Yokluk Dönemleri

kutuniÇay ekiminin yaygınlaşmasına gelinceye kadar, özellikle Birinci Dünya Savaşı boyunca ve daha önceki dönemlerde, İkinci Dünya Savaşı içinde büyük ölçüde yokluklar çekilmiştir. MemleketimizdeCumhuriyetten sonra gerçekleştirilen kalkınma atılımlarını belirtmek, dünle bugün arasında kıyaslama yapma imkanını sağlamak, geçmişte yaşanan sıkıntıları genç kuşaklara aktarmak, savaşta ve barışta her zaman güçlü olmak gereğini hatırlatmak bakımından bazı gözlem ve olayları kaydetmekte yarar bulunduğu kanısındayız.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, istila yıllarında açlık çekilmiştir. Hatta bu yüzden ölenler olmuştur; ekmek bulamıyan bir kadının kırk gün karayemiş yediğı, acıkanların komşulanndan mısır unu ve yemek istediği görülmüştür.

Et, en az bulunan gıda maddesi idi. Bir hanım bu durumu şöyle anlatır: "Et bulamazdı ki kışa saklasın!" Kavurma vardı, ama, onu da herkes alamazdı. Sadece durumu iyi olanlar yazları bir celep keserdi. Et ihtiyacının av kuşlarıyla karşılandığı olurdu. Kışın karatavuk avlanır, etinden yahni yapılırdı. Çünkü et yoktu; olsa bile çokları alamazdı; herkeste para bulunmazdı; et kurbandan kurbana yenirdi.

Bir kaynananın, yokluk dönemini dile getiren konuşmasını dinleyelim:

-Şimdi "Mutfağı nasıl?" diye bakıyorlar. Eskiden ne var.dı ki ne arayacaksın? Ayağında ayakkabı yoktu. Akşamdan gelir, nalınlan sokar ayağına, eder aptestini.

Bir başka yaşlı hanım yokluk konusu üzerinde şöyle konuştu:

- Bulursak ederuk, edersak buluruk. Ederduk, bulurduk.Bulamazsan yalarsun tatulini. Bulamaduğun zaman yalarsun eluni.

 
Yokluk dönemlerinde buğday ekmeği son derece kıymetli idi. O kadar kı hasta zıyaretlerinde götürülecek en iyi hediye buğday ekmeği idi. Yine o zamanlarda buğday ekmeği, mısır  ekmeğıne katık edilirdi. Köyde oturan bir çocuk, tahan helvası ıle beyaz ekmek yani buğday ekmeği yiyebilmek için kasabada çalışan. dedesinin yanında kalırdı. O tarihlerde köyde buğday ekmeğı yapılırdı, ama, rengi siyaha çalardı, şehirdeki ekmek kadar beyaz olmazdı.

Bu olay 1958 yılında geçer.

Bir çocuk babasının verdiği buğday ekmeğini koltuğunun altına koyar, kasabadan ayrılır. Fakat yolda bir adam çocuğun yanına yaklaşır, ekmeği kapar ve gider. Bunun üzerine çocuk geri döner babasının verdiği para ile ikinci kez ekmek alarak eve götürür.

Bu olay da Birinci Dünya Savaşı'ndan önce yaşanmıştır.

Mısır ekmeği de kolay bulunmazdı. Birinci Dünya Savaşı  sırasında kıtlık yüzünden kutuni (mısırın sapı) değirmende öğütülür un haline getirilir, ekmek yapılarak yenilirdi. Seferberlik’te 10 yaşında iken yaylada çobanlık eden bir hanım yoklukları şöyle anlattı:

- O zamanlarda tuz yoktu; ekmeğe koyasın. Ekmek yoktu. Deniz suyu kaynatılır, elde edilen tuz ekmeğe konur. Gaz yoktu; yakasın. Sabun yoktu; yıkanasın.

O tarihlerde mısırın tenekesi 30-40 kuruşa satılırdı.


Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında yokluğu çekilen maddelerden biri de tuzdu. Tuz bulunmadığı için yemeklere deniz suyu konurdu. Yukarı köylerde deniz suyu kaynatılır, suyun buharlaştıktan sonra kalanı yemeklere katılırdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında tuzun kara okkasının 2 liraya satıldığı olmuştur. (1) Aynı sebeple ineklerin ve sığırların yemlerine deniz suyu dökülürdü. Bunun için deniz suyu doldurulan kaplar sepetle taşınırdı.

Birinci Dünya Savaşı'ndan önce tuz konusunda deniz suyundan yararlanmak dışında başka güçlükler de vardı. O dönemlerde tuz büyük yelkenli gemilerle getirilirdi. Bu gemiler de genellikle yılda bir defa gelirdi. Ancak istila yıllarında tuz bulunmazdı. Ayrıca tuz, taşınması çok zor olan kaçak bir madde idi. Bu konuda Birinci Dünya Savaşı'ndan önce geçen bir kaçakçılığı nakledelim.

10-20 tonluk bir motorla kaçak tuz götürülmektedir. Kaptan, kaçakçılık yaptığını bilmektedir.

Motor Doğu Karadeniz bölgesinde şiddetli bir fırtınaya tutulur, batma tehlikesi geçirir, uzun mücadeleden sonra kurtulur. Yoluna devam ederken bir gambotla karşılaşır. (2) Kaptan silahını alır, dışarı çıkar. Gambotun kumandanı kaptana sorar:


- Yükün nedir?

Kaptan birden ve duraksamadan karşılık verir:

- Tuz ...

Oysaki kaçak olmıyan bir madde söyliyerek kurtuluş yolu araması gerekirdi. Ne var ki kaptan dolambaçlı yöntemlere başvurmaz. Fırtına yüzünden canından öylesine bezmiştir ki birden gerçeği söyler. Bu durumda gambot kumandanı motoru batırabilir, hiç değilse durdurabilirdi. Fakat böyle yapmaz, kaptanın halini anlamış olacak ki,


- Geç, der ve yakalamaz; motor yoluna devam eder. (3)

İkinci Dünya Savaşı sırasında yiyecek, özellikle ekmek bakımından büyük sıkıntılar çekilmiştir. Yörede mısır ekmeği yenir, fakat yetiştirilen ürün ihtiyacı karşılamadığı için

dışardan mısır alınır. Savaş yllarında mısırın yokluğu yanında fiyatı da yükselmiş, kilosu, o zamanki ölçülere göre 80-85 kuruş gibi, halkın alım gücünü aşan düzeye çıkmıştır. Yasaklanmış olmasına rağmen fırınıarda ekmeğe patates katıldığı görülmüş, evlerde sık sık patates yenilmesi gerekmiştir. Fakat bir zaman o da bulunamamıştır. Bir ay evine ekmek girmediğini söyleyen bir kişi, tanıdığından patates isterken şöyle der:

"Biz ne ise idare ediyoruz. Bir küçük çocuk var. Anasının sütü yok ki versin. Mısır unu olsa gene çocuğa bir şey yapılır. Bari biraz patates ver." (Derleme tarihi, 7.8.1942)

Bazı evlere üç ay ekmek girmemiştir. Açlık yüzünden bayılanlar, yatağa düşenler, ölenler olmuştur. Özellikle çocukların hali perişandı. Bir anne şöyle feryad ediyordu:

"Birçocuğumu geçen hafta açlıktan gömdüm. Şimdi ikincisi ekmek bekliyor." (Derleme tarihi, 5.8.1942)

Açlıktan yatan, ot yiyen kişilere, delikanlılara rastlanmıştır.Mısır rakopisi (4) yaprağı, yenen bir otun kökü de yenilmiştir. Fakat sonraları o da bulunamamıştır. Bundan başka

pişirilmiş tomarı, ıhlamur, fasulya, lahana, domates, ısırğan pazı ve lahana olmıyan yerlerde fasulya yaprağı yemeğin yerini almıştır. Kaynatılmış fasulya, yapılış şekli bilinmiyen fasulya suyu verilen çocukların her yanı şişmiştir. Bazan da fasulya kaynatılmış, üzerine süt dökülmek suretiyle yenilmiştir. Ancak aynı maddeyi yiyen çocukların yüzleri, elleri, karınları şişmiştir.


Fındık, kabuğu ile birlikte öğütülerek yenilmiştir. Bunu gören çocukların istekleri önlenememiştir. Ne var ki bu yüzden çocuklar hastalanmıştır.

Fındık tok tutsun diye kabuğu ile öğütülüyordu.

Kıtlık yıllarında genellikle fındık ve karayemiş gibi meyvelerle açlık giderilmiştir. Onun içindir ki pek çoklarının dudakları mor hale gelirdi. Çünkü karayemiş yenildiği zaman dudaklar mor renge bürünür. Şimdi o dönemlerde yaşanan dikkate değer olayı nakledelim.

Güneşli bir gün, yeşil bir çayır; inek otlamaktadır. Ekmek bulamıyan bir kişi bu görüntüyü seyrederken şöyle yakarır:

 
"Yarabbi! Beni yarattın. Ya rızkımı ver, yiyeyim ya da beni hayvan yap, otlıyayım!"

Öteki olay da şöyle:

Adamın biri komşusundan mısır ister. Fakat alamaz. Gece aynı kişinin ambarına girer. Elinde kantar vardır. Bir miktar mısırı tartar, çuvala doldurur, götürürken arakada bıraktığı kağıda şunları yazar:

"Ambarına girdim, ama, hırsız ya da eşkiya değilim. Şu kadar kilo mısırını aldım. Dışarda mısırın fiyatı şu ... Fakat ben daha fazlasını veriyorum. Para direğin dibindedir. Beni arama." (Derleme tarihi, 11.8.1942)

Geçmiş dönemlerde dışardan sebze alınmazdı; yörede yetişenlerle yetinilirdi.

Köylerde inek sütünden elde edilen yağa sarı yağ denir. O da satılır ya da Rize'ye götürüıürdü. Bu yüzden insanlar zayıf, sıska ve soluk benizli olurdu; sıtma, verem gibi hastalıklar yaygın durumda idi. Günümüzde ise dışardan yağ alınmaktadır.

Senoz'dan, yukarı köylerden 4-5 metre boyundaki ceviz, kestane ağaçları, satmak için sırtta taşınarak kasabaya getirilirdi. Bu konuda şöyle bir olay anlatılır:

1929 yılında Çayeli'ne gezici bir tiyatro takımı gelir. Günlerden hafta günü. Aşıklar Köyü'nden yaşlı bir adam, sırtında taşıyarak köyden kasabaya getirdiği kestane ağacını 80 kuruşa satar. Bu sırada tiyatro çığırtkanının sesini duyar, dayanamaz,elindeki 80 kuruşu vererek içeri girer. Oyunu seyredip de dışarı çıkınca bir ahbabından 50 kuruş ister. O para ile de gaz, tuz alarak evine gider.

O dönemlerde kasabada alış veriş hayatı son derece sönüktü. Ramazan için 3-4 çuval buğday unu alınır, o da satılmaz, kalır, kurtlanırdı. Günümüzde ise bir evde ayda 3-4 çuval buğday un tüketilmektedir.

Kasabadaki ticaret hayatında yaşanan darlığı belirtmek bakımından bir olayı nakletmek isterim.

Gurbetten gelen Çayeli'li, bir dükkandan mal alır, 100 lira verir. Dükkan sahibi üstünü karşılamak için zorlanır, sattığı madde ile birlikte ancak 97 lira çıkarabilir, 3 lirası eksik kalır. Onu da komşusundan ister. Bitişikteki dükkan sahibi:

- Ya getir bakayım. Yüz lira nasıl şeydir?

Der. Çünkü o tarihe kadar yüz lirayı görmemiştir. Kasabada işliyen para 5, 10 en çok 50 liradır. Onun için komşu dükkancı 3 lirayı verirken 100 liraya uzun uzun bakar.

Birinci Dünya Savaşı'ndan önce giyim, kıyafet alanında büyük darlıklar çekilmiştir. Elbise yönünden bolluk yoktu; bir köyde çohadan yapılmış bir elbise ve bir şalvar bulunurdu. Bütün gençler onunla evlenirdi. Kadınlar için de durum böyle idi.

Köyde bir tane üç etek elbise vardı. Kızlar evlenirken onu giyerlerdi. Kısacası köyde kadın ve erkek için elbise sayısı tekti; bütün köy o elbise ile dünya evine girerdi.

Anlatıldığına göre, Seferberlik'te, daha doğrusu Birinci Dünya Savaşı yl11arında tam bir kıyafet perişanlığı yaşanmıştır. Yırtılan elbiselerin yerine yenileri kolay kolay konulamazdı.

Ancak işlenebilen ketanla idare edilirdi. Köyde çoğunlukla eski elbiselerle dolaşılırdı. Çayeli'ne gitmek için giyecek elbisesi olmıyanlar,

- Elbiseni ver, Pazar'a gideyim, diyerek komşusundan ödünç elbise alırdı.

Ayakkabı yönünden de durum aynı idi. Genellikle çıplak ayakla gezilirdi. Onun için ayaklar görünmesin diye pazardan atmalık alınır ya da uzun elbise kullanılırdı.

Ancak gündüzleri çarık giyilirdi. O da her zaman değil. Çünkü herkese çarık düşmezdi; çarık büyükler içindi.

Çocukların ayakları çıplaktı.

Çarığın altı delindiği zaman dikilirdi. Buna (Saval – Çanğı saval etmek) denirdi. Ayağa su girmesini önlemek için dikilen yere yama konurdu.

Çarığı olanlar Büyükdere'ye, Pazarbaşı'na kadar yalınayak gelirler, ayaklarını derede yıkadıktan sonra çarıklarını giyerler ve kasabaya öyle girerlerdi.

Okula giden çocuklar genellikle muşi çarığı giyerlerdi. Bu konuda şöyle bir olay anlatılır:

Öğretmen, öğrenciyi derse kaldırır. Çocuğun giydiği muşi çarığının topuk kısmı deliktir; ayağı görünmektedir. Çocuk tahtada durduğu sürece, kemiğini gizlemek için bir ayağıyla öbür ayağındaki deliği örtmeğe çalışırmış.

Çocuklar için çıplak ayakla gezmenin olağan sayıldığını belirtmek bakımından 1930'larda yaşanan bir olayı nakledelim:

Çayeli'nin Yanıkdağ Köyü'nde kar evlerin saçağına kadar yükselmişti. Böyle de olsa pınardan su almak gerekiyordu. Evin 6 yaşındaki çocuğu merdiven koyar, karın üstüne çıkar, çıplak ayakla yürüyerek nalyanın altından geçer, pınara varır. Kara basmaktan kıpkırmızı hale gelen ayaklarını pınara sokar, sıcak olan suda ısıtır. (5)

1938 ve daha sonraki yllarda çarık giyerek okula gidenler olurdu. Günümüzde ise çarık çoktan unutulmuş ve kültür tarihine mal olmuştur. (6)

Okula giden çocuklar arasında deftere verecek parası olmıyanlar, parasızlık yüzünden simit alamadığı için mısır ekmeğinin kabuğunu cevizle yiyenler vardı.


Eşya bakımından da durum farklı değildi. 1909 doğumlu bir hanımın annesi hasır üzerinde yatarmış. Babası dışarıdan yorgan getirmiş. Anne bir gece yorganla yatmış. Fakat alışkanlıktan kurtulamadığı için tekrar hasıra dönmüş.

Gerek Birinci gerek İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilen kıtlığın, özellikle ekmek darlığının etkisi, acı hatıralar halinde uzun zaman devam etmiştir. O kadar ki mısır ekimi dışında meyve ve öteki tarım ürünlerine yönelik çalışmalar kınanmıştır.

Bir örnek verelim.

Çayeli'nin tanınmış kişilerinden biri arazisinde mısır yerine fındık ve mandalina yetiştirir, elde ettiği ürünü satar, altına yatırır. Alaman Harbi'nde (Ikinci Dünya Savaşı'na Alaman

Harbi denir.) mısır, daha doğrusu ekmek darlığı çekildiği sıralarda arazi sahibinin oğlu altınları ortaya döker:

- İşte altınlar, yiyin bakalım, der.

Çay dönemine girildiği zamanlarda da benzer olaylar yaşanmıştır. Başlangıçta yine ekmek darlığı çekilir korkusu yüzünden mısır ekilen yerlerde çay yetiştirilemez. Ancak kumarlık

(fundalık) gibi işe yaramıyan topraklardan ekime başlanır. Zamanla çayın güvenilir bir tarım kaynağı olduğu, artık ekmek darlığı çekilmiyeceği inancı yerleşince, tarlalar ve çayırlar çaylığa dönüştürülür. (7)

Son olarak tahtakurusuna karşı korunma yöntemini kaydetmek isterim. Geceleri, özellikle yaz mevsiminde tahtakurularına karşı korunmak için fasulya yaprağı toplanır, yatağın etrafına serilirdi.

Böylece tahtakurusu yaprakların üzerindeki tüylere takılır, yatağa giremezdi. Sabahleyin kalkıldığı zaman yapraklarda tahtakurularının bulunduğu görülürdü. Buna rağmen yine de tam bır koruma gerçekleştirilemezdi. Çünkü tahtakurularının tavandan yatağa atladığı olurdu.

Tahtakurusuna karşı fasulya yaprağı dışında gaz kullanma yöntemi vardır. Eski evlerin tavan ve bölmelerindeki boşluklarda yuvalanan tahtakuruları gaz yağı dökülmek suretiyle yok edilmeğe çalışılırdı. Tam sonuç vermese bile bu yöntem yine de başvurulan tedbirlerden birisi idi.


Süleyman Kazmaz
Çayeli Geçmiş Günler ve Halk Kültürü
Volkan Matbaacılık, Ankara, 1994

1) Eski ağırlık ölçüsü olan okkaya kara okka denir.

2) Gambat: Küçük savaş gemisi. Bir ya da birkaç topu olur. Memleketimizde genellikle

karaya yakın sularda, bazı yabana ülkelerde de akar sularda kullanılır. (Meydan Larus, Gambat maddesi)

3) Avukat Mecdi Agun'dan alınmıştır. Rize, 28.6.1987. Sayın Agun bu hatırayı

60 yıl kadar önce bir kaptandan dinlemiştir.

4) Rokopi: Mısır fidesi.

5) Hakkı Sandıkçı'dan alınmıştır. 19.4.1987

6) 1970'1i yıllarda geçen şöyle bir olayanlatılır: Yağmurlu bir günde Trabzon'dan

kalkan ve çok kalabalık olan münibüse, Araklı'dan Sürmene'ye gitmek üzere bir delikanlı ile yaşlı bir adam binmek ister. Şoförün karşı koymasına rağmen ilkin yaşlı adam içeri girer, elindeki tenekeyi koyacak yer aramaya başlar. Arkasından da delikanlı arabaya biner ve şemsiyesini kapatır. Bir süre sonra aralannda konuşmaya başlarlar:

Delikanlı-

Buna şükür. Hiç değilse ayağımız yerden kesildi. Babam bu yollarda çarıkla giderdi.

Yaşlı adam-

O kadar övünme,

Delikanlı-

Neden övünmiyecegim?

Yaşlı adam-

Babanın çarığıı yoktu. Dclikli bir çarığı vardı; onu bazan anan, bazan baban giyerdi. Bir gün köpek o çarıgı yedti. Baban hep yalın ayak gezerdi. Sırtında da kebre sepeti taşırdı.
 

7) Seferberlik döneminde yaşanan kıtlık durumunu belirtmek için Hopa'dakiambar memurunun üst makamlara şöyle bir telgraf çektiği anlatılır:

Mevcudu ambar,

Bir adet kantar.

Memuru ambar:

Abdulcebbar.