Kur'ân'da beş sûrenin başında güzel
kelimesi zikredilmiştir. Birinci olarak Fâtiha'da "Hamd âlemlerin
Rabb'i olan Allah'a mahsustur." İkincisi bu sûrede "Hamd, gökleri ve
yeri yaratan, karanlıkları ve nuru var eden Allah'a mahsustur."
Üçüncüsü Kehf sûresinde "Hamd, kuluna Kitab indiren Allah'a mahsustur".
Dördüncüsü Sebe sûresinde "Hamd, göklerde ve yerde bulunanların hepsi
kendisinin olan Allah'a mahsustur". Beşincisi Fâtır sûresinde
"Hamd, gökleri yaratan, melekleri
elçiler yapan Allah'a mahsustur" buyurulmuştur ki hepsi Fâtiha'daki
"hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur." hamdiyle âlemlerde
ilâhî mülkiyetin çeşitleri ile açıklama ve izahıdır.
Mâide sûresinin sonundan geçilerek burada
görülüyor ki, gökler ve yer hakkında "halk" (yaratmak), karanlıklar ve
nur hakkında "ca'l" (yapmak) denilmiştir. Tefsirciler diyorlar ki " =
ca'l" de " = halk" gibi bir inşâ ve yaratmadır. Şu kadar ki "halk",
tekvînle ilgili inşâya tahsis edimiş ve bir takdir ve tesviye mânâsını
da içine alır. Yani halk (yaratma)da, yaratılanın her yönüyle özel
kaderlerini yoktan var eden ve takdir eden öncü bir kapsayıcı ilim ve
ona göre gerek maddesiz ve gerek bir maddeden yapma ve düzen verme
mânâsı vardır. Ve bu şekilde fıtrat (tabiat) anlamı, halk (yaratma) ve
hilkat (yaratılış) anlamından bir cüzdür. Ca'l (yapma) ise bu âyette
olduğu gibi tekvînî inşâ ile "Allah, bahîre diye bir şey yapmamıştır"
(Mâide, 5/103) âyetinde olduğu gibi teşrîî inşâdan daha genel olduğu
gibi, bundan başka "ca'l"de bir tasyîr (değiştirme) ve tazmîn (boynuna
yükleme) mânâsı, yani mef'ûlün diğer bir şey ile zarflık veya gâiyyet
(gâyelik) veya başlangıçlık veya diğer herhangi bir sebeple münasebeti
mânâsı da vardır ki, bu şey arada kâh gizli bir kayıt olarak ve kâh
ikinci bir mef'ûl şeklinde kelâmın esası olarak düşünülür. Birincide
"ca'l", gizli bir şekilde de olsa, mukayyed bir mef'ûle teallûk eder.
"Karanlıkları ve nuru var etti"; "Ve ikisinin arasına bir engel koydu"
(Furkân, 25/53); "Orada (yerde) sabit dağlar var etti" (Ra'd, 13/3);
"Bize katından bir koruyucu ver." (Nisâ', 4/75) âyetlerinde olduğu
gibi. İkincisinde ise "Geceyi dinlenme zamanı yapmıştır." (En'âm,
6/96); "Parmaklarını kulaklarına tıkarlar" (Bakara, 2/19) âyetlerinde
olduğu gibi iki mef'ûle teallûk eder. Ve yerine göre bu ikinci şeyin
bir gizli kayıt veya kelâmın esası olup olmadığını ayırmak gerekir ki,
bu mânâlar dilimizde "yapmak" ve "kılmak" kelimeleriyle ifade
olunabilir. Nitekim karanlık yaptı, aydınlık yaptı, geceyi gündüz,
gündüzü gece yaptı, karanlığı hoş olmayan, aydınlığı hoş kıldı
denilebilir.
Demek olur ki, karanlıklar (zulümât)ın ve
nûrun mec'ûliyet (yapılmışlığ)i, birinin diğeri ile ard arda gelmesi,
gökler ve yerdeki şeylerin varlığı, yaratılış gayesinde birer karşıt
hadise olmaları itibariyledir. Ve bundan zulmetin kendisinin, nur gibi,
varlığa ait bir şey ve aslî yokluğun mevcut şeyler olması ve eşya
nazar-ı itibare alınmaksızın zamanın, gece ve gündüzün, hadd-i zatında
mevcut bulunması lazım gelmez. Demek ki Mâni'cilerin dediği gibi
zulumât (karanlıklar)ın ve nûrun biri şerri yaratan, biri hayrı yaratan
iki ilk başlangıç olmaları şöyle dursun; bunlar, göklerin ve yerin
yaratılışı dolayısıyle ikinci derecede ve dolaylı olarak var edilmiş,
nisbî ve izafî birer hadiseden başka bir şey değildirler. Zulümâtın
nûrdan önce getirilmesi, yaratılmış şeylerde aslî yokluğun melekelerden
önce olmasına işarettir. "Zulümât"ın çoğul, "nûr"un tekil olarak
gelmesi de, zulmetin çokluk, şirk ve ayrışım ile ilgili bulunduğuna ve
bunda tek ve tekliğin çoklukta kaybolmasına; nûrun ise tevhid ile
ilgili olduğuna ve bunda çokluğun tekde kaybolduğuna bir tenbih
gibidir. Ve bu çoğul ve önce getirme ile tekil getirme ve geriye
bırakmada, zulümât ve nûrun, gökler ve yer karinesine ayrıca bir güzel
kabul edişi (hüsn-i tekabbülü) de vardır. Sonra karanlıklar ve nurdan
maksad, gece ve gündüzün birbirini izlemelerinde görüldüğü üzere
hissedilen iki zıt hadise olduğu açıktır. Zira lafızların lugattaki
hakikatleri budur. Bununla birlikte nûr, ferahlığa; karanlık, kederlere
sebep olmak bakımından, bunlar küfür ve iman, cehalet ve ilim, keder ve
sevinç, şer ve hayır gibi maneviyatta imandan da uzak değildirler. Ve
hatta bu mânâlarda mecâz-ı müteâref (meşhur mecaz) olmak üzere
kullanılırlar. Bundan dolayı tefsirciler bununla tefsir etmişler,
Vahidî de, zulümât ve nûrun hissedilen ve anlaşılan her ikisini içine
aldığını göstermiştir ki umûm-ı mecâz demek olur. Hakikatte bilgi ve
tevhid delili olan nûrun yalnız objektif (âfâkî = nesnel) ve maddî bir
hadise olmasında ısrar etmek doğru değildir. Bundan subjektif ve
objektif, maddî ve manevî olmanın bir anlaşması, bir kavuşma bakışı
vardır ki, biz ona idrak, görme ve vicdan şuuru ismini veririz. Şu
halde nûrda, her halde, bir mânâ gözetilmeli , hissedilen ve akla uygun
olan toplayıcı bir genel mânâ düşünülmelidir. Hislerin çeşitliliğine
rağmen nûrûn tekil olarak gelmesi de hepsinin, şuurun nurunda ve
idrakte toplandığını anlatır.
İşte Allah öyle âlemlerin Rabbidir ki
maddiyât ve mâneviyâtiyle gökleri ve yeri yaratmış, karanlıkları ve
nûru yapmıştır. Sonra bütün bu nimetlere nankörlük edip küfredenler O
yaratan Rab'larına bu yaratılmışları veya bunlardan bazılarını denk
tutuyorlar. Bir kısmı tutuyor eşyanın tabiatına tapıyor bir kısmı
tutuyor yıldızlara, güneşe tapıyor. Bir kısmı tutuyor hayır ilâhı, şer
ilâhı, Yezdan ve Ehremen diye karanlığa ve nûra tapıyor, bir kısmı
tutuyor sıcağa, ateşe tapıyor, bir kısmı tutuyor taşlara, topraklara,
madenlere ve bunlardan yaptıkları putlara tapıyor, bir kısmı tutuyor
bitkilere ve hayvanlara tapıyor, bir kısmı insanlara tapıyor. Bir kısmı
tutuyor Firavun ve Nemrud gibi azgın Tağutlara tapıyor. Bir kısmı da
İsa ve anası veya Melekler gibi Allah'ın kullarına tapıyorlar. Ki bütün
bunların yaratıcı Allah'a karşı ne büyük bir küfür, ne kadar bir
utanmazlık olduğu açıktır.
Bundan
dolayı insanın yaratılışı "Menîden, hakir bir sudan" (Secde, 32/8) dır.
Dölde menînin, rahimde hayız kanı ve yumurtanın yaratılışı da menşeinin
bitkisel olması dolayısıyla toprağa ve suya borçlu ise de, bunların
kana benzeşmesi daha önce o döl ve rahimin hayatî tabiatına, bu da
doğduğu meni ve hayız kanına borçludur. Şu halde meseleyi her yönden
tahlil (analiz) etmiş olmak için çamurun, insan yaratılışının
başlangıcı olması ilk menî ve hayız kanının yaratılışına kadar
döndürülmek gerekir ki, bu da birinci olarak Âdem'in yaratılışını
düşünmekle mümkün olur. Bu münasebetle zamanımızın fennî teorilerini
bir gözden geçirmek faydalı olacaktır:
Bugünkü
teorilere göre gerek hayvansal ve gerek bitkisel hayatın başlangıcı son
analizde bir "sellûl"e yani bir hücreye dayanmaktadır. Bir bitki, bir
hayvan, bir insan bedeninin bütün doku uzuvları, mikroskop ile muayene
olunabilen gayet küçük yuvarlak veya uzun bir takım hücrelerin ince bir
sanatla dokunmasından meydana gelmiştir. Hayat ve canlılığın ilk örneği
bu hücrededir ki, biz bunları insanlar hakkında Âdem'in sırtından
çıkarılan zerrecikler diye düşünebiliriz. Hücre, hücreden doğarak
çoğalır. Bir hücre, hava, su ve diğer yeryüzüne ait maddelerle
gıdalanır ve onlar hücrenin içinde organizmaya benzeşir. Bundan diğer
hücreler doğar ve tümünden de bir canlı beden dokunur, meydana gelir.
Ve bu şekilde bitki türleri, hayvan türleri ve bu arada insanlar birli
veya ikili olarak kendi esas hücresi üzerinde bir sülale (soy) takip
ederler. Bir insanın oluşumunun başlangıcı olan ilk hücre, anasının
rahminde bir yumurta hücresiyle onu aşılayan bir menî hücresinin
oluşturdukları aşılanan bir hücre olmak üzere mutalaa olunur ki horoz
tohumuyla aşılanmış bir tavuk yumurtası bunun tam değilse de zahirî bir
örneği gibidir. Şimdi, her hücreye "kendi tabiatiyle kendisi yaratıyor"
demek, yoktan, sebepsiz, illetsiz bir eser tasavvur etmek olduğu için
nasıl bir çelişki ve mümkünsüz ise, "bütün üretken hücrelerin
yaratıcısı ve bunları bir beden olarak dokuyup vücuda getiren yapıcısı
da ilk hücredir" demek de ondan daha büyük bir çelişki ve
mümkünsüzlüktür. Çocuğu yaratan ve yaşatan kendisi veya anası -
babasıdır zannetmek gibi açık bir cahilliktir. Şüphe yok ki bir
hücreden bir menînin karışımından yüzlerle, binlerle, milyonlarla
milyarlarla hücre yaratan ve bunları dokuyarak vasıfları ve şekilleri,
faydaları ve tabiatları, çeşitli uzuv ve aygıttan oluşmuş mükemmel bir
beden, bir hayat makinesi halinde işleten ince sanat, bunların hepsi
üzerinde hâkim olan bir üstün ilâhî kudretin en mükemmel şahididir. Ve
böyle olduğu Kur'ân'ın bir çok âyetlerinde de gösterilecektir. Fakat bu
âyetten çıkan mesele, yalnız bundan ibaret kalmıyor. O ilk hücrenin
menşeinin ne olduğu da gösteriliyor ki, bütün hayatı yaratananın
kudreti, o bir hücreye ait olması gibi bir yanlış anlaşılmaya da meydan
kalmasın. Bugün fenciler diyorlar ki, hayat ve canlılık böyle bir
hücreye, bir tohuma dönücüdür ve Pastör deneyine göre de gerek bitkisel
ve gerek hayvansal her canlı, her organizma muhakkak kendi cinsinden
böyle bir tohum ile geçmiştir. Yani bir sülaledir. "Jenerasyon
spontane" (kendi kendine doğum) yoktur ve olamaz. İlletsiz, sebepsiz
bir hadisenin olamayacağını anlatan bu ifadeden birçokları yanlış
sonuçlar çıkarmış ve yaratıcı kudreti inkâra kadar varmışlardır.
Halbuki bu noktada fennin genişce tahlil edemediği ve bununla beraber
kısa yoldan halleylediği ikinci bir safha vardır. Zira yeryüzünün ve
yeryüzü üzerinde hayatın kadîm (ezelî) olmayıp fen ve mantık bakımından
bilindiği gibi, "hücrenin bileşik ve yaratılmış ve buna göre sonradan
olma" olduğu da kesin olarak bilinmektedir. Hatta organik kimyada ve
ilm-i ensac (dokubilim)da hücrelerin terkipleri ve şekilleri ile ilgili
bir hayli bilgi de vardır. Cansız birtakım basit maddelerden canlı bir
organik hücre meydana gelmiş bulunuyor. Gerçi fen bilimleri bu
maddelerin sanatla terkibinden bir hücre yapamıyor. Fakat hücrenin
bileşik ve yaratılmış ve sonradan olma olduğu da her şüpheden uzak
olarak biliniyor. Zaten zincirleme doğum tasavvuru da her hücrenin oluş
ve sonluluğunu tasavvur etmektir. Şu halde, "hücre içinde hücre ve daha
önce yeryüzünde ilk insan veya ilk hayvan veya ilk bitki hücresi nasıl
ve nereden yapılmıştır?" sorusu vardır. Buna karşı beşer fenni: "Nasıl
yapıldığını henüz bilmiyorum, fakat şurası muhakkaktır ki her halde
yeryüzünün basit maddelerinden yapılmıştır. Bu nokta ilmen ve aklen
kesindir. Zira terkiplerinde yeryüzünde bulunabilen basit maddeler
görülüyor." cevabını vermekte ve bu noktada mesele kimyadan ve hayat
bilgisinden "ayıklama kanunu" ile ilâhî hikmet sahasına geçmektedir.
Sebepsiz, kendi kendine "sonradan olma" mânâsına "Jenerasyon spontane"
doğum veya bizzat doğum hadd-i zatında çelişki olduğu için, akıl ve
ilim bakımından zorunlu olarak imkansız ve aynı zamanda hücrenin
sonradan olma ve yaratılmış olduğu da kesin olarak bilindiğinden, bu
konuda Pastör teorisi daha çok felsefî demek olan "ayıklama"
düşüncesine gerek göstermeden fenni, doğrudan doğruya yaratıcının
kudretine dayandırmıştır. Çünkü ayıklamayı bahis konusu etmenin sonucu
da bunu isbattan başka bir şey değildir. Yoksa "her canlı kendi cinsine
mahsus bir tohumdan olur. "Jenerasyon spontane" yoktur" diyen Pastör bu
sözü ile başlangıç hücrelerinin kıdem ve ezelîliğini iddia etmek gibi
bir çelişkiyi benimsemek istememiştir. Pastör bilirdi ki canlı hücreler
ilmî bakımdan en fazla olarak yüz derece ısıya bile tahammül edemez,
yok olur. Hatta bundan dolayıdır ki deney yerine koyduğu şişelerindeki
suları ve onlardaki organik maddeleri bu şekilde dezenfekte etmiştir.
Şu halde jeoloji ilmine göre sonradan oluşan ve bir zamanlar binlerce
derece ısı içinde bulunan yeryüzü üzerinde kadîm ve ezeli bir canlı
hücrenin varlığını nasıl kabul etmiş ve düşünmüş olabilir? Şayet
ettiyse böyle bir iddianın ne ilmî kıymeti olur? Şu halde ilkel hücre
her halde sonradan olmuş ve yeryüzü maddelerinden oluşmuştur. Fakat
kendi kendine doğum ve oluş da batıl olduğundan bunun yaratma ve var
edilmesi bizzat yaratıcı Teâlâ'nın ezelî kudretine dayalı, ona delil ve
şahittir. Bu konuda ilk hücrenin yeryüzüne diğer gök cisimlerinden
gelip gelmediğini varsaymaya kalkışmak da sözü uzatmaktan başka bir şey
değildir. Hasılı insan içinde insanın, hücre içinde hücrenin doğum ve
oluşumu ile hayat özünün devam etmesi gıdalanmakla ilgili, gıdalanmanın
ise yerden, çamurdan yaratılarak gelen bir tahvil ve temsil gıdası
demek olduğu açıktır. Bu şekilde yere ait maddelerin beşerin
yaratılışına, kısmen de olsa, bir başlangıç olduğu da açık ve
yaratıcının kudretini bu tahvil ve temsil şeklindeki ayıklamadan
anlayarak meseleyi kısa kesmek de mümkündür. Ancak bunun yaratıcı
sebebini gıdalanma ve temsil kudretinde farzetmek, bu kudreti de sırf o
insan veya o hücrenin daha önceki bir insan veya hücreden kalıtım
yoluyla geçen hayatla ilgili kuvvetin eseri olarak düşünmek mümkün ve
hatta alışılmış bulunduğundan bu hal içinde insanın başlangıçta
çamurdan yaratılmış olması esasına henüz karışıklık ve benzerlikten
uzak bir şekilde açığa kavuşmuş nazariyle bakılamaz. Ve Pastör'ün
görüşünü takip edenler de bu devam eden bölüm içinde yaratıcı sebebi,
ilk hücrenin sahip bulunduğu canlıya ait güçde gözetebilirler. Fakat
mesele, yer üzerinde ilk oluşan hücrede mütalaa olunur. Hem de
sebepsiz, illetsiz olma, kendi kendine doğma mümkünsüz olduğu ve
hücrenin kadîm (evveli olmayan) ve ezelî olamayıp zorunlu olarak
sonradan olmuş bulunduğu unutulmayarak mütelaa edilirse; o zaman gerek
Pastörcüler ve gerek ıstıfa (ayıklama) cılar, herkes zorunlu olarak
itiraf etmek zorundadırlar ki, beşerin ilkel maddesi, yer
maddelerinden, yerin çamurundandır. Fakat beşer o çamurun süzülmüş,
ayıklanmış bir şekil ve sûretidir. "Menîden, çamurdan". (Mûminûn, 23/
12)
İşte
Allah o yaratıcıdır ki insanları başlangıçta böyle bir çamurdan
yarattı, sonra bir ecel kaza etti, takdir ve hükmedip bizzat icra
mevkiine koydu, her dünyaya gelene ölümüne kadar bir ecel ile vakit
tayin etti ki, her eceli yetenin ölmekte olduğu açık ve hepinizin
bildiği ve gördüğü bir husustur. Bundan başka takdir ve isimlendirilmiş
bir ecel, bir ecel-i müsemmâ da onun katında, onun huzurunda vardır. Ki
bu da bu dünya hayatındaki güzel-çirkin bütün fiillerin ölümden sonra
sorumluluk vakti, yani saat ve kıyametin eceli, yahut ölümden sonra
dirilmenin eceli ki, bu henüz kaza edilmemiş, fiilî durumu gördüğümüz
bir durum değil, gâibdir. Fakat takdir edilmiş ve isimlendirilmiştir.
Sonra Allah'ın huzurunda muhakkak icra ve infaz edilecek. "Bir bölük
cennette, bir bölük ateştedir" (Şûrâ, 42/7) durumu ebedî olarak ortaya
çıkacaktır.
Yukarlarda
da geçtiği üzere ecel, bir vakit veya o vaktin sonu demektir. Mesela
"Şu borç, bir sene vakitle sınırlandırılmıştır" denildiği zaman bir
sene bir eceldir. Sonra "eceli geldi" denildiği zaman da, "senenin sonu
geldi" demek olur. Ve bu âyette her iki mânâ caizdir. Bununla beraber
birincide vakit, ikincide son mânâsı daha uygundur. Şu halde insanın
dünyada eceli demek, ölümüne kadar ömrünün müddeti veya onun sonu, ölüm
ânı demektir. Öldüğü anda bu ecel gelmiş ve yetmiş olur. Herhangi mânâ
tasavvur edilirse edilsin bu ömür, bu ecel birdir. Bir kere tahakkuk
eder. Bir insan için bu ölüme kadar iki ecel tasavvuruna imkan yoktur.
Ve ölüm, her ne sebeple olursa olsun, ecel yetmiş, ömür bitmiş olur. Ve
artık ona, "ecelsiz öldü" demek çelişkiden başka bir şey değildir. O
gün anlaşılır ki, ezelde takdir edilen ve vakti kararlaştırılan bu,
bugün tahakkuk edip fiilen kaza edilen, yerine getirilen de budur.
Fakat bunun kazasıyla, bu ecel yetmekle insanın , vücûdun her şeyi, her
iş bitmiş olmaz. Bundan sonra da diğer bir ecel, bir son gelecektir. Bu
ecel de bu müddetin sonunda ve Allah'ın huzurunda iyi ve kötü her
sorumluluk son bulacak, soru ve hesap tamam olup dünya hayatının bütün
defterleri kapanacak, ondan sonra ya ebedî olarak sevap veya ebedî
olarak azab devresi gelecektir. Ve işte burada "takdir edilmiş ecel
O'nun katındadır", bu sonuç, bu nihayettir ki, buna kıyamet, saat,
ölümden sonra Allah'ın dirilteceği gün, toplanma günü, suâl günü, hesap
günü, ceza günü, kıyamet günü, ayırma günü denilir. "Ve şüphesiz ahiret
yurdu, işte asıl hayat odur" (Ankebût, 29/64) bu aralıktan itibaren
tecelli ve tahakkuk edecektir. Ve artık buna son yoktur. Ölüm ecelinden
başka bir ecel olan bu ecel-i müsemmâ (takdir olunan ecel), ecelin
nihayet mânâsı itibariyle ahiret bölümünün başlangıcı olan saat ve
vakit mânâsı düşüncesiyle de ölümden o saate kadar olan "berzah"
müddetiyle tefsir edilir ki meâl birdir. Doğru ve mûteber tefsir, bu
mânâlardır. Bununla birlikte bazı tefsirciler diğer farklı görüşler de
söylemişlerdir ki, bunlardan -özellikle- bazılarını hatırlatalım:
1-
Ebu Müslim demiştir ki: "Kaza olunan birinci ecel geçmişlerin, yani
vefat eden şahıslar ve geçmiş ümmetlerin ecelleridir. İkinci ecel de
henüz vefat etmemiş bulunanların ölüm ecelleridir ki bunu ancak Allah
bilir". Buna göre bahis konusu her şahıs için ancak bir ölüm eceli
demek olur ki, kelimelerinin nekre (belirsiz) getirilmelerine göre
zahirin tersidir. Birinci ecel herkesin geçen ömrünün miktarı, ikinci
ecel de kalan ömrünün miktarı demek de böyledir. Hatta bizce burada
birinci eceli, şahısların eceli; ikinci eceli "Her bir ümmet (millet)
için bir ecel vardır" (Ârâf, 7)34) âyetinin delaleti üzere milletlerin
eceli; yani birisi ferdî ölüm eceli, diğeri millî ölüm eceli olmak
üzere düşünmek de akla gelir. Fakat rivayet edilen önceki mânâ bunu
içine alır. ikisini de içerir.
2-
Bazıları da demiş ki, her insanın iki eceli vardır. Birisi tabiî
eceller, ikincisi ihtirâmî (yok etmekle ilgili) eceller. Tabiî ecel
şudur: Mizac, dış arızalardan korunmuş olsaydı ömrünün kalan müddeti
felan zamana kadar varacaktı. Yok etmekle ilgili ecelde, boğulma,
yanma, zehirli böcek sokma vesâire gibi dış etkenlerden güç bir sebep
ile meydana gelendir. Fahreddin Râzî bunu İslâm filozoflarının görüşü
diye nakletmiştir ki, maksat tabiblerdir. Tabibler arasında bir tabiî
ömür teorisi vardır. Ve nitekim tabiblerimizin dilinde tabiî ecele,
ecel-i müsemmâ (takdir edilmiş ecel); yoketmekle ilgili ecele de,
ecel-i kazâ (kaza eceli) demek âdet olmuştur. Böyle bir telakki, ölüm
öncesi hayatta sebeplere, sağlık bilgisine, tedaviye, dışa ait
korunmalara riayetin faydalarını göstermek açısından faydalıdır. Fakat
bunu iki ecel diye anlamak doğru değildir. Yani bir insanın, biri tabiî
(doğal), biri yok etmekle ilgili olmak üzere iki eceli yoktur. Ya doğal
veya yok etmekle ilgili bir eceli vardır. Zira fiilen vâki olacak olan
ecel, bunların ancak biridir. Diğeri bir imkandan ibarettir. İmkan
şekilleri çeşitli ve hatta sonsuz olabilir. Fakat vâki olan birdir.
Hakikaten ömür, ecel de o vâki olandan ibarettir. Allah'ın takdir ve
kaza ettiği de odur. Allah'ın bildiği şaşmaz; O mümkünü mümkün, vâkî
olanı vâkî olan olarak bilir. Şu halde tabiî ve helakle ilgili ecel
ayırımı; mümkün ecel, vuku bulan ecel diye bir ayırım yapmak gibidir.
Dış sebeplerin helakiyle ölenin tabiî olarak ölmesi mümkün olduğu gibi,
tabiî olarak ölenin de haricî sebeplerle ölmesi düşünülebilir. Fakat, o
her halde bunların yalnız biriyle ölecektir. Halbuki ecel denildiği
zaman mümkünü değil, vuku bulanı anlamak gerekir. Vuku bulan, vâki
olmadan önce henüz imkan sahasındadır. Şu halde henüz ölmeyen bir
kimsenin korunma sebeplerine uyması meşru ve hatta görevdir. Fakat vuku
bulanın, vâki olmasıyla imkan sahası kapanmış, ecel tahakkuk etmiştir.
Bundan dolayı o zaman da görev, vuku bulana teslim olmaktır. Sonra
"tabiî ömür" sözü de soyut bir teoridir. Ölüm, her ne olsa, bir yok
etme ve tahrip etme olmaktan çıkmaz. İhtiyarlama, esasen bir helak etme
eseridir, yoksa tabiatın tabiat olmak üzere gereği, devamlılıktan başka
bir şey değildir. Dışa ait tesir ile yok etme bahis konusu olmayınca,
tabiî ömrün sonsuz olması gerekirdi. Demek ki hüküm, tabiatte değil,
tabiatı yaratandadır. O halde tabiat sözü bir yanıltma ve şüpheye
düşürmedir. Bu gibi sözlerle insanlar kesin bir olgu olan ölümde bile
şüphelere düşer dururlar. Nitekim buyuruluyor ki: Sonra, ey kâfirler
siz tutar şek ve tereddüt edersiniz ha! Yani Allah Teâlâ'nın sizi ve
sizin ilk maddenize varıncaya kadar bütün asıllarınızı yaratan yaratıcı
ve size takdir ve hükmettiği ecel gelinceye kadar hayatınızı veren bir
hayat verici kâdir olduğu, nefsinizdeki görülen eserlerle sabit ve
muhakkak. Ve böyle maddeler yaratmaya ve onlarda hayatlar icad etmeye
ve sonra bu hayatı dilediği ecele kadar sürekli kılmaya gücü yeten
yaratıcı Allah'ın, bu yaratma ve diriltmeyi bir daha yapmaya kudreti
öncelikle belli bulunduğu halde, siz kalkar Allah'ın kudretinden şüphe
eder, niteliğini kavrayıp anlayamadığınız şeylerden dolayı, Allah
katında tayin ve takdir edilmiş olan bu ecel-i müsemmâda, bu sorumluluk
günü hakkında şüpheler, tereddütler çıkarır, Allah'a küfürler eder,
kendinizi, yahut göğe veya yere mensub yaratıkları Allah'a denk
tutarsınız öyle mi?
KARN,
iki mânâya gelir. Birisi zamandan bir müddete yakın olan ümmet, bir
zaman ahalisi olan sosyal toplum ki "Ümmetlerin en hayırlısı benim
zamanımdaki ümmetimdir" hadis-i şerifi bu mânâyadır. Bunda sivrilmek
veya yaklaşmak mânâsı vardır. Bu yaklaşma veya fertlerin birbirine
yaklaşması veya bir peygamber, bir âlim, bir reis gibi büyük bir
şahsiyete yaklaşması düşünülür.
Diğeri
de zaman müddetinin kendisine denir ki, asır gibi çoğunlukla yüz sene
takdir edilmiştir. Burada maksat, öncekidir. Yani biz, zaman zaman ne
sivrilmiş ümmetler, ne topluluklar helak ettik ki bu yeryüzünde size
vermediğimiz güç ve kuvveti onlara vermiştik. Yani yeryüzünde onlara
öyle mekan ve vatan verdik ve o vatanda onları öyle yerleştirdik,
kararlaştırdık ve kendilerine öyle kuvvetler, âletler, servetler
vermiştik ki, ey Mekke'liler, size o kadar kuvvet, güç ve kudret
vermedik. Ve üzerlerine göğü, semanın feyzini göndermiş de
göndermiştik. Ve nehirleri öyle yapmıştık ki altlarından akıyor da
akıyordu. Yani böyle cennet gibi vatanlarda üstlerinden altlarından
nimetlere gark olmuş olarak ucuzluk, bolluk içinde, nehirler, bağlar,
bahçeler, meyveler arasında safa ile yaşıyorlardı. Derken biz o
ümmetleri günahları sebebiyle mahvettik, yok ettik. O kuvvetler, bu
servetler kendilerini kurtaramadı, hepsi mahvoldu. Ve arkalarından
yerlerine diğer nesiller, başka toplumlar meydan getirdik ve ortaya
koyduk. Hasılı Allah Teâlâ sizden önceki Âd ve Semûd ve diğerleri gibi
kavimleri, günahları yüzünden helak edip ecellerini yetirmeye ve
yerlerine başkalarını koyup onlarla yeryüzünü düzeltmeye ve imar etmeye
kâdir olduğu gibi, size de böyle yapmaya kâdirdir. Bundan anlaşılıyor
ki, ümmetlerin ecellerinin gelmesinde günahların ve hataların sebep
oluşu mühimdir. Ve bu ecel, sorumluluk ecelinden bir andır. Bununla
beraber böyle olması ne onun takdir edilmiş olmasına engeldir, ne de
ecelin birden fazla oluşunu gerektirir. Ancak şu sabit olur ki, bir
ümmet vazifelerinde kusur etmezse, onun pek uzun müddet devam ve bakası
mümkün olacaktır. Ve herhalde helak olan ümmetlerin helak oluş
sebepleri kendi günahları olmuştur.
Bu âyetin iniş sebebi Abdullah b. Ebi
Ümeyye olmuştur. Resulullah'a karşı açıkça inat ederek, "Sana iman
etmem, tâ ki göğe çıkasın, sonra bir kitap indiresin ki, onda; 'Aziz
olan Allah'dan Abdullah b. Ebi Ümeyye'ye' diye yazılmış olsun ve bana,
seni tasdik etmemi emretsin ve bununla beraber bunu da yapsan tasdik
edeceğimi sanmıyorum" demişti. Fakat sonra iman etmiş ve Tâif'te şehit
olmuştur. İşte nefislerinde hakka inanmamak kararını verip hak
delillere iltifat etmeyen ve bundan dolayı Peygamber'in doğruluğuna
inanmayan ve inanmak istemeyen kâfirler, peygamberliği bir sihir, bir
göz boyacılığı, bir hilekârlık kabilinden göstermek istedikleri için
Muhammed Aleyhisselâm'ın mucizelerine ve özellikle Kur'ân'ın i'cazı
karşısında ilk söz olarak: "Bu açık bir sihir" dedikleri gibi,
istedikleri şekilde, elleriyle tutulur mücessem bir kitap, bir mektup
da indirilmiş olsa ona da aynı şekilde: "Bu açık bir sihir" derlerdi.
Bunda buyurulması
dikkate şâyândır. Bununla meleğin,
kadın şeklinde gönderilmesi ihtimali bulunmadığı -özellikle-
anlatılmıştır. Zira bu kâfirler, melekleri
kadın şeklinde hayal ediyorlardı. Bu gibi bâtıl inançlardan
yasaklamak ve çekindirmek için gönderileceği bahis konusu olan meleğin
kadın şeklinde gönderilmesi ise, o kanaatı desteklemek demek
olacağından, hikmetin zıddı fiilî bir çelişki olurdu. Melekler gerçekte
onların hayalleri gibi
dilber kızlar değildir. Hatta onlara karşı kadın şeklinde
görünmeleri bile muhtemel değildir. Buna işaret edilerek buyurulmuştur
ki: Peygamber'i melek gönderecek olsaydık, herhalde bir erkek şekline
kor da gönderirdik. Ve şimdi onları yaptıkları hileyi o zamanda biz
kendilerine yapmış olurduk; onları aynı güçlüğe ve hileye fazlasıyla
düşürmüş olurduk. Şimdi Peygamber, beşer olduğundan dolayı kendilerine
benzer göstererek "Bu da sizin gibi bir insandan başka bir şey
değildir" (Mûminûn, 23/24) diye hile ve inkâra kalkışan kâfirler, o
zaman da meleği insan şeklinde görecekler ve ona: "Biz senin melek
olduğunu ne bilelim, sende bizim gibi bir beşersin" diyeceklerdi. Melek
olduğuna inanmayacaklar, getirdiği delilleri dinlemeyecekler,
peygamberliğini kabul ve tasdik etmiyeceklerdi. Fazla olarak bu şüphe
ve güçlük yalnız onların hileleri olmakla kalmayacak, Allah kendilerini
böyle bir karışıklık karşısında bulundurmuş olacaktı.
Bu
emirlerle gösteriliyor ki, önce mekanla ilgili hareket; ikinci olarak,
bunun altındaki zamanla ilgili hareket ile olayların niteliği, yeri ve
mertebelerinde olduğu gibi müşahede; üçüncü olarak, bu müşâhedede
baştan sona gelen veya sondan başa giden bir tertip akımı içinden sonun
niteliğinde durmakla onu almak ve idrak etmek; dördüncü olarak, buna
kıyas ile şahidden görünmeyen (gâib)e geçiş ve bakış, fikrin, itibarın
aslî şartlarındandır.
Bu
şekilde bunlarda Allah'a delalet eden subjektif (içedönük) alametler
oluyorlar. Ve Allah'ın iç olaylarda hâkim bulunduğunu isbat ediyorlar.
İkincisi, demek ki göklere ve yere bakanlar için bu soru son derece
zorunlu ve açık olduğu gibi, buna "Allah'ın" cevabını vermek de o kadar
zorunlu ve açıktır. Zira göklerin ve yerin değişimlerini ve
etkilendiklerini görmek ve bunların bir yönetici sahibe muhtaç olduğunu
hissetmek, Allah'ın varlığını duymak demektir. Zaten "Allah" demek,
bunların tüm sebebi, yaratıcısı, sahibi, hâkimi demektir. O halde bu
soruya karşı "lillâh" (Allah'ındır) cevabı, açık bir tahlilî önermeden
ibarettir.
İşte
bu şekilde önce bütün mekânlı varlıkları içine alan gökler ve yer ile
mekan ve mekanlı hadiseler, sonra, "Gece ve gündüzde barınan her şey
O'nundur" âyetiyle zaman ve zamanlı olaylar gösterilerek ve Allah
Teâlâ'nın hem mekan ve mekanlılara, hem de zaman ve zamanlılara sahip
ve malik olduğu beyan edilerek, yapıcı olan Allah'ın ispatı ve ahiret
meselelerinin gerçeği ve özü anlatılmıştır ki, sûrenin başındaki
"Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve nûru var etti" fıkraları da
mekanlı ve zamanlı bu iki görüş noktasını özetlemiş ve "halk" (yaratma)
ve "ca'l" (var etme) hükümleriyle de sebeplik (illiyet) kanunu ve
sebeplik (illiyet) mânâsına işaret edilmiş olmakla bu âyetler, o âyetin
bir gelişmesidir.
Bu
cevaptan sonra sıra, bu eşya (varlıklar) dan ve bu sebeplik nisbetinden
Allah Teâlâ'nın zâtî ve manevî sıfatlarına delil ve şahit getirerek
anlamaya ve ona göre her yerde sorusunu tasvir ve cevabını tahrir ede
ede Allah'ı düşünerek zaman üzerinde başlangıç (mebde) dan son (meâd) a
yürümeye gelir. Bunun için buyuruluyor ki:
O
Allah ki kendine rahmeti yazdı. Yani bütün yaratılmışlara sahip ve
hâkim, acımaya ve kızmaya eşit olarak kâdir ve her ne isterse yapmak
onun karşı konulmaz hakkı olduğu ve onun üstünde etkileyecek bir
gerektirici ve hak ölçü bulunmadığı halde, bizzat kendini lutuf ve
ihsan yoluyla bütün mülküne rahmeti benimseyip kendi mukaddes zatına -
istiyerek- zorunlu kıldı, rahmeti ahlâk edindi. Bütün bu varlıkları
rahmetiyle yarattı ve bütün hadiselerin cereyanı O'nun rahmet satırları
oldu. Şu halde Allah ile yaratıkları arasındaki yaratma ve Rab'lık
nisbeti, Allah tarafından evvelen ve bizzat gelen ve beklenen hüküm ve
tesir rahmetten ibarettir. Gazap hükümleri evvelen ve bizzat Allah'ın
ahlâkının gereği değil, yaratma yönünden, yani halkın, gerek kendi
aralarındaki çoğalma nisbeti ve gerek ilâhî ahlâktan uzaklaşmaları
gereği olarak ikinci derecede ve tâli bir şekilde sonradan eklenir. Ve
bu eklenme de ilâhî rahmetin gereğidir. Acının yaratılması,
kendiliğinden kastedilmiş değil, tatlıya yön vermek, onun hükmünü
muhafaza etmek ve gelip geçici lezzetlerden ebedî lezzetlere geçmek
içindir. Allah Teâlâ'nın rahmetinin cümlesindendir ki insanları da
başlangıçta sağlam fıtrat üzere yaratmış, akıl, seçenek ve hürriyet
vermiş, içte ve dışta alametler koymak, peygamberler göndermek,
kitaplar indirmek ile bilgi ve tevhidine hidayet eylemiş, rahmet ve
rızasının gereklerine davet, öfke ve azabına sebep olan hallerden
çekindirmiştir. Allah Teâlâ'nın kendine rahmeti yazmış olmasından
dolayıdır ki, bu rahmeti, nimeti ve hürriyeti kötüye kullanıp, böyle
Allah'tan yüz çeviren, Allah'ın fıtratını değiştirmeye ve bozmaya
kalkışan, âyetlerden ve delillerden uzaklaşan, kitapları yalanlayan ve
peygamberlerle alay eden, özetle ilâhî ahlâkın zıddına, gazabı
gerektirecek şeyleri benimseyenler hakkında ceza vermekte acele etmez,
tevbe ve sığınmayı kabul eder, yoksa sizi de çoktan o mahvolan ve yok
olanların yanına gönderirdi. Fakat yine Allah'ın rahmeti kendine yazmış
olmasından dolayıdır ki bu mühlet tanıma sonsuza dek gidemez, elbette
bunun tayin edilmiş bir eceli vardır. Ve elbette Allah, rızasının tersi
olan bu cüretleri gadap hükümleriyle karşılayacak, rahmetinin nizamını
sonsuza kadar devam ettirecektir.
Ey
yalanlayıcılar, bunun için kasem olsun ki o rahmân ve rahîm olan Allah
kıyamet gününe kadar (o akibetlerini göreceğiniz) geçmişteki
yalanlayıcılarla beraber hepinizi kabirlerde ve mahşer yerinde
toplayacak da rızasına doğru gidenleri ebedî rahmetiyle sevindirirken,
sizin de şirk ve günahlarınızın cezasını verecektir. Bunda, bu
toplamada ve bu kıyamet gününün geleceğinde hiç şek ve şüphe yoktur.
Nefislerine zarar verenler, yani kendilerinin ilâhî rahmetten
sermayeleri olan aslî fıtratı, selîm aklı, özel yeteneği kötüye
kullanmakla kaybedenlerdir ki onlar bu gerçeğe inanmazlar. Ve bu
şekilde kendi kendilerine zulmetmiş olurlar. İyi bilmeli ki gün bugün,
saat bu saat değildir. Bugün tatlı görünenler yarın acı, bugün acı
gelenler yarın tatlı olabilir. Zaman denilen bir şey vardır, şimdiki
zamanı gelecek takip eder. Gecelerin gündüzleri, gündüzlerin geceleri
gelir.
Böyle
kendiliğinden zengin ve kendiliğinden ihsan edici olan
yaratanı bırakıp da, kendisi muhtaç olanlara, başkasından faydalanma
durumunda bulunanlara tapmak, aklen bile ne kadar çirkin ve aptallık
olduğu da açıktır.
FÂTIR =
kelimesi, "fatr" kökünden ism-i fâildir ki, "fıtrat"
bunun binâ-i nev'i veya hâsıl-ı masdarıdır. Dilimizde de pek çok
kullanılan bu kelimenin mânâsını biraz açıklıyalım: İbnü Abbas'dan
rivayet edilmiştir ki, "Ben, demiş, fâtırın mânâsını iyice bilmiyordum.
Nihayet bana iki ârâbî bir kuyu hakkında muhakemeye geldiler, birisi
'Ben başladım, ilk ben kazdım' dedi." İbnü'l-Enbârî de şöyle
açıklamıştır ki: "Fatr"ın aslı, bir şeyi başlangıcında şakketmek,
yarmaktır". Bundan anlaşılır ki, dilimizdeki "yaratmak" kelimesi daha
çok bununla ilgilidir. Ve bunun izahı şudur. Sonradan olan varlıklar,
olay vücuda gelmezden yokturlar, görünmezdirler. Göklerde ve yerde
varlıklar ve sûflî cisimler bütün maddî kâinatı bir tarafa bırakarak
mutlak feza düşünüldüğü zaman ve mesela sakin ve tenha bir yerde göz
yumulduğu veya karanlık bir yerde veya bir gecede çevreye bakıldığı
zaman hiçbir noktada bir yarık, bir delik görünmez, hepsi karanlıkta,
yoklukta, bitişik, kapanık, bitişmiş bir halde bulunur ki, insanlara
mutlak yokluk ancak bu şekilde açıklanabilir. Nitekim "Kuşkusuz
göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık" (Enbiyâ, 21/30) âyeti
gelecektir. Ve sonra bu hâl içinde bir noktadan bir varlığın belirdiği,
mesela bir ışığın, bir yıldızın doğduğu an tasavvur edilirse bunun o
noktada fezayı yarıp orada bir varlık, bir delik, bir pencere gibi
zuhur ettiği görülür. Ve işte sonradan olan varlıkların ilk varlık ânı,
yok olan fezanın böyle bir yarılışıdır. Bu yarılma, bu yarış "fatr" ve
bu ilk yarılıştaki varlık hali bir fıtrattır. Yaratmak ve yaratılış da
budur. Şu halde fıtrat, bir öncül ilim ile takdir etmek mânâsını da
içine almış olan "halk" (yaratma) anlamının ikinci cüz'üdür. Ve bu
itibar iledir ki, yaratmak (halk) ve yaratılış (hilkat), fatr ve fıtrat
eş anlamlı olarak kullanılır. Yoktan yaratılış böyle olduğu gibi, bir
asli maddeden yaratılış da böyledir. Bir maddeden diğer bir cismin, bir
varlığın ortaya çıkması ilk önce böyle bir yarılma ile başlar. Bir
yarılma ki, hem önceki maddeyi, hem de fezayı yarmıştır. Bir varlıktan,
diğer bir varlığın kopması; bir tohumdan bir çimenin çıkması; bir
hücreden bir hücrenin doğması hep bir yarılmadır. Bu yarılma, önceki
maddeye göre bir yıkım ve bozulma, fakat ondan çıkan yeni varlığa göre
de bir ıslah yarılması ve varlıktır. İlk yarışsız maddeyi çıkarışta
ise, hiçbir bozma mânâsı yoktur. O, sırf iyi olan bir ayırmadır. işte
ilk önce mekanlıkta açık olan bu mânâ dolayısıyla, herhangi bir şeyin
madde ile gerek geçmiş olsun ve gerek olmasın bilfiil olan ilk icad ve
var etmeye "fatr" ve ilk varlığına ait durumuna "fıtrat" adı
verilmiştir ki, bu fıtratın devamı içindeki uyuma da "tabiat" ismi
verilir. Bunun için fıtrat, tabiattan öncedir. Tabiatın mânâsı, fıtrat
hâlinin devamı ve tekrarı mertebesinden başlayan bir uydusudur.
İşte
"göklerin ve yerin yaratıcısı" olan Allah hem bütün
fıtratları yapar yaratır, hem de onların tayin edilmiş olan devamları
ve birbiri ardısıra kesilmeksizin sürmeleri için muhtaç oldukları doğal
ihtiyaçlarını da bahşeder, lutfeder. Ve kendisi her ihtiyaçtan uzaktır.
Bu yaratma ve ihsanına karşı kullarından, yarattıklarından hiçbir fayda
maksadı gözetmez. Ancak ikinci durumda ebedî rahmetine ulaşmakla onları
gadabından korumak için kendine, emirlerine ve hükümlerine teslim
olmayı ve uymayı ister.
Ey
Muhammed, De ki: Bana, müslümanların (Allah'a nefsini
teslim etmekle ihlâs üzere uyanların) birincisi olmam emredildi. "Ve
sakın Allah'a ortak koşanlardan olma" buyuruldu. Bana bu emir ve yasak
son derece kesin ve kat'îdir.
Bu hakîm ve
habîr fasılası (âyet sonu oluşu) ve bu hikmet ve
hayır noktasında hikmet ilminin en mühim esasını teşkil eden hakkın
şahidi ve menât-ı yakîn (kesin ilişki yeri) meselesi ile Muhammed
Aleyhisselâm'a ait peygamberliği yerleştirmek, tesbit etmek siyakında
buyuruluyor ki,
Şahitliği
en büyük olan hangi şeydir, de. Allah, de. Benimle sizin aranızda o
şahit. Asıl şahitlik, hakkın huzuruna kesin ilim, şahitliği yerine
getirmek de o ilmi haber verme ve tebliğdir. Kesin ilmin ilgili yeri ve
başlangıcı sözde, zihinde, vicdanda değil; zihnin vuku bulana ve bizzat
kendisine uygunluğunda, yani hakkın kendisindedir. Hakkın kendine
şahitliğidir ki, kesinliğin hakikatini oluşturur. Binlerle, yüzbinlerle
kişi bir şey hakkında, "şu şöyledir" diye ittifakla şahitlikte
bulunsalar, eğer gerçekte o şey öyle değilse, bunlar yalancı şahitten
başka bir şey olmazlar. Çünkü şahitlikleri, hakkın kendine şahitliğine
dayanmış değildir. Halbuki "Allah, kendisinden başka ilâh yoktur, diye
şahitlik etti" (Âl-i İmrân, 3/18) âyetinde açıklandığı üzere, hiçbir
şeyin Allah'ın ilmi dışında bizzat kendisi yoktur. Varlıkların
kendilerine şahitlikleri de, Allah Teâlâ'nın kendine ve onun hakkında
onlara şahitliğine dayanmaktadır. Bütün deliller, tecrübeler,
istidlaller Allah'ın şahitliğine dönmek ve birer hak alâmet olmak
itibariyledir ki, ilim ifade ederler. Hiçbir kalb ve vicdan da kendi
nefsinde Allah'ı şahit göstermeden kendi kendine hiçbir şey hakkında
şahitlik edemez, hatta kendine bile şahitlik edemez. Yani o vicdandaki
ifade vicdanın değil, vücudun bir ifade ve şahitliği olması
sebebiyledir ki kesin olur. Kesin bilginin, kendi kesinliği de kendi
vücûdunda, kendi aynîliğinde bulunur. O var olduğu yerde var, yok
olduğu yerde yoktur. Onun kendi varlığı, kendi aynîliği ise, Allah'ın
ilmindedir. Ve onun bir ifadesi, bir alâmetidir. Sübjektif ve objektif
hiçbir şey Allah'ın şahitliğine dayanmadan ve bir ilâhî şahitlik
olmadan kendine şahitlik edemez. Allah'ın şahit olmadığı şahitlik
bulunamaz ve Allah şahit gösterilmeden hiçbir şahitlik yapılamaz.
Hasılı Allah'tan büyük bir şey ve Allah'ın üstünde hiçbir bilgin ve
haberdar olan düşünülemez. Ve Allah'tan büyük şahit de tasavvur
olunamaz. Allah'ın şahitliği de her şeyden önce lutfettiği kesin ilim
ile ortaya çıkar. O da bahşettiği kalbde bulunur. Ve onun şahidi önce
Allah ile kendisi olur. Peygamberlik vahyi iş bu "de ki, de ki"
emirlerinin gösterdiği üzere zorlayıcı bir hakkı koyma, bir özel
yaratılış olarak Allah Teâlâ'nın gözle görünürcesine bir emri ve
şahitliğidir. Muhammed Aleyhisselâm'a ait peygamberlik de herşeyden
önce Allah Teâlâ'nın kendi zatındaki ilmi ve Muhammed aleyhisselâmın
kalbindeki şahitliği ile sabittir. Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın Resulü
olduğunu ve bu davada doğru kişi olduğunu henüz hiç kimse bilmez, hiç
kimse şahitlik etmezse Allah şahittir. Onu Muhammedî kalbteki
şahitliğiyle isbat eden Allah, dilerse bütün içlerde ve dışlarda da
kendisine şahitlik ettiği sayısız ve hesapsız şahitler yaratarak isbat
eder ve nitekim etmiştir. İyi bilmek gerekir ki peygamberlik vahyi
sadece bir ilham almak değil, ilâhî zorlama ile bir ilâhî şahitliği
almak ve aldığını kesin zorlama ile gözle görürcesine bilmektir. Bunun
için buyuruluyor ki:
Ey
Muhammed, en büyük şahitliğin, Allah'ın şahitliği olduğunu
söyle ve Allah'ı şahit getirerek de ki, "sizinle benim aramda şahit
O'dur". ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, bununla karşımdaki sizleri ve
gaibte (ortada olmayan) bunun eriştiği ve vasıl olduğu herkesi
korkutayım, o korkunç sonuçtan korunmak için sakındırayım. Demek ki
Kur'ân'ın hükümleri, onun indiği zamanda mevcut olanlara mahsus
değildir. Onlardan sonra kıyamete kadar, gelecek olanları da tamamen
içine alır. Ancak Kur'ân'ın yetişmediği, kulaklarına erişmediği
kimseler cezalandırılmazlar.
Böyle söyle
ve o müşrikleri korkutmak için şunu da ilave et:
Muhakkak Allah'ın emrinde başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi
şahitlikte bulunuyorsunuz? Gerçekten siz mi buna şahitlik ediyorsunuz?
Ben ona şahitlik etmem, de!. Ben, ancak: "Allah tek bir ilâhtır" diye
şahitlik ederim. "Allah'tan başka ilâh yoktur diye şahitlik ederim" ve
herhalde ben sizin Allah'a ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım, de.
Bundan anlaşılıyor ki bir kimse İslâm'a girerken "Ben şahitlik ederim
ki Allah'tan başka ilâh yoktur, ve şahitlik ederim ki Muhammed onun
kulu ve resulüdür" şehadetinden sonra, "ve ben sizin ortak tuttuğunuz
şeylerden uzağım" âyetinin delaleti üzere açıkça da diğer dinlerden
uzak olduğunu bildirmelidir. Bununla beraber "hiçbir ilâh yoktur"
olumsuzluğu esas itibariyle bu uzak olmayı içermiş bulunduğundan
âlimler bu açıklık kazandırmaya müstehab demişlerdir.
Yahudi ve
hıristiyanların Muhammed Aleyhisselâm'ın
peygamberliğini inkâr etmelerine gelince: "Kendilerine kitap
verdiklerimiz onu, oğullarını bildikleri gibi bilirler." (Bakara,
2/146) âyetinin tefsirine bkz.
Son
zamanlarda tertip ettirilmiş olan ve "Tarih-i İslâm" diye
tercüme edilen ve bastırılan eserin müellifi İtalyan Kaytano demiş ki:
"Muhammed hiçbir zorluk karşısında yılmamış, hiç ümitsizliğe düşmemiş,
kanaati asla sarsılmamıştır. Onda öyle bir kendine güvenme vardır ki,
bunun sırrı anlaşılamamış ve kendisiyle beraber gömülüp gitmiştir".
Belliki bu söz gerçeği hem itiraf etme, hem de bozmadır. Belliki bir
insanın bu derece kendisine güvenmesi düşünülemeyeceğinden buna bir sır
diye isim vermiştir. Bu sır, onun kendine güveninin sırrı değil,
Hakk'a, Allah'a güveninin sırrıdır ki, o da nebîlik ve Resullüğü ve
Allah'ın emir ve şahitliği ile peygamberliğine olan kesin bilgisi ve
davasındaki doğruluk ve sadakatının delilidir. Resulullah, hiçbir zaman
nefsine güvenmemiş, daima ve daima Allah'a ve Allah'ın tebliğlerine
dayanmış ve güvenmiştir. "Allah'tan başkasını mı dost edineceğim?"
(En'âm, 6/14), "Ben İslâm olanların ilki olmakla emrolundum" (En'âm,
6/14),
"Allah,
benimle sizin aranızda şahittir." (En'am, 6/19),
"Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. hiçbir
canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın. "Gerçekten Rabbin
her şeyin koruyucusudur." (Hûd, 11/57), "Ben, işimi Allah'a
bırakıyorum. Şüphesiz Allah kulları görür." (Mümin, 40/44) demiştir.
Rivayet edilen dualarında da geldiği üzere: "Ey göklerin ve yerin Rabbi
olan Rabbim sona söz veririm ki, beni nefsime havale etme, zira sen
beni nefsime havale eder, kendime bırakırsan, nefsim beni şerre
yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır." diye dua eden Resulullah'a
nefsine güvendiğine dair yapılan isnat iftiradan başka ne olur? Nefse
güvenmek, kendini bilmemek, Allah'ı tanımamak, kendini ve kendi
isteklerini hak başlangıç, ilâh edinmekten başka bir şey değildir.
Kur'ân, baştan başa, bunun bir cahillik ve sapıklıktan ibaret olduğunu
ispat ve daima Allah'a tevekkül ve dayanma emirleri ile doludur. Daima
Allah'a kulluğa davet eden ve kendisinin Allah'ın kulu ve Resulü
olduğuna şahit getirip duran Peygamber (s.a.v)'in peygamberliğini inkâr
etmek için, ona böyle bir ilâhlık davası isnadı ne kadar açık bir
iftira, sonra buna bir sır tasavvuruna kalkışılması ne garib bir
sapıklıktır. Eğer nefse güvenmekten maksad, doğruluğuna güveni,
peygamberliğine iman ve bilgisindeki kesin gücü ise, doğruluk ve kat'i
iman da nefse dayanmak değil, hakka dayanmaktır. Doğru sanarak ve
inanarak vuku bulanın tersini söyleyen kimseye doğru denemez. Doğru
olan kimsenin de doğruluğuna emin olabilmek için nefsine, inancına
değil, hakka bağlanmış olması ve hakkı temsil etmiş bulunması lazım
gelir. Bir insan için güvensizlik, güvenememek ve güvenilememek büyük
bir rezillik, şüphe ve tereddüt müthiş bir kalb hastalığı ve büyük bir
felakettir. Fakat nefse güvenmek de bir meziyet ve fazilet değil, ondan
daha kötü bir gurur
ve aptallıktır. Bunu bir meziyet gibi kabul edenler, Allah'ı bilmeyen
ve kendilerini hakkın kendisi sanan gururlu kişilerdir. Ne garip
bilgisizliktir ki, ayağını bir yere dayamadan dikilemediğini pek âlâ
bilen ve dayanmak için bir desteğe göz atıp duran bu kibirliler, nefse
güvenmekten bahsederler ve bunu bir fazilet gibi tavsiye ederler.
Halbuki nefse güvenmek çürük bir tahtaya dayanmaktır ve hiçbir şeye
itimat etmemektir ki, böyleleri, hiç kimse için güvenmeye değer
olamazlar. Kendi dışından nefes alıp vermeye muhtaç olan bir fâni
kişinin kendine güveni davası kadar gülünç ne düşünülebilir? Evet
insan, güvenmeli ve güvenilir olmalıdır. Bu, hem ihtiyaç, hem bir
vazifedir. Ve bunun içindir ki insan, ne olursa olsun, kulluktan
çıkamaz. Fakat güvenip dayanılan şey ne kadar kuvvetli ve güvene layık
olursa, itimadın kıymeti de onunla uyumlu olur. Nefis, bugün olmazsa
yarın yıkılır. O, kendi kendine dayandığı zaman, birinde olmazsa,
ikincisinde aldanır ve aldatır. Akıl da hiçbir ilkeye tutunmadan,
hiçbir şey bilemez. Âlemde herhangi bir şeye dayanılsa, sonucu yine
dayanıksızlıktır, çünkü fânî (ölümlü)dir. Ölmeyecek diri, ancak Allah
Teâlâ'dır. Ve bundan dolayı itimadın fazileti, ancak Allah'a
itimattadır. Ve ancak Allah'a itimat edenlerdir ki "Kopmayan, sağlam
bir kulpa yapışmıştır". (Bakara, 2/256) ve bunlar kendilerini Hakk'a
teslim eden ve Hak uğrunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen sadıklar,
samimi kimselerdir. Allah'ı bilmeyen ve Rabbini kendinde görmek isteyen
güvensizler de bunu anlayamazlar, bir nefse güvenme sanırlar. Kendine
güvenme ile nefsi feda etme arasındaki çelişki de açık olduğundan
şaşarlar, Allah'a dayanma deseler Hakk'ı itiraf etmiş olacaklarından
çekinirler; bilmiyoruz bu bir sır, bir bilmece derler, bir türlü iman
edemezler. İtalyan tarihçisi de: "Muhammed'de bir sır vardı ki, bu sır
bütün varlığıyla Hakk'a dayanmasının, Allah'a teslim olma ve uymasının
sırrıdır. Ve işte bu sır, bu nâmûs-ı ekber (büyük sır sahibi, Cebrail),
nebîlik ve peygamberliktir. Onun bir Allah Resulü olduğunda şüphe yok.
Fakat peygamber olmayanların da o Cebrâil'i görmelerine ve bu sırrın iç
yüzünü anlayabilmelerine ihtimâl yoktur" deseydi doğru söylemiş
olacaktı. Fakat İslâm tarihinden, Muhammed Aleyhissilâm'ın hayatından
hem bu hakikati anlamış, hem de Allah'ı ve peygamberliği tasdik etmiş
olmamak için tahrif etmeden söyleyememiştir. Peygamberlikten daha önce
haberdar olmuş bulunan kitap ehlinin Muhammed (s.a.v)in peygamberliğini
oğullarını bildikleri gibi bildiklerine; fakat kendilerine yazık etmiş,
fıtrat vergisi olan iman yeteneklerini kaybetmiş olduklarından dolayı
Hakk'a iman edemediklerine bu da bir misal teşkil etmiştir. Bunun
üzerine Allah'a iftiranın ne büyük bir zulüm olduğu ve Allah Teâlâ'nın
her şeye şahit olmasına rağmen, yalan söyleyen yalancıların neticede
yalanlarını inkâr durumuna düşecek, alçak, acıklı bir düşüklük ve
sorumluluğa tutulmuş olacaklarını beyan ile korkutmaya devam edilip
buyuruluyor ki:
"Allah'a
iftira ederek yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlıyandan daha zalim
kim olabilir? Hiç şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler."
25- Ebu
Süfyân, Velid,
Nadr, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Ebu Cehil ve arkadaşları Resulullah'ı Kur'ân
okurken dinlemişler, Nadr'a demişler ki: "Ey Kâtîle'nin babası Muhammed
ne diyor?" O da: "Kâbe'yi, Beyti yapana kasem ederim ki ne diyor
bilmem, ancak dilini oynatıyor. Ve benim geçmiş asırlardan size
söylediğim gibi öncekilerin masallarını söylüyor" demiş. Nadr'ın
şiirleri varmış, Acem diyarında Rüstem ve İsfendiyar hikayeleri gibi
bir takım hikayeler toplayıp manzum hâle getirmiş, Kureyşlilere okur,
dinlerlermiş. Ebu Sûfyân: "Ben onun söylediklerinin bazısını doğru
buluyorum" demiş, Ebu Cehil de: "Sakın bunun hiçbir şeyini ikrar etme"
demiş, o da: "Ölüm bana ondan daha kolaydır" demiş ve bu âyet bunlar
hakkında nazil olmuştur.
FIKIH, bir
şeyi, bir sözü sebep ve hikmetiyle zevkine vararak anlamak ve hatta
tatbik edecek şekilde anlamaktır.
"Ekinne"
kelimesi, " = kinân" kelimesinin çoğuludur ki kat kat örtüler demektir.
Herkesin tanımadığı garip ve çirkin örtüler mânâsını ifade eder. Yani
biz de kalblerine kat kat ve görülmedik örtüler koymuşuzdur ki,
dinledikleri Kur'ân'ı fıkhî zevkle anlamalarına engeldir. Ve hatta
kulaklarında bir ağırlık vardır, dinlediklerini iyice duymazlar bile.
Burada Bakara sûresinin "Allah onların kalblerini mühürledi" (Bakara,
2/7) âyetinin anlamı vardır. Gerçi hak kulaklara izinleri olmadan
girer. Fakat kulağın kulak olması ve onun ardında açık bir kalb
bulunması ve Allah'ın izni de şarttır. Hak ne kadar açık olursa olsun
engelli kulaklara ve kalplere giremez; duymak, anlamak da yaratılışta
Allah vergisi olan bir yetenektir. Ve sonra Allah tarafından bir engel
konulmamasına bağlıdır. Allah bunlara da yaratılış bakımından kulak ve
kalb vermemiş değildir. Fakat o kalbler öyle birikimlere sarılmış ve
öyle bir hilkat ve tabiat içinde örtülmüş kalmış ve bundan dolayı
yaratılışlarında hakka yönelmiş olan kabiliyetleri öyle kapanmış, sona
ermiştir ki, bundan böyle hak delili dinleseler değil ya, görseler bile
yine inanamazlar. Aslî fıtratı kapatan bu örtüler, bu engeller,
akılların, sihir, masal gibi yanlış usullere tutulması, batıl
inanışlara saplanması; nefislerin isteklere ve ihtiraslara bürünmesidir
ki, herhangi bir şahısta bunlar mühürlenip tabiat (huy) haline geldi mi
artık onda hakkı anlamak ve kabul etmek kabiliyeti kalmaz, iman etme
yeteneği söner. Yaratılıştaki bu yetenek ve istidadın derecesi şahıştan
şahısa değişir. Kiminde süratli, kiminde ağır, kiminde şiddetli,
kiminde hafiftir. Kiminde az, kiminde daha çok bir zamanda söner veya
gelişir. Bu değişme derecesi, bizzat ilâhî irade ve istek eseridir.
Ancak herkes derecesine göre verilmiş olan fıtrî gücün başından,
sönebileceği zamana kadar geçecek zaman zarfındaki seçiminden, kötü
veya iyi kullanımından sorumludur. Ölümden sonra kimse bir şey
kazanamayacağı gibi, bir Ruhânî ölüm demek olan kabiliyetin sona ermesi
ve alışkanlığın yerleşmesinden sonra da böyledir. Gözler bakar,
kulaklar dinler, fakat hiç yeni bir şey duymaz, her ne alırsa tabiatı
onu eski aldığı kararlarına benzetir. O artık onun için yeni bir gerçek
değil " eskilerin masalları" olur kalır. Ölüm Allah'ın emir ve
iradesiyle olduğu gibi, engellerin konması ve kabiliyetin sönmesi de
Allah'ın emir ve iradesiyledir. Bunun için "biz yaptık" buyurulmuştur.
Bu da kulun kabiliyeti müddeti içindeki istek ve seçimine dayanacak
olan sorumluluğa aykırı değildir. O engelleri koyan Allah olduğu halde
sorumluluk neden, sorusu akla gelmez. Yukarda "kendilerine yazık
edenler" beyanıyla bu şüpheye yer olmadığı gösterilmiştir. Bu nokta
ayakların kayacağı yerler olduğundan dikkat etmek gerekir. Herkes
bilmelidir ki, ilk önce kendisine Allah'ın rahmeti olarak az veya çok
bir ecel ile, bir yaratılış sermayesi verilmiştir. Bu, bir gün olur
tükenir, bu kötüye kullanılarak bitirilirse Allah bir daha vermeye
mecbur değildir. Bir gün gelir ki bütün engelleri önüne yığar ve ondan
sonra bu kötüye kullanmanın sorumluluk devri gelir. Şu halde fırsat
elde iken ve onun azlığına çokluğuna itiraz etmeyerek o rahmeti
büyütmeli, ebedî rahmete ermelidir. (Bakara Sûresine bak.) Yoksa bu
âyette gösterilen kâfirler gibi yetenekleri kapanınca taptaze en güzel
nimetler önlerine konur da tadamaz, "bunlar eskimiş kokmuş şeylerdir"
diye mücadele eder.
"Esâtîr"
kelimesi kökünden alınmış bir çoğul sîga (kipi)dır ki, tekili "üstur"
ve "üstüre" veya estır", "estire" veya "estara"dır. Yahut 'in çoğulu
"sütûr", "sütûr"un çoğulu" estar", "estar"ın, çoğulu da "esâtîr" dir.
Bunun kendi lafzından tekili olmayan "abâdîd" ve "şemâtît" gibi bir
çoğul ismi olduğu da söylenmiştir. Fahreddin Râzî der ki, "Çoğunluk,
"yani öncekilerin yazdıkları şeyler" diye tefsir etmişlerdir. İbnü
Abbas, "esâtîru'l-evvelîn"in mânâsı: demiştir ki, "öncekilerin
yazdıkları sözleri" demektir. Bazıları "esâtîr"ın, türrehât yani
hurafeler, batıllar, uydurma, saçma, masal demek olduğunu
söylemişlerdir. Fakat bu, tefsir değil, mânâdır. "Esâtîr", saçma sapan
şeyler demek olduğu için değil, öncekilerin masalları Rüstem ve
İsfendiyar hikayeleri gibi faydasız sözler olduğu içindir ki
"esâtîru'l-evvelîn", türrehât (uydurma, saçma sapan şeyler) ile tefsir
olunmuştur... Demek ki önce "esâtîr" kelimesinin asıl mefhûmu
yazılmıştır. Bunun bir hurafe (uydurma) olup olmaması ise kelimenin
delalet ettiği mânâsı değildir. Esas itibariyle yazılmış olan bir şeyin
tesbiti ve istenilen önemli bir haber vermeyi içermesi gerekir. Şu
nokta haber verilmesi gerekli bir husustur ki, "esâtîr"in tekili
olarak, zikredilen üstur, üstûre, estır, estıre, estare kelimelerinin,
Yunanca "isturya" kelimesiyle ilgili olduğu açıktır. Frenkler de buna
"istuvar = histoire" demişlerdir. Biz de bugün bunu tarih diye tercüme
ediyoruz. Şu halde "esâtîr'in asıl mânâsı bugünkü tabirimizce
"tarihler" demektir. Anlaşılıyor ki Arapça'da üstûre, estıra gibi tekil
kelimelerin kullanılması nâdirdir. Genellikle "esâtîr" kullanılmış ve
bunun için takdîrî çoğulluk gösterilmiştir. Ve kelimenin ucme (aslı
Arapça olmayan kelime)den Arapçalaştırılmış olduğu da açıklanmıştır.
Yani esâtîr, Arapça'dır. Fakat "ustûre"nin Arapça olup olmadığı
şüphelidir. Üstûre Yunanca, "doğru haber ve haber alma" diye tarif
edilen "isturya"nın aynı değilse, herhalde ikisi ortak bir asla döner.
Nitekim Farsça'da "muhkem = sağlam" demek olan "üstuvar" kelimesi de bu
asla dahildir. Hasılı "esâtîr", Frenklerin "istuvar" dedikleridir. Bu
da bugün "tarih" diye terceme edildiğine göre "esâtîru'l-evvelîn",
eskilerin tarihi (tarih-i kadim) demek olur. Ancak bunda tarih
kelimesinin ifade ettiği vakit tayini mânâsı olmayarak mutlaka geçmiş
zaman, önceki zaman mânâsı vardır. Zira vakit tayini mânâsıyla tarih,
İslâmî bir kelimedir. Ve Frenklerin "istuvar" kelimesinde esasen bu
mânâ yoktur. Ve demek ki, esâtîru'l-evvelîn deyimi de kelimelerin
mânâsına göre turrehât (saçma sapan), hurafeler demek değildir. Bunlar
esâtîr içinde bir çok efsaneler bulunduğundan ve daha doğrusu
"esâtûru'l-evvelîn" efsane halinde kaldığından saçma sapan ve
uydurmalar mânâları, esâtîru'l-evvelîn deyiminin bir gereği olmuş ve
bunun hafifletilmişi olarak "esâtîr, kelimesi de Araplarca
uydurmalardan kinaye olarak kullanılmıştır. Ve bunun için "Kamus"ta da
"esâtîr"in "nizamsız söz" yani "saçma" mânâsına geldiği gösterilmiştir.
Nitekim zamanımızda da tarih-i kadim (eski tarih) ve hatta tarih
kelimelerini vâhî, boş şeyler mânâsına kullananlar vardır. "O tarihe
karışmış, bu artık tarih olmuş" denildiği zaman, yalan olmuş, masal
olmuş, sadece lâfta kalmış, yahut adı, ismi yerleşmiş, meşhur olmuş
mânâlarından her biri kastedilebilir. Bu şekilde Araplarca esas olarak
"mestûrât-ı evvelîn" demek olan "esâtîru'l-evvelîn" Türklerin masal,
Yunanlıların "misus", Frenklerin "mit" dedikleri eski kahramanlık
hikayeleri, geçmiş zaman efsaneleri, destanları olarak düşünülmüş ve
uydurma, hurafeler mânâsında kullanılmıştır. Şimdiki zamana, geçmişe
bağlanmadan hiçbir şey bilinmez, geçmişi şimdiki zamana bağlıyarak
olaylar içindeki zaman cereyanını bir devamlı satır haline koyan tarih
de şüphesiz ki istüvar (tarih) olan satırlardan ibarettir. Bu
satırların tarih olabilmesi de içinde bulunduğu olayları geçmişten elde
ettiği bilgilere ve haber almalara bağlamasıyladır. Bu olaylar ise,
yalnız dereden tepeden sözlerden ibaret olmayıp, fikirleri ve
düşünceleri, zamanın içine aldığı düşünceleri ve hayalleri de içine
alır. Çünkü bir zamanda vuku bulan bir hayal dahi o zamanın
olaylarındandır. Halbuki vuku bulma zamanı, yazma zamanına göre geçmiş
zaman olduğu gibi, esas itibariyle yazma ve satıra geçirme sanatı da
geçmiş zamana göre sonradır. Şu halde yazılanlar, şimdiki zamanı
geçmişe bağlarken, geçmişteki yazılanları takip etmek mecburiyetinde
bulunduğu gibi, yazı sanatının ortaya çıkmasından itibaren başlayan ilk
yazılanlar da kendinden önce gelen ve yazılmamış olan geçmiş zamanları
dil ve fikir bakımından elde ettiği haberlerden ve eserlerden alarak
yazmaya mecburdur. Bunun içindir ki, geçmişlerin tarihi ilk önce en çok
ağızlarda dolaşan sözler olarak satıra geçmiş ve sonra da sadr (göğüs)
dan satıra geçerken nice nice değişmelere uğramış olur. Şu halde
esâtîr, mestûrât, istuvar, tarih, masal ve hurafeler demek olmadığı
halde, bunların daha öncesi bulunan esâtîru'l-evvelin, geçmişlerin
tarihi, masal ve efsane ile eşanlamlı gibi olmuştur.
Yunanlılar,
masallar, tarihî efsaneler yazmayı bir edebî sanat saymışlar ve bu
şekilde bir çok tanrılar ve yarı tanrılar ve eski kahramanlık
hikayeleri yazmışlardır ki, Frenkler bu sanata ve bunları inceleme
ilmine "Mitoloji" derler ve bunu "istuvar fabuleuse=efsânevî tarih" ve
"siyans de mit=masallar ilmi" diye tarif de ederler ve bundan en çok
"Hindû-yi Avrupâî" dedikleri Hind, Fürs, Yunan, Latin, Cerman, Islav,
Selt kavimlerinin ilk masallarını kastederler. Ve bunları ilkel
insanların hislerini, hayallerini, düşüncelerini, inançlarını,
bilgilerini anlamak için delil ve ilmin ilkel kaynakları sayanlar da
Tarih, Felsefe, Dinler bunlardan çıkmıştır derler. Ve Felsefe
Tarihinde, Dinler Tarihinde Mitolojiye önemli bir esas gözüyle
bakarlar. Böyle demenin, tarih masaldır, felsefe masaldır, ilim ve din
masaldır demek olmadığı ise açıktır. Fakat birçokları bundan Tarihin,
Felsefenin, İlmin, Dinin ve özellikle dinin bir masal demek olduğu
kuruntusuna kapılarak yeni yeni masallar uydurmakla yeni tarihler, yeni
felsefeler, yeni dinler, ilimler icad ve keşfedilebileceği zannına
kapılmışlar; hak dinin bir gerçek olduğunu, hayallerin, masalların bile
gerçeğin yansıması ve sapması demek olduğunu anlamamışlardır. Bunlar,
hak ve batılı ayırmayarak bütün dinlere "esâtîru'l-evvelîn
"(geçmişlerin masalları) ve hurafeler derler. Ve böyledir diye mücadele
ederler. Bu da kalblerinin hurafelerle dolu olmasından ve bu engeller
içinde gerçeği anlama fıtrî kabiliyetini kaybetmiş bulunmasından doğar.
İşte bu âyet bize gösteriyor ki Kur'ân "bu ancak geçmişlerin
masallarıdır" diyen kâfirler de bunlardan ve bunların öncülerindendir.
"Esâtîru'l-evvelîn" demekle de şöyle demiş oluyorlar: "Evvela diyorlar,
Kur'ân ilâhî bir vahiy, bir hak kitap değil, bunun kaynağı, ilham
kaynağı eskiden yazılmış olan satırlardan ve mektuplardan ibaret,
Muhammed bunu eski kitaplardan alıp alıp yazdırıyor. Şu halde bu bir
mucize değil, hatta bunda yeni bir hakikat olmadıktan başka hiçbir
gerçek de yoktur. Zira bu sadece 'masallar' değil, 'geçmişlerin
masalları'ndan, 'geçmişlerin masalları' gibi hakikatte mânâsı olmayan
boş satırlardan, yalan hurafelerden, masallardan ibarettir. O, bunları
yazdırıp yazdırıp söylüyor" diye bir sataşma da yapıyorlar. Furkan
sûresinde geleceği üzere "Öncekilerin masalları, onları yazdırmış,
sabah akşam onlar kendisine okunuyor" (Furkan, 25/5) diyorlar.
Kalblerinin bozukluğundan dolayı "ahsenü'l-hadis" (sözlerin en güzeli)
olan hak kelâmı ile geçmişlerin masallarını ve hurafelerini
ayıramayacak ve farkedemeyecek bir halde bulunuyorlar ki, beşeriyeti
gerçekleri bozan hurafelerden kurtarıp Allah'tan başka bir şeye
tapılmamasının lüzumunu öğreterek doğru yol olan gerçeğin caddesine
götüren ve bir mucize beyan eden dil ile hidayet eden Kur'ân ile
Muhammed (s.a.v.) beşeriyete ne getirmiş diyenler de bunların
öğrencileridir.
26-27-
Öbürleri ise hem Kur'ândan,
Peygamber'den yasaklarlar, halkı Hakk'a imandan menederler,
hem de kendileri uzak kaçarlar. böyle yapmakla ise ancak kendilerini
helak ederler de haberleri olmaz. Sen bunların, bu kâfirlerin,
yalanlayıcıların ateşe tutuldukları, tutulup da ah geri döndürülseydik
de Rabbımızın âyetlerini, olayları ve sonuçları vuku bulmadan önce
haber veren delilleri ve işaretlerini yalanlamasaydık. Biz de o
müminlerden olsaydık dedikleri zaman hallerini bir görsen..! O ne feci,
ne kötü bir sonuç olacaktır. Başlangıçta hakkı inkâr edip
yalanlayanlar, yanlış yola gidenler, neticede böyle ateşe düşer,
hatalarının cezalarını görürler ve gördükleri zaman yaptıklarına ister
istemez pişman olurlar da geri dönmek ve doğru gitmek arzusunda
bulunurlar. Fakat zanneder misiniz ki bu kâfirlerin o zamanki
pişmanlıkları ve iman etme arzuları ciddi ve doğru bir iman eseridir?
28-29-
Hayır,
bundan önce gizledikleri kötülükleri, kışkırtıcılıkları, çirkin
amelleri karşılarına çıkar, yüzlerine vurulur da bu ondandır, ondan
rahatsız oldukları içindir. Yoksa geri çevrilmiş olsalardı yine
dönecek, herhalde yasaklandıkları yasakları yapacaklardı. Şüphe yok ki
bunlar bu sözlerinde, bu vaadlerinde yalancıdırlar. Dünyada böyle kaç
defalar başları sıkışmış, pişmanlıklar göstermişlerdir de ilk fırsatta
yine eski yaptıklarını yapmışlardır. Ve demişlerdir ki:
30-31-
Sen
bunların, bu kâfirlerin, yalanlayıcıların ateşe tutuldukları, tutulup
da ah geri döndürülseydik de Rabbımızın âyetlerini, olayları ve
sonuçları vuku bulmadan önce haber veren delilleri ve işaretlerini
yalanlamasaydık. Biz de o müminlerden olsaydık dedikleri zaman
hallerini bir görsen..! O ne feci, ne kötü bir sonuç olacaktır.
Başlangıçta hakkı inkâr edip yalanlayanlar, yanlış yola gidenler,
neticede böyle ateşe düşer, hatalarının cezalarını görürler ve
gördükleri zaman yaptıklarına ister istemez pişman olurlar da geri
dönmek ve doğru gitmek arzusunda bulunurlar. Fakat zanneder misiniz ki
bu kâfirlerin o zamanki pişmanlıkları ve iman etme arzuları ciddi ve
doğru bir iman eseridir? Hayır, bundan önce gizledikleri kötülükleri,
kışkırtıcılıkları, çirkin amelleri karşılarına çıkar, yüzlerine vurulur
da bu ondandır, ondan rahatsız oldukları içindir. Yoksa geri çevrilmiş
olsalardı yine dönecek, herhalde yasaklandıkları yasakları
yapacaklardı. Şüphe yok ki bunlar bu sözlerinde, bu vaadlerinde
yalancıdırlar. Dünyada böyle kaç defalar başları sıkışmış, pişmanlıklar
göstermişlerdir de ilk fırsatta yine eski yaptıklarını yapmışlardır. Ve
demişlerdir ki: Hayat, şu bizim içinde bulunduğumuz alçak hayattan,
dünya hayatından ibarettir. Biz öldükten sonra bir daha dirilecek,
yeniden dirilip bir daha hayata gelecek değiliz ya... Ahireti görseler
de dönseler yine böyle diyecekler ve öyle yapacaklardı.
Küfür
ve isyanlar bunlara bu kadar devamlı bir huy olmuştur. Bunun için ne
dönebilirler, ne döndürülürler. Öyle diyen yalancıların, Rab'larının,
yani Hak Teâlâ'nın huzuruna sevkedilip durduruldukları zaman hallerini
bir görsen !... Neler olacak neler !... Allah, muhakkak ezelî
hitabiyle: Nasıl bu ölümden sonra dirilme hak değil miymiş? diyecek.
Evet ey Rabb'im hakmış, Rab'ımıza kasem olsun ki hakmış (doğruymuş),
diyecekler. Allah muhakkak buyuracak ki: Öyle ise şimdi acı mı tatlı mı
azabı tadınız, çünkü siz buna inanmıyor inkâr ediyordunuz. Ebedî zarara
daldılar o kimseler ki Allah'a kavuşmayı, Allah'ın huzuruna
varacaklarını yalan saydılar. Tâ vakit ve saat kendilerine ansızın
gelinceye kadar inkâr ettiler de o zaman vay başımıza gelenlere, eyvah
bu konudaki kusurlarımıza. Ey hasretlerimiz, gel gel, tam sırasıdır,
dediler. O durumdaki bütün ağırlıklarıyla günahlarını sırtlarına
yüklenmiş bulunurlar. Bakınız, ne kötü bir yük, ne çekilmez veballer
yükleniyorlar. Bu âyette, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr
edenlerin diğer bir halleri açıklanmıştır ki, birisi hüsran, birisi de
büyük günahlar, veballer çekmektir.
HÜSRAN,
büyük sevabın, devamlı nimetin elden çıkmasını ve kaybolmasını görmek.
VİZR ve VEBAL de büyük azabın içinde kalmaktır. Allah Teâlâ, kudsî ruha
cevherini bu cismani âleme göndermiş ve ona şu gördüğünüz cismani
aletleri ve cesetle ilgili edevâtı vermiş, akıl ve düşünce ihsan etmiş
ki, bu aletleri ve edevatı, bu hisleri ve melekeleri kullanmakla büyük
faydaları, ölümden sonra ortaya çıkacak hak bilgileri ve faziletli
ahlâkı kazansın. Şu halde insan bu alet ve edevatı, bu aklî ve fikrî
kuvvetini şu sınırlı ve helâk edici lezzetleri ve şu bitmeye mahkum
saadetleri kazanmakta kullanırsa, ömrünün sonuna geldiği zaman telafisi
mümkün olmayacak şekilde zararlara gark olduğunu görür. Çünkü bütün
sermayesi boşa gittiği gibi, hoşa gider sandığı ve kazanmaya koştuğu
kazancı da boşa gider, kesilir. Artık elinde ne sermayeden bir şey
kalır, ne de kârdan. Bu ise inkârı hiç mümkün olmayan açık ziyandır.
Bir insan ölümü ne kadar normal görürse görsün, hatta isterse onu
hayatın acılarına karşı bir kurtarıcı gibi karşılamak istesin, onun
için bu zararı görmek ve bunun can yakan acılarıyla gözlerini kapayıp
en büyük lezzet bildiği bu âleme ebedî bir hüzünlü ümitsizlik içinde
hasretle veda edip gitmek kaçınılmazdır. Fakat bu zarar ve hasret, bu
ebedî acı, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr eden ve bu
dünyanın aceleci saadetini ve gelip geçici lezzetlerini, saadetin sonu
ve olgunlukların nihayeti sayanlara mahsustur. Öldükten sonra dirilmeye
ve kıyamete iman etmiş olan ve ahiret günü için lüzumlu ve önemli
hazırlıkları elde etmeye koşan iman ehline gelince: Bunlar, o ayrılık
ânında, gurbet ayrılığından vicdanının sevgilisi olan cânânın semtine
(Allah'ın huzuruna) doğru davet olunmuş bir yanmış âşık Ruhuyla uçar
giderler.
Saat,
zamanın kısımlarından az bir bölümün ismidir ki, gece ile gündüzün
yirmi dört bölümünden bir bölümdür. Elif-lâm ile (es-sâatü) de hesap ve
sorumluluk günü olan kıyamet gününün ismidir. O gün hesabın süratine
binaen, "bir hesap saati" demektir. İkinci bir görüşe göre de kıyametin
koptuğu zamanın ismidir ki Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir
saatle ansızın bastıracağından dolayı böyle isim verilmiştir. Allah
katında bilinen saat demek olur. Nitekim âyette de "ansızın"
buyurulmuştur. Anılan hasret ve hasret çekmenin başladığı ölüm zamanı
da, ahirete geçişin bir başlangıcı ve girişi olmak itibarıyla ölüm de
kıyamet cinsinden sayılıp o ad ile anılmıştır.
32-Hayatı,
dünya
hayatından ibaret sananlar anlamalı ki dünya hayatı, yalnız dünya
hayatı olma bakımından eğlence ve oyundan başka bir şey değildir.
Dipsiz, sonu karanlık bir gafletten, faydasız oyuncaktan ibarettir.
Bunun geçiş anlarını, lezzet sayılan şeylerini bir lahza düşünüp de
ölümü göz önüne getirenler bunda asla tereddüd etmezler. Bunun içindir
ki hayat, dünya hayatıdır diyenlerin en büyük zevki, onu ve sonucunu
unutmak için boş şeylerle eğlenmekte, oyunlarla vakit öldürmekte
bulurlar. (İbnü Âmir kırâetine göre şeklindedir) Ve herhalde dâr-ı
uhrâ, ahiret evi, son vatan, ahiret hayatı evi, eğlence ve oyundan,
küfür ve günahlardan korunan müttakîler hakkında hayırlıdır. Çünkü o
devamlı hayat, halis faydalar, ebedî lezzetlerdir. Şu halde, ey
insanlar akıl etmez misiniz, aklınız yok mu ki dünya hayatının ne
olduğunu düşünüp de takvaya (Allah korkusuna) sarılasınız. İbnü Kesir,
Ebu Amr, Âsım'dan Ebu Bekir Şu'be, Hamze, Kisâî, Halefû'l-Âşir
kırâetlerinde okunduğuna göre: Hayat, dünya hayatından ibaret deyip de
öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr edenlerin hiç aklı yok mu ki
bu kadar gaflete dalarlar da eğlence ve oyun arkasında koşarlar ve bu
sevda ile Allah'ı Peygamber'i, ahireti inkâr eder, küfür ve günahlardan
sakınmazlar.
Kâfirlerin
yalanlama ve patırtılarına karşı
Resulullah'ı teselli ve takviye etmek için buyuruluyor ki:
33- Ey
Muhammed, biz çok iyi biliyoruz. (Nâfi
kırâetinde ) Onların
söylemekte oldukları sözler herhalde seni üzüyor, fakat üzmesin. Çünkü
onlar hakikatte seni yalanlamazlar. (Nâfi ve Kisâî kıraatlerinde if'âl
bâbından okunduğuna göre, "seni yalana nisbet etmezler, sana yalancı
demezler") Ve fakat zalimler Allah'ın âyetlerini inkâr ederler.
Rivayet
ediliyor ki Ebu Cehil: "Biz seni yalanlamıyoruz, sen bizim kanaatimize
göre doğrusun. Biz ancak senin getirdiğini yalanlıyoruz" demiş. Aynı
şekilde Kureyş'ten Hâris b. Âmir: "Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç
yalan söylemedin, fakat biz sana uyarsak yerimizden olacağız, bundan
dolayı iman etmiyoruz" demiş ve bu âyet de bunlar sebebiyle inmiştir.
Muhammed (s.a.v.)'in hayatını ve ahlâkını az çok bilen kâfirlerin
inkârlarında kendi vicdanlarına karşı tutunabildikleri şüphenin bütün
durumu şudur: "Hz. Muhammed kendi vicdanında yalancı değildir. O, bile
bile, kimseyi aldatmaya yeltenmez, nebilik ve peygamberlik iddiasını da
uydurma ve aldatma yoluyla yapmamıştır. Belki nebilik ve peygamberliğin
sıhhatini hayal etmiş ve kendi vicdanında kendinin peygamber olduğuna
inanmış, bu iman ve inanç ile bu iddiada bulunmuştur. Fakat onun
inandığı nebîlik ve peygamberlik, haber verdiği yeniden dirilmek ve
kıyamet gibi şeyler, hadd-i zatında ve gerçekte olamayacak ve
inanılamayacak şeylerdir. Şu halde davası yalan değil, yanlıştır. O,
aldatmaz, fakat aldanmış, o peygamber değil, fakat kendini peygamber
sanmıştır" derler. Son Avrupa tarihçi veya filozoflarının çoğunlukla
iddiaları da budur: "Hz. Muhammed, kendi vicdanında, kendi nebilik ve
peygamberliğinin doğru ve hak olduğuna emin idi. Vefatına kadar da bu
iman ve itimadı hiç sarsılmadı, bu bir tarihî gerçektir" diyorlar.
Bununla beraber peygamberliğine iman da etmiyorlar. Çünkü nebilik ve
peygamberliğin haddi zatında vuku bulan hak bir iş olabileceğine
inanmıyorlar. Nebilik ve peygamberliğin vuku bulan bir iş olabileceği
kabul edildiği takdirde, ilim ve tarih bakımından peygamberlik ve
mucizelerinin delilleri diğer peygamberlerden daha çok açık ve zahir
bulunan Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkâr etmenin açıktan
açığa bir düşmanlık etme olduğunu biliyorlar. Bunlar böyle kendi
gönüllerinde nebilik ve resulluk olamaz, dünya hayatından başka hayat,
ölümden sonra dirilme mümkün değildir gibi kişisel bir baskı, bir ukde
tutmuşlar ve kendi deyimlerince bu düğümden, bu ukdeden Muhammed
Aleyhisselâm'a ait peygamberliğin de mümkün olmadığını ve bundan dolayı
Hz. Muhammed'in Ruhî sadakatine ve faziletli ahlâkına rağmen
peygamberliğine inanmasında yanlış bulunduğunu iddiaya kalkışıyorlar.
İşte Allah Teâlâ bu âyette gösteriyor ki, bütün bu şüpheler, bu
yalanlama ve inkârlar doğrudan doğruya Hz. Peygamber'e değil, Allah'a
yönelik bir yalanlama ve inkârdır. Gerçekte mümkün olan ve makul
olmayan hiçbir çelişkiyi gerektirmeyen nebîlik ve risaleti, yaratma ve
ölümden sonra tekrar diriltmeyi imkansız saymak Allah'a ve Allah'ın
kudretine inanmamaktan doğar. Bu da her tarafta açık ve seçik olan
hakkın delillerinin, Allah'ın âyetlerinin haklarını teslim etmemek,
delaletlerini inatçı bir şekilde inkâr etmek haksızlığından ileri
gelir. Bu ise nefse bir zulümdür. Böyle zulme alışan ve hakkın
delillerine bütün inceliğiyle kıymet vermeyen zalimler, bütün âlemlerin
Allah'a ve Allah'ın kudretine delalet edip duran açık deliller olduğunu
inkâr ederler. Ve bu şekilde Kur'ân'ı ve Muhammed Aleyhisselâm'ın
peygamberliğini de inkârcı bir surette reddederler." Kur'ân ve Muhammed
yok" demezler, fakat Kur'ân âyetlerinde, Muhammed Aleyhisselâm'ın
yaratılışında ortaya çıkan hakkın delillerinin Allah'a ve Allah'ın ilim
ve kudretine açık delaletini tanımazlar, "Bunlar, Allah'ın eseri değil,
Muhammed'in eseri" derler. Hasılı yalanlamaları, bizzat Muhammed
Aleyhisselâm'ın şahsına değil, Allah'ın kudretini ve kudretinin
delillerini inkâr etmek zulmüne döner ki, bu da zalimlerin âdetidir. Ve
bundan dolayı bu haksızlığın, bu cüretin cezasını verecek olan Allah,
çekecek olan da kendileridir.
34- Ey
Muhammed, kasem olsun ki senden önce
birçok peygamber böyle
zalimler
tarafından yalanlandılar da, yalanlanma ve ezâ edilmelerine karşı sabır
ve sebat ettiler. Nihayet kendilerine yardımımız erişti. Şu halde sen
de bunları örnek al ve yardımımız gelinceye kadar sabret, böyle
sabredenlere Allah'ın yardımı erişir. Allah'ın kelimelerini, vaadlerini
değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Allah, gönderilen peygamber
kullarımıza şu sözümüz geçmişti: "Mutlaka kendilerine yardım
edilecektir ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur."
(Saffât, 37/171-173), "Allah, elbette ben ve peygamberlerim galip
geleceğiz diye yazmıştır", (Mücadele, 58/21) buyurmuştur. Bu kelimeler,
bu vaadler her halde yerini bulacaktır. Şüphesiz ki sana,
peygamberlerin haberlerinden, onların hallerinden ve mühim olaylarından
hayli bilgi de geldi ki;
bu âyet de işte onlardan biridir.
35- Eğer
o
kâfirlerin, zalimlerin yüz çevirmeleri sana
çok ağır geliyor,
gözünde büyüyor, sabır ve tahammül edilmez bir şey gibi görünüyorsa,
sen kendi başına, yerin derinliklerine işler bir delik veya gökte
üstüne çıkacak bir merdiven bulup da onlara tek bir âyet, iman
ettirecek bir harika getirmeye gücün yeterse hiç durma yap. Allah
dilemiş olsaydı hepsini doğruluk üzerinde toplar, hepsine iman nasip
eder, imanlı bir tek toplum yapardı. Mademki yapmamış, demek ki
dilememiştir. O dilemeyince de sen hangi âyeti getirsen, hangi harikayı
göstersen iman ettiremezsin. Şu halde sakın cahiller güruhundan olma,
onları imana getirmek için hemen yerlere geçip veya göklere çıkıp da
bir âyet, bir zorlayıcı mucize arayacak derecede hırslanma da sabret.
36-Çünkü
davete, duyanlar, işitme gücü bulunanlar icabet eder. Ölüleri de Allah
ba's eder, diriltir. Şu halde bugün duymayanlar yarın duyabilirler,
bugün iman etmiyenler yarın edebilirler. Sonra da duyan duymayan, iman
eden etmeyen hepsi Allah'a döndürülürler, hayır veya şer cezalarını
bulurlar.
Evet,
ölü gibi duygusu olmayan, işitmek istemiyenler, Allah'ın bu kadar açık
âyetlerini hiçe saydılar ha!
37-
Ve: "ona
Rabbinden bir âyet indirilse ya" dediler. İnen âyetleri duymadılar
inkâr ettiler de, Peygamber'e kendi gönüllerince bir âyet ve alâmet,
bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talep ve temenni
ettiler. Ey Muhammed sen de ki: Allah bir âyet, bir alâmet, bambaşka
bir mucize indirmeye şüphesiz kâdirdir. İndirmezse güçsüzlüğünden
değil, hikmetindendir. Ve fakat onların çoğu bilmezler. İlim,
şanlarından değildir. Âyeti, delili ve alâmeti farketmezler, ondan
alınması gereken ilmi almazlar. İneni anlamadıkları gibi, ineceği de
anlamazlar. İstediklerinin kendilerine faydalı ve peygamber
göndermesinden kastedilen hikmeti, korkutma ve teklife uygun olup
olmayacağını ve indirilmekte olan ve bunca akla uygun delilleri içeren
âyetlerden istidlâl edemeyen ve faydalanamayanların tek olaylardan hiç
istidlâl edemeyeceklerini, faydalanamayacaklarını; delil ve âyetin asıl
önemi, olayları olmadan önce anlatmasında olmak itibariyle, istenilen
tek olay ve harikanın bir delil değil, bir medlûl, bir sonuç olacağını
ve bundan dolayı olayın kendisinin hadd-i zatında dağların başa geçmesi
gibi bir musîbet ve bela olabileceğini ve özellikle inkârcıların bütün
ihtiyarî güçlerini reddederek inkârlarını zorlayıcı bir şekilde söküp
alacak ve giderecek olan bir olayın, bir kudret âyetinin kendilerini
kahredecek ve yok edecek bir fiilî musîbetten başka bir şey
olmayacağını ve bunun ise kendilerine değil, ancak başkalarına bir
ibret ve âyet olacağını bilmezler de öyle cahilce temennîlerde
bulunurlar ve dediklerinin yapılmasını Allah'ın kudretini inkâra ve hak
âyetleri yalanlamaya vesile edinirler. "O Peygamber de ona şöyle bir
mucize inse ya!" derler, dururlar. Gerçi içlerinde bilenler ve
heveslerine uyup sırf inat ve serkeşlik için böyle diyenler de vardır.
Fakat çoğu bilmezler. Peygamber ise cahillere, azgınlara uymak için
değil, bildirmek ve haber vermekle Allah'ın azabından korkutmak ve
irşad etmek için gönderilmiştir. Eğer onlar duysalar bilselerdi vuku
bulan şeyde Allah'ın kudretine delalet eden fiilî alametler mi yoktur?
38-
Ey inkâr edenler, yerde debelenen hiçbir hayvan, ve iki kanadıyla uçan
hiçbir kuş yoktur ki, sizin benzeriniz ümmetler olmasın. Bu âyetin
sevki iki şekilde düşünülür: Birisi ilmi ve ahirete imanı olmayıp,
hayatı, bu dünya hayatından ibaret sananların genellikle hayvanlardan
fazla bir meziyete sahip olmadıklarını anlatmaktır ki "İşte onlar
hayvanlar gibidir, hatta daha da sapık" (Ârâf, 7/179) âyetindeki
gibidir. Nitekim ikinci âyet de bunu açıklar. Diğer bir şekil de: Allah
Teâlâ'nın delillerinin gücünü anlamak için, diğer hayvanların
yaratılışlarında ve hayat tarzlarında insanların istifade edeceği pek
çok sırlar bulunduğunu hatırlatmaktır. Ki çoğunlukla tefsirciler bu
şekli tercih etmişlerdir. Yani hepsi sizin gibi başlangıçta topraktan
yaratılmış, bir hayat tarzına mazhar edilmiş, bir nizam altına alınmış;
hepsi sizin gibi rızıkları, ecelleri biçilmiş, takdir edilmiş zamana
kadar yer içer, gıdasını alır; hepsi sizin gibi birbirine çeşitli
şekiller içinde bir benzeşme ve cinsiyet taşır. Hepsi sizin gibi
toplanır, birbirleriyle tanışır, yanaşır veya kaçar, koklaşır veya
döğüşür. Hepsi sizin gibi birbirinden doğar, ürer; hepsi sizin gibi bir
asıldan çıkar, çoğalır, çeşitlenir. Yaratanın kudreti, hükmü ve
tesiriyle tekden çıkan bu çeşitlenme ve ayrışma içinde hepsi sizin gibi
bir hayvanî hayat yaşayan çeşitli bölükler ve farklı sınıflardır. Yerde
sürünenleri, havada uçanları ile, her çeşit size, bir benzeme yönünü
içererek, hepsi sizin denginizdir. Siz de sınıflarınız ve çeşitli
özelliklerinizle onların bir benzerisiniz; hepsi, ilâhî takdir ve
Allah'ın tedbiri dairesinde özel nizamlar ve hükmedici kanunlar altına
konulmuş korunan haller, kurala bağlı işler, görünen ve yürüyen
hususlar sizin gibi birer ümmet ve bundan dolayı size birer ibret
dersidirler. Hepsi aslî yaratılışları ve varlık nizamlarıyle ilâhî
kudretin birer deliller manzumesi ve hikmet kitabının âyetleridirler.
Biz kitapta hiçbir şeyi geride bırakmadık ve kusur işlemedik, hiçbir
şeyi eksik bırakmayıp, hepsini nizamına bağladık, kitaba yazdık. Bütün
hilkat bir kitap ve bütün varlıklar o kitap muhtevasının kelimelerini
ve delalet ettikleri şeyleri ifade eden nakışlar (süsler) ve
yazılardır. Âlemde cereyan edecek olan bütün yaratıkların, iri ufak,
yüksek ve alçak her şeyin durumları levh-i mahfûzda tamamen ve açık bir
biçimde yazılmış, hiçbiri ihmal edilmemiştir. "Allah'ın ilk yarattığı
kalem" ve "Olacak şeyleri kalem yazmış bitirmiştir" . Hak ilim kalblere
o kitaptan nazil olur. Ve ilk kalemin yazdığı bu yazı, tesbit ettiği bu
nizam sayesindedir ki varlıkları tetkik etmek ve incelemekle bilgiler,
ilimler, fikirler edinilir, kitaplar yazılır ve tasnif edilir, geçmiş
ve geleceğin kanunları sezilir. Hadiselerin gidişatından ezel ve ebedin
kelimeleri ve âyetleri okunur. Ve hele yerde hareket eden hayvanların,
kanat denilen iki basit yelpaze ile yerden kalkıp göğe doğru fırlayan,
uçan kuşların hareketlerinde ve kaderlerinde etken olan kudret
nizamının, hareket kanununun ve hayatın, bunların sonuçlarının inceleme
ve tetkikinden bütün bunları temsil eden insanlığın ne gibi hayatlara
aday olduğunu ve bu konuda ne kadar ilâhî hüküm ve tekliflerin
cereyanına uymak zorunda bulunduğunu ve Allah'ın yazdığı yazıların
kesinliğini ve sırf hayvanî hayat yaşamak isteyenlerin bunlardan ve
kendi tabiat ve yaratılışlarından ne kadar gaflet ettiğini az çok
anlamak mümkün olur. Bu böyle olduğu gibi Kur'ân'da da insanlığın
muhtaç olduğu deliller ve ilâhî tekliflerden hiçbir önemli şey terk ve
ihmal edilmemiş, hepsi kısaltmadan uzatmaya veya uzatmadan kısaltmaya
giden bir güzel beyan ile muhkem ve müteşabih çeşitli şekiller, açık
veya gizli deliller ve işaretler içinde hatırlatılmış ve ihtar
edilmiştir ki "ancak sizin gibi birer ümmettirler." ihtarı da bu
cümledendir. Bunlar gösterir ki Allah Teâlâ'nın gayb kudretinde, levh-i
mahfuzunda bulunmayan ve bulunamayacak olan hiçbir âyet yoktur. O kâdir
olan Allah yaratılışa, kanun koymaya ait, kavlî ve fiilî her âyeti
indirebilir. O'nu da kitabına yazmış, nizamına bağlamış hiçbir ihmal ve
kusur etmemiştir. Fakat âyetin faydalı olması, az çok bir benzerlik
ifade ederek çeşitli şekiller içinde benzerden benzere delalet
etmesinde ve dolayısıyla bir tafsilatı özetlemesinde ve bir bütünlüğe
işaret etmesindedir. Olayları yalnız tafsilatından okumak ve her olayı
tek tek düşünmek ve bilhassa yaşamak istiyenler hiçbir âyet
okuyamazlar. Bizzat olayların içinde boğulmuş kalmış, kendileri
başkalarına ibret olmuş olurlar. Mesela filanın başına dağ yıkılmış,
filanı yıldırım çarpmış, bunu teker teker düşünmekte hiçbir mânâ
yoktur. O, kalemin kuruduğu bir olaydır. Onun bir ibret olabilmesi,
benzer dağların, benzer başlara yıkılıp düşebileceğini ve Allah'ın buna
kâdir olduğunu ve bundan dolayı bundan sakınmak ve korkmak lazım
geldiğini anlatması itibariyledir. Havada kuşun kanadıyla uçtuğunu
görüp de ondan uçma kanunlarını ve o kanunları yazan Allah'ın kudretini
anlamaya çalışanlar içindir ki, kuşların uçması bir âyet olur. Bütün
hayvanların böyle birer âyet olduğunu anlamayan ve benzerliklerden
sonuç çıkarmaya çalışmayanlara ne kadar âyetler indirilse boştur.
İndirilen bu kadar âyetlere aldırmayıp da, "bir âyet indirilse ya"
diyenler, âyeti anlar ve dinler olsalardı, gözleri önünde benzerleri
olan hayvanlardan gereği gibi ibret dersi alırlar ve nasıl bir hayvanî
hayat yaşadıklarını anlarlardı da, Allah Teâlâ'nın neler yaratmaya
kâdir bulunduğunu ve hayatın içinde bulundukları dünya hayatından
ibaret olmadığını takdir ederler ve öyle dünya hayatına sarılıp
Allah'ın âyetlerini yalanlamaz ve inkâr etmezlerdi. Allah'ın kudretini
anlamalı ki, ne yerde sürünen hayvanlar takdir edilmiş olan hayatlarını
yaşamak için muhtaç bulundukları rızıktan mahrum kalırlar, ne de havada
uçan kuşlar Allah'ın yazdığı sınırları geçebilirler. Hepsinin halleri
ve hareketleri korunmuş, hayat serüvenleri bütün zamanlarıyla
"Ümmü'l-kitab"da yazılmış ve zabtedilmiştir. Debelenir koşarlar, uçar
sekerler. Sonra bütün bu ümmetler Rab'ları huzurunda toplanırlar.
Ahirete sevkedilir, âlemlerin Rabbinin büyük huzurunda toplanırlar da o
zaman birbirlerinden acılarını çıkarırlar. Nebevî hadiste geldiği üzere
boynuzsuzlar boynuzlulardan öclerini alırlar. hiçbir hayvan yoktur ki
hakkında bu yazılmamış bulunsun, bu sonuç başına gelmiyecek olsun.
39-Kitapta
hiçbir şey eksik bırakılmadığı halde bizim âyetlerimizi yalanlayanlar
ise, sağırdırlar. Onları duymazlar, gereği gibi düşünecek ve anlayacak
şekilde işitmezler ve bundan dolayı "geçmişlerin masalları" derler. Ve
âyetlerden saymazlar da başka âyet isterler. Ve dilsizdirler. Hakkı
söyleyemezler. Ve onun için davetine icabet edemezler. Türlü türlü
karanlıklar içindedirler. Küfür, cahillik, inat, taklit, nefsin isteği
ve ihtiras karanlıkları içinde önlerindekini görmezler, karanlıkta
yuvarlanır giderler. Evet Allah kimi dilerse onu sapıklıkta bırakır.
Onda dalâlet yaratır. Kendi yolundan sapıtır. Sapıklık onun devamlı
tabiatı olur kalır. Allah'ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz.
Allah'ın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah'ın
göstermediğine kimse bir şey gösteremez, Allah'ın şaşırttığını kimse
yola getiremez. Ağız, dil, göz, kulak verdikten sonra da Allah dilerse
o dili söyletmez, o göze göstermez, o kulağa işittirmez. Gerçi yukarda
geçtiği üzere Allah kendine rahmeti yazmış, hidayet fıtratı üzere
yapmıştır. Önce bizzat, O'ndan zorla saptırmak gelmez. Allah'ın
saptırması, kulun sapıklığı istemeye yönelik bir kötü seçimi ile
ilgilidir. Fakat yerde sürünen hayvanlar ile havada uçan kuşların
farklılığı kabilinden fıtratın derecelerinin farklılığı, sırf onun
istemesinin eseri olduğu gibi, kulun istemesinin yerine gelmesi ve onun
basması ve mühürlemesi de sırf onun istemesinin eseridir. Bazısında
yüzlerle talebten sonra basmadığı sapıklığı, diğer bazısında bir kaç
talep ile basar. Ve her kimi dilerse onu doğru bir yola koyar ki,
üzerinde yürüyen doğruca gider, maksadına erer.
Allah'ın
âyetlerini yalanlayan, doğru yolundan kaçınan ve Allah'dan başka
mabudlara tapınan müşriklere, yaratılışta zorunlu olarak tespit edilmiş
bulunan birlik âyetini tasdik ile, kendi nefislerindeki yalan
çelişkilerini açıklamak ve sonuçlarını göstermek için, ey Muhammed:
40-
Bu deyim
Arap dilinde benzeri bulunmayan bir soru ve teaccüb kelimesidir ki,
derin bir hayret ortaya koymak sûretiyle "bana haber veriniz" mânâsını
ifade eder. Kâideye göre bunun tam mânâsı: "sen kendinizi gördün mü
söyle" demek gibi görünürse de, Nahiv ilminde bu şekilde fail ve mef'ûl
olmayıp, kıyasa uymayan bir terkip olduğu beyan edilir. Ve "sen seni
gördün mü? "sen, sizi gördünüz mü?" yerinde bir tekit ve tefsir
mânâsında bulunduğu ve tümüyle "acaib, haydi haber ver veya haber
veriniz" meâlinde kullanıldığı gösteriliyor. de "hemze" soru içindir
ki, teaccüp (şaşma) ve ihbar (haber verme) bunun gereğidir. Bu fiil,
gözle görmeden veya "görmeye isabet etmek, ciğere nüfuz etmek" mânâsına
re'y ve itikaddan veya iki mef'ûlüne teaddî eden ef'âl-i kulûbdan,
bâbında bâkî ilim mânâsına görüş veyahut babında bâkî olmayıp haber
verme mânâsına olan ilmî görüş olmak üzere dört iştikak (türeme) ile
kullanılır. İlk üçünde kelimenin aslından olan ikinci hemze ya tahkik
veya beyne beyne teshil ile okunur ve hazfi caiz olmaz. Ve muhatabın
değişmesine göre gibi, tâ harfi (fâil zamiri) değişir ve fâili
gösterir, buna gibi, kâf 'ın bitişmesi caiz olmaz. Fakat haber verme
mânâsına ilmî görüşten olduğu zaman hemzenin tahkiki ve beyne beyne
teshili, hazfi ve elife ibdâl ile meddi de caiz olur. Nitekim çoğunluk
(cümhur) kırâetlerinde tahkîk ile, Nâfi ve Ebu Cafer'de teshil ile,
Kısâî'de ıskât ile ve Verş'de ibdâl (hemzenin elife çevrilmesi) ile
okunmuştur ki, bu ibdâl Sarf ilmi kâidesine aykırı olmakla beraber Arap
kelâmında vardır. Sonra iş bu "bana haber verin" mânâsında muhatabın
değişmesine göre gibi tâ 'nın, önceki gibi değişmesi caiz olduğu gibi,
tâ müfred müzekkerdeki hâli üzere meftûh (üstünlü) kalmakla beraber,
muhatabın değiştiğine işaret için sonuna gibi çeşitli şekilde bitişik
kâf 'ın katılması da caiz olur ki, bu durum, bu fiile mahsustur. Buna
göre kelimesi yerinde olarak "bana haber veriniz" demektir. Yani
zamiri, mef'ûl değil, fâilin değiştiğine delalet eden bir harftir.
Basralıların izahı budur. Fakat Kisâî bunun birinci mef'ûl makamında
olduğuna kâni olmuştur. Bu şekil ile mânâ yine "bana haber verin"
olmakla beraber ile , ile arasında esas itibariyle ince bir zevk farkı
vardır. Kalbin vâki'de kendine ve kendinde meydana gelen şeylerle
ilgili vicdanından, yani bir şuûra şuurdan; ise mutlak bir şuur
vicdanından sormak ve soruşturmak demek olur. Nitekim bu âyette sorusu
bu subjektif fiil olan dua ile ilgili vicdana yönelmiş. "Allah'tan
başkasına mı dua ediyorsunuz?" buyurulmuştur. Gelecek olan âyetinde de
"Allah'tan başka bunları size geri verecek tanrı kimdir" (Enâm, 6/46)
buyurulmuş, nefislere dışlarından vâki olacak gelmelerle ilgili vicdana
yöneltilmiştir ki, Kısâî mezhebi hem Nahve ait kıyasa uygun, hem de bu
ince farkı açığa çıkarmış olması bakımından bizce daha çok dikkate
şayandır.
Ey
Muhammed, müşriklere de ki: Genellikle her biriniz kendinizi gördünüz,
anladınız mı? Kendinize, vicdanınıza gerçekten şuurunuz var mı? Varsa
şunu bana söyleyiniz, haber veriniz bakayım! Eğer size Allah'ın
-dünyada yıkılıp gitmiş ümmetlere gelen- azabı gelirse, veya geleceği
kesin olan saat gelir, başınıza kıyamet koparsa, Allah'tan başkasına mı
dua eder ve sığınırsınız? Yani vicdanlarınızın derinliklerine inerek
kendinizi iyice yoklayınız, tartınız bakayım, böyle yok edici dert ve
felaket karşısında bulunduğunuz veya içine düştüğünüz acıklı ve müthiş
bir zamanda nasıl bir ruh hali içinde bulunursunuz? Bütün ümitleriniz
silinir, ölmüş gibi tamamen ümitsizliğe mi düşersiniz? Yoksa henüz
canınız çıkmadıkça yine bir kurtuluş ümidi besler, derinden derine bir
kurtarıcıya sığınma hissiyle inler misiniz? Eğer inlerseniz, o zaman
samimi kalbinizden kime sığınır, kime çağırır yalvarırsınız? Allah'a
mı, yoksa Allah'tan başka tanrı tanıdığınız putlarınıza mı? Eğer siz
doğru kimselerseniz gerçekte Allah'tan başka ilâhlar vardır iddiasında
yalancı değilseniz söyleyiniz, öyle bir zamanda Allah'tan başkasından
ümit bekler, Allah'tan başkasına dua ve niyaz eder misiniz?
41- Hayır,
ancak Allah'a dua edersiniz, her ne umarsanız O'ndan umar ve yalnız
O'na niyaz edersiniz, O da dilerse dua ettiğiniz azabı, sıkıntıyı açar,
başınızdan defeder, ve o zaman siz Allah'a ortak tuttuğunuz şeyleri
unutur, evvelce tapındığınız diğer ilâhlarınızı o müddet içinde
terkeder, hatırınıza bile getirmezsiniz. Çünkü zararı açmaya gücü yeten
tek merci ancak Allah olduğu akılların yaratılışında ve vicdanın
derinliklerinde mevcuttur. İşin ciddiliği ve korkunun dehşeti
diğerlerini siler süpürür ve o zaman Allah'tan başkasının hiç olduğunu
vicdanlar açıktan açığa duyar, akıllar idrak eder, yeter ki akıl
kalmış, vicdan donmamış bulunsun.
42-Ey
Muhammed, sen emin ol ki senden önce bir çok ümmetlere biz peygamberler
gönderdik. Böyle tanımadılar, küfrettiler de biz de onları şiddetli
fakirlik, geçim darlığı ve hastalıklar ve âfetlerle sıktık, fakirlik ve
zaruretle tuttuk baskı yaptık. Ki tazarru etsinler, düşüklüklerini
anlayıp isyanlarına tevbe etsinler, affımıza sığınsınlar, yani bu hâl
içinde tevbe ve tazarru etmeleri mümkün ve muhtemel idi.
43-
Şimdi baskımız kendilerine geldiği sırada boyun eğip, sığınsalardı ya,
ve fakat sığınmadılar, gittikçe kalpleri katılaştı. Uyanma
kabiliyetlerini kaybettiler, fakirliğe ve zarurete alıştılar. Şeytan da
yapıp durduklarını alladı pulladı kendilerine hoş gösterdi.
Yaptıklarını fena diye değil, iyi yapıyoruz diye yapmaya, şerri hayır,
günahı sevap saymaya başladılar. Artık tevbe ve dönüş ihtimali kalmadı,
vicdanlar dondu, akıllar tutuldu, azıttılar da azıttılar.
44-Başlangıçta
fakirlik ve ihtiyaç, mahlûkun aslî yokluğunun gereği ve mahiyetinin
lüzumlu unsurudur. Onu defeden ve yok eden de Allah'ın rahmetidir. O
rahmetin eksilmesi ile ortaya çıkan fakirlik, zaruret ve sıkıntı ise,
isyanlar ve serseri insanlara hadlerini ve kendi kendilerine bakıldığı
zaman durumlarının gereğini hissettirerek ve göstererek kurtuluş ve
kulluk hissi uyandıracak bir fiilî alâmet ve ilâhî hatırlatıcıdır. Ve
bundan dolayı ihtar ettiği mânâyı anlayanlar için bir nimettir. Fakat
bunun, bu ihtar edici kuvveti ve irşad edici delaleti devamlı değil,
belli bir müddet ile sınırlanmıştır. Bunun için böyle bir ilâhî
sıkıntıya tutulanlar, onu ilk önce nimet bilmeli ve süratli bir şekilde
uyanarak nefsin baş kaldırmasını kırmalı ve kulluk aczini hemen anlayıp
tevbe ve yalvarış ile Allah'a sığınmalı ve ıslah yoluna dönmelidir. Bu
uyanıklılık ne kadar çabuk olursa, dünya ve ahiret faydası da o kadar
mühim olur. Bunu anlayıp tevbekâr olanlar dünyada olmazsa, herhalde
ahirette istifade ederler.
En şiddetli olan
ilk tesir anları geçtikçe ihtarın kuvveti azalır, daha çok
kuvvetlendirmeye ihtiyaç
duyulur ve gittikçe uyanma ihtimali azalır ve zor elde edilir. Nihayet
o sınırlı müddet biter, sıkıntının bütün uyarıcı kuvveti de tükenir,
bir alışkanlık ve tabiat haline gelir ve kalb öyle katılaşır ki, artık
ondan sonraki başkaldırma alabildiğine şiddetlenir. Artık baskı ve
şiddetin hiçbir terbiye edici hassası kalmaz. Bunun için terbiye edici
bir hikmet ve maksatla tatbik olunacak baskı ve şiddet, uzun ve devamlı
olmamalıdır. İlâhî hikmet, baskıyı, şiddeti ve nihayet azab etmeyi,
fesadı ıslah, kötülükleri sınırlama, durdurma ve temizlemek için tatbik
eder. Fakirliğin ve zaruretin kaynağı olan kötülüklere karşı baskıyı
artırmak ise, o kötülükleri çoğaltmak demek olur. Bunun kurtulma
ihtimali varsa, zorlamada değil, kolaylaştırmadadır. "Bir şey sıkıştığı
zaman genişler" Sıkıştırma ile katılaşmış olan kalbleri yumuşatırsa,
kolaylaştırma ve genişletme yumuşatabilir Ve artık bu genişletme ve
genişleme onlara ya kurtuluşu kazandırır veya patlatır bitirir. Ve her
iki takdirde kötülükler sonsuz bırakılmış, kötülerin arkası alınmış
olur. Şu halde o katı kalbliler ne zamanki hatırlatıldıkları ibretleri
unuttular. Evvela derece derece kolaylaştırmayı ifade eden
peygamberlerin hatırlatmaları, ikinci olarak tevbe ve teslimiyet telkin
eden şiddet ve zaruret ihtarlarını düşünmek ve uyanık olmak ihtimalleri
kalmadı. O zaman üzerlerine her şeyin kapısını açtık. O şiddet ve
sıkıntıdan sonra onlara öyle bir hürriyet ve refah verdik ki, maddî
manevî bütün engelleri kaldırdık, her taraftan üzerlerine nimetler
saldırdık, iyi kötü her şey kendilerine bol bol açık bulunuyordu. Her
türlü rahatlar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, sefalar
önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak ne isteseler yapabilecek
bir hale geldiler. Kendilerine, kendi iradelerinden başka yasaklayacak
ve kayıtlayacak hiçbir şey görünmüyordu. Öyle serbest bir
imtihana kondular ve öyle derece derece yükselmeleri arttı ki nihayet
bu hürriyet ve refah ile
ferahlandılar. Tuttukları yolun
iyi olduğuna ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her
sorumluluktan kurtulmuş olduklarına hükmettiler. hiçbir kayıt, hiçbir
kaygı duymaz
oldular. Her şey kendilerininmiş, Allah ve ahiret yokmuş gibi zevk ve
sefaya daldılar, keyiflerini çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, "gel
keyfim gel" dedikleri sırada kendilerini birden bire bastırıp
yakalayıverdik. O saat iblis gibi bütün ümitleri kesildi. Ümitsizlik ve
tam mahrumiyet içinde donakaldılar. Bundan böyle onlar, sonsuz bir
hasret içindedirler.
45-
Artık o zulmeden, şükür yerine küfreden kavmin ardı alındı, kökü
kesildi. Arkalarında hiç kimse bırakılmadı, hepsi yok edildi ve bu
şekilde zulümlerine son verildi. Böyle zalimleri bile her türlü
hatırlatmayı yaptıktan ve Allah'ın her türlü rahmet eserini gösterip
her imtihandan geçirdikten sonra azab etmek ve yok etmek ve yeryüzünü
bu türlü zulüm ve şerlerden kurtarmak elbette Allah'ın kulları için pek
büyük şükranlara layıktır. Her nimet gibi bunun da hamd ve şükrü
âlemlerin Rabb'i olan Allah'adır, O'nun hakkıdır.
Ey
Muhammed, sen Allah'a hamdet de, hamd etmeyen nankörlere:
46-
De
ki:
Şunu bana haber veriniz. Eğer Allah
kulaklarınızdaki işitmek ve
gözlerinizdeki görmek gücünü alıverir, duyan kulaklarınızı sağır, gören
gözlerinizi kör ediverir, ve kalblerinizi mühürleyiverirse, yani
mühürler, hayır ve hidayeti anlamayacak bir hale koyar veya deliler
gibi akılları giderir veya hiçbir şey duyamayacak şekilde kalblerinizi
öldürür, bütün şuurunuzu alıverirse, Allah'tan başka onu size getirecek
ilâh kim?. Yani işitir kulaklarınız, görür gözleriniz, duyar
kalbleriniz var; bunları görüyor, biliyorsunuz değil mi? İnsanlığınızın
en şerefli güçleri olan bu araçları size veren Allah dilerse sağırlar,
körler, yanılanlar, delirenler, uyuyanlar, bayılanlar, ölenlerde
yaptığı gibi sizden yine alabilir. Bunu da görüyor, biliyorsunuz değil
mi? Allah bunlardan birini veya hepsini alırsa, sağırların kulakları,
körlerin gözleri açıldığı, delilerin ayıldığı, uyuyanların uyandığı
gibi dilediği zaman yine verebiliyor. Bunu da görüyorsunuz değil mi?
Peki ama Allah bunları alır ve vermek istemezse size onları alıp
getirecek geri verebilecek hiçbir kimse, Allah'tan başka hiçbir kudret
düşünülebilir mi? Ve hele sizin ilâh diye tapındıklarınızdan birinin
bunları iade edebilmesine imkan var mıdır? Hayır, değil mi? O halde
Allah'ın varlığını ve birliğini ve kudretini nasıl inkâr ediyorsunuz?
Ve nasıl olup da Allah'tan başka ilâh var diyorsunuz. Ve nasıl oluyor
da öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin imkanına ve bunları Resulüne
tebliğ edebileceğine inanmıyorsunuz?
Ey
muhatab, bak biz âyetleri nasıl tasrif ediyoruz, nasıl
çeşitlendiriyoruz? Ve nasıl şekilden şekle koyuyoruz. Bir vücutta
kulaklar yapıyoruz, gözler yapıyoruz, kalbler yapıyoruz, bunları
alıyoruz veriyoruz; bir kalbe hem kulaktan, hem gözden, hem de
kendinden nişanlar veriyor, delaletler telkin ediyoruz. Onlara hem
varlıklarını duyuruyoruz, hem yokluklarını; aynı bir mânâyı kâh
kulaklara koyuyoruz, kâh gözlere sokuyoruz, kâh doğrudan doğruya kalbe
bırakıyoruz. Bir mânâ, kâh bir ses olup kulaklarda çınlıyor, kâh bir
nakış olup gözlerde parıldıyor, kâh bir acı ve tad veya sırf bir akıl
olup kalbleri oynatıyor. Bir ses, bir nakış, bir akıl, kâh geçmişleri
çekip getiriyor, kâh geleceklere çekip götürüyor, kâh bir nimetin
cazibesi ile istekleri çekip imrendiriyor ve kâh bir cezayı
uzaklaştıran şeyle nefretler, korkular saçıyor; bir ses nağmeden
nağmeye, duraktan durağa çeşitli nitelikler içinde diziliyor, kulaklara
dökülüyor; doğru ve eğri, kırık veya kırık olmayan hareketler,
sükunetler bir ışık ile çeşitli şekiller kazanıp gözlere sokuluyor.
Bütün bunlar aynı bir mânâ ile bir şuur, bir idrak, bir nur olup
kalblere iniyor, zihinde izlenim bırakıyor, derken o şuur ve idrak o
kalbten yine aynı mânâ ile harekete geçiyor, çeşitli, birbirine benzer,
birbirinin aynı şekiller ve nitelikler ile nefislerden, bedenlerden
birer fiil olarak çıkıyor. Önceki gibi ağızlardan ses, ellerden yazı
olarak yavaş yavaş yayılıyor ve bütün bu tasarruflar ve değişmelerde o
kulakları, gözleri, kalbleri, vücutları birleştiren aynı mânâlar sabit
ve aynı medlûller ebedî kalıp gidiyor. Fezanın derinlikleri, zamanın
uzaması içinde kalblerde duyulup hafızalarda tutulan, dillerde söylenip
kulaklarda işitilen, ellerle sayfalara yazılıp gözlerle görülen,
ağızlarla okunan ve bu şekilde tekrar tekrar yayılıp yaşayan ve fakat
bunların hiçbirine girmiş olmayıp o derinlikleri ve uzunlukları
kaldırarak bir noktada, bir vicdan parıltısında toplayan o ebedî
mânâlar ve değişmez hakikatlardir ki tek olan Allah Teâlâ'nın
varlığını, kudret ve tasarrufunun kemalini gösteren hak âyetlerin aslı,
zât ve hak sıfatının ifadesi olan ve Allah'ın tebliği ve ifadeye gücü
yeten en belağatlı bir mütekellim (konuşan) olduğunu da isbat eden
Kur'ân'ın, Kelâmullah (Allah kelâmın)ın kendisidirler. Bakınız Allah o
âyetleri Kur'ân'ında ne tertiplere, ne üslûblara, ne nazımlara koyuyor:
Kâh yapmaya, kâh yoketmeye, kâh iadeye yönlendiriyor. Kâh tek bir
tenbih ve ihtar yapıyor, kâh hisleri harekete getirip teşvikler,
korkutmalar saçıyor, kâh gökleri ve yeri gezdirip ufukları
dolaştırıyor, kâh kalblerin, vicdanların derinliklerine indirip iç
dünyaları gösteriyor, kâh aklî prensipler tertibiyle mantıklar içinde
görünmeden görünmeyeni anlatıyor. Kâh aynı anlayışı, aynı haberi, aynı
müşahedeyi, aynı âyeti bir bediî sanat ile şekilden şekle, sûretten
sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetler yapıyor ve kâh çok
çeşitli âyetleri bir âyete döküp genişleri kısaltıyor. Özetle hakikatin
durumlarını nasıl bir harf, bir kelime hâline getiriyor, o harfleri ve
kelimeleri nasıl sîgâ (kip)lara çekiyor da, o açık deliller ile kendi
varlığını, birliğini, tasarruf kudretini kulaklara, gözlere, kalblere
nasıl tebliğ ediyor? Sonra da onlar bu âyetlerden nasıl yüz
çeviriyorlar?
47-
Ey
Muhammed de ki: Vicdanınızı iyi
tartın da şunu bana iyi haber
veriniz: Eğer size Allah'ın azabı hiçbir delil ve alameti olmaksızın
birdenbire veya önce deliller ve emarelerini göstererek açıktan açığa
gelirse, zalimler güruhundan, yani küfrü iman yerine koyan sizden
başkası mı helak olacak? Hayır.
48-49-
Bir
de o kâfirler peygamberliğin mahiyetini ve
görevlerini,
peygamberlerin
gönderiliş hikmetini bilmezler de, Peygamber'den vazife ve selahiyeti
dışında şeyler isterler. Halbuki biz öteden beri gönderdiğimiz
peygamberleri başka değil, ancak birer müjdeci ve Allah'ın azabından
korkutucu olarak göndeririz. Bütün peygamberler kavimlerini
sevindirecek şeyleri haber verip müjdelemek ve zarar verecek şeyleri
haber verip korkutmak ve sakındırmak, itaatları ve itaatların sevabını,
günahları ve günahların cezasını haber vermek ve tebliğ etmek için
gönderilir. Yoksa haber verilen şeylerin meydana gelmesi ve meydana
getirilmesine onların asla karışma hakları yoktur, o Allah'a aittir.
Peygamberin görevi acı ve tatlı doğru haberler vermektir. Şu halde kim
iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiçbir korku yoktur.
Bu
bilindikten sonra dâvayı açıklıyarak ve o kâfirlerin sorularına cevap
olarak ey Muhammed:
50-51-Kırâet:
kelimesi Âsım'dan Şu'be, Hamze, Kîsâî ve Halefü'l-Âşir'e göre "yâ"
harfi ile şeklinde okunur. kelimesi de Nâfi ve Ebu Cafer'e göre "lâm"ın
nasbı ile şeklinde okunur.
"HAZAİN"
kelimesi, dilimizde "hazine" veya "hazne" denilen "hizâne" kelimesinin
çoğuludur ki, ellerin erişemiyeceği bir şekilde mal biriktirilen,
saklanılan mekânın adıdır. Yani mânâ: "Ben, Allah'ın kudret hazineleri
bendedir, bana teslim edilmiştir, ben onlarda tek başıma veya izinli
olarak dilediğim gibi tasarruf ederim, diyemem, böyle bir iddiada
bulunmam" demektir. Buna göre âyetler indirmek veya azab indirmek veya
dağları altın yapmak vesaire gibi şeyler bana ait değildir. Bana: "Sen,
Allah tarafından elçiysen Allah'tan iste de bize dünya saadetlerini bol
bol versin, yoksa peygamberliğine inanmayız." demeye hakkınız yoktur.
Onlar benim elimde değil, Allah'ın elindedir. Dilediğine mülk veren,
dilediğinden mülkü alan, dilediğini üstün kılan, dilediğini zelîl eden
"biyedihi'l-hayr" (hayır elinde olan) O'dur. Ben gaybı da bilmem.
Bilgim dışında bulunan Allah'ın fiil ve bilgilerini bilirim diye iddia
da etmem. Kahinlik taslamam. Diğer bir âyette de "Eğer ben gaybı
bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı.
Ben, sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim" (Ârâf,
7/188) şeklinde gelecektir. Şu halde bana: "O kıyamet ne zaman?" veya
"Azab ne zaman?" gibi gayba ait sorular sormanızın da bir mânâsı
yoktur. Ben size "bir meleğim" de demem; bir melek olduğumu da iddia
etmem. Bundan dolayı "Yahut göğe çıkmalısın" (İsrâ, 17/93) diye beşerde
âdet olmayan göğe çıkmak gibi olağanüstü fiilleri bana teklif etmeye
veya benim meleklerde bulunmayan yemek içmek gibi insana ait
vasıflarımı peygamberliğime engel sayıp, "Bu peygambere ne oluyor ki
yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" (Furkân, 25/7) demeye de hakkınız
yoktur. Ben başka bir şeye değil, ancak bana gönderilen vahye uyarım,
ona tâbi olurum. Gayba dair verdiğim haberler benim kendimden değil,
Allah'dan bana gelen vahiylerdir ve Allah'ın ilmini tebliğdir. "Allah
gaybını, dilediği peygamberden başka bir kimseye bildirmemiştir. Çünkü
O, onların önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cinn, 72/26-27)
âyetinin delaletine göre Allah gaybına hiç kimseyi haberdar etmez ve
hâkim kılmaz. Ancak seçtiği ve emîn kıldığı Resul müstesnadır. Ona
önünden ve arkasından korucular koyar, temin eder ve o şekilde ona
görmediği ve bilmediği bazı gaybları vahyeder, haber verir; haberin
içeriği o Resulün yanında hazır olmadığı, görünmediği halde, vahy ve
haber fiilî bir şekilde görünür ve hayır bulunur. Ve onun bizzat
bilmediği gayb, bu sayede âyet ve alametiyle bildiği olur. Vasıta ile
de olsa, bilinen şey her yönüyle gayb olmaz. Bilinen, mutlak gayb
değil, haber verilen gaybdır. Bunun içindir ki, beşer ilminin hepsi bir
haber, bir önerme mahiyetinde ortaya çıkar ve beşer ilminin hakkı,
haber vermesi, hakkın zatı değil, âyet ve alametinin kalbde hazır
olmasıyla bir kelâmî delalettir. Ve bunun zamanı Hak Teâlâ'nın kendine
şahitliğidir. Hissedilen ve görünenlerde bile kulaklara, gözlere ve
onlar aracılığıyla kalbe gelen eşyanın zatı değil, eşyanın
alametleridir. Ve en açık, en sarih âyet, hakkın kelâmı; en açık ilim
de Hakk'ın haber vermesidir. Vahiy de Allah kelâmı olan Hakk'ın
âyetlerinin kalbe zorla girmesidir. Peygamberlik de Allah'tan vahiy
almak ve gereğince amel etmekten ibarettir. Peygamber vahiy ile Hakk'ın
âyetlerini görür ve haber verir. Elbette duyan, duymayana karşı
delildir. Ve peygamberlerle peygamber olmayanların farkı, gözlülerle
körlerin farkı gibidir. Körler göremedikleri, şeyleri ancak görenlerin
haber vermelerini dinleyerek duyma yoluyla istifade edecekleri gibi,
peygamber olmayanlar da peygamberlerden öyle istifade edebilirler.
Körlere gözlülerin delilleri ve alâmetleri olan renkleri anlatmak
mümkün olmaz. Sağır ve deli değillerse önlerindeki uçurumu söyleyerek
sakındırıp korundurmak ve duyma âletleri ve kalb sayesinde doğru
yolları anlatmak mümkün olur. Bunun için buyuruluyor ki:
Kör
ile gören eşit olur mu? Şimdi siz bir düşünmez misiniz, de! Ve bu vahy
ile o kimseleri korkut ki, Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkarlar.
O halde ki kendilerinin ondan, âlemlerin Rabbinden başka ne bir
dostları, ne de bir şefaatçileri yoktur. Gerek vukuuna inanmakla olsun
ve gerek imkan ve ihtimal üzerine şek ve tereddütle olsun kalblerinde
böyle bir haşr (toplanma) korkusu, bir ahiret hissi bulunduğu halde,
korunmayan veya korunmasını bilmeyen, dolayısıyla muttakî olmayanları
korkut, ki bunlar belki korunurlar. Yani bunlar içinde bu sayede ittika
edecek, korunacak olanlar vardır. Gerçi haşr ve ahireti tamamen inkâr
edenler yahut ahirete inanmakla beraber Allah'ın azabından kendilerini
kesin kurtarabilecek Allah'tan başka yakınları veya şefaatçıları
bulunduğuna kat'i şekilde inanmış bulunanlar, mesela putlarının ve
diğer ilâh tanıdıklarının ve babalarının, dedelerinin, pirlerinin ve
Allah'ın izni olmadan peygamberlerinin Allah'a karşı kendilerine sahip
olup şefaat edeceğine inanmış olanlar korkutulmaları mümkün değilseler
de, Allah'dan başka dost ve şefaatçıları olmadığına inanan veya ihtimal
verenler, korkmaları ve tesir altında kalmaları mümkün olanlardır.
52-Böyle
gereğince korunmayanları korkutma emrinden sonra, muttakîlere ikram ve
müjdelemek için buyuruluyor ki: Ve şöyle muttakîleri kovma ki sabah
akşam (yani her zaman) Rablerine dua ve ibadet ederler ve ederken sırf
onun (o âlemlerin Rabbinin) cemalini, rızasını isterler. Samimi niyet
ile ve ancak Allah'a dönerek daima dua ve ibadet ederler. Onların
hesaplarından hiçbir şey sana ait değil. Senin hesabından hiçbir şey de
onlara ait değildir, ki muhasebe vazifesi veya endişesiyle onları
koğasın. Şu halde koğma, ki zalimlerden olursun.
Rivayet
ediliyor ki Kureyş'in ileri gelenlerinden birtakımları Hz. Peygamber'e
uğramışlar, yanında Suheyb, Cenab, Bilâl, Ammâr, Selmân ve diğer fakir
müslümanlar bulunuyormuş. "Ey Muhammed, sen kavminden vazgeçtin de
bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz? Bunları
yanından kovsan biz senin meclisine gelir konuşuruz, belki de uyarız"
demişler. Resulullah "Ben müminleri kovmam" (Şuarâ, 26/114) buyurmuş.
"O halde biz geldiğimiz zaman bunları kaldır, gittiğimiz zaman yanında
oturt" demişler. Hz. Ömer de "Ey Allah'ın Resulü yapsan bakalım ne
olacak?" demiş. Sonra onlara ısrar etmişler ve bunun yazılmasını
istemişler, Resulullah da yazılması için bir sayfa ile Hz. Ali'yi
çağırtmış ve bu âyet " "e kadar bu sebeple nazil olmuştur. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) sayfayı atmış ve Hz. Ömer sözünden dolayı
özür dilemiştir. Selman ve Cenab (radıyallahu anhümâ) demişlerdir ki,
"Bu âyet bizler hakkında nazil oldu, Resulullah bizimle beraber oturur
ve biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar yaklaşırdık
ve istediği zaman yanımızdan kalkardı. Sonra Kehf sûresinde "Nefsini,
sabah akşam, rızasını istiyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut"
(Kehf, 18/28) âyeti nazil oldu ve bundan dolayı biz kalkmadan, kalkmayı
terk buyurdu ve dedi ki: "Hamdolsun Allah'a ki, ümmetimden bir kavim
ile beraber nefsime sabrettirmemi bana emretmeden beni öldürmedi, hayat
sizinle, ölüm sizinle".
53-Zira
böyle bir fitne ile, yani kovmaya ve hakarete layık sanılan fakirleri
ve zayıfları iman ve ihlas ile memnun ve ikram etmek gibi bir imtihan
iledir ki onların bir kısmını diğer kısmıyla imtihan ettik. Şunları mı
Allah aramızdan lutuf ve nimetine layık gördü? desinler diye fitneye
düşürdük, birbirleriyle denedik. Nefislerine, mevki ve zenginliklerine
mağrur olarak diğerlerinin ve özellikle düşkün fakir ve zayıflar
kısmını hakir görenleri, bir gün gelir Allah onlarla sınar, kendilerine
vermediğini onlara verir, karşılarına çıkarır, gururlarını kırar. O
zaman onlar o nimetlerin esası bir ilâhî ihsandan ibaret olduğunu,
Allah Teâlâ'nın dilediğine dilediğini vermekte olduğunu anlıyarak
kulluk aczlerini idrak eder ve Hakk'a nefislerini teslim edip tevbekâr
olurlarsa, bu imtihanda kazanmış olurlar. Fakat kibir ve gururlarını
yenecek yerde büsbütün azıtır ve servetlerimiz veya asaletlerimiz veya
zekalarımız, ilimlerimiz, sosyâl mevkilerimizle bizler dururken Allah
böyle düşkün, züğürt, bayağı kimseleri mi bizim önümüze düşürecek veya
karşımıza çıkaracak? Böyle şey olmaz diye fazilet ehlinin faziletini
inkâr etmeye ve Allah'ın takdirine karışmaya kalkıştılar mı, bu artık
onların imtihanda kaybettikleri, zamanın değişmesinin en derin
uçurumlarına yuvarlanmaya başladıkları gündür. Ve işte Allah o
gururluları, zalimleri bu sonuca getirmek için böyle bir fitne ve
imtihana düşürmüştür. Temsili gösteriyor ki bu imtihanın çeşitli
şekilleri bulunmakla beraber başı ve en önemlisi maddeyle
gururlananların küfür ve günahkârlığına, sakınmasızlığına karşılık
fakirlere ve zayıflara Allah'a iman ve ihlas nimetinin lutfedilmesidir.
Ve bu âyet bunu açıklamakla "sakın kovma... yoksa zalimlerden olursun"
yasağının sır ve hikmetine işaret etmiştir.
Acaba
Allah şükreden kullarını onlardan ve herkesten daha iyi biliyor değil
midir? Ki bu gururlu nankörler, o samimi korunanlara Allah'ın nimet
vermesini uzak görüyor ve onların kovulmalarını istiyorlar? Şu halde
sakın onları kovma!
54-
"Âyetlerimize
inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle söyle: 'Selam olsun size,
Rabb'ınız rahmeti kendi üzerine yazdı, sizden biri bilmeyerek bir
kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder kendini düzeltirse,
muhakkak ki O, bağışlayan, merhamet edendir." diyerek bu şekilde
müjdele!
55-
Böyle
tâ yukarılardan beri gelen duruma uygun açıklamalarla biz âyetleri
açıklarız ve günahkârların yolunun tamamen ortaya çıkması için
kırâetine göre: "günahkârların yolunu senin açıklığa kavuşturman, kesip
atman içindir" ki daha açıklayacağız:
56-59- Nâfi,
İbnü Kesir, Âsım, Ebu Ca'fer kırâetlerinde "sad" ile, geri kalanların
kırâetlerinde "dad" ile okunur ki, birisi 'dan, diğeri 'dandır. 'nın
aslı, bir işi tamamiyle ayırmak, ayırıp bitirmektir ki, "kesip atmak"
diye de söylenir. kelimesinin kökü de yasaklamak (men'etmek) tir..
Bâtılı yasaklaması bakımındandır ki, hüküm denilmiştir. "Kasas" ve
"kıssa"dan kelîmesi, bir haberi tebliğ etmek yerine getirmektir ki,
Türkçe " ayıtmak" denilir. Bunu "ayıltmak" masdarıyle
karıştırmamalıdır. Kazâ, sözler ve fiiller veya her ikisi ile olur.
"Kass" ise sözlü olur. İz gütmek" mânâsına da gelir ve o zaman fiilî
olur. Özetle hüküm ve hakimiyette, kaza ve kadılıkta biri ilmî, biri
amelî (pratik) iki durum vardır. "Kass" daha çok bunun ilmî tarafına,
"kaza" da daha çok pratik ve icra tarafına bakar. Ve hak ve batılı
ayırmak, bunların sonuçlarıdır. Şu halde burada hem teşriî (kanun koyma
ile ilgili) ve ilmî, hem de icraî ve amelî hüküm ve hakimiyetin ancak
Allah'a mahsus ve ilâhî hükmün hem hak, hem hayır olduğu anlatılmıştır.
De ki:
Evdiğiniz şey, "Sen peygambersen gökten başımıza taş yağdır veya bize
acıklı bir azab getir." (Enfâl, 8/32) diye acele istediğiniz azab benim
elimde olsaydı, benim aramla sizin aranızda iş kesilir biterdi, bana
kalsa ben onu hemen yapardım. Fakat Allah, zalimleri ve onlara
yapacağını daha iyi bilir. Çünkü bütün gaybın anahtarları O'nun
katındadıdır.
"MEFTAH",
mim'in fethiyle mekân (yer), açılacak yer demektir. Mim'in kesriyle de
"miftah" âlet ismi olup anahtar demektir. Yani daha açılmamış, vücuda
gelmemiş, bizim ilmimiz ulaşmamış o kadar gayb hazineleri vardır ki
bütün bunların kapıları veya anahtarları ancak Allah'ın katında,
Allah'ın elindedir. Onları, O'ndan başka kimse bilmez. O, bütün bu
gaybları bildiği gibi, hâl-i hazırdaki bütün varlıkları da, bütün
teferruat ve kısımlarına varıncaya kadar bilir. Mesela karada ve
denizde ne varsa hepsini de bilir. Ve hiçbir yaprak düşmez ki herhalde
onu bilmesin ne yerin karanlıklarına düşer bir tane, ne yaş, ne de kuru
hiçbir şey yoktur ki herhalde hepsi Allah'ın katında bir açık kitapta
olmasın. Görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, bütünler ve
kısımlar, büyük küçük, düşme ve karar bulma, hareket ve durgunluk,
hayat ve ölüm, hasılı olmuş olacak, gizli açık her şey bütün genişliği,
bütün inceliğiyle gayet açık ve düzgün bir kitaptadır. Yani Allah'ın
ilminde veya Levh-i mahfûzdadır. Hem müfredâtı hem nizamların silsilesi
ile Allah katında belli ve kaydedilmiştir.
Kara ve
deniz olaylarından sonra düşme olaylarının yaprak ve tane ile temsil
olunması, bütün gök cisimlerinin birer yaprak ve tane gibi "durma
kanunları" na tabi bulunduğuna dair bir delaleti içerir. Ve dikkate
şayandır ki bu delalet, varlıklardan nasıl ve ne şekilde okunabilirse,
Kur'ân'dan da o kadar okunabilmektedir. Doğrudan doğruya cisimlerin
duruş ve hareketleri ifade olunmayıp da yaprağın ve tanenin duruşunun
açıklanması, hem Allah'ın bilgilerinin çokluk ve inceliğini tasvir
etmek, hem de insanlara göre durma kanunlarının yapraklar ve tanelerde
açık ve seçik bir cereyan ve cisimlerde gizli ve istidlâle dayalı
olduğuna ve yerde karanlıklara bir tane düşmesinin gök boşluğunda
cisimlerin duruş ve hareketlerini bilmeye bir anahtar teşkil
edebileceğine bir işarettir. Bu âyetin önce görünmeyenden görünene,
düşünülenden hissedilene, sonra derece derece hissedilenden düşünülene,
görünenden görünmeyene giden öyle bir ince tertip vardır ki, bunun ne
açıklaması biter, ne incelikeri tükenir.
60-
O
Allah, o kâdirdir ki geceleyin sizi vefat ettirir; uyutur, kendinizden
geçirir, nefislerinizi sizden alır, kabzeder, ve o halde gündüzün
kazandığınız, elinizle yaptığınız, elde ettiğiniz şeyleri, siz
bilmezken, O bilir.
CERH
, asıl lugatta, bilindiği üzere, bir şeye tesir icra edip zedelemektir.
Bunun gereği olarak ele geçirmek, kazanmak mânâsında da bilinmektedir.
Nitekim bedenin el, ayak, diş, dil gibi etkili ve âmil uzuvlarına
"câriha" ve "cevârih" adı verilir ki, "kâsibe" (kazanan) ve "kevâsib"
(kazananlar) demektir. Ve burada cerh, bu mânâyadır. : "Kötülükleri
kazandılar" demek olduğu gibi. İbnü Atıyye, asıl mânâsıyla cerh
(yaralamak)den olmasının ihtimal dahilinde bulunduğunu söylemiştir.
Fakat kazanmak ve çalışmak mânâsı hem bunu içerir, hem makam karinesi
(durumu) ile ortaya çıktığı gibi genellikle tefsirlerin rivayeti de
budur. Yani, siz o gün uyumazdan önce organlarınızın hareketleriyle
birtakım tesirler icra etmiş, işler yapmış, maddî veya manevî, hayır
veya şer birtakım şeyler kazanmış bulunuyorsunuz ki, bunlar sizin
amellerinizdir. Bedenininizin, organlarınızın yıpranması, yaralanmış
olması da bu kazanılmışlar cümlesindendir. Siz gündüzün uyanık iken
kazandığınız ve hatta kendi elinizle yaptığınız bu işlerin bir kısmını
bilmezsiniz de, bazısını bilirsiniz. Fakat gece oldu mu Allah düşünme
yeteneğinizi sizden alır, siz ölü gibi kendinizden geçersiniz, şuur ve
idrakinize sahip ve malik olamazsınız. O zaman gündüzün bildiklerinizi
ve kendi eseriniz olmak üzere en yakın
bildiklerinizi bile bilemez olursunuz. Halbuki siz böyle ölü bir halde
iken Allah onların hepsini bilir.
Sonra
gündüzün yine sizi diriltir. Bedeninizde zedelenen, uzuvlarınızdan ölen
kısımlarınızı uykuda haberiniz olmadan telafî ederek yeniler ve sizden
aldığı şuur ve idraklerinizi yine sabahleyin size geri verip önceki
gibi maddî ve manevî hayatınızla sizi tekrar diriltir, uyandırır ve o
zaman siz geceyi gündüzü farkeder, kendinizi ve geçmiş kazançlarınızı
hiç kaybetmemiş, arada hiçbir durgunluk fasılası geçmemiş gibi bilir
tanırsınız. Bunun, düşünüp anlayanlar için manevî hayat açısından açık
ve seçik öldükten sonra dirilme olduğu apaçık olduktan başka, maddî
hayat bakımından da böyledir. Her iki hayat, her gün, her gece ve hatta
her ân böyle rûhânî ve cismanî bir "öldükten sonra dirilme" içindedir.
Bunu, birçokları mecazî bir mânâ ile dirilme kabul ederlerse de ciddî
bir şekilde ilmî bir gözle bakıldığı zaman, bunun tam mânâsıyla bir
"ba's" (dirilme) olduğu ortaya çıkar. Bir yaprağın, bir tanenin, bir
taşın düşmesiyle yıldızların hareketlerindeki düşme ve genel çekim aynı
mânâda nasıl bir ve ondan bunları çıkarmak nasıl ilmî ise, uyuyup
uyanmaktan öldükten sonra dirilmeyi anlamak ondan daha açık bir
gerçektir. Gayet normal bir mesele gibi görünen uyuyup uyanmak
meselesi, gerek organların görevleri ilmi ve gerek psikoloji ilmi
açısından son derece dikkate şayan ve öneme haizdirler. Her gün
yıpranıp ölen organ kısımlarının ve her gece duran ilmî idraklerin
tekrarlanması ve aynılarının geri verilmesi içinde, gidip gelerek aynı
hayatı devam ettirme ve aynı nefsin şahsiyet ve birliğini ifade edip
durması, ilâhî hikmet ilmi bakımından, ruhun bizzat bir ve ebedî
oluşuna delaletten önce Allah'ın varlığına, bâkî oluşuna, birliğine,
tekrar ve iade edilen ruh ve cisme ait tam mânâsıyla öldükten sonra
diriltme kudretine delalet eden şahidler ve kesin delillerdendir ki,
bununla ölümden sonra dirilmenin yalnız mümkün olması değil, bilfiil
vaki olduğu da görülüp durmaktadır. İşte Allah, insanları her gece
böyle vefat ettiriyor ve onlar uyurken maddî manevî neleri varsa
hepsini biliyor ve ertesi gün aynen iade edip diriltiyor ki, takdir
edilmiş bir ecel tamamlansın, yazılmış olan vakit, ömür tamam olsun. Bu
böyle olduğu gibi, sonra o saat gelince dönüşünüz yine O'nadır. Nihayet
yine yalnız O'na dönersiniz. Ondan sonra da O size bu hayatta
yaptıklarınızı haber verecektir.
61-
Ve
O, kullarının üstünde tek güçlüdür. O, yokluğu varlık ile, varlığı, yok
etmek ve bozmakla ve her şeyi zıddıyle, aydınlığı karanlık, karanlığı
aydınlık, geceyi gündüz, gündüzü gece, sıcağı soğuk, soğuğu sıcak ile
kahreder. Ve üzerinize koruyucular gönderir.
Onlar, sizi
ve amellerinizi muhafaza ve kontrol ederler. Ki bunlar: "Onların her
birini önünden ve arkasından izleyen melekler vardır, onu Allah'ın
emriyle korurlar" (Ra'd, 13/11); "(İnsan), hiçbir söz söylemez ki
yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zabteden (bir melek) bulunmasın"
(Kâf, 50/18); "Muhakkak ki üzerinizde koruyucu (melek)lar vardır.
Şerefli yazıcılar. Her yaptığınızı bilirler" (İnfitâr, 82/10-12)
âyetlerinde açıklanan meleklerdir ki, din lisanında "hafeza (koruyucu)
melekler" denilir. Filozoflar, "çeşitli unsurları ve zıt tabiatları
karıştırıp birleştirerek bunlara bir mizac ve özel duygular vermesi ve
bu mizac ve hisler ile onları tedbirli bir nefsi, his, hareket ve
düşünce kuvvetini kabul etmeye yetenekli kılması Allah Teâlâ'nın
kahrediciliği, yani kudretinin her kudretin üstünde kahrediciliği ve
galibiyeti cümlesindendir. Ve hafaza (koruyucu melekler)dan maksat, o
nefisler ve tedbirli ruhlar, o güçler ve rûhî melekelerdir"
demişlerdir. Fakat bu izahın eksik olduğunda şüphe yoktur.
Nihayet
herhangi birinize ölüm geldiği, ölümün sebepleri eriştiği zaman, onu da
tarafımızdan elçilerimiz öldürür, emrimizle ruhunu alırlar. (Hamze
kırâetinde imâle ile okunur). Tefsircilerin bir kısmı, bu "Resuller"in,
bu ölüm meleklerinin, yine "koruyucu melekler"den ibaret olduğuna kâni
olmuşlar ve "hafeza"yı "ölüm meleği"nin yardımcılarından saymışlardır.
Fakat çoğunluk, ölüm elçileri olan ölüm meleği ve yardımcılarının,
koruyucu elçilerinden başka olduğunu söylemişlerdir. Özet olarak her
yönüyle ilâhî hükmün altındasınız. Hayatınız, ölümünüz Allah'ın emri
ile ve Allah'ın koruma ve kontrol ve ölüm elçileri, görevlileri elinde
cereyan eder. Ve bu elçiler kusur etmezler. Ne korumada, ne ölümde
zerre kadar bir kusur etmez, vazifelerini yapar, Allah'ın emrini
geciktirmeden yerine getirirler.
62-
Sonra o ölenler hep hak mevlaları (efendileri, dostları) olan Allah'a
döndürülürler. Hiçbirinde ne kendilerinin, ne diğer batıl dostların
hüküm ve tasarrufu kalmaz, hepsi ister istemez Allah'ın hükmüne teslim
edilirler. Dikkatli olunuz ki hüküm ancak Allah'ındır ve O, hesap
görenlerin en süratlisidir. Dileyince bir anda bütün kâinatın hesabını
görüverir.
63-64-
De
ki: Kimdir o ki sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtarır? Öyle
bir haldeki (Yakûb kırâetinde'nun sükunu ve şeddesiz olarak okunur) siz
ona açıktan açığa ve gizliden gizliye yalvararak şöyle dua edersiniz:
(Âsım'dan Ebu Bekr Şu'be rivâyetinde "havf"den okunur). Yani siz ona
şiddetli bir korku içinde ümitlenip yalvararak şöyle dua eder ve
sığınırsınız. Kasem olsun ki eğer o, bizi bundan kurtarırsa muhakkak
biz şükredenlerden olacağız, dersiniz. (Âsım, Hamze, Kisâî,
Halefü'l-Âşir kırâetlerinin dışındaki kırâetlere göre okunur ki,
muhatab sigasıyla "kurtarırsan" demektir) De ki: O Allah'tır ki sizi
o karanlıklardan ve her sıkıntıdan kurtarır durur, sonra siz döner O'na
ortak koşarsınız, sözünüzü yerine getirmez, şükretmezsiniz, (Nâfi',
İbnü Kesir, İbnü Âmr, İbnü Zekvân ve Yakub kırâetlerinde okunur).
65-
De ki: O Allah'ın size üstünüzden
ve
ayaklarınızın altından bir azab göndermeye, üstten azab, yıldırım
düşmek, taş yağmak, tufan olmak gibi gök âfetleri; ayakların altından
azab da, zelzele olmak, yerin göçmesi, su ve ateş çıkması gibi yer
âfetleri hakkında açıktır. İbnü Abbas hazretleri valilerin zulmü,
terbiyesizlerin kötülüğü, demiştir ki üstten azab, alttan azab
demektir. Bazı tefsirciler de baştan veya alttan gelen hastalıklar ve
musibetler ile tefsir etmişlerdir. Âyet, hepsini ihtimali içine
almaktadır. veya sizi fırkalara ayırmaya, (ŞİYA' kelimesi, şia'nın
çoğulu, şîa da birbirlerinin arkasından giderek bir emîre veya reise
taraftar olan fırka demektir) veya sizi fırka fırka birbirinize
geçirmeye, yani her biri bir başkana taraftar olmuş ve çeşitli
isteklere ayrılmış muhtelif fırkalara parçalayıp birbirinizle
çarpıştırmaya, ve bir kısmınıza, diğer bir kısmınızın (öldürme ve başka
şeyler gibi) kötülük ve şiddetini acı acı tattırmaya gücü yeter. Ve
bunlara gücü yeten ancak odur. "Bak, âyetlerimizi nasıl inceden inceye
açıklıyoruz ki, akıllarını başlarına alsınlar." Bu âyetlerin
muhtevasında yukarda geçen bazı âyetlerin mânâları değişik diğer bir
şekil ve surette ifade edilmiş olduğundan burada bunun hikmeti beyan
buyurulmuştur.
66- De
ki: Ben sizin üzerinize bir vekil değilim. Allah'ın kudreti bana tevdi
ve havale edilmiş değildir. Şu halde ne onun size yapacağı azabı
yapabilirim, ne de sizi ondan muhafaza edebilirim. Ben ancak bir
Resulüm, bir elçi, bir haberciyim, Allah'ın vahyettiği emirleri,
haberleri ve hükümleri O'nun adına nisbet ederek haber verir, tebliğ
ederim.
67-
Her
haberin, her haber verilen şeyin kararlaştırıldığı bir zaman vardır.
Sizin azabınız da bu cümledendir. Siz de başınıza geleceği yakında
bilirsiniz. Böyle de!
68-69-70-
HAVD, eğlence tarzında ve
aşırı derecede dalmak
demektir. Nisâ'
sûresinde geçen "Allah size Kitap'da indirmiştir ki: Allah'ın
âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz
zaman, onlar (bu sözü bırakıp) başka bir söze dalıncaya kadar onlarla
beraber oturmayın" (Nisâ, 4/140) âyeti de bunun tefsiri olduğundan,
hitabın, genel hitap olduğunu, dalmanın ve yüz çevirmenin mânâlarını
açıkça göstermiştir. Şu halde bazı lüzumsuz yere söz uzatanların
kuruntuya düştükleri gibi, bundan ilâhiyât meselesinde derinleşme ve
incelemenin, istidlâl ve münazaranın Allah'ın âyetlerine dalmaktır diye
haram olduğunu çıkarmaya kalkışmamalı, ancak delil ile uğraşırken
mânâdan gaflet edecek derecede dalgınlığa da düşmemelidir. Hasılı ey
mümin, hadlerini bilmeyerek âyetlerimize dalıp eğlenenleri, kötülemeye
girişenleri, inkâr ve alay etmeye kalkışanları gördüğün zaman, (ki
Mekke'de Kureyş müşrikleri böyle yapıyorlardı), onlardan çekil,
yanlarında oturma. (İbnü Âmir kırâetinde tef'ilden ) şayet şeytan sana
unutturursa, seni meşgul eder, bu yasaklamayı unutmana sebep olursa, ki
bu ihtimal, hitabın her mümine genel olması dolayısıyladır.
Hatırladıktan sonra o zalimler güruhuyla beraber oturma. Zalimîn =
denmesi lafa dalma (havd) mefhumunda sınırı aşma mânâsı bulunduğuna
işaret etmek ve yasaklama sebebini genelleştirme ile bütün zalimlerle
beraber oturmanın da yasaklandığını açıklamaktır.
Dinlerini
eğlence ve oyuncak edinen ve dünya hayatı kendilerini aldatmış olanları
bırak!. Yani dünya hayatına dalıp, din işlerini keyif ve isteklerine
göre eğlence ve oyun kabilinden tutanlar veya din adına eğlence ve oyun
gibi gönül eğlendirip aldatmaktan başka faydası olmayan şeylere
tutunanları veya sorumlu oldukları hak dini dünya hayatına aldanarak,
sonucu ve ahireti hesaba katmayarak eğlence ve oyuncak yerine koyup
alay edenleri veya dini, dünyaya ait gayeleri için eğlence edinenleri,
özetle dinleri oyuncaktan ibaret olan ve dini oyuncak sayanları terket,
bunlarla birlikte olma, ve onlara karışma.
"Bunları
bırak" emri, "onlarla birlikte olmayı ve onlara karışmayı yasaklama" ve
"Bırak onları, kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar
dalsın, oynasınlar" (Zuhruf, 43/83) kabilinden onları bir tehdit ve
korkutma (inzar) olduğuna ve yoksa "korkutma, bir şey söyleme" demek
olmadığına işaret edilerek buyuruluyor ki: "hiç kimsenin, kazandığı şey
yüzünden kendisini helake atmaması gerektiğini, kendisi için Allah'tan
başka hiçbir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat."
71-72-73-
De
ki:
Biz, (ilâhlık sıfatlarının hepsine sahip ve her menfaat ve zarara gücü
yeten)
Allah'dan vazgeçerek, bize, kendi kendilerine ne menfaat ve ne zarar
bile
veremiyecek olan şeylere, cansız putlara, aciz yaratıklara, yapılmış
şeylere mi
yalvaracağız? Ve Allah bize hidayet ettikten, doğru yolu gösterdikten
sonra
arkamıza mı döneceğiz? "Bize gel" diye kendine çağırıp duran
arkadaşları varken, yeryüzünde şaşkın ve sersem kalarak şeytanların
arzu ve
hevese çekip şaşırttığı şaşkın kişi gibi mi olacağız? Bunun nüzul
sebebi, Hz.
Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman'ın iman etmeden önceki hâli olduğu
hakkında bir
rivayet vardır ki, Peygamberimiz, babası ve diğer ashab kendini
müslüman olmaya
davet ettikleri halde, o tersine tutmuş, babası Hz. Ebu Bekir'i puta
tapıcılığa
davet etmeye kalkışmıştı deniliyor.
De
ki: Rehber ancak
Allah rehberidir, ancak Allah hidayetidir, ki hidayettir. Ve bize
özellikle
âlemlerin Rabbine teslim olalım ve bağlanalım ve namazı dosdoğru
kılınız, ve
Allah'dan layıkıyla korkunuz, diye emrolundu ve buyuruldu ki, "nihayet
hepinizin haşrolup toplanacağınız ancak O'dur". Ve O, o yaratıcıdır ki,
gökleri ve yeri hak ile (yerli yerince) yarattı. Gökler ve yer
gerçekleşmiştir,
yaratılmış oldukları kesindir, yaratıcılarının ancak Allah olduğu
muhakkaktır.
Ve bütün bunların Hak'la yakından ilgileri, Hakk'a delaletleri, Hakk'ın
eseri
oldukları kesindir. Şu halde batıl, hiçbir zaman sebep ve yaratılış
gayesi
olmaz. Ve bu gökler ve yerin yaratılışı, eğlence ve oyuncak, batıl,
yersiz ve
hikmetsiz olamaz. Hepsi Hak'ta toplanacak ve Hak Teâlâ'nın huzurunda
haşrolunacaktır. Ne zaman olacak denilirse "O, 'ol!' diyeceği gün hemen
olur" sözü, O'nun hak kelâmdır, "ol" dediği gün, olacaktır. Ve
sûra üfürüldüğü kıyamet borusu çalındığı gün mülk, hüküm ve saltanat
tamamen ve
bağımsız olarak O'nun, ancak O'nundur. Çünkü sûr üfürüldüğü gün meydana
çıkacak
olan gayb (gizliy)ı ve yıkılacak olan bugünkü görülenleri bilen O'dur.
Ve
hikmet sahibi O, her şeyden haberdar olan O'dur.
Böyle
de ve o
hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olanın haber vermesiyle şunu an:
74- Mâide Sûresinin
69. âyetinde de açıklandığı üzere "İbrahim ümmeti" (millet-i İbrâhim)
olan "Haniflik" ilk önce ve bizzat Sâbie'nin karşılığı oluyordu.
Sâbie ise, "ashâbı eşhâs" (şahıslara tapanlar) ve "ashâb-ı
heyâkili'n-nücûm"
(yıldız heykellerine tapanlar) olarak iki kısma ayrılıyor ve her ikisi
de
rûhâniyet taassubuna ve meleklere kulluk etme fikrine dönüşüyor ve
bundan bir
tarafta cisimli beşeri rûhânîlikten soyutlamakla aşağılanıyor; diğer
taraftan
beşerî tağut (azgın)ların ortak koşma ve tanrılık davasına vesile
yapılıyordu.
Ve İbrahim aleyhisselâm bunları kırmak için gönderilmişti. Burada
göreceğiz ki
önce puta tapanların açık sapıklıkları, ikinci olarak yıldızlara
tapanların
nazarî sapıklıkları açıklanarak ve beşerin melekûte ulaşması
gösterilerek
Allah'ı birlemenin isbatı ile Hanifliğin esası tesbit edilmiş ve beşerî
nübüvvet anlatılmıştır. Ve nihayet metafizik unsurların, melek ve
şeytan gibi
gizli kuvvetleri beşer ilâhı sayarak tanrılıkta ortak eden ruhlara
tapanların
felsefî sapıklıklarını iptal eden tevhid delilleri açıklanmıştır.
İbrahim
Aleyhisselâm'ın faziletini itiraf etmeyen millet yok gibidir. Arap
müşrikleri
onun evlatları ve mensubları olduklarını ikrar etmek sûretiyle
üstünlüğünü
itiraf ediyorlardı. Yahudiler, hıristiyanlar ve müslümanlar da onu
büyüklemişler ve yüksek kadrini itiraf etmişlerdir. Bu büyük mevki,
böyle
âlemin çoğunluğunun faziletini ve yüksek mertebesini itiraf etmesi, Hz.
İbrahim
Halil aleyhisselâm kadar hiç kimseye nasib olmamıştı. "Allahım,
Muhammed
(s.a.v)in ve yakınlarının şereflerini daima yücelt, İbrahim ile
yakınlarının
şereflerini yüceltiğin gibi Şüphesiz bütün hamdler ve yücelikler ancak
sana
mahsustur". "Allah'ım, Muhammed (s.a.v)'e ve yakınlarına bereketlerini
artır, İbrahim ve yakınlarına bereketlerini artırdığın gibi. Şüphesiz
bütün
hamdler ve yücelikler sana mahsustur". Bunun sebebi, "Bana verdiğiniz
sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım" (Bakara, 2/40),
"Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım bekleriz" (Fâtiha,
1/5) âyetlerinin delaletince Rab ile kul arasındaki fıtrî sözleşmedir.
İbrahim
aleyhisselâm bu kulluk ahdini tutmuş ve Allah Teâlâ buna kısaca da,
genişce de
şahitlik etmiştir. Kısacası iki âyettedir: Birincisi "Rabbi bir zaman
İbrahim'i
bir takım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlamıştı" (Bakara,
2/124)
âyeti ki, onun kulluk ahdini tamamladığına dair bir ilâhî şahitliktir.
İkincisi
de "Rabb'i ona: 'islâm ol' dedi. O da: 'Âlemlerin Rabb'ine teslim
oldum'
dedi" (Bakara, 2/131) âyetidir.
Tafsîle
gelince:
Hz. İbrahim, Allah'ın birliğini ispat ve ona ortak koşmayı yıkmak için
birçok
yerde, birinci olarak babasıyla "Sen putları tanrı mı ediniyorsun?"
(En'âm, 6/74) ve "Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey
kazandırmayacak olan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 19/42) diye.
İkinci olarak kavmiyle hemen yukarda meâli arzedilen En'âm Sûresinin
76-81 nci
âyetlerinde geçen mücadelesi ile. Üçüncü olarak zamanının hükümdarı ile
"Benim Rab'im yaşatır ve öldürür" (Bakara, 2/258) diye münazara
etmiş, Dördüncü olarak kâfirler ile "Nihayet (İbrahim) onları parça
parça
etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı" (Enbiyâ, 21/58) âyetinin
delaletine
göre putlarını kırarak, fiilî bir şekilde tartışma yapmış, sonra kavmi
"Onu yakın, tanrılarınıza yardım edin" (Enbiyâ, 21/68) demişler,
ateşlere atılmış. Sonra "Muhakkak ki ben rüyamda seni kestiğimi
görüyorum" (Saffât, 37/102) diye Allah'ın emrine oğlunu adamış, hasılı
kalbini irfana, dilini burhana, bedenini ateşe, çocuğunu kurbana,
malını
misafir ve iyilik yapmaya teslim ve tahsis ederek kulluk ve sevgide
kahramanlığını ispat etmiş ve sonra "Benden sonrakiler, içinde beni iyi
dille anılanlardan eyle, beni Naîm cennetinin vârislerinden kıl, babamı
da
bağışla, şüphesiz o sapıklardan biriydi, yaratılanların
diriltilecekleri gün
beni rezil etme, o gün ne mal, ne de oğullar fayda verir" (Şuarâ,
26/84-88) diye Rabbine yalvarmış ve niyaz eylemiş ve bundan dolayı
Allah
Teâlâ'nın lutuf ve ihsanı da duasına icabet etmek suretiyle isteğinin
yerine
getirilmesini ve tahkikini gerektirmiştir. Arap müşrikleri de anılanın
üstünlüğünü itiraf ettiklerinden dolayı onlara karşı "De ki: biz
Allah'ı
bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım?"
(En'âm,
6/71) davetini ispat ve açıklama sadedinde Allah Teâlâ Hz. İbrahim'in
kavmiyle
olan tartışmasını ve ilâhî melekûte nâil oluşunu bir delil ve geçmişten
bir
örnek, bir ibret dersi olmak üzere hatırlatmakla ve işin başında puta
tapıcıların apaçık sapıklıkların da hatırlatmak sûretiyle buyurmuştur
ki:
Öyle
de ve şunu
hatırlat hani İbrahim babası Azer'e (veyahut Yakub kırâetinde "râ =
"nın zammiyle okunduğuna göre, İbrahim'in babasına: "Ey Âzer!")
putları bir sürü ilâh mı tutuyorsun? Muhakkak ben seni ve kavmini açık
bir
sapıklık içinde görüyorum, demişti. Ruh sahibi olan beşerin gerek insan
heykeli
olsun ve gerek yıldız ve melek heykeli farz edilsin, cansız putlara
karşı
alçalma ve tapınma ne açık bir sapıklıktır. İbrahim bunu babası veya
babası
yerinde amcası olan Âzer'den başlayarak kavminin yüzüne vurmaktan ve
onları
irşad etmekten çekinmemişti.
Bu
âyette Hz.
İbrahim'in babasının isminin "Âzer" olduğu anlaşılıyor. Tarih
kitaplarında ise Süryanice "Târah" olduğu meşhurdur. O halde Yakub ve
İsrail gibi, biri isim, biri lakab olmak üzere "Âzer" ve
"Târah" diye iki ismi var demektir. Râğıb "Müfredât"ında,
"Âzer'in, Târah'ın Arapçalaşmışı denilmiş olduğunu da nakletmiş ise de,
bunu tefsirciler hiç dikkat nazarına almamışlardır. Bu derece büyük bir
değişme
ile Arapçalaştırmada ucme (Arapça olmayan kelime) kokusu kalmamış
olacağından
kelime "hatem" gibi munsarif olmak gerekirdi. Bazıları da Âzer'in,
Hârezm lugatı ve şeyh-i herim yani pek kocamış ihtiyar demek olduğunu
ve bir de
bir put ismi olduğunu dahi söylemişlerdir. Bazıları da demiştir ki,
İbrahim
Aleyhisselâm'ın babası Târah'tır, Âzer de amcasıdır. Amcaya ve dedeye
de baba
denilir. Nitekim Kur'ân'da Yakub'un çocuklarından hikaye edilerek
"Senin
tanrın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın tanrısı olan tek tanrıya
kulluk
edeceğiz" (Bakara, 2/133) buyurulmuştur. Ve Hz. İsmail, Hz. Yakub'un
amcası olduğu halde baba denilmiştir, Şîa'nın tercih ettiği görüş
budur.
Bunlar, "Hz. İbrahim ve babası, Hz. Peygamber'in dedelerindendir.
Halbuki
"Secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor)" (Şuarâ, 26/219)
âyetinin delaletine göre Peygamber'in ecdadında kâfir yoktur. Âzer ise
kâfirdir. Bir de bu âyetten ve bilhassa Yakub Kırâetine göre, Hz.
İbrahim
Âzer'e ismini söyleyerek ve sapıklığını yüzüne vurarak hitap ettiği
gösteriliyor ki babaya iyilik ve ihsan bir dinî görev olduğu halde
İbrahim
aleyhisselâm gibi bir büyük peygamberin babasına böyle eza ve cefa
edici bir
seslenişi caiz görmiyeceği açıktır. Şu halde bu iki engelleyici karine
gösterir
ki Âzer, İbrahim'in gerçek manasıyla babası değildir" diyorlar. Fakat
bunlar Kur'ân'n zahirine karşı zorlama ve taassubdur. Zira Hz.
Peygamber'in
nesebine asla sifah (ahmak, cahil, müsrif) karışmamış, hepsi nikahtan
gelmiş
olduğunda tereddüt yoksa da "secde edenler arasında dolaşmanı da
(görüyor)" âyetinde sulbî hareketler mânâsı kesin olmadığı gibi, Hz.
İbrahim'in tutumu da "Eğer anne ve baban seni, bilmediğin bir şeyi bana
ortak koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme, dünya işlerinde onlara
gayet iyi
davran" (Lokman, 31/15) mefhumundan haric değildir. Sonra tarih
kitaplarında meşhur olan Târah isminin kaynağı nihayet yahudi ve
hıristiyan
haberlerine, bu da Tevrat'a dayanmış olabilir. Bu ise Kur'ân'ın Âzer
şeklindeki
haberine karşı koyabilecek bir kuvveti hâiz değildir. Onlar Kur'ân
üzerine
değil, Kur'ân onlar üzerine koruyucu ve gözcüdür.
İbnü
Cerir
tefsirinde açıklandığı üzere Muhammed b. İshak demiştir ki: "Âzer, Hz.
İbrahim'in babasıdır. Ve Kûfe civarında Kûsâ kasabası ahalisinden bir
adam
olduğu bize zikredilen haberler cümlesindendir." Ebu Hayyân tefsirinde
de,
"marangoz, müneccim (astrolog) ve mühendis olduğunu ve Nemrud'un da
yıldızlara ve geometriye merakı olduğundan, onun yanında ilgi ve
alakaya mazhar
olduğunu zikretmişlerdir. Ve Kûfe civarında Kûsâ denilen bir kasabadan
idi,
Mücahid böyle demiştir. Ve Hz. İbrahim de bu kasabada doğdu, denilmiş.
Bundan
başka Âzer'in Harran halkından olduğu da söylenmiştir" diye
nakletmiştir.
"Mu'cemü'l-Büldân"da Kûsâ üç yerdedir. Babil toprağında, Irak
civarında, Mekke'de. Irak Kûsâ'sı ikidir: Kûsettarîk, Küserrubâ,
İbrahim
Aleyhisselâm'ın kabri ve doğumu buradadır. Ve bunların ikisi de Bâbil
toprağındadır. Hz. İbrahim burada ateşe atılmıştır.
Şimdi,
mevcut ve
hayal edilen herhangi bir şeyin hayalini temsil eden, yapılmış cansız
putların
önünde insanlığı aşağılayan puta tapıcıların açık sapıklığı
hatırlatıldıktan
sonra, buna sebep olan ve heykele tapanlar denilen yıldıza tapmaların
da nazarî
sapıklıklarını göstermek ve bir beşer olan Hz. İbrahim'in
Allah'ın
lutfuyla
bütün göklerin ve yerin hükümranlığına ulaşmasını ve bilgi sahibi
olmasını, bu
sayede insanlığı Allah'dan başkasına esir ve mahkum olma kaydından
kurtarmakla,
insanlığın yüzünü doğrudan doğruya ve yalnız Allah'a yöneltmek için
Allah'ı
birlemeyi ve Hanifliği nasıl ispat ettiğini ve anlattığını açıklamak
için
buyuruluyor ki:
75-
Ve işte böyle
açık
bir gösterişle biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu
gösteriyorduk.
Yıldızları, Ay ve Güneş'i ile gökleri ve yeri gözüne gösterdikten
başka,
tümüyle bütün âlemin bir mülk, bir saltanata tabi olan bir memleket
olduğunu ve
bu memleketi zabt ve idare eden rablık sırlarını ve hükümranlık
saltanatını
kalbine bildiriyorduk. Bütün bunlar yerde bir cismanî beşer olan
İbrahim'in
ruhunda şekilleniyor ve tahakkuk ediyordu. İbrahim görüyordu ki yer ve
zamanıyla bütün bu âlemleri toplayıp İbrahim'in nefsine indiren,
maddeleri ve
maneviyatıyla ona bağlayıp hepsini birden idare ve tedbir eden rabbani
kudret,
hepsinin sahibi ve hâkimi bulunan, ortak ve benzeri olmayan bir tek
kudretten
ibarettir. Ve İbrahim, ona gökteki yıldızlardan daha uzak değildir.
Yıldızların
gökte birer yerleri, mevkileri varsa, yerdeki İbrahim'in, hepsinin
üstünde bir
şerefi vardır. Böyle bir şerefi taşıyan bir mahlukun ve onun kavminin
ve
hemcinsinin, o hakiki malik gerisinde herhangi bir mahluka kul, köle
olup
alçalması pek büyük bir sapıklık, pek tehlikeli bir küfür, bir
nankörlüktür.
İşte İbrahim'e bu hükümranlığı gösteriyorduk ki öyle desin, ve tam
inananlardan
olsun.
76-Şu
halde İbrahim
ne zaman ki gece, karanlığıyla başına çöküp ortalığı örttü, o zaman bir
yıldız,
gezegenlerden bir yıldız görerek bu benim Rabbim ha! dedi. Evvela bir
yıldızın,
bir insanı terbiye edebileceğini uzak görerek etrafındakilere bir tariz
yaptı.
Çok geçmeden o yıldız geçip batınca, ben, batanları sevmem dedi.
Bununla
ilâhlık ve kullukta sevginin en mühim esas olduğunu, fakat haraket etme
ve
batmanın tesir delili değil, yaratılmışlık, etkilenme, mahkum olma,
sonradan
yaratılmışlık ve yok olma delili olduğunu ve bundan dolayı, batanın
tanrı
olamayacağını ve batana sevgi göstermenin sonu boşa çıkacak bir
sapıklık olduğunu
ve Rabb'ın bunda etkili ve bunu hareket ettirici olan ve zevalden uzak
bulunan
bir yaratıcı kudret olması gerektiğini anlattığı gibi, özellikle batma
ve
doğmaya dikkat nazarını çekmekle yıldızların batmalarından dolayı
onların
yerine putları koyanların sapıklıklarını, ve çelişkilerini de gösterdi.
Zira
batmalarından dolayı asıllarının yeterli olmadığını teslim ettikleri
halde, o
batanların yapılmış heykellerine saygı göstermek ne büyük çelişkidir.
77-Bunun ardından
ne zamanki Ay'ı doğarken gördü, aynı mânâ ile bu benim rabbim ha! dedi.
Bu da
batınca hem rabbine olan imanını açıklayarak "bu benim rabbim"
sözlerinin benimseme olmayıp, hasmı susturma ve reddetme olduğunu
anlatmak, hem
de, her an Rabb'ına olan ihtiyacını itiraf etmek suretiyle hidayetini
nasip
ettiğine teşekkür etmek için dedi ki: Hiç şüphe yok Rabb'ım bana
hidayet
etmese, ben de muhakkak o sapıklar güruhundan olacaktım. Çünkü bütün
mesele,
ruh ve cismin, iç ve dışın birleştiği bir ân içinde ortaya çıkan bir
duygu ve
idrake dayanıyor. Bu, görüş ve gösteriş olmaz veya fâni olanı ebedî
zannetmek
gibi bir isabetsizlik oluverirse sapıklık muhakkaktır. Ve birden bire
Ay'ın
parlaklık ve çekiciliğine kapılıvermek de hayli zor. Şu halde doğru ve
isabetli
olan, akıl ve idraki veren Allah Teâlâ'nın bir anlık başarılı kılması
ve
hidayeti olmasa, karanlıktaki insanlık Ay'a da tapacak, yıldıza da
tapacak,
puta da tapacak.
78-Bundan sonra ne
zaman ki Güneş'i doğarken gördü. Ve üzerindeki gecenin karanlığı
tamamen açılıp
gündüzün sabahına erdi. Bu benim rabbım ha! Bu hepsinden büyük, dedi.
Ve daha
büyük bir tariz (taşlama) yaptı. Sonra bu da batınca, muhakkak ben,
sizin
Rabbime ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.
79- Ben hanif,
tertemiz bir Allah'ı birleyici olarak bütün varlığımla, yüzümü bütün
içeriğiyle
şu gökleri ve yeri yaratan yüksek ve kudsî zata döndürdüm. Ve ben,
müşriklerden
değilim, dedi. İlerdenberi müşriklere asla iştirak etmediğini
açıklayarak,
tevhide kesin inancını ilan etti ve Hanifliği de ispat ve takrir
eyledi.
80-81-82-
Kavmi de
kendisine karşı mücadele ve hafif görmek suretiyle delil yarışına
kalkıştılar,
üstün gelme fikrine düştüler. Cevap olarak İbrahim onların sözlü ve
fiilî
mücadele ve tehditlerini de hafife alarak ve sevgi açısından ve sonra
korku
açısından ilâh ve kul olmanın hükümlerini anlatarak tam üstünlüğünü
temin eden
şu delil ile dedi ki: "Allah beni doğru yola çıkarmışken, siz hâlâ
benimle
O'nun hakkında mı tartışıyorsunuz? BenO'na ortak tanıdığınız şeylerden
korkmam,
Rabbim dilemedikçe onlar bana birşey yapamaz, Rabb'imin ilmi herşeyi
kuşatmıştır, iyice bir düşünmez misiniz? Hem Allah'a eş
koştuklarınızdan nasıl
korkarım ben? Siz, hakkında Allah'ın bir delil indirmediği şeyi O'na
ortak
yapmaktan korkmazken! Şu halde iki taraftan hangisi güvenilmeye daha
layık?
Eğer biliyorsanız söyleyin. İman edip, inançlarına hiçbir haksızlık
karıştırmamış olanlar, işte onlar güvenlik içindedirler, doğru yolda
olanlar da
onlardır."
83-
Ve işte şu,
yani o görme ve kesin inanma ve bu hidayet ve delil, bizim büyüklük
delilimizdir. Biz bunu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Kendilerini
yıldızlardan
ve hatta yıldızların suret ve heykellerinden daha düşük bir mevkide
görerek,
insanlığı zelil eden kavmine karşı İbrahim'in, yıldızlardan, Ay ve
Güneş'ten,
gökler ve yerden daha yükseğe geçerek doğrudan doğruya "gökleri ve yeri
yaratan"a yönelecek ve Allah'tan başkasına boyun eğmeye tenezzül
etmeyecek
derecelerde yüksekliğini ispat ve üstünlüğünü temin eden bu delil,
İbrahim'in
kendisinin değil, büyük şan sahibi Allah'ındır. Biz büyük şan sahibi
olan
Allah
kimi dilersek
derecelerini yükseltiriz. Şu halde bu, İbrahim'e mahsus bir durum
değildir.
Allah'ın seçmesine mazhar olan büyük Allah dostlarının büyüklerinde
cereyan
eden bir sünnettir. Ey Muhammed, hiç şüphe yok senin Rabbin böyle bir
hikmet
sahibi, böyle bir bilendir.
84-88-Bak
İbrahim'e
daha ne verdik. Ona İshak ile Yakub'u da ihsan ettik. Hepsini hidayete
erdirdik, doğru yolda başarılı kıldık, emîn kıldık. Daha önce Nuh'a
hidayet
etmiştik. O da puta tapanlarla uğraştı ve onlara üstün geldi. Şu halde
İbrahim,
kendi hidayetinden başka hem büyük dedesinin, hem de çocuklarının
hidayete
ermesiyle de bahtiyar oldu. Ve neslinden Davud ve Süleyman'a da hidayet
ettik.
Bu kelimesindeki zamirin bahis konusu İbrahim olması bakımından ona
râci
olması, yani ilerde geleceği üzere ondört peygamberin İbrahim
Aleyhisselâm'ın
neslinden olması ortaya çıkıyor. Fakat Lut Aleyhisselâm, İbrahim'in
neslinden
değil, kardeşinin oğlu ve aynı şekilde Yunus Aleyhisselâm'ın da onun
neslinden
olmadığı ve ibâre (metin) de zamirin yakına dönüşümü de asıl kaide
gereği
olduğu için, bir çok tefsirciler bunu zikri yakın olan Nuh
Aleyhisselâm'a
göndermişlerdir. İbnü Abbas, "Gerçi bütün peygamberlerin içinde Hz.
İbrahim'e ne ana, ne baba tarafından doğum itibariyle katılmayanlar
vardır.
Nitekim Lut kardeşinin oğludur. Bununla beraber hepsi İbrahim'in
nesline
dayanır. Çünkü amca da babadan sayılır." demiştir ki, bu mânâ sözün
gelişine daha uygundur. Nuh'a gönderildiği takdirde bu yoruma ihtiyaç
kalmazsa
da, o zaman konunun sevki İbrahim'den Nuh'a değiştirilmiş olacaktır.
Bununla
beraber âyeti, cümlesine bağlamak da caizdir. O zaman bunlar, "onun
neslinden" kapsamında dahil olmaksızın Hz. İbrahim'e yardımcı olarak
bahşedilmiş olur. Ve gerçekte insanın kendi sulbünden gelen evladına da
"nesli" denilmez ve iki kardeş olan İsmail ve İshak karşılığı da bu
bağlamayı gerektirir. Dikkate şayandır ki bu âyetlerde onsekiz
peygamber
zikredilmiş ve bunların zikri bir güzel sınıflandırmaya tâbi tutularak
Hz.
İbrahim etrafında toplanmıştır. Hz. Nuh puta tapanlarla uğraşan ilk
peygamber,
İshak ve Yakub bütün İsrailoğulları peygamberlerinin aslı, bu arada
baba oğul
mülk ve saltanat ile seçkin, imtihan ve güzel sabır ile seçkin, iki
kardeş,
âciz bırakma kuvveti, heybet ve ezici güç, kitap ve özel şeriat ile
seçkin,
zühd ve ruhaniyet ve fedekârlıkta örnek olmuştur. İlyas, İdris
Aleyhisselâm
olduğu hakkında bir rivayet varsa da İsrailoğulları peygamberlerinden
olması
daha tercih edilir. Harun Aleyhisselâm soyundan olduğu nakledilmiş ve
"İlyas b. Yasin b. Firhas b. Azzar b. Harun" denilmiştir.
Hızır
olduğu da
söylenmiştir. Zira İsa ve Hızır gibi İlyas'ın da henüz hayatta olduğuna
dair
bazı eserler vardır. Ebu Hayyan tefsirinde der ki: "İlyas, İsa'ya yakın
olarak zikredilmiştir. Henüz ölmemiş olmakta ortaktırlar". İlyas'a
yahudiler
ve hıristiyanlar "İlya" derler. Yuhanna İncili'nin baş taraflarında,
"Yahudiler Oruşilim'den Yahya'ya 'sen kimsin?' diye soru sormak üzere
kahinler ile Levîliler gönderdikleri zaman onun şahitliği budur: yani
ikrar
edip inkâr etmeyerek: 'Ben Mesih değilim' diye ikrar etti ve ona: 'Öyle
ise
nesin, İlya mısın?' diye sorduklarında o da: 'değilim' dedi. 'Sen o
peygamber
misin?' dediklerinde: 'hayır' diye cevap verdi. 'Öyle ise Mesih yahut
İlya, ya
o peygamber olmadığın halde, niçin vaftiz ediyorsun?' dediler" diye
yazılmıştır ki İlya, İlyas; o peygamber de peygamberlerin sonuncusu
Muhammed
Aleyhisselâm'dır. İlya, Rafizîler tarafından "Ali" ismine de tatbik
edilmiştir. Hitabın Hz. Peygamber'e yönelmiş olması itibariyle
peygamberin
dedesi olan ve İshak ve Yakub zincirinin karşılığında bulunan Hz.
İsmail diğer
bir sınıfın başlangıcı olarak buraya bırakılmış ve teker teker
faziletleri
bakımından Elyesa, Yunus, Lut Aleyhisselâm da onunla beraber bir
sınıfta
sayılmıştır. Elyasa , Yuşa b. Nûn'dur, diyenler olmuşsa da Elyesa' b.
Ahtub b.
el-Acuz'dur, diye tashih ediliyor. (Bu kelime Hamze, Kisâî ve
Halefu'l-Âşir
kırâetlerinde lâm 'ın şeddesiyle şeklinde okunur).
89- İşte onlar,
kendilerine kitap, hüküm (hikmet ve hükümranlık) ve peygamberlik
verdiğimiz
kimseler, şu halde buna şunlar küfrederlerse, yani bu üçüne veya (kitap
ve
hükmü içine alması bakımından daha özet olmak üzere) Kureyş kâfirleri
hiç iman
etmezlerse hiç önemleri yoktur. Şüphesiz ki biz o kitap, hüküm ve
peygamberliğe
öyle bir kavmi vekil yapmışızdır ki, bunlar onu hiçbir zaman inkâr
etmezler.
Daima iman ve şükür ile sarılır, güven ve hidayete mazhar olurlar.
Mekke
kâfirlerine karşı Ensar ve Medine'lileri; arap kâfirlerine karşı diğer
kavimlerin müminleri; bütün kâfirlere karşı bütün Âdem oğullarından
peygamber,
sahabe, tâbiîn ve her mümin ve hatta melekler bu kavimdendir.
90- İşte ey
Muhammed! Bu anılan ve seçilip kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik
verilerek âlemlere üstün tutulmuş olan iyilik severler ve salihlerdir
ki Allah
kendilerini "işte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da
onlardır." âyeti delaletince hidayete erdirmiştir. Şu halde sen ancak
onların hidayetine uy. Geçmişten örnek olmak üzere bunların hepsinin
tuttukları
iman tevhidi, doğruluk, dine bağlılık, fazilet ve cömertlik, kitap,
hikmet,
peygamberlik, özetle hidayet yolunu tut, başkalarına bakma! Bu
kelimesinin
sonundaki sakin he zamir değil, hâ-i sekit (sekte hâsı)dır. Yani vakıf
halinde
dal 'ın harekesini muhafaza eden mücerred bir harftir. Bunun için sâkin
(harekesiz) okunur. Ve Hamze, Kisâî, Yakub, Halefü'l- Âşir
kırâetlerinde vasıl
hâlinde hazfedilir, okunmaz. Ancak İbnü Âmir kırâetinde "hüdâ"
kelimesine râci zamirdir. Vasıl halinde esre ile veya med ile okunur.
Ve
işte İbrahim
kıssasını anmanın hikmet ve gayesi budur. Bunlara uyup yüzünü ancak
Allah'a tut
ve hiçbir şeyden korkmayarak ve başkasından hiçbir şey beklemiyerek
Allah'ın
hükümlerini tebliğ et. Onlar gibi sen de, De ki: Ben, bu iş, bu tebliğ
karşılığında sizden bir ücret, bir karşılık istemem, o Kur'ân başka bir
şey değil,
bütün akıl sahibi âlemlerine Allah tarafından bir hatırlatma ve
uyarıdır. Bu
bir ferde, bir sınıfa veya bir kavme mahsus değildir. Allah için
herkese,
muhtaç ve sorumlu oldukları şeyleri hatırlatmaktır, genel bir
rahmettir.
91- Allah'ı
hakkıyle
takdir etmediler, celâl ve cemâl sıfatlarını layıkıyla tanımadılar. Her
şeye
gücünün yettiğine, rahmân ve rahîm olduğuna iman etmediler, nimet ve
rahmetinin
kadrini bilmediler, hukukuna riayet, ilâhlık şanına hürmet etmediler,
hasılı
takdirsizlik ve nankörlük yaptılar. Çünkü, Allah insanlara hiçbir şey
inzal
etmedi, dediler. Böyle demekle yalnız insanlık hakkında bir
takdirsizlik değil,
Allah hakkında takdirsizlik ettiler, insanlara Allah'ın en büyük rahmet
ve
nimeti olan vahyi, peygamber göndermeyi mutlak bir şekilde inkâr etmek
küstahlığında bulundular, Sâbîliğe saptılar ve öyle bir şekilde
saptılar ki
hissedileni ve makûl olanı tanımayan sofestaîlerin ve beşeri ilâh
tanımak
istiyenlerin: "Allah, biz insanların işine karışmaz" dedikleri gibi,
Allah'ın beşere indirdiği hiçbir şey yokmuş veya beşerde her ne varsa
Allah'tan
başkası tarafından veya beşerin kendisinden imiş gibi söz ettiler.
Şüphe yok ki
bu gibi çirkin söz söylemeye cür'et etmek bir nankörlük huyundan, bu da
nankörlüğün kötülüğünü ve Allah'ın büyüklük ve kudretini takdir
edememekten
ileri gelen, çirkin bir cahillik ve ahlâksızlıktır. Allah dediği zaman
ne
dediğini bilmeyen, bu büyük ismin ne kadar sonsuz bir kudret ve kemal
ifade
ettiğini gereği gibi düşünmeyenlerdir ki böyle cüretlerde bulunurlar.
"Allah, beşere bir şey indirmedi" sözü, bir müşrik sözü olduğu ve
yukardan beri anlaşılageldiği üzere Mekke müşriklerinin de bu fikirde
bulunduğu
açıktır. Fakat bunu Medine'de yahudilerin hahambaşılarından Mâlik b.
Sayf'ın
söylemiş olmasıdır ki bu âyetin inmesine sebep olmuştur. Şöyle ki:
Mâlik
b. Sayf, iri
ve şişman bir adammış. Resulullah'ın yanına gelmiş, konuşurken
Resulullah
kendisine: "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah'a and vererek soruyorum,
'Allah
şişman bilgine buğzeder' diye Tevrat'ta buluyorsun değil mi? Halbuki
sen şişman
bilginsin, Yahudilerin yedirdiği şeylerden şişmanlamışsın" buyurmuş.
Orada
bulunanlar gülmüşler, Malik b. Sayf kızmış, Hz. Ömer'e dönüp: "Allah
hiçbir beşere bir şey indirmemiştir" demiş, Muhammed Aleyhisselâm'ın
peygamberliğini inkârda mubâlâğa etmek için, öfkesinden müşrikler gibi
hepsini
inkâr edivermiş. Sonra bu sözünden dolayı yahudiler tutmuşlar kendisini
başkanlıktan indirip yerine Kâb b. Eşref'i geçirmişler. Bu âyetin,
nüzul
sebebinde meşhur olan çoğunluk görüşü budur. Bundan dolayıdır ki
sûrenin
başında açıklandığı üzere bu âyet, bu sûrenin Medine'de sonradan inmiş
olan
birkaç âyeti cümlesinden olduğu rivayet edilmiştir. Gerçekte yukardan
beri
sözün geliş şekli, müşriklere karşı olduğu halde, burada yahudi de
ilave
edilerek buyuruluyor ki:
Öyle
diyen
takdirsizlere karşı de ki: Musa'nın insanlar için bir nur olarak, bir
hidayet
olarak getirdiği kitabı (yani Tevrât'ı) kim inzal etti? O nur ve
hidayet ki siz
onu kırtaslar yapıyorsunuz, aydınlanıp amel edecek yerde parça parça
kağıtlara
koyuyor, kuru evrak haline getiriyorsunuz, bunları meydana çıkarıp
gösteri
yapıyor ve bir çoğunu gizliyorsunuz. Yani gizliyor ve bozuyorsunuz,
meydana
koyduklarınızla da amel etmiyor, kalbinize koymuyorsunuz. Fakat İbnü
Kesir ve
Ebu Amr kırâetlerinde gâib (üçüncü şahıs) kipiyle okunur ki, "onu
kağıtlar
yapıyorlar, istediklerini meydana çıkarıp, bir çoğunu gizliyorlar"
demektir. Bunda yahudilerden hitap (ikinci şahıs) ile değil, gıyab
(üçüncü şahıs)
ile tâbir buyurulmuştur. Eğer öbür kırâet olmasaydı, bu âyetin de
Mekke'de ve
müşrikler sebebiyle inmiş olduğuna hükmedilebilirdi. Ancak bu şekilde
Tevrat'ın
inzalinin ve yahudilerin durumlarının müşriklere karşı nasıl bir
çelişki
maddesi olarak söylenilebileceği sorusu vârid olurdu. Fakat bunun da
sebebi yok
değildir. Çünkü Mekke müşriklerine göre de Musa'ya Tevrat'ın inişi ve
yahudilerin durumu, herkesçe bilinmekteydi. Onun için "Eğer bize kitap
indirilseydi, biz onlardan daha doğru yolda olurduk." diyorlardı. Şu
halde
bu iki kırâetin toplamı bize, şunu ifade eder ki, âyetin inmesinde hem
yahudilerin, hem müşriklerin sebep olmaları vardır. Her ikisi de
Muhammed
Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkâr için "Allah hiçbir beşere bir şey
indirmedi" demişlerdir. Fakat esas nüzul sebebi yahudinin söylemesi
olmuş
ve sözlerinin çelişki maddesi önce Tevrat ve takdirsizliklerinin misali
de ona
karşı aldıkları vaziyet ile gösterilmiştir Bundan başka daha genel
olmak ve
Kur'ân'a da temas etmek üzere buyuruluyor ki:
Bir
de size, ne
kendinizin, ne atalarınızın bilmediğiniz ilimler öğretildi. Şu halde,
bunları
size indiren, öğreten hakiki öğretici kim? Ey Muhammed, o takdirsizler
buna ne
derlerse desinler, sen Allah'dır, de. Sonra onları bırak, daldıkları
bâtıl
içinde oynaya dursunlar.
92- Bu Kur'ân da,
bizim indirdiğimiz öyle bir kitaptır ki, mübarektir. Feyzi, cihanı
tutacaktır.
Önündekini tasdik edici, teyid edici ve iyiyi kötüden ayırıcıdır.
Ondaki nûr ve
hidayet bunun tasdikinden geçerek artacak, kuvvetlenecek ve
gelişecektir. Biz
onu bunun için (yani âlemleri hatırlatmak, bereket ve tasdik için) ve
bir de
Ümmü'l-Kurâ'y (şehirlerin anasın)ı ve bütün çevresindeki kimseleri
uyarasın
diye indirdik. Ve ahirete iman eden, sonlarını kurtarmak isteyenlerdir
ki buna
iman ederler, ve bunlar namazları üzerinde koruyucu kesilirler. Bütün
şehirlerin anası, merkezi demek olan (Ümmü'l-kurâ) Mekke'nin bir
ismidir ki
cihanın merkezi, bütün yaratılmışların kıblesi demek gibidir. Uyarma,
Mekke'nin
kendisine değil, halkına olacağı bilindiğinden mânâ, mecaz veya mecaz
isnadı
suretiyle "Ümmü'l-kurâ halkı" demektir. da buna karinedir. Şüphe yok
ki "Mekke" denilmeyip de "Ümmü'l-kurâ" denilmesi, Mekke'yi
âlemdeki bütün şehirlerin bir mutlak merkezi gibi düşündürmek içindir.
Ve
bundan dolayı de, merkez ve çevre karşılığıyla bütün yer çevresinde
bulunanların hepsi demek olur. Bununla beraber "Ümmü'l-kurâ"
merkezlik mânâsı dikkat nazarına alınmaksızın "Mekke" demek gibi
düşünülürse, 'dan Mekke çevresi, Mekke civarı, bundan da nihayet Arap
Yarımadası
düşünülür. Bu ihtimale göre Kur'ân'ın nüzul hikmeti yalnızca Mekke ve
Arap
Yarımadası halkının uyarılmasına mahsusmuş gibi bir kuruntu akla
gelebileceğinden "Mekke ve etrafını uyarman için" buyurulmadığı gibi,
"Ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" de buyurulmayıp atıf vâvı ile
"ve Ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" buyurulmuş ve bununla
Kur'ân'ın nüzulünün, Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğinin yalnız
Arap
milletini uyarma hikmetine mahsus olmadığı ve bir âyet yukarısındaki "O
Kur'ân, âlemler için ancak bir uyarmadır" mânâsıyla, bereketlerinin
kapsamının genişliğinden gaflet etmemek gerektiği ve özellikle "Ey
Muhammed! Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik" (Sebe', 34/28) âyetinin kapsamı anlatılmıştır. Fakat
gariptir
ki bütün bunlara karşı yahudilerden bir grup, bu "ve Ümmü'l-kurâ ve
etrafını uyarman için" âyet-i kerimesinden Hz.Muhammed (s.a.v)in yalnız
Araplara gönderilmiş bir peygamber olduğunu delil getirmeye
kalkışmışlar, yani
onun peygamberliğini itiraf etmekle beraber her millete değil, Araplara
mahsus
bir peygamber olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Bunlar yahudilerden
"İseviyye mezhebi" adıyla anılırlar ki, bugün aydın geçinen
avrupalılardan bir kısmının Arap olmayan müslümanlar arasında bu yahudi
fırkasının
mezhebini ve politikasını yaymaya çalıştıklarını görüyoruz. Beşerde
vuku bulmuş
bir iş olan peygamberliği inkâr etmenin, Allah'ı gereği gibi takdir
etmemekten
doğan bir cüret, bir nankörlük ve herhangi bir peygamberin
peygamberliğini ve
herhangi bir kitabın inmesini kabul ettikten sonra bütün peygamberleri
ve
kitapları tasdik ve teyid eden ve onlardan daha açık ve daha feyizli
olarak
indirilmiş bulunan mübarek Kur'ân'ı ve Muhammed Aleyhisselâm'ın
nebîliğini
inkâr etmenin ise bundan başka açık bir çelişki olduğu anlatılmakla
peygamberlik işi tespit ve teyid ediliyor. Ve peygamberlik meselesinin
Allah'ın
sıfatları meselesinin bir dalı olduğunu, irfan ve ahlâk, sorumluluk
duygusu ve
âkıbet endişesi ile ilgisini tesbit ettikten sonra, Allah'a yalan isnad
eden,
yalan yere peygamberlik iddia eden veya Allah'a, Peygamber'e rekabet
etmeye
kalkışan iftiracılar, yalancılar, sahtekârlar ve haddini bilmezler
hakkında
korkutma ve uyarma olarak da şöyle buyuruluyor :
93-94-
Ve kimdir
o
kimseden daha zalim ki, Allah'a yalan iftira etmiştir. Mesela yalancı
Müseyleme
(Müseylemetû'l-kezzab) ve Esved Ansî gibi, "Allah beni peygamber
gönderdi" diye yalandan peygamberlik iddia etmeye veya Amr b. Luhay ve
benzerleri gibi kendi kendine din uydurmaya, hükümler koymaya kalkışmış
veya
herhangi bir şekilde Allah'a karşı yalan uydurmuş, Allah'a ilgisi caiz
ve layık
olmayan bir şey isnat etmiş, veya kendisine hiçbir şey
vahyedilmemişken, bana
vahyedildi, demiştir. Özetle ya herhangi bir şekilde bir yalan iftira
etmiş
veya özellikle vahy iddiasıyla iftira etmiştir. Diğer bir mânâ ile:
"Bana
vahyolundu, ona hiçbir şey vahyolunmadı" demiş, kendine vahiy iddia
etmiş
ve Peygamber'e vahyi inkâr etmiştir. Yalanın iki büyük çeşidini
toplamış, yoğa
var, vara yok diye kat kat büyük bir yalan söylemiş demek olur. Ve o
kimseden
ki, Allah'ın indirdiği âyetler gibi ben de indireceğim, demiştir. Allah
ile
rekabete, Kur'ân'ın benzerini yazmaya, Peygamber'le boy ölçüşmeye
kalkışmıştı.
Nitekim Tâif'li Nadr b. Haris ve yardakları, "Eğer istesek bunun
(Kur'ân'ın)
aynısını biz de söyleriz" (Enfâl, 8/31) demişler, "Ekin ekenlere,
ekmek yapanlara, pişiriş pişirenlere, lokma edenlere kasem olsun" diye
saçmalar söylemişlerdir. Ve işte şu zikrolunan misaller bu âyetin
nüzulüne
sebep olmuşlardır ki, bunların bazısı Mekke'de, bazısı Medine'de vaki
olmuş
bulunduğundan bu âyetin de Mekke olaylarına da işaret ederek Medine'de
indiği
rivayet edilmiştir.
Ey
muhatap sen bir
görsen bütün bu zalimlerin gamerât-ı mevte düştükleri, ölümün
pençelerine geçip
şiddetten şiddete atıldıkları, ve melekler ellerini uzatarak, haydi
bakalım
canlarınızı çıkarın, yahut kendinizi kurtarın. Bugün siz hakaret ve
zillet
azabıyla cezalanacaksınız, çünkü Allah'a karşı doğru olmayanı
söylüyordunuz, ve
ayetlerine karşı kibirleniyordunuz. Gururunuza yediremiyor, onlara
imandan,
düşünmeden kaçınıyordunuz, ve gördünüz ya ey zalimler bugün, bize ilk
defa sizi
yarattığımız gibi teker teker, yalnız başınıza geldiniz, ve size
verdiğimiz
şeylerin hepsini arkanızda bıraktınız. O şefaatçilerinizi de sizinle
beraber
görmüyoruz. Onları ki siz, kendinizde ortakdırlar diye sanmıştınız.
Varlığınız
üzerinde bunların ilâhlık hissesine sahip birtakım ortaklar olduklarını
ve
Allah'a karşı size şefaat edeceklerini sanıyordunuz. Artık aranızda
ebedî
kesilme vâki oldu. Nâfi', Hafs, Kisâi, Ebu Ca'fer'den başkasının
kırâetinde
nûn'un ötresiyle okunduğuna göre, artık aranız sonsuza dek açıldı,
bütün
ilişkiler kesildi, tarumar oldu, ve zannettiğiniz o hayaller, o
kuruntular
sizden kaybolup gitti, diye tarafımızdan hitap tebliğ edildiği zaman
görsen!..
Neler olacaktır neler!...
Bunları
gözönüne
getirmeli de Allah'a karşı haksızlıkta, takdirsizlikte bulunmamalıdır.
Gerçekte:
95-
Kelimesi İbnü
Kesir, Ebu Amr, Yakub'dan Ravh kırâetlerinde ism-i fâil sîgasıyla
şeklinde
okunur.
Allah,
taneleri ve
çekirdekleri yarandır. Ölüden diri çıkarır, ve diriden ölü çıkarandır,
işte
Allah budur. Böyle bütün tabiatlar üzerinde hâkim olur yaratıcı ve
yoktan var
edicidir.
FALK
, yarmak,
çatlatmaktır. HABB "habbe"nin; NEVÂ da çekirdek demek olan
"nevât" ın çoğulu yerinde cins ismidir. Habb, tane, ot tohumlarına;
nevât, çekirdek de ağaç tohumlarına delalet eder. Bununla beraber ot ve
ağaç
ikisi de bitkisel olduğundan, nevâtı tanenin içindeki bitkisel maya
gibi
düşünmek mânâ bakımından daha uygun olacaktır ki, bir tanenin içindeki
öz, bu maya,
bir hurma veya üzüm tanesinin içindeki çekirdek gibidir. Buna nevât
kelimesinin
küçültülmüşü olarak "nüveyye" de denilir ki Fransızların
"nuvoyya" deyimi bundan alınmış görünür. Bakınız bir tane, bir
çekirdek bir yere düşer, bir müddet geçirince Allah o tane, o çekirdek
içinden
bir hareket, bir basınç, bir filizlenme meydana getirir, onu altından,
üstünden
yarar, çatlatır; sükûn halini, hareket haline; bitişme halini, ayrılma
haline
çevirir, Üstteki çatlaktan bir çenekli veya iki çenekliler olarak
havaya
yükselen ağaç, altındaki çatlaktan toprağa geçen ve saçak denilen ağaç
çıkar ve
o tane, o çekirdek, önce böyle biri yukarı yükselen, biri aşağıya inen
iki
çeşit tabiatta bulunan iki ağacın bitişme sebebi olur. Parmakla
eziliverecek
kadar ince ve yumuşak olan o saçaklar, sert çuvaldızların, sivri
bıçakların
nüfuz edemeyeceği derecede sert olan yerleri ve bazı zaman kaskatı
taşları bile
çatlatır, aralarına girer ve sonra bir bitki, bir ağaç üzerinde o kadar
şaşırtıcı ve mükemmel bir şekilde çeşitli tabiatlar kazanır ve bu
çeşitli
tabiatların hepsi öyle bir ahenk ve nizam ile işler, çalışır ki
acaiblik ve
inceliklerinin açıklama ve izahı tükenmez. Bir tabiattan yarılıp çıkan
kabuk,
ağaç, öz, damar, kök, gövde, dallar, yapraklar, çiçekler, ışıklar bu
çeşitli tabiatların
her biri bütün tabiat kuvvetleri üzerinde hüküm ve tesir icra eden ve
sanat ve
güç açıklayan yaratıcı kudretin aciz bırakan delillerinden olan birer
âlemdirler. Bunları daha geniş bir zevk ile seyretmek istiyenler
bitkilerin
anatomisini, dokularını, uzvî maksatlarını incelesinler ve mutalaa
etsinler.
Sonra çatlaktan çatlağa, fıtrattan fıtrata geçen, sıfatları,
özellikleri,
renkleri, şekilleri, tadları, tabiatları çeşitli olan bu farklı
cisimlerin
ortak mesaîlerinden aslî gaye olan meyve doğar. Bir tane veya bir
çekirdek
yerine kat kat kutular, kaplar içinde yüzlercesi meydana gelir. Ve her
biri
olgunlaşınca yeni bir âlem olmak için bittiği yerden kopar, topraklara
katılmak
üzere yere atılır. Çıkış yeri bir ve tabiatın, yıldızların,
mevsimlerin, unsurların
tesirleri, şartları eşit olduğu halde bir taneden, bir çekirdekten bu
kadar
çeşitli cisimler ve tabiatların çatlayıp çıkması, tabiatların ve
unsurların
değil, hikmet sahibi merhametli, güçlü ve dilediğini yapan, varlığı
kendinden
olan Allah'ın takdir ve tedbirinin eseri olduğunda şüphe yoktur.
Toprakta
çekirdekten bunları bitirip çıkaran yaratıcı kudret ne ise, yine
toprakta
bunlardan çekirdeği bitiren yaratıcı kudret de odur. Gerek taneyi,
çekirdeği
yararak bitki ve ağaçlar çıkarmak ve gerek bir yarılmadan tane,
çekirdek
yaratmak, her iki mânâsıyla "taneyi ve çekirdeği yaran" O'dur. Şu
halde doğrudan doğruya topraktan tane ve çekirdeği yaratıp çıkaran da
O'dur. O,
böyle ölüden diri çıkarır. Diriden ölüyü çıkaran da O'dur. Ve bu mânâ
hayvanlarda
daha derin ve daha büyük şümûl ve güzellik ile açıktır. İşte Allah bu
yarma ve
fıtratı yapan, ölüden diri ve diriden ölü çıkaran ve tabiatlar üzerinde
hakim
olan mutlak güçlü, dilediğini yapandır. Şu halde ondan nasıl çevrilir
de
başkasına taparsınız? Yahut O'ndan, O'nun hükmünün ve kudretinin
tesirinden
nerede kurtulacaksınız? Gerek hayatta olun, gerek ölümde; gerek
hayvanlara
karışın, gerek otlara; gerek yere geçin, gerek göğe çıkın; gerek
karanlıkta
bulunun gerek aydınlıkta; hasılı hiçbir halde, hiçbir noktada onun
elinden
kurtulamazsınız.
96-Zira
sabahı
çatlatan; karanlıkları yarıp sabah yapan, aydınlığı aksettirip tan
attıran
O'dur. O geceyi dinlenme yeri yapan; dinlenecek, istirahat edecek bir
sükûnet
okyanusu, Güneş ve Ay'ı da hesap yapmıştır. (Âsım, Hamze, Kîsâî ve
Halefü'l-Âşir'den başka imamlar okunur). Yokluk karanlığını yarıp tan
attırarak
yoğu var eden ve ufku, sabah ve güzellikle açıp vücuda, hayata
uyanıklık,
hareket ve faaliyet veren ve geceleyin bunları gizliyerek heyecanlarını
teskin
etmek ve yorgunlukları dinlendirmek için bir sükûn perdesi çeken yine
O'dur.
Gündüzün alameti olan Güneş ve gecenin alameti olan Ay bunların
yapıcısı ve
âmili değil, hesap vasıtalarıdır. Hepsi hesaplı yapılmıştır. Ve
insanlar
faaliyet ve sükûnlarının hesabını vermekle mükellef bulunduklarından,
Allah
Teâlâ miktarlarını ve sayılarını tayin ve tahsis ederek hesabı da
yaratmış,
Güneş ve Ay'ı bu hareket ve sükûnun hesabına birer alamet yapmıştır.
bütün
bunlar, bu çatlamalar, bu yapıcılar, bu hesaplar o aziz ve alîmin
takdiridir.
Ne hesapsız, takdirsiz, gelişi güzel, keyfe göre oluvermiş bir
tesadüftür, ne
de yaptığını bilmeyen kör bir tabiatın birbirini takip etmesidir. Böyle
bir
varlık ve yokluk, karanlık ve aydınlık, hareket ve sükûn gibi ikisi de
bir yere
gelmek ihtimali bulunmayan çeşitli ve çelişkili tabiatların her birine
birer
belli ölçüyü tahsis ederek birer sınır koyup, sonsuz ihtilaflarına
rağmen
hepsini bir telif ve terkib nizamı içinde kesin bir hesap ile yürütmek,
elbette
hiçbir tabiata boyun eğmeyen eşsiz bir üstünlüğün ve kudretin, gizli ve
açığı
gören, bilen, sonsuz bir güçlü ilmin sahibi olan bir aziz ve bilenin
açık eseri
ve güzel yapısıdır. Şu halde o yaratıcı ve var edici olan Allah yalnız
kâdir
(güçlü) değil, ortak ve benzeri yok bir üstün ve bilgindir de. Bunu
hesaba
almayıp da ondan yüz çevirmek ve onun izzeti altında ve ilminde bulunan
tabiat
veya hayata veya astronomiye ait güçlere bağlanıp tapmak ve sonra onun
hesabından kurtulmak nasıl mümkün olur? Halbuki:
97-
O hem öyle bir
Allah'tır ki, sizi yıldızlar için değil, yıldızları sizin için, yani
kara ve
denizin karanlıklarında bunlarla doğru yolu bulasınız, bunların
delaletiyle
hedefinizi, yönlerinizi ve kıblenizi, maddî manevî yolunuzu
doğrultasınız diye
yapmıştır. Şu halde bunlar size ilgileri bakımından üzerinizde hakim ve
idareci
birer mabud değil, menfaatlerinize hizmet veren birer hidayet fanûs
(cam kap)u
ve rahmet alametleridirler. Şüphe yok ki biz bilgi sahibi olanlar için
bu
âyetleri açıkladık. Birinci olarak gökteki yıldızlar gibi nokta nokta
ayırt
edilerek veciz bir şekilde çoklukla zikir ve beyan edilen bu âyetler
herkese
hidayet olmakla beraber öyle ilmî noktalardır ki bunlardan ilim ehli
olanlar,
bilmek şanından bulunanlar istifade ederler. İkinci olarak bunların
hilkat
kitabında, toprak ve denizde, yer ve gökte, bitkilerde ve hayvanlarda,
hava
boşluğu ve astronomide o kadar çok tafsilatı vardır ki, bunlardan
faydalanmak
da ilim ehli olanlara, ilmî kabiliyeti bulunanlara mahsustur. Bundan
dolayı
müslümanlar, bu prensipleri esas kabul ederek Botanik, Zooloji,
Aritmatik,
Astronomi, Meteoroloji, Gökbilim, Matematik ilimlerini öğrenmeye
çalışmalıdırlar. Hasılı bu Kur'ân âyetleri o kadar geniş bilimleri
içerirler ki
bunun açıklama ve tafsîlinde "De ki: Rabb'imin sözlerini yazmak için
deniz
mürekkeb olsa, bir aynı da ona ilave edilse Rabb'imin sözleri bitmeden,
denizler tükenirdi" (Kehf, 18/109) âyetinin hükmü geçerlidir.
98-
Yine o öyle bir
Allah'tır ki sizi başlangıçta bir nefisten yarattı. Bir candan, bir
Âdem'den
neş'et ettirdi, üretti. (Nisâ sûresinin başına bak.) sonra bir müstekar
(karar
yeri) ve müstevda (emanet yeri) var. Çeşit çeşit.
MÜSTEKARR
ve
MÜSTEVDA, istikrar (yerleşme) ve istîda (emanet bırakma) mânâsına mimli
masdar
veya yerleşme yeri veya emanet yeri mânâsına yer ismi olur. Yani
hepiniz bir
nefisten meydana gelmiş olduğunuz halde her birinizin bir istikrar
haliniz, bir
istîda haliniz var. Sırt omurgasından rahime, rahimden dünyaya,
dünyadan kabre,
kâh yerleşme, kâh emanet olarak bırakılma, iki nöbetleşen hâl
içindesiniz;
yahut kiminiz istikrar yeri, kiminiz istîda yeri, bazınız erkek,
bazınız dişi.
Yahut kiminizin yerleşme yeriniz, kiminizin emanet bırakma yeri var;
bazınız
döl sahibi, bazınız rahim sahibi; bazınızın karargâhı, evi, vatanı var,
bazınız
gurbette, yolculukta veya göçebe. (İbnü Kesir, Ebu Amr, Yakub'dan Ravh
kırâetlerinde kaf'ın esresiziyle ism-i fail olarak okunur ki bu şekilde
ism-i
mef'ûldur. İstikrar lazım olduğunda ism-i mef'ûl olamaz. Fakat istîdâ
iki
mef'ûlüne ta'diye eder ki birisi emanet bırakılan şey, diğeri de
kendine emanet
edilen şeydir. Ve bunun ikisine de "müstevda" denilir ve burada
birincisidir . Şu halde bu kırâete göre mânâ: Hepiniz bir nefisten
meydana
getirilmiş olduğunuz halde kiminiz yerleşmiş bulunuyor, istikrar
halinde;
kiminiz de henüz emanet halinde. Yani kiminiz henüz çıkış yeri olan
sulb (bel
omurgasın)dan ayrılmamış orada duruyor; kiminiz rahime tevdi edilmiş
doğmak
üzere bulunuyor. Diğer bir mânâ ile: Kiminiz, rahimde yerleşmiş;
kiminiz henüz
sulbde emanet bulunuyor. Yahut kiminiz bilfiil yaratılmış; kiminiz de
henüz
kuvve (his=duygu) halinde. Yahut kiminiz kararını bulmuş, erginlik ve
kemaline
ermiş, kiminiz de henüz velayet ve vesayet altında. Yahut kiminiz
yerleşmiş;
medeni veya ikamet eden; kiminiz yolcu veya gezegen nihayet bir kısmı
ölmüş,
bir kısmı dünyada. Hasılı kaynak bir, oluş çeşitli, yapıcı ve durumlar,
birbirini takib etme de ve değişim içinde hem birlik, hem halinde
değişik de
değişik! Şu halde normal bir bakış açısıyla bakıldığı zaman ilim ve
fenin en
büyük kanunu olan tabiatın muntazam bir şekilde birbirini takip etmesi
kaidesi
gereğince bu çeşitlenme ve değişmenin olamaması ve bu neş'etin
bulunamaması
gerekirdi. Eğer bu olaylar olmasaydı da mesele tabiat itibariyle teorik
olarak
düşünülseydi, bu meydana gelmelere mümkün olmayan bir çelişki gözüyle
bakılması
lazım gelirdi. Halbuki âleme göre bile, tek kaynaktan çok ürün ve
birbirine
uymayan şeyin meydana gelmesi olağan bir iştir. Ve olay, olaydır. Demek
ki
olayın sebebi, madde ve kaynağın tabiatı değil, yaratıcıdır. Maddeye ve
kaynağın tabiatına eklenen her hadisede yeni bir yaratma vardır. Yani
maddesiz
icat etme gibi zât ve yaratıcının sıfatından başka hiçbir şarta
dayanmayan bir
yolun icadı, bununla beraber bu icadı, geçmiş icada uydurarak ve
bağlayarak onu
büyüten ve artıran bir takdir ve bir güzel sanat vardır. Maddeyi kendi
tabiatında devam ettirmeyip de yarmak ve ona onda bulunmayan bir
çeşitlenme ve
değişim vererek tekden çok, uyandan uymayan ve uymayandan uyan
çıkararak birçok
dallar ve çeşitli şubeler meydana getirmekte de ilk maddeyi yoktan icat
etme
gibi madde ve maddenin tabiatı dışından gelen açık bir yaratma ve
tesir,
yaratıcının varlığına, ilim ve kudretine delalet eden bir güzel sanat
okunur
ki, bunun delalet çeşitleri tabiatın mânâsı olan istikrar ve birbirini
takip
etmenin zıddı olup, onu tamamen veya kısmen değiştiren yeniliklerin,
değişimlerin varlığıdır. Her istîdâ (emanet bırakma), her yenilik, her
sonradan
oluş, her ârız oluşlar, her değişim bir yaratma delili ve bunun için de
her
devamlılık, her birbirini takip etme, her uygunluk, her nizâm, bir
sanat
delili'dir. "Bir"in çok, değişkenin uygun olması bir çelişki olduğu
halde, "bir"den çok, uygundan değişken yapılması ancak yaratma ve
meydana getirme ile mümkün olur. Bazıları yoktan ebediyi yaratmayı
illet (sebep)
ve tezâyüf-i illiyet (sebebin daralması) kâidesine zıt zannederler.
Tabiate
göre bir de yoktan yaratmak, yokluğun sebebi mânâsına tefsir edilmesine
göre bu
zan doğrudur. Çünkü yokluğun sebebi, sebebin yokluğu demek olacağından,
bu
takdirde ne sebep kalır, ne de sebebin baki olması. Halbuki olaylar
için sebep
gereklidir. Tabiat, sebep farzedildiği zamanda da her başkalaşım ve
değişim
noktasının ebediliğe ve illetin daralması kanununa aykırı olduğu açık
bir
olaydır. Fakat yaratmada sebep, yaratıcı olmak üzere düşünüldüğü zaman,
ne
sebebin ebediliği, ne de sebenin daralması, hiçbiri diğerine zıt
olmamış olur.
Ve hatta yaratma anlayışıdır ki, bu kanunu tesbit ve teyit eder. Ancak
sebebin
daralması, sebep olunanın sebebe dayanması ve sebepten fazla bir kudret
ifade
edememesi mânâsına anlaşılmalı, sebep olunanın muhakkak sebebine
uygunluğu
mânâsına telâkki edilmemelidir. Zira illetlinin illetine uygunluğu da
mümkün
değildir. Bir okka, bir okkayı çekemez. Hakiki illeti malûlünün dengi
olamaz.
Bir fark ve üstünlüğü içermek gereklidir. Sebep illetlisine kendinden
bir şey
vermez, onda eserini yaratır. Yoksa sebep tükenir, sebebin ebedîliği
kalmaz. Ve
bunun için sebep, malûlün aslı değil, yaratıcı ve var edicisidir. Tohum
ve
ağaç, baba ve evlat, kökler ve dallar birbirinin sebep ve malûlü değil;
sebep
ve müsebbebi, yani oluş yolu ve emanet edilen yeridir. Bunların emanet
bırakılması ve devamlılıkları da beka ve sebebin daralmasının, yaratıcı
olan
Allah'ın varlığının ve tesirinin çeşitli delaletleridir. Kök ile dal
arasında
değişim ve farklılık ne kadar çok ve devamlılık ve birbirini takip etme
ne
kadar az olursa, orada tabiatın hükmü o kadar az ve yaratıcının tesiri
o ölçüde
çok görünür. Gerçi en az hareket ve sükûn gibi iki zıt mânâya
kabiliyetten uzak
olan sükûn ve mutlak istikrar içinde bulunan hiçbir madde yoktur. Ve
hatta
yalnız hareket bile tabiatın küllî (tümel) kanunu olan birbirini takip
etme ve
yeknesaklığa aykırı, yenilik ve değişim ifade eden bir zıtlık ve istida
(emanet
bırakma)dır. Fakat maddenin parçalarındaki bu başkalaşma ve değişim
çoğunlukla
gizli olduğu için, yalnız madde fikrine doğru inildikçe tabiatın hükmü
daha
açık ve madde ebedî ve devamlı gibi anlaşılır. Bununla beraber basit
maddelerde
değişme hissedildiği zaman da, basitlikleri sebebiyle, yaratmak mânâsı
daha
büyük bir açıklıkla görülür. Bu şekilde cansız maddeler ve madenler
üzerindeki
yaratma mânâsı bitkilere, hayvanlara doğru geçildikçe artan bir ölçüde
artar,
yaratmanın delilleri daha çok ortaya çıkar. İnsanlığın üremesi ve
insana mahsus
hayata gelince, insan ferdleri arasındaki durumların farklılığı
hepsinden çok
olduğu için, burada kudret ve yaratıcının sanatı, delilleri daha çok,
daha
geniş ve bununla beraber birleştirme ve açıklamanın çokluğundan doğan
tasavvur
ve içeriği daha problemdir. İşte "karar yeri ve emanet yeri", bütün
bu delilleri ve âyetlerin delalet şekillerini, bütün açıklık ve ilmî
ayıklamasıyla gösteren bir kanundur. Ve hiçbir filozof, hiçbir felsefe
"ıttırat (birbirini takip etme) ve teğâyür (birbirine uymama)"
korunma ve değişme, ebedîlik ve daralma kanununu bu kadar güzel ve bu
kadar
genişlik ve ayıklamasıyla özetleyememiştir. Şu halde burada önce insan
cinsinin
tek mânâsını içine alan Hz.Âdem'in yaratılış ve oluşunun durumu ile hiç
meşgul
olmadan her ailede, her kavim ve kabilede gördüğünüz vechile bir
asıldan, bir
ırktan birçok kimselerin devamlı olarak üremesi ve çoğalıp gittiklerini
ifade
eden üreme kanununun işaret ettiği çeşitlenme ve değişim çokluğu
kesinlikle
isbat eder ki, Allah Teâlâ yalnız menşe (kaynak)lerin yaratıcısı değil,
bütün
genişliğiyle her çeşit oluşumların da yaratıcısıdır. Görülüyor ki
"karar
yeri ve emanet yeri"nin analiz ve açıklaması o kadar yüksek ve derin
bir
hikmet düstûrudur ki, bununla öbür âyetlerin delalet vecihlerindeki en
ince bir
başlangıç, açıklama ve izah yapılmış bulunmuyor. Şu halde bunu anlamak,
diğer
âyetleri de açıklamak ve genişletmek demek olacağı ve bu da onlardan
daha
derin, daha ince bir ilmî uzmanlığı gerektireceği cihetle buyuruluyor
ki:
Biz
bu âyetleri
fıkıh ehli (anlayışlı) olan, nefsinde ince ve derin bir anlayışı
bulunan hikmet
sahibi kimseler için açıkladık. Yani açıklamadan istifade edebilmek
için sadece
ilim ehli olmak yeterli değil, kendini bilmiş olmak da şarttır.
Yukarılarda da
geçtiği üzere "fıkh" asıl lugatta bir şeyi sebep ve hikmetiyle
anlamak, ince anlayış ile anlamak mânâsınadır ki, bunda "nefsi
bilmek" mânâsı da yer almıştır. Bununla şuna işaret edilmiştir ki,
bundan
önceki âyetlerin ilmî açıklamasının şartlarından biri de, insanların
kendilerini
ve nefislerinin hallerini tanımalarıdır. Normal ilim ehli olanlar
kendilerini
bilmeyi hesaba katmadan herşeyi anlayıverdiklerini sanırlar. Halbuki
objektif
deliller, subjektif delillerle bilinir ve doğru karar ikisinin
uyuşmasıyle
verilir. Şu halde insanî gelişme ve subjektif hayat anlaşılıp
farkedilmedikçe
objektif gelişme hakkındaki ilim sağlam olmaz. İnsana has gelişme ise,
bitkisel
ve hayvansal gelişmeden daha derli toplu olduğu için kendini bilmek
daha zor ve
kendini unutmamak şartıyla objektif mütâlaa zor olduğundan ve "karar
yeri
ve emanet yeri"nin analizi bu açıklamayı da içine aldığından
birincisinde
"bilen bir kavim için" ile yetinildiği halde burada "derin
anlayışlı bir kavim için" buyurularak daha çok tahsis edilmiştir .Şu
halde
kendini bilmiyenler için ne kadar açıklama yapılsa boştur. Nefsini
bilenler
için de gerçekte mevcut olan açıklamayı anlamak için bu âyet en büyük
tetkik ve
tahlil anahtarıdır. Ve hatta böyle nefsini bilenler yine bu âyetteki
düstûrun
işaret ettiği etraflıca alâmetlerin kendisidirler. Bunun için ince
anlayışlılara bu derli toplu nokta hatırlatıldıktan sonra aynı düstur
içinde
"taneyi ve çekirdeği çatlatan" anlayışını açıklama ve seçim silsilesi
ve gelişmeyi açığa çıkarmak ve bu konuda unsurları bir etkin başlangıç
gibi düşünenleri
reddetmek için, en mühim hayatî esaslar olan ve bir zamanlar basit ve
ebedî
sanılan suyun inmesinden başlamak suretiyla bunun üzerinde tecelli eden
ve
insan toplumunun hayatının devamı ve saadetinin esaslarıyla ilgilenen
rahmet
âyetleri ve kudret delilleri gayet ilmî ve bununla beraber gayet hissî
bir
analiz ve sentez ile herkese gösterilerek şöyle buyurulmuştur:
99-
Ve yine O, öyle
bir Allah'tır ki, yüksekten bir su indirdi. Şimdi kudret ve rahmete
bakın ki,
biz büyük şân sahibi bir su indirdik de, bununla her şeyin bitkisini
çıkardık.
Tane ve çekirdeklerin, her türlü bitkinin insanlar ve hayvanlar gibi
bitki ile
gıdalanan veya madenler ve diğerleri gibi bitkilere gıda olarak onlara
dönüşecek ve aynîleşecek olan her şeyin bitkiselliğini, bitkisel
gücünü, yetişme
ve gelişme özelliğini fiile çıkardık. Ve bundan dolayı ondan (o
bitkiden veya o
şeyden) taze bir yeşillik, bir çim çıkardık. Bir yeşillik ki, ondan
birbirine
binmiş taneler çıkarırız. Buğday, arpa, çavdar gibi tahıl başakları
havadan
hücum edecek düşmanlara karşı harp nizamı almış, mızraklarını uzatmış
süvari
bölükleri gibi ne güzel birikmiştirler. Ve hurma ağacından,
tomurcuğundan da,
yakınlara sarkmış salkımlar olur. Ve daha türlü üzümlerden bağlar (yani
üzüm
bağları), ve zeytin ve nar, birbirine hem benzeyen, hem de benzemeyen.
(Bu
benzeyiş ve benzemeyiş kaydı, yukarda istikrar (yerleşme) ve istîda
(emanet
bırakma) ile ifade olunan birbirini takip etme ve zıtlaşma düstûrunun
mantık
nokta-i nazarından daha açık bir ifadesidir). Şimdi bunun bir meyve
verdiği
zamanki ham meyvesine bakın, bir de kemâle erişine. Arada ne büyük bir
fark
vardır ve bu farkta ne önemli bir terbiye feyzi, ne açık bir terakkî
feyzi!..
Her halde bunda iman edecek olanlar için (Allah'ın varlığına,
birliğine,
kudretine ilâhlık hikmetine delalet eden) bir çok âyetler vardır.
Suyun
inmesi,
bitkilerin, çimin çıkartılması, "indirdi", "çıkardık" diye
geçmiş zaman kipiyle (mazi siğasıyle) ifade edilmiş olduğu halde,
"birbirine binmiş taneler" kısmı "çıkarırız" diye gelecek
zaman kipiyle ve kelimesinin sıfatı olarak güç hâlinde gösterilmesi ve
tomurcuğun, salkımların bu minvâl üzere bunlara atfedilmesi dikkate
şâyândır.
Bununla Mekke'de bu âyetin indiği sırada İslâm dininin henüz o çim, o
tomurcuk
misalinde olduğuna, Kur'ân'ın gökden inen bir rahmet bulunduğuna
müminlerin
gelecekleri o cennetler ve olgunlaşmış meyveler gibi olacağına da
işaret
edilmiştir.
Fahreddin
Râzî der
ki: Burada önce hububat, sonra hurma, üzüm, zeytin, nar dört çeşit ağaç
zikredilmiş ve ekin (ziraat), ağaçlardan öne alınmıştır. Çünkü ekin
gıda,
ağaçların meyveleri yemiştir. Gıda ise yemişten öncedir. Sonra hurma,
diğer
yemişlerden öne alınmıştır. Zira hurma, Araba göre gıda yerindedir. Bir
de
filozoflar, hurma ağacıyla hayvan arasında bir çok hususta benzerlik
bulmuşlardır
ki, bu kadar benzerlik, diğer bitki türlerinde bulunmaz. Bu mânâya
işaret
olarak Peygamberimiz (s.a.v.) demiştir ki: "Halanız Nahle'ye (hurmaya)
ikram ediniz. Çünkü o Âdem'in tînetinin kalıtımından yaratıldı".
Hurmanın
arkasından da üzüm zikredilmiştir. Zira üzüm, meyve türlerinin en
şereflisidir.
İlk ortaya çıkan filizlerinden son haline kadar kendisinden
faydalanılır.
Filizinden ilk zamanlarda incecik yeşil iplikler çıkar ki ekşimtrak
lezzetli
bir tadı vardır. Ve bundan yemek yapmak da mümkün olur. (yaprağından
edilen
fayda da bilinmektedir) Sonra koruk çıkar ki, bu da gerek hastalara ve
gerek
sağlamlara hoş bir yiyecektir .Bundan ince zevk, safralılara faydalı
şuruplar
da yapılır. Yemeklere konacak ekşi de kaynatılır ki ekşili
kaynatılmışların en
lezzetlilerindendir. Tam üzüm olunca da yemişlerin en tatlısı, en
iştahlısıdır.
Yaş üzümü askıya asarak bir sene veya daha çok biriktirip saklamak da
mümkün
olabilir. Ve bu gerçekten biriktirilip saklanan yemişlerin en
tatlısıdır. Sonra
üzümden yenilecek dört şey yapılır: Kuru üzüm, pekmez, sirke, şarap. Bu
dört
şeyin faydalarını anlatmak ise ciltlerle kitaplara dayanır. Gerçi
şarabı şeriat
haram etmiştir. Bununla beraber Cenâb-ı Allah bunun hakkında "İnsanlar
için bazı faydalar vardır, ancak (içki ve kumarın) günahları
faydalarından çok
büyüktür" (Bakara, 2/219) buyurmuştur. Üzümün en güzel şeyi
çekirdeğidir.
Doktorlar bundan bir takım tertipler yaparlar ki zayıf ve nemli mideler
için
çok büyük faydaları olur. (Gerçekten zamanımız doktorları da üzüm
çekirdeklerinin
çiğneyip ezerek yemek, şartıyle faydalarının çok büyük olduğunu beyan
etmekte
bununla ittifak halindedirler) Hasılı üzüm "yemişlerin sultanı"
denmesine değer bir meyvedir. Aynı şekilde zeytinden de faydalanmak pek
çoktur,
tanesi yenir, yağının da yemek ve diğer hususlarda ne kadar büyük
faydası ve
çok kullanılır olduğu malûmdur. Nara gelince, nar gerçekten acaip bir
meyvedir.
Bu önce dört şeyden oluşmuş bir cisimdir. Kabuğu, zarları, çekirdeği,
suyu. İlk
üçü yani kabuğu, zarları, çekirdeği, soğuk, kuru, yoğun, tutucudur. Hem
bu
sıfatlarda çok kuvvetlidir. Suyu ise bunların zıddına olarak gayet
tatlı,
yumuşak ve yumuşaklığa çok yakın bir içecektir. Ve huyu, tabiatı
mutedil
olanlara çok uygundur. Zayıf mizaçlı olanları takviyesi vardır. Bir
yönden gıda
ve bir yönden de ilaçtır. Şu halde nar, düşünüldüğü zaman üç
kısımındaki tam
yoğunluk ve suyundaki yumuşaklık ve itidâl ile yaratıcı Teâlâ bunda iki
değişik
zıddı toplamış gibidir. Yani bunda "benzeyen ve benzemeyen"
mefhûmundaki uygunluk ve zıtlık kanununun açık bir örneği vardır.
100-Hasılı
herşeyin
gerek başlangıcında ve gerek gelişme süresinin her lahzasında hem ilim
ehline,
hem ince ve hikmetli anlayış ehline, hem bütün iman yeteneği olanlara
Allah
Teâlâ'nın ilâhlık eserleri, kudret ve tek oluşunun delilleri açık ve
doludur.
Böyle iken Allah'a cinleri türlü türlü ortaklar yaptılar. Cin genel adı
altında
bulunan, gözlerden gizli karanlık yaratıklara veya gözle görünmez,
tabiat ötesi
kuvvetlere ve rûhânî cevherlere ilâhlıktan veya rablıktan veya
yaratıcılıktan
pay vererek Allah'a denk veya daha aşağı ortak yaptılar. Kimi
meleklere, kimi
şeytan cinsine, kimi hepsine çeşitli adlarla taptılar veya zâtî kudret
ve tesir
isnat ettiler. Tefsircilerin beyanına göre buradaki "cin", melekleri
ve şeytanları da içine alan bir genel mânâda kullanılmıştır. İbnü Abbas
demiştir ki: "Cin kelimesi, istitar (gizlenme- örtünme) den türemiştir.
Melekler ve bütün rûhânîler de gözle görünmezler ve sanki gözlerden
gizli
gibidirler. Bu yorum iledir ki İblis de cinden sayılır. Meleklere ve
rûhânîlere
de cin denilmiştir". Yukarda putlar ve yıldızlar gibi hissedilen ve
fizikî
şeylerden ortak kabul edenlerin, puta tapanların, yıldızlara ve
heykellere
tapanların sapıklıkları beyan olunduktan sonra, burada da bunların
felsefî
kaynağı olan ruha tapanların sapıklıkları, yani melekler, şeytan, akıl,
nefis,
madde, kuvvet, tabiat gibi gizli ve fizik ötesi sebeplere bağlananların
ve
bunları "üç tanrı" ve "aracı" sayanların sapıklıkları beyan
olunmuştur. Bazı tefsircilerin açıklamasına göre bu âyet, "melekler,
Allah'ın kızlarıdır" diyenler dolayısıyla nâzil olmuş ve meleklere
"cin" denilmiştir. Meleklere Allah'ın kızları demek de cevherî
ortaklığı gerektiren doğurtma fikriyle Sâbie mezhebindekilerin
meleklere
tapmalarıyla ilgilidir. İbnü Abbas'dan bir rivayete göre de iş bu
"Allah'a
cinleri ortaklar yaptılar", Saffât sûresindeki
"Onlar,
Allah
ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular" (Saffât, 37/158) âyetinin
de
delaleti üzere, Allah ile şeytan arasında bir soy ilgisi gerektiren
karşıt iki
kardeş gibi sayarak, "Hayırların yaratıcısı Allah, şerrin yaratıcısı
şeytandır" diyen zındıklar hakkında nazil olmuştur ki, bu şekilde
birinci
olarak Mecusîlerin inancına ve ikinci olarak buna benzeyenlerle ilgili
olur.
Zira bütün Mecusîler, bu âlemdeki bütün tüm hayırlar nûrdan ve diğer
deyimle
tanrıdan, bütün şerler de zulmetten ve diğer deyimle Ehremen'dendir,
diye bir
ikiliğe kâni olduklarından genel mânâda "Seneviyye" adını
almışlardır. Ve esas itibariyle Zerdüşt'ün "Zend" hitabına nisbetini
ifade eden Farsçadaki "zendik" ve Arapçada "zındık" ve
bunun çoğulu olarak "zenâdıka" bütün Mecusîlerin lakabıdır. Bütün
Mecusî mezheplerinde anası ve kız kardeşi gibi mahremleri (kendileriyle
evlenilmesi dinen haram kılınanları) ile evlenmek helâl sayıldığı gibi,
yine Mecusîler
içinde haram ve helal hükümlerine inanmayan "Hurremdînîler" denilen
eski bir "İbâhiyye mezhebi" ve aynı şekilde bütün kadınlarda ve
mallarda, ot, su, mer'a gibi şeylerde ortaklığı kabul eden ve
"Mezdekiyye" denilen bir "İştirâkıyye mezhebi" de bulunduğu
üzere, zındık özellikle dinsiz ve inançsız mânâsına da âdet olmuş ise
de,
esasen zındıklar Zerdüşt'ün "Zendevasta" isimli eseri dolayısıyla
bütün Mecusîler demektir. Mecusîlerin, hissî bir görüş işaret eden nur
ve
zulmet isimleriyle ifade ettikleri bu ikilik inançları sûrenin başında
"karanlıkları ve aydınlığı var eden. Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine
başkalarını eşit sayıyorlar" yüksek sözü ile detaylı bir şekilde
kötülendiği gibi "Yezdan" ve Ehremen veya Hürmüz ve Ehremen diye
fizik ötesi ve manevi bir görüş ifade eden şirkleri de burada cin
denilmesiyle
kötülenmiş ve reddolunmuştur. Çünkü Ehremen İslâm'da İblis denilendir.
Ve
İblis, "Cinlerden olan İblis Rabbinin emrinden çıkmıştı" (Kehf,
18/50) âyeti delaletince cindendir. Gerçi tefsircilerin ve "el-Milel
ve'n-Nihal"de Şehristânî'nin beyanları üzere Mecusîlerin bu konuda bir
çok
ihtilafları vardır. İçlerinden biri hayır başlangıcı, biri şer
başlangıcı olan
iki esasın ikisinin de aynı derecede ezelî olduğunu kabul eden ve tam
mânâsıyla
Seneviyye olan Mânivviyye ve Mezdekiyye gibi mezhepler bulunduğu gibi,
bu iki
asla tam denk olmak üzere üçüncü bir asıl daha ekleyerek teslis (üçleme
inanış)i kabullenen Disaniyye ve Merkûniyye gibi mezhepler de vardır.
Ve
Mecusîlerin pek çoğu ve özellikle Kiyumresiyye, Zervaniyye,
Zerdüştiyye,
Meshiyye gibi asıl ve eski Mecusîler bu iki zıt aslı, varlığın vücûbu
ve kudret
açısından aynı derecede tutmadıkları ve çünkü Ehremen'in ezelî olmayıp
tesadüf
veya doğum veya yaratma veya mesh suretiyle sonradan olma olduğunu
söylemiş
bulundukları için, Mecusîlikle Hıristiyanlık arasında bir şirk dini
tutan
Maniviyye tarzında tam mânâsıyla Seneviyye değildirler. Fakat bütün
bunlarla
beraber yine hepsi ve hatta hayır başlangıcı olan nur ile şer
başlangıcı olan
zulmet veya Ehremen'in ikisinin de Allah Teâlâ'nın yaratma ve icadıyla
sonradan
olma olduklarına kâni olan Zerdüştîler de dahil olduğu halde, hepsi bu
âlemi
idare etmede Allah'a Ehremen'i ortak yapmakta, yani hayır Allah'tan ve
şer
İblistendir, davasında birliktirler ve bu mânâ ile genel olarak
Seneviyyedirler. Şehristânî der ki: "Bütün Mecusîler, hayır ve şerri,
fayda ve zararı, kurtuluş ve fesadı aralarında tamamen paylaşmış yani
birisi
yalnız hayır başlangıcı, biri de yalnız şer başlangıcı olan iki esası
kabullendiler, birine nur ve birine zulmet, Farsça olarak Yezdân ve
Ehremen adı
verdiler." Bu konuda bunların birçok mezhepleri varsa da, Mecusî
meselelerinin hepsi iki kâide üzerinde toplanır. Birincisi nurun zulmet
ile
anlaşma sebebi; ikincisi de nurun zulmetten kurtuluşu meselesidir.
Anlaşmayı
başlangıç, kurtuluşu son sayarlar. Bütün Mecusîler, bu şekilde, iki
esas ispat
ederler. Bununla beraber asıl Mecûsîler, bu iki aslın ikisinin de ezelî
ve
ebedî olması caiz olamayacağına, nûrun ezelî, zulmetin sonradan olma
olduğuna
kânidirler. Sonra da bunun "sonradan olma" hususunda ihtilâf ederler.
Aslı şer olan Zulmet veya Ehremen'in sonradan oluşu, Nûr ve Yezdan'dan
mı oldu?
Hayrın başlangıcı olan Nur veya Yezdan cüz'î bir şey meydana
getirmiyorsa,
nasıl olur da aslı şer olan Ehremen'i meydana çıkarır? Bunu o ortaya
çıkarmamışsa, kim çıkarabilir? Ortaya çıkarılmamış değilse terkip ve
anlaşma
nasıl mümkün olur? İşte bunlar Mecusîlerin çıkmaya ait noktalarıdır".
Kiyumresîlere göre, Nur, benim bir muhalifim olsa nasıl olur, diye bir
düşünmüş
ve huyu nûra uygun olmayan bu kötü fikirden zulmet hasıl olmuş ve buna
Ehremen
denilmiş. Ehremen, şer, fitne, fesat, zarar veren huylu olduğundan Nura
karşı
çıkıp tabiatı ve sözü ile ona muhalefet etmiş ve bundan dolayı Nurun
askeriyle
Zulmetin askeri arasında savaş olmuş, sonra melekler araya girmiş,
süfli âlem
Ehremen'in olmak üzere anlaşmışlar. Bu antlaşma, yedi bin sene sürecek,
sonra
Ehremen âlemi boşaltıp Nura teslim edecekmiş. Zervânilere göre de Nur,
önce
hepsi nurdan birtakım rûhânî şahısları keşfetmiş, fakat Zervan adındaki
en
büyük şahıs bir şeyde şüpheye düşmüş ve bu şüpheden Ehremen şeytan
meydana
gelmiş. Bazı Zervânîler de demişler ki, büyük Zervan, bir oğlu için
9999 sene
hüzünle inlemiş, olmamış; sonra "her halde bu âlem hiçbir şey değil"
diye kendinde bir fikir oluşmuş ve bundan dolayı o merakından Ehremen
ve bu
ilminden Hürmüz ikiz olarak doğmuş. Hürmüz, çıkış kapısına daha yakın
iken
Ehremen şeytan hile edip anasının karnını yarmış ve önce çıkıp dünyayı
zaptetmiş. Zerdüşt de bu iki aslın zıddı olup âlemin varlıklarının iki
başlangıcı olduğunu, bunların anlaşmasından bileşikler ve bu
bileşiklerden
çeşitli şekiller meydana geldiğini ve bununla beraber bu iki zıddın
ikisi de
Allah Teâlâ'nın yaratması ve meydana getirmesiyle oluştuğunu ve bu
karışım ve
bileşimin yaratıcısının Allah Teâlâ olduğunu ve bundan dolayı Allah'ın
tek
olup, zıddı, dengi ve zatında ortağı bulunmadığını söylemişse de aslı
şer olan
Ehremen'in zıddıyle beraber yaratılışını ve bunların karışımını tek
olan Allah
Teâlâ'ya nisbet ettiği halde Ehremen'in varlığını Allah'a nisbet etmek
caiz
değildir diye ısrarı noktasında anılan susmaya mecbur olmaktan ve
çelişkiden
kurtulamamış ve bir de tek olan ilk yaratıcının gerisinde, biri hayrın
yaratıcısı, biri de şerrin yaratıcısı iki zıt başlangıç kabul etmekle
âlemin
idaresinde birincisi ilk yaratıcı ve mizacının sebebi olan tek Yezdan
(tanrı);
ikincisi hayrın başlangıcı olan mahlûk Nur veya Hürmüz veya Melek;
üçüncüsü
şerrin başlangıcı ve mahlûk olanı Zulmet veya Ehremen veya İblis olmak
üzere üç
idareci tanrı farzeden üçgen bir şirke de düşmüştür ki, bu şirk bir
zıddı,
dengi ve ortağı olmayıp tek olan yaratıcı, biri de onun yaratıp meydana
getirdiği ve sentez yaptığı Melek ve Şeytan iki mahlûk başlangıcın
sentez özeti
ve bu âlemdeki hayır ve şerrin, kurtuluş ve fesadın, temizlik ve
çirkinliğin
ortak yaratıcısı bir yaratılmış tanrı olmak üzere, bir yönden ortaksız
yaratıcı, ezelî bir tanrı; bir taraftan da ikiz bir Melek ve Şeytan
ortaklığından ibaret bir sonradan olma tanrı arasında düşünülmüş
çelişkili bir
Senevî şirki durumundadır. Şu halde Zerdüşt yalnız hayır, Allah'tan ve
şer
İblisten demek tarzında Senevîlik ile kalmamış, hayır Melekten, şer
İblis'ten
olmak üzere hayır ve şer Melek ve İblis ortaklığından, bu ortaklık da
Allah'dan
demek tarzında bir senevîliğe kani olmuşlardır.
Bu
açıklamadan
anlaşılır ki İbnü Abbas hazretlerinden nakledilen nüzul sebebinde
Zenadıka
hayır yaratıcısı ve şer yaratıcısı iki kardeş Senevîliği, "Onlar ,
Allah
ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular" (Saffât, 37/158) âyeti
delaletince neseb deyimleri bütün Mecusî mezheplerinin esaslarına
işareti
içerir. Hem hepsinin bir Senevîlilikte toplandığını göstermiş, hem de
Mecusîlik
yerine Zenâdika lakabını seçerek özellikle Zerdüştlere dikkat nazarını
çekmiştir.
Şu halde âyetteki Cin diğer Mecusîlere göre yalnız Şeytana sarfedilmiş
olması
gerekirse de bazı Zervânîlerle Zerdüştlere göre Ehremen'e ve Hürmüz'e
yani
Şeytan ve Meleğe, Cin ve Peri'ye şâmildir. Ve bu mânâ ile âyet,
nakledilen
nüzul sebebinin ikisine de uygun olduktan başka sözün gelişinden
anlaşıldığına
göre, gerek Senevviyye ve gerek teslis (üçleme) ve gerekse diğer
şekillerde
olsun fizik ötesi ve rûhânî şirklerin hepsini açıkça içerir. Ve bu
içeriği
açıkça anlatmak içindir ki "bir ortak olarak" değil "cinlerden
ortaklar" buyurulmuştur. Bundan başka "cinlerden ortaklar"
fizikî mahiyette fail tasavvur olunan tabiat kuvvetleri gibi, gizli ve
örtülü
sebeplere bağlı felsefî ve felsefe dışı şirklerin de türlerini
içerebilecektir.
Zira cinnin genel anlamında yalnız görünmeyen ve ancak bir şekile girme
halinde
görülebilen kuvvetler ve soyut rûhâniyet değil, gözle görülmek şânından
olmakla
beraber örtülü ve gizli bir halde bulunan büyük küçük cisimler,
şahıslar ve
gizli topluluklar bile dahil olacaktır.
Hasılı
Allah'ı
gereğince takdir etmeyen kâfirler ona cinleri türlü türlü ortaklar
tuttular,
halbuki onları Allah yarattı. Yani cinler de Allah'ın yaratığıdır.
Nitekim o
müşriklerin çoğu bunu esas itibariyle itiraf ederler. İtiraf
etmeyenlerin de
etmesi gerekir. Şu halde yaratılanı yaratanına ortak ve rakib saymaya
kalkışmanın ve Allah'ın izni olmaksızın cinlerin âlemde ve insanlar
üzerinde
bir tesir yapabileceklerini farzetmenin ve bu şekilde yaratanın
yarattığına
karşı bir âcizliğine ihtimal vermenin büyük bir aptallık, sapıklık ve
açık bir
haksızlık olduğu aşikârdır. Bu mânâya göre kelimesinin sonundaki zamir
cine
râcidir. Ve bunda cinlerin de akıl sahibi olduklarına tenbih vardır. Bu
zamirin
cinne değil nun fâili olan müşriklere gönderilmesi de ihtimal
dahilindedir. Ve
bu şekilde mânâ şu olur: Halbuki bu müşriklerin kendilerini yaratan
cinler
değil Allah Teâlâ'dır. Bundan dolayı yaratana karşı cinleri ortak
saymaya
kalkışmak ve onlarda Allah'ın izni dışında bir tesir hayal etmek ne
büyük
küfürdür. Halbuki bir takımları, cinleri, perileri, gizli kuvvetleri
Allah'a
ortaklar saydılar. Bir takımları da Allah'a oğullar ve kızlar
uydurdular. Allah
hakkında doğma ve doğurma hayal ettiler ve bu şekilde Allah'tan doğmuş
erkek ve
dişi ilâhlar uydurdular ve bunları Allah'ın oğulları veya kızları diye
ilâh
cinsinden sayıp tanrı edindiler, Allah'ı bunlarla, bunları putlarla
temsil
etmeye kalkıştılar. "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyen Arap
müşrikleri ve Sâbieleri bu cümleden olduğu gibi, "Hürmüz ve Ehremen
Allah'ın oğullarıdır" diyen bazı mecusîler, "Üzeyr Allah'ın
oğludur" diyen bazı Yahudiler, "Mesih Allah'ın oğludur" diyen
hıristiyanlar da bu cümledendir. Yaratmada ortaya çıkma ve meydana
getirmeyi
kabul eden filozoflar da bunlara benzer. Hep bunları hiçbir ilme dayalı
olmayarak ve ne dediklerini bilmiyerek uydurdular. Allah'a ortak, oğul
veya kız
evlat uydurmaya kalkışanlar "ilâh" ve "oğul" dedikleri
zaman ne söylediklerini bilmeyen cahiller ve iftiracıdırlar. "İlâh
ikidir
veya üçtür" diye Allah'a zatında veya sıfatında veya fiillerinde, az
veya
çok, denk veya aşağı, eşit veya zıt bir ortak, bir arkadaş veya rakib
sayanlar,
ne dediklerini bilmez cahiller, iftiracılar olduğu gibi; oğul veya kız
çocuk
isnat edenler de aynı şekilde ne dediğini bilmeyen ortak ve aynı cins
isnat
etmiş cahiller ve iftiracılardır.
Şanı
yüce olan
Allah kendini bunlardan tenzih eder ve O'nun yüce zatı, bunların böyle
cahilce
ve iftira edercesine vasıflandırmalarından mukaddes ve yücedir. Gerek
zıtlık,
gerek benzerlik ve aynı cinstenlik şekliyle olsun, her çeşit ortaklık
ve aynı
şekilde aynîlik ve aynı cinstenlikle ortaklığı gerektiren doğurmak ve
doğmak
gibi vasıflar haddi zatında ilâhlık vasfına uymayan, ilâh anlayışıyla
çelişkilidirler. Bunlar bir çeşit noksan, acizlik ve ihtiyaç ifade eden
sonradan olma vasıflardır. İlâhlık gerçeği ise, her noksandan uzak ve
yüce bir
kemâldir. Şu halde Allah'ın zatı ve hakikati hakkında ortaklık ve çocuk
mümkün
değildir. Ve bunu anlamak için başka bir delile ihtiyaç da yoktur.
Bizzat ilâh
anlayışı bu imkansızlığı ispata yeterlidir. Zira ilâh anlayışında en
yüksek bir
yücelik ile bir yaratıcılık ve güzellik vasfı vardır.
101-Allah'ın ortak
ve çocuğu nasıl olabilir ki, O, bütün göklerin ve yerin, benzersiz
yaratıcısıdır. Bütün ulvî ve sûflî âlemden hiçbiri yokken, örnek
olacak,
aynîlik ifade edecek kanun, asıl , madde, şekil, nümune, örnek denecek
hiçbir
şey mevcut değilken, ilk önce bunları benzersiz meydana getiren ve
yaratan, her
türün ilk ferdini, ilk örneğini yaratıp yoktan vücuda getiren ve böyle
icat etme
âdeti ve zatına mahsus fiilî sıfatı olan ve bundan dolayı misali, eşi
ve
benzeri bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmayan ve onun varlığı
ve icadı
olmadan bir yokun vücuda gelmesi ve herhangi bir şeyin var olarak
ayakta
durması mümkün olmayan yüce yaratıcıdır.
Bilinmektedir
ki
ibda, örneği geçememiş olan bir şeyi meydana getirmek ve yapmaktır.
Nisbî ibda'
az çok bir örnek ile ilgili olabilirse de, hakikî ibda hiçbir örnek ve
asıl ile
geçilmiş olamaz. Böyle hiçbir örneği geçmeden icad olunan örneksiz
güzel ve
fevkalâde şeye ibda edilmiş veya bedâet (güzellik)le sıfatlanmış
mânâsına bedî'
denildiği gibi, bunu meydana getiren ve ibda âdeti olan mübdi
(yapıcıy)e da
bedî' denilir ki, musrih mânâsında sarih, müsmi' mânâsında semî' gibi,
müf'îl
veya fâil mânâsında feîldir. Ve buna bedî' denilmesinde, mübdi isminin
ifade
etmediği bir devam ve sabit olmak mânâsı vardır. Ve her iki mânâ ile
bedî
denildiği zaman bir örneksizlik, benzersizlik, güzellik ve fevkalâdelik
anlamı
vardır ki, bütün gökler ve yer böyle bedâyi (güzellikler) ile dolu bir
güzelliktir. Bununla birlikte her ne olursa olsun icad edilmiş olan
şeylere
bedî denilmesi, ancak geçmiş örneği olmamak bakımından izafî (göreli)
ve
nisbîdir. Bir emsalsiz şeyi meydana getiren, benzerlerini de
getirebilir. Ve
birçok emsalsiz şeyler bulunabilir. Şu halde hakiki mûcid, bedî-i
mef'ûl değil,
bedii fâildir. Yani daima icad eden, hakikî mübdi (gerçek mûcid)dir. Bu
nükteden dolayı "göklerin ve yerin yaratıcısı" isim tamlamasıyla
gökler ve yerin de örneksiz yaratılmış olmasına işaret edilmiş olmakla
beraber,
baştan sona kadar denk ve benzeri bulunmak ihtimali olmayan tek ve
emsalsiz
yaratıcının gökler ve yer değil, onların eşsiz yaratıcısı olan Allah
Teâlâ
olduğu açıklanmış, göklerin ve yerin izafî güzellikleri benzersiz
yapıcının
varlığını ve yaratma sıfatını kendilerinde az çok temsil eden bir misal
ve
uygunluk ifade eden bir delalet olarak değil, ancak malûlun yapıcı
illetine,
sonradan olanın yapıcısına, sanatın sanatkârına delaleti gibi nisbî ve
intikâlî
bir iltizâmî (benimsemeli) delalet ile delil ve alamet olarak ifade
ettikleri
ve Allah denildiği zaman bütün emsalsiz yaratılmışların yaratıcısı olan
tek var
edicinin anlaşılması gerektiği gösterilmiştir.
Burada
şunu iyi
düşünmek gerekir ki, ibdâ'ın tarifinden anlaşıldığı üzere bediî bir
eser demek
gelecekteki bir örneği değilse de, geçmiş bir örneği olmayan benzersiz
bir eser
demektir. O, bir kanun, bir mukayese ile vücuda gelmez. İlk örnek
onunla
başlar, aynîlik, çeşitlenme, kanun ondan sonra meydana gelir. Bununla
beraber,
yokluğun kendi kendine var olması, zatı itibariyle yok olanın bizatihi
var
olması, yani bizzat olma (tekevvün bizatihi) mümkün değildir, bir açık
çelişkidir. Yalnız maddi sebep, yani bilfiil yok olan, bir şeyin
düşünce
halinde bulunduğu bir asıl ve kaynaktan kendi kendine fiile çıkması
veya yalnız
sûrî (gösterişten ibaret) sebep, yani yok olan bir şeyin yalnız bir
örnekten
yine yapıcısız kendi kendine bir şekil kazanması veya her ikisi de
yeterli
değildir. Düşüncede gerek bulunsun, gerek bulunmasın, bilfiil mevcut
olmayan
herhangi bir şeyin var olması, herhalde bir yapıcı sebebe, yani onu
fiilen icad
edecek bir mûcide (icat ediciye) muhtaçtır. Ve ancak o zamandır ki,
bizatihi
tekevvün (kendi kendine olma) çelişkisi kalkmış olur. Bir fâilin maddî
veya
sûrî sebebe bir şey ilave etmesiyledir ki yeni bir varlık tasavvuru
mümkün
olabilir. Yoksa yine kendi kendine olma çelişkisi ortaya çıkar. Şu
halde gerçek
mânâsıyla yapıcı sebebi, yoğu var eden, vücûd yapan bir güç sahibi var
demektir
ki, gerek az çok bir örneği ihtiva eden bir asıl ve maddeden çıkarma ve
yapma
suretiyle olsun, gerek bununla beraber diğer bir örneği taklit etme
şekliyle
olsun, ikisinde de bizzat mevcut olmayan bir şeyi bilfiil var yapmak ve
bundan
dolayı varlığa yepyeni bir şey eklemek vardır. O halde maddî sebep ve
görünüşten ibaret olan sebeb (illet-i sûriyye), yapıcı sebepten
ihtiyaçsız
olmadığı halde, yapıcı sebep gerçekte bunlara muhtaç değildir ve başlı
başınadır. Bunun için olayların sonradan olmasında maddî ve sûrî sebep
atılabilir
ve fakat yapıcı sebep atılamaz. Ve gerçek yapıcı sebep fiilinde ne
maddî
sebebe, ne de görünüşten ibaret olan sebebe, kanuna, mahkûm ve muhtaç
değildir.
O maddesiz veya örneksiz, yahut hiçbiri olmaksızın da icad yapabilecek
tek
fâil, tek icadçıdır. Yani tam mânâsıyla yaratıcıdır. Fiilinde madde ve
şekilde
muhtaç olmayan yaratıcı fâilin eserine kendi zatından bir madde veya
şekil ve
örnek verdiğini farzetmek de çelişki olur. Demek ki hakiki yaratıcı,
tam
yaratma ile yaptığı ilk güzel eserini icad ederken ne kendinden bir
parça
ayırıp dışarı fırlatmak gibi bir değişim yapmış, ne de kendinden bir
örnek
edinip kendini taklit ve temsil etmiş olamaz. Zira değişim, maddî
illetde;
benzeyiş de sûrî illetde düşünülebilir. Halbuki yaratmada bunlar yok,
ancak fâil
ve fiil vardır. Şu halde yaratıcı fâile göre sebebin değişimi, ortaya
çıkma,
doğma, yok olma ve değişiklik yok, ancak bâkî olma ve fiil vardır. İlk
mahlûkun
yaratılmasından sonradır ki, maddî sebep ve sözde sebep düşünülebilir.
Ve bunun
için ilk yaratılmış eser olan ilk mahlûk ile yaratıcı fâil arasında ne
bir
ortaya çıkma ve ayrılma düşünülebilir, ne de zât ve sıfat bakımından
fiilen bir
ortaklık, bir hemcinslik, bir aynîlik bulunabilir. Madde ve misal böyle
yaratılan ilk mahlûk ile başlar. Güçler, benzeyişler, kanunlar, türler,
cinsler
ona döndürülür. O, benzeyen ve benzemeyen şeylerin aslı ve kaynağıdır.
Değişim
ve benzeyiş, gelişme hep ondan sonradır. Ve ona eklenmiş olan her
değişim,
farklılık, yenilik, tekamül de yaratıcı fâilin baştan bir yaratmasıdır
ki, buna
"ol" emri denilir, eşsiz eserlere de "Allah'ın kelimesi"
denilir. Bu şekilde gerçek fâil hiçbir dengi geçmeyen yaratma fiiline
göre
yaratıcı; örneği geçen ve o örneğe benzemekle beraber bir ayrılık ve
farklılık
ifade eden ve cüz'î yaratmayı içermiş olan fiiline göre de yapıcıdır.
Maddî
sebebi yaratması itibariyle var eden ve sözde sebebi yaratması
itibariyle de
tasvir eden (ressam)dir. Hâlik (yaratıcı) ve bâri (yaratan) isimleri de
hepsinden geneldir. Yaratma (halk), var etme, icat (ibdâ) ve yapma
(inşâ)dan
daha geneldir. Ve unutulmamak gerekir ki bu yapmadaki çeşitli şekillere
yakın
benzerlikler hakiki fâile değil, örneği geçmiş olan ilk yaratığa
benzeyiştir.
Fâilin sanatı hepsinde yaratmadır. Hatta inşâ etmedeki benzerlik de
O'nun
yaratmasıdır. Hasılı küllî (tümel) veya cüz'i (tikel) bir yaratma
olmadan
hiçbir şey kendi kendine yoktan vücûda gelemez. Bunun için yaratma ve
yaratıcı
delilleri daima varlıkların değişik olmalarında, sonradan oluşlarında,
yeniliğinde, hasılı yaratma noktalarındadır. Varlıkların benzeyişleri
içindeki
farklılık ve değişim ile cüz'î yaratılış noktaları, sırf yaratmanın ve
yaratıcının varlığının delilleri, burhan ve kudretinin alametleridir.
Varlıklara basiret gözüyle bir bakılacak olursa görülür ki, başlangıçta
yaratmaya dayanmayan hiçbir şey bulunmayacağı gibi, sonunda da cüz'î
yaratmaya
dayanmayan hiçbir şey yoktur. Ve bunun içindir ki, varlıkların
parçalarından
hiçbiri tasavvurî ve temessülî ilim ile tamamen bilinemez, tam
ayrıntılarıyla
tarif olunamaz. Bilinirse görmekle bilinir veya bazı şekilleriyle
düşünülür. Ve
bunlardan toplamındaki mutlak yaratma derhal anlaşılır ki, bu bakış,
gökler ve
yer toplamına bir bakıştır. Ve bunun için burada doğrudan doğruya
yalnız
yaratmayı göstermek için "göklerin ve yerin yaratıcısı" buyurulmuş,
"o ikisinde olanlar" diye içerikleri eklenmemiş, onlar daha sonra
"her şeyi yarattı" ile gösterilmiştir.
Şimdi
yukarda
İbrahim kıssasında zikredilen ufûl (yıldız, Ay vb. batması) ve hudûs
(sonradan
olma) ve bundan önceki âyetlerde açıklanacak halk (yaratma), ölüden
diri ve
diriden ölü çıkarma, ca'l (meydana getirme, yapma) ve tahsis, inşâ
(yapma),
istikrar ve istidâ (emanet bırakma), inzal (indirme) ve inbat (yerden
bitirme),
teşâbüh (benzeşme) ve benzememe, ismar (meyve verme) ve ikmal
(tamamlama)
kavramlarından sonra, ibdâ' (icad etme), icad eden, örneksiz olarak
icad etme
kavramları da iyice tasavvur edilir ve düşünülürse, bütün gökler ve
yerin
icadının bir mucidi bulunduğu ve onun bunları sırf fiil olan ve hiçbir
örneği
geçmeyen icadıyla icad etmiş olduğu ve bundan dolayı o mucidin o gökler
ve
yerde, yani bütün âlemde hiçbir dengi ve örneği bulunmak ve tasavvur
edilmek
ihtimali olmayan eşsiz güzelliklerin mucidi, hakiki bir yaratıcı olduğu
ve
doğrudan onun icadına dayanmayan hiçbir hadisenin mevcut olamayacağı
kesin
şekilde sabit olur ki işte Allah o göklerin ve yerin yoktan var
edicisidir. Ve
bunu sâbiîler, Zerdüşt dininde olanlar, yahudi ve hıristiyanlar da
teslim ve
itiraf ederler. Böyleyken tutarlar da bir de ona çocuk uydururlar. Ve
düşünmezler
ki, doğmak da icad etmeye dayanan ve var etmeden sonra olan bir
değişmedir.
İcadın mûcidi, benzeşmeden uzak olduğu halde, baba ve çocuk arasında
bir
ortaklık unsuru, zât, sıfat ve fiillerde bir hemcinslik ve benzerlik
vardır.
Ve
bunun içindir
ki, Allah'a çocuk isnat edenler, o çocuğa ilâhlık da isnad eder, ilâh
diye
tapınırlar. Çocuk isnadı, şirk isnadını gerektirir. Halbuki yok olanın,
kendi
kendine var olması imkansız olduğu gibi, kendi kendine doğması da
imkansız
olduğundan babanın bir çocuk doğurması ve ona kendisinden cevherî (asla
ait)
bir parça ve bir misal verip kısmen maddî ve şekil itibariyle bir sebep
olabilmesi, o babada bir değişim ve etkilenmeyi meydana getiren mucid
(icad
edici) fâilin bir fiil var etmesine dayanmaktadır ki, ilâh da o mucid
fâildir.
Özetle ilâh, mûcid ve yaratıcı, benzeme ve hemcins olmaktan uzak demek
olduğu
halde aynı zamanda ona çocuk, hemcinslik ve benzerlik isnat etmek bir
çelişkiden başka bir şey değildir. Ve ne dediğini bilmemektir. Şu halde
göklerin ve yerin var edicisi olan böyle bir icad etme gücüne sahip ve
âlemlerin tümüne benzeme ve hemcinslikten uzak bulunan ulu mucidin
(yaratıcının) aynı ve örneği bulunabileceğini ve onun zatında bir
bölünme ve
ayrılma, bir değişme, bir eksilme veya artma ve herhangi bir ihtiyaç
hasıl
olabileceğini varsaymak ve benzersiz bir fâil olan mucidin herhangi bir
yaratığı meydana getirmesi için kendini parçalayarak bir çocuk
çıkarmaya muhtaç
olacağı anlayışında bulunmak ne büyük çelişki ve cahillik, ne kadar
açık bir
iftiradır? Doğmak ve doğurmak, ancak ibda (var etme)dan sonra, gökler
ve yer
dahilinde düşünülebilir. Halbuki göklere ve yere bile çocuk isnat etmek
akla
uygun değilken, onların ulu mucidine bir hemcinslik ve denklik ifade
eden oğul
ve kız isnadı nasıl düşünülür ve caiz görülür? Her halde doğum ve
ortaya çıkma
(sudûr) davası batıldır. İcad etmeye, doğurtma demek gerçekten bir
çelişki ve
cahilliktir. O icadın mucidinin çocuğu nasıl veya nereden olur ki? Bir
hanımı,
bir eşi yoktur. Halbuki çocuk için anne lazımdır. Gerçi baba olmadığı
halde
yalnız bir anne ile çocuk tasavvur olunabilir. Nitekim bir anadan
türeyen
-mo-nomer- birtakım canlılar vardır. İsa'da da bu inkâra aklen hak
yoktur.
Fakat anasız çocuk düşünülemez, böyle bir düşünce çelişki olur. Zira
çocuk
kavramında ana zorunludur. Bunun için Allah'ın bir çocuğa vâlid, yani
baba
olmasını tasavvur ederken o çocuktan önce ona anne ve Allah'a hanım ve
eş
olabilecek dişi bir eş tasavvur etmek gerekir. Halbuki her türlü
sonradan olma
ve ihtiyaç kusurlarından uzak, göklerin ve yerin yaratıcısı olan tek
celâl
sahibi Allah'ın bir eşi, bir karısı olması imkansızdır. Şu halde
Allah'ın bir
ana olması imkansız olduğu gibi, doğurma yoluyla bir çocuğa baba olması
da
imkansızdır. Yani ne ana olması mümkündür, ne de baba. Ve bu
imkansızlık onun
noksanından, kısırlığından değil, icadın mucidi olduğundan dolayı
mutlak
kemalinden ve noksansızlığındandır. O bütün gökleri ve yeri yaratmış,
her
dilediği şeyi de yaratmıştır.
Göklerin
ve yerin
bütün içeriğini, bu arada babaları, anaları, çocukları ve bu arada ona
baba ve
ortak olduğu iddia edilenlerin hepsini ve İsa'nın yaratılışı, onlardan
ortaya
çıkan yaratıkların da hepsini O yaratmıştır. Basit maddeler de O'nun
mahlûku,
bileşikler de O'nun mahlukudur. Madde de O'nun mahlûku, sûret (şekil)
de O'nun
mahlukudur. Cisimler de O'nun mahluku, ruhlar da O'nun mahlukudur.
Hissedilenler de O'nun mahlûku, düşünceler de O'nun mahlukudur. Görünen
âlem de
O'nun mahluku, görünmeyen âlem de O'nun mahlukudur. Hayır yapanlar da
O'nun
mahlûku, şer işleyenler de O'nun mahlukudur. Cinler de O'nun mahluku,
insanlar
da O'nun mahlukudur. Hasılı kendisinden başka bugüne kadar vücûde gelen
bütün
mâsivâ (Allah'dan başka her şey) O'nun icadı ve yaratmasıdır. O ancak
kendisini
yaratmamıştır. Çünkü kendisi ezelî ve ebedî olarak vâcibü'l-vücûd
(varlığı
zatının gereği), diri ve kayyûm (herşeyi tutup koruyan)dır. Bir de
ortak
yaratmamıştır. Çünkü O'nun ortağının bulunması imkansızdır.
Yaratılanın, ezelî
yaratıcıya ortak olması da mümkün değildir; kendisi için bir
sonuçsuzluk, bir
eksiklik değil, mutlak kemâldir. Varlık ve kudret açısından böyle
olduğu gibi,
O, herşeyi de bilendir. Ondan hiçbir şeyin gizlenmesine de imkân
yoktur.
"Her şeyi yarattı" ifadesinden sonra zamir ile "O, onu
bilendir" buyurulmayıp da "Her şeyi bilendir" diye
"şey" kelimesinin nekre (belirsiz) olarak izhar edilmesi, bu iki
şeyin şümul ve faydalanmada farklı olduklarına işaret eder. Çünkü "Her
şeyi yarattı" da "şey"den Allah'ın kendisi aklen müstesnâdır.
"Her şeyi bilendir" de ise müstesna değildir. Yani Allah, hem
kendini, hem kendinin dışındakileri, herşeyi tamamiyle ve aynıyle
bilir. Onun
ilmi, şekillenme, örneğe bağlanma ve bir şekle girme suretiyle değil,
aynî ve
ihata edicidir. Ve hatta her şeyin aynı ve kendisi Allah'ın ilmindedir.
Onun
için yaratma ve icad etmeye gücü yeten ancak O'dur. Halbuki O'nun
dışındakiler,
O'nun gibi her şeyi bilmez. Şu halde var olma ve gücü yetme bakımından
hiçbir
şey Allah'a denk olamayacağı gibi, ilim itibarıyla de öyledir. Ne
göklerde ve
yerde, ne de parça ve bölümlerinde, ne cisimlerde, ne ruhlarda; ne
meleklerde,
ne şeytanda, ne insanda; ne açıkta, ne kapalıda, kısaca bütün kâinatta
Allah'a
ne bir denk, ne de hemcins veya ortak yoktur. Ve olması ihtimali de
yoktur.
Allah'a ortak tasavvuru, bilgisizlik ve çelişkiden ibaret ve mümkün
olmayanı
tasavvurdan başka bir şey değildir. Çocuk tasavvuru da şirk
tasavvurundan
ortaya çıkmıştır.
Ey
bunları
işitenler:
102-
İşte odur ki,
yani şu anılan sıfatın mevsûf (sıfatlanan)ı, göklerin ve yerin icad
edeni,
eşden, çocuktan uzak, her şeyi yaratan, herşeyi bilen en mukaddes ve
ulu zattır
ki, O da Allah'tır. Zâtı ve sıfatı bakımından ibadete layık hak bir
ilâhtır.
"Allah" denince ancak onu anlamalıdır. Rabbınızdır; sahibiniz,
terbiyeciniz, veli nimetinizdir. "Rab" denince de ancak O'nu
anlamalıdır. Başka ilâh yok, ancak O vardır. Başkasının mabud olmaya,
ibadet ve
kulluk edilmeye hakkı yoktur. Bu hak, ancak O'nundur. Çünkü O, her
şeyin
yaratıcısıdır. Bunu tekrar sanmamalıdır. Zira birinci "her şeyin
yaratılması", geçmişe ait, bu ise geleceğe bakmaktadır. Yani bundan
önce
her şeyi yaratmış olan O olduğu gibi, bundan böyle gelecekte de
herşeyin
yaratıcısı O'dur. İlâhlık, mabudluk da yoktan varedicinin yaratıcının
hakkıdır.
Şu halde siz de ancak O'nu mabud tanıyınız, O'na ibadet ve kulluk
ediniz de
ondan başkasına tapmakla kendinizi düşürmeyiniz. O, bütün bu sıfat ile
beraber
her şey üzerine ve herşeye karşı vekildir de. Her hususta ve her şeye
karşı
O'na dayanılır ve tevekkül olunur ve her iş O'nun tasarruf ve idaresine
teslim
edilir. Yani bütün yaratıklardan her birinin de Allah'ın yaratmasıyla
asil
olduğu bir hakkı vardır. Ve bu şekilde bir sebepler âlemi ve insanın o
sebepler
ile ilgisi de vardır ki, Allah onların hepsini hak ve adaletle
yaratmıştır Ve
insanın, hem yaratıcısının, hem kendisinin ve hem onların hakkını
teslim etmesi
gerekir. Bununla beraber insanın hakkı bu sebeplerden hiçbirine
kesinlikle
mahkum olmamasıdır. Sebeplere hâkim olamayan ve onlara tapma mevkiinde
bulunan
insanlar her şeyden ve o ölçüde Hak'tan ve yaratıcıdan uzaktır. Çünkü
sebepler
bir kaç şeyden ibaret değil, sayılamayacak kadardır. Bunların hepsine
boyun
eğmekle ne onların hakkı verilir, ne insanın, ne de yaratıcının. Zira
hiçbir
şey, hatta insan ve melekten resul (elçi)ler de yaratıcının yerini
tutacak
vekil olamaz. Fakat yaratıcı hepsinin üzerinde Rab ve malik olduğu
gibi, her
şeye karşı vekildir de. O, her şeye karşı, her şeyin hakkını müdafaa
eder ve
hakkı yerine getirir, işleri ve menfaatları düzeltir ve tanzim eder.
Hem kendi
adına aslî velayet, hem yaratıkları adına vekillik velayetini toplayan,
her
hususta emîn ve mutemed olan bir yöneticidir. Bunun için özellikle O'na
kullukla, O'nun haklarına ve emirlerine uymakla her şeyin hakkı yerine
getirilir. Ve O'na dayanmak ve teslim olmak, O'ndan yardım istemek, ve
emir
almakla kendisinden başka herhangi bir şeyin, herhangi bir sebebin
hükmüne
galebe olunup her ihtiyaç bitirilebilir. Şu halde eğri ve çıkmaz
yolları
bırakıp da tevhid ve ihlâs ile doğrudan doğruya bir Allah'a kulluk
etmek yalnız
bir hak ve vazife değil, aynı zamanda Allah'tan başkasına karşı mağlub
olması
ihtimali olmayan bir dayanma noktasından sonsuz bir kuvvet ve
yaratılmışı
yaratana yaklaştıran çok yüksek bir şeref ve hürriyet, ebedî bir saadet
feyzi
kazanmaktır. "Sadece Allah taraftarları kurtuluşa ermişlerdir"
(Mücâdele, 58/22), "Muhakkak ki, Allah tarafları üstün geleceklerdir"
(Mâide, 5/56) neticesine ermektir. "Ancak sana ibadet eder ve ancak
senden
yardım bekleriz" (Fâtiha, 1/5) anlaşması bu, doğru yol budur. Ve bundan
dolayı hiçbir şeye değil, ancak Allah'a dayanarak yalnız Allah'a ibadet
ve
kulluk ediniz, bütün ümit ve sevginizi ve bütün korku ve haşyetinizi
ona
bağlayarak ve her işinizi ona ısmarlayarak, bütün istek ve
seçimlerinizi onun emirleri
ve irşadlarına bağlayarak hareket ediniz. Ona samimi ibadetle dünya ve
ahirete
ait ihtiyaçlarınızın yerine getirilmesine çalışınız. O'nun yaratması ve
emri,
yardım ve izni olmadan ne insanlar, ne cinler hiçbiri bir iş göremez.
103-Gerçi
O'nu
bütün gözler anlayamaz ve hatta kendinden başka hiçbir göz O'nu
kavrayıp ihata
edemez ve fakat O, gözlerin hepsini idrak ve ihata eder, görür, bilir.
Gözler
kendini anlayamazken, onları anlayan, anlatan, gören, gösteren, gerçeği
bilen
ancak O'dur. Burada dış idrak meselesine de dikkat çekilmiştir. Bir
canlının
kendi dışındaki görülenleri görebilmesi ve anlaşılanları anlaması için,
öyle
bir şaşırtıcı iş ve öyle bir şerefli durumdur ki, akıl bunun en derin
noktasını
anlayamaz. Bütün hakimler ve filozoflar bunu izah etmekten âcizdirler.
Mesela
gözümle karşımda bir minare görüyorum, ne gözüm minareye kadar gitmiş
ve ne
minare gelip gözüme girmiştir. Bununla beraber benim gördüğüm, yalnız o
minareden yansıyan ışığın içerdiği ve küçücük gözüme bastığı hurda
minare resminden
ibaret de değildir. Ben, gözümdeki minare resmini değil, uzaktaki büyük
minarenin kendisini görüyorum ve gözümü yumduğum zaman da onu bende
değil,
olduğu yerde idrak ediyorum. Hatta dikkat edilirse görme aracı kabul
edilen
ışık bile bana, benim gözüme kavuşması anında ışık oluyor ve o zaman
parlıyor
ve görme dediğin olay da o zaman meydana geliyor. Ve o anda ben,
yerindeki
minareyi algılıyorum. Bu nasıl olabiliyor? İşte bu dış idrak işinin sır
ve
mahiyeti akılların, idrak ve kavrayışının dışındadır. Bütün fen
ilimleri,
felsefeler, bunu ihata edebilmekten uzak kalmış ve filozoflar bu
noktada ya
şaşkınlık veya safsatadan başka bir şey yapamamıştır. Bununla beraber
bu, vaki
olan bir iştir. Ve benim minareyi gördüğüm bir gerçektir. Allah Teâlâ
bunu
yapmış ve yapmaktadır. Ve akılların algılayamadığı bu gerçeğin en derin
noktasını ve mahiyetini idrak ve ihata eden de ancak O'dur. Gözler onu
idrak ve
ihata edemezken, O gözleri idrak ve ihata eder ve aynı gerçek bütün
idrak
edilen şeylerde böyledir. Ve O lutuf sahibi ve her şeyden haberdardır.
Ve lutuf
sahibi ve her şeyden haberdar olan ancak odur. İdrakin nuru gibi her
lutuf
O'nundur. Her şeyi bilen, her doğru haberi veren ancak odur. Bundan
dolayı hem
O'nu dürbünlerle, teleskoplarla aramaya kalkmamalı, hem de gözler
görmüyor
diye, gözlerden, gönüllerden uzak, ihtiyaçlardan, dileklerden, doğru
doğru
haberdar olmaz sanıp da O'ndan dönmemeli, eğri yollara sapmamalıdır. O
lutuf
sahibi ve her şeyden haberdar olan en görmeyen gözleri görür, en gizli,
en
duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimselere açılamayan
sırlarından ve
eğilimlerinden haberdardır. O, onlara kendilerinden yakındır. O'na
ibadet etmek
ve işleri ısmarlamak için şart, O'nu görmek değil, O'nun görmesi, lutuf
sahibi
ve her şeyden haberdar olması ve O'na ihlas ve tevhid ile zât ve
sıfatlarına,
fiilerine ve lutuflarına iman edilmesidir.
104-
Şimdi ey Hak
Mabud'dan dönüp Hak resulü yalanlayanlar, muhakkak size Rabbinizden
basiretler
-kalb gözüyle görülecek uyarıcılar, şahitler- geldi. Göze göre basar
(görme) ne
ise, kalbe göre basiret de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve
görücü kuvvet
denilen görme nûruna göz (görme duyusu) denildiği gibi; kalbin
görmesine sebep
olan ve dilimizde kalb gözü de denilen algılayıcı kuvvete ve özellikle
bunun
zekâ, anlayış ve firaset denilen, görünür ve görünmez bir işe dikkat ve
nüfuz
ile, gereği gibi idrak eder bir derecede açık ve parlak olması haline
"basiret" denilir ki, bir ilâhî nurdur. Aynı şekilde baş gözüyle
hasıl olan ve görmek denilen tam ve kâmil anlayışa "basar" denildiği
gibi, kalb gözüyle hasıl olan tam ve kâmil idrake, gerçek ve şüphesiz
bilgiye
de "basiret" denir. Bundan başka basiret, delil, hüccet ve burhana,
şahide, dikkat ve iman ile ibret alınacak hidayet sebeplerine de
söylenir.
Çünkü bunlar, idrak gücünü kuvvetlendirir, basiret ve idrake sebep
olur. Ve bu
mânâca basiret, önceki mânâları da içine alır. Çünkü basiretin kendisi
de en
büyük delil, en büyük şahid ve beyyine, en büyük ibret dayanağıdır ve
onsuz
hiçbir şey idrak olunamaz. Burada da basiretler, ya birinci mânâya
veyahut onu
da içine alan bu üçüncü mânâya olarak Kur'ân ve özellikle yukarda vâsid
olan
açık âyetlerdir. Görülüyor ki, bu âyetler basar (görme) ve basirete
dikkat
nazarını çekerek, genel bir şekilde, doğrudan doğruya hakkı bilmeye
ulaşmanın
idrak ile olacağını göstermiştir. Bu âyet ile işaret olunuyor ki,
müşriklerde
basiret fiili yoksa da, idrak gücü Allah tarafından bütün beşer
yaratılışına
verilmiştir. Ve sonra Muhammed (s.a.v)'in kalbine vahyedilen açık
âyetler ile
de bütün o idrakleri kuvvetlendirecek ve ikinci mânâ ile bizzat basîret
ve tam
idraki oluşturabilecek olan ilâhî deliller tebliğ edilmiştir. Ve şu
halde
herkesin bu basiret nurlarına karşı kalb gözlerini yummayıp kendindeki
idrak
gücüne bakması ve bu şekilde basîretlerden istifade ederek bilfiil
basîrete ve
gerçek bilgiye erme görevini seçmesi kalmıştır. Şu halde her kim kalb
gözüyle
bakar, Rabbinden gelen bu delilleri basiret ile hakkı görmek ister de
iman
ederse bu kendi lehinedir, kendi menfaatinedir. Ve her kim körlük eder,
kalb
gözünü yumar, kör olursa, bu körlük ve nankörlük de kendi aleyhinedir,
kendi
zararınadır. "Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, fakat sînelerdeki kalbler
kör olur" (Hacc, 22/46) âyetinin delaleti üzere asıl körlük göz körlüğü
değil, kalb körlüğüdür ki, bundaki zararın sınırı ve sonu yoktur. Ey
kalb gözü
kör olanlar! Bu takdirde ben de sizin üzerinize bir koruyucu
değilimdir. Yani
Allah, verdiği idrake, gönderdiği delillere körlük eden sizin gibi
nankör
kâfirlerin, müşriklerin ihtiyarî fiillerinde koruyucusu ve himayecisi
değildir,
tersine karşısındadır. Yakında geleceği üzere gözlerini ve kalblerini
çevirir.
Körlük ve sapıklık yaratır, kendilerini körükörüne taşkınlıklara,
karanlıklara
bırakır ve bundan koruyacak ve karanlıklardan nûra çıkaracak diğer bir
dost
koruyucu da mümkün değildir. Körü körüne rastgelene sarılırsanız, onlar
da sizi
tutar, karanlıktan karanlığa, zarardan zarara, sürüklerler. Kısaca her
şeyin
koruyucusu ve yaratıcıların en hayırlısı olan Allah, "İman edenlerin
dostu
olup, onları karanlıklardan nûra çıkarır". (Bakara, 2/257) Müşriklerden
uzak ve kâfirlerin düşmanıdır. Çünkü bunlar ,Allah'ın koruma ve himaye
için
verdiği ve gösterdiği basiretlere körlük etmiş, Allah'ın muhafaza ve
korumasına
tenezzül etmemiş ve çekinmişlerdir. Ve bu hususta sorumluluk
kendilerine
aittir. Görülüyor ki, burada ibsar (bakmak) ve âmâ (kör olmak) fiilleri
kullara
isnad edilmek ve bunlardan birini tercih ve seçmekle koruma görevinin
kula ait
olduğu anlatılarak, yaratanı birleme meselesine karşı kuruntuya
düşülebilecek
olan bir cebr (zorlama) sorusunun halliyle büyük bir uyarma vardır.
Basiret
körlüğü eden kimselere kendi "ene"si, yani benliği, bizzat muhafız
olmadığı gibi, yüce yaratıcı da onlara hafîz (koruyucu) şerefli ismiyle
muamele
etmez.
Ve
işte bizim
anladığımıza göre Allah Teâlâ'nın gönderdiği basiretlere körlük ve
hakkına
nankörlük eden kâfirlere, müşriklere karşı "Kim körlük ederse ben size
bekçi değilim." buyurması bu mânâ iledir. Ve âyette "Sizin
Rabbiniz" (üçüncü sahıştan) mütekellimine (birinci şahsa) iltifat
(dönüş)
vardır. Burada tefsirciler "hafîz" (koruyucu) şerefli ismini ceza
veya mükafat vermek üzere amelleri kontrol ve muhafaza eden "rakîb"
mânâsıyla tefsir ettiklerinden dolayı, bu âyet Peygamber'in lisanı
üzere varid
olmuştur, diyorlar. Ve bunu: "Ey Muhammed! De ki, sizin üzerinize
koruyucu, yani amellerinizi, kontrol ve koruyarak azarlayacak olan
rakîb
(kontrolcü) ben değilim, Allah'tır, ben ancak bir elçiyim" meâlinde
tefsir
ediyorlar. Fakat biz bu yorumu pek de uygun bulmuyoruz.
105- Ve işte biz
böyle âyetleri türlü türlü çevirip açıklarız. Gerçek vecihleri ve
çeşitli
şekilleriyle ifade eder i'cazkâr, güzel bir nizam ile halden hale devam
ettirir, şekilden şekle koyarız. Bir taraftan nurlar saçar, gözlerden
geçirir,
basiretler açarız; diğer yönden bunları layık olmayan gözlere
göstermez,
basiretleri bağlar, körlük ve karanlıklar içinde bırakırız. Bu tasrif
ve
tasarrufu şu sonuç ve hikmet için yaparız ki sen ders görmüşsün, çok
okumuşsun
(yani bu, âyetler ve Kur'ân tahsil etmeye ve incelemeye dayanan birçok
ilimler
ve bilgiler ile ilgilidirler. Bir ümmî okuma yazma bilmeyen bunları
bilemez ve
bunlar vahyile de olmaz. Demek ki sen kimsenin haberi olmadan gizlice
ders
almışsın) desinler. İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerine göre müdârese
etmişsin,
yani kitap ehli, okumuş birtakım kimselerle müzakere etmişsin, bu
bilgileri o
şekilde ediniyorsun ve söylediklerini vahyile değil, o müzakere ile
söylüyorsun
desinler. İbnü Âmir kırâetine göre okunması halinde, bunlar, yani senin
okuduğun
şeyler zamanı geçmiş, bugün için hükmü kalmamış eski şeyler desinler.
Hasılı
bunlardan birini söyleyerek, hem Kur'ân'ın önemini ve senin bir ilm-i
ledünnîy
(Allah bilgisi ve sırları ilmin)e ermiş olmanı gizli kapaklı itiraf,
hem de
vahy ve peygamberliği inkâr ile küfür ile Allah'a ortak koşmada ısrar
etsinler.
Buna karşılık biz de bu âyetlerin mânâsını bilecek olanlara, ilim
şanından
bulunanlara beyan edelim ve açıklıyalım:
106-107-Ey
Muhammed! Sen Rabb'inden sana vahyedilene uy. O'ndan başka ilâh yok,
O'na bak,
ve müşriklerden yüz çevir, ne derlerse desinler bakma. Allah dileseydi
onlar da
müşrik olmazlardı, imanı isteklerine bırakmaz, ortak koşmaktan korur,
zorla
mümin yapardı. Mademki müşriktirler, demek ki Allah imanlarını
dilememiş ve
onları şirkten ve şirkin gereklerinden korumamıştır. Biz seni onların
üzerine
bekçi de tayin etmedik. Şu halde ne onları ortak koşmaktan, ne
başlarına
gelecek felaketten koruyabilirsin, ne de bundan dolayı sorumlu olursun.
Ve sen
onlar üzerine vekil de değilsin. Onlar tarafından vekil değilsin ki,
iyilik
veya kötülüklerine, işleri idare etmek için onlara bakasın. Allah'ın
vekili de
değilsin ki, şirklerinden dolayı üzerlerine çullanıp Allah'ın onlara
yapacağı
azarlama ve cezayı veya düzeltmeleri yapmak yetkisini taşıyasın. Kısaca
sen
ancak Allah'ın emirlerini ve hükümlerini tebliğ ve haber vermekle
yükümlü bir
elçisin. Bunun için Rabb'ından sana ne vahyedilirse ona uy ve Allah'a
ortak
koşanlara bakma.
Ey
inananlar!
108-
Ey müminler,
Allah'tan başkasına yalvaranlara, tapanlara sövüp de cahillikle
atılarak
Allah'a sövmelerine sebep olmayın. Yani onlara taptıkları, kendilerince
hürmet
ettikleri şeyleri karıştırarak mesela "kahrolsun taptığınız" veya
"dini şöyle böyle" gibi bir sövme ve küfretmekle hitap ederek
söğerseniz, vicdanlarına, hissiyatlarına basmış olursunuz. Onlar da
kızarak ve
bilgisizliklerinden dolayı ayniyle karşılık verdikleri zannında
bulunarak,
"biz de sizinkine" diye, sizin söylediklerinizi iade eder ve bunun
ona denk olmadığını bilmezler ve bu şekilde hak sınırını aşarak Allah'a
sövmüş
olurlar. Ve siz bu küfretmeye sebep olmuş olursunuz. Şu halde siz
onların
küfürlerine, şirklerine söveceğiz diye böyle küfretmeye sebep olmayın.
Küfretme
ve sövme, genelde ahlâka uygun bir şey olmadığı gibi, aslı itibariyle
batılı, küfrü
hakir görmek ve değersiz göstermek gibi meşrû ve güzel sayılmış da
olsa, böyle
küfretmeye ve küfrün artmasına sebep olacak olan sövme ve küfretmeye
sebeb
olmak sûretiyle bir küfür demektir. Bundan dolayıdır ki, Fıkıh
kitaplarında,
her kim olursa olsun, dinine küfretmek elfâz-ı küfür (küfür
lafızların)den
sayılmıştır.
Hasılı,
herhangi
bir milletin, ne kadar batıl olursa olsun mukaddes saydıkları şeylere
sövmekten
sakınmalıdır. Biz, böyle her ümmete amelini süslemişizdir. Kimisinin
iyiliğine
başarı, kimisinin kötülüğüne alçaltma olmak üzere her birine çeşitli
duygular,
karekterler, zevkler, telakkiler vererek yaptıklarını hoş
göstermişizdir. İşin
aslı hayır olsun, şer olsun, küfür olsun, iman olsun, taat olsun, isyan
olsun,
hepsi, yaptıklarını beğenerek, güzel kabul ederek yaparlar. Ve
sevdiklerini
müdafaa etmek için heyecanlara düşerler. Hoşlanıp hoşlanmamak gibi
duygular
isteğe bağlı değil zorlamakladır. Gerçek ve hayrın yolu, sırf zevk ve
duygularda değil, yukarda açıklandığı üzere basiretlerdedir. Basireti
bırakıp
da yalnız zevk, süs ve duyguların arkasından gidenler, birçok kötü
şeyleri iyi
kabul ederek yapmaya mecbur olurlar. Allah, onları yanlış
telakkilerinden
korumaz, tersine kendilerine iyiyi kötü, kötüyü iyi gösterir. Hepsi
yaptığını
kendi lehine iyi yapıyorum diyerek yapar. Fakat yalnız onların değer
yargılarıyla ve özellikle Allah'ın rızasını gözetmeyip yalnız süse,
zevke uyan
telakkileriyle ve yalnız kendi hoşlanmalarına dayanan amelleriyle iş
bitmez.
Sonra dönüşleri, müracaatları, hepsinin Rabb'ı, işin sahibi olan Allah
Teâlâ'da
biter. O süsün ilk neşesi geçer, nöbet sonuna, neticelerine gelir. O
ilk oluşun
bir son oluşu, öldükten sonra bir dirilmesi ve o zaman âlemlerin
Rabbi'nin
huzurunda bir dikilmesi vardır. O zaman âlemlerin Rabb'i onların önce
yaptıkları amellerinin ne olduğunu kendilerine derhal haber verir. O
günde
süslü görüp beğenerek yapmayı âdet haline getirdikleri işlerin süslü
mü, süssüz
mü, acı mı, tatlı mı, güzel mi, çirkin mi, ne olduğunu sonunda
anlarlar.
Şimdi
müşriklerin
bazı işlerini haber vermek ve Allah'ın, işlerin dönüş yeri olduğunu
açıklamak
sûretiyle buyuruluyor ki:
109-110-
Müşrikler
güçlerinin yettiği en kuvvetli yeminlerle Allah'a yemin de ettiler ki,
herhalde
kendilerine bir âyet, istedikleri bir mucize gelse (bu cümleden olarak
Safa
tepesi altın olsa) muhakkak ve muhakkak iman edeceklermiş. Rivayet
edildiğine
göre bazı müminler de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri
âyetin
inmesiyle iman edecekleri ümidine düştüler. Ey Muhammed De ki: Âyetler
ancak
Allah'ın katındadır. Yani onlara gücü yetecek olan ancak O'dur.
Dilediğini açıklar,
dilediğini açıklamaz, hiçbiri benim kudret ve isteğimle değildir. Siz
bilmezsiniz ki, O istedikleri âyet geldiği zaman da iman etmezler. Ve
biz
onların gönüllerini ve gözlerini çeviririz. Gönülleri bir tarafa,
gözleri başka
tarafa döner, hayret ve tereddüt içinde kalırlar. İlk defa iman
etmedikleri
gibi, yine hakkı anlamaz, âyeti görmezler, iman etmezler. Ve
kendilerini
basiretsizlikleri ile tuğyanları içinde bırakırız, körü körüne
yuvarlanır
giderler. Yani ilk önceki imansızlıkları, iman sebebi olacak mucizeler
olmadığından değil, inat ve azgınlıklarından ve hak, doğru âyetleri
görmemezlik
ettiklerinden dolayıdır. Ve bundan dolayı Allah onları küfür
azgınlıklarına
bırakmaya takdir etmiştir. Allah onları bu taşkınlıktan korumayacak,
müminlere
verdiği hidayeti ve iman yardımını vermeyecek, körlüklerinde bırakacak,
bastıracak, "Kim körlük ederse, ben sizin üzerinize bir bekçi
değilim" sırrı tamamen ortaya çıkacaktır.
Onun
için bir âyet
değil:
111- Hatta biz
onlara bütün melekleri indirmiş olsak. "Bize melekler indirilmeli değil
miydi?" (Furkan, 25/21), "Bize melekleri getirmeliydin" (Hicr,
15/7) diye istedikleri mucizeyi göndersek, Ve ölüler kendilerine
söylese,
"Babalarımızı diriltip getiriniz de şahitlik etsinler" (Duhân, 44/36)
diye istedikleri mucize de yapılsa, ve üzerlerine her şeyi kefil olarak
toplasaydık da, "Allah'ı ve bütün melekleri kefil olarak getir"
(İsrâ, 17/92) diye istedikleri mucizeyi de göstersek, Allah dilemedikçe
hiçbir
zaman iman etmeleri ihtimali yoktur. Ve bundan dolayı onlara âyet
indirmek
boşunadır. Ve fakat pekçoğu bilmezler. Her türlü mucize gelse Allah
dilemeyince
hiçbir şey yapamayacaklarını bilmezler de, sadece kendilerine güvenir,
azgınlık
ve inatlarında kalmak için öyle yalan yere yemin ederler. Bunun için
sen onlara
bakma ve imanlarına ümit edip, istedikleri mucizeyi istemeye kalkma da,
"Mucizeler, Allah katındadır" (En'âm, 6/109) de, Allah'a bırak!
112-113-Ey
Muhammed! Böyle, yani her ümmete amellerini süslediğimiz gibi, yahut
sana
onları düşman kıldığımız gibi her peygambere de insan ve cin
şeytanlarını
düşman kıldık. Sevgi ve ülfeti veren Allah olduğu gibi, düşmanlık ve
nefreti
veren, dostu dost, düşmanı düşman yapan da Allah'tır. Ve düşmanı
bulunmak,
peygamberler arasında yalnız sana özgü değil, hepsinde cereyan eden bir
kuraldır. İnsan ve cin şeytanları her peygambere düşman olagelmiştir.
"İnsan ve cin şeytanları" tamlamasının, "beyaniyye" veya
"lamiyye" olması hakkında iki görüş vardır: Beyaniyye olduğuna göre,
"insandan olan şeytanlar ve cinden olan şeytanlar" demek olur. Ve
şeytanların bir kısmının insan cinsinden, bir kısmının da cin cinsinden
olduğu
anlaşılır. Lamiyye olduğuna göre de "insanlara mahsus", yani
insanlara musallat, insan aldatmaya mahsus şeytanlar; "cinne mahsus",
cinnîleri aldatmaya mahsus şeytanlar demek olur. Ve bu şekilde
şeytanın, ne
insan, ne cin değil, üçüncü bir cins olduğu ve fakat bir kısmını
insana, bir
kısmı da cinne musallat olmak üzere iki çeşidi bulunduğu anlaşılır.
İkrime,
Dahhâk, Süddî, Kelbî gibi bazı tefsirciler izâfetin lamiyye olması ve
başkalık ifade
etmesi asıl olduğundan dolayı, şeytanların insan ve cinden başka bir
cins ve
hepsinin İblis'in çocukları olduğuna kâni olmuşlardır. Fakat İbnü
Abbas'dan
Ata, Mücâhid, Hasen ve Katâde beyaniyye izâfeti tercih ederek
demişlerdir ki,
şeytan, insan ve cinden herhangi bir isyancı ve inatçıdır. Yani gerek
insan ve
gerek cinden olsun serkeş, kibirli, fitneci, inatçı, ele avuca sığmaz,
kaypak,
yola gelmez olanların hepsine şeytan denilir. (Bakara sûresi 14.âyetin
tefsirine bkz.) Adı geçenler demişlerdir ki, cinden de şeytanlar
vardır,
insanlardan da şeytanlar vardır. Ve cinden olan şeytan mümini
aldatmaktan aciz
kalınca inatçı bir insana, yani bir insan şeytanına gider ve mümini
aldatmaya
teşvik eder. Ve böyle insanlardan şeytanlar bulunduğuna şunu delil
göstermişlerdir:
"Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebu Zer (r.a)'e: 'Cin ve insan şeytanlarından
Allah'a sığındın mı?' buyurmuştu. Ebu Zer: 'İnsanın da şeytanları var
mıdır?'
dedi. 'Evet onlar, cin şeytanlarından daha şerlidir' buyurdu."
İşte
birçok
tefsirciler, bu âyette bu mânâyı tercih etmişlerdir. Çünkü âyetin
gelişi,
kâfirlerin düşmanlık ve düşüklüklerine karşı Resulullah'a teselli verme
hakkındadır. Şu halde insan şeytanları, göze görünür şeytan insanlar;
cin
şeytanları da göze görünmez, bakışlardan gizli şeytanlar demek olur.
Bilinmektedir ki ins, insan türü, beşer, âdemoğlu demektir. Tekilinde
"insî" denilir. Ve buna karşı olan cin de alışılmamış, gizli, rûhânî
bir yaratık demek olur ki, bunun tekiline de "cinnî" denilir Ve iki
sayfa önce açıklandığı üzere cin biri daha genel, biri daha özel olmak
üzere
iki mânâ ile tefsir edilmiştir Fîruzâbâdî "Besâir" inde bunu şöyle
özetleyerek demiştir ki: Cin hakkında iki türlü görüş vardır:
Birincisi:
Cin
mutlaka duyuların hepsinden gizlenmiş olan rûhânîlere denilir ki, insan
karşılığıdır.
Bu şekilde melekler ve şeytanlar cinin içine dahil olur. Şu halde
melekler ile
cin arasında mutlak umum ve hususluk vardır. Her melek cindir, her cin
melek
değildir.
İkincisi:
Cin,
rûhânîlerin bir kısmına denilir. Çünkü rûhânîler üç kısımdır:
1-
Hayırlılardır
ki, meleklerdir.
2-
Şerlilerdir ki,
şeytanlardır.
3-
Hayırlıları da
şerlileri de içine alan ortadakilerdir ki, özel mânâsıyla cin
taifesidir.
Demek
olur ki,
burada cin, insan karşılığı zikredildiği "Kâfirler, cinleri Allah'a
ortaklar yaptılar" (En'âm, 6/100),
"Cinlerden
olan İblis ise Rabb'inin emrinden çıkmıştı" (Kehf, 18/50) âyetlerinde
olduğu gibi genel mânâya sarf edilmiştir. "Cin şeytanları" izâfet-i
beyâniyyesiyle de melekler ve diğer hayırlı cinler, çıkarılmıştır.
"Kamus"ta anıldığı üzere "ins", bir insanın özellikle
hissettiği hâlis dost ve ahbablarına da denir ki, "enîs" (dost) demek
gibidir. Beşer türüne insan ve ins denilmesi de işte bu karşılıklı
anlaşma
mânâsı itibariyle bir insanın veya bir kısım insanların
arkadaşlıklarından
kayıp ve bakışlardan gizli bulunan yabancıları ve perde arkasında
hareket
edenleri de "ins" karşıtı olan "cin" kavramına sokmak
gerekecektir. Bu şekilde genel anlamıyla cin, yukarda geçtiği üzere üç
çeşit
rûhânîler ile beraber beşer türünden bir kısmını da içine almış
bulunur. Ve bu
beşer kısmı, diğerine göre cinnin özel mânâsı ve özel mânâsıyla insin
en yakını
karşıtı demek olur. Gerçi seleften, cinnin bu mânâsı açıkça nakledilmiş
değilse
de, meşhur olduğu üzere ins ve cinnin toplamına (sekaleyn) denilmesi bu
konuda
açık gibidir. Çünkü bu en azından bazı cinlerin de insan gibi ağırlığa
haiz
olduğuna işaret eder. Halbuki rûhânîler, gerek soyutlar ve gerek
ecsâm-ı lâtife
(latif cisimler) diye tarif edilsin, her iki değerlendirme de maddîler
karşıtı
olduklarından bilinen mânâsıyla ağırlık kavramından hariçtirler .Ve
bundan
dolayı (insanlar ve cinler) her halde ruh ve akıl sahibi olan ve yoğun
maddeyi
içeren, biri anlaşma dairesinde anlaşılan ve açık; biri de anlaşma
dairesinden
gizli ve örtülü iki karşıt ağırlık demek olur. Ve özellikle gizli
topluluklar
halinde hareket eden beşer kısmının, esas sözlük itibariyle "cin
toplumu" kavramında bulunuşu hususunda şüphe yoktur. Ancak cin
anlayışını
buna tahsis etmek, alışılmış ve alışılmamış bütün beşer türünden başka
gizli
cin yoktur, demek de doğru değildir. Zira "Cinleri de daha önce
(vücudun
gözeneklerine) nüfuz eden güçlü bir ateşten yarattık" (Hıcr, 15/27)
âyeti
gereğince cinlerin yaratılışı insanlardan öncedir. Ve bu âyette de cin,
açıklandığı üzere, genel mânâda kullanılmıştır. Ve Allah Teâlâ ilâhî
hikmetiyle
her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kılmış ve bu
düşmanlık,
peygamberlerin gönderilişinin bir gereği, bir hikmeti , cereyan eden
bir
sünneti olmuştur. Ve nitekim "Kâfirler, bunu başkalarından öğrendin
desinler ve bilen bir kavme açıklayalım diye âyetleri genişçe izah
ederiz"
(En'âm, 6/105) âyeti ile de buna işaret buyurulmuştu.
Peygamberlere
düşman olan ve bir kısmı görünen, bir kısmı görünmeyen bu insan ve cin
şeytanları birbirlerine gurur için, aldatmak için söz yaldızı (içi
bozuk, dışı
süslü aldatıcı sözler) vahyederler.
Yani
vahyeder gibi
süratli bir îmâ ve işaretle öyle yalancı, yaldızlı sözler telkin
ederler ki,
bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanırlar, şeytanlıklarına
hayran
olurlar. (Vahyin çeşitleri ile mânâsı ve tarifi Nisâ sûresinin
sonlarında
"Şüphesiz Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz
gibi
sana da vahyettik" (Nisâ, 4/163) âyetinde açıklanmış idi, oraya bak.)
Yani
genel mânâda vahy, biri hak vahiy, biri batıl vahiy olmak üzere iki
çeşittir.
Ve bunun ikisini de içine alan en umûmî mânâsıyla vahiy, "süratli bir
işaret ile söz" demektir. Gerçek vahiy, hak vahiy ve ilâhî zorlama
olmakla
beraber, süratli bir îmâ ve işaretle gizli şekilde verilen batıl
telkinlere de
mecazî olarak vahiy denilir. Şeytanlıkla olanlar da vahiy veya ilhamı
hep bu
mecazî mânâda kullanarak falan ve falandan şeytanlık icra ederler,
ilham almış
derler. Ve işte şeytanların bu şeytanlığı, peygamberlere düşmanlık ve
gerçek
vahiye rekabet için birbirlerine dayanmaktaki ve aynı zamanda gurur ile
aldatıcı, yaldızlı sözler uydurup telkin etmekteki süratlerini anlatmak
için bu
âyetteki îmâ, bu mecazî anlamda söylenmiş ve fakat "gurur için yaldızlı
söz" karîne-i mâni'a (engelleyici karîne)sı konularak doğru fiil
gafletten
ve kötü anlamadan korunmuştur.
Özet
olarak her
peygambere düşman olan insan ve cin şeytanları öyle yaparlar. Ve fakat
Rabb'ın
dilemiş olsaydı o şeytanlar bunu (bu düşmanlığı, bu süratli telkini, bu
yaldızı, bu bozgunculuğu ) yapamazlardı. Ya onlara o kudreti vermez
veya
verdiği halde engel olur, yaptırmazdı. Demek ki onların bunu
yapabilmeleri ve
yapmaları da Rabb'ının dilemesiyledir. Ve demek ki bunda onun bir
hikmeti
vardır. Şu halde sen onları iftiralarına bırak. Bırak ki, belalarını
bulsunlar.
Onlar o yaptıklarına aldanmak için ve ahirete, âkıbete inanmayanların
gönülleri
ona, (o telkin ettikleri yaldızlı söze veya o gurura) meyletsin diye,
ve bu
imansızlar ondan hoşlansınlar, rızalarıyla kendilerini beğensinler, o
yaldıza
gönül verip hayran olsunlar diye, ve işlemekte bulundukları fenalıkları
işlesinler diye yaparlar. Ki bütün bu fenalıkların başında Allah'tan
başka
hakem aramak suçu vardır. Şu halde senin onlara diyeceğin şudur:
114-115-
Allah'tan
başkasını mı hakem isteyeceğim? Halbuki o size bu en mükemmel Kitab
(Kur'ân)ı
açıklanmış olarak (yani hiçbir şüphe ve başka şeylere benzeyişe mahal
kalmayacak şekilde fasılalı âyetleriyle hak, bâtıldan ayırd edilerek
beyan
edilmiş ve açıklanmış bir halde) indirdi, hükmünü açıkladı. Allah'ın
hükmüne
karşı, hükmüne müracaat edilebilecek hiçbir hakem tasavvur
olunamayacağı gibi,
ilâhî hükmü anlamak ve tebliğ etmek için de diğer âyetlerin,
mucizelerin
delaleti, icazı, kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı
değildir. Onların
sadece bir icazdan ibaret olan delaleti, mücmel (kapalı), belirsiz,
açıklamasız
ve devamsızdır. Kitabın mucizesi ise onların hepsinin icaz delaletini
içerdikten başka açıklanmış, vazıh, mufassal ve daimdir de. Mesela
"Ay'ın
yarılması" (şakk-ı kamer) mucizesinden "Muhammed, Allah'ın
Resulü'dür" hükmü ancak kısaca ve bir an için anlaşılır. Ve bundan
istifadenin gerek açıklığı ve gerek devamı kelama dayanır. "Kıyamet
yaklaştı, Ay yarıldı" (Kamer, 54/1) sûresi ise aynı hükmü daha geniş
icaz
vecihleri ile açıkça ve sarih bir biçimde ifade eder. Ve her zaman için
ifade
eder. Ve herhangi bir hakimin hükmü, sözlü ve fiilî olabilirse de asıl
açık
hüküm, sözlü hükümdür. Ve özellikle ilâm ve tescil edilen sözlü
hükümdür ki,
bir değil, binlerce fiile sebep ve misal teşkil eder. Kısaca kitabın
mucizesi,
Allah'ın hükmüne delalet için, diğer mucizelerin üstünde açık ve derin,
yüksek
bir delildir. İşte burada bu mânâ hatırlatılarak buyuruluyor ki, Allah
size
diğer mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap
indirmiş ve bu
şekilde hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu halde, ben
şimdi
şeytanların yaldızlı sözlerine meyledeceğim de, aramızda haklıyı
haksızı
ayırmak için Allah'ın hükmünü bırakıp, ona karşı Allah'tan başkasını mı
hakem
seçeceğim? Hayır, asla! Rivayet edildiğine göre Kureyş müşriklerinin
bir
problemleri olduğu zaman bir kâhini hakem yapıp, hükmüne uymak âdetleri
olduğu
gibi Resulullah'a da:"Seninle aramızda yahudi bilginlerinden ve
istersen
hıristiyan piskoposlarından bir hakem seçelim, bakalım onların
kitabında sana
dair bir şey varsa bize haber versinler" diye bir teklifte
bulunmuşlardı
ki, bu âyetle buna cevap verilmiştir.
Ve
bizim
kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bilirler ki, muhakkak o Kitab
(yani
Kur'ân) Rabb'ından hak ile indirilmiştir. Şu halde sakın
şüphelenenlerden olma,
şüpheliler gibi birtakımlarının inkârlarından etkilenip de başka hakem
teklif
edenlere rıza gösterme. "Allah'tan başka bir hakem mi isteyeyim?" de.
Hiç şüphesiz bu kitap sana Rabb'ından indirilmiş hak bir kelimedir. Ve
senin
Rabb'ının kelimesi, doğru söz olmakta da tam, adaletçe de tam, son
derece
tamdır. Yani Kur'ân, ihbârî (haberle ilgili), inşâi (dilek kipine ait)
iki yönü
içine alan bir Allah kelâmıdır ki, birinde istenen doğruluk, birinde
istenen de
adalettir. Kur'ân haberleri ve vaadleri yönüyle tamamen doğrudur,
gerçeğin
kendisidir; yalandan, şüpheden uzaktır. Kanunları ve hükümleri yönüyle
de
tamamen adalettir, doğruluğun kendisidir, zulümden, eğri büğrülükten
uzaktır.
Rabbinin kelimelerini değiştirebilecek, ona karşı hakimlik,
ayırtmanlık,
düzelticilik edecek hiçbir şey, hiçbir kimse yoktur. Ne kimse O'nun
kelimelerini kaldırıp yerine daha doğru ve daha adaletlisini koyabilir,
ne de
aynısını. Söz, O'nun sözü; kanun, O'nun kanunu; kitap, O'nun kitabı;
hüküm,
O'nun hükmüdür. Şu halde Allah'tan başka hakem isteği nasıl düşünülür
ve caiz
görülebilir ki, O, daima hem işiten, hem bilendir de. Gizli, açık her
sözü
işittiği, her şeyi bildiği gibi iddiacıların davalarını işitir,
niyetlerini ve
maksatlarını bilir. Ve bütün yargılanacakların görünüşlerini bildikten
başka,
görünmeyen yanlarını da bilir. Öyle yargılar ve öyle hüküm verir. Artık
kim
O'nun hükmünü bozabilir? Ve kim O'nun hükmünden kurtulabilir? Allah'ın
hükmü
böyle. Diğerlerine gelince:
116-117-
Eğer
sen
yeryüzünde bulunanların çoğunluğuna itaat edecek, uyacak, onlardan
hakem
yapacak olursan, seni Allah'ın yolundan, şeriatından saptırırlar. Çünkü
onlar
hükümlerinde ilme, hak delile değil, ancak zan ve vehme tâbi olurlar.
Ne
inançlarında kesinlik, ne kanunlarında, ölçülerinde haklılık, ne de
hükümlerinde isabet bulunur. Ve onlar başka değil, ancak kendi
mızraklarıyla
ölçer, kişisel, nefsânî ölçü ve tahminleriyle keyiflerine göre hüküm
verir,
yalan söylerler. Mesela "Allah, beşere bir şey indirmedi" derler,
Allah'a ortak ve çocuk isnat ederler, putları ve heykelleri yakınlaşma
aracı
sayarlar. Haklıyı haksız, haksızı haklı, çıkarırlar, helale haram,
harama helal
derler. Leşi helal sayarlar, deveyi ve benzerlerini haram ederler.
Gerçekte
yalnız Rabb'ındır ki, en çok bilen O'dur. Yolundan sapanı bilir. Doğru
yolda
gidenleri en iyi bilen de O'dur.
Şu
halde, Allah'tan
başka hakem ve hâkim arayanlara uymayın ve Allah yolundan şaşmayın da:
118-119-
Üzerine
yalnız Allah'ın ismi anılmış olan şeylerden yiyin. Ki Allah bunu size
mubah
kılmıştır. Eğer Allah'ın âyetlerine gerçekten inanıyorsanız? Böyle
yaparsınız,
bu âyetlerin hükmüne de inanır, bu yemeyi mubah bilirsiniz. Başka ad
tanımaz,
Allah'ın hükmünden başkasına uymazsınız. "Anılanlardan" buyurulması
gösterir ki, yenecek şeyler "besmele"li şeylerden olacaktır. Fakat
"besmele" çekilenlerin hepsi de yenebilecek değildir. Bu konuda
açıklama vardır. Bunun için buyuruluyor ki: Üzerine Allah'ın ismi
zikredilmiş
şeylerden size ne oluyor da yemeyeceksiniz? Allah size, zorunlu
olduğunuz şey
hariç olmak üzere, haram kıldığı şeyleri açıklamış, haramı helaldan
ayırt edip
beyan etmişken, besmele çekilmiş şeylerden yememenize, yani yemeyi caiz
görmemenize bir sebebiniz, deliliniz bulunma ihtimali var mıdır ki,
bunlardan
yemiyeceksiniz? Bu açıklama yukarda Bakara sûresinde "Şüphesiz ki
Allah,
size leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına
kesilenleri haram
kıldı" (Bakara, 2/173) ve daha geniş olarak Mâide sûresinde "Size
leş... haram kılındı" (Mâide, 5/3) âyetlerinde geçmiştir. Bu sûrede
geleceği üzere "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmamış olanlardan
yemeyin" (En'âm, 6/121) âyeti ile başlayıp, biraz sonra "De ki: Bana
vahyolunanlarda, yiyen bir kişinin yediği her hangi bir şeyin haram
olduğuna
dair bir hüküm bulamıyorum. Ancak..." (En'âm, 6/145) âyeti ile tamamen
özetlenmiştir ki, inişe göre bu sûre, tertibe göre de öbürleri öncedir.
Ve her
biri, başkasını teyit edici ve açıklayacıdır.
Şu
da şüphesizdir
ki, birçokları bir ilme dayanmayarak sırf keyif ve istekleriyle
sapıtırlar.
Allah'ın hükmünü aramayarak ve onu bildiren bir doğru delili, fikir ve
incelemesine ciddî olarak esas tutmayıp, kendi keyfini, eğilimlerini,
gönlünün
istemesini veya istememesini ölçü kabul ederek harama helal, helale
haram der
ve bu şekilde halkı şaşırtır, saptırırlar. Her halde sınırı aşanları
çok iyi
bilen, (kimlerin hak sınırdan batıla, helalden harama geçmiş
olduklarını en çok
bilen ve cezalarını verecek olan) ancak Rabbindir. Ey Muhammed! Şu
halde siz
onun emrini dinleyin, Allah'ın ismi anılmış şeylerden yeyin.
120-
Ve günahın
açığını da, gizlisini de terk edin. Kötü fiilin açığını da yapmayın,
gizlisini
de. Günahın açığı, kötü fiilin açığı deyimi, ilk önce iki mânâyı içine
alır: Birisi
açıktan açığa, alenî olarak yapılan kötü fiil; diğeri de, isterse gizli
yapılsın kötülüğü, kötü olduğu açık ve besbelli olan fiil demektir.
Buna
karşılık günahın gizlisi de iki çeşit demek olur ki, birisi gizli
yapılan kötü
fiil, birisi de isterse açıktan yapılsın kötülüğü gizli, yani fenalığı
baştan
açıktan açığa anlaşılmaz, sonradan meydana çıkar ve bundan dolayı ilk
önce
günah olduğunun anlaşılması bir delil ve habere dayanan kötü fiildir.
Bundan
başka bir fiil ya zina, hırsızlık vesaire gibi uzuvlar ile yapılır veya
inançsızlık, hased, kibir gibi sırf kalb ile yapılır. Ve "günahın açığı
ve
gizlisi" deyimi bu farkı da içerse, bu öncekilerin içinde dahildir.
Kısaca
günah, kötülük, kötü fiil demektir. Ve bunun bir zahiri (görüneni)
vardır, bir
de batını (görünmeyeni). Zahiri, ya kendisi, ya kötülüğü veya her ikisi
açık ve
belli olan; batını da buna karşılık ya kendisi, ya kötülüğü veya her
ikisi
gizli olanıdır. Kendisini gizli olması da ya sırf kalbe ait işlerden
olmasıyla
olur veya tenhada yapılmasıyla olur. Ve bunların hepsinden sakınmak
gerekir.
Çünkü ne olursa olsun günah kazananlar, kazandıkları günahlarıyla
ilerde
cezalanacaklardır. Şu halde açık olanın cezası var da, gizli olanın
cezası yok
zannetmemeli, hepsinden sakınmalıdır.
Bu
âyet, bütün haram
olanların hükümleri hakkında bir tümel (küllî) esası beyan
etmektedir.Yani
Allah'ın yasakladığı, haram kıldığı şeyler, açıktan açığa herkesin
anlayıvereceği açık fiillerden, açık kötülüklerden ibaret değildir.
Öyle gizli
ve batınî fenalıklar da vardır ki, herkes için keşf ve değerlendirmesi,
anlama
ve idraki zor veya imkansızdır. Ve işte Allah'ın açıklayıp ve beyan
ettiği
haramların, günahların bir kısmı ve hatta çoğunluğu böyle insanların
kendi
akılları ve takdirleriyle anlayıp idrak edemiyecekleri gizli
kötülüklerdir ki,
bunlar ancak şeriatin gelmesi, haber vermesi ve Allah'ın irşadı ile
bilinebilir. Ve bu şekilde herkes için aklen açık ve malum bulunan
kötülüklerden başka, aklen gizli ve batın olan birçok kötülükler de
dinen açık
ve malum bulunur. Ve hepsinin zararından, cezasından çekinmek, ancak
şeriata
yapışmakla mümkün olur. Ve böyle şer'î açıklama ile "Helal açıktır ve
haram da açıktır." Bununla beraber bu ikisinin ortasında şüpheli
görülecek
gizli bazı şeyler daha vardır ki, bunlar da gizli günaha dahildirler.
Bunları
anlayıp terkedebilmek de "Seni şüpheye düşüreni, seni şüpheye
düşürmeyene
bırak" hadisinin delaletince, açık, belli ve kesin şekilde bilinen
şer'î
bir beyan ve ilmî bir asla ictihad ile irca edilerek ve katılarak
şüpheli
tarafın atılması ile mümkün olur ki, nefse ait isteklere dayanmakla
ilme
dayanma farkının en çok dikkatle gözetileceği nokta da bu noktadır.
121-Kötülük
ne
olursa olsun kötü, onu kazananlar için sonunda cezayı gerektirici bir
zarar
verici olduğundan, Allah Teâlâ günahın açığını da, gizlisini de
terketmeyi
emreder.
Ve
bunun için
gelecekte açıklanan ve beyan olunan haramların fenalığı ve haram
oluşunun
hikmeti hepinizin nazarında açık olmasa bile, Allah'ın ilmine dayanarak
ve
emrine uyarak günahın açığını da, gizlisini de açıkta ve gizlide
gözünüzle ve
gönlünüzle terk ediniz. Ve üzerine Allah'ın ismi zikredilmedik şeyden
yemeyiniz. Bunun yenmesi, içilmesi düşünülen her şeye umûmî olması
ihtimali yok
değildir. Nitekim bir görüşünde Atâ'nın bu umûma tutunarak: "Gerek
yiyecek
ve gerek içeceklerden her ne olursa olsun Allah'ın ismi anılmamış olan
her şey
haramdır" dediği de nakledilmiştir. Fakat diğer fakihlerin hepsi ve
başka
bir görüşünde Atâ da bundan maksadın kesme ve boğazlama meselesi
olduğunda
ittifak etmişlerdir. Hakikatte gelecek olan 145. âyet de bunu
gerektirmektedir.
Şu halde ism-i mevsûl ve şer'î ahd ile boğazlanması düşünülen
hayvanlardan
ibaret olur. Ve üzerine Allah'ın ismi anılmayan, boğazlanması ve
yenmesi
düşünülen ve fakat üzerine Allah'ın ismi anılarak boğazlanmamış olan,
yani
besmelesi olmayan şeyler demektir. Bu da zahiri üzere üç şeye muhtemel
olur:
1-
Leş ki,
kesilmeden ölmüştür, besmelesizdir.
2-
Allah'tan
başkasının ismi anılarak kesilmiş olandır ki "Allah'tan başkası için
kesilen"dir.
3-
Kesilmiş, fakat
ne başkasının, ne de Allah'ın ismi anılmamış olandır ki, buna
"metrûkü't-
tesmiye" (tesmiyesi (Allah'ın isminin anılması) terkedilmiş) denir. Ve
bunda iki hâl mümkündür: Birisi Allah'ın ismi hatıra gelmekle beraber,
anılması
terkedilmiş olandır ki, buna "amden metrûku't-tesmiye" (bilerek
tesmiyesi terkedilen) denir. Biri de unutulduğundan dolayı terkedilmiş
olandır
ki, buna da "unutarak tesmiyesi terkedilmiş" denilir. Ve
"üzerine Allah'ın ismi anılmayan" âyetinin mutlak zahirine göre,
unutarak tesmiyesi terkedilenin de diğerleri gibi yenmesinin haram
olduğu
görünür. İbnü Ömer, İbnü Sîrîn ve daha bazılarından, Davûd-i Zahirî'den
bu
görüş rivayet edilmiştir. Gerçi leş ve Allah'tan başkası için kesilen
bu
yasaklamada, tesmiye bulunmamak mânâsı ile dahil olduklarından dolayı,
bunun
bilerek tesmiyenin terk edilmesine şümûlü hepsinden açık ise de,
göreceğiniz
vech ile unutmanın girmesine engel vardır. Hatta İmam Şâfiî daha geniş
ve
açıklanmış olan 145. âyette tesmiyenin terkedilmiş olması açıkça
gösterilmediğinden
dolayı onun zahirini, bunun zahirine tercih ederek buradaki "üzerine
Allah'ın ismi anılmayan" kısmını, "Allah'tan başkası için
kesilen" kısmına tahsis etmiş ve kesen müslüman ve kitap ehli olduğu
takdirde gerek isteyerek ve gerek unutarak besmelesi terk edilenin
yenmesinin
helal olduğunu söylemiştir ki, bu görüş İbnü Ebî Leylâ ve Evzâî gibi
daha bazı
kimselerden de rivayet edilmiştir. Fakat avlama ve kesmeyle ilgili
olarak Mâide
ve Hacc sûrelerinde varid olan "Ve üzerlerine Allah'ın adını anın"
(Mâide,
5/4), "Kurbanlıklar sıra sıra dizilip boğazlanacakları zaman, mutlaka
Allah'ın adını anın. Yan üstü düşüp canları çıkıncada onlardan yiyin"
(Hacc, 22/36) ve burada bu "Üzerine Allah'ın ismi anılmayandan
yemeyin" yasağıyla, kendisinden önceki "Üzerine Allah'ın ismi
anılandan yiyin" emrinin tam karşılaştırılmasından kesme ve avda
tesmiyenin farz oluşu çok açık belirgin olarak anlaşılmakta olduğu ve
kurtuluş
mümkünken tercihe gitmek de caiz olamayacağı için, tesmiyenin farz
oluşuna ve
tesmiyeyi terk etmenin haramlığına doğrudan doğruya delalet eden bu
âyetlerin
mânâsını ihmal etmek elbette kabule layık görülemez. Hakikatte İmam-ı
Azam Ebu
Hanife hazretleri de: "Eğer müslüman tesmiyeyi kasten terk ederse
yenmez,
unutur da terk ederse yenir" demiştir ki, İmam Mâlik'ten de Mâlikî
mezhebince en seçkin rivayet budur. İbnü Atıyye bunun cumhur (çoğunluk)
görüşü
olduğunu söylemiştir. Hz. Ali'den, İbnü Abbas'dan, Mücahid'den, Atâ b.
Ebî
Rabah'tan, Sâid b. Müseyyeb'den, İbnü Şihab ve Tavus'tan rivayet
edilmiştir ki,
bu zatlar, "Üzerine tesmiye olunup da kesilenin yenmesinde sakınca
yoktur" demişlerdir. Bir de Hz. Ali, yani besmele meselesi ancak din
üzerine dayanmıştır, demiş, İbnü Abbas da: "Müslümanın Allah'ı anması
kalbindedir ve Allah'a ortak koşmada ismin faydası olmadığı gibi, dinde
de
unutmanın zararı yoktur" demiştir ki, bilerek terk etmenin zararını
ifade
eder. Doğrusu dikkat olunursa bu âyetin unutmaya değil, ancak bilerek
terk
etmeye yönelmiş olduğu anlaşılır. Çünkü unutana fasık denilmiyeceği
üzerinde
ittifak edilmiştir . Fısk, ancak kastetmeye nisbet olunur. Burada ise
buyuruluyor ki, ve şu muhakkak ki bu, herhalde bir fısktır, (emre
uymaktan
çıkmaktır). Ve hatta şimdi görüleceği üzere bazı hallerde dinden çıkmak
ve
şirke düşmektir. Yani kurbanlık ve av üzerine Allah'ın ismi anılmamak
veya
anılmayandan yemek her biri de bir fısk (itaatsizlik)tır. İşte
"yemeyin" yasaklaması, böyle fısk ile sebep gösterilerek tekit
buyurulmuştur ki, bu, hem tesmiyeyi terk etmekten yasaklamayı, hem de
yemekten
yasaklamayı içine alır ve kastetmeyi gerektirir. Şu halde boğazlamada
besmele
çekmek, hem bir şart olarak farzdır, hem de oruçta imsak farz olduğu
halde
unutup yemekle bozulmadığı gibi, unutmakla tesmiyeyi terk etmek de
boğazlamayı
ifsad etmiş olmaz. Burada besmele denilmeyip de tesmiye denilmesinin de
sebebi
vardır. Zira tesmiye, Allah ismini herhangi bir sekilde anmaktır ve
besmeleden
daha geneldir. Mesela "Allahü ekber" (Allah en büyük) veya
"sübhanallah" veya "lâilâhe illallah" demek de bir tesmiye,
bir anmadır. Arapçadan başka lisan ile de olabilir. Besmele ise veya
sadece
demektir ve özel bir tesmiyedir. Âyetlerde emredilen de mutlak Allah'ın
anılması olduğundan farz, besmele değil, tesmiye (Allah'ın
anılması)dir. Fakat
bu tesmiyenin besmele ile olması da sünnettir. Ve boğazlamada
tesmiyenin
sünneti sadece demektir. "Bismillâhi Allahü ekber" demek daha
faziletlidir. Yemekte tesmiyenin sünneti de ' dir. (Bkz. Mâide
sûresinin 3-5
inci âyetleri)
Özetle
üzerine
Allah'ın ismi zikredilmeyen şeyi yemeyiniz ve bunun açıkça başka
fenalığını ve
açık bir zararını anlamasanız bile, herhalde bir fısk (itaatsizlik)
olduğunu,
gizli ve manevi zararı ve bir cezası bulunduğunu muhakkak biliniz. Ey
müminler
şu da muhakkak ki şeytanlar, dostlarına sizinle mücadele etmeleri için
vahyeder
gibi, gizli gizli telkinlerde bulunurlar. Bu emirlerin aksine olarak
Allah'ın
ismi anılanı yemeyin de anılmayanı yeyin, derler. "Şeyâtîn"den
maksadın, gizli şeytanlar, İblis ve askerleri, yani cin şeytanları;
bunların
dostlarından, maksadın da insan şeytanları ve tâbileri olduğu açıktır.
Bir de
İkrime'den bir rivayette denilmiştir ki, "şeyâtîn"den maksat, inatçı
mecusîler, dostlarından maksat da Kureyş müşrikleridir. Bunlar arasında
cahiliyye devrinde dostluk ve yazışmalar cereyan ederdi. Leşin haram
olmasının
nazil olması üzerine İran mecusîleri, Kureyş müşriklerine: "Muhammed ve
ashabı, Allah'ın emrine uyduklarını sanıyorlar, sonra da kendilerinin
kestiğinin helal, Allah'ın kestiğinin haram olduğu kanaatinde
bulunuyorlar" diye yazmışlardı. İşte şeytanlar insanlara böyle
telkinler
ile leşleri, görünür görünmez pislikleri yedirmeye ve Allah'ın emrinin
tersine
sevk etmeye çalışırlar. Ve şayet siz onlara itaat edecek olursanız,
muhakkak ve
muhakkak müşrik olursunuz. Bunun için boğazlanıp veya avlanarak yenecek
şeyler
üzerine Allah'ın ismini anmamak veya üzerine Allah'ın ismi anılmayan
şeylerden
yemek sadece bir fısk olarak kalmaz. Şirk veya şirke sebep de olur.
Halbuki
mümin, müşrike benzer mi?
122-
"Kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilir." Yani yukarda "Her
ümmete amelini süslemişizdir" (En'âm, 6/108) buyurulmamış mıydı? İşte
kâfirlere amellerinin süslenmesi böyledir. Şeytanların yaldızlı
telkinleri
itibariyle şeytanlar tarafından ve o telkinler esnasında yaratma
yoluyla da
Allah tarafındandır. Ve bu süsleme yüzündendir ki, kâfirler
yaptıklarını
beğenir ve karanlıklardan çıkamazlar.
Hem
bu, yalnız
Mekke'lilere mahsus da değildir:
123-
Böyle (yani
bu
süsleme şekliyle amelleri kendilerine süslenen şeytan ve şeytan dostu,
Peygamber düşmanı büyük kâfirler gibi) her karye (her köy ve kent, her
belde ve
her memleket) de de ileri gelenleri o memleketin mücrimleri (suçluları)
kıldık
ki, o memlekette kötülükler yapsınlar, hileler, hilekârlıklar
yapsınlar.
Halbuki onlar, o hileyi başkalarına değil, ancak kendilerine
yapıyorlar,
başkalarını aldatıyoruz sanıyorlar, halbuki kendilerini aldatıyorlar da
haberleri olmuyor. Bulunduğu ve özellikle başında bulunduğu memlekette
hakka ve
o memleketin halkına karşı kötülük yapan, hile ve hilekarlıkla entrika
çeviren
o büyük mücrimler bilmezler ki, aldattıkları vatandaşlar başkaları
değil, yine
kendileridir. Onların zararları, aldanmaları, kendilerinin zararları,
aldanmalarıdır. Bilmezler ki, halkın zararı, memleketin zararıdır ve
memleketin
zararı, herkesten önce başında bulunanların zararıdır. Bilmezler ki, o
memleket
düşünce, ilk önce düşen kendileri olacaktır. Bilmezler ki, Hak Teâlâ
aldanmaz.
Hakka kötülük yapmaya çalışanların o kötülükleri, "Kötü tuzak, ancak
sahibine dolanır" (Fâtır, 35/43) âyeti gereğince sonunda kendilerini
kuşatır, başlarına patlar. Bu âyet, Resulullah'ın yaşadığı zamanda
yalnız
Mekke'nin ve Arabistan'ın değil, dünyanın her memleketinin böyle fesat
ve
fenalık içinde bulunduğunu, mücrimlerin, hilekarların yüze çıkıp, ileri
gelenlerin en hilekar mücrimlerden ibaret olduğunu ve bütün bunların
düşmeye ve
azaba mahkûm olduklarını açıklamakla beraber, Mekke müşriklerinin
düşmanlık,
kötülük ve bozgunculuklarına karşı teselli etmek, diğer taraftan
cihanşümûl
olan peygamberlik görevinin önemini hatırlatmak ve her memleketin ileri
gelenlerine, bütün dünyanın işlerini yürütenlere büyük bir ders
vermektedir.
124-Bakınız
bu
büyük mücrimlerin kibirlerine, hakka karşı mücadelelerine, hilelerine,
şuursuzluklarına ki, bir taraftan, kendilerine bir âyet gelirse muhakak
iman
edeceklerine güçleri yettiği kadar yemin ettiler, diğer taraftan
kendilerine
bir âyet (Resulün doğruluğuna delalet eden bir alâmet) geldiği zaman
da,
Allah'ın resullerine verilenin aynısı bize verilinceye kadar biz buna
asla
inanmayız dediler. Kendilerine peygamberler gibi Cibril gelip vahiy ve
peygamberlik verilmedikçe ve bu şekilde nebîlik ve resûllüğü,
peygamberlerden
sadır olan mucizeleri kendi nefislerinde görüp ve tecrübe etmedikçe,
her ne
delil gösterilirse gösterilsin Peygamber'e ve peygamberliğe
inanmayacaklarını
söylediler. Rivayet edildiğine göre Velid b. Muğire, "Peygamberlik hak
olsaydı, ben ona senden layık olurdum, çünkü ben senden büyüğüm ve
senden
zenginim" demişti. Ebu Cehil de: "Abdümenâf oğulları bizimle şeref
konusunda yarıştılar, nihayet tam 'feres-i rihân' yani koşuda denk iki
at gibi olduğumuz
sırada: 'bizden bir Peygamber var ona vahyolunuyor' dediler, vallahi
biz buna
asla razı olmayız ve ebedi olarak tâbi olmayız. Meğer ki ona geldiği
gibi bize
de vahiy gelsin" demişti. Ve daha diğer birçokları da kendilerine vahiy
ve
peygamberlik verilmesini istemişlerdir. "Hayır, onlardan her biri,
kendisine apaçık sahifeler verilmesini istiyor" (Müddessir, 74/52).
Sonra
birtakımları
da ilim ve fen adına, "Eğer nebilik ve peygamberlik mümkün olsaydı bu
kadar ilim ve fennimizle bizim o peygamber denilenlerden daha öncelikle
peygamber olmamız ve peygamberliği nefsimizde görüp, tecrübe
edebilmemiz
gerekirdi. Mademki biz peygamber olamıyoruz ve peygamberliği kendimizde
deneyemiyoruz, o halde bir örneğini nefsimizde ilmî olarak görüp,
tecrübe
edinceye kadar aklî, naklî her ne delil gösterilirse gösterilsin hiçbir
kitaba
inanmayız, hurafe der geçeriz" diyegelmişlerdir.
Allah
risaletini
yani peygamberlik görevini (İbnü Kesir ve Hafs'tan başka kırâetlere
göre
risaletlerini) kime vereceğini daha iyi bilir. Mücrim (suçlu) olanlara
Allah
yanında küçüklük ve yaptıkları hile sebebiyle gayet şiddetli bir azab
isabet
edecektir. Kibir ve büyüklenmelerine karşılık Allah'ın huzurunda
düşüklük ve
hakaret, hilelerinden dolayı da şiddetli azap ile karşılaşacaklar ve
azaba
uğrayacaklardır.
Kısaca:
125-126-127-Kırâet
: İbnü Kesir kırâetinde "yâ"nın sükûnu ile şeddesiz , şeklinde, diğer
kırâetlerde ise şeddeli olarak okunur; şeklindeki "meyyit" ve
"meyt" gibi, mânâ birdir. Nafi ve Âsım'dan Ebu Bekir kırâetinde ...
"râ"nın kesriyle şeklinde, diğer kırâetlerde fetha ile şeklinde
okunur. Biri doğrudan doğruya sıfat-ı müşebbehe, biri de mübâlağa
olarak
masdarla tavsîfdir ki, son derece dar ve ciddî olarak darlık, tıkanmış
kalmış
ve açılmaz, geçilmez tıkanıklık demektir. İbnü Kesir kırâetinde 'ın
sükûnu ile
"suûd"dan şeklinde; Âsım'dan Ebu Bekir kırâetinde "elif"
ile den şeklinde; diğerlerinde (sad ve ayın teşdidi ve elifsiz olarak)
okunur
ki, öbürünün aslı bunun aslı da 'dür.
Şimdi
Allah her
kime hidayet diler, doğruca kendine erdirmek isterse İslâm için gönlünü
açar. Hakkı
ve hak teklifleri kabul için nefsine öyle bir yetenek verir ki, iman ve
itaatle
göğsü genişler, kalbi ferahlanır, neşeli olur. Bilinmektedir ki göğüs
genişliği
kuvvete, teneffüs ve tahammüle delalet eder. Göğsün açılması, geniş
geniş nefes
alması da kalbin ferahlanmasını gerektirir. Ve bu şekilde göğsün
ferahlanması,
hem kuvvet ve tahammülden, hem de sevinme ve ferahlanmadan kinaye olur.
Burada
İslâm için göğsün açılması da, nefse hakkı seve seve kabul etmeye
hazır, engel
ve zıtlıktan arınmış bir yetenek bahş etmekten kinayedir. Nitekim
Peygamber
(s.a.v)'e bu göğsün açılması hakkında soru sorulduğu zaman buyurmuştur
ki,
"Bir nurdur ki, Allah onu müminin kalbine atar, o da onunla ferahlanır,
açılır". Bunun üzerine Ashab: "Ey Allah'ın Resulü, onun tanınacak bir
emaresi var mıdır?" demişler, Resulullah da: "Evet, ebedilik evine
yönelme, aldanma evi (dünya evi)nden uzaklaşma ve ölüme, gelmeden önce,
hazırlanmaktır" buyurmuştur.
İşte
Allah,
hidayetini istediği kimsenin kalbine böyle bir nur verir, o kimse de
iman ve
İslâm ile son derece sevinir ve genişler. Hakkı kabul ve hak teklifleri
yerine
getirmekten canı sıkılmaz, zahmet ve ıstırap duymaz, tersine neşe ve
sevinç
duyar. Allah kimi de yolundan şaşırtmak ve saptırmak dilerse, göğsünü
daraltır,
sıkar, son derece tıkar bunaltır. Hem öyle normal ve kısaca bir yokuşa
değil,
sanki dik yukarı göğe tırmanıyormuş gibi olur. Göğe tırmanmak kendisine
nasıl
yapılması mümkün olmayan bir yük ve zahmet ise, iman ve İslâm, hakkı
kabul ve
itaat etmek de ona o derece güç gelir. İslâm ve doğruluk deyince canı
sıkılır,
daralır, bunalır. "Of" der, dayanır, tıkanır, yan büker, yoldan
çıkar, içinden çıkılmaz bataklara batar gider. O artık genişlemeyi,
doğrulukta
ve selamette değil, eğrilikte ve felakette arar. İşte Allah, iman
etmeyenlerin
üzerine pisliği, o son derece nefret ve tiksinmekle karşılanması lazım
gelen
küfür, azab ve ıstırabını böyle göğsün daralması ve kalb tıkanmasıyla
yükler ve
tahsis eder. Böyle yardımsız bırakmakladır ki, Allah onları küfür
pisliğinin,
küfür azabının istilası altında bırakır. Ve bu (yani islâm) göğsün
genişlemesi
ile hakka itaat ve uymak Rabbinin dosdoğru, eğilmez, bükülmez yoludur,
artık
tefekkür edecek, düşünüp anlayacak olanlar için bu yolun bütün
alametlerini,
nişanlarını, belliklerini Kur'ân'da şüphesiz açıkladık ve beyan ettik.
Bunları
düşünen, hatırda tutup hayatında tatbik ederek giden kavim, zümre için
hepsinin
Rabb'ı olan Allah Teâlâ katında bir "dârüsselâm" (selâmet evi)
vardır. Ve Allah onların o hayatta yaptıkları amelleri sebebiyle
velîsi,
veliyyü'l-emri, dostu, yardımcısıdır. es-Selâm Allah'ın güzel
isimlerinden bir
isim veya "selâmet" mânâsına masdar veya diye selam verip almanın
ismidir ki, bu üç mânâdan her biriyle her korkudan sâlim "selamet evi,
selamet vatanı" demek olur. O halde:
Şimdi
şunu iyi
düşün:
128-129- Düşün
ki,
bir gün gelecek Allah o insan ve cinnin hepsini bir yere toplayacak. Ey
cin
topluluğu, ey cin cemaati, ey gizli şeytan cemiyetleri, insanlardan
çoğuna göz
diktiniz. Çok aldatıp ve sapıttınız, pek çoklarını azıttınız,
insanlıktan
çıkardınız, cin sürüsüne kattınız da yardımcılarınızı toplumunuzu
çoğaltınız
ha! diyerek haşredecek. O cin toplumunun insanlardan olan dostları da o
halde
diyecek ki: Ey Rabbimiz, biz birbirimizden faydalandık. Cinler,
insanlara
şehvet yollarını ve vasıtalarını gösterdiler. Hile, tuzak, yalan
söyleme, yalan
haberler, sihir ve efsun usullerini, eğri yollardan gidip yalan dolanla
iş
yapmak, fesat saçıp gizlenmek çarelerini öğrettiler. Bu şekilde insan,
cinden
faydalandı, zevkler, sefalar yaptı. İnsanların bunları rızalarıyla
kabul
etmelerinden ve kolaylık göstererek yardımda bulunmalarından da cin
faydalandı,
murad ve maksadına erdi. Şu halde bu konuda sorumluluk yalnız cin
dostlarımızın
değildir. Doğrusu biz birbirimizden istifade ettik. Ve bizim için tayin
ve
tesbit ettiğin ecelimize yettik, bize verdiğin mühletin sonuna erdik.
Yani
sûrenin başında "Belli bir süre (Allah'ın) kendi katındadır. Böyle iken
siz hala şüphe ediyorsunuz" (En'âm, 6/2) diye beyan edilen ecel-i
müsemma
(belli süre), bu müddetin sonu, bu haşr ve kıyamet günü geldi çattı
diye
günahlarını itiraf etmekle cin dostlarına yardım ve sorumluluklarına
ortak
olacaklar. Allah da ne diyecek bilir misiniz? muhakkak diyecek ki ve
hatta
ezelde demiştir ki, o ateş, cehennem ateşi, oturacak yeriniz
ikametgâhınız,
yatağınızdır. Orada insan ve cin hepiniz ebedî olarak kalacaksınız,
ancak
Allah'ın dilediği müddet müstesna. buyurulmayıp da, buyurulmasından
anlaşılır
ki, cehennemde ebedî kalmaktan bu istisna bazı şahıslara değil, bazı
zamanlara
aittir. Ve beyan olunduğuna göre Allah'ın dilediği bazı zamanlar
kâfirler,
ateşten çıkarılıp soğuğa, çok soğuğa atılacak, sonra yine ateşe
döndürüleceklerdir.
Şüphesiz ki Rabb'ın, hem hikmet sahibi, hem her şeyi bilendir.
Yaptığını
hikmetle sağlam yapar, insan ve cin bütün hepsinin de gizli açık bütün
hallerini ve layık oldukları cezaları bilir. Hükmünü, isteğini bilerek
verir.
İşte Allah'ın hepsini öyle diyerek haşredeceği ve cin dostu insanın
öyle,
hikmet sahibi ve her şeyi bilen Rabb'ının da böyle dediği günü düşün.
Ve işte
biz zalimleri kazanageldikleri (kazanmayı âdet edindikleri) kazançları
sebebiyle birbirlerine böyle dost yaparız. Kazançları, âdetleri
birbirine
benzeyenler, birbirlerini görmeseler bile uzaktan uzağa birbirlerine
dost
olurlar, birbirlerini müdafaa ederler ve sorumluluklarına katılırlar.
İnsan ve
cinden olan zalimler, haksızlar da kazançta ortaklık ve
benzerliklerinden
dolayı biri diğerini mazur göstermek isterken haşir günü günahı itiraf
etmede,
sorumluluk ve cezada birbirlerine iştirak ederek, hem kendi cürümlerini
ikrar,
hem dostları aleyhinde şahitlik ederler ki, ilâhî hikmet ilminde bu bir
kuraldır. Bunun için haşir gününde Allah "Ey cin toplumu, insanlardan
çoğunu yoldan çıkardınız" diye cin topluluğunu insan hesabına
azarladığı
zaman cin hiçbir cevap vermediği halde, onların insanlardan olan
dostları,
dostlukları gereğince ortaya atılarak sorumluluğu üzerlerine alarak
cinleri
mazur göstermeye çalışırken birbirlerinden istifade ederek müştereken
günahkâr
olduklarını itiraf edecekler ve bu şekilde, cinnin ayrı, insanın ayrı
bir
topluluk değil, hepsinin bir toplum, aynı vicdan, aynı kazanç, aynı
sorumluluk
taşıyan ve aynı cezayı haketmiş bulunan bir sosyal toplum olduklarını
ikrar ve
isbat edeceklerdir. Ve hikmet sahibi ve her şeyi bilen âlemlerin
Rabbinin de
"Ateş duracak yerinizdir, orada ebedî olarak kalacaksınız, Allah'ın
dilediği hariç" hükümünü verirken hepsine birden şu azarlama hitabını
yapacaktır:
130-135-Hele
şu
halde bulunan zalimler nasıl kurtuluşa erebilirler ki:
136-
Müşrikler,
diğer zulümlerinden başka bir de tuttular Allah'a yarattığı şeylerden,
hasılat
ve hayvanlardan bir hisse ayırdılar. Buna karşılık bir hisse de
uydurdukları
ortaklara ayırdılar da kendilerince, şu Allah'ın, şu da ortaklarımızın,
dediler. Fakat ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz, Allah uğruna
sarfedilmez.
Allah'a ait olan ise ortaklarına ulaşır, onlar uğruna sarfedilir.
Bundan dolayı
netice itibariyle hiçbirinin hayrı olmaz, hepsi yok olur gider.
Bunların
hükümleri ne fena hükümdür! Allah'ın yarattığına başkalarını ortak
etmek, Allah
için dediklerinde de Allah'ın şeriatını değil, kendi kanaatlarını esas
edinmek
ve sonra uydurup, uydukları ortaklarını Allah'a tercih edip sonunda
Allah için
hiçbir şey yapmamış olmak ve Allah'ın yarattığı ve kendilerine nasip
ettiği mâl
ve menâli (varı yoğu) bu şekilde boşu boşuna sarf ve yok etmek, hiçbir
hayır
kazanmamak, ne cahilce, ne zalimce, ne talihsizce bir hükümdür, ne
büyük
zarardır!
Rivayet
edildiğine
göre Arap müşrikleri ekip diktikleri ekinlerden ve yetiştirdikleri
deve, sığır,
koyun, keçi hayvanlarından bazı şeyleri kendi fikirlerince Allah için,
bazı
şeyleri de diğer ilâhları adına tayin eder, ayırırlar ve bir şahsın
gelirlerinden böyle iki çeşit masraf çıkardı. Allah için dediklerini
misafire
ve fakirlere, diğer ilâhları için ayırdıklarını da onların masraflarına
ve
huzurlarında yapılacak âyine, kesilecek kurbanlara hizmetçi ücreti ve
başka
şeylere harcarlardı. Sonra bakarlar Allah için diye ayırdıkları iyi
çıkar,
yetişip büyürse dönerler onu ilâhlarına tahsis ederler. Fakat ilâhları
için
ayırdıkları iyi çıkarsa, onu onlar adına bırakırlar. "Allah zengindir,
bunlar fakirdir" derler. Ve bu şekilde ilâhlarını Allah'a tercih
ederler
ve Allah için ayırdıklarını onlara sarfederler, fakat onlar için
ayırdıklarını
Allah için sarfetmezlerdi ki, işte bu âyetlerde Arap müşriklerinin akıl
ve fikir
kabul etmez cahillik ve sapıklıklarına, iktisadî ve sosyal
hayatlarındaki
perişanlıklarla ilgili bazı kötülükleri açıklanırken, önce bu âyet ile
bu âdet
ve mezhebe işaret olunarak, bunun amelî açıdan bütün kötülüklerin esası
ve aslî
sebebi olduğu gösterilmiştir .Bununla beraber âyetin ifade şekli iyice
düşünüldüğü zaman anlaşılır ki, bu yalnız Arap müşriklerinin bu âdet ve
mezhebini tasvir etmek değil, bütün müşrikliğin amelî bakımından
milletleri yok
yere masraflara soktuğu ve nasıl ekonomik hastalığa düçar edip, dînî,
dünyevî
perişanlıklarla akıbet zararına sürüklediğini göstermektedir. Burada
iman ile
şirki, önce biri inanca, biri amele ait olmak üzere iki açıdan
düşünmelidir.
Önce inanç açısından Allah'ı birleyen bir müminin Allah'tan başka hakem
ve Allah'ın
hükmünden başka hüküm tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde
yalnız o
ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah'tan
başkasının
hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah'tan
başkasının
hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve
adaletli olan
Allah'ın hükmü adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi
gerekir.
Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve faydalı
olur.
İnanç bakımından böyle olan Allah'ı birleyen bir mümin bu iman ve
inancını amel
açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından tam
mümin, kâmil
bir müslüman olur. Ve "âkıbetü'd-dâr" (dünya yurdunun sonu) onun, o
inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik
etmezse, o
zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir
müşrik
durumunda bulunur ve fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da
olsa
müşriklerin uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve
iştirak
etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke
sürüklenmekten
uzak kalamazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel
bakımından muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî
şirki
gerektireceğinden yukarda
"Eğer
onlara
itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz" (En'âm, 6/121) buyurulmuştu.
Kısaca tevhidin ilk amelî neticesi her yaptığı masrafı yalnız Allah
için
yaptıran amelî bir ekonomidir. Şirke gelince, inanç açısından şirk,
Allah'tan
başka gizli veya açık tapacak tanrı, hükmüne uyulacak hakem tanımak
demek
olduğu için, bir müşrik hareketlerinde bazan Allah'ı da hesaba katmak
his ve
ihtiyacından uzak kalamamakla beraber, çoğunlukla kendisine daha
yakından
etkili saydığı diğer tanrıları, ortakları adına yürür ve bunun için
kazancında Hakk'ın
hükmüne aykırı emeller takibettiği gibi, harcamasında da zararlı,
haksız ve
beyhûde olarak o ilâhları adına birtakım vergilere ve masraflara mahkum
olur.
Ve artık onun bütçesinde iki masraf vardır: Birisi Hakk'ın varlığının
zatî
varlığından dolayı, sırf kendi şahsi duygusuyla ihtiyaç hissettiği
cüz'î bir
hak ve hayır masrafı; birisi de şirk hükmünün yüklediği beyhude, boş ve
hayırsız sırf tüketim olan masraftır ki, memleketleri yıkan, milletleri
ezip
harab eden hayatî ve ahlâkî krizlerin, sosyal ıztırapların en önemli
sebeplerinden biri olan kriz ve ekonomik sefaletin sebebi özellikle bu
masraftır. Bu, o masraftır ki, hiçbiri Allah için olmaz, boşuna
tüketimden,
sayılmaktan başka bir şey ifade etmez. Tersine Allah için ayrılan
kazançları da
kendine çeker, sarfına veya güzel sarf edilmesine engel olur. Ve artık
bu
durumda bulunanların hiçbir hayırları olmaz. Bütün işleri ve bütün
kazançları
şeytanlar uğruna boşu boşuna telef olur gider. Ve işte "Fakat
ortaklarına
ait olan Allah'a ulaşmaz, Allah'a ait olan ise ortaklarına ulaşır"
kavramı, bütün şirkin bu kötü sonucuna işaret etmekte ve
hatırlatmaktadır.
Bunun için buyuruluyor ki:
137-
Ve böyle iki
çeşit masrafa sevk edip, Allah için ayrılanı da şirk uğruna sarf
ettirerek
ekonomik felaketi artırmak ve buna sebep olan o çirkin şirk hükümlerini
süsleyip hoş göstermek sûretiyledir ki o taptıkları ve adlarına
masraflar
yaptıkları ortakları, o insan ve şeytanları, müşriklerin çoğuna
evlatlarını
öldürmeyi süsledi ve hoş gösterdi. Kazandıklarını çektiler, zaruretlere
düştüler, akıllarını, fikirlerini, hislerini kuruntularla ifsat
ettiler,
haşyet-i imlâk yani züğürtlük korkusu ve birtakım bâtıl zorlamalar ile
yetişmiş
evlatlarını öldürmeyi, putlara kurban etmeyi, kızlarını diri diri
mezarlara
gömmeyi, çocuk düşürmeyi ve bu şekilde kendi nesillerini kendilerine
kırdırmayı
bir iktisad, bir akıl, bir namus, bir din işi gibi iyi bir şey diye
telkin
ettiler. Ve bu süslemeyi o ortaklar, iki maksat için yaptılar:
Müşrikleri helak
etmek için ve dinlerini karıştırıp bozmak için, ki burada kastedilen
Hz.
İbrahim ve İsmail'den kendilerine miras kalan dinleridir. Ve fakat
Rabb'ın
dilemiş olsaydı bu süslemeyi veya bu öldürme işini yapamazlardı.
Mademki
yapıyorlar, demek ki dilememiştir. Ve demek ki Rabb'in onların dünya ve
ahirette
helâk edilmelerini dilemiştir. Şu halde sen onları uydurdukları
iftiralarına
bırak. Bırak ki, yok olsunlar.
138-Bunlar
bu
şekilde birtakım hükümler uydurarak bir de dediler ki: şunlar,
dokunulmaz
hayvanlar ve ekinlerdir, bunları bizim dilediklerimizden başka kimse
yiyemez.
Bu sırf kendi zanlarıncadır. Çünkü onlardan kendilerinin dilemediği
nice
kimseler yer ve diledikleri nice kimseler de yiyemez. Gerek yaratılışa
ve gerek
kanun koymaya hâkim olan irade, onların değil, Allah'ındır. Onlar ise
bu hükmü verirken
Allah tarafından hiçbir delil ve hüccete dayanmış değil, yalnız kendi
kanaatlerince böyle söylemişlerdir. Şunlar da dediler, birtakım
hayvanlardır
ki, sırtları haram edilmiştir: Binilmesi, yük yükletilmesi ve her hangi
bir
şekilde kullanılma ve faydalanılması haramdır. Yani beş nesil doğuran
deve,
putlara adanan deve, soyundan on döl alınan devedir. (Bak. Mâide,
5/103. âyet)
Şunlar da diğer bir hayvanlardır, dediler ki, bunlar üzerlerine
Allah'ın ismini
anmazlar. Putları adına keserler veya üzerinde hacca gitmez, "lebbeyk
Allahümme" demezlerdi. Hep bu hükümleri, bu taksimi Allah'a iftira
ederek
uydurdular. Yapageldikleri, âdet edindikleri iftiralarıyla Allah
onların
cezalarını verecektir.
139-140-
Bir
de
dediler, şu hayvanların karınlarındakiler, kendilerince sırtları haram
edilen
beş nesil doğuran develerin, putlara adanan develerin, gebe develerin
yavruları, sadece erkeklerimize helal, kadınlarımıza haramdır. Fakat bu
haram
oluş, o hayvanların karınlarındaki yavruları diri olduğu takdirdedir.
Ve şayet
ölü ise, ölü doğarsa, o zaman erkek kadın hepsi bunda ortaktırlar.
Böyle
dediler ve bu şekilde kadınlara yalnız ölü hayvana iştirak edebilmekten
başka
bir hak tanımıyarak zulüm ve hakaret ettiler. Allah onlara bu
vasıflandırmalarının (bu helal ve haram vasıflarının) cezasını
verecektir.
Çünkü O, hikmet sahibi ve her şeyi bilendir. Böyle haksızlıkları
cezasız
bırakmaz.
Hassâf'ın
"Kitabû'l-Evkâf"ında naklettiğine göre Hz. Aişe (r.anhâ) kız
evlatlarını mahrum ederek yalnızca erkek evlatlara yapılan vakıfları da
bu
cahiliye (İslâm öncesi) âdetine benzetmiş ve bu âyeti okumuştur.
Kısaca,
kadınları
ancak ölmüş hayvana layık farzedip bu derece düşük görmek ve mahrum
etmek de
evlat öldürmek gibi cezayı gerektirir ve ziyandır. Hiç şüphe yok ki,
ilimsizlikle
beyinsizlik ve aptallık yüzünden evlatlarını öldürenler ve Allah'ın
kendilerine
ikram ettiği helal rızkı, Allah'a iftira ederek, haram edenler muhakkak
zarardadırlar. Bunlar muhakkak doğru yoldan sapmışlardır ve asla doğru
yola
gidenlerden değildirler. Bu hâl ile kurtuluşa ermelerine imkan yoktur.
Halbuki:
141-142-
Halbuki
Allah o yüce yaratıcıdır ki, ma'rûş ve gayrı ma'rûş cennetler, yani
yapılı
yapısız, çardaklı çardaksız, köşklü köşksüz bağlar, hurmalıklar,
ekinler ki her
birinin yemişleri farklı, birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytinler,
narlar meydana
getirdi. Yani bütün bunları yenilmesi ve faydalanılması için yarattı.
Bu âyetin
bir benzeri yukarda geçmişti. Fakat orada, Yüce yaratıcının varlığına,
gücüne
ve öldükten sonra dirilmeye delil olması yönünde geldiği için, sonunda
icad ve
icad gayesine dikkat çekmek amacıyla "Meyve verirken ve olgunlaştığı
zaman
her birinin meyvesine bakın" (En'âm, 6/99) buyrulmuştu. Burada ise, onu
hatırlatmakla beraber, müşriklerin rızk konusundaki baskı ve
iftiralarına,
yasaklayıp haram kılma iddialarına karşılık, yüce Allah'ın,
yaratmasındaki
ihsan ve iyiliği ortaya koyma ve ürünlerle hayvanlardan yararlanmada
helal ve
mübah oluşun asıl olduğunu belirtmek üzere gelmiş bulunduğu için
buyruluyor ki:
her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin, bunda serbestsiniz.
Bununla
beraber hasat günü hakkını da verin, muhtaç olanlara da yedirin.
Gerek
yerken ve
gerek hakkını verirken israf da etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri
sevmez.
Öyleyse "Büsbütün eli açık da olma; sonra kınanır, pişmanlık içinde
kalırsın" (İsrâ, 17/29) hükmünce tutumlu olmak ve müşriklerin düştüğü
iktisadî sefaletten sakınmak gerekir.
Görülüyor
ki
burada, ürünlerin hasat günü, yani kesilip toplandıkları vakit, yerine
getirilmesi gerekli olan değişmez bir hak bulunduğuna işaret edilmekte
ve bunun
verilmesi emredilmektedir. Ancak bu hakkın ölçüsü ve kimlere verilmesi
gerektiği açıklanmayıp mutlak ve kapalı bırakılmıştır. Bunun zekat,
yani öşür
ve yarım öşür olduğu hakkında rivayetler varsa da, zekat âyetleri
Medine'de
nazil olmuş bulunduğuna göre, Mekke'de nazil olan bu âyetteki hakkın,
ondan
başka bir vacip sadaka olduğu ve miktarının belirlenmesinde, mükellefin
israftan kaçınması kaydıyla kendi takdirine bırakılmış olduğu; bununla
beraber,
sadece hayırseverlik gereği verilecek nafile bir sadaka değil, bunda
bir
yükümlülük de bulunduğu açıklanıyor ki, yine Mekke döneminde nazil olan
Zâriyât
sûresindeki "Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak
vardır" (Zâriyât, 51/19) âyeti, aynı şekilde Meâric sûresindeki
"Onların mallarında, isteyene ve isteyemediği için mahrum kalmışa belli
bir hisse vardır" (Meâric, 70/24-25) âyeti, bunun daha genel bir
açıklaması demektir ki, "sâil" (dilenci) ve "mahrum"a
(yoksula, dilenemediği için mahrum kalana) verilecek bir hak olduğunu
gösterir.
Bununla beraber bu âyetteki hak, mutlak olduğu için, zekat emrinin
yerine
getirilmesiyle, bu hakkın da yerine getirilmiş olacağı, yani bu emrin,
öşrü de
kapsadığı açıktır.
"Cennât"
üzerine atfedilmiştir. Önceki âyette ürünlerin, bundan sonra da
hayvanların
genel olarak helal olduğu açıklanıyor.
HAMULE,
'nın
fethasıyla, yük götüren, ağırlık çeken yüklü demektir ki, çektiği yüke
'nın
ötresiyle "humule" denilir. Bunu, dilimizde fethalı olarak (hamule)
şeklinde söyleyenler, yanlış söylerler.
FERŞ,
döşek
demektir ki, burada kastedilen, döşek gibi yere döşenen, yatırılıp
kesilen veya
yünlerinden, kıllarından döşekler, yaygılar, sergiler, postekiler
yapılan veya
yeryüzüne serilip yayılan demektir. Yani en'âm denilen yumuşak (huylu)
hayvanlardan da hamule ve ferş; yükler taşıyan ve yatırılıp kesilen
şeyler
yarattı. Allah'ın size helal kılıp rızık yaptığı şeylerden yiyin
şeytanın
izlerine uymayın. Uyup da, Allah'ın helal olarak belirlediği
rızıklarınızı,
müşriklerin: "Şu bahiredir (binilmez, sütü sağılmaz devedir), haramdır;
şu
sâibedir (puta adanmış devedir, sağılmaz ve binilmez) haramdır"
dedikleri
gibi (Bkz. Mâide, 5/103) haram kılmağa, kendi kendine helal-haram
hükümler
koymağa veya başkasının hakkına tecavüz etmeğe kalkışmayın. "Şeytan,
sizin
için apaçık bir düşmandır."
Yukarda
geçtiği üzere
Arap müşrikleri, Allah'a iftira ederek, ürünler gibi hayvanların da
bazılarını;
kâh erkeğini, kâh dişisini, kâh dişinin rahmindekini haram
kılıyorlardı. İslâmî
hükümler nazil olmaya başlayınca Resulullah ile mücadeleye kalkıştılar.
Rivayet
edildiğine göre hatipleri Mâlik b. Avf b. Ebi'l-Ahvası'l-Cüşemi idi.
"Ey
Muhammed, demişti, duyduk ki sen birtakım şeyleri helal kılıyormuşsun."
Resulullah da buyurmuştu ki: "Siz birtakım şeyleri aslı olmadan haram
kıldınız. Yüce Allah, şu sekiz eşi yenilmesi ve istifade edilmesi için
yaratmış
olduğu halde, sizin dediğiniz haram kılma nereden geldi, erkeğinden mi
dişisinden mi?" Bu sual üzerine Mâlik b. Avf. erkeğinden diye sebep
gösterse, erkeğin hep haram olması gerekecek; dişisiden diye sebep
gösterse,
bütün dişilerin haram olması gerekecek; rahimi sebep gösterse, ikisi de
öyle
olacak; haramlığı beşinci veya yedinci yahut herhangi bir nesile tahsis
etse,
bu neden, ne için? Hayret içinde kalıp susmuş. "Niye konuşmuyorsun?"
buyrulmuş. Mâlik: "Hayır, sen söyle ben dinleyeyim" demişti. İşte
"Hamule ve Ferş" olarak yaratılan ve yenilmesi helal kılınan
hayvanlar açıklanarak buyruluyor ki: Yani, aşağıda olduğu gibi sekiz eş
yarattı
ki:
143-144-145-
ZEVC:
Cinsinden bir diğeri ile beraber bulunan demektir ki, bunlardan her
biri,
diğerine göre zevc, yani eş, kendi kendine fert diye adlandırılır. Ve
bundan
dolayı zevc ikisinin değil, ikiden birinin diğerine göre ismidir.
İkisine
birden "zevcân, zevceyn" denilir. Şu halde zevc, tam anlamıyla bizim
"çift" dediğimiz değil, "eş" yani bir çiftin her bir
tekidir. Mesela "sekiz çift" dediğimiz zaman "onaltı eş"
anlaşılır. "Semâniyete ezvâc" ise, âyette açıklandığı üzere ikisi
koyun, ikisi keçi, ikisi deve, ikisi sığır cinsinden olmak üzere, erkek
ve dişi
dört çift, fakat sekiz eştir. Bu âyetlerde görülüyor ki "en'âm"
(hayvanlar) denilen bu sekiz eşin helal oluşunu ispat ve anlatmak için
burada
pek güzel bir "tahric ve tenkîh-i menât" usulü gösterilmiştir. Önce
sekiz eş, diye bir sayma, ikinci olarak koyun, keçi, deve ve sığır
olmak üzere
dört cins, bunların birbirlerine benzerliklerine göre ikişer ikişer
gruplandırma; üçüncü olarak, her grup ve çiftten haram sayılması
muhtemel olan
erkeklik, dişilik veya rahimde bulunmak üzere özelliklerini ayrıntılı
bir
şekilde belirleme; dördüncü olarak, bunların hiçbiri ile haram olmanın
bir
ilgisi ve temayülünün varlık veya yokluğunun karşılıklı lüzumu,
devamlılığı ve
yansıması olmadığını açık bir şekilde göstererek, hiçbirinde yaratılış
bakımından haram olma sebebinin bulunmadığını ve bundan dolayı ne
erkeğinin, ne
dişisinin haram olmadıklarını ispat etmiştir ki, işte usûl ilminde
açıklandığı
üzere, bir müctehidin fıkhî kıyas ile ictihad edip dini hükümler tesbit
etmesinin esası da böyle "tahric ve tenkih-ı menât"tır. Bu ilmi
metod, bu âyetlerde, böyle en güzel bir şekilde gösterildikten sonra,
helal ve
haram meselelerinde yalnız bu aklî metodun, yani kıyasın yeterli
olmayacağını
ve kıyasın ilmî ve fıkhî olmak için menâtın, yani illetin, sabit bir
asıla,
değişmez bir kurala dayanması gerektiğini, bu sabit aslın da başka bir
ölçü ile
değil, ancak vahiy ile sabit olabileceğini anlatmak için fasl-ı hitab
olmak
üzere şöyle buyruluyor: Ey Muhammed, de ki: "Bana vahyedilmiş olanda
yiyecek olan kimseye haram kılınmış bir yiyecek bulmuyorum ancak, leş
olması, yani
tezkiyesiz olarak, Türkçesi bısmıl olmayarak (besmelesiz) ölmüş
bulunması ki,
kendi kendine ölmüş, boğulmuş, taşla veya odunla vurularak öldürülmüş,
yüksekten düşmüş, boynuzlanmış, canavar parçalayarak ölmüş hayvanların
hepsini
içine alır. (Bkz: Mâide, 5/3) Yahut, dökülmüş kan olması ki, ciğer,
dalak ve
kesimden sonra damarlarda kalmış olan kan kalıntısı bunun dışındadır.
Yahut
domuz eti olması çünkü domuz eti pisliktir, yani mutlaka necistir,
pistir. Bu
gerekçeden anlaşılır ki, ne kadar pis şeyler varsa hepsi öncelikle
haramdır ve
haram oldukları açıktır. Nitekim "Onlara çirkin şeyleri haram kılar"
(A'râf, 7/157) âyetiyle bu genel bir nassa bağlanmıştır. Ve bu şekilde
"çünkü o pisliktir" ifadesi leş ve dökülmüş kanın haramlığına da
delalet yoluyla sebep olmaktadır. Mâide sûresinde geçtiği üzere şarap
da
"rics" (pislik) olduğu için, buna diğer alkollü içkiler de dahildir.
Yukarda geçen "Günahın açığını da gizlisini de bırakın" (En'âm 6/120)
âyetinin mânâsı da gösterir ki "rics" de, zahir ve batın, yani açık
ve gizli olmaktan daha geneldir. Şu halde yalnız dış görünüşüyle pis
olanlar
değil, bâtınen (mânen, görünmez) pis olanlar da haramdır. Yahut bir
fısk
olması, yani onunla Allah'tan başkasına haykırılmış olması müstesnadır
ki,
bunlar haramdırlar. Allah'tan başkasına haykırılmış olmak demek,
Allah'tan
başkasının ismi anılarak kesilenler demektir. Bununla beraber kaydı,
"Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanları yemeyin. Çünkü
onu
yemek, yoldan çıkmaktır." (En'âm, 6/121) buyruğu gereğince bilerek
Besmele'yi terketmenin; aynı şekilde Mâide sûresinin 3. âyetindeki
"Putlar
üzerine boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla şans aramanız size haram
kılındı.
Bunlar fısktır (insanı yoldan çıkaran kötü şeylerdir)" buyruğu
gereğince
putlar üzerine kesilen hayvanlar ile kumar kısmetlerinin de "Allah'tan
başkası adına kesilenler" kabilinden olduğuna işarettir. Sonra her kim
çaresiz bulunur, helal bir yiyecek bulamaz da aşırı açlık hâlinde
zorunlu
olarak bunlardan yemek mecburiyetinde kalırsa bağî ve mütecaviz
olmadığı, yani
diğer bir zor durumda kalmış kimsenin elindekini almadığı ve yemekte
zaruret
miktarını aşmadığı takdirde Şüphesiz Rabbin bağışlayandır, merhamet
edendir;
bundan sorumlu tutmaz. (Bakara, 2/173 ve Mâide, 5/3 âyetlerine bkz.)
Demek ki,
çaresiz için yemek hususunda haram olan hiçbir şey yoktur; ancak
"saldırganlık" ve "aşırılık" sınırlaması vardır. Şu halde
zor durumda bulunmayanlar için saldırganlık ve aşırılık öncelikle
haramdır. Şu
halde, önceki dört şeyde özetlenen haramlar, zor durumda kalanın
dışındakilere
mahsus olduğu halde, başkasının hakkına tecavüz ederek malını yemek ve
bir de
zarurette zarurete göre, genişlikte genişliğe göre sınırı aşıp israf
etmek,
genel olarak herkese haramdır. İnsanın yiyeceğine, malına, hukukuna
tecavüz,
böyle herkese genel olarak haram olunca, kendine tecavüzün daha çok
öncelikle
ve kuvvetle haram olduğu da ister istemez anlaşılır. Aynı şekilde bütün
bu
açıklamalarda insana açık ve gizli olarak zarar veren herhangi bir
şeyin de
haram olduğu ve genellikle haram olma sebebinin pislik, kötülük,
saldırganlık
ve aşırılık, bu dörtten birine, bunların da insana maddî veya manevî,
açık veya
gizli zarar anlayışına, bunun da ilâhî hükme dayandığı ve bunların
ayrıntılarını bundan önceki âyetlerde gösterildiği üzere "tahrîk-i
menat"
veya "tenkîh-ı menat" veya "tahkîk-i menat" ile bu asıllara
döndürerek anlamak gerektiği de anlaşılır ki, bunlar, gerek diğer
âyetlerde,
gerek peygamberimizin sünnetinde etraflıca açıklanmıştır. Yırtıcı
canavarların,
kuşların, pis böceklerin ve zehirlilerin haramlığı da hep bu sebep ve
asıllarla
ilgilidir. İşte bu şekilde burada Resulullah'a olunan vahiyde, haram
kılınan
yiyeceklerin bu istisnalarla sayılıp açıklanan şeylerle sınırlı
bulunduğu
bildirilmiştir. Demek ki Mekke'de bu âyetin inmesine kadar, yiyeceklere
ait
olarak, bunlardan başka haram bulunmadığı muhakkaktır. Acaba sonradan
oldu mu
olmadı mı? Gerçi bu âyet, diğer hususlarda olduğu gibi, yiyecek
hususunda da
daha sonra diğer haram kılmaların vahyolunmasına aykırı ve engel
değildir.
Nitekim Mâide sûresindeki açıklamalar iniş bakımından bundan sonradır.
Bununla
beraber birçok müfessir, bu âyetin muhkem âyetlerden olduğunu nakledip
açıklamaktadır. Şu halde bu konuda Kitab ve Sünnette bundan sonra gelen
açıklamalar, bu âyetin dışında bir şeyi haram kılmamış, yani bundaki
sınırlamayı neshetmemiş; aksine bunu açıklayıp teker teker saymıştır.
Nitekim
Bakara sûresi Medine'de nazil olduğu halde onda da "Allah size
sadece...
haram kıldı." (Bakara, 2/173) diye yine "kasr" ile gelmiştir.
Bunun için, bazılarının dediği gibi, buradan istisna münkatıdir, bu ise
kasr
ifade etmez, demesi de geçerli olmaz. Çünkü ittifakla "kasr"
edatıdır. Şu halde mat'ûmât (yenecek şeyler) tabirinin meşrubatı
(içecekleri)
da kapsadığı kabul edilirse, "rics" kavramı içinde şarap ve diğer
sarhoşluk veren şeylerin de haramlığına, daha Mekke'de iken işaret
buyrulmuş
demektir. Bununla beraber bu sûrede bu âyetin Medenî olan birkaç âyet
arasında
bulunduğu hakkında da bir rivayet vardır. Bu durumda âyetin, muhkem
âyetlerden
olduğu daha iyi anlaşılır. Yani hükmünde hiçbir nesh olmadığı
muhakkaktır.
Ancak böyle olması "pislik, kötülük, saldırganlık ve aşırılık"
sebeplerinin bazı şeylerde gerçekleşmesi gizli olabileceği için, leş,
akıtılmış
kan, domuz eti, "Allah'tan başkası adına kesilenler" ve herkesçe
bilinen pisliklerden başka şeyleri kapsayıp kapsamadığı bakımından
yoruma gerek
duyulan bazı yönlerinin bulunmasına da engel değildir.
146-Hz.
Peygambere
vahyedilen böyle. Daha önce Yahudi olanlara da her tırnaklıyı haram
kıldık.
Zufur, tırnak demektir. Fakat Arapçada çeşitli hayvanların tırnaklarına
ayrı
ayrı isimler verilmiş olduğu için zufur kelimesinin kullanılması,
tamamen
lisanımızdakinin aynı değildir. Mesela at ve katır gibi tek tırnaklıya
"hâfir"; sığır davar ve ceylan gibi çatal tırnaklıya
"zılf"; deveninkine "huff"; canavarların pençesine ve
yırtıcı kuşların çengellerine "mıhleb" ve diğerlerine
"zufur" denilir. Bunların hepsine de gerçek olarak "zufur"
denilir mi, denilmez mi? Bu konu ihtilaflıdır. Kamus'ta der ki: "Mıhleb
yırtıcı canavarların pençesine ve yırtıcı kuşun çengeline denir ki,
kaynak veya
çıynak tabir olunur." Bir görüşe göre mıhleb, avcı olan kuşun; zufur
ise
avcı olmayanın çıynağına denilir. Demek ki, bu görüşe göre, mesela
çaylağın
çengeline bu sebeple, zufur denmez; ama meşhur görüşe göre zufur
mıhleb'den
daha geneldir. Şu halde serçe, tavuk ittifakla "zî-zufur" (zufurlu);
atmaca, şahin ittifakla "zî-mihleb" (mihlebli), ihtilafla
"zî-zufur" (zufurlu) da dahildir. Sonra hâfire, zılfa zufur veya
zî-zufur denilmesinin mecaz olduğu da tefsirlerde açıklanıyor. Ancak
mecâz
olmakla beraber, böyle isimlendirildiği de inkâr edilmiş değildir. Ve
işte bu
mânâda zufur, bizim tırnak tabirimize uygundur. Daha sonra dilimizde
tırnak,
böyle hepsinden genel olduğu ve tek tırnaklı, çatal tırnaklı da
denildiği
halde, mutlak sûrette "tırnaklı hayvan" sözünden örfte kedi köpek vb.
yırtıcı hayvanlar akla gelir. Fahruddin Râzî bu âyette de bu mânâsının
anlaşıldığını söylemiş ve "zî-zufur"u mıhlebli yırtıcı hayvanlar ve
kuşlar
ve avcı hayvanlar ile tefsir etmiştir. İbnü Abbas, Mücahid, İbnü
Cübeyr, Katâde
ve Süddî'den ise bunun aksine deve ve deve kuşu, ördek, kaz vb. gibi
parmakları
açık olmayan hayvanlar diye nakledilmiştir ki, Zeccâc'ın tercihi de
budur. İbnü
Zeyd, bundan maksadın, bilhassa deve olduğunu; Dahhâk ise deve kuşu ve
yaban
eşeği olduğunu söylemiştir. Gerçi bu tahsisler âyetin geneline göre
zayıf ise
de, bunları da kapsadığını açıklamış olması bakımından özel bir önemi
vardır.
Kelbî, "kuşlardan her mıhlebli, hayvanlardan her hâfirli, yırtıcılardan
her azı dişli" demiştir. Kutebî "burada zufur, hâfir yerindedir. Buna
hayvanlardan her hâfiri bulunan dahil olur. Hâfire istiâre yoluyla
zufur adı
verilmiştir" demiş; Sa'leb, "avlanmayan zufurlu, avlanan mıhleblidir"
demiş; Nakkaş da: "Bu değişmez değil, çünkü aslan zufurludur" demiş.
Zemahşerî de: "deve, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar gibi parmaklı
olanlar" diye tefsir etmiştir ki, birçok tefsircinin tercihi de budur.
Ve
bunda beygir gibi tek tırnaklılar dahil değildir. Bütün bunlardan
anlaşıldığına
göre tabirinin deveyi kapsaması çoğunluğun görüşüdür. Fakat, isterse
mecaz
olsun hâfir'e de zufur denildiği inkâr edilmiş değildir. Bundan dolayı
bizim
anladığımıza göre sığır ve koyun dahil olmamak üzere gerek beygir gibi
tek
tırnaklı olsun, gerek parmak veya parmak belirtileri bulunsun, tırnağı
bulunan
hayvanların genelini kapsamış olmalıdır. Çünkü burada zufurlu, sığır ve
koyun
ile karışık gibi zikredilmiştir. Yahudiler, geviş getirmekle beraber
çatal
tırnağı bulunan hayvanların helal ve bu iki özellik bulunmayan
hayvanların
haram olduğunu söylemekte olduklarına göre sığır, koyun, keçi ve
benzeri gibi
hem geviş getiren, hem çatal tırnaklı olanlardan başkası kendilerine
haram
olmuş oluyor. Bu şekilde deve geviş getirse de çatal tırnaklı
olmadığından;
domuz çatal tırnaklı ise de geviş getirmediğinden; beygir, eşek, katır
vesairede ikisi de bulunmadığından haram oluyorlar. Genel olarak kuşlar
ve
balıklarda dahi bu iki özellik bulunmadığından onların da haram olması
gerekiyor. Halbuki balık haram kılınmamış olduğu için, yahudilerin
kendi
ifadeleri, kendilerine haram kılınanların tarifi konusunda doğru değil
demektir. Şu halde Kur'ân'da balıkları kapsamamak ve sığır ve koyun
karşılığı
olmak üzere buyurulması, hem bu yönü hatırlatma, hem de yahudiler
hakkındaki
haram kılmanın kapsamının çokluğunu ve baskının şiddetini açıklamış
olma
bakımından, domuz ve yırtıcı hayvanlarla birlikte tek tırnaklıların,
devenin
ve
bütün kuşların da kendilerine haram kılındığını göstermektedir. O halde
mânâ
şudur: Yahudilere sığır ve koyun dahil olmamak üzere diğer tırnaklı
hayvanların
hepsini haram kıldık. sığır ve davardan da her ikisinin iç yağlarını,
don
yağlarını onlara haram ettik. Ancak her ikisinin sırtlarının veya
bağırsaklarının taşımış olduğu yağlar yahut bir kemiğe karışmış olan
yağlar -ki
kuyruk yağı böyledir- bu üçü haram kılınmadı. Şu halde onlara haram
kılınan
sığır ve davar iç yağları, gömlek yağı denilen don yağıyla böbreklerin
taşıdığı
yağlar demek olur. Yahudilere olan bu yasağı saldırganlıkları sebebiyle
onlara
ceza olarak yaptık, yoksa aslında bunların hepsi kendilerine haram
değildi. Bir
zamanlar bıldırcın etleriyle beslenmişlerdi. Sonra saldırganlık ve
zulümleri;
peygamberleri öldürme, faiz alma, hak yolundan engelleme, haram yeme,
helalı
haram, haramı helal sayma gibi saldırganlıklarından dolayı, sonradan
kendileri
birçok temiz rızıklardan mahrum edildiler. "Yahudileri yaptıkları
zulümden, çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden dolayı,
kendilerine helal
kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık." (Nisâ, 4/160. âyete
bkz.) Ve muhakkak ki biz doğru söyleriz. Haber vermede de, iyi ve
sakındırıcı
şeyleri vaad etmede de doğru söyleriz. Şu halde böyle saldırganlığa
ceza olarak
"yasak" haberi ve uyarısının da doğruluğunda şüphe yoktur. Allah'ın
helal kıldığını haram, haram kıldığını helal sayanlar, sonunda baskı ve
mahrumiyetle (yoksunlukla) cezalanırlar.
147-
Bunun için ey
Muhammed. Seni yalanlarlarsa -özellikle yahudiler- "Hayır, bize haram
kılınanlar böyle değildi veya bu yasaklama, saldırganlığımızın cezası
olarak
değil, ta aslından böyleydi. Bu haram kılma ve ceza vahyi, bu haber ve
tehdit
yalandır" diyecek olursa "İsrailoğullarına bütün yiyecekler
helaldi..." (Âl-i İmran, 3/93 âyetine bkz.) De ki Rabbiniz geniş bir
rahmet sahibidir. Zorlamayı ve baskıyı sevmez; her günaha karşı
sorgulayıp
cezalandırmaz, tevbeyi kabul eder, rahmeti öfkesinden geniş ve öncedir.
Bununla
beraber günahkârlar topluluğundan O'nun şiddetli baskısı ve azabı geri
çevrilemez, uzaklaştırılamaz. Genellikle günahkârlara ne kadar zaman
tanınırsa
tanınsın, günahta devam ettikleri halde sonunda o geniş rahmetten
yoksun ve bir
azaba mahkum olurlar ki, bu red ve inkâr edilemez. Şu halde
saldırganlığa ceza
olarak yasağın genelleştirilip şiddetlendirilmesi inkâr olunamayacağı
gibi, o
geniş rahmet ile başlangıçta kazandıkları genişlik ve serbestliğe
güvenip
aldanarak hakkı yalanlamak sûretiyle büyük suç işleyen günahkârlar da,
başlangıçta cezalandırılmasalar bile, sonunda ilâhî baskı ve azab ile,
genişlikleri darlığa, seçme serbestlikleri de zorlamaya dönüşerek
şiddetli
azabı tatmaya mecbur olurlar. Ve bundan kurtulmaya imkan bulamazlar.
Sözün
kısası, Yüce
Allah'ın rahmeti çok geniş olmakla beraber, günahkârlara er veya geç
azabı da
kesindir. Şu halde Allah'ın iradesini ilgilendiren şeylerin bazılarının
ceza ve
azab olduğu da muhakkaktır. İlâhî takdirde insan için serbestlik de
var,
zorlama da vardır. Yukardan beri anlaşılageldiği ve özellikle âyetiyle
özetlendiği üzere, ilâhî, buyruklar, emir ve yasak, helal ve haram,
sevap ve
ceza mecburiyette değil serbestlikte vardır. Tâat, bu buyruklara
serbestçe
uymak; günah ise bu buyruklara yine serbestçe karşı gelmektir. Böyle
serbest
davranışları ve kulun dilemesini yaratmayı takdir, İlâhî iradeyi, kulun
iradesine bağlamak ve tertib demek olduğundan, bunlar da kaza ve
kaderdir, sırf
zorlama değildir. Gerçi Allah dilemeyince kimse bir şey yapamaz. Ancak,
suçun
takdir edilmesi ve ilâhî iradeye yakınlığı Allah'ın rızası değil,
suçlunun
rızası bakımındandır. Nitekim "Ondan hoşlansınlar ve işledikleri
suçları
işlemeğe devam etsinler.." (En'âm, 6/113) buyrulmuştur. Rahîm olan
Allah,
günaha razı olmadığı için ona ceza ve azab takdir ettiği şeyleri de
günah
olarak takdir eylemiş. Bunları seçebilmek için insanlara anlama ve
sezme
yeteneği, peygamber, kitab, akıl ve hikmet de vermiştir. Buna karşı
günahkârın
arzu ettiği suç ve günaha izin vermesi de, günaha rızasından değil,
kulun
rızasını yerine getirme ve dilediğini gerçekleştirerek sorumluluğunu
ortaya
koymak içindir. Ve bu isteğin yerine getirilmesi, kulun rızası olduğu
için,
başlangıçta bir rahmet ve fakat, o günah, Allah'ın hoşlanmadığı ve
katında
cezayı gerektiren bir iş olduğu için de sonuç itibariyle bir azabtır.
Ve bundan
dolayıdır ki, Allah'ın suçlulara zaman tanıması ve dileklerini yerine
getirmesi, sonuç olarak onlara acil cezadan daha büyük ve önlenmesi
imkansız
bir azab ve cezaya terk ve rıza demek olduğundan "İşte kâfirlere
yaptıkları, öyle süslü gösterilmiştir" (En'âm, 6/122), "Rabbin
dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları, uydurdukları şeylerle başbaşa
bırak." (En'âm, 6/112), "Allah isteseydi ortak koşmazlardı."
(En'âm, 6/107) buyurulmuştur. Madem ki Allah'ın dilediği şeyler
arasında
rahmete karşılık ceza ve azab da muhakkaktır, o halde Yüce Allah'ın her
irade
ve yaratmasının, her yönden rızasını gerektirdiği ve sakıncasının
bulunmadığı
söylenemez. Allah'ın rızasının delilini iradesi hakkında değil, emir ve
yasağında aramalıdır. Şu halde "Eğer Rabbin dileseydi onu
yapamazlardı." buyurulduğundan dolayı "Allah istemeseydi filan günah
yapılamazdı; mesela yalan söylenemezdi; o halde günahta, yalan
söylemekte
sakınca yoktur, Allah buna razıdır" şeklinde bir yaklaşımla Allahın
açıklamalarını yalanlamaya kalkışmak, bile bile ateşe atılmaktır.
148-Böyle
iken bu
inkâr, mümkün olmayan ilâhî tebliğlere karşı o şirki alışkanlık edinmiş
olan
müşrikler, "Allah dilemiş olsaydı ne biz ne de atalarımız müşrik olmaz
ve
hiçbir şeyi haram kılmazdık" diyecekler. "Diyecekler"
buyrulmasından anlaşılıyor ki bunlar, bunu, bu âyetlerin inmesi
sırasında daha
söylememişler, fakat bundan sonra muhakkak söyleyecekler ve bu onların
gelecekte bir küfürleri olacaktır. Şu halde bu âyet, öncekiler gibi
onların
geçmişteki olaylarını değil, gelecekteki sözlerini, suçlarını, olmadan
önce
haber verme ve cevabını göstermedir. Gerçekten müşrikler daha sonra
bunu
söylemişler ve bu haberin doğruluğu da gerçekleşmiştir. Nitekim Nahl
sûresinde
"Allah'a ortak koşanlar, 'Allah isteseydi ne biz, ne de atalarımız,
O'ndan
başka hiçbir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık'
dediler."
(Nahl, 16/35) âyeti mâzi siğasıyla bu gerçekleşmeyi açıklamıştır ki,
bunlar,
Kur'ân'ın, Allah katından gerçek bir vahy olduğunu apaçık
göstermektedir. Yani
müşrikler bu doğru delillere karşı şirk ve haram kılmadan vaz geçmemek
ve seni
yalanlamak için tutunacak hiçbir şey bulamayacak ve ancak şirk ve haram
kılmama
kötülüğünü inkâr ve Allah tarafından tasvibini iddia ederek
diyeceklerdir ki:
"Allah, bizim müşrik olmamızı ve bahsedilen ürün ve hayvanlardan hiçbir
şeyi haram kılmamamızı dilemiş olsaydı biz bunları yapamazdık; ya bize
seçme
hürriyeti vermez, hepimizi imana mecbur kılar veya bize yardım eder,
imanı
tercih ettirir ve daha ne yapar yapar şirk ve haram kılmaya engel
olurdu da ne
biz, ne de atalarımız müşrikliği ve o haram kılmayı istesek de
istemesek de
yapamazdık. Fakat biz bunları atalarımızdan beri yaptık. Demek ki
şimdiye kadar
bizim hakkımızda Allah, geçmişimiz için bunun zıddını dilememiş, bizim
dilediğimiz bu müşrikliği ve haram kılmayı dilemiştir." İşte bu şartlı
önermenin anlamı ve mantıkî sonucu budur. Ve bu kadarla bu söz
doğrudur. Ve
"Rabbin dileseydi onu yapamazlardı." ilâhî sözünün mânâsıdır. Bundan
doğru bir sonuç almak gerekince, "artık ne yapalım cezamıza razıyız"
demek gerekir. Fakat sözün gelişinden anlaşıldığına göre, onlar bunu
itiraza
bahane ederek "Madem ki geçmişimiz için Allah başka dilememiş, böyle
dilemiş ve biz böyle yapmışızdır; demek ki bunlar bizim rızamız gibi
Allah'ın
da rızasına uygundur. Ve yalnız bir uydurmamız değil, Allah'tandır.
Çünkü Allah
razı olup dilemesiydi biz nasıl iftira eder, yalan söyleyebilirdik; o
halde
geleceğimiz için de bunda bir sakınca yoktur.
Şu
halde şirk ve
haram kılmanın yasak ve suç olduğuna inanmayız, önce yaptık yine
yaparız; eğer
bunda bir kötülük var da Allah razı değilse, bundan böyle bizi zorla ve
fiilen
önlesin, yoksa biz kendi isteğimizle vaz geçmeyiz" gibi bâtıl bir sonuç
çıkarmak isteyecekler ve böyle derken, her yaratmayı dilemenin, mutlak
rızayı
ve sakıncasız olduğunu ve kaderin zorlamayı gerektirmeyeceğini;
olayların
hepsinin ve mümkün olan her insan fiilinin onun lehine ve çıkarına
olmadığını
ve mesela Allah'ın iradesiyle ateşin insanı yakabildiğini ve zehirlerin
öldürübileceğini; aynı şekilde Allah, bir yalancının yalan söylemesine
ve bir
iftiracının iftira etmesine müsaade etmiş olmakla, yalanın gerçek
olmayacağını
ve bunun gibi, yaratma ve ilâhî irade ile, müşrikin şirke ve haram
kılmaya
imkan bulmasından şirk ve haramın da aslen sabit olması gerekmeyeceğini
ve dün
sakıncası görülmeyen bir şeyin veya fiilin, yarın sakıncalı
görülebileceğini;
geçmişte fiilen gerçekleşen olaylara bakarak, İlâhî irade ve kaderin
hükmü bir
dereceye kadar bilinmiş olsa bile, geleceği ilgilendiren ilâhî takdirin
ve
kaderin hükmünün, insanlar için gizli ve bilinmeyen olduğunu; bununla
beraber
bu şirk ve haram kılma yüzünden evlatlarını öldürmek ziyanına
düşünlerin
geçmişleri hakkında da bunların kötülüğünü inkâr etmelerinin yalan
olacağını;
aynı şekilde yine geçmişte peygamberleri ve Hakk'ın delillerini inkâr
edenlerin
nice cezalar gördüklerini ve sonra ilâhî iradeyi tek delil kabul
ederek, şirki
red ile imanı ve helalin tasdikini yalnız ona bağlamak, tevhidin
hakikatini ve
Yüce Allah'ın tek yaratıcı ve hâkim olduğunu, şirk ve haram kılmaya
hiçbir
delil ve kanıt bulunmayacağını dolaylı yoldan itiraf demek olduğu
halde,
tevhidden şirki, helal kılmadan haram kılmayı, iradeden zorlamayı
anlama ve
isbata kalkışmanın nasıl bir çelişki olduğunu düşünmeyecekler ve
anlamak
istemeyeceklerdir.
İşte
ey Muhammed,
böyle -bu yalanlama gibi- yani öyle diyecek olan ve öyle söyleyerek
ortak
koşmanın ve ürün ve hayvanları haram kılmanın Allah tarafından
yasaklanmış ve
azab ve cezayı gerektiren suç olduğunu inkâr edecek olan Kureyş
müşriklerinin
fiilerinden zorunlu yaptırım ile engellenmemiş ve haber verilen ceza ve
azabı
henüz tatmamış olduklarından dolayı, bâtıl zanlarına göre, varsayımlar
ile
doğrudan yanlış ve bâtıl sonuçlar çıkararak seni yalanlamaları gibi-
dir ki
bunlardan öncekiler -yani geçmiş peygamberlerin ümmetleri- ceza ve
azabımızı
tadıncaya kadar yalanlama işini yaptılar da, sonunda o inkâr ettikleri
azabımızı tattılar. Şu halde, o müşriklerin geleceği geçmişe kıyas
ederken
geçmişte ceza olmadı zannetmeleri de yalandır. Ey Muhammed, sen öyle
diyecek
olan müşriklere şöyle de yanınızdan bir ilim; delil göstermeğe değer
bildiğiniz
bir şey var mı ki, bize onu çıkarasınız? Yoksa bu dolaylı yoldan
çıkardığınız
sonuç ilim değil, cehalettir. Bu söylediğiniz kazıyye-i şartıyye
(şartlı
önerme) den çıkarmak istediğiniz sonuç çıkmaz. Bununla, şirk ve haram
kılmada
isabetinizi ispat değil, nihayet gerçekte müşrik olduğunuzu, ürün ve
hayvanları
haram kılmış bulunduğunuzu ikrar ve yalancılığınızı ispat etmiş
oluyorsunuz. Bu
sözde ilme değil zan ve kuruntuya uyuyorsunuz. Atalarınızdan beri bu
yalan ve
iftiraya imkan bulabildiğinizden, yalancılığınızın emri vaki
olmasından,
yalanın da gerçekte doğru olması gerektiğini ve İlâhî iradeye uygun
bulunduğunu
varsayıyorsunuz. Ve siz başka bir şey yapmıyor, ancak kendi gönlünüze
göre
varsayımlarda bulunuyor, yalan söylüyorsunuz. Hakkı ve doğruyu nefsin
gerçeğe
uygunluğunda değil, gerçeğin nefse uygunluğunda arıyor ve apaçık olan
ilmî ve
gerçek deliliyle ve ölçüsüyle ölçmüyor, sadece kişisel eğilimlerinizle
ölçüyor,
nasıl arzu ve tahmin ederseniz hak öyle olur varsayıyorsunuz da,
istememeniz, görmemeniz,
anlamamanız, inkâr veya değiştirmenizle gerçek değişir sanıp kendinizi
aldatıyorsunuz. Hatta kendi eyleminizi ve öznelliğinizi bile tam
anlamıyla
değerlendirmiyor, serbestçe yaptığınız işlerle İlâhî iradenin, sizin
iradenizi
takip ettiğini ve bu yüzden birçok hatalar ile üzüntüler, zararlar
çektiğinizi
düşünmeyip kuru inkâr ile sorumluluktan kurtulacağınızı sanıyorsunuz.
149-Ey
Muhammed,
şu
halde, en kesin ve üstün delil Allah'ındır, de. Yani madem ki siz ilme
ve
gerçek delillere önem vermeyip hayatınızın istediği varsayımlarda
bulunuyor ve
delil olmaya değer bir bilginiz olmadan, eyleminizin yalanınızın
cezasını inkâr
ediyorsunuz, o halde aleyhinizde "O'nun azabı, suçlu toplumdan geri
çevrilmez" (En'âm, 6/147) hükmünü uygulamak için suçluluğunuz,
iftiracılığınız, yalancılığınız davasını en güzel şekilde ispat edecek,
son
derece açık, sağlam ve değişmez, bozulması ve geçersiz kılınması mümkün
olmayan
delil, Allah'ındır. Çünkü Allah, dışta ve içte bu kadar deliller,
geçmiş ve
şimdiki toplumlarda birçok ibret örnekleri ortaya koymuş ve geniş
rahmetiyle
size göz, kulak, akıl, anlayış ve dilediğini seçme yeteneği vermiş,
Kitap ve
Peygamber göndermiş "Doğrusu size Rabbinizden basîretler (gönül
gözleri,
gerçekleri anlama yetenekleri) geldi. Artık kim gerçeği görürse yararı
kendisine, kim de gerçeğe kör olursa zararı kendisinedir. Ben sizin
üzerinize
bekçi değilim" (En'âm, 6/104) buyurmuş, davranışlarınızın kötülüğünü ve
onları rıza veya razı etmeyle hoşlanarak zevkinizle, kazanmanızla ve bu
durumda
sorumluluğu, lezzeti ve üzüntüyü size ait olmak üzere yarattığını ve
bunun
sonunda bir haşr ve ceza gününün geleceğini ve zalimlerin kurtulaşa
eremeyeceğini anlatıp, bu helal ve haram hükümlerini açıklamak ve
sonunda
sözünü bildirmek ve sizin bunlara karşı tutunmak isteyeceğiniz bu
istidlâlinizin (herhangi bir delile dayanarak sonuç çıkarmasının) boş
ve
geçersiz olduğunu bildirmiştir. Bir de İlâhî delilin etkisini ve
güzelliğini
anlamalı ki, siz bunun karşısında tutunacak, söyleyecek bir şey
bulamıyorsunuz
da, Allah'a karşı yalnız Onun iradesiyle lehinize delil gösterip sonuca
varmak
istiyorsunuz; bu ise tamamen sizin aleyhinize bir delildir. Bu bakımdan
en
kesin ve üstün delil (hucceti bâlığa) Allah'ındır. Çünkü "Allah
dileseydi
biz bu şirk ve haram kılmayı yapamazdık" demek, Allah'ın iradesine
karşı
gelebilecek hiçbir irade olmadığını itiraf etmektir. Bu ise Allah'ın
ortağı
olmadığını ve Allahtan başka ibadet edilecek bir varlık, bir yaratıcı
ve mutlak
hâkim bulunamayacağını ve bütün şirk davalarının geçersiz olduğunu
itiraf
etmektir. O halde siz bu istidlâl ile şirk ve haram kılmanın
doğruluğunu ispata
kalkışmakta çelişki içindesiniz. Kendi davanızı bozup geçersiz kılıyor
ve
tevhîdi ispat etmiş bulunuyorsunuz; sonra da dönüp bununla şirki ispat
ve
tevhidi bozduğunuzu zannedip, peygamberi yalanlamaya kalkışıyorsunuz.
Şu halde
bu ilâhî irade delili sizin lehinizde değil, tamamen aleyhinizde en
kesin ve
üstün olan İlâhî bir kanıttır. Aynı şekilde şunu unutmamak gerekir ki
siz,
Allah'ın iradesinin ayrıntısını, geçmiş ve gelecekteki tecellilerini ve
alakalarını tamamen bilemezsiniz, onu ancak O bilir. "Gaybın (görünmez
bilginin) anahtarları O'nun yanındadır." (En'âm, 6/59) ve siz, O'nun
iradesinden değil, kendi iradenizden sorumlusunuzdur. Ve Allah'ın geniş
rahmetiyle
bazı fiillerinizde size irade verdiği ve sizin hakkınızda kendi
iradesinin bir
kısmını sizin iradenize, istek ve kazancınıza bağlı ve ilgili kıldığı
ve
"Ama kim mecbur kalırsa, başkasına saldırmadan ve sınırı aşmadan
(bunlardan) yemesinde bir günah yoktur" (Bakara, 2/173) buyruğunca,
mükellefiyet ve sorumluluğunuzun bu kısma ait olduğu da muhakkaktır.
Allah
dilemeden sizin hiçbir şey yapamayacağınız nasıl apaçık ise, Allah'ın
bazı
şeyleri de sizin dilemeniz üzerine ve sizin rızanız ve isteğinizle
yaptığı ve bu
şekilde de birçok şeyler yarattığı daha açıktır ki, işte sizin
sorumluluğunuz
bu noktada, geniş rahmeti ve suçluların cezalandırılması bu noktadadır.
İman ve
ibadet de bu türdendir. O halde sizin sorumluluğu inkâr etmek için
kendi
iradenizi bırakıp da Allah'ın, ayrıntısını bilmediğiniz iradesiyle
istidlal
etmeniz veya Allah'ın sizin iradenize bağladığı iradesini aksine
değiştirmeye
kalkışıp iradenizi Allah'ın iradesine bağlamanız ve şu halde O
dilemeseydi biz
müşrik olmazdık; o halde O dilemeyince iman etmeyiz demeniz, Allah'ın
tamamen
aleyhinizde açık ve kesin bir delilidir. Çünkü Allah'ın iradesini
tutanak
ediniyorsunuz, hem de Allah'ın dilemediğini diliyorsunuz. Niçin
müşrikliği,
yalancılığı beğenip tercih ediyorsunuz da, imanda, doğrulukta zorlama
istiyorsunuz.
Sonra da şirkinizin, iftiranızın cezasını işittiğiniz zaman, Allah
imanımızı
dilemedi ki, iman edelim, diyerek itiraza kalkışıyorsunuz. Ne
biliyorsunuz ki,
siz iman etmek dilerseniz Allah dilemeyecekti? Niye bilmiyorsunuz ki,
Allah
size dileyin dedi de siz dilemediniz? Madem ki irade Allah'ındır,
elbette
Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz, bu muhakkaktır. O halde siz
dileseniz
de dilemeseniz de şirk, batıl ve müşriklerin kurtuluşa ermeyeceği,
günahkârların ve yalancıların ceza göreceği de muhakkaktır. Evet Allah
herkese
genel olarak doğru yolu dilemiş olsaydı müşrik olsun, olmasın hepinizi
doğru
yola iletir, imanda başarıya ulaştırırdı. Fakat siz de biliyorsunuz ki,
hepinizi doğruya iletmemiştir; kiminiz doğru yolda, kiminiz
sapıklıktadır. Ayrıntıların
belirlenmesinde ihtilaf etseniz bile, şunda ittifak edersiniz ki, karşı
çıkan
çıkmayan (muhalif-muvafık), inanan ve inkâr eden hepiniz doğru yolda
değilsinizdir. Demek ki Allah hepinizin genel hidayetini, topluca doğru
yola
ulaşmasını dilememiş, hidayet isteyene hidayet, sapıklık isteyene de
sapıklık
dilemiştir. Şu halde ilâhî irade de bir kısmınızın, yani doğru yolda
olmayanların kurtuluşa ermeyeceği ceza ve azab göreceği belli ve
muhakkaktır. O
halde ceza ve azabı inkâr edenler doğru yolda değildirler. Ve bunların
ceza ve
azab göreceklerini red ve inkâr etmek de mümkün değildir. İşte bu
hususta ilâhî
irade ile istidlalden alınacak doğru sonuç budur. Yoksa müşriklerin,
suçluların
ve yalancıların gerçekte var olmalarından, yani Allah'ın bunları
yaratması ve
kendi dilekleri olan suçluluklarını irade etmiş olmasından o suçun, o
yalanın,
o şirk ve haram kılmanın da Allah'a ve Allah'ın emrine, rızasına isnad
edilmesi
gerekmez. Allah katında suçlunun suçluluğu muhakkak, suçu ve suçunun
cezası da
muhakkak; yalancının yalancılığı muhakkak ve ilâhî iradeye uygundur,
rızasına
uygun değildir. Fakat söylediği yalanın anlamı pratikte gerçekleşmez.
Allah'ın
ne iradesine, ne de rızasına uygun değildir. Çünkü yalanla ilâhî irade
ilgili
olsaydı yalan olmaz gerçek olurdu. İşte şirk ve haram kılma, ürün ve
hayvanlar
da böyledir. Müşrik var, suçu da var, cezası da vardır. Bunlarla ilâhî
iradenin
ilgisi vardır, fakat müşriğin iddia ettiği, Allahın ortakları olması ve
haram
yalandır.Bunlarla ilâhî iradenin ve ilâhî rızanın ilgisi yoktur. Ceza
da
bundandır.
150-Ey
Muhammed!
Allah'ın açık ve kesin deliline karşı hiç delilleri olmayan ve tutunmak
isteyecekleri ilâhî irade dahi aleyhlerinde bulunan o müşriklere Haydi
bu iddia
ettiğiniz haram kılmayı Allah'ın yaptığına tanıklık eden şahitlerinizi
getirin
de. Yani bu ürün ve hayvanlar atalarımızdan beri Allah'ın iradesiyle
haramdır
diye müşrik halkı aldatan şeytanlarını ve kodamanlarını da hazır
etmelerini
söyle ki delilin tebliği tamam olsun. Bunun üzerine eğer gelip "Evet bu
ürün ve hayvanları Allah haram kıldı, biz buna Allah için şahidiz" diye
tanıklık ederlerse sen onlarla beraber tanıklık etme. Bizim
âyetlerimizi
yalanlayanların ve ahirete iman etmeyenlerin ve kendilerinin Rabbi olan
yüce
Allah'a başkasını denk tutanların hiçbirisinin keyiflerine uyma. Yani
öyle
tanıklık edecek olanlar bütün bu haldedir, hak delilleri yalanlarlar.
Yalanda
sakınca görmezler, Allah'a bile ortak koşar, haktan saparlar ve
böylelerinin
yapacağı tanıklık, sırf gönüllerinin keyfinden, yalancı şahitlikten
başka bir
şey olmaz. Görülüyor ki bu, fasılasıyla bu âyet, sûrenin birinci
âyetine bir
terci (döndürme) olmuştur. Şu halde "Bu böyledir; çünkü Rabbin, halkı
habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir." (En'âm, 6/131)
gerçeği ve "De ki: Ey kavmim! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın,
ben
de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu (nu)n sonunun kime ait
olacağını
bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, asla kurtuluşa eremezler."
(En'âm,
6/135) iyi ve sakındırıcı şeylerin vaad edilmesi tamamen pekiştirme ve
sağlamlaştırma ve inkârcıların geçmişte, gelecekte her çeşit
haksızlıkları
ispat ve her türlü tutamakları iptal olunduğu bu noktada, baştan buraya
kadar
özet bir bakışı geriye döndürme daha ihtar edilerek tevhid ve
peygamberliğin doğruluğu
ve açıklığı en güzel bir şekilde vurgulandıktan sonra, dosdoğru yol
olan
Allah'ın dininin esasını oluşturan emirler ve yasaklar, bilhassa
kapsadıkları
haramlık açısından özetlenerek buyruluyor ki:
151- Geliniz de
size Rabbinizin asıl haram kıldıklarını okuyayım. İbnü Abbas Hazretleri
demiştir ki: Bu âyetler diğer mukaddes kitapların hiçbirinden
neshedilip
yürürlükten kaldırılmamış muhkem ayetlerdir. Bunlar, âdemoğullarının
hepsine
haramdır. Ve "Kitabın anası olan muhkem (açık anlamlı) âyetlerdir"
(Âl-i İmran, 3/7) Bunlarla amel eden cennete girer, etmeyen cehennem.
Kâ'bü'l-Ahbar da demiştir ki: Bu âyetler Tevrat'ın başlangıcıdır. Bu
şekilde
bütün şeriatler bunlar üzerinde toplanmış, bunların Musa Aleyhisselâm'a
indirilen "kelimât-ı aşere" (on emir) olduğu da söylenmiştir. Bunu
Bükaî isimli eserinde şöyle açıklar: Yani bu âyetler yüce Allah'ın Musa
aleyhisselâma
yazdığı "elvahı cevher" de ilk yazdığı on âyeti kapsamaktadır ki
şunlardır: Şirkten, yalan yere yemin etmekten, ana babaya karşı
gelmekten,
öldürmekten, zinadan, hırsızlıktan, yalan ve iftiradan, başkasının
elindekine
göz dikmekten nehiy (yasaklama); cumartesiye saygı ile emir'dir.
Görülüyor ki,
bu (sayılanlar) dokuzdur. Bütün bunların birincisi de sûrenin başından
beri
açıklanagelen tek Allah inancıdır ki, bu şirk'in yasaklanması içinde
olmakla
beraber, üçüncü âyetle bilhassa açıklanıp özetlenmiştir. Şu halde
bunlar önce
ve sonra bir esasta yer almış olan ve hak dinin esaslarını meydana
getiren ve
yüzyıllar boyu gelen toplumların değişmesiyle değişmeyen on hükümdür.
Şöyle ki:
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. İman açısından Allah'a herhangi bir
şeyi,
hiçbir şekilde ortak iddia etmeyiniz, amel açısından Allah'a isyan ve
itaatsızlık olan hususta başkasına itaat etmeyiniz. Ve anne babanıza
ihsan,
yani baba ve ananıza iyilik ve güzellik ediniz. Burada haramların yani
yasakların açıklanacağı söylenmiş iken böyle bir emrin, yasaklamalar
arasında
ne münasebetle getirilmiş olduğu sorusu akla gelebilir. Fakat, önce
haramları
aşağıda olduğu gibi okuyayım denilip de birtakım yasaklar ve emirler
anlatıldığı zaman, işte o haramlar bu açıklamalar içindeki yasaklardır
demek
olur. Ve maksadın yalnız haramları değil, onlarla sıkı ilgisi bulunan
emirleri
de açıklamak olduğu anlaşılır. İkinci olarak, bununla şu da gösterilmiş
olur
ki, haram yalnız açıkça yasaklamadan değil, bazen emirden de anlaşılır.
Bundan
dolayı usul ilminde şu kaide tesbit edilmiştir ki: Bir şeye emir,
zıddının
haram kılınmasını gerektirir, eğer haram kılmamak emirden kastedileni
ortadan
kaldıracaksa; değilse kerahetini gerekli kılar. İşte gerek bu ve gerek
gelecek
olan emirleri de hep böyledir. Şu halde "ana babanıza ihsan ediniz"
emri, "onları asla incitmeyiniz" nehyini de gerekli kılar. Yani ana
babayı incitmek o kadar haramdır ki, akıl ve hayale getirilecek şey
değildir.
Onlar hakkında ancak ihsan vazifesi düşünülmelidir ve ancak o
yapılmalıdır. Üçüncü
olarak, bu ifade şekli şuna da işaret eder ki, ana babaya ihsan bu
kadar yüksek
bir görev olmakla beraber, Allah'a ortak koşmayı gerekli kılmamalıdır.
Yani ana
baba, evlatlarının Allah'a isyan etmesiyle memnun olacaklar ise, onları
bu
şekilde memnun etmeğe çalışmak, Allah'a şirk anlamına geleceğinden,
yasaklanmıştır ve haramdır. Nitekim Lokman sûresindeki "Eğer onlar
seni,
hakkında bir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için
zorlarlarsa, onlara
itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin." (Lokman, 31/15) âyeti ve
benzerleri ile bu açıklanmıştır.
Yoksulluktan
dolayı
çocuklarınızı da öldürmeyiniz. Bu da haramdır. Ana babaya ihsan evladın
görevi
olduğu gibi, evladın hayat hakkına tecavüz etmemek, korumak da ana
babanın
görevidir. İsrâ sûresinde "Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla
öldürmeyiniz" (İsrâ, 17/31) buyrulmuştur ki, buradaki bir delaleti
izahtır. Çünkü "fiilen yoksulum, besleyemeyeceğim" diye çocuğu
öldürmek haram olunca, fakir değilken, fakir olmak korkusu ile
öldürmenin haram
olacağı öncelikle anlaşılır. Ve işte bunların her biri bir âyette hükme
bağlanmıştır. "Bilgisizlik yüzünden beyinsizce, çocuklarını öldürenler
muhakkak ki, ziyana uğradılar..." (En'âm, 6/140) buyruğundan da
anlaşıldığı üzere Arap müşrikleri, kız çocuklarını diri diri kabirlere
gömüyorlardı ki, buna (kızını diri diri gömmek) tabir olunur. Ve bunu
bazısı
cahiliye gayretiyle, bazısı da yoksulluk nedeniyle veya korkusuyla
yapıyorlardı
ve gerçekte asıl sebep bu korkuydu. Bu düşünceyle idi ki, şeytan onlara
çocuk
öldürmeyi hoş gösteriyordu. Gerçekte evlada karşı meydana gelen bu
cinayete
çoğunlukla etken olan en önemli sebep, beslemek endişesidir. Bunun
karşısında
diğer sebepler sözünü etmeyecek kadar hükümsüzdür, azdır. Şu halde
bilhassa bu
sebebin reddiyle diğer zayıf sebepler ve vehimlerin reddedilmiş
olacağında
şüphe yoktur. Sonra bu yasak, Arap müşriklerinin kız evladı hakkında
âdetlerini, bilhassa amaç edinmekle birlikte, hükmünün onlarla
sınırlanmış
olmadığı ve çocuk düşürmek cinayetlerini de kapsadığı açıktır.
Kısacası,
gerek
yoksul olunuz ve gerek zengin, gerek zayıf olunuz gerek kuvvetli,
evlada
bakmakla yoksul kalmaktan korkup, onları herhangi bir şekilde
öldürmeyiniz.
Sizi ve onları rızıklandıran, besleyen ve besleyecek olan biziz. Yani
siz
değilsiniz. O halde rızık elde etmeğe gücünüz yetmemesi nedeniyle
açlığa veya
ölüme mahkum olduğunuza hükmedip de öldürme cinayetini işlemeye
kalkışmayınız.
Ve kötülüklere yaklaşmayınız. Gerek açığı olsun, gerek gizlisi. Yani
zina ve
livâta (homoseksüellik) gibi her çeşit fuhuş, gerek rezil müşriklerin
yaptıkları gibi açık genelevlerde olsun ve gerek seçkin denilenlerin
yaptıkları
gibi dost tutarak gizli bir şekilde olsun, hepsi haram olduktan başka
bunların
başlangıcı, sebebleri ve yolları da haramdır. Açık veya gizli fuhşu
yapmak şöyle
dursun, onlara yaklaşmayınız bile. "Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, açık
bir
kötülüktür..." (İsrâ, 17/32) buyruğunca, "Fahişe"den anlaşılan
zinadır; fakat "fevâhiş" diye çoğul getirilmesi, zina türünden olan
her çeşit kötü işi, yani dilimizdeki ifadesiyle her nevi fuhşiyyatı
(her tür
kötülüğü) kapsadığını ifade eder. Bundan dolayı bazı müfessirler bunu,
genel
olarak (günah, suç) ile tefsir edip "Günahın açığını da gizlisini de
bırakın" (En'âm, 6/120) buyruğuna döndürmüş ise de, gerek âyetin ifade
şekli ve gerek rivayet açısından bu mânâ burada pek açık değildir.
Özellikle
bunun çocuk öldürme ile mutlaka birisini öldürme yasakları arasında
söylenmesi
gösteriyor ki, bunda da bir öldürme mânâsı, vardır. Yani fuhşiyyat
özünde bir
büyük suç ve cinayet olmakla birlikte, bir de evlat öldürme
hükmündedir. Çünkü
zina sonucu doğan çocuk, tehlikelerle ve ölümle karşı karşıyadır, ölü
hükmündedir. Nitekim Resulullah azl hakkında bile "Bu gizli bir öldürme
(diri diri gömmek)dir" buyurmuştur. Şu halde fuhşiyyatın gizli açık ne
kadar katillikleri kapsadığını anlamalı.
Allah'ın
haram
kıldığı, yani İslâm ile olsun andlaşma ile olsun, kanını korunmuş ve
muhterem,
katlini haram kıldığı herhangi bir kimseyi de öldürmeyiniz. Ancak sabit
bir hak
ile olursa başka. Müslüman bir kimse aleyhine bu hak peygamberimizin:
"Müslüman bir kimsenin kanı helal olmaz. Ancak şu üç sebepten birisi
ile
olur: İmandan sonra küfür, evlendikten sonra zina ve haksız yere bir
kimseyi
öldürmek" hadisiyle açıklandığı üzere üç sebeple sabit olur. Maide
sûresinde
ise gayri müslimi de kapsamak üzere: "Kim, bir cana kıymamış yahut
yeryüzünde bozgunculuk yapmamış birisini öldürürse" (Mâide, 5/32) diye
de
özetlenmiş ve "Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde
bozgunculuk
yapmağa çalışanların cezası ya öldürülmeleri, ya asılmaları..." (Maide,
5/33) buyrulmuştur. Bu bozgunculuğun müslümandan ortaya çıkması
durumunda hak
sebebi dörde ulaşmış olur. Kısaca diğer şeylerde helal asıl, haram ayrı
bir
delil ile sabit olursa da nüfus bunun aksinedir. İnsan öldürmede asıl
olan
haram olmaktır. Helal olması ayrı bir delil ile sabit olur.te bu emri
ve
yasağı, bu beş buyruğu Rabbiniz size tavsiye etti, lütuf ve rahmetiyle
kesin
bir şekilde emredip ahid verdi. (Nisâ sûresindeki 11. âyetine bkz.) Ki
akıl
edesiniz. Yani bu yasaklanan haramların kötülüğüne bu tavsiyelerin
faydası,
aklı olanlar için apaçık ortada olduğundan siz akıllarınızı kullanmakla
nefislerinizi bağlayıp bu haramlardan menedesiniz.
152- Ve yetim
malına yaklaşmayınız. Hiçbir şekilde saldırmayınız; bu da haramdır.
Ancak
kuvvetlerine erinceye, rüşdüne ulaşıncaya kadar -koruma, artırma ve
zamanında
teslim gibi- en güzel şekilde yaklaşma -mümkün olan en güzel velâyet ve
vesayet- müstesnâ. O zaman "Eğer onlarda bir olgunluk görürseniz, hemen
mallarını kendilerine verin." (Nisâ, 4/6. âyete bkz.) Ölçüyü ve
teraziyi
denk ve tam tutunuz. Hem eksik veya fazla ölçü kullanmayınız, hem de
ölçer ve
tartarken eksik veya fazla yapmayınız, ağdırmayınız ki, eksiği fazlası
haramdır. Şu halde yetim malı olmasa bile başkasının hakkına tecavüz de
haramdır. Şu kadar ki biz bir kimseye gücünden başkasını teklif
etmeyiz. O
halde adalet ve eşitlik aslında zor bir şey ise de, buna da gücünüz
kadar
uymakla yükümlüsünüz, gücünüzün yetişmediği affedilmiştir. Ve söz
söylediğiniz
zaman âdil olunuz. Yani gerek hüküm vermede, gerek şahitlikte ve
gerekse
herhangi bir hususta bir söz söylediğiniz zaman hakkını, doğrusunu
söyleyiniz.
Adalet ve hakka aykırı söylemeyiniz ki, bu da haramdır. Lehinde veya
aleyhinde
söyleyeceğiniz kimse isterse akrabanızdan olsun. Yine doğru söyleyiniz,
taraf
tutmayınız. Ve Allah'ın ahidlerini yerine getiriniz; gerek Allah'ın
size teklif
etmiş olduğu ahidleri, emirleri, yasakları ve gerek sizin Allah'a veya
Allah
adına başkalarına verdiğiniz ahidleri, nezirleri, yeminleri, akidleri,
geçerli
olan her çeşit taahhütleri tamamen yerine getiriniz- Ahdi bozmak da
haramdır.
Görülüyor ki, bu emirden anlaşılan vücûb ve zıddının haramlığı, iman ve
amel
hududunun kapsadığı her çeşit emirleri ve yasakları ile bütün ahidleri
içine
almaktadır. Şu halde "günahın açığını da gizlisini de bırakın" emri
ve buraya kadar geçen ibadetler, helal ve haram vs. hükümleri hep
burada
dahildir. İşte bunları, bu teklifleri Rabbiniz size tavsiye -ve
te'kîden emir-
etti ki öğüt alıp düşünesiniz. Bunları iyice hatırınızda tutasınız ve
içindeki
derin kapsamı düşünesiniz ve gereğini yerine getiresiniz.
153- Ve işte bu,
yani yukarıdan beri açıklanagelen tek Allah inancı ile şu iki âyette
Allah'ın
tavsiye ettiği bu emirler ve yasaklar, bu on hüküm benim dosdoğru
yolumdur.
Doğrudan doğruya tuttuğum yolum; caddem, dinimin esası ve açık ve geniş
yolumdur. Bunun için siz de buna, bu benim yoluma uyunuz ve türlü türlü
yollara
gitmeyiniz. Çeşitli dinler, mezhepler, bid'at ve sapıklık olan çeşit
çeşit
yollar arkasında dolaşmayınız ki Sizi parça parça edip Allah yolundan
dağıtmasın. Dârimî'nin Müsned'inde de kaydedildiği üzere İbnü Mes'ud
Hazretleri
demiştir ki: "Resulullah bize bir düz çizgi çizdi, 'bu rüşd yoludur'
dedi.
Sonra bunun sağından ve solundan birçok çizgiler daha çizdi 'bunlar da
birtakım
yollardır ki, her birinde bir şeytan vardır, ona çağırır.' dedi. Sonra
da bu
âyetleri okudu". Kısaca Allah'a gidilir sanılan birçok yollar vardır.
Nitekim "Allah'a yol, yaratıkların nefisleri kadardır, yani o kadar
çoktur" denilmiş. Fakat bütün bunların içinde gerçekten Allah yolu,
Allah'a ulaştıran ve Allah'ın koyduğu, Allah ve elçileri tarafından
davet
olunan hak yol, doğru yol bir tanesidir ki, taraftarlarını toplayan,
birleştiren, dağıtmayan, aldatmayan tevhid yoludur. Herhangi bir
hususta hak
birdir, bâtıl çoktur. Gerçi her bir olanın hak olması gerekmezse de,
hak
mutlaka birdir. Çeşitli yer ve zamanlarda hakkın hükmü farklılık
gösterebilir.
Dün hak olanın her zaman için hak olması gerekmez. Batıdaki bir kimse
için hak olanın,
doğudaki için de hak olması gerekmez. Ve bu şekilde hak çok olur gibi
zannedilebilirse de her birinde hakkın hükmü birdir, çok olmaz. Şirk,
kökünden
bâtıldır. Sonra hiçbir zaman farklılık ve değişiklik göstermeyen ve
ilâhî
dinlerin, semavî kitapların hiçbirinde nesh edilmiş olmayıp hepsinde
emir ve
tavsiye edilmiş olan birtakım asıl hükümler vardır ki, bütün dinler bu
noktada
ittifak eder. İşte yukarda açıklanan on hüküm de bu çeşittendir. Bu
âyetle
açıklanıyor ki, bu emirler ve yasakların ilgisi yalnız muhataplara
mahsus
değil, Hz. Peygamberi de kapsar. Ve Resulullah bunları sürekli olarak
yerine
getirmiştir. Yüce Allah'ın öteden beri emri ve tavsiye ettiği bu
prensipler,
Peygamberin doğrudan doğruya tuttuğu yoldur. Ve Peygamberin tuttuğu yol
Allah yoludur.
Ve Allah yolunu bulmak isteyenler, Peygambere uyup, bunları tutmalıdır.
Ve
bunun esası "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayınız" buyruğunca tek
Allah inancında birleşmektir. Bu birleşme de Peygambere uymakla
gerçekleşir.
Çünkü "Allah'a verdiğiniz sözü tutun" emri, ancak bu şekilde
uygulanır. Bu hükümleri yerine getirmeyen ve bunlardaki haramlardan
kaçınmayan;
yani Allah'a ortak koşan veya ana babaya kötülük eden veya evladını
öldüren
veya fuhuş ve kötülük yapan veya haksız yere insan öldüren veya yetim
malına el
uzatan veya ölçüyü, teraziyi denk ve tam tutmayan, başkasının hakkına
tecavüz
eden veya söz söylediği zaman adalet ve haktan ayrılan veya Allah'ın
ahidlerini
yerine getirmeyen veya Peygamber yoluna uymayıp, türlü türlü yollara
saparak
tevhidden ayrılan kimseler ayrılığa düşer , perişan olurlar. İşte bunu,
Peygamber yoluna uymak ve diğer farklı yollara uymamak hususunu Allah
size
tavsiye etti ki korunasınız. Kötülüklerden sakınıp ayrılık ve
aykırılıktan
kurtularak tevhid dairesinde İlâhî korumada bulunasınız. Çünkü ittifak
(birlik), ilâhî bir kuvvettir. Birlik olanlar, ayrı olanlara daima
üstün
gelirler. Fakat bâtılda ve kötülükte birliğin hükmü de çabuk
kaybolmaktır.
Gerçek kuvvet, hakta birleşmektir. Bu da Peygambere uymak ve bu
esaslara
tutunup, daima birlik yönünü tutmakla olur.
Evet
bunları böyle
öteden beri tavsiye ettik:
154-Evet onları
önde ve sonda tavsiye ettik. Sonra da Musa'ya kitabı -Tevratı- tamamen
yaptığı
ihsan üzerine -yani o tavsiye olunan hükümleri güzel bir şekilde tebliğ
ve
tatbik etmesi üzerine- yahut gerek Musa ve gerek ona uyarak güzel ahlâk
edinen,
yaptığını güzel yapan ve bu şekilde o tavsiyeleri de güzelce uygulayan
herhangi
bir kimseye nimeti tamamlamak ve her şeyi açıklamak, yani Allah'ın
ahidlerini
yerine getirmek için dinde muhtaç oldukları her şeyi, ayrı ayrı
açıklamak ve
bir hidayet ve rehber ve bir rahmet olmak için verdik ki onlar
-Musa'nın
toplumu olan o İsrailoğulları- Rablerinin, yani yüce Allah'ın huzuruna
varacaklarına iman ederler. Öldükten sonra dirilmeye inanıp mükafat ve
cezayı
tasdik ederler. Bu böyle iken, yahudiler saldırganlıklarının cezasını
nasıl
yalanlarlar?
Tevrat
böyle olduğu
gibi şimdi:
155-156-
İşte
bu
da, bu Kur'ân da büyük bir Kitaptır. Bir Kitap ki, onu biz indirdik.
Bir Kitap
ki, mübarek, feyz ve bereketine sınır yoktur. Şu halde buna uyun ve
karşı gelmekten
sakının ki rahmetimize erebilesiniz. Biz bunu indirdik ki Kitab ancak
bizden
önceki iki topluma -yahudi ve hıristiyanlara- indirildi. Ve şüphesiz
biz
onların öğretiminden kesinlikle habersizdik; o kitabın anlattığı bilgi
ve
hükümlerden habersiz bulunuyorduk, demeyesiniz, kıyamette böyle özür
beyan
etmeyesiniz. Yani yukarda tavsiye edilen genel hükümleri bildiren
Kitabın şu
topluma veya bu topluma indirilmiş olması, o Kitabın sadece onlara ait
olmasını
ve hükümlerle yalnız onların yükümlü olmasını gerektirmez. Gerçi
Kitabın
inmesinden hiç haberi olmamak bir özür oluşturursa da, yahudilerin
Tevrat'ında
ve hıristiyanların İncil'inde olduğu gibi, bir defa iniş gerçeği
duyulup
yaygınlaştıktan sonra "Biz O kitabın dilini bilmiyoruz, okuyup
anlayamayız
ve konuları da her zaman bilmiyoruz" diye özür ileri sürmek de caiz
olmaz.
Bir Kitabın inişi duyulduktan sonra, her toplumun onu öğrenmesi ve
genel
hükümlerini bellemesi mümkündür. En azından o toplum içinde bazıları,
onun
dilini ve anlaşılması için gereken şartlarını, imkan ölçüsünde öğrenip,
diğerlerine de sözlü veya yazılı olarak tebliğ edebilirler. Arap
müşrikleri
arasında da söz konusu hükümleri kapsayan semavî Kitaplardan bir veya
iki
Kitabın, daha önce iki topluma inmiş bulunduğu ve bu şekilde yahudi ve
hıristiyanların Ehl-i Kitab oldukları biliniyordu; bununla beraber
onlar,
bunların genel hükümlerinden habersiz bulunuyordu. Bu habersizlik,
onlar için
aslında müşriklikte ısrar açısından bir özür olmamakla birlikte, okuyup
yazmaları, mektep- medreseleri olmayan ümmî (okuma yazma bilmeyen) bir
toplum
olduklarından dolayı, Arab müşriklerinin çoğunluğuna nisbetle, bu
habersizlikte
bir özür şüphesi bulunabilirdi. İşte herkese feyz ve bereket ve
rahmetin
genelleştirilmesi için indirilen Kur'ân'ın Arapça olarak indirilmesi,
Kıyamet
gününde, o
haşr ve neşr, o ceza ve azab gününde, bu gibi özür ve bahanelere imkan
bırakmamak ve kitabın hükümlerinin sadece indirildiği topluma has
olmadığını,
onun inmesi işitildikten sonra onu okuma ve okutmasıyla, öğretimiyle
uğraşmayıp,
hükümlerinden habersizliğin bir özür sayılmayacağını kesin bir şekilde
anlatmak
gibi bir hikmeti de taşımaktadır.
157-Bu mübarek
Kitap indirildi ki, yarın ahirette öyle özür beyan etmeyesiniz veyahut
Bize
Kitap indirilmiş olsaydı muhakkak biz onlardan daha çok doğru yolda
olurduk.
Daha iyi anlar, daha iyi uygular, daha doğru giderdik demeyesiniz.
Gerçi
Kitabın hükümleri geneldir ama, ne yapalım ki, kendi dilimizde
olmadığından biz
onlar kadar olamadık, yoksa bu halimizde bile birçok hususlarda
zekamızı,
üstünlüklerimizi göstermiş olan bizlere, bir de kendi dilimizde bir
kitap
verilmiş olsaydı, neler yapmaz, ne başarılar göstermezdik! Ne çare ki
Allah
vermedi, diye özür ve övünmeye kalkışmayasınız. Artık muhakkak ki size
Rabbinizden, benzersiz bir beyyine (açık delil) ve büyük bir hidayet
rehberi ve
rahmet geldi. Bunun üzerine Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve insanları
onlardan çeviren; hem doğru yoldan sapmış, hem de başkalarını saptıran
kimselerden daha zalim, daha haksız kim olabilir? Halkı, âyetlerimizden
çevirenleri, bu çevirmeyi, sapıtmayı âdet edindiklerinden dolayı azabın
kötüsüyle cezalandıracağız.
Bunlar,
böyle
sapıtmayı alışkanlık edinenler:
158- Onlar başka
bir şeye değil, ancak kendilerine o meleklerin, "Melekler de ellerini
uzatmış: 'Haydi canlarınızı çıkarın!' (der)" (En'am, 6/93) buyruğunca,
ellerini uzatıp canlarınızı çıkarın bakalım diyecek olan ölüm veya azab
meleklerinin gelmesine yahut Rabbinin gelmesine, kıyamet kopup
"Melekler
sıra sıra dizili olduğu halde Rabbin geldiği zaman, ki cehennem de o
gün
getirilmiştir. İşte o gün insan anlar, ama artık anlamanın kendisine ne
faydası
var?" (Fecr, 89/22-23) buyruğunca, haklarında en son ilâhî hükmün
ortaya
çıkmasına, veya Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesine "Üzerimize gökten
taş
yağdır" (Enfâl, 8/32), "Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten
parçalar düşürmelisin" (İsrâ, 17/92) dedikleri şekilde başlarına taş
yağması veya göğün parçalanıp üzerlerine düşmesi veya kıyamet
alametlerinin
ortaya çıkması gibi fiilen yok olmaya delalet eden ve kendilerini
inanmaya
mecbur edecek olan birtakım alametlerin gelmesine bakarlar, bunlardan
birisi
olmayınca iman etmezler. Fakat O gün ki, Rabbinin bazı âyetleri
gelecektir.
Ondan önce iman etmiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir
kimseye o
günkü imanı fayda vermeyecektir. Can çekişme halinde olduğu gibi o gün
artık
teklifin zamanı geçmiş, sorumluluk zamanı başlamış, iman ile
kazanılması mümkün
hiçbir hayır kalmamış olur. "Hışmımızı gördükleri zaman inanmaları,
kendilerine bir fayda sağlamadı" (Mümin, 40/85) buyruğu üzere cezanın
açıkça görüldüğü böyle yeis (ümitsizlik) zamanında iman kabul edilmez
ve hiçbir
fayda vermez. İmanın kabul olunması hazır ve gözle görülende değil,
gayb ve
gelecekle ilgili olmasında, âşikâre değil delilli olmasında ve gelecek
için bir
hayır kazanmağa imkan bulunacak kadar önce bulunmasındadır. Olacak
olmaya
başladıktan sonra inanmakta fayda yoktur. Olacağa, olmadan önce
inanmalı ki,
zararından kurtulmak için işe yarayacak hazırlıkta bulunulabilsin.
Mesela
"Bir gün gelecek ki, inkârcıların, yalancıların, kötülerin, suçlu
günahkârların cezası verilecek; bir gün gelecek ki, alım satım
olmayacak,
dostluk, şefaat yapılmayacak, kimse kimseden bir iyilik görmeyecek"
denildiği zaman, "Öyle şey mi olur, hele bakalım, o gün gelsin de
çaresine
bakarız" deyip de inanmayan, inanıp da öyle bir güne yarar bir iyilik
kazanmayan kimseler, o günün geldiğini görüp, içine düştükleri zaman,
ister
istemez inanırlarsa da, o gün bu imandan kendileri için hiçbir fayda
olmaz, iş
işten geçmiş bulunur. Kısaca, Yüce Allah'ın iki türlü "âyetleri"
vardır. Bir kısmı gelecekteki olayları yokluklarında, yani
gerçekleşmeden önce
haber verip bildiren âyetler ve delillerdir ki, sonunda faydası olacak
iman, bu
âyetleri onaylayıp inanmaktır. Ahiret bununla kazanılır. Peygamber,
Kitap, ilim
bu âyetlerdendir; mümin ve kâfir farkı bu âyetlere göredir. Yüce
Allah'ın diğer
bazı âyetleri de vardır ki, bunlar olayların fiilen gerçekleşmeye
başladıklarını ve ilâhî kudretin halen tecellisini gösterirler ve
önceki
âyetlerin tercümesi ve tasdikçisi doğrulayıcısı olurlar. Bunlar gelince
hükmünü
zorunlu olarak yerine getirir, inanmama ihtimali kalmaz, fakat
inanmanın
faydası olmaz. Bundan kurtulursa önce haberi olup da inanan ve ona göre
korunabilenler kurtulurlar. Şimdi, önceki âyetler türünden olan
Kur'ân'ın bu
âyeti ve bu bölümü bu şekilde gösteriyor ki, bu ikinci kısım âyetler de
bir gün
olup gelecektir. Ve bu gün bu âyetleri yalanlayan ve halkı doğru yoldan
saptıranlar o gün o inanmadıkları olayları görüp inanacaklar, fakat
onlara
olmadan önce iman etmeyen veya imanında bir hayır kazanmayanlara o gün
imanları
hiçbir fayda sağlamayacaktır. Şu halde imanlarından kesin olarak
yararlanabilecek olanlar o günden önce iman etmiş ve imanında hayır
kazanmış
olan, yani iman ile ameli salihi toplamış bulunanlardır. Bununla
beraber, önce
iman etmiş, fakat bir hayır kazanmamış olanlar, aynı şekilde sonraki
imanın da
olsun bir hayır kazanmaya imkan bulmuş olanların imanlarının faydasız
kalmayacağı da anlaşılıyor, Çünkü cümlesi cümlesine atfedilmiştir. Bu
şekilde
nefyi, imanın öne geçmesi veya imanda hayır kazanmak, bu ikisine tekrar
ile
müteallık olarak nefse sıfat olduğundan o gün, ne imanın öne geçmesi,
ne de
imanda hayır kazanmak, hiçbirisi bulunmayan kimseye imanın faydası
olmayacağını
ifade eder. Şu halde hem imanın öne geçmesi (önceden iman edilmesi),
hem imanda
hayır kazanmak, ikisi veyahut en az birisi bulunan o gün, Mu'tezile'nin
dediği
gibi imanı fayda etmez denemeyecektir. Aksine, mefhum-ı muhalifinden
(zıt
anlamından), bunların birisinin bile faydadan uzak olamayacağı
anlaşılır. Zıt
mânâ ile istidlâl (delil göstererek sonuç çıkarma) caiz olmadığına
göre,
bunlardan birinin faydası bu âyet ile ispat olunamazsa da bu âyet ile
inkâr da
edilemez. Bununla beraber diğer âyetlerde ve hadislerde bunlardan
birinde de
faydadan uzak olmayacağını gösteren delaletler yok değildir.
Burada
şu noktayı
da hatırlatmağa değer buluyoruz: Görülüyor ki âyette cümlesinde kaydı
var, buna
atfedilen cümlesinde bu kayıt yoktur. Usûl ilminde ve Arapça
kitaplarında da
açıklandığı üzere, matufun aleyhin kaydını ma'tufta da gözönüne almak
zorunlu
değildir. "Âlim olan Zeyd ve Amr bana geldi." denildiği zaman Amr'ın
da âlim olması gerekmez. Böyle olduğu halde Keşşâf ve diğer birtakım
tefsirciler bunu; "Yani, önce iman etmemiş veya etmişse de o imanda bir
hayır kazanmamış bulunan kimseye o günkü imanı yarar sağlamaz" diye
tefsir
etmişlerdir ki, bunun özeti, âyeti "daha önce iman etmemiş veya
imanında
daha önce hiçbir hayır kazanmamış..." mânâsında düşünmektir. Bunda ise
hayır kazanmak kısmında bile imanın o günden önce olması şart koşulmuş,
fakat
hayrın kazanılması da o günden önce olmakla şart koşulmamış demek olur.
Şu
halde imansız hayır, faydalı olamazsa da, eskiden imanı olan, o gün
bile imkan
bulur bir hayır kazanabilirse faydasını görmesi düşünülebilir. Gerçekte
Akaid
âlimleri, yeis halinde iman kabul edilmezse de, yeis halindeki tevbe
kabul olur
demeleri de buna uygundur. Ancak buna karşı o gün hayır kazanmak
mümkünse,
imana niçin faydalı olmasın; değilse, iman gibi hayır kazanmanın da o
günden
önce olması gerekmez mi, sorusu sorulur. Ve bu düşünce iledir ki, hem
imanın,
hem hayır kazanmanın o günden önce olması gereği akla gelir. Bu şekilde
ise
âyet "daha önce iman etmemiş, veya daha önceki imanında önceden hiçbir
hayır işlememiş...." anlamında demek olur. Mânâ bu olduğu takdirde
gelecekte birinci kısmın hiç hükmü yok demektir. Çünkü o zaman yalnız
geçmiş
imanında hiçbir fayda olmayacak demek olur. Nitekim Mutezile böyle
anlamışlardır. Halbuki mânâ bu olsaydı "imanında hiçbir hayır
kazanmamış
olan bir kimseye imanı fayda vermez" denilmesi yeterli olurdu. Şu halde
biz "kazanmak" kısmında "önceden" kaydını, gözönüne almayı,
karine olarak görmüyoruz ve zahire göre kayıtsız olarak mülâhaza etmek
gerektiğini söylüyoruz. Ve öyle anlıyoruz ki, bu bazı âyetlerin gelmesi
hayır
kazanmayı genelde imkansız kılmayacaktır. Mesela ölüm hastalığında
olduğu gibi
olay tamamlanmadan iman edip, hayır kazanmanın mümkün olduğu kısa bir
zaman da
bulunabilecektir. Ve o halde bir kâfir, o gün alametlerin ortaya
çıkması
üzerine iman eder ve o iman ile bir hayır kazanmağa imkan da
bulabilirse, yeis
(ümitsizlik) ve ceza tamamen gerçekleşmemiş olduğundan, bu imanın da
fayda
verebilmesi düşünülür. Yani imanın kabul edilebilmesi ve faydalı
olabilmesi
için, mutlaka o imandan sonra bir hayır kazanmağa imkan bulunmalıdır.
Kıyamet
alametleri gibi yeis belirtilerinin ortaya çıkmasından önce, uygun
durumda
imanın kabulü için, sadece imanı kazanmak yeterli olabilecektir; fakat
o
alâmetlerin çıkmasından itibaren iman için fiilen hayır kazanmış olmak
da
şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Çünkü olay tamam olunca ceza ve yeis
tamam
olacak, hayra imkân kalmayacak ve artık imanın da bir faydası
olmayacaktır.
Sözün kısası, âyetteki birinci kısmında iman o günden önce olmakla
kayıtlanmıştır. Ancak hayır kazanmış olsun olmasın imanı sâbık (önceden
var)
demektir. İkinci kısımda ise imanı, hayır kazanmakla kayıtlıdır. Fakat
gerek iman
ve gerek kazanmak "önceden" olmakla kayıtlı değildir. İmanı sâbıkla
hayır kazanmaya ihtimal olduğu gibi, o günkü iman ile mümkün olduğu
taktirde,
hayır kazanmaya da ihtimali vardır. Ve tekrar, bu iki karşılıklı husus
arasındadır. Ve işte o gün bunların hiçbirisine sahip olmamış kimsenin
imanı
asla yarar sağlamayacaktır. Hayır kazanmaya yakın sabık (önceden var
olan)
iman, kesin olarak makbul ve faydalı; sabık olan mücerred iman veya
hayır
kazanmaya yakın lâhık (sonradan olan) imandan her biri de faydadan uzak
olmayacaktır.
"Kim
zerre
ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür". (Zilzâl, 99/7) Şu halde iman ve
hayır kazanmak önceden olmalı; bununla beraber herhangi bir acı verici
olayın
alâmetleri başlamış da olsa, tamam olmadan tam ümitsizliğe düşmemeli, o
zaman olsun
hemen iman edip hayır kazanmaya acele etmelidir. Mesela kıyamet
alâmetleri
ortaya çıkmaya başlamış da olsa, henüz kopup bitmemişse, iman ile salih
amelden
vazgeçmemelidir. Fakat, önceden imanı olmayanların ve hayır kazanmaya
alışmamış
bulunanları, o gün bu imkandan da yararlanabilecekleri çok şüphelidir.
Hele
inkâr ve yalanlamayı, sapıklığı ve hak yoldan saptırmayı alışkanlık
etmiş
olanlar, olay tamam olup hiçbir şey yapmak imkanı kalmayıncaya kadar
iman ve
hayra yanaşmaz, bunu da atlatacağız sanırlar. Ondan sonra iman edecek
olsalar
da, imanlarının bir faydası olma ihtimali kalmaz. Şimdi onlar bugün
gelmeyecek
zanneder ve geleceğini haber verip bildiren Allah'ın âyetlerini
yalanlarlar da
olayın alâmetlerinden başka hiçbir şeye değer vermezler ama, mutlaka o
gün
gelecek ve o âyetler (alâmetler)de ortaya çıkacaktır. Ey Peygamber!
"Gözleyiniz, biz hiç şüphesiz gözlüyoruz" de. Yani siz müşrikler o üç
şeyden dilediğinizi gözleyiniz ki, ne beklediğinizi göresiniz. Biz
müminler,
sizin o kötü sonunuzu görmek için onları tam bir inançla gözlüyoruz,
diye
onları korkut ve müminleri müjdele. Gerçekte "Bedr" den itibaren bu
korkutma ve müjdenin gerçekleşmesi görülmeğe başlamıştır.
Şüphesiz:
159- Muhakkak ki
dinlerini parçalayıp ayıranlar, dinin bazı hükümlerini tanıyıp,
bazısını
tanımayarak parçalayan veya dinlerini gerçek tevhidde toplamayıp,
çeşitli
emeller, mabudlar, metbûlar (kendisine uyulan) ve türlü türlü yollarla
çatallandıran
veya din, insanın iç dünyasına ve ruhuna aittir, dışına ve cismine
karışmaz din
insanın filan işine hakim ise de filan işine karışmaz; din başka,
millet
başkadır, demek gibi bir tavırla dinlerini birçok işlerinden ayıranlar.
Hamze
ve Kisâî kırâetlerinde okunduğuna göre, bu şekillerden biriyle hak
dinlerinden
ayrılmaya kalkışanlar; gücünü birlik için değil, ayrılık için
harcayanlar ve
grup grup olanlar, yani her biri ayrı bir başkana ve başka bir duygu ve
isteğe
taraftarlık ederek grup grup olup ayrılığa düşenler ki, müşrikler
baştan başa
böyle oldukları gibi yahudi ve hıristiyanlar da böyle olmuşlar ve ne
yazık ki,
müslümanlar da her düşüş dönemlerinde bu durumlara düşmüşlerdir.
Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v) buyurmuştu ki: "Yahudiler yetmiş bir gruba
ayrıldı,
birinden başka hepsi cehennemdedir. Hıristiyanlar yetmiş iki gruba
ayrıldı,
birinden başka hepsi cehennemdedir. Ümmetim de yetmiş üç gruba
ayrılacaktır,
birinden başka hepsi cehennemdedir." "O bir tane kurtulan grup
kimlerdir ya Resulallah" sorusuna karşı da: "Onlar benim ve ashabımın
üzerinde gittiğimiz yolda gidenlerdir" buyurmuştu. Bundan da anlaşılır
ki
yahudilerden bir, hıristiyanlardan bir, müslümanlardan bir olmak üzere
üç
kurtulmuş grup (fırka-ı nâciye) yoktur. Her zaman için bir kurtulmuş
grup
vardır ki, o da peygamberin ve ashabının yürüdükleri hak yol ve sıratı
müstakim
(dosdoğru yol) olan tevhid yolunda yürüyenlerdir. Diğerlerine gelince:
Sen
onlardan hiçbir şeyde ilgili değilsin. Dinlerini ayıranlar ve grup grup
olanların ayrılıklarından, durumlarından ve felaketlerinden ne
sorumlusun, ne
de haklarında Allah'tan bir şey sorup istemeğe yetkilisin; ne onların
sana
tutunmağa ve gittikleri yolu sana isnad etmeğe hakları vardır, ne de
senin
onlara şefaat etmeye yetkin. Onlara yapılacak iş, uygulanacak emir,
yalnız
Allah'a aittir. Ne yapacağını ancak O bilir. Sonra zamanı gelince O,
onlara ne
yaptıklarını haber verecektir. O zaman
160-
Allah'a bir
hasene (iyilik) ile gelmiş olana onun on misli iyilik vardır. Bazı
tefsirciler
bu on misli takdirinin belli bir sayı ile sınırlama anlamında olmayıp
"Sen
bana bir iyilik yaparsan, ben on katını yaparım" denildiği gibi, genel
olarak katlanmadan kinâye olduğunu söylemiş ve bu konuda: "Mallarını
Allah
yolunda harcayanların durumu her başağında yüz dane olmak üzere yedi
başak
veren bir danenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir."
(Bakara, 2/261) âyetini delil göstermişlerdir. Diğer tefsircilere göre
ise,
aşere (on), açıklamanın en azıdır ki, en az bire on muhakkaktır, demek
olur ve
açık olan da budur. Hangisi olursa olsun, demekki sevap, bir hak
kazanmaktan
ibaret değil, bir üstünlüktür. İlâhî lutuf bir iyiliğe fazlasıyla kat
kat ecir
ve sevap verecektir. Şu halde, iyilik ne güzel şeydir ve İlâhî rahmet
ne kadar
geniştir. Demek ki herkes yaptığı iyiliğin mutlaka birkaç mislini ve en
az on
katını alacaktır. Yeter ki yaptığı iyilik olsun. O halde bir diğerinin
daha
fazla olmasından dolayı lutuf ve ilâhî ihsanı kıskanmaya ve niçin
falana bin
verdi de, bana on verdi diye itiraza kalkışmaya hak yoktur. Kötülük ile
gelmiş
olan da ancak o kötülüğün misliyle (dengiyle) cezalanır. Yani
affolunmayıp
cezalandığı zaman, fazla değil, yaptığı kötülüğün tam dengi bir
kötülükle ceza
görür, aynı adaletle muamele edilir. Ve hiçbirine zulmedilmez. Ne
iyilik sahiplerine,
yaptıkları iyilikten eksik ecir ve sevap verilir, ne de kötülük
sahiplerine,
kötülüklerinden fazla ceza verilir. Buna karşı küfür (inkâr) dünya gibi
geçici
bir kötülük değil mi? O halde sürekli azab cezası bunun nasıl bir dengi
olur?
Bu ceza, suçtan fazla olmayacak mı? denemez. Çünkü küfür, Allah'ın
emrini red
ve inkârdır. Hakkı bir an bile inkâr etmek ebedî yalandır. Kâfirin her
küfrü ve
küfrünün her ânı ebedi bir kötülüktür. Başka bir deyimle, Hakk'ın
herhangi bir
emrine karşı inkâr, Yüce Allah'ın rahmetinden ebedî bir kesilmedir.
Elbette bu
ebedî kötülüğün, ebedî kesilmenin cezası da ebedî azaptır. İlâhî
rahmete
ulaşmak için, sınırlı bir zaman zarfında verilen bir fırsatı, bir
sebebi toptan
reddetmek, o rahmetten ebedî olarak yoksunluk demek olduğu ne kadar
açıktır.
O
dinlerini parça
parça edenlere:
161- Şöyle de:
Muhakkak ki beni Rabbim bir sırat-ı müstakîme; doğru ve düz bir caddeye
istikametin kendisi olan, dosdoğru bir dine yani hanif hali, bir
Allah'a yönelmiş
olan İbrahim milletine hidâyet etti. Ve İbrahim, müşriklerden değildi.
Onun
milletine mensup olduğunu iddia eden Mekkeliler ve yahudiler ile
hıristiyanlar
gibi dini ayıranlardan değildi.
162-KIYEMEN:
Kıyam
mânâsına ve mübalağa şekliyle masdarla nitelemedir. Fethası, şedde ve
kesresiyle kırâetleri de vardır ki, pek doğru ve sabit demektir. Bu
sağlam
dinin amelî özelliğini özetle açıklamak için şöyle de: Muhakkak benim
namazım
ve ibadetlerim, yahut kurbanlarım ve hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi
olan
Allah'ındır.
Hepsi
Allah
içindir.
163- O'nun hiç
ortağı yoktur. Yani her ibadet, her iş bu inanç, bu niyet ve ihlas ile
yapılmalıdır. Ve bana ancak bu, bu tevhid ve ihlas emredildi. Ben ise
müslümanların ilkiyim, yani Allah'ın emrine teslim olanların
birincisiyim, en
önündeyim. Bu cümle Hz. Peygamberin, kendisine emredilen İlâhî emirlere
süratle
uyup yerine getirmesini ve o emirlerin kendine mahsus olmayıp, herkese
bunların
emredildiğini ve bütün müslüman olanların ona uyması gerektiğini
açıklamaktadır.
164-İnkârcıların
Hz. Peygambere: "Ey Muhammed! Gel bizim dinimize dön, dünya ve ahiret
ne
istersen biz kefil oluruz" ve müminlere: "Geliniz, bizim yolumuza
gidiniz, günahlarınız bizim boynumuza olsun" demelerine karşı de ki:
Allah
her şeyin Rabbi iken ben O'ndan başka bir Rab mi isteyeceğim? Halbuki
herkes
hiçbir şey kazanmaz ki, sorumluluğu kendi üzerine olmasın hem vebal
(günah)
yüklenen hiçbir kimse diğerinin vebalini (günahını) çekmez. Yani ne
günah
yapmakta, ne de cezasını çekmekte vekalet (vekillik) cereyan etmez.
Herkes
yaptığı günahı kendi yapar ve cezasını kendi çeker. Şu halde birinin
diğerine
"Sen şunu şöyle yap da günahı, cezası yalnız benim boynuma olsun"
demesi yalandır. Günah yapan yaptığının cezasını çeker; öyle deyip
yalan söyleyen,
günaha teşvik eden de, bu yalanının, bu teşvik ve aldatmasının, bu kötü
taahhüdünün cezasını çeker. Başkasının günahını yüklenmeyi üzerine alan
bu
yalancı müteahhid, kendi taahhüdünün cezasını çekmekle diğerini
kurtaramaz.
Şurası açıktır ki, böyle demek, günahın failinden başka kimseye zararı
olmaz
demek değildir. Ancak her fiil, fâiline (yapıcısına) nisbet olunur ve
her
günahın, ilgili olanlara ilgisi oranında alâkası bulunur, demektir.
Sonra, siz
ne kadar ihtilâf ederseniz ediniz, sonunda hepinizin dönüş makamı
Rabbinizdir.
Hepinizin Rabbinize bir dönüşü, bir dönümü olacaktır. O zaman O size
ihtilâf
etmekte olduğunuz şeyleri haber verecektir. O vakit, sonucu görecek,
akı karayı
seçecek, acıyı tatlıyı tadacaksınız. Şu halde bugün dünyada herhangi
bir işi
yapacağınız zaman, başka düşünceleri, farklı dinleri, mezhepleri,
arzuları
bırakınız da, yaptığınız, yapacağınız işin, bağlanacağınız din ve
mezhebin,
Allah katında ne olduğunu düşünerek ve bu son sorumluluğu hesab ederek,
samimi
bir niyet ve ihlâs ile hareket ediniz.
165-Ve
O, O
Allahtır ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı. Bu yeryüzünde nice
ümmetler
gelmiş geçmiş, Peygamberlerin sonuncusunun gönderildiği siz insanlar,
siz
Muhammed ümmeti, hepsinin halefi olmuş, yerlerine konulmuş
bulunuyorsunuz.
Allah'ın bundan böyle yeryüzünde, sahiplik edecek, yönetecek ve
hükümleri
uygulayacak olan görevlileri, sorumluları sizsiniz. Yüce Allah "Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım" (Bakara, 2/30), İlâhî buyruğunun
Âdem'e
takdir ettiği ve meleklere bile nasib etmediği bu yüksek makam ve
şerefe,
bundan böyle topyekün sizi tayin edip bu ağır sorumluluk ve emaneti
size verdi.
Ve bazınızı diğerinin üzerinde dereceler ile yükseltti. Bir kısmınızı
akıl,
ilim, şeref, makam, mal ve rızık gibi birtakım özelliklerde birçok
derecelerle diğerlerinin
üzerine çıkardı ki size verdiği şeylerde hepinizi imtihan etsin,
imtihan
muamelesi yapsın, verileni yerinde güzelce kullanmakla şükredip
etmeyeni
ayırsın. En güzel amel yapanları seçsin de, gelecekte vereceğini ona
göre
kazancınızla versin. Bu âlem, böyle bir imtihan âlemi ve yarışmadır ve
bugünkü
durum, dünkü imtihanın bir sonucudur. Yarınki durum da bu imtihanın bir
sonucu
olacaktır. Ve bu şekilde Muhammed ümmeti, yalnız kendi fertleri ve
sınıfları
arasında değil, topyekün halef olduğu geçmiş ümmetler ile de bir
imtihana
tabidir ve onlardan ibret alıp yarışmayı kazanmak ihtiyacındadır. Ve
derecelerinin farklı olması da bu imtihan ve müsabakanın
gereklerindendir.
Bunun sonucunda nice yükseklerdekiler düşebilir .Ve nice aşağıdakiler
çıkabilir. Bunun için üst derecede bulunanların tehlikeleri daha çok,
sorumlulukları daha ağırdır. O halde dünyada mevki ve mertebe
yüksekliğine
mağrur olmamalı, hakkıyla çalışmalıdır. Çünkü yüksekten düşmenin acısı
daha
büyük, küçükten büyümenin zevki daha yüksektir. Ey Muhammed şüphe yok
ki
Rabbinin cezası çabuktur. Verdiği nimet sermayesinin hakkını yerine
getirmeyen
ve şükrünü yapmayan inkârcılara ve başkaldıranlara, ne kadar yüksek
mevkide
olurlarsa olsunlar, Rabbin dilediği zaman bir anda belalarını verir.
Zaten her
gelecek olan yakındır. Bununla beraber şüphe yok ki, O muhakkak gafûr
(bağışlayan), rahîm (merhamet eden) dir. Görevine çabalayan, imtihanda
başarılı
olmaya çalışan şükür ve tâat sahiplerinin kusurlarını bağışlar,
ayıplarını
örter ve sonunda kendilerini çeşitli rahmet ve saadetle umduklarına
kavuşturur.
Şimdi bir bu sûrenin Mekke'de nazil olduğu zaman, bir de ondan sonra
İslâm
Tarihinin safhaları düşünülürse, bu âyetin geleceğe yönelik ne kadar
mucizeleri
ihtiva ettiği ve daha etmekte bulunduğu hiçbir şüpheye yer vermeyecek
şekilde
ortaya çıkar. Demek ki Hz. Muhammed (s.a.v)in peygamber olarak
gönderilmesiyle
insan hayatına bütün geçmiş ümmetleri de geçecek yeni bir tarih
açılmıştır.
"En'âm"
sûresi burada bitti. Şimdi bu âyetin içine aldığı halife kılma ve
imtihanın,
geçmişten beri oluş şeklini canlandırıp açıklayacak olan "A'raf"
sûresini dinleyelim: