Bir Zamanlar Rize Ailesi

1509 No’lu Rize Şer’iyye Sicili Işığında
Rize Ailesi İle İlgili Bazı Bulgular

Arş. Gör. Ümit ERKAN

ÖZET

Bu çalışmada, Osmanlı Dönemi Rize Ailesi ile alâkalı bulguları ilk elden kaynakları kullanarak değerlendirmeye çalıştık. Hicrî 1330-32 (Miladî 1911-13) tarihleri arasını kapsayan 1509 No’lu sicil ışığında, XX. yüzyıl başında Rize’de aile hayatının çeşitli yönleri ile ilgili bulguları aşama aşama ele aldık. Ailenin oluşum sürecinden dağılmasına kadar geçen süreçte elde ettiğimiz bulguları değerlendirdik. Ayrıca ailenin dağılmasından sonra ortaya çıkan sosyal güvenlik kurumlarının işleyişlerini inceledik. Osmanlı Rize ailesindeki eşlerin statülerini örnekler ışığında değerlendirmeye çalıştık.

Anahtar Kelimeler: Rize, Şer’iyye Sicilleri, Tarih, Osmanlı, Aile, Hukuk.

Giriş

Toplumun tabiî bir öğesi olan aile, insanlığın başlangıcı ile birlikte var olagelmiştir. Aile toplumun varlığının devam etmesinde önemli görevler yüklenmiş, ekonomik hayata yön vermiş, sosyal ve siyasî hayatı düzenlemiş, dinî ve kültürel fonksiyonlar icra etmiştir. Bunların da ötesinde insanlığın varlığı ve yeni nesillerin teşekkülünde evrensel bir kurum olmuştur. Bir toplumun siyasî, sosyal, hukukî ve ahlaki yapısını anlayabilmek için, o toplumun küçük bir modeli olan aileye bakmak gerekir. Ailenin iyi tahlil edilmesiyle, o devlete ait birçok meselenin çözümüne ilişkin ipuçları bulunacaktır.

Osmanlı ailesi hakkında yapılacak araştırmalarda Şer’iyye Sicilleri önemli veriler içermektedir. Kadı kayıtları, sadece Osmanlı kanunlarının uygulaması değil; üzerinde çalışıldığında sosyal tarihimiz için birçok gerçeklerin ortaya çıkmasında , evlilik tiplerinden ailenin çözülmesi ve ailedeki roller ve statülerin daha doğru ve daha detaylı resminin çizilmesine kadar önemli donelere sahiptirler. Ayrıca şer’iyye sicilleri, aile ilgili sosyal tezahürlerin yalnız fetvalardan yararlanılarak yansıtılmasının haricinde birincil kaynak konumundadır .

1. Ailenin Oluşumu

Ailelerin evlenmeyle teşekkül ettiği açık bir husustur. Evlenme, aralarında bir evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile kadının, ortak bir hayat sürmek ve evlât yetiştirmek amacıyla gerekli bağı meydana getirmek üzere yaptıkları bir akit olarak tarif edilebilir. Ailenin oluşum süreci ve dağılması ile ilgili bulgular o dönemdeki aile yaşantısı ve işleyişi ile ilgili olarak bize güzel ve ayrıntılı bilgiler vermektedir.

a. Evlilikte Rıza

Evlenecek kişilerin, hür iradelerini kullanmaları İslâmî bir prensiptir. Bu dönemlerdeki uygulamalarda da, bu prensibin geçerli olduğunu görmek mümkündür. Ancak evlilik olmazdan önce yapılan nikâh akdi ile yeni bir aile yuvası teşekkül ettiği için, ailenin sağlıklı bir şekilde devamı bakımından tarafların rızasına büyük önem verildiğini görüyoruz. Başta, evlenecek gelin ve güvey adayları ile bunların ailelerinin, yapılacak nikâh akdine razı olmaları gerekiyordu. Hatta, evlenmelerine mâni bir halin olmadığına dair mahalle ileri gelenlerinin de şahitliği istenmekteydi ki, bu da bize bir bakıma mahalle imamının ve ihtiyar heyetinin de onayının arandığını söyleme imkânı vermektedir. Ayrıca, bütün bunların dışında, Kadı’nın onayı gerekiyordu.

Buluğ çağına girmeyen çocuklar veya küçük yaştakiler diye ifade edebileceğimiz bireyler de, erginlerle birlikte aynı toplum içerisinde yaşamaktadırlar. Küçük yaştakilerin erginlerden farklı tarafı ailevî ve toplumsal sorumluluklarını, velilerin üstlenmesidir. İslam hukukunda “velayet” diye tanımlanan bu sorumluluk sosyal bir olgu olan evlenme konusunda da dikkate alınmıştır.

Bazı velilerin küçük yaşta olan çocukları adına nikâh akdi yapabilecekleri düşünülerek, İslâm mezhepleri, bu konudaki görüşlerini ortaya koymuşlardır. Örneğin Hanefi mezhebinde, akıl-baliğ olmayan erkek ve kızların eğer velilerinden biri yoksa hakim izni olmadan yapacakları evlilik akitlerinin geçerli olmayacağı yönünde fetva verilmiştir. Hanefi mezhebi velilerin (baba ve dede hariç) çocuklarını evlendirmesi halinde çocukları, rüştlerine eriştiklerinde, evliliği geçerli sayıp-saymama konusunda özgür bırakmıştır. Bu karar “buluğ muhayyerliği” şeklinde normlaştırılmıştır. Ancak küçük yaşta evlendirilen ve evliliği istemeyip iptal ettirmek isteyen erkek veya kızın akıl-baliğ olur olmaz şahitler huzurunda kararını açıklaması şart koşulmuştur. Buna ek olarak iptal kararının geçerliliği için de kadı kararı gerekli görülmüştür.

Küçük yaşta evliliklerin iptali için mahkeme kararının zorunlu oluşu, incelediğimiz dönemde Rize’de bu tür nikâh iptal davalarının sıklık derecesinin tespitinde önemlidir. Bu davaların sıklığının tespiti ise, gerek erkek, gerekse kadın cinsiyeti bakımından Osmanlı ailesinde çocukları üzerinde yegane otorite sahibi olarak ileri sürülen baba veya benzeri statülerin anlaşılmasına katkıda bulunabilir.

Şüphesiz burada, ister istemez, buluğa ermeden evlendirilen kız çocuklarının kocalarıyla birlikte yaşayıp yaşamadıkları sorusu akla gelmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen’e göre, bir çocuğun nikâhı akdedilmekle hemen zifaf icrası gerekmeyeceği aşikârdır . Zira İslâm, bu şekilde akdedilmiş evlenmenin esas hüküm ve neticelerini, kızın buluğa ermesine kadar askıda bırakmıştır. Bunun sebebi, küçüğün fiziki bakımdan olgunlaşmasını beklemek ve sonuçta evliliğin kadının sıhhatine zarar vermesini önlemektir . İşte bu noktada, buluğ çağına gelmemiş gençlerin evlendirilmesiyle alâkalı uygulamaları Rize ailesinde görmek mümkündür.

Örneğin, 8 Recep 1331’de Rize’nin Sahor (Sinekli) köyünden olan Hacer bint Şaban isimli kızı, annesi, aynı köyden olan Mehmet ile nikâhlamış; fakat kız ergenlik yaşına girer girmez itiraz etmiş ve nikâhını feshettiğini açıklayarak mahkemeye tescil ettirmiş ve mahkeme de nikâhını iptal etmiştir .

Petroz (Kututaş) köyünde yaşayan ve vasisi tarafından küçük yaşta nikâhı yapılan Hacer bint İshak isimli kız, vekili olan Abdulhamid Efendi aracılığıyla 23 Muharrem 1332’de mahkemeye gelerek, akıl-baliğ değilken 13 yaşında kendisinden küçük Yusuf ile nikâhlandığını, akıl-baliğ olduğunda (15 yaşına geldiğinde) ise, nikâhını istemeyip iptal ettiğini beyan ederek mahkemeden evliliğin iptalini istemiş, mahkeme de nikâhın geçersizliğine karar vermiştir .

Neticede, söz konusu dönemde Rize’de küçük yaşta olduğu halde; velileri tarafından yapılan nikâh akitlerinin iptali istenen dava sayısı sadece ikidir. Bu miktar aile ile alâkalı davalar arasında küçük bir oranı teşkil etmektedir.

b. Nikâh

Evlenme için çoğunlukla nikâhın mahkeme siciline kaydedilmesi gerekiyordu. Ama bu tip kayıtlara her sicilde çok sayıda rastlanmaz. Sicile kayıt edilmeyen nikâh da sözlü rıza ile cemaat nezdinde meşruiyet kazanmış demektir. Umumi uygulama da böyle olmalıydı. Bütün milletin nikâhının sicillerde kayıtlı olduğunu hiçbir tarihçi iddia edemez. Fakat bazı bölge ve şehirlerin bu konuda hassas olduğu vakidir . Çalıştığımız sicilde nikâh kayıtlarıyla ilgili bulguları tereke, nafaka, veraset davaları gibi farklı mahkemelik olaylardan elde etmeye çalıştık.

İslam hukukunda aile, kutsal bir yapı olarak değerlendirilmiştir. Ailenin teşekkül edebilmesi için evlenmenin, evlenmenin teşekkül edebilmesi için de nikâh akdi denilen sözleşmenin yapılması şarttır. İslâm’a göre, evlenecek erkek ile kadın arasında akdedilen nikâhın geçerli olabilmesi için resmi bir memurun veya bir din adamının huzurunda yapılması gerekli değildir. Bunun için iki erkek şahit yeterlidir. Ne var ki, nikâhın önemi ve sosyal hayattaki etkisi sebebiyle oldukça erken devirlerden itibaren, akdin hukuki yönünü bilen bir kişi huzurunda yapılmasına itina gösterilmiştir.

Nikâhı kıyan kişiler umumiyetle kadılar, naipler veya mahalle imamlarıdır. Ancak birtakım suistimâllerin önlenebilmesi için Kadı’nın, müracaat eden her kimsenin nikâhını kıydığını düşünmemek gerekir. Kadı, önceden mahkemeye başvurup evlenmelerinde hukuki bir mahzur bulunmadığını ortaya koyarak gerekli izni alan ve bir izin kağıdı getiren kimselerin nikâhlarını kıymakta idi . Kadı tarafından, evlenecek gelin ve güvey adayları ile tespit edilen mehirleri, “izinnâme” adı verilen kağıtlara yazılır. İzinnâmeler, tarafların evlenmelerine izin verildiğini ihtiva eder ve mahalle ya da köy imamlarına hitaben yazılırdı . Bu kağıtların özenle saklanması, ileride bilhassa mehir konusunda çıkabilecek anlaşmazlıkların önlenmesi bakımından önemliydi.

Örneğin, Rize’nin Emineddin mahallesinden Tuzcuzâde İhsan Bey ibn İzzet Bey ile Ümmü Gülsüm Behice Hanım bint Mehmet Ali Bey, 26 Recep 1332 tarihinde 401 lira-i Osmani mehr-i müeccel ile o tarihte liva naibi olan Necip Efendi’nin mührünü taşıyan bir izinnâme ile evlenmişlerdir .

29 Cemâziyelâhir 1332’de Küçük Samri (Küçükyurt) köyünden olan Ulveoğlu Ömer bin Ali ve Kalçaoğlu Nadire bint Mehmet, yaşları küçük olması sebebiyle velileri tarafından 30 lira-i Osmani mehr-i müeccel karşılığında 14 Cemâziyelevvel 1332 tarihinde çıkarılan bir izinnâme ile evlenmişlerdir .

Burada şu hususa da değinmekte fayda vardır. Kadı, naip ya da onların müsadesiyle mahalle ve köy imamlarına nikâh akdedilmesi esnasında genellikle evlenecek kız ve erkeğin bizzat bulunmalarının yanı sıra bazen bunların vekilleri tarafından temsil edildiklerini de görmekteyiz.

Muskas (Çeşmeköy) köyünden olup 12 yaşında olan Hacıoğlu Rıfat bin Kel (Gül) Ali ile 18 yaşındaki Osmanoğlu kerimesi Emine bint Mansur velilerinin vekilliğinde evlendirilmişlerdir .

11 Safer 1331 tarihinde Zavendik (Çiftlik) köyünde 3 yaşındaki Çalıkoğlu kerimesi Gülçehre bint Yakub ile 8 aylık olan Arğaloz (Yanıktaş) köyünden Gençoğlu Hasan bin Memiş 500 kuruş mehr-i müeccel karşılığında velilerinin izni ile evlendirilmişlerdir .

Buradan şu sonuca varılabilir: M. Akif Aydın’ın da işaret ettiği gibi Osmanlı toplumunda evlenmelerin, devletin her türlü kontrolünden uzak, alım-satım gibi alelâde bir müessese olmadığı fikrini destekleyici veriler elde etmemiz mümkündür . Aksine, devletin sıkı denetim altında tuttuğu, dinî olduğu kadar aynı zamanda medenî akitlerdir.

c. Mehir

Üzerinde çalıştığımız Şer’iyye sicilinde mehir, ödeme biçimlerine göre nikâh akdi sırasında peşin ödenen “mehr-i muaccel”, ileride ödenilmesine söz alınan “mehr-i müeccel”, akit sırasında veya akitten sonra belirlenen “mehr-i müsemma” şeklinde ifade edilmiştir . Mehir miktarlarının belirlenmesinde, ailelerin ekonomik açıdan yer aldıkları tabakanın yanı sıra, kadınların yaş, güzellik, bakirelik, dulluk ve sosyal statüleri gibi özelliklerinin etkisi kaçınılmazdır. Fakat söz konusu dönemle ilgili sicilde özellikle nikâh akitlerinin doğrudan yer almaması nedeniyle biz, aynı sicilde kaydedilmiş, boşanma davalarından veya eşinin ölen kocasının mirasından mehrini almak için açmış olduğu dava kayıtlarından mehir miktarlarını tespit edebiliyoruz.

Örneğin, 27 Receb 1332’de Rize’nin Hamalyoz (Balıkçılar) köyünden olan Çolakoğlu kerimesi Meryem bint Yahya, Perkam (Demirhisar) köyünden Hacı Ömeroğlu Mahmut bin Ahmet 10 lira-i osmani mehr-i müeccel ve 3 lira mehr-i muaccel ile evlenmişler .

Mehr-i müsemma ile ilgili olarak bir örnek vermek gerekirse, 8 Muharrem 1332’de Rize’nin Kavaroz (Gülbahar Sultan) mahallesinden olan Gül Hanım bint Rıfat Efendi, Mapavri (Çayeli) nahiyesinin Yaka köyünden Sofoğlu Hacı Mahmut Efendi ibn Ömer Efendi ile 17 adet Osmanlı lirası mehr-i müsemma karşılığında evlenmişlerdir .

Rize’de söz konusu dönemde mehrin kadınlara sağladığı ekonomik statüyü anlamak için kesin değerlendirmelerde bulunmak güç olsa da bir kanaat oluşturmaktadır. Örneğin, ilgili dönemde bir kara sığır inek 4 adet Osmanlı (4 adet yüzlük mecidi altın) lirasına satılmaktadır. Bugünkü fiyatlarla karşılaştırıldığında mehir miktarı belirlenen kadının mehir ile kazandığı ekonomik statüsü hakkında belirli bir kanaat elde edilebilir. Mehir kadınlara önemli bir ekonomik gelir getirici işlevde bulunurken, kocalara önemli bir ekonomik yük olmuştur. Dönem itibarıyla merak edilen konulardan bir tanesi de çok eşle evliliktir.

d. Çok Eşle Evlilik

Evlilik bütün toplumlarda görülen çok eski bir olgudur. Bazı toplumlarda tek eşle evlilik görülürken, bazılarında ise birden fazla eşle evliliklere rastlanmaktadır. İslam dini, cahiliye toplumunda sınırsız sayıda yapılan evliliklere sınırlama getirerek, şartlı olarak ancak dörde kadar evliliğe izin vermiştir. Bu husus Osmanlı toplumu için de geçerlidir. Ancak Osmanlı toplumunda eş sayıları hakkında, İslam’ın verdiği izne bağlı olarak mevcut olan kanaatin aksine daha önce yapılan araştırmalar neticesinde birden fazla eşle yapılan evliliğin pek yaygın olmadığı tespit edilmiştir. Elimizdeki sicilde yer alan sadece beş kayıtta çok evlilik örneğine rastlanmaktadır. Bu kayıtlarda zikredilen kişilerin ikişer kadınla evli oldukları anlaşılmaktadır. Bu kayıtlar, o dönemde çok eşliliğin yaygın olmadığını göstermekle beraber toplumun genel durumu hakkında bir kanaate varmak için yeterli olmayabilir. Fakat o dönemle ilgili olarak bu konuda bize bir ufuk açmaktadır.

5 Rebîülevvel 1332’de Rize’nin Kura-i Seba (İkizdere) nahiyesinin Varda (Güneyce) köyünden Alemdaroğlu Hacı Receb Efendi ibn Mehmet ’in veraseti, eşleri olan Fatıma bint Hacı Yusuf ve Zehra bint Ahmet’e intikal etmiştir. ”

12 Ramazan 1332’de Rize’nin Ğorğor (Büyükköy) köyünden olan Ofluoğlu kerimesi Havva bint Memiş’in mahkemeye gelerek Kanboz Kaşatoz (Islahiye) köyünden olan eşi Topuzoğlu Haşim bin Mahmut’un üzerine başka bir kadın daha aldığı ve nafakasını temin etmediği gerekçesiyle mahkemeye başvurduğu gözlemlenmiştir .

Netice itibarıyla söz konusu dönemde Rize’de, birden fazla kadınla evlenme oranı düşüktür. Dolayısıyla tek kadınla evliliğin yaygın bir evlilik tipi olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda daha isabetli sonuçlara ve genellemelere gidebilmek için Rize ile alâkalı bir sicille yetinilmemesi gerekir.

e. Eşlerin Ailedeki Statüleri

Temelde aile yapısını oluşturan karı-koca ve çocuklar, aile bünyesinde birbirleriyle ilişkiler içerisindedir. Bu ilişkileri şekillendiren ve belirleyen ise; aile üyelerinin ailedeki statüleridir. Bu bağlamda ilgili dönemde Rize ailesindeki statü ve rollerin gözlemlenmesinde yarar vardır. Kocaya karşı, karısının ailedeki pozisyonu, mülk edinebilme ve tasarruf hakkı gibi hususlar, ailedeki kadının statü ve rollerinin belirlenmesi ve Osmanlı ailesi ile ilgili yapılacak genellemelere katkıda bulunması bakımından önemlidir.

İslâm, aile yöneticiliğini kocaya vermiştir. Her aile üyesinin ailedeki fonksiyonunu düzenli olarak yerine getirebilmesi, üyelerinin gözetilmesi, ailenin devamı ve korunması için gerekli olan yöneticilik rolünün, keyfi ve nefsâni arzular için kullanılmasına ise izin verilmemiştir . Toplumda koca ile eş birlikte bir şahsiyet olarak değerlendirilmiştir . Kocanın yöneticiliğine itaat, İslâm ahkâm ve ahlâkına uygun olduğu sürece olup, zulüm ve haksızlık durumunda yargıya başvuru hakkı vardır .

Osmanlı ailesinde, erkeklerin/kocaların eşlerine gerektiği gibi değer vermediği, onları ev içerisinde sadece ev işleri yapan hizmetçiler olarak kullandıkları şeklinde yaygın bir kanı mevcuttur . Toplumun içinde bile kadının statüsü, ait olduğu, toplumsal tabaka veya gruba göre farklılıklar gösterebilmektedir . On yedinci yüzyılda Kayseri’de kadınların durumu üzerine bir inceleme yapan R.C. Jennings, Batılı milletlere karşı bir reddi veya itirazı ifade eden çarpıcı sonuçlara ulaştığını, dolayısıyla özellikle şer’iyye sicilleri üzerinde detaylı çalışmaların yapılması gerektiğini ortaya koymuştur .

Hicrî 1330-32 yılları arasını kapsayan şer’iyye sicili üzerinde yapmış olduğumuz gözlemlerimizde, sanılanın aksine, kadının toplumda sosyal bir statüye sahip olduğu, kendi işlerini görmek için mahkemeye başvurduğu, ekonomik hayatta da söz sahibi olduğu görülmektedir.

29 Cemâziyelâhir 1332’de Trabzon’un Faros mahallesinden Ayşe bint Abdullah ve kızı Esma aynı mahallede sahip oldukları bahçeli bir mülkü Rize’nin Yeniköy mahallesindeki Yanaroğlu Mehmet Usta ibn Ömer Reis’e satmıştır .

3 Rebîülâhır 1330’da Rize’nin Mağloz (Camidağı) köyünden Fatıma bint Ali bu tarihten 3 sene önce, sahip olduğu kara sığırını 4 adet Osmanlı lirası karşılığında aynı köyde ikamet eden Palicoğlu Arslan bin Ömer’e satmış. Ancak Fatıma parasını alamayınca mahkemeye başvurmuştur. Mahkeme de olayın doğruluğunu öğrenmek için şahitleri dinlemiş ve Arslan’a ödemeyi yapması için tembihte bulunmuştur .

Kadının toplumdaki sosyal statüsü ile ilgili olarak, incelediğimiz kayıtlardan hareketle göz önüne getirmek istediğimiz bir başka hususiyet de kadınların borç-alacak ilişkileri içerisindeki yeridir. 608 adet kaydın 39’unu (%6,4) alacak davaları teşkil ediyor. Bu alacak davalarının yalnız bir tanesinde kadının alacaklı konumunda olduğu tespit edilmiştir. Bahsi geçen kadının kendi parasını alabilmek için kocasını onun ailedeki statüsüne bakmaksızın dava ettiği gözlemlenmiştir.

10 Rebîülâhır 1330’da Rize’nin Roş (İrşadiye) mahallesinde ikamet eden Hamide bint Ömer eşi Mehmet’ten 95 lira 75 kuruş alacağının 7 lira 72 kuruşunu tahsil edebilmiş. Geriye kalan parayı tahsil edebilmek için mahkemeye başvurmuştur .

Sonuç olarak söz konu dönemde karı ile kocanın ailedeki statüleriyle alâkalı elde edilen tespit ve gözlemlere göre, kadının gerek ekonomik, gerekse sosyal haklarını temin etmede, aile üyelerini mahkemeye dava edebildiği ve ailede erkek ve kadının mal varlığı ayrılığı prensibinin çoğunlukla geçerli bir ilke durumunda olduğunu söyleyebiliriz.

2. Ailenin Dağılması

Aile üyeleri arasındaki karşılıklı bağımlılık zamana göre değişebilmektedir. Buna göre aile bağı zayıflamaya doğru meylettiğinde, üyelerin birbirine karşı olan mevki ve pozisyonları da aynı eğilime gireceğinden aile, dağılma konusunda kolay adım atabilecektir. Çünkü, karşılıklı sevgi ve bağlılık üzerine kurulmuş bir ailenin sevgi ve bağlılığı kaybolduğunda parçalanması muhtemeldir.

a. Süt Haramlığı

Bu dönemde Rize’de süt kardeşiyle evlenme yasak olmasına karşın; normlara aykırı olarak süt kardeşiyle bilerek veya bilmeyerek evlenme isteğinde bulunanlar olmuştur. Ancak bunlar, sicilde sadece iki kayıtta geçmektedir. Bu da durumun çok yaygın olmadığı anlamına gelir. Süt kardeşi oldukları anlaşılan çiftler mahkemeye gelerek ayrılma talebinde bulunmuşlardır. Sicilde geçen iki kayıt şunlardır.

2 Rebîülevvel 1332’de Rize’nin Kura-i Seba nahiyesinin Koher-i Ulyâ (Çamlık) köyünde ikamet eden Aynacınınoğlu kerimesi Zinnet bint İbrahim ve Aynacınınoğlu Ahmet bin Yusuf süt kardeşi olduklarını sonradan öğrenmeleri üzerine mahkemeye başvurup ayrılmışlar .

19 Rebîülevvel 1332’de Rize’nin Büyük Samri (Kaplıca) mahallesinden Kalafatoğlu Rıdvan bin Mustafa, Kalafatoğlu kerimesi Gül Cemal bint Osman’ın kız kardeşi hükmünde olduğunu söyleyerek mahkemeye gelip boşanma talebinde bulunmuştur .

Görüldüğü üzere Osmanlı toplumunda evliliğin gerçekleşmesi hususunda İslâm Dini ve kültürel değerler, etkin rol oynamışlardır. Bu değerler evlenilmesi yasaklanan kişilerin de belirlenmesini sağlamıştır.

b. Boşanma ve Sonuçları

Sağlıklı ve huzurlu bir şekilde işlevini yerine getirmeyecek bir evliliğin devam ettirilmesinde, gerek eşler, gerekse toplum açısından fayda görülmemektedir. Fakat, yüksek oranda aile çözülmelerinin, toplumun yapısında eksikliklere neden olacağına da dikkat çekilmiştir . Bu bakımdan o dönemde eşlerin ayrılmalarına izin verilip-verilmediği, ayrılmaların oranı ve şekli çalışmamızı yakından ilgilendiren bir husustur. Boşanma, netice itibarıyla aile müessesesinin dağılmasına sebep olan ve ancak zarûrî hallerde (zîna, şiddetli geçimsizlik, vb.) müsaade edilmekle beraber hoş karşılanmayan bir olgudur.

Sicillere kaydedilmiş olan boşanma kayıtlarından hareketle boşanma sebeplerinden birinin şiddetli geçimsizlik olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu tür boşanmalarda dikkatimizi çeken en önemli hususlardan birisi de, genellikle kadınların bu sebeple boşanmayı arzu etmiş olmalarıdır. Sicilde karı-koca arasındaki şiddetli geçimsizlik “hüsn-i imtizac” ya da “hüsn-i muaşeret” bulunmaması şeklinde ifade edilmektedir. Bu tür kayıtlara sicilde iki yerde rastlanmaktadır. Evlilik hayatının devamını kendi açısından mümkün görmeyen bir kadın, mahkemeye gelerek boşanma talebinde bulunmuştur.

Bir başka örnekte, 24 Cemâziyelâhir 1332’de Rize’nin Atina (Pazar) kazasının Vanik (Örnek) köyünden olup Kanboz köyünde oturan Kırkoroğlu kerimesi Emine bint Salih mahkemeye gelerek, Kanboz Kaşatoz karyesinden olan eşi ile beş seneden beri 800 kuruş mehr-i müeccel ile evli olmalarına rağmen aralarında hüsn-i muaşeret olmadığını (geçimsizlik olduğunu) belirtmiştir. Mehir, iddet nafakası ile maûnet-i sûkna hakkından feragat ettiğini belirterek boşanma talebinde bulunmuştur. Eşi de boşanma talebini kabul etmiş. Mahkeme de onları boşamıştır .

16 Recep 1332’de Rize’nin Rados (Uzunköy) köyünde ikamet eden Reisoğlu kerimesi Musibe bint Hacı Salih mahkemeye gelerek Hanes (Bıldırcın) köyünden Mustununoğlu Hamza bin Süleyman ile bir seneden beri yediyüz kuruş mehr-i müeccel ile evli olduklarını ancak aralarında hüsn-i imtizac olamadığını (geçimsizlik olduğunu ) belirtmiş. Mehir, iddet nafakası ile maûnet-i sûkna hakkından feragat ettiğini belirterek boşanma talebinde bulunmuştur. Eşi de boşanma talebini kabul etmiş mahkeme de onları boşamıştır .

Kadı’nın ve şahitlerin huzurunda gerçekleşen bu tür boşanmalara “muhalaa-i sahiha-i şer’iyye” denilmektedir. Kadının boşanma karşılığı olarak ödediği bedele ise “hul‘” bedeli adı verilmektedir. Bu tür boşanmalarda kadın, genellikle mehr-i müeccelinden feragat etmekte ve kocasından iddet nafakası ile mesken masrafları (meûnet-i sûkna) talebinde bulunmayacağına dair beyanda bulunmaktadır . Küçük çocukların nafakasını da üstlenerek ve kocası ile anlaşarak boşanan kadınlar, zor durumda kaldıklarında ve çocukların nafakasını temin edemeyecek derecede ekonomik güçlüklerle karşılaştıklarında kadıya başvurarak, kocalarının itirazına rağmen , çocukların nafakası ve zarûrî ihtiyaçları için babaların üzerine nafaka takdir ettirmişlerdir. Nafaka miktarı erkeğin ve kadının sosyo-ekonomik konumuna göre değişmektedir . Bazen de kadın kendi hakkından feragat etmesine rağmen, çocuğunun nafakasını talep etmektedir.

Bir önceki boşanma örneğinde, kadın kendi haklarından feragat etmesine rağmen çocuğu için nafaka talebinde bulunmuştur. Mahkeme de çocuk için aylık 30 kuruş nafaka takdir etmiştir .

Kadın ile koca arasındaki geçimsizlikler her zaman boşanma ile sonuçlanmamaktadır. Böyle durumlarda mahkeme tarafından tembih işlevi devreye girerek kadın ile koca arasında ailenin daha sağlıklı yürüyebilmesi için bir hukuki koruma oluşturulmuştur.

Rize’nin Mapavri nahiyesinin Yaka köyünden Kürdoğlu Dursun bin Ahmet, eşi ölüp dul kalan Camkıranoğlu kerimesi Fatıma bint Abdulhamid ile iki seneden beri 1500 kuruş mehr-i müeccel ile şahidler huzurunda evlenmişler. Bir süre sonra Fatıma evliliğe riayet etmemeye başlamış. Kocası da mahkemeye gelerek eşinin eve gelmesi için ona tembihte bulunulmasını talep etmiş . Bu şekilde, mümkün olduğu kadar ailenin devamı hedef alınmaktadır.

11 Safer 1332’de Rize’nin Hanzi (Sandıktaş) köyünde ikamet eden Hacı Selimoğlu Abdülhamid Efendi ibn Ahmet aynı köyden Süleymanoğlu kerimesi Fatıma bint Hüseyin ile 1300 kuruş mehr-i müeccel ile evli olmalarına rağmen, Fatıma evlendikten 15 gün sonra babasının evine kaçmış. Abdulhamid de mahkemeye gelerek eşinin eve dönmesi talebinde bulunmuştur. Mahkeme de Fatıma’ya eşine dönmesi için tembihte bulunmuştur .

Boşanmaya karar verildiğinde eşler, bizzat veya vekilleri vasıtasıyla mahkemeye müracaat ederek bu kararlarını kadıya bildirmekte ve kadının huzurunda mehir ve iddet nafakası işleri halledilerek karşılıklı ibralaşılmaktadır.

10 Rebîülevvel 1332’de Rize’nin Yalıboyu Ruspa (Uzunkaya) köyünden Kandiloğlu Mehmet bin Osman eşi olan Hacı Sururoğlu kerimesi Ümmü Gülsüm bint Şakir’i üç talakla boşamış. Eşi de vekili aracılığıyla mahkemeye gelerek kocasından mehr-i müeccel hakkı olan 15 lira-i Osmani ile iddet nafakasını taleb etmiştir.

23 Cemâziyelâhir 1332’de Rize’nin Harul (Hoşköy) köyünde ikamet eden Kocamanoğlu Mustafa bin Hasan, eşi olan Gül Hanım bint Mustafa ile 13 yıllık evli olmalarına rağmen, onu üç talakla boşamıştır .

Hukuki bakımdan cevaz verilmekle beraber hoş görülmeyen boşanmanın erkek, kadın ve çocuklar açısından bir takım sonuçlar doğurduğu malumdur. Gerçekleşen boşanmanın çeşidine göre farklılıklar gösteren bu sonuçlar; mehr-i müeccel, iddet nafakası ve meûnet-i süknânın verilmesi ya da feragati, iddet tespiti ile çocuğun durumu ve nafakası şeklinde gerçekleşmektedir. İddet müddeti, bilhassa kadının başka birisi ile nikâhlanabilmesi için önemlidir. Bu bakımdan bu konu ile alakalı üzerinde çalıştığımız sicilde 4 adet kayıt bulunmaktadır. İddet müddeti hakkında öncelikle boşanan kadın ve erkek ile mahalle sakinlerinden bilgi alındığı ya da bizzat onların ihbar etmek suretiyle bilgi verdikleri görülmektedir.

9 Muharrem 1332’de Andre (Hurmalık-Kayabaşı) köyünden İsmailoğlu İsmail bin Hasan 141 kuruş mehr-i muaccel ve 400 kuruş mehr-i müeccel ile Zehir Alioğlu kerimesi Sabire bint Ali ile 10 senelik evli iken, Sabire, kocasının kendisini Hicrî 1328’de üç talak ile boşadığını iddia ederek Taşcıoğlu Mehmet bin Hasan’a kaçmış. Mehmet de Sabire’nin, eşinden ayrıldığını ve kendisinin iddetini tamamladığını söyleyerek onunla evlendiğini iddia etmiş. İsmail de bunun üzerine Sabire’nin hâla kendi eşi olduğunu ve o tarihte Dersaadet’te ikamet ettiğini şahitler huzurunda ispat etmiş. Mahkeme de Sabire’yi Mehmet’den ayırıp İsmail’in evine dönmesi için tembihte bulunmuştur .

Kendilerine yetecek kadar nafaka bırakılmadan terk edilen ve uzun yıllar geçse de kocalarından ölü yada diri olduklarına dair herhangi bir haber alamayan kadınların, Hanefi mezhebine göre boşanma hakları yoktur. Ancak kadınların mağduriyetini önlemek için 16. asrın sonlarına kadar Şafii mezhebinin görüşü esas alınmıştır. Ne var ki 16. asırdan sonra muhtemelen bir fermanla bu imkândan vazgeçilerek tekrar Hanefilerin görüşüne dönülmüştür .

Oysa sıkıntı içerisinde olan kadınların, dört yıldan fazla bir süre kayıp kocalarından tefrik edilmemesi, onları zor durumda bırakmıştır. Bu probleme Hanefilerin bulabildiği çözüm, kadın için mahkemece günlük nafaka takdir etmek ve başkalarından borç alabilmesi için izin vermektir .
Örneğin, 17 Rebîülâhır 1331’de Rize’nin Kozandinoz (Taşlık) köyünden Kakşioğlu Maksud bin Arslan eşi olan Şahsene bint Abdurrahman’ı nafakasız bırakıp Rusya’ya gitmiş. Şahsene mahkemeye gelerek nafaka talebinde bulunmuştur. Mahkeme de olayın doğruluğu için şahitleri dinlemiş ve gaip eşi üzerine aylık 45 kuruş nafaka takdir etmiştir .

29 Rebîülâhır 1332’de Rize’nin Varankoz köyünden Sufuroğlu Memiş bin Receb eşi olan Sirkecioğlu kerimesi Fatıma bint Kamil’i nafakasız bırakıp Romanya’ya gitmiş. Fatıma mahkemeye gelerek eşinden nafaka talep etmiş. Mahkeme de olayın doğruluğu için şahitleri dinlemiş ve gaip eşi üzerine aylık 60 kuruş nafaka takdir etmiştir .

Görüldüğü üzere, evliliğin devamında, dinî, kültürel, sosyo-ekonomik, biyolojik, vb. bakımlardan ailede ciddi sıkıntıların ve olumsuz işlevlerin ortaya çıkacağı anlaşıldığında, aşırı güçlüklerle karşılaşılmadan, evliliklere son verilebilmiş ve aileler çözülebilmiştir. Bu bakımdan ailede, aile ile birlikte, aile üyelerinin her açıdan korunması, onların toplumun sağlıklı birer üyeleri olmaları yönünde toplumsal bir anlayış gayreti, bu dönemde Rize ailesinde gözlemlenmiştir.

3. Koruyucu Aile Müesseseleri

Aile üyelerinin ölümü veya tarafların birisinin veya her ikisinin talebiyle karı-koca arasındaki anlaşmazlık, uyumsuzluk ve geçimsizlik gibi sıkıntılarla aile, çözülmeyle karşı karşıya kalabilmektedir. Aile bu ikisinden hangi şekilde çözülürse çözülsün, parçalanmış ve aile üyelerinin özellikle kadınlar ve çocuklarının bakım, geçinme ve mesken gibi ihtiyaçlarının karşılanması problemi ortaya çıkmaktadır.

Koca veya babadan yoksun bir ailede, dış tehlikelerden korunma ve ailenin nafaka temini ve ilişkilerin düzenlenmesi vb. şeyler büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. Karı veya anneden yoksun bir ailede de, çocukların bakımı ve beslenmesi, yetiştirilmesi, karı-koca ilişkilerinin gerçekleşmesi vb. hususlar olumlu anlamda yerine getirilemeyecektir. Bütün bu fonksiyonların aksamasından dolayı aile üyelerinin yeniden topluma kazandırılması için koruyucu aile müesseseleri kurulmalıdır.

Bu çerçevede acaba söz konusu dönemde Rize’de parçalanan ailelerin giyinme, yeme-içme ve barınma gibi temel ihtiyaçları ne gibi müesseselerle karşılanmıştır? Burada bu husus ele alınacaktır. Bu müesseseler arasında nafaka ve mehir de olmasına rağmen bunları yazımızın baş tarafındaki kısımlarda değerlendirmeyi uygun gördük. Bu müesseseler dışındakileri değerlendirmeye geçebiliriz.

a. Vasilik

Ebeveynden birisinin veya her ikisinin vefat etmesiyle parçalanmış ailelerin ergenlik yaşına girmemiş çocuklarının ebeveynlerinden kendilerine intikal eden mirasları vardır. Henüz sorumluluk almayan çocuklara intikal eden mal varlığının nasıl korunacağı veya nasıl çalıştırılarak üretim veya ticaret hayatına katkı sağlayacağı önemli bir problemdir. Bu konudaki problemlerin çözümü için Osmanlı aile hukukunun temelini oluşturan İslâm hukuku çerçevesinde vasilik kurumu teşekkül ettirilmiştir. Bu hususla ilgili bazı örnekleri XX. yüzyılın başında Rize ailesinde de gözlemlemek mümkündür.

İncelediğimiz sicilde vasilerin velayeti altındaki çocukların mallarını koruyabilmeleri için vesayetin gerektirdiği bütün işleri yapmaya gücü yetmesi gerekir. Vasiliği reşit olmayana, sefihe, hasta, yaşlı ve aldatabilecek kimseye vermek sahih değildir . Bu şart sicilde “emanet ile maruf istikamet ile mevsuf ve her vecihle vesayet uhdesinden gelmeye kadir” şeklinde geçmiştir. Vasilerin yapmaları gereken bir diğer iş de vasisi oldukları çocukların menkul ve gayr-i menkul mallarını onlar reşit olup kendi işlerini doğru ve hatasız görebilecekleri zamana kadar (vakt-i rüşd-i sedadlarına), korumak ve gözetmek (hıfz ve ru’yet) ve çocukların işlerini düzenlemektir (tesviye-i umur). İncelediğimiz sicilde vasi olarak atanan kimsenin saydığımız özelliklere sahip olduğu ifade edildikten sonra bu husus vasinin ikamet ettiği mahallesinin imam, muhtar ve ihtiyar heyeti tarafından verilen mühürlü bir ilmuhaberle de tescil edilmektedir.

Örneğin, 22 Cemâziyelevvel 1331’de Rize’nin Setoz (Ortaköy) köyünde ikamet ediyorken vefat eden Memişoğlu Süleyman bin Mustafa’nın mirası oğlu Mehmet ile kızı Yeter’e kalıyor. Ancak onlar, babalarından kalma miraslarının korunması ve gözetilmesi için henüz küçük yaşta olduklarından amcaları Mustafa vasi olarak mahkeme tarafından tayin edilmiştir .

Vasilik kurumu sayesinde yetim veya öksüz kimsesiz, bakımsız ve ilgisiz kalabilecek çocuklar, bu sıkıntıdan kurtulabilmişler, hatta hakkıyla veya gereği gibi malını harcamayan vasilerini yargıya şikâyet edebilmişlerdir. Çocukların mallarına karşı kötü niyet ve girişim besleyecek velilerine ve yakınlarına karşı vasilik, bir sığınak görevi görmüştür.

b. Hacr ve Terbiye

Hacr, lügatte birini, malını kullanmaktan menetme, birine bir şeyi yasak etme manasında kullanılmaktadır . Istılahi manada ise, “Bir muayyen şahsı tasarruf-i kavlisinden menetmektir” ki o şahsa bu hacrdan sonra mahcur denir. Tasarruf-i kavliden men; o tasarrufu hükümsüz, gayr-i sabit ve gayr-i nâfiz addetmek demektir. Hacr, fiilde geçerli değildir. Çünkü yapılan işin reddi mümkün olmamaktadır. Kârla zararı ayırt edemeyecek kadar küçük olan çocuklar, meşru mallarını doğru olarak kullanmada çeşitli engeller olduğu için, İslâm bu gibilerin mağdur olacağını hesap ederek kullanım ve tasarruf hakkını yasaklamıştır .

İslam hukuku, hacr’a maruz kalan kişilerle ilgilenmeyi, onların beslenme ve barınma ihtiyaçlarının giderilmesi, mallarının korunup en uygun şartlarda tasarruf edilmesi görevini babasına, babasının vasisine, velisine, velisinin vasisine, hâkime, hâkim bulunmazsa cemâat-i müslimîne bırakmıştır .

Bir kız veya erkek çocuğu rüştünü ispatlamadan, âkil/âkile olmadan babasından kalan malı istediği gibi tasarruf edemez. Ettiği takdirde, ileride pişmanlık doğuracak zarar ve mağduriyetler olabilir . Osmanlı dönemi uygulamaları çerçevesinde bu tür örnekleri bu sicilde bolca görmek mümkündür. Bir kişi vasi tayin edilirken, çocuğa bakmak, yedirip-içirmek, besleyip-büyütmek, terbiye etmek, babasından kalan terekeyi korumak ve en uygun şartlarda tasarruf etmek şartıyla tayin ediliyordu. Hatta öyle ki vasi tayin edilen şahıs veya şahıslar, çocukların malından kendilerine istedikleri kadar “nafaka ve kisve baha” dahi tayin edemezlerdi. Günün şartlarına göre, babalarına kalan maldan, her çocuk için ne kadar gıda ve giyim masrafı olacağını belirlemek üzere mahkemeye başvurmak zorunda idiler . Mahkemenin tarafların sosyal statüsüne göre (kadr-i ma‘rûf), bir “hüccet”le günlük veya aylık olarak belirlediği “nafaka ve kisve baha” kadar kullanmakla yükümlü idiler . Hâdinelerin (çocuğun gözetimini üstlenen şahıs) genellikle çocuğun babasından ve hayatta değilse, en yakın başka bir erkek velisinden aldıkları ücret miktarları günlük 30 para ile 5 kuruş, aylık olarak ise 7,5 kuruş ile 100 kuruş arasında değişmektedir.

11 Ramazan 1330’da Rize’nin Karasu köyünden Mahbube bint Abdulaziz, eşinin ölümünden sonra çocuğunun gözetimini üstlenmiş. Altı yaşında olan kızı Fatıma için babasının malından uygun miktarda nafaka takdir edilmesini talep etmiş. Mahkeme de köy imamı, muhtar ve ihtiyar heyetinin verdiği ilmuhaberi dikkate alarak Mahbube’ye aylık otuz kuruş nafaka takdir etmiştir .

16 Recep 1332’de Rize’nin Rados köyünden Musibe bint Hacı Salih ile Hanes köyünden Mustununoğlu Hamza bin Süleyman hul yoluyla boşanmışlar. Musibe boşanma sonucunda çocuğu Şevket’in bakımını üstlenmiş. Mahkemeden çocuğu için nafaka takdirinde bulunmuş. Mahkeme de Musibe ve Hamza’nın rızalarını alarak aylık 30 kuruş nafaka takdir etmiştir . Sicilde bunlara benzer örnekler bulmak mümkündür.

c. Eytam Sandığı

Osmanlı toplumunda yetimlere miras yoluyla kalan menkul ve gayri menkul malların vasileri tarafından işletilmesi ve sermâyenin kontrol altına alınarak elde edilen gelirin, bu şahısların ihtiyaçlarının karşılanması için harcanması, reşit olduklarında ise kendilerine teslim edilmesi için oluşturulan kurumlara, eytâm sandığı adı verilmektedir . Bu keselerin görevi; keselerde saklanan malın veya paranın ihtiyaç sahiplerine kefiller göstermek kaydıyla verilmesi şeklindedir. Bu şekilde yapılan bir düzenleme hem yetimlerin mallarının değerlendirilmesi hem de çocuklar reşit oluncaya kadar başka şahısların onların paralarını borç karşılığı kullanması açısından önemlidir. Bu müessese bir nevi banka gibi faaliyet göstermektedir.

18 Zilkade 1331’de Rize’nin Kamaşnoz (Mermerdelen) mahallesinden Sarı Ahmetzâde Rıza Efendi ibn Osman Efendi, Eytam müdürü Hafız Harun Efendi huzuruna gelerek vefat etmiş olan Alemdarzâde Hacı Recep Efendi’nin yetimleri Şaban, Ramazan ve Muharrem’in mallarından toplam 1200 kuruş almış olduğunu kefiller göstererek beyan etmiş .

Ancak bazen Eytam sandığından alınan paraların ödemesinin geciktiği de olabiliyordu. Bu durumda kefillere, eytam sandığından alınan paranın geri ödenmesi için uyarı yapılmıştır. Rize’nin Samri mahallesinde ikamet eden Kalafatoğlu Hacı İbrahim, Eytam sandığından 607,5 lira akçe borç para almış ama ödememiş. Mahkeme de kefilleri olan Rıdvan ve Kemal’e borcu ödemeleri gerektiğini bildirmiştir. Mahkeme, bu süre zarfında işleyecek olan nema ve bütün masrafların da kefiller tarafından karşılanacağını belirtmiştir . Diğer bir örnekte ise; Memiş Bey’in Eytam sandığından aldığı paranın ödenmediği için hem Memiş Bey’e hem de kefilleri olan Hacı Şaban ve Memiş ve Hakkı Efendiler’e aldıkları 1500 kuruşu ödemeleri gerektiği ayrıca 232 kuruş da faizinin (%15.5) olduğu sicilde kaydedilmiştir .

Eytam Sandıkları, hem yetimlerin mallarını saklamada önemli bir kurum oluşturulmuş hem de saklanan para veya değerli eşyaların ihtiyacı olanlara belli şartlar altında verilmesiyle ekonomiye katkı sağlamıştır.

Sonuç itibarıyla araştırdığımız dönemde Rize’de “nafaka, mehir, vasilik, hacr ve terbiye, eytam sandığı” gibi kurumlar, aileler çözüldüğünde ailenin geriye kalan üyelerini, özellikle çocukları ve kadınları korumuş, onların sıkıntıya düşmesine engel olmuş ve bu ara dönemi başarıyla atlatmalarını temin etmiş ve yeni bir aile hayatına geçmelerini, topluma katılmalarını sağlamıştır. Bu bakımdan bu kurumlar, onları geçinebilme ve toplumsal ihtiyaçları karşılayabilme açısından olumlu anlamda himaye etmiştir.

Sonuç ve Değerlendirme

Bu araştırmada, bireyin içinde sosyalleşmeye başladığı, kültürel ve dinî değerleri öğrendiği, toplumların geleceği için yeni neslin yetiştirildiği sosyal bir grup ve toplumun küçük bir örneği olan ailenin, yirminci yüzyılın başında 1509 no’lu Rize şer’iyye siciline göre sosyo-ekonomik ve kültürel yapısını ortaya koymaya çalıştık.

Geçmişi yorumlama iddiasıyla yapılan araştırmaların pek çoğunda gözlemlenen en önemli aksaklıklardan biri kuşkusuz özgün kaynakların gözden kaçırılmasıdır. Bu durum, aileyi konu edinen çalışmalarda da ortaya çıkmaktadır. Çoğu ikincil olan az sayıdaki kaynakların yinelenmesinden oluşan bu tür çalışmalar yeni bir şey getirmedikleri gibi, verilen bilgilerin tartışılmadan doğru kabul edilmesine neden olmaktadırlar. Daha da önemlisi, ailenin oluşum sürecinin, evlilik tiplerinin, ailenin işlevi ve çözülmelerinin, başka bir deyişle aile yapısının, her toplum ve kültüre göre farklılık gösterdiği gözardı edilmektedir.

Her toplumun aile yapısında, insanlığın sosyal yaşamı ve aile yapısı için faydalanılabilecek değerler ve normlar vardır. Her toplumun kendine özgü sosyo-ekonomik ve kültürel kalıpları vardır ve bunlar aile kurumunu etkilemektedir. Hicrî 1330-32 yılları arasını kapsayan ve birincil yazılı tarih kaynağı olan Rize şer’iyye sicilleri vasıtasıyla yaptığımız doğrudan ve dolaylı gözlemlerimize göre Rize ailesi, üyelerinin sosyalleşmesi, topluma kazandırılması, kültürel ve dinî değerlerin yaşanılması, yeni nesle aktarılması ve de toplumun devamının sağlanması gibi önemli rolleri hem tabii hem de dinî bir kurum olarak toplumsal yapıda işlevini yerine getirmiştir.

Ailenin oluşum sürecinde nikâh müessesesi, ister erkek ister kadın olsun her iki tarafa da belirli statüler kazandırmış ve bu statüler gereği de belirli roller ve sorumluluklar yüklemiştir. Söz konusu dönemde, Rize ailesinde koca, ailede mutlak bir otoriteye sahip olmayıp, ailedeki üstünlüğü, aile işleyişini düzenleme, yönetme ve ihtiyaçlarını karşılama şeklindedir. Koca, ailedeki statüsü ve yetkileri dışında dilediği gibi hareket etmeye yöneldiğinde, karısı ve çocukları tarafından uyarılmış veya dava edilmiştir.

İlgili dönemde Rize ailesinde kadınlar, ekonomik bakımdan özel mal, mülk edinebilmişler ve bu varlıklarını kendi hür iradelerine göre tasarruf edebilmişlerdir. Nikâhla birlikte almaya hak kazanılan mehirler, kocanın veya babanın değil; bizzat kadınların özel mülkiyeti ve tasarrufunda olmuştur. Rize ailesinde kadınların bu sosyo-ekonomik statüsü; onların ev içi yaşamdan ev dışı yaşama katılmalarına fırsat tanımıştır. Kadınlar, İslâm’ın sosyal yaşamla alâkalı değerlerini dikkate alarak üretime katkıda bulunmuşlardır. Sahip oldukları servetleri ile borç para vererek veya ortak olarak ticarî işleri yürütmüşlerdir.

Bu gözlemlere bakılarak, kadınların bugünkü manada kamusal alanda yer aldıkları gibi bir anlayış ve değerlendirme yanlış olabilir. Burada önemli olan sanayi toplumu olmayan ve İslâmî değerlerin sosyal yaşamda ağırlığını hissettirdiği XX. Yüzyılın başındaki Osmanlı toplumu ve ailesinde kadınların eve hapsedilmedikleri; aksine toplumsal yaşama katılabilmiş olmalarıdır.

Osmanlı ailesinin Anadolu görünümünden bir kesiti temsil eden Rize ailesinde XX. Yüzyılın başında çok eşlilik sanıldığının aksine yaygın değildir. Birden fazla kadınla evlilik oranı sayıca çok azdır. İslâm Dini’nde çok eşle evliliğe izin verilmesine rağmen toplumda dini bilgileri ve yönlendiricilikleriyle kabul gören din adamlarının bu tip evlilik yapanlar arasında yer almadıklarını görüyoruz. Daha çok, yönetici statüsündeki kimselerin veya ekonomik durumları iyi olanların bu tip evliliği tercih edişine rastlıyoruz.

Toplumda işlevini yerine getiren aile, ailenin en temel üyelerinden anne veya babadan birinin ölümü sonucu parçalanma ile karşı karşıya kalabilmektedir. Bu durumda, Rize ailesinin çocukları, söz konusu tarihi periyotta nafaka, mehir, vasilik, hacr ve terbiye, eytam sandığı gibi aileyi koruyucu müesseselerle, fiziksel ve ekonomik açıdan himaye edilmişler ve topluma yeniden kazandırılmışlardır. Aileler kadının iradesi dışında çözülmüşse, hem kadın hem de çocukları aynı koruyucu müesseselerle ve mehr-i müeccel kurumuyla belirli bir süre barınma, yiyecek-içecek gibi konularda kocanın zorunlu olarak sorumlu tutulduğu koruma altına alınmışlardır. Böylece çözülmüş/dağılmış aileler, herhangi bir sıkıntı ve endişe hissetmeksizin topluma yeniden uyum sağlayabilmişlerdir.

Çalıştığımız dönem üç senelik bir dilimi kapsadığı için Rize ailesi hakkında genellemelere gitmek pek doğru sayılmaz. Bu sicil, çalıştığımız dönem, Rize ailesinin yapısını, etkinliğini, günümüze kıyasla farkını anlamada bize önemli bir rehber olmaktadır. Ancak diğer Rize şer’iyye sicillerinin de incelenmesiyle daha uzun bir döneme ait etkili ve genel bir değerlendirme yapılacağı kanaatindeyiz.


Kaynak: Osmanlı Araştırmaları