|
Ayetel
Kursi
Allahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm. Lâ te’huzühû sinetün ve lâ nevm. Lehû mâ fis-semâvâti vemâ fil erd. Menzellezî yeşfeu indehû illâ biiznihi. Ya’lemü mâ beyne eydîhim vemâ halfehüm velâ yühîtûne bişey’in min ilmihî illâ bimâ şâe vesia kürsiyyühüssemâvâti vel erd. Velâ yeûdühü hıfzuhumâ ve hüvel aliyyül azîm. Allah
ki, O’ndan başka ilah yoktur. O hayydır, kayyûmdur.
Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. O’nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (Hiçbir şey O’na gizli kalmaz.) O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar, O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür. Okunduğu yer: Namaz içinde sure şeklinde okunduğu gibi, namazda tesbihden önce de okunur. |
Ayetel Kursi Tefsiri Allah o
biricik hak mabuddur ki, gerçekte ondan başka hak mabûd yoktur, çünkyok
olmaktan ve ölümlü olmaktan uzak, hayy ve kayyûm (diri ve bütün
kâinatın
idaresini bizzat yürüten) ancak O'dur. Ezelden ebediyete (sonsuza)
kadar bütün
hayat ve ebedilik O'nun zatı ile zatından dolayı kaim, vâcibülvücuttur,
(varlığı zatının gereğidir) ve her an tüm varlık âlemini idare eden ve
herşeyi
ayakta tutan ancak O'dur. O olmasaydı ne hayattan eser olurdu, ne de
varlık
âleminden. ilâhî hayat, ilim ve iradenin başlangıcı olan ezeli bir
sıfattır. KAYYÛM:
Kıyamdan "Fey'ul" vezninde (kalıbında) bir mübalağa kipidir ki, kendi
kaim, diğerleri mukim (ayakta tutan) ve mukavvim (yöneten) demektir. Ve
bunda
eşyanın ayakta durmasının ilâhî kıyamda fani olduğuna lafzında bir ima
(işaret)
vardır. İbni Sina bunun vâcibü'l-vücud kavramına eşit olduğunu söylemiş
ise de,
buna vâcibü'l-vücud kavramının, kendinden başka, ondan ayrılmaz bir
kavramı
olan, külli mucid (herşeyi yoktan var eden) külli müdebbir (herşeyi
idare eden,
yöneten) gibi diğer kemal kavramlarının hepsi de anlam itibariyle
dahildir.
Âyetin devamı bunun açıklamasıdır. Ve bu isimlerin "İsm-i A 'zam"
olduğu da söylenmiştir. O öyle bir hayy ve kayyumdur ki, O'nu ne gaflet
basar,
ne uyku; daima âlim, daima habir (her şeyden haberli)dir. Göklerde ve
yerde,
yukarılarda, aşağıda ne varsa O'nun; görünür, görünmez, bütün varlık
O'nun
mülküdür. Tüm sebeb O, tüm gaye O, herşeyin maliki olan O; Allah'ın
mülkü olan
bu yaratıklardan kimin haddi ki Allah'ın izni olmaksızın yüce huzurunda
şefaat
edebilsin, bu halde hangi budaladır ki Allah'ın emri olmadan bunların
birinden
şefaat dilenebilsin. Çünkü Allah yukarıların aşağıların, önlerindekini
ve
arkalarındakini, geçmişlerini, geleceklerini bildiklerini ve
bilmediklerini
bilir, O'nun ilminden gizli hiçbir şey yoktur. Bunlar ise O'nun
bildiklerinden
hiçbirini bilemezler. Ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. Bu
bakımdan
bizzat O'nun izni ve emri olmadıkça herkes başından korkmadan nasıl
şefaate
kalkabilir. Herhangi bir şeyde ister bir parça tasarrufa kimin yetkisi
olabilir. Ancak bu, O'nun iznini ve emrini almış sevgililerinden
olabilir.
Bilindiği üzere şefaat hürmete layık birinin kendinden düşük bir diğeri
hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması demektir ki,
bu bir
bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik
anlamını
kapsar. Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye
şefaat
istenenden daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden
emin olan
kimseler yapabilir. Oysa Allah'ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi
biri ile
Allah'tan daha çok birlikte bulunmaya ve O'na bilgiçlik satmaya ve
ilerisini
gerisini tamamen idrak etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilâhî
huzurda
kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve
gerek
şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah bildirmemiş ise
şefaat
edecek olanın hâli, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer
olmadığı
nereden bilinir? Bu hâl içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun,
kimdir
o ki Allah'ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp
Allah'ın
kullarına Allah'tan daha çok sahip çıkma, koruma yetkisini kendinde
görsün de
şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenab-ı Hak dilerse, özel veya genel
şefaate
ilâhî irade çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka... Demek
ki yüce
Allah'ın ululuğundan şefaat umulamaz değildir. Fakat şefaat da
herkesten önce
O'nun kendi elindedir ve O'nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O
zaman şefaat
kapısı açılır. Ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine
değil,
yine Allah'ın dilediklerine şefaat imkânını bulabilir. Bundan anlaşılır
ki
önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi
umulan bir
Allah dostu bulabilmelerine, bunun gibi müşriklerin putları gibi ilim
şanından
olmayanların şefaatçı olabilmelerine, asla ihtimal yoktur. Sonra
kendisine izin
verilebilecek her şefaatçinin şefaat sınırı da Allah katındaki derecesi
ve o
oranda elde edebileceği izin ve gücün kapsamı ile uyumlu olabilecektir.
Bu
bakımdan eninde sonunda izin çıktığı zaman en genel biçimde şefaat
sahibi,
yukarda peygamberlerin makâmları hakkındaki ilâhî açıklamadan
anlaşıldığı
üzere, hepsinin üstünde "sâhib-i derecât" (dereceler sahibi) olan
Resulullah, peygamberlerin en üstünü olabilecektir. Bu konudaki naslara
göre,
Cenab-ı Hak O'na şefaat için izin isteme yetkisini de bahşetmiş ve en
yüksek
peygamberlik makamı, "Şefaat-ı uzmâ" en büyük şefâat makâmı olmuştur
ki, Makâm-ı Mahmud'a şefaat hadisi gelecektir. Allah öyle bir ilim ve
saltanat
sahibidir ki, hükmünün tecelli yeri olan kürsüsü bütün gökleri ve yeri
geniş
geniş tutmuştur. Yerlerde ve göklerdeki bütün varlıklar ve cisimler
içinden,
dışından hep bu kürsü ile kuşatılmıştır. Herbirinin kıyamı (ayakta
durması)
onun içindedir. Bu arada hiçbir nokta bulunmaz ki, orada yüce Allah'ın
kürsüsünün hükmü geçerli olmasın. Yeryüzünün içinden çıkamayan insanlar
onun
yerleri, gökleri kuşatmış kürsüsünü nasıl kavrarlar. "Onlar Allah'ı,
gereği ve lâyıkı biçimde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü bütün
yeryüzü
O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O
müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir". (Zümer, 39/67) Gökler ve
yeryüzü denince hapsedilmiş birisi gibi bunlarla her taraftan
kuşatılmış olan
insanlar madde ve kuvvetin, duygunun, hayalin, kuruntunun, aklın,
tasavvurun,
hükmün ve bütün itibarî belirlemelerin içinden son sınırına dayanır.
Bunların
ötesi deyince kayıtsız şartsız, kalbî bir merakla sonsuz bir ortama,
sınırsız
mutlak bir emel sahasına geçmek için çırpınırlar. İnsanlar
kendilerince,
yerkürenin küçük bir parçası üzerinde bile bir devlet ve hükümet ele
geçirip
idare ve muhafaza etmenin ne kadar zor bir iş olduğunu ve asırlardan
beri gelen
nice nice devletlerin, milletlerin bu yüzden memleketlerini
koruyamayarak
yıkılıp gittiklerini görüp bildiklerinden nihayet tasavvur edemedikleri
bu
göklerin ve yerin bir kabza-i tasarruf (tasarruf avucun)da vahdet
kürsüsünden
bir saltanat ile idare olunur bir memleket olduğunu düşündükleri zaman,
"koruması ne kadar zor ve ağırdır" gibi bir zanna düşebilirler. Fakat
o ilâhî kürsü, bütün gökleri ve yeri tutmuş olmakla birlikte, bu
gökleri ve
yeri o vahdet (birlik) kürsüsünden tasarruf avucunda tutup muhafaza
etmek ve
korumak Allah'a ağır da gelmez. O'nun için bu hiçbir şey değildir. O
şanı yüce
Allah pek yüksek, pek büyüktür. Biricik yüce, biricik ulu olan ancak
O'dur. Bu
bakımdan bundan başka gerçek bir ilâh nasıl mümkün olur? Ve buna karşı
başkalarına tapılıp da şefaatleri nasıl umulur? Ve böyle yapan kâfirler
ne
kadar bedbahttır! Bu âyete "
Âyetü'l-Kürsî" denilir ve bundan dolayı bu sureye
"Sûretü'l-Kürsî" de denilir. Görüldüğü üzere bu âyet, ilâhî
saltanatın ve hükümdarlığın son derece açık ve özet anlatımını ve Allah
Teâlâ'nın zatını ve sıfatını hem tarif ve hem gökler ve yeryüzünün ve
çevrelerinin yaratılması, ayakta durması ve düzeni, miktar ve
genişliğini
muhafazası, hayat sırrı, ilim sırrı, hakimiyet sırrı vb. gibi maddî ve
manevî
kuvvetlerinin son derece açık şahitliği ile isbat ederek bütün ilâhiyat
meselelerinin ana noktasını, Allah'ın kürsüsü gibi geniş bir kapsam ile
kapsamış bulunduğundan bütün Kur'ân âyetleri arasında konusu ile uygun
olmak
üzere en yüksek bir şeref ve kıymete sahiptir Nitekim Resulullah
(s.a.v.):
"Kur'ân'da en büyük âyet, âyetü'l-kürsidir. Bunu her kim okursa, Allah
o
saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve
günahlarını
siler. Bu âyet bir evde okunsun da şeytanlar onu otuz gün bırakmasın,
olmaz ve
kırk gün ona ne sihirbaz kadın, ne sihirbaz erkek girmez, ey Ali bunu
evladına ve
ailene ve komşularına öğret, bundan büyük bir âyet nazil olmadı";
"Her kim farz namazların her birinin arkasında âyetü'l-kürsîyi okursa
onu
ölümden başka cennete girmekten engelleyecek hiçbir şey kalmaz. Yani
ölünce
doğru cennete gider ve ona ancak sıddık veya abid olanlar devam eder.
Ve bunu
her kim yatağına yatarken okursa Allah onu kendisine ve komşusuna ve
komşusunun
komşusuna ve etrafındaki evlere emin kılar"; "Günlerin efendisi cuma
günü, sözlerin efendisi Kur'ân, Kur'ân'ın efendisi, Bakara Sûresi,
Bakara
Sûresinin efendisi de âyetü'l-kürsîdir." buyurmuştur. KÜRSİ:
Sözlükte, üzerine tek başına oturulan belli bir şeydir ki, aslında taht
ve
şerefli ilmin ayni şekilde olan özel ve seçkin makâmı demektir. İlmin
kendisine
ve âlime de denir. Daha sonra iskemle ve sandalye gibi şeylere de bu
isim
söylenmiştir. Dilimizde en çok ilim makâmında kullanılmıştır. Herhangi
bir
şeyin aslına ve toplandığı yere de kürsi denir. Nitekim memleket
kürsisi,
"başkent" anlamına gelir. Bunun aslı olan "kürs"
kelimesinde bir araya toplanıp karışma ile keçe gibi giriftleşip
sağlamlaşmak
mânâsı vardır. Kısaca gerçek mânâsıyla kürsi, ancak bir kişinin
oturabildiği en
yüksek bir çeşit sandalyedir. Bundan dolayı, yerleri gökleri kaplamış
bir kürsi
düşüncesinin, bu bilinen mânânın aynı olmayacağı da şüphesizdir. Aynı
zamanda
bu kelimenin bize bir hakimiyet (egemenlik) ve saltanat, bir ilim, bir
şeref ve
büyüklük ve söz geçerliliği anlamı ifade ettiğinde de şüphe yoktur. Biz
bir
memlekette bir kürsi, bir taht düşündüğümüz zaman, önce bir memleket,
ikinci
olarak onun içinde bir başkent, üçüncü olarak o başkent içinde bir arş,
bir
saray, dördüncü olarak o saray içinde bir taht, beşinci olarak o taht
üzerinde
hükmü elinde bulunduran bir hükümdar, altıncı olarak bu hükümdardan
bütün memleketi
kapsayan bir nüfuz tasavvur ederiz ki, bunda hükümdar, zarf zarf içinde
memleketle tamamen kuşatılmış ve aynı zamanda nüfuzuyla o memleketi
kuşatmıştır. Bunda en çok hayrete değer nokta da, bir şeyin hem kuşatan
ve hem
de kuşatılan olabilmesindeki sırdır ki, ilmin kendisinde de vardır. Ve
bu nokta
insanlara, Allah'ın birliğini en güzel şekilde telkin edecek olan bir
işarettir. Âyetü'l-kürsî, bize bu mânâyı telkin etmekle beraber
gösteriyor ki,
Allah'ın mülkü göklerle yerdir. Fakat Allah'ın kürsisi, bunlarla
kuşatılmış
değil, onları kuşatmaktadır. Bizim kürsi düşüncemizin aksinedir.
Allah'ı
düşünürken hep kuşatılmış olanlardan, kuşatıcıya doğru geçmelidir. Taht
veya
başkent, göklerle yer memleketini kuşatmış; Arş, tahtı kuşatmış; Rahmân
olan
Allah, Arşın içinde değil, üzerinde ve Allah hiç kuşatılmış değil, hep
kuşatıcı
ve yöneticidir ve öbüründeki zıtlığı kaldıran budur. Şu halde Allah'ın
kürsisi,
bize ancak bir isim ve kuşatılandan kuşatana geçerek, nihayet gökler ve
yer
tasavvurunun ötesinden, kapalı ve tahayyülü imkânsız bir büyüklük
kavramıyla
bilinebilir. Bunun gerçek mahiyetini tayin edebilmemize imkan yoktur.
Bununla
beraber tefsirciler, bunun tarifinde birkaç şekil rivayet etmişlerdir.
Şöyle
ki: 1- Kürsi,
gökleri ve yeri kaplamış büyük bir cisimdir. Buna "Arş'ın kendisi"
diyenler de olmuştur. Fakat sahih haberler, "Kürsi, Arşın altında ve
göklerin üzerinde bir cisimdir." diye gelmiştir. Kürsi, iki ayak
yeridir.
Süddi'den nakledilmiş olduğu üzere, gökler ve yer Kürsi'nin içinde,
Kürsi,
Arşın altında ve iki ayağının yeridir. Burada iki ayak yerinin, Arş'ın
ayağının
yeri olduğu açıktır. Bunu en büyük Ruh'un veya hamele-i Arş'tan (Arşı
taşıyan
meleklerden) büyük bir meleğin iki ayağının yeri diye gösterenler de
vardır.
İşte bu iki ayak yeri tarifi, Kürsi'nin başkent, yani hükümet karargâhı
mânâsıyla ilgili olduğunu açıkça gösteriyor. Gökler ve yer, bilinen
bütün cisim
âlemlerinin ifadesi olduğuna göre, bunları kaplamış olan Kürsi'nin
içinin bir
cisim olması, göklerde ve yerde bilinen cisimlerin, cisimliklerinden
başka bir
cisimlik demek olduğunu da unutmamak gerekir. Yani Kürsi, boşlukta yer
tutan
bir cisim değil, yerin kendisi olan bir cisim (bir boşluk) demek oluyor
ki,
bunun cisimliğinin, madde ile değil, mutlak uzunluk, diğer bir deyimle
genel
olarak yer ve mekân denilen soyut bir uzaklık ve bütün bir boşlukla
tasavvur
edilmesi mümkündür. Çünkü mutlak mekân denilen soyut uzaklık, feza,
madde
uzantısının mahiyetini ifade eden soyut bir uzantıdır. Boyut ve uzantı
ise
cisimliğin en genel mânâsıdır. Fakat maddî cisimler burada yer tuttuğu
halde,
bu başkaca bir yerde yer tutmuş değildir ve diğer cisimlerle iç içe
bulunması
mümkündür. Fakat şu madde âleminde görülen maddî güçler ve varlığa ait
işlerin
ortaya çıktığı yer de budur. Bütün yüksek cisimler burada yerleşmiş ve
aralarındaki esirî âleme (fezada gök cisimleri arasında ışık ve
sıcaklığı
nakleden, havadan daha hafif cisimlere) varıncaya kadar bütün toplu
dalgalar
burada bulunmaktadır. Hareket ve sakinlik burada meydana gelmektedir.
Ancak
zaman ve ruhlar âlemi bundan daha geniştir. Bir zamanlar fen
bilgilerine sabit
bir kıymet isnad eden ve Allah'ın indirdiklerinin sınırının, fen
sınırlarından
daha geniş bulunduğunu düşünmeyerek, Kur'ân âyetlerini zamanının fen
bilgilerine göre açıklayıp yorumlamaktan zevk alanlar, o zaman kâinatın
şekli
hakkında Batlemyus'un astronomi ilminin, en yüksek fen bilimi yerinde
bulunması
ve kendilerinin de bu ilmin mütehassıslarından olmaları dolayısıyla
gökleri ve
yeri ona göre düşünüp yorumladıkları gibi, Kürsi'nin cisimliği
hakkındaki
haberleri de o fennin teorileriyle (varsayımlarıyla) açıklamaya
çalışmışlar ve
dolayısıyla "Kürsi, sekizinci gök olan sabit gök cisimlerinin bulunduğu
gök, Arş da dokuzuncu gök olan Atlas göğü (en büyük gök) dür." diye
tevil
etmişler (yorumlamışlar), "Kürside yedi gök, bir kalkan içine atılmış
yedi
para gibidir.", "Arş'ta Kürsi, büyük bir sahraya atılmış demir bir
halka gibi bir şeyden ibarettir." meâlinde rivayet edilmiş olan iki
hadisi
şerifi de buna delil gibi kabul etmişlerdir. Bugün görüyoruz ki, fennin
bu
dokuz gök varsayımı gücünü kaybetmiş olduğu halde, Kur'ân âyetleri ve
Peygamberimizin hadisleri, gönüllerde yine bugünkü gökler ve yer gibi
bütün
kıymetiyle ortaya çıkıp durmaktadır. Şu halde bunları, mutlaka kendi
bilgilerimizin çerçevesi içine alarak açıklamaya çalışmak, ilmin
gereklerine de
dinin gereklerine de uygun değildir. Bu iki hadisi
şerif, bize Kürsi'nin, sekizinci gök veya sabit yıldızların bulunduğu
gök
olduğunu değil, nihayet göklere ve yere göre büyük bir yer, Arş'a göre
de pek
küçük bir daire olduğunu misal yoluyla anlatmaktadır. Bu yüzden
asrımızdaki fen
bilimlerine göre buna bir mânâ vermek gerekirse, Kürsi'yi mutlak bir
yer
mânâsıyla tasavvur etmek, elbette daha uygundur ve bu bizim kendi
düşüncemiz
değildir. İmam Fahreddin Razi, bu âyette değil, fakat Fatiha tefsirinde
Kürsi'yi mekân, Arş'ı da zaman teorileriyle ele almıştır. Çünkü mutlak
mekân,
gökleri ve yeri içine almış, kaplamıştır. Halbuki bütün mekân
uzunlukları, şu
andaki bir anlık zamanın içine sığmış, geçmişin ve geleceğin, aralıksız
cereyanı içinde bu hâl dairesi (şimdiki zaman çerçevesi) tıpkı büyük
bir
sahrada küçük bir halka gibi kalmıştır. Bununla birlikte diğer taraftan
Kürsi
ve Arş'ın manevi değerleri hakkında da rivayetler vardır. İnsan şu
görüşleri
düşünürken bile farkına varır ki, gökleri ve yeri mekândan başka
kuşatan,
kuvvet ve kudret, akıl ve ilim ve bunların üzerinde ruh vardır. Ve
hatta zaman,
mekânı kuşatmış görünürken bunun da ruhta meydana gelen bir durum
olduğu ve
buna göre ilim ve ruh âleminin, zamanı da kaplayan bir deniz olduğunu
takdir
eder. Nitekim Kürsi, en büyük Ruh'un veya diğer büyük bir meleğin iki
ayağının
yeri denilmişti. Şu halde bunların aslı, Arş'ın sınırına dahil ise de,
Kürsi'nin Kürsi olması, sırf cisimlikten ve bir uzantıya sahip
olmasından
değil, bu manevi kuvvetlerin de bir tesellisine sahne olmasındandır. Ve
Allah'a
nispet edilmesi de bundan olmalıdır. Buna göre: 2- Kürsi,
saltanat, kudret ve mülk demektir. Çünkü ilâhlık, ancak kudret ve var
etme ile
ortaya çıkacağı gibi, dilde de taht ve Kürsi dendiği zaman, doğrudan
doğruya
egemenlik gücünün kastedildiği vardır. 3- Allah'ın
kürsisi, Allah'ın ilmi demektir. Çünkü ilim Kürsisi, taht mânâsından
daha çok
bilinmektedir ve bu münasebetle ilmin kendisine de mecazî olarak kürsi
denilir.
Bu rivayet, İbnü Abbas hazretlerinden nakledilmiştir. İbnü Cerir
et-Taberi gibi
birçok tefsirciler, bunu tercih etmişlerdir. 4- Bu sözden
maksat, sırf Allah'ın yücelliğini ve büyüklüğünü anlatmaktır. Cenab-ı
Allah,
halka zat ve sıfatlarını tarif ederken, insanların hükümdarlar ve
büyükler
hakkında alışmış oldukları şekillerle hitap buyurmuştur. Nitekim
Kâbe'yi
kendine ev yapmış, tavaf ve ziyaretini emretmiştir. Çünkü insanlar,
hükümdarlarının saraylarını ziyaret ederler. Hacerü'l-esved'in yer
yüzünde "yeminüllah"
(Allah'ın eli) olduğunu söylemiş ve öpme yeri kılmıştır. Nitekim
insanlar,
hükümdarlarının ellerini ve eteklerini öperler. Yine bu türden olarak
kıyamet
günü kullarının hesaba çekilmesi hakkında, meleklerin, peygamberlerin,
şehitlerin
huzurda bulunacaklarını ve mizanlar konulacağını söylemiştir. İşte
bunlar gibi
kendisine de Arş isbat etmiş, "Rahmân olan Allah, Arş'ın üzerine
hükmetti." (Tâhâ, 20/5) buyurmuş ve bunu anlatarak, "Meleklerin,
Arş'ın etrafını kuşatarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini
görürsün."
(Zümer, 39/75), "O gün Rabbinin Arş'ını, onların üzerinde sekiz melek
taşır." (Hâkka, 69/17), "Arş'ı taşıyanlar ve onun etrafında
bulunanlar..." (Gâfir, 40/7) buyurmuş, sonra kendine Kürsi de isnad
etmiş,
"O'nun kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır" (Bakara, 2/255)
buyurmuştur. Bundan anlaşılır ki, Arş ve Kürsi gibi, benzetmeyi andıran
lafızlar (sözler) Kâbe, tavaf ve Hacerül-esved hakkında daha fazlasıyla
mevcuttur. Halbuki bunlar da mesela Kâbe'nin "beytullah" (Allah'ın
evi) olmasında, Allah'ın, geceyi orada geçirmesi gibi bir benzetme ve
cisim
mânâsı kastedilmiş olmadığı hususunda nasıl görüş birliği varsa; Arş ve
Kürsi
hakkında da maksatın, Allah'ın yücelik ve büyüklüğünü anlatmaktan
ibaret
olduğunda tereddüt edilmemesi gerekir. "Kaffâl" ve "Keşşaf"
tefsircileri gibi araştırmacılar da bunu tercih etmişlerdir. Buna göre
Kürsi'den maksat nedir, ve nasıl bir şeydir, diye düşünmeye lüzum
yoktur. Bu
açıklama Cenab-ı Allah'ı cisim olma şüphelerinden tenzih için pek güzel
olmakla
beraber, Allah'ın Kürsi'sinin gerçekle delâlet ettiği bir şeyin
bulunmadığını
kabul etmek de zahire (bu konudaki açık ifadelere) aykırıdır. Evet
bilinen
gerçek mânâsıyla bir Kürsi, bir taht kastedilmediği yukarda geçtiği
üzere
muhakkaktır. Bununla birlikte bir beytullah (Allah'ın evi) bulunduğuna
iman
etmek gerektiği gibi Allah'ın bir Kürsisi bulunduğuna iman etmek de
gereklidir.
Bunun az çok cisimle ilgili bir kavramı içermesi Cenab-ı Allah'a -haşa-
bir
cisimlik isnadını gerekli kılmaz. Meselenin ruhu, Kürsi'nin Allah'a
nisbetini
lâyıkiyle düşünebilmekte, bunun bir "oturma nisbeti" olmayıp bir
"Rablık nisbeti" olduğunu anlamaktadır. Âyetten anlaşıldığına göre
Allah'ın Kürsisi, bir taraftan maddî cisimler toplamı olan göklerin ve
yerin
hepsini kaplayıp tutan, cisimleri kuşatan birşeydir. Biz bunun
"Kürsi" ismiyle varlığına iman eder ve gerçek mahiyetini idrak edip
tam olarak bilemeyeceğimizi anlarız. Diğer taraftan az çok bir tasavvur
edinebilme gereğine kanaat getirirsek, Allah'ın Kürsisinde saltanat
tahtı ile
ilim kürsisi kavramlarındaki mükemmellik içeriklerini bir araya
toplama,
kısaltma ve fani olma anlamlarını, "Daima diridir, evrenin
yöneticisidir.", "O'nun misli gibi bir şey yoktur." ifadelerinin
delâletleri gereğince dürüp katlayarak onu mutlak bir ilim ve
saltanatın
tecelli edeceği (ortaya çıkacağı) bir yer olmak üzere ele alıp
düşünürüz. Ve bu
bakımdan aslında yüce Allah'ın büyüklüğünün soyut bir tasavvuru değil,
kudretinin ortaya çıkış biçiminin de bir ifadesini içine almış
bulunduğunu
tasdik ederiz. Bütün cisimler, yüksek ve alçak kütleler, Kürsi'nin
içinde
kaldığından, onun üzerinde hüküm yürüten ilim ve saltanat sahibinin,
cisim
olmanın üzerinde çok yüce bir varlık olduğunu da kesin olarak anlarız.
Ve daha
açık olması için Kürsi'nin büyüklüğünü anlatan haberlere bakarak
diyebiliriz
ki, Allah'ın Kürsisi, göklerde ve yerde görünen bütün maddelerin,
kuvvetlerin
kaynaşıp durduğu mutlak bir boyut, yani ilim, irade ve kuvvetten
soyutlanmış
olan sadece mücerret feza değil, bunların tecelli ettiği bir ayna
bulunması bakımından
mekân ve her şeyin yeri olması muhtemeldir. Burada
yerleşmiş olan Allah değil, gökler ve yer denilen cisimler ve yer işgal
eden
kütleler toplamıdır. Bunun üzerinde daha geniş olarak zaman uzantısı,
akıllar
ve ruhlar âlemini içeren ve mukarrep (Allah'a yakın) meleklerle
kuşatılmış olan
Arş vardır. Ve burası mekân üstüdür. Artık burada cisimlik mânâsı
yoktur. Ve
"Rahmân olan Allah Arş'a hükmetti." (Tâhâ, 20/5) ifadesinin delâlet
ettiği üzere Allah Teâlâ Arş'ın içinde değil, rahmânlık sıfatıyla
üzerindedir
ve bu üzerinde bulunma, mekânla ilgili olmayan bir üstünlüktür. "Ey
Rabbimiz sen her şeyi rahmetinle ve ilminle kuşattın. " (Gâfir, 40/7)
âyeti gereğince de Allah'ın kuşatması, rahmet ve ilim yönüyledir.
Kürsi, bu
ilim ve rahmetin, bizim âlemimize bir tecelli yeridir. Bu bakımdan ne
Kürsi'nin, ne Arş'ın Allah'la ilgisi bir yer tutma şeklinde değildir. Hükümranlık
ve tasarruf, zapt etme
ve emre hazır tutma, hüküm ve emir gibi tecellilerle bir rablık
ilişkisidir. Bu
ilgi, bu tecelli sayesindedir ki, ruhlarla cisimler, zihin ile dış âlem
birleşerek gerçekleşme noktalarında Hakk'ın varlığının bir parıltısına
ayna
olurlar da yerlerin, göklerin, mekânların, zamanların, Kürsi'nin,
Arş'ın,
kuşatamadığı Allah'ın varlığını, müminin kalbi, eşyanın her zerresinde,
mekânın
her noktasında, zamanın her anında marifete (Allah'ı tanımaya) yol
bulur ve her
şeyi anlamayı ancak bununla başarabilir. Hak demeden hiç bir şeyi
bilemez ve
Hakk'ın zatı ile ilgili en yüksek marifeti (bilgisi) de, ""Seni
gerçek bir şekilde tanıyamadık." ifadesidir. Bunun için de sadece
marifeti, iman olamaz. İmanın kapsamı, marifetin kapsamından geniştir.
Marifette bir kayıt vardır. İman ise kayıtsız, şartsız bir teslimiyet,
ilâhî
bir ilgidir ve en büyük temaşa ondadır. Bunun yeri olan müminin kalbi
de
yerlerden göklerden geniştir. Bunun için mutlak mekânın, tecelli eden
kuvvetleriyle beraber gökler ve yer cümlesinde dahil olması daha çok
muhtemel
bulunduğundan en sağlam iman, Allah'ın Kürsüsüne, Allah'ın açıkladığı
şekilde
iman edip, marifet taslamamaktır. İşte gökler ve yer ne kadar açık ise,
Allah
ondan daha açıktır. Onları kuşatmış olan Kürsi ve onun ötesi ne kadar
gizli
ise, Allah ondan daha gizlidir. Bununla beraber O, diridir, varlığı
kendi
zatiyle kaim olup her şeyi yönetmektedir; hem evveldir, hem sondur. O
halde
bundan başka mabud, bundan başka ilâh nasıl düşünülebilir? Seçme
yeteneği ve
irade gibi ilâhî bir lütfu kötüye kullanıp, o geniş kalbi daraltıp da
Allah ve
O'nun emirlerini inkâr edenler zalim olmaz da ne olur? Bunlardan çok
kendilerine
zulmeden nasıl düşünülebilir? Bunlar hep mecburiyet ve zorlamak
isterler, dine
davet edildikleri zaman, "Allah istiyorsa bizi zorla dindar yapsın."
derler. Muhammed Hamdi Yazır |