "Allah Teâlâ her şey üzerine ihsanı (güzel bir şekilde muamele
yapmayı) yazdı. Bundan dolayı öldürme ve kesmeyi bile güzel şekilde
yapınız. Her biriniz bıçağını iyi bilesin ve boğazlayacağı hayvanı
rahat ettirsin" demektir. İkincisi insanlara iyilik yapmak demek olur.
Bu mânâ ile ihsan da "kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen"
hadis-i şerifi ile tefsir edilmiştir.
Akrabalara
muhtaç oldukları hususlarda bahşiş vermek ve iyilik yapmak ile
yakınlarla ilişki sürdürmek ve ikramda bulunmaktır. Bu aslında ihsan
içinde bulunuyorsa da şanına verilen önemden dolayı özellikle
zikredilmiştir. Peygamber (s.a.v.)den rivayet edilmiştir ki, şöyle
buyurmuştur: "Sevabı en çabuk olan taat yakın akrabaları gözetmektir"
yani yakınlara iyilikte bulunmak suretiyle ilişkileri
kuvvetlendirmektir.
FAHŞÂ:
Çirkinlikler, zina gibi şehvetlere uymada ifrat (aşırılık) ile ilgili
olan günahlardır ki, Türkçede edepsizlikler diye ifade edilir ve
bunlar, insanların en çirkin durumlarıdır.
MÜNKER:
Ne şeriatte, ne âdette tanınandır. Çünkü şeriat ve âdette uygun
görülmeyen fiiller hoş görülmez. Öfkeyi tahrik eder, red edilir ve hoş
karşılanmaz. Yani hakkı olmayan şeyi istemek, başkasının haklarına
tecavüz etmektir ki, adaletin zıddı, yani zulümdür.
Sahabe
büyüklerinden biri olan Osman b. Maz'un-ı Cumahî (r.a.)den rivayet
edilmiştir ki: "Ben başlangıçta yalnız Muhammed (s.a.v) den utandığım
için müslüman olmuştum. İslâm henüz kalbimde yerleşmemişti. Bir gün Hz.
Peygamberin huzuruna vardım. Benimle konuşuyordu. Konuşurken gördüm ki
gözünü göğe dikti, sonra da sağından aşağı indirdi. Sonra bunu bir daha
tekrar etti. Sebebini sordum, O buyurdu ki: 'Seninle konuşurken birden
bire Cebrail sağımdan indi ve 'Ey Muhammed! 'Allah, adalet ve ihsanı
emrediyor' adalet 'Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmek',
ihsan , farzları yerine getirmek yani akrabalığı olana iyilik yapmak,
zina, ne şeriatta, ne sünnette tanınmayan başkasının hakkına tecavüz
etmektir' dedi". İşte bunun üzerine adı geçen Osman dedi ki: "Kalbime
iman yerleşti. Vardım Ebu Talib'e haber verdim. O da şöyle dedi: 'Ey
Kureyş topluluğu! Yeğenime tabi olunuz, doğru yolu bulacaksınız.
Şüphesiz o, size güzel ahlâktan başka bir şey emretmiyor.' Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.v): 'Ey amcacığım! İnsanların bana
uymalarını emredersin de kendini bırakır mısın?' buyurdu ve uğraştı.
Fakat o, şehadet getirmekten kaçındı. Bunun üzerine "Ey Resulüm!
doğrusu sen, her sevdiğine hidayet veremezsin" (Kasas, 28/56) âyeti
indirildi.
Hz.
Ali'den rivayet edilmiştir ki, o şöyle demiştir: "Yüce Allah,
Peygamberine kendisini Arap kabilelerine arzetmesini emretti. Bunun
üzerine yüce Peygamber çıktı, ben ve Ebu Bekir de beraberinde idik. Bir
mecliste durduk ki, üzerlerinde onur vardı. Ebu Bekir, bu toplum
kimlerden diye sordu? Şeyban b. Sa'lebe'den dediler. Bunun üzerine
Resulullah onları iki şehadet kelimesini getirmeye davet etti. Ve
Kureyş Peygamberi yalanladığı için kendisine yardım etmelerini teklif
etti. Bu teklifi edince Makrun b. Amir 'Ey Kureyşli! Bizi davet ettiğin
şey nedir?' dedi. Resulullah âyetini tilavet etti. Bunun üzerine Makrun
b. Amir, 'Vallahi, sen güzel ahlâka ve güzel amele davet ediyorsun.
Seni yalanlayan ve senin aleyhinde hareket etmek isteyenler yemin
ederim ki, iftira ediyorlar' dedi."
İbnü
Mesud (r.a) demiştir ki: "Kur'ânda iyilik ve kötülüğü en fazla toplayan
âyet budur." Demişlerdir ki, eğer Kur'ânda bu âyetten başka bir şey
olmasaydı ona yine "Her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet
kaynağı ve müslümanlar için bir müjde" denmesi doğru olurdu. "Allah
daha iyi bilir." Bunun âyetinden sonra getirilmesi buna dikkat çekmek
içindir.
Böyle
emir ve yasak, iyilik ve kötülüğü açıklamak ve birbirinden ayırmakla
Allah size vaaz ediyor ki düşünüp öğüt alasınız. Belleyip tutasınız.
Dolayısıyla bu öğütü dinleyiniz, bu emir ve yasağı tutunuz.
98-99-100-
Allah'a sığınma emri, mânâsı ile emirdir. Kur'ân okumaktan faydalanmak
için ilk önce şeytandan Allah'a sığınmak lazımdır. Bu ise aslında kalb
ile yapılan bir iştir. Onun için âlimlerin çoğu, sözlü olarak "euzü"
çekmek vacib değil, müstehabdır, demişlerdir.
Özetle
şeytanlık peşinde dolaşan şeytan dostları Kur'ân'dan hidayet alamazlar.
Onun için:
101-
Bir âyetin yerine diğer bir âyetin, getirilmesi nesihtir. Önceki âyet
mensuh (neshedilmiş), sonraki âyet ise nasih (nesheden)dir. Kâfirler,
nesih meselesini Hz. Muhammed'in peygamberliği hakkında bir şüphe gibi
ileri sürmek istemişlerdi ki, zamanımızda da hâlâ bunu takip eden
kâfirler çoktur. Bu âyet, onlara cevaptır. Yani bir âyeti neshedip
(hükümsüz kılıp) yerine diğer bir âyeti bedel olarak getirdiğimiz vakit
ki Allah, ne indirdiğini, ne indireceğini daha iyi bilir. Onun neshi ve
değiştirilmesi haşa bilgisizlikten değil, ilim ve hikmetindendir.
Önceki âyet de sonraki âyet de ilâhî hikmet ve kulların menfaatleri
gereğince iner. Bir zaman için faydalı olan, diğer bir zaman için
zararlı olabilir. Bunun tam tersi de vardır. Çünkü dünyadaki durumlar,
değişiktir. Şeriatler ise dünya ve ahirette Allah'ın kullarının
faydaları ile uyumludur. Halbuki yüce Allah, Hz. Muhammed'in şeriatını
kıyamete kadar değişik asırların yararlarına hakim olması için
indirmiştir.
Yüce
Allah, ne indirdiğini ve indireceğini bilip dururken bir âyeti başka
bir âyetle değiştirdiği zaman sen, peygamber değil, bir iftiracısın
dediler. Bu Kur'ân'ı kendin uyduruyorsun da Allah'a iftira ediyorsun.
Bu Allah sözü olsaydı değiştirilir miydi? demeğe kalkıştılar. Rivayet
edildiğine göre, önce şiddetli bir âyet, sonra da ondan yumuşak bir
âyet indi mi, Kureyş kâfirleri şöyle derlerdi: "Muhammed ashabı ile
eğleniyor. Bugün birşey emrediyor, yarın da onu yasaklıyor. Mutlaka
onları, o kendiliğinden uyduruyor da Allah'a iftira ediyor" Hayır
onların çoğu bilmez. İçlerinde bilen ve bildiği halde, inat ve kibir
edenler bile varsa da çoğunun bu yaptıkları bilgiye yakışmaz. Kur'ân'ın
hakikatini, nesih ve değiştirilmesinin fayda ve hikmetlerini bilmezler.
102-
Sen de ki (Ey Muhammed!) Onu Rûhu'l-Kudüs Rabbinden hak olarak indirdi.
RÛHU'L-KUDÜS:
Kudsiyet ruhu, yani hiçbir leke ile lekelenmek ihtimali olmayan
temizlik ruhu, bir güvene layık, mukaddes, tertemiz ruh demektir ki,
Cebrail'dir. Nitekim "Onu, Rûh-i Emîn indirdi." (Şuârâ, 26/193)
âyetindeki Rûh-i Emîn de O'dur.
"Biz
onu Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik" (Bakara, 2/87) ilâhî
sözünde olduğu gibi burada Cebrail'in, Rûhu'l-Kudüs ünvanı ile anılması
kâfirlerin iftiralarını şiddetle reddetmek için peygamberlerin son
derece temizlik ve mukaddesliğini açıkça tesbit etmek nüktesi ile
ilgilidir. Yani Ey Muhammed! Kur'ân öyle kutsal bir kitaptır ki, bunu
sana hiçbir kusur ile lekeli olma ihtimali olmayan Rûhu'l-Kudüs, yüce
Rabbinden indirmekte, hem de hiç bir sahteliğe yer olmayacak şekilde
hak ile indirmektedir. Şu halde bu kitap, nasih ve mensuhu ile bütün
kapsamı hak olan kutsal bir kitap ve sen, Rûhu'l-Kudüs'e sahip hak bir
Peygambersin. Rabbin bunu böyle indirdi ki iman edenleri
sağlamlaştırsın, imanda sabit kılsın ve Allah'ın hükmüne boyun eğen
bütün müslümanlara yol gösterici ve müjde olması için. İşte nesih böyle
imanı sağlamlaştırma ve yol gösterme ve müjde hikmetleri ile ilgilidir.
103-Burada
bu "Müslimîn" fasılasının tekrarlanması yukarıdaki (16/89) âyetine
işaret etmekle (16/90) âyetini hatırlatır.
Elbette
biliyoruz onlar, o kâfirler "Kur'ân'ı ona muhakkak bir insan öğretiyor"
diyorlar. Yani Kur'ân'ı Muhammed'e Ruhü'l-Kudüs indirmiyor, şüphesiz
bir insan ona öğretiyor, diyorlar. Böyle demeleri, bir defa şimdiye
kadar bir insandan eğitim ve öğrenim görmediğini itiraf etmeleri ve
"kendisi uyduruyor" demelerini yalanlıyor. "Ona bir insan öğretti"
diyemiyorlar. Yani Hz. Peygamberin peygamberliğini ilan etmeden önce;
ne gizli, ne açık bir kimseden okuyarak ders almadığnı herkes
bildiğinden dolayı, hiç kimseyi aldatamayacak olan öyle bir iddiaya
cesaret edemiyorlar. Fakat gördükleri olağanüstü durum karşısında bunu
bahane ederek diyorlardı ki: "Bu şimdiye kadar hiçbir öğrenim ve eğitim
görmediği için bunu kendisi yapamaz. Okuma-yazma bilmeyen birisinin
böyle bir kitap hazırlayabileceğini akıl kabul etmez. Muhammed'i şimdi
kesinlikle birisi eğitiyor". Fakat Allah'ın onu eğittiğine inanmak
istemiyorlar da, şüphesiz bir insan onu eğitiyor diyorlar. Bu Kur'ân'ı
ona bir insan yapıveriyor, o da ondan öğrendiklerini Allah sözü diye
satmak istiyor, şeklinde iftira ve alay ediyorlar.
Bu
âyetin inmesinin sebebi hakkında yapılan rivayetlerde denilmiştir ki,
Mekke'de Amir b. Hadra'mî'nin "Cevrâ" veya "Yeîyş" adında Rum asıllı
bir kölesi varmış, okuma-yazma bilirmiş ve kitap ehli imiş. Herkesi
İslâm'a davet eden Allah'ın elçisi bazen Merve'de onu meclisine alır
konuşurmuş. Kureyş müşrikleri buna kızar, Kur'ân'ı Muhammed'e bu
hıristiyan öğretiyor diye alay etmek isterlermiş. Bir de Cebrâ ile
Yesâra adlarında iki Rum, Mekke'de kılıç yaparlar, aynı zamanda Tevrat
ve İncil okurlarmış, Hz. Peygamber arasıra bunlara uğrar, okuduklarına
rast gelirse dinlermiş. Bazıları da bunu bahane etmek istemişler. Bir
de Huveytıb b. Abdü'l-'Uzzâ'nın kölesi Abisâ kitaplara sahib imiş,
müslüman olmuş, bunu gören müşrikler, "İşte Muhammed'e bu öğretiyormuş"
demeğe kalkışmışlar. Bir de Selmân-ı Fârisî'den bahsedilmiştir. Fakat
bu zat, Medine'de müslüman olduğundan dolayı âyetin Mekkî olmasına göre
iniş sebebinde bu iddianın söz konusu edilmesinin doğru olamayacağını
açıklamakla buna itiraz edilmiştir.
Özetle
peygamberliği kabul etmek istemeyen müşrikler, Resulullah'ı yeni
tahsile başlamış acemi bir öğrenci ve başkasına yaptırdığını kendine
isnad eden bir aldatıcı gibi göstermek için, bir insanın ona öğrettiği
şüphesini uyandırmak istiyor ve bazen şuna, bazen buna isnad ederek
çeşitli propagandalar yapıyorlardı. Nitekim son zamanlarda bazı
hıristiyanlar da Muhammed, dinini hıristiyanlardan öğrendi,
Müslümanlığı Hıristiyanlıktan aldı diye aynı şekilde yayınlar
neşretmişlerdir. İşte bütün bunları kapsamak üzere görülüyor ki, âyette
bir isim açıkça zikredilmemiş, kayıtsız olarak "bir insan" denilmiş ve
bununla şüphenin genel olarak kökünden halledilmesine işaret
edilmiştir. Çünkü bu şekilde iftiracıların esas kötü niyetleri,
herhangi bir insanın Hz. Muhammed'e öğrettiği şüphesini ileri
sürmektir. Yanılmalarının da dayanağı budur. Kur'ân'ın Allah tarafından
indirilmiş bir kitap olduğunu inkâr etmek için öyle söyleyenler
düşünmüyorlar ki Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin
dili yabancıdır. Arapça değil, anadili Arapça'nın yabancısı olan bir
dildir. Yani ona bir insan öğretiyor demelerinden gayeleri insanların
aklını çekmek, fikir ve düşüncelerini Allah'tan bir insana çevirmektir.
Halbuki bu söyledikleri şey büsbütün aklın uygun bulduğu şeylere
aykırıdır. Çünkü Muhammed'e öğretiyor diye fikirleri bozmak istedikleri
o varsayılan insanın bir defa Araplardan olmasına ihtimal yoktur. Çünkü
Kur'ân, bütün kainata meydan okuyup dururken Araplar içinde öyle bir
öğretmen olsaydı, hiç şüphesiz, kalkıp "Sana öğreten ben değil miyim?"
diye hemen yüzüne vurmaz mıydı? Veyahut Kur'ân'ın benzerlerini yapıp
hiç olmazsa el altından hemen dağıtmaz mıydı? Arapların bütün beliğleri
ve zenginleri bununla uğraşıyor ve Peygamberin maddî ve manevî açıdan
hiçbir zorlayıcı gücü bulunmuyordu. Ve ona karşı koymak için o kadar
sebeb ve vesika bulunuyor du ki, bu şartlar altında öyle bir şahsın
kendini tanıtmaması ihtimali düşünülemezdi, Onun için Araplar içinde
öyle bir öğretmenin olmadığı araştırma ile sabit olduğu gibi, aklen ve
delil ile de sabit idi. Bu bakımdan öyle varsayılan bir şahıs, olsa
olsa Araplar dışındaki herhangi bir toplumdan Arap olmayan biri olmak
üzere farz olunabilir. Dolayısıyla Araplar da Arapla değil, yukarda
nakledildiği üzere Arap olmayan biri ile dinsizlik ediyorlardı. Halbuki
bu Kur'ân-ı Kerim apaçık bir Arapçadır. Öyle Arapça bir beyandır ki,
bütün Arap edebiyatçılarını benzerini yapmaktan aciz bırakmıştır. Bunu
Arap olmayan biri nasıl yapabilir? Böyle parlak bir Arapça, Arap
olmayan birisinin öğretimine nasıl isnad edilebilir? Gerçi Arap olmayan
birinin oldukça iyi bir Arapça öğrenmesi ve bilmeyenlere öğretmesi,
adeten mümkün değildir. Fakat Arap değil, yabancı olmak, sonra da bütün
Arapların üstünde parlak bir Arapça diline sahip olmak, şüphe yok ki
böyle bir varsayım da bir değil, iki derece olağanüstülük vardır. Allah
Teâlâ'nın o yabancı hakkında harika üzerine harika olan bir ihsan ve
yardımını düşünüp kabul etmeden böyle bir teori yürütmek aklın bütün
bütün zıddınadır. İşte Allah'ın öğretmesini ve indirmesini kabul
etmeyip de akılları, çelmek için "onu bir insan öğretiyor" diyen
inkârcıların akla uygun gibi ileri sürmek istedikleri o söz, akla uygun
değil, daha fazla akla aykırı ve çelişkilidir. Olağanüstü bir olayı
kabul etmemek için iki olağanüstü şeyi kabul etmeyi akla uygun sayar ve
çelişkilerinden haberleri olmaz. Onlar, anlamıyorlar ki "onu bir insan
öğretiyor" demekle Kur'ân'ın parlaklığı sönmez o varsayılan insana daha
fazla bir değer verilmiş, harika katlanmış olur.
Denebilir
ki, acaba bunların maksatları "Arap olmayan biri Kur'ân'ın mânâsını
telkin ediyor, o da onu o parlak Arapça ile anlatıyor" demek olamaz mı?
Fakat böyle demek, Kur'ân'ın nazmının, indirilmiş olduğunu ve Arapça
nazmındaki fesahat ve belağat itibarı ile kesin ilzam (karşısındakini
susturma) ifade eden bir mucize olduğunu itiraf etmektir. Özetle
inkârcılar, iftiralarında böyle çelişkili ve fikirlerinde böyle
şaşkındırlar.
104-Çünkü
Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, şüphe yok ki Allah onları hidayete
erdirmez ve onlar için çok acıklı bir azab vardır.
105-
Yalanı ancak Allah'ın âyetlerine inanmayan böyle imansızlar uydurur.
İftira ederler. Ve asıl yalancılar ancak onlardır. Yani sana iftiracı
diyen o imansızlardır, ey Muhammed! Sen kesinlikle doğrusun, Bu Kur'ân,
bir insanın öğretmesi değil, nazım ve mânâsı ile "Cebrail'in, Rabbinin
katından hak olarak indirdiği bir kitap" (Nahl, 16/102) tır. Bundan
dolayı iman edenler, öyle inkârcıların sözlerine aldanıp da küfre
düşmekten sakınsınlar. Çünkü:
106-109-
Her kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, yani küfür kelimesini
ağzına alır, küfr olan sözü söylerse. Ancak kalbi iman ile karar
bulduğu halde inkâra zorlanan kimse müstesna, yani canını veya
organlarından bir organını yok etmekten korkulur bir emir ile zorlanmak
suretiyle değil. Fakat küfre bağrını açanlar, küfür hoşuna giden, yani
zorlama olmadığı halde kendi isteğiyle küfrü gerektiren kelimeyi
söyleyen veya zorlama olduğu zaman kalbini bozup da küfre hemen inanan
kimseler bunlar üzerine Allah'tan bir gazab, yani özü tarif olunmaz
büyük bir gazab ve bir de onlar için büyük bir azab vardır. Çünkü
cinayetleri en büyük cinayettir.
Rivayet
edildiğine göre, Kureyş, Ammar'ı ve babası Yasir'i ve annesi Sümeyye'yi
mürted olmaya zorladılar. Onlar mürted olmayı kabul etmediler. Bunun
üzerine Sümeyye'yi birer ayağından iki devenin arasına bağladılar ve
sen erkekler için müslüman oldun, diyerek bir mızrak ile önünden
deştiler. Develere sürükletip parçalatarak öldürdüler. Arkasından
Yasir'i de öldürdüler ve İslâm'da ilk öldürülen bu ikisi oldular. Allah
her ikisinden razı olsun. Annesini babasını da bu durumda gören Ammar
ise, zorlananı hemen diliyle söyledi. Bunun üzerine "Ey Allah'ın
elçisi! Ammar dinden çıkmış" denildi. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki:
"Hayır! Ammar, baştan ayağa iman dolmuş, iman onun etine, kanına
karışmıştır." Derken Ammar ağlayarak Resulullah'a geldi. Resulullah da
gözlerini silmeye başladı ve buyurdu ki: "Neyin var? Tekrar ederlerse
sen de dediğini tekrar et." Bir de Müseylemetü'l-Kezzâb iki kişiyi
tutmuştu. Birisine: "Muhammed hakkında ne dersin?" dedi. O "Allah'ın
elçisidir" dedi. "Benim hakkımda ne dersin" dedi. O: "Sen de" dedi.
Bunun üzerine bu adamı hemen serbest bıraktı. Öbürüne: "Muhammed
hakkında ne dersin?" dedi. "Allah'ın elçisidir" dedi. "Benim hakkımda
ne dersin?" dedi. O: "dilsizim" diye cevap verdi. Üç defa tekrar etti,
o yine aynı cevabı verdi. Bunun üzerine bunu öldürdü. Resulullah haber
alınca, şöyle buyurdu: "Birincisi Allah'ın ruhsatını tuttu, ikincisi
hakkı açığa vurdu". Demek ki böyle zorlama halinde yalnız dil ile küfür
kelimesini söylemek caizdir. Fakat bu bir ruhsattır. Ve âyetten
anlaşıldığı üzere kalbi iman ile dopdolu olmak şartıyla bir ruhsattır.
Fakat hakkı açıklamak ve dini yüceltmek için, ölümü göze alıp da (küfrü
ikrardan) sakınmak azimettir. Ve bu hususta azimet ile amel etmek daha
faziletlidir.
120-
Şüphesiz ki İbrahim, başlı başına bir ümmetti. İnsanlar hep kâfir iken
o, bir hanif, yani batıl dinlerin hepsinden yüz çevirerek hakka
yönelmiş temiz bir muvahhid (Allah'ın birliğine inanan) olarak Allah
için ayağa kalkmıştı. Hem o, müşriklerden değil idi. Yani müşrik
oldukları halde kendilerini İbrahim'in milletinden sayan Kureyş ve
diğerleri gibi müşriklerin dinlerine asla katılmamıştı.
121-
Allah'ın nimetlerine karşı şükredici idi. O nimetlerin şükür vazifesini
yerine getirmişti.
O
nimetler ne idi? denilirse Allah onu seçmişti "Ve hatırlayın: Hani
Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da onları
tamamlayınca 'Ben seni insanlara imam kılacağım." (Bakara, 2/124)
buyurulduğu üzere insanların önüne düşmek için peygamberliğe seçmiş ve
O'nu bir doğru yola hidayet etmişti. Şu veya bu vasıtayı
dolaştırmaksızın doğrudan doğruya Allah'a götüren hak dinde başarılı
kılmıştı ki, İslâm milletidir. "İctiba" ipucuyla anlaşılır ki, bu
hidayetin sonucu yalnız onun kendi hidayete ermesi değil, halkı da
irşad olmuştur. İşte dünya küfür ve nankörlük içinde iken o, bu
nimetlerin şükrünü yerine getirmek üzere bu doğru yolda giderek,
"Rabbim! Beni, namazını dosdoğru kılan bir kimse yap; zürriyetimi de"
(İbrahim, 14/40) duası ile Allah için ayağa kalktı.
122-123-
Biz de ona dünyada bir iyilik verdik, çok güzel bir durum ve ermişlik
ihsan eyledik. Bütün insanlar arasında iyilikle anılarak övgüye mazhar
kıldık. Her din mensupları onu sever, özellikle müslümanlar "İbrahim
üzerine rahmetini indirdiğin gibi" diye her namazda anarlar ve şüphesiz
ki O, ahirette elbette salihlerdendir. "Ve beni iyiler arasına kat.
Benden sonrakiler içinde, beni iyi dille anılanlardan eyle. Beni nimet
cennetinin varislerinden kıl."
(Şuârâ,
26/83-85) diye yaptığı duasındaki gibi cennette yüksek derece
sahiplerindendir. Şimdi bütün bunların üstünde İbrahim'e bağışlanan en
yüksek şeref ve iyilik şudur ki:
124-
Cumartesi, yalnız onda ihtilaf edenlere (farz) kılındı. Yani cumartesi
İbrahim'in dininden değil, onda ihtilaf eden İsrail oğulları üzerine
haram kılındı, tatil yapıldı. Bu ihtilaf hakkında bazı tefsirciler şunu
rivayet etmişlerdir: Musa (a.s) haftada bir günü ibadete tahsis etmek
için yahudilere emretmiş ve bunun cuma olmasını söylemişti. Buna pek
azı razı olmuş, büyük çoğunluğu: "Hayır Allah Teâlâ'nın, göklerin ve
yeryüzünün yaratılışından boşaldığı gün olsun ki, cumartesidir."
demişler. Bunun üzerine yüce Allah da cumartesi gününe izin vermiş ve
kendilerini o gün avdan menetmekle imtihan etmiş. Sonrada cumaya razı
olan azınlık, bu emre itaat ettikleri halde, daha sonra gelen nesilleri
ava sabredememişler. Yüce Allah da onları mesh edip (hayvan kılığına
sokup) maymuna çevirmişti. Diğer bazı tefsirciler de av hususundaki
ihtilaf ve vebal ile tefsir etmiştir ki "Onlara deniz kenarında bulunan
şehir halkının halini sor! Hani cumartesi gününün hürmetini ihlal edip
haddi aşmışlardı. Cumartesi yaptıkları gün, balıklar onlara akın akın
gelirler" (A'râf, 7/163 âyetinin tefsirine bkz.) Fakat bizce âyetten
açıkça anlaşılan cumartesi hakkındaki bu ihtilâfın yahudiler ve
hıristiyanlar arasındaki ihtilafa işaret olmasıdır. Çünkü hıristiyanlar
cumartesinin (hükmünün) neshedilmiş olduğunu söyleyerek pazarı (tatil
günü) tutarlar ve bu şekilde mânâ şu olur: Cumartesi İbrahim'in
dininden değil idi. İsrailoğulları'nda yapılmıştı. Onların ise
yahudileri ve hıristiyanları ihtilaf etmektedirler. Bundan sonra
"Kıyamet günü Allah, aralarında ihtilafa düştükleri şeyler hakkında
hüküm verecektir." buyurulması da buna uygundur.
|
|