|
Elmalı
Tefsiri
1- Allah
daha
iyi bilir: Kur'ân'ın mânâsındaki mucize olan âyetlerden önce,
sözlerindeki mucizeliği ifade eden ilâhi sırra işârettir. Bakara
sûresinde de geçtiği üzere "elif" boğazın en içinden: bâtından; "Lâm"
dilden: berzahtan; "mim" dudağın en kenarından, dıştan çıktığı için bu
üç harf, mahreclerin aslını teşkil eden üç çıkış yerinden çıkan bütün
harflerin güzel bir diziliş ahengini ifade eder.
2- Rumlar
yenildi. Peygamberimizin gönderildiği sıralarda doğu Roma ile İran,
dünyanın en büyük iki devletiydiler. Hindli Süleyman Nedevî efendinin
Asr-ı Saadet tarihinde ifade ettiği üzere peygamberliğin beşinci, yani
Milâdın 613. yıllarında bu iki komşu ve rakib devlet, birbirleriyle
kanlı bir savaşa girişmişlerdi. İran, İkinci Hüsrev'in, Rum Hirakl'in
hükmü altındaydı, sınırları Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde
birbiriyle birleşiyordu. Filistin, Suriye, Mısır ile Irak'ın bir bölümü
ve küçük Asya (Anadolu) Rumlara tabi idi. İranlı'lar, Rumlara iki
taraftan saldırdılar. Dicle ve Fırat üzerinde (ezreât ve Busrâ)
mevkilerinden Suriye'ye, Azerbeycan ve Ermenistan tarafından küçük
Asya'ya saldırdılar. İran orduları, Rum kuvvetlerini her iki cepheden
geri atarak denize dökünceye kadar takip etmiş, Suriye'deki bütün
mukaddes şehirleri zabtetmiş, Milâdın 614. yılında bütün Filistin'i ve
Kudüs'ü ele geçirmişti. Bu istilâ sırasında bütün kiliseler yıkılmış,
bütün dini binalar tahrib edilip kirletilmişti. İranlılara katılan
yirmi altı bin yahudi, altmış binden fazla hıristiyanı kılıçtan
geçirmişlerdi. İran kisrasının sarayı, öldürülen otuz bin kişinin
kafatası ile donatılmıştı.
Bu
istilâ
tufanı, burada durmayarak Mısır'ı da basmış, Milâdın 616. yılında
İranlı'lar bir taraftan Nil vadisini işgal ederek İskenderiye'ye
ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu'yu ele geçirerek İstanbl'un
boğaziçi sahillerine kadar gelmişler, doğu Roma İmparotorluğu'nun
başkenti olan Kostantıniye (İstanbul) şehrinin karşısında görünmüşler,
saltanatlarını Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu'ya yaymışlardı.
İranlılar, girdikleri her yerde ateşgedeler (Ateşe tapanların, ateş
yaktıkları tapınaklar) meydana getiriyorlar ve böylece Hıristiyanlığın
çıktığı yerlerde ateşperestliği yayıyorlardı. Doğu Roma
İmparatorluğu'nun bu yenilgisi karşısında kendisine tabi bulunan birçok
vilâyetler isyan etmiş, Afrika'daki ülkeler, Avrupa tarafındaki
vilâyetler, hatta İstanbul'a komşu şehirler, bu devletin egemenliğinden
çıkmak istemişler ve çıkmışlardı. Kısaca doğu Roma İmparatorluğu
darmadağın olmuş, helâk olup yerlere serilmişti.
Romalıların
bu
yengilgi haberi Mekke'ye ulaştığı zaman müşrikler sevinmiş ve
müslümanlara karşı onların yenilgisinden duydukları sevinci açığa
vurmuşlar: "Siz ve hıristiyanlar kitap ehlisiniz, biz ve Fâris
(İranlılar) ümmiyiz; bizim kardeşlerimiz, sizin kardeşlerinizi
tepelediler. Biz de sizi tepeleriz" demişlerdi. Bunun üzerine Hz.
Muhammed'in bir mucizesi olmak üzere bu âyet inip buyuruldu ki: Gerçi
Rumlar yenildi yerin en yakınında, Mekke toprağının, yani Arabistan'ın
en yakınında; Şam'da yahut Rum başkentinin pek yakınında, yani
Anadolu'da İstanbul civarında demek olabilir ki, ikisi de doğrudur. O
sırada Rum İmparatorluğu öyle perişan olmuştu ki, iç isyanlarla devlet
ihtilâle uğramış, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış, imparator Hirakl,
İstanbul'u terkederek Kartaca'ya kaçmayı bile kurmuştu. İranlıların
galip kumandanları, zaferin verdiği sarhoşlukla şu barışı teklif
etmişler: İmparator, İranlılar tarafından istenecek her şeyi
verecektir. Bu cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük
ipek, bin at, bin kadın teslim edecektir. Rum İmparatorluğu, bütün bu
aşağılayıcı şartları kabul etmiş, bu esaslar üzerinde barışı
imzalayacak delegeler göndermişlerdi.
Bu
delegeler,
İranlıların yanına vardıkları zaman Husrev, şu sözleri de söylemiş: "Bu
yeterli değildir. Bizzat imparator Hirakl, karşıma zincirler içinde
gelerek asılıp çarmıha gerilmiş olan ilâhına karşılık ateşe ve güneşe
tapmalıdır." İşte o yenilgi, böyle bir yenilgiydi. Böyle bir çöküş
içinde Romalıların birkaç yıl zarfında canlanıp yeniden galip
geleceklerine kesinlikle hüküm vermek şöyle dursun, ihtimal vemek bile
normal olarak akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.
3- Fakat böyle
bir zamanda Allah Teâlâ, Resulüne gayptan şu haberi bildiriyordu:
Bununla birlikte onlar, bu yenilgilerinin ardından kesinlikle galip
gelecekler. Hem uzak değil. Birkaç yıl içinde ki, "bıd" kelimesi üçten
dokuza kadar olan bir sayıyı ifade eder, nitekim bu âyet inince Hz. Ebu
Bekir (r.a.), o sevinen müşriklere şöyle demişti: "Allah, sizin
gözlerinizi aydınlatmayacak, peygamberimiz haber verdi. Yemin ederim
ki, Rumlar birkaç yıl içinde İranlılara mutlaka galip geleceklerdir."
Buna karşı Übeyy b. Halef: "Yalan söylüyorsun, haydi aramızda bir
müddet tayin et, seninle bahse girelim." dedi ve her iki taraf ta on
deve üzerine bahse girişip, üç yıl müddet tayin ettiler. Ebu Bekir,
durumu Resulullah'a haber verdi. Resullullah (s.a.v.) "Bıd', üçten
dokuza kadardır, miktarı artır, müddeti uzat." buyurdu. Bunun üzerine
Ebu Bekir çıktı, Übeyy'e rast gelince o: "galiba pişman oldun" dedi.
Ebu Bekir de: "Hayır" dedi, gel seninle bahsi artıralım, müddeti de
uzatalım, haydi dokuz seneye kadar yüz deve yap. O da: "Haydi yaptım"
dedi. Tirmizî'nin Sahih'inde rivayet ettiği üzere "Bedir" günü Rumlar,
İranlılara galip geldiler, Ebu Bekir de sonra onu Übeyy'in
vârislerinden aldı, peygambere götürdü. Peygamber (s.a.v.) de ona:
"Bunu tasadduk et" buyurdu.
4- Önünden de
sonundan da emir Allah'ın, yani Rumlar galip gelecekler diye ondan
sonra emir ve irade, hüküm ve kumanda Rumların olacak zannedilmesin;
onlar galip gelmezden önce emir, ne onların, ne İranlıların olmayıp
Allah'ın olduğu gibi, onların galip gelmesinden sonra, yine
Allah'ındır. O, önce onları mağlub ettiği gibi, sonra da eder. Hem de o
gün, yani Rumların, İ ranlılara galip geleceği gün müminler sevinecek
Allah'ın yardımıyla, yani ötede Rumlar, İranlılara galip gelirken aynı
zamanda beriden müslümanlar da Allah'ın yardımıyla müşriklere karşı
zafer elde edecekler, yalnız Rumların galip gelmesiyle değil, Allah'ın
özellikle kendilerini galip kılan yardımıyla sevinecekler. Müminlere bu
şekilde vaad edilen bu yardım, bu sevinç, "Bedir" zaferidir. Nitekim
Teberî Tefsiri'nde "O Bedir'de müminlerin , müşriklere galip
gelmesidir." demiştir.
Gerçekten
Tirmizî'nin rivayetine göre Rumların, İranlılara galip gelmesi "Bedir"
günü olmuştur. Fakat galibiyetin geniş bir şekilde açıklanması,
Hudeybiye sıralarında bilinebildiği ve Hz. Ebu Bekir de develeri
Übeyy'in kendisinden değil, sonra vârislerinden aldığı için bazıları bu
ferah gününü, Hudeybiye günü sanmışlardır. Hindli Süleyman Nedevî
efendi, Asrı Saadet tarihinde bunu şöyle tesbit etmiştir: "Resul-i
Ekrem'in işareti gereğince dokuz yıl sonra peygamberin bu haberi
gerçekleşmiş ve onun gerçekleşmesi "Bedir" zaferinin elde edilmesine
rastlamıştır." Bazılarına göre bu haber, hicretin altıncı yılında
Hudeybiye antlaşması esnasında gerçekleşmiştir. Fakat bu doğru
değildir. Bu anlayış hatasının sebebi şudur: Sahihi Buhari'nin
açıkladığına göre Hz. Peygamber'in Hirakl'e gönderdiği mektubu taşıyan
elçi, Suriye'ye ulaştığı zaman Hirakl, zaferini kutluyordu. Bu elçi,
Hudeybiye andlaşması sıralarında gönderildiği için birçokları Hirakl'in
o sıralarda zafer kazandığını zannetmişlerdir. Habuki, Hirakl, zaferi
çoktan kazanmış ve onu kutlamak için Suriye'ye gelmiş bulunuyordu. Roma
takvimine göre Hz. Muhammed'in peygamberliği, 609 yılında meydana
gelmiş, doğu Roma ile İran arasındaki düşmanlık, 610'da başlamış, 13-14
yılları savaş içinde geçmiş, 616'da, Romalılar yenilmişler, 622'de
karşı harekete geçmişler, 623'de galibiyete başlayarak 625'te kesin
zaferi elde etmişlerdir. Yenilginin başlangıcıyla galibiyetin
başlangıcı arasında dokuz yıl geçmiş olduğu gibi, kesin yenilgi ile
kesin galibiyet arasındaki müddet de dokuz yıldan ibaret bulunuyor.
Peygamberimizin
hicreti, peygamberliğin on üçüncü yılı olduğu için (623) hicretin
ikinci yılına rastlamış olur ki, "Bedir" de o yıldır. Demek ki, Rumlar,
yenilgilerinin yedinci, savaşın ikinci yılı galib gelmeye başlamışlar
ve onlar galib gelmeye başladığı sıralarda müslümanlar da "Bedir" günü
müşriklere galib gelerek sevinmişlerdir. Bununla beraber savaş iki yıl
daha devam etmiş, bu müddetle Rumlar, İranlıların işgal ettikleri bütün
vilayetleri kurtararak düşmanlarını Dicle ve Fırat'ın gerilerine
atmışlardır. Böylece tam dokuz yıl ve üç yıl sonunda kesin üstünlük
tamam olarak "Birkaç yıl içinde galib gelecekler." haberi her yönüyle
gerçekleşmiştir. Şu halde bundan dokuz yıl önce, yani hicretten yedi
yıl önce, peygamberliğin yedinci yılı Kur'ân, bu haberi verirken açıkça
dokuz yıl da demeyip "Birkaç yıl" diye bir çeşit kapalılıkla ifade
etmesinde de olaya uygunluk bakımından derin ve kapsamlı bir belağat ve
geniş bir anlam varmış. Çünkü "bıd-ı sinin" (birkaç yıl) demekle hem
galibiyet süresi olan üç yıla, hem yenilgi sonundan "Bedir"e rastlayan
ilk galibiyete kadar olan yedi yıla, hem de kesin galibiyet süresi olan
dokuz yıla uygun düşebilecek bir işaret vermiş bulunuyor ki, bunlardan
birisi açıkça ifade edilseydi olayın bütün safhaları gösterilmiş olmaz
ve dolayısıyla bu kapsamlı icaz tarzı bulunmazdı. Bir de bu açıklamadan
asıl maksat, Rumların galibiyetinden çok, müminlerin ilâhî yardım ile
sevinecekleri günün tarihini tesbit etmek olduğuna işaret edilmiş
oluyor. Çünkü "birkaç yıl" kapalı olmakla beraber galibiyetin
gerçekleşmesine bağlı olan "o gün" belirlidir. Bu bakımdan âyetin bu
sevinç gününü gösteren mucizesi, Rumların galibiyetini haber veren
mucizesinden daha şanlıdır.
5-Böyle iken
birçoklarının bundan habersiz olmaları ne kadar üzücüdür! Evet
buyuruluyor ki: "Rumlar, yenilgilerinin arkasından birkaç yıl içinde
galib gelecekler, önünde de sonunda da emir Allah'ındır. Onlar galib
geldikleri sırada müminler de Allah'ın yardımıyla sevinecekler." Bu
nasıl olur demeyin. O kimi dilerse yardım eder, dilediğini muzaffer
kılar. Yani O'nun yardımı sebeplere bağlı değil, sebepler O'nun
iradesine bağlıdır. Dün İranlıları galib kılmış iken, yarın Rumları
galib kılar. Bir de bakarsın hiç ümit edilmedik bir zamanda, tutar
hiçbir kuvvetleri yok zannedilen müminleri hepsine karşı galib ve
muzaffer kılar. Ve aziz O'dur. Rahîm O'dur. Hiç mağlup olma ihtimali
bulunmayan izzet (güç, kuvvet) sahibi ancak O'dur. Tek rahmet edici
olan da O'dur. Onun için de bir zaman olur, mağlubları galib kılar,
müminleri sonunda zafere erdirir.
6- Allah'ın
vaadi. Bu anlatılan galibiyet ve yardım, öyle bir vaaddir ki, onu Allah
Teâlâ vaad buyurdu. Allah, vaadinden caymaz. Dolayısıyla bunlar mutlaka
gerçekleşecektir. Burada açık olarak iki vaad var. Birisi Rumların,
mağlubiyetlerinden sonra galib gelecekleri; birisi de müminlerin,
Allah'ın yardımı ile sevinecekleridir. Bu iki vaad, çok geçmeden
gerçekleşti. Ebu Bekir (r.a.) bahsi kazandı. Bu şekilde bunun Hz.
Muhammed'in peygamberliğini ispat eden ilâhî bir âyet, bir mucize
olduğu ortaya çıktı. Bu yüzden birçoklarına hidayet yetişti, müslüman
oldular. İnişi daha önce iken böylece mucizeliğinin gerçekleşip ortaya
çıkışı daha sonra olması dolayısıyla, tertipte öbür sûreden sonraya
konuldu. Orada "O'na Rabbi tarafından âyetler (mucizeler) indirilmeli
değil miydi?" (Ankebût, 29/50) diye mucize isteyenlere karşı
"Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmiş olmamız onlara
yetmiyor mu? Şüphesiz ki bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir
öğüt vardır." (Ankebût, 29/51) buyurulmakla buna işaret de olunmuştur.
Şu halde bu iki açık vaad arasında "Önünde de sonunda da emir
Allah'ındır." ifadesiyle anlatılan diğer bir vaad daha vardır ki,
Rumların, İranlılara galib geldikten sonra ilerde müslümanlara
yenileceklerine işaret eder. Nitekim baştaki malum, mechul sigasıyla
okunduğu takdirde Ebu Said el-Hudrî ve diğerlerinde rivayet edilen şâz
kırâete göre: "Rumlar galib geldi, fakat onlar, bu galibiyetlerinden
sonra ilerde mağlub olacaklar." diye doğrudan doğruya bu mânâ açıkça
ifade edilmiş olur. Bu ise öncekilerden daha uzak ve geleceğe ait
olması bakımından daha önemli olan bir mucizedir. Fakat öbürleri gibi
Hz. Peygamberin zamanında ortaya çıkmayıp, sonra gerçekleşeceğinden
âyette işaretle gösterilip, peygamber tarafından açıklanmıştır.
Gerçekten İranlılara galib gelen Hirakl'in kendi hayatında Rum
orduları, Hz. Ebu Bekir'in halifeliği zamanındaki Yermük savaşından
itibaren İslâm mücahitleri karşısında yenilmeye başlayarak, Hz. Ömer
zamanındaki Şam fetihlerinden tâ İstanbul'un fethine kadar devam etmiş
ve böylece bu mucize de tam olarak gerçekleşip ortaya çıkmıştır.
Bir de
Ebu
Hayyan, el-Bahru'l-Muhit isimli tefsirinde şunu kaydetmiştir: Şeyh
üstaz Ebu Cafer b. Zübeyr anlatırdı ki, Ebu'l-Hakem b. Berrecan,
müslümanların Beyt-i Makdis'i (Kudüs'ü) fethedeceklerini ilâhî sözünden
zaman ve günü belli olarak çıkarmıştı. Ve İbnü Berrecan kendisi fetih
için tayin ettiği zamandan önce vefat etti. Vefatından bir zaman sonra
da müslümanlar onun tayin ettiği zamanda Kudüs'ü fethettiler. Anılan
Ebu Cafer, bu Ebu'l-Hakem b. Berrecan'ın, Allah'ın kitabından çıkararak
gayb olaylarına dair birtakım şeylere vâkıf olduğuna inanırdı."
Muhyiddin Arabî de bu Kudüs fethi hakkındaki istihracdan (âyetlerden
hüküm çıkarma işinden) bahsetmiştir. Demek olur ki, âyette ancak
Allah'ın dostlarına açıklanan daha başka işaretler de vardır.
Alûsî,
tefsirinde de der ki: "Muhyiddin Arabî, Irakî ve diğerleri gibi irfan
sahiplerinin, Kur'ân'ı Kerim'den gayba ait bilgiler çıkardıkları
meşhurdur". Bu, birtakım hesap kaideleri ve harflerin amelleri üzerine
kurulmuştur ki, onlara dair seleften bir şey gelmemiştir. Hz. Ali
(k.v.)'ye: "Resulullah size başkalarından gizlediği bir sır söyledi
mi?" diye sorulmuştu. Dedi ki: "Hayır, ancak Allah Teâlâ'nın bir kuluna
kitabında bir anlayış vermiş olması müstesna." Fakat insanların çoğu
bilmezler. Yani bunların Allah vaadi olduğunu ve Allah'ın vaadinin
mutlaka yerine geleceğini bilmezler.
7- Sadece dünya
hayatından bir dış görünüş bilirler. Bugün kim galib gelir, ne yüze
çıkarsa; ona bakar, onu bilirler. Onlar, ahiretten ise hep gafildirler.
Bu dünyanın sonunun nereye varacağını düşünmez, ilerisinin ne
olacağının farkında olmazlar.
8- Ve kendi
nefislerinde (içlerinde) hiç düşünmediler de mi? Yani niye ilerisini
düşünmüyorlar? Bu dünya hayatının gelip geçici olduğuna ve bunun bir
sonu, gerçek ve değişmez bir ahireti bulunduğuna bütün gökler ve yer
delâlet edip dururken kendi kendilerine vicdanlarında, yahut kendi
nefisleri hakkında niye bir düşünüp de bilmiyorlar ki, Allah, o gökleri
ve yeri ve ikisinin arasındakileri başka türlü değil. Ancak hak ile ve
müsemmâ bir ecel, -yani belirli bir süre ile- yaratmıştır. Yani aşağıda
ve yukarıda ve bütün bunların aralarında bulunan kâinattan hepsinin bir
ömrü, belirli bir süre ile bir eceli, bir sonu vardır. Bununla beraber
hiçbiri boşuna yaratılmamış, herbiri sabit ve bâki bir Hakk'a delâlet
etmek üzere gerçek bir yön, gerçek bir hikmetle yaratılmıştır.
Onun
için hepsi
"Allah'tan başka her şey helâk olacaktır." (Kasas, 28/88) âyetinin
ifadesince bu dünyanın fani (geçici) olup, sonunda Allah'ın huzuruna
gidilen bir ahiret bulunduğunu anlatmaktadır.
Bununla
beraber
insanlardan birçoğu herhalde Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler.
Yani birçokları yalnız ahiretten, düşünceden gafil olmakla kalmazlar da
kendilerini yaratıp yetiştiren Hakk'ın buyruğuna gidilip, mükafat ve
cezaya erileceğini kesinlikle inkâr bile ederler. Ya dünyayı ebedî imiş
gibi kabul ederler, yahut ta bütün yaratılış, hikmetsiz, gayesiz,
batılmış gibi her şeyin fani olup, sonunda boşa gittiğini ve
dolayısıyla insanın sonunun da bir ölümle hiç olup bittiğini iddia
ederler. Rablerinin cemal ve celâline (sevab ve cezasına) ermeyi
tanımaz, küfrederler.
9- Ve o
yeryüzünde bir gezmediler mi? O kâfirler bir gezip de baksalar nasıl
olmuş kendilerinden öncekilerin sonu? Kendilerinden önce inkâr eden Âd,
Semûd gibi yıkılıp gitmiş kavimlerin sonu. Onlar kuvvetçe kendilerinden
daha şiddetliydiler ve toprağı aktarmışlar; ekin ekmek veya su, maden
çıkarmak için toprağın altını üstüne çevirmişler. Ve onu kendilerinin
imarından dah çok imar etmişlerdi. Peygamberleri de kenilerine
delillerle, açık bürhanlar, mucizelerle gelmişlerdi, yani onlara
inanmadılar da helâk olup yıkıldılar. Demek ki Allah onlara
zulmetmiyordu. Suçsuz helâk etmiyordu. Buna zulüm denilmesi, Allah
Teâlâ'nın son derece nezih olduğunu ortaya koyup açıklamak içindir.
Yoksa Allah suçsuz da helâk etse gerçekte yine zulüm olmazdı. Çünkü
Allah (c.c.) gerçek mâliktir. Mâlikin mülkünde dilediğini yapması zulüm
olmaz. Zulüm, başkasının haklarına saldırmayı ifade eder. Ve fakat
onlar, kendilerine zulmediyorlardı.
10-Çünkü
Allah'ın hikmetine göre, toplumlarının ve kendilerinin helâkini
gerektiren günahları kendi istekleriyle işliyorlardı. Sonra o kötülük
yapanların sonu ne fena oldu! Sonların en kötüsü, en kötü ceza olan
cehennem azâbıdır. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini yalan saydılar. Ve
onlarla eğleniyorlardı.
11-17 Allah'a
karşı uydurup ortak koştukları mabudlar. Ravza, aslında sulu,
yeşillikli güzel bostan demek olup, burada maksat, cennet bahçelerinden
bir bahçedir. Hazır bulundurulacaklar
İHZAR:
Suçluyu
yakalayıp zorla mahkeme huzuruna getirmektir.
O
halde tesbih
Allah'ındır. (onu tesbih etmelidir). Madem ki ilerisi öyledir, o saat
gelip çatacaktır. O gün o ümitsizlik ve azab içinde hazır
bulundurulmaktan kurtulup, bir bahçede neşelenebilmek için şimdi
Allah'a tesbih ediniz. Her şey değiştiği halde kendisi yokluk ve
eksiklikten uzak, değişip bozulmaktan münezzeh, tek zatı ile ebedî
Sübhan olan Allah Teâlâ'yı şirk ve eksiklik şüphelerinden tenzih
ediniz.
TENZİH:
Ya
yalnız kalb ile olur; kesin itikat veya onunla beraber dil ile olur;
duyulacak şekilde söylemek; yahut bunlarla beraber bir de özel fiil ve
davranışlarla olur ki, bu da salih ameldir. Birincisi asıl, ikincisi
onun meyvesi, üçüncüsü de ikincinin meyvesidir. Çünkü insan, kalbinden
bir şeye itikad edince o dilinden meydana çıkar, söylediği zaman da
doğruluğu, durum ve davranışlarından belli olur. Dil, kalbin tercümanı,
amel de dilin delilidir. Rükünlerin fiilleri ise hem dil ile zikri, hem
kalb ile niyeti içine alan namazdır. Onun için namaz hem zikirdir, hem
bir tenzih ve tesbihtir. Şu halde tesbih denince, her çeşidini içerirse
de mutlak (kayıtsız) ifade, mükemmele yorumlanacağına göre ilk önce
namaza yorumlanır.
Onun
için burada
beş vakit namaz saatleri özetlenmiştir ki, zamanın âhirete doğru
akışını gösteren en önemli değişme anlamlarını takib eden bereketli
saatlerdi. Önce makam, korkutma ve uyarma makamı olması itibariyla
geceye doğru o zaman ki akşamlarsınız. Bu iki vakti içine alır. Birisi,
güneşin batışını takib eden mağrib (yani birinci ışâ denilen) akşam
namazı vakti ki, şafak denilen kızıllık veya beyazlık kaybolana kadar.
İkincisi, şafakın kaybolmasını takib eden son ışâ, yani yatsı namazı
vakti fecre (imsak vaktine) kadar. Üçüncüsü ve o zaman ki
sabahlarsınız. Fecr-i sadıktan, yani tan yerinin ağarmasından güneş
doğana kadar. O ne güzel zaman ve ne güzel nimet!
18- Göklerde ve
yerde ve ikindileyin hamdde O'nundur.
AŞİY:
Akşam üstü
demek olduğuna göre ikindi vaktini asr-ı sâni olması gerekir. Hem de o
zaman ki, öğlen edersiniz. Bu ikisi ile tam beş vakit olmuş olur.
Burada öğlenin sonraya bırakılması, fâsılaya (âyet sonlarındaki uyuma)
riayet için denilmiş ise de inzar (uyarma) nüktesiyle akşamın önce
zikredilmesindeki tekabüle (karşılık olmaya) riayet için ikindinin
"aşiy" terimiyle öne alınmış olması makama daha uygundur. 1
19- Ölüden diri
çıkarır. Gıdadan hayvan, yumurtadan civciv, nutfeden (spermadan) insan,
câhilden âlim, kâfirden mümin gibi ki, uyuyandan uyanık da öyledir. Ve
bu münasebetle anlatılmıştır ve aksine ve diriden ölü çıkarır. Bunun
örneği çoktur ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir. Güzden sonra
bahara bak işte siz de öyle çıkarılacaksınız. Bu noktada tabiatçılık
hatasına düşülmemesi için, tabiatlar üzerinde hakim olan Allah
Teâlâ'nın kudretinin delillerinden bazıları hatırlatılarak buyuruluyor
ki:
20- Ve O'nun
âyetlerindendir. Yukarki haberler gibi şu da Allah'ın ulûhiyetinin
delillerinden, eşyanın tabiata mahkum olmayıp, tabiatlar üzerinde hâkim
ve onun için ölümden sonra diriltmeye de kâdir bulunduğuna işaret eden
alâmetlerdendir. Ki, sizleri bir topraktan yaratmış, yeryüzünde hiç
insan yok iken, onu bulunduğu durumda bırakmayıp kuru toprağa hayat
vererek ifadesince çamurdan, bir sülâleden (süzülmüş bir çamurdan) siz
insan cinsini yaratması ki, eğer o tabiata mahkum olsaydı, cansız
toprağa o değişikliği vermesi mümkün olmazdı. Önce bir insan hücresi
yaratılamayacağı gibi, bugün de bir insan gıdası yapılamazdı. Halbuki
yaratılmış. Sonra da şimdi siz bir insansınız, yeryüzüne dağılıp
duruyorsunuz, derisi çıplak, zarif bir yaratık olarak üreyip, çoğalıp
yayılıyorsunuz. Bir kara toprağın bu derece gelişip olgunluğu
erdirtirilmesi, işte yüce yaratıcının Rabliğini ve ölüleri diriltmeye
kudretini gösteren delillerindendir. Yine O'nun âyetlerinden,
ilâhlığının lütuflarını gösteren delillerinden ki sizin için
nefislerinizden, yani maymun veya diğer bir hayvandan değil, kendi
özlerinizden, aynı insan, beşer cinsinden eşler yaratmış kendilerine
ısınasınız, meyledip yakınlık kurasınız diye. Çünkü cinsiyet
koklaşmaya, farklılık ürküntüye sebep olur. İnsan eşini başka hayvandan
aramak zorunda kalsaydı, ne kötü olurdu! Hem aranıza bir sevgi ve
merhamet koymuş; evlenme vasıtasıyla öyle insanî bir seviş ve esirgeyiş
ki, hayvanlar gibi kızışma zamanlarına mahsus değil, hatta yalnız
karı-koca arasında değil, genel olarak siz insanlar arasında bir sevgi
ve merhamet duygusu yapmıştır. Şüphesiz ki onda, nefislerinizden eşler
yaratıp aranıza sevgi ve merhamet bırakmakta, âyetler vardır. Sadece
bir âyet değil, birçok âyetler, Allah Teâlâ'nın tabiatları yaratıp,
değiştirip, kemale erdiren kudretiyle beraber, rahmetine ve özellikle
insanlar hakkındaki Rahman olan Allah'ın yardımına ve Rabbanî
hükümlerine de delâlet eden deliller vardır. Düşünecek bir kavim için,
yani bu âyet, çok düşünülecek bir âyettir. Hem sadece ferdin düşünmesi
yeterli değil, bütün kavim düşünmelidir. Düşünecek bir kavim için insan
yaratılışının bu âyetinde öyle hikmetler, delâletler vardır ki,
insanlığın nasıl yüksek bir ahlâk ve sevimli bir medeniyete hazır ve ne
kadar mutlu bir hayat ve nimete aday olarak yaratıldığını ve bu hayatın
bir rüknü olan kadının düşüş ve zilletten korunması için, sevgi ve
esirgeme hisleriyle nasıl bir sosyal düzen takib etmek gerektiğini
gösterir.
21- Ve O'nun
âyetlerindendir. Yukarki haberler gibi şu da Allah'ın ulûhiyetinin
delillerinden, eşyanın tabiata mahkum olmayıp, tabiatlar üzerinde hâkim
ve onun için ölümden sonra diriltmeye de kâdir bulunduğuna işaret eden
alâmetlerdendir. Ki, sizleri bir topraktan yaratmış, yeryüzünde hiç
insan yok iken, onu bulunduğu durumda bırakmayıp kuru toprağa hayat
vererek ifadesince çamurdan, bir sülâleden (süzülmüş bir çamurdan) siz
insan cinsini yaratması ki, eğer o tabiata mahkum olsaydı, cansız
toprağa o değişikliği vermesi mümkün olmazdı. Önce bir insan hücresi
yaratılamayacağı gibi, bugün de bir insan gıdası yapılamazdı. Halbuki
yaratılmış. Sonra da şimdi siz bir insansınız, yeryüzüne dağılıp
duruyorsunuz, derisi çıplak, zarif bir yaratık olarak üreyip, çoğalıp
yayılıyorsunuz. Bir kara toprağın bu derece gelişip olgunluğu
erdirtirilmesi, işte yüce yaratıcının Rabliğini ve ölüleri diriltmeye
kudretini gösteren delillerindendir. Yine O'nun âyetlerinden,
ilâhlığının lütuflarını gösteren delillerinden ki sizin için
nefislerinizden, yani maymun veya diğer bir hayvandan değil, kendi
özlerinizden, aynı insan, beşer cinsinden eşler yaratmış kendilerine
ısınasınız, meyledip yakınlık kurasınız diye. Çünkü cinsiyet
koklaşmaya, farklılık ürküntüye sebep olur. İnsan eşini başka hayvandan
aramak zorunda kalsaydı, ne kötü olurdu! Hem aranıza bir sevgi ve
merhamet koymuş; evlenme vasıtasıyla öyle insanî bir seviş ve esirgeyiş
ki, hayvanlar gibi kızışma zamanlarına mahsus değil, hatta yalnız
karı-koca arasında değil, genel olarak siz insanlar arasında bir sevgi
ve merhamet duygusu yapmıştır. Şüphesiz ki onda, nefislerinizden eşler
yaratıp aranıza sevgi ve merhamet bırakmakta, âyetler vardır. Sadece
bir âyet değil, birçok âyetler, Allah Teâlâ'nın tabiatları yaratıp,
değiştirip, kemale erdiren kudretiyle beraber, rahmetine ve özellikle
insanlar hakkındaki Rahman olan Allah'ın yardımına ve Rabbanî
hükümlerine de delâlet eden deliller vardır. Düşünecek bir kavim için,
yani bu âyet, çok düşünülecek bir âyettir. Hem sadece ferdin düşünmesi
yeterli değil, bütün kavim düşünmelidir. Düşünecek bir kavim için insan
yaratılışının bu âyetinde öyle hikmetler, delâletler vardır ki,
insanlığın nasıl yüksek bir ahlâk ve sevimli bir medeniyete hazır ve ne
kadar mutlu bir hayat ve nimete aday olarak yaratıldığını ve bu hayatın
bir rüknü olan kadının düşüş ve zilletten korunması için, sevgi ve
esirgeme hisleriyle nasıl bir sosyal düzen takib etmek gerektiğini
gösterir.
22-Yine O'nun
âyetlerindendir, göklerin ve yerin yaratılışı ki, iki bakımdan Allah'ın
varlık ve sıfatının delillerindendir.
Birincisi:
Maddenin böyle çeşitli cisimlerle yükseklere ve alçaklara ayrılarak
tabiatın aslında çeşitlilik meydana getirilmesi, kendi kendine
birbirini takibeden kanundan başka birşey olmaması gereken tabiatın
üstünde hâkim olan yüce yaratıcının kudretini gösterir.
İkincisi:
Göklerin ve yerin yaratılışında öyle yüksek bir sanat vardır ki, her
noktası onu yaratan Allah'ın ilim ve iradesiyle sıfatının
mükemmelliğini gösterir.
Ve
dillerinizin,
benizlerinizin (renklerinizin) değişmesi "dillerin değişmesi" deyimi,
genellikle lügatların çokluğundan, lehçe ve şive gibi özel söyleyiş
biçimlerinin farklılığına kadar hepsi için doğru olabilir. Arab'ın dili
başka, Acem'in dili başka, Türk'ün dili başka, Rum'un dili başka,
Freng'in dili başka... Her milletin dili başka başka olduğu gibi, aynı
millette çeşitli kabilelerin, grupların da dillerinde başkalık vardır.
Mesela Yemenlininki ile Necidlininkinin farkı olur. Hatta her şahsın
bile dili diğerlerinden ayırt edilir. Renk, beniz de böyledir. Kiminin
beyaz, kiminin siyah, kiminin sarı, kiminin kırmızı olduğu gibi, her
şahsın benzinde bile diğerlerine göre bir özellik hissedilebilir. Sonra
söylenen söze göre de renklerin bir değişmesi vardır. Şüphesiz ki
bunda, bu yaratma ve farklılıkta, bilgisi olanlar için âyetler
(deliller) vardır. İlim temyiz ifade eder. Temyiz ve temayüz de ayrılma
ve farklıkla olur. Buna işaret için burada "âlimîn" bilgisi olanlar
için buyurulmuştur. Böylece ilim ehli olan âlimler bilirler ki; ilk
olarak, bütün bu çeşitlilik ve farklılık, tabiatın akışını değiştirerek
farklı tabiatlar yaratan Allah Teâlâ'nın kudretini gösterir. Ve bütün
bu değişiklik içinde hepsinin düzenini koruyup idare etmesi de ilim ve
sanatındaki kemal (olgunluk) ve hikmetini gösterir. İkinci olarak,
demek ki, dillerin ve renklerin değişmesinde hikmet vardır. Ve bu
hikmetlerden birisi de "Biz sizi birbirinizle tanışasınız diye
milletlere ve kabilelere ayırdık.." (Hucurat, 49/13) buyurulduğu üzere
gelişip yayılma içinde tanışmadır. Böyle çeşitli dilleri ve ırkları
içine alan bir toplum meydana getirebilmek de ancak ilimle mümkün
olabilir. Demek ki bir insan ne kadar çok dil bilirse Allah Teâlâ'nın
âyetleri hakkında o kadar çok bilgi edinmiş olacaktır. Ve demek ki,
insanların simalarını bilmek de dilleri bilmek gibi önemli
ilimlerdendir.
23-24- Yine
gecede ve gündüzde uyumanız da O'nun âyetlerindendir. Uyuyup
dinlenmeniz ve lütfundan nasib aramanız; sanat ve ticaret gibi
sebeplerden birine teşebbüsle Allah'ın lütuf ve fazlından rızık
istemeniz; gerek uyku, gerek kazanma ikisi de Allah'ın nimetidir.
Uykunun nasıl büyük bir nimet olduğunu, uykusuz kalanlardan dinlemeli,
çalışabilmenin ne büyük bir nimet olduğunu da işsiz güçsüz kalanlardan
bir sormalı, görülüyor ki, burada uyku, rızık aramadan önce
söylenmiştir. Çünkü çalışmak için dinlenmeye ihtiyaç vardır. Bir de
istirahat, kendisi için doğrudan arzu edilen bir şeydir, isteyip aramak
ise ihtiyaç dolayısıyladır. Sonra "O'nun lütfundan" buyurulmuş ve
bununla şu nükteler açıklanmıştır:
1-
Çalışmalı,
fakat kısmet olan nasibi kendinden bilmemeli, Allah'ın lütfundan
bilmelidir.
2-
İnsan her gün
bir kâr ve gelişme aramalıdır. Çünkü "fadl" (Allah'ın lütfu) fazla, çok
demektir. Ticaret de kâr kazanmaktır. Nitekim "iki günü eşit olan
ziyanda" demektir.
3-
Aramak, Allah
Teâlâ'nın lütfunu sezmek, ummaktır. Ve hatta çalışıp arayabilmenin
kendisi bile Allah'ın lütfundandır.
Şüphesiz
ki
bunda, bu uyumda ve aramada kulağı olan bir kavim çok âyetler vardır.
Uykuda olsa uyanır, tekrar dirilmeye inanır. Uyuyan kimse en çok
kulaktan uyanacağı gibi, talep ve araştırmada bulunan kimselerin de ilk
işleri etrafı dinlemek, istihbarattan yararlanmak olacağı için burada
buyurulmuştur. Diller bilindikten sonra, kulak verip dinlemek de
gerçekten uygun olur.
25- Yine O'nun
âyetlerindendir ki size hem korku ve hem umut için şimşek gösterir. Hem
celâl sıfatı vardır, hem cemal; bazen bir olayda iki zıt tesiri birden
yaratarak ikisini birden tecelli ettirir. Hem korkutur, hem
ümitlendirir. Meselâ size şimşek gösterir. Göstermek aslında O'nun
âyetlerinden (kudretinin delillerinden) biridir. Bununla beraber şimşek
gösterir ki, onunla korku ve ümit, iki zıt duyguyu birden telkin eder.
Korku yıldırım, ümit rahmet ümididir. O ümit gerçekleşir mi?
Ve
gökten bir su
indirir de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltir. Şüphesiz ki bunda
aklı olan bir kavim için âyetler (ibretler) vardır. Aklı ola, çok
düşünmeye ihtiyaç kalmadan bir sezgi ile anlar ki, bunu yapan, ölüleri
diriltmeye de k âdirdir. Ölmüş bir kavim de bir şimşek parıltısı
arasında gökten inen su gibi, bir hayat neşesiyle diriliverir. Ve
dolayısıyla hem O'nun azabından, yıldırımından korkmalı, gururlu
olmamalı, hem de rahmetine özlem ve ümit ile sarılmalı, ümitsiz
olmamalıdır.
Yine
O'nun
âyetlerindendir. Göğün ve yerin O'nun emriyle durması. Yani varlık
âleminde bulunması, hep O'nun "kün" (ol) emriyledir. Çekim ve denge
kanunları hep O'nun emrinden ibarettir. Sonra sizi bir çağırışla
çağırdığı zaman yerden derhal siz çıkarsınız. Kabirlerden çıkar,
mahşere koşarsınız. Burada İslâm mücahidlerinin çıkışına da bir işaret
vardır.
26- Hem göklerde
ve yerde kim varsa, hep O'nundur; O'nun mülküdür. Hep O'na boyun
eğmişlerdir. Yani gönlüyle itaat etmek istemeyen kâfirler bile
istemeyerek de olsa sonunda O'na boyun eğmek zorunda kalırlar. Kesin
hükmüne karşı gelemezler.
27- Ve işte
O'dur o yaratmayı ilkin yapan, sonra onu döndürüp tekrar yapacak olan
ki o, O'na daha kolaydır. Yani yeniden yapmak, ilkin yapmaktan daha
kolaydır. Çünkü normal olarak bakıldığı zaman, önceki tabiatın aksine
iken, ikincisi tabii olmuş olur. Göklerde ve yerde en yüksek şeref ve
şan da O'nundur. Tam kudret, sonsuz hikmet, yaratıcılık, ilâhlık gibi
en yüksek nitelikler ancak O'nundur. "Kendisinden başka hiçbir ilâh
olmayandır."
Ve O
öyle aziz,
öyle hakimdir. Öyle yüksek, şanına yetişmek ihtimali olmayan güçlü ve
yaptığını hikmet ve menfaat ile sağlam yapan hakimdir.
28- O size kendi
nefislerinizden bir misal vermiştir. Bu misal, şirkin batıl oluşunu
açıkça göstermek içindir. Yani bir malike, mülkünden ortak varsaymak
bir çelişkidir, batıldır. Bunu kendinizden bir pay biçerek zorunlu bir
şekilde anlayabilirsiniz. Hiç sizin köleniz, uşağınız, hayvanınız,
haşeratınız (zararlı hayvanlar) gibi elleriniz altında sahibi
bulunduğunuz şeyler, Allah'ın size bahşettiği mülkünüzde (mal
varlığınızda) sizin ortağınız, denginiz olur da mal olan şeyler,
sahibine eşit olabilir mi? olamaz değil mi? Halbuki sizin mal
varlığınız Allah'ın vergisi, onlara sahip oluşunuz da sonradan olma ve
gelip geçicidir. Bütün varlıklara, var etme yoluyla sahip bulunan Allah
Teâlâ'nın ise, malik oluşu sonsuz ve O'nun mülkünden çıkmak
imkansızdır. Allah Teâlâ bu gerçekleri böyle ayırt edip anlatmıştır.
Şimdi sizin mal varlığınızdan biri size ortak olamazken Allah Teâlâ'nın
mülkünden, yaratıklarından, kullarından kendisine ortak nasıl olabilir?
29- Fakat o
zulmedenler, yani o haksızlığı yapıp Allah'a ortak koşanlar, bilgisizce
hevalarına tabi oldular.
HEVA:
Nefsin
şehvetlere meyli demektir ki, keyif de denir. Burada "bilgisizce"
kaydından anlaşılıyor ki, heva iki kısımdır: Birisi ilme uygun olan,
birisi de olmayandır. İlme uygun olan heva, Hakk'ın nazarında yaratılış
gayesine uygun düşen meyillerdir. Çünkü şehvetlerin yaratılışı da
boşuna değil, onlar insanları yaratılışlarının gayesine erdirmek için
Allah tarafından birer yönlendirici ve sebebtir. Ancak şeytanî olan
insan zekası, onu gayesinden çevirerek ilmin zıddına olarak sırf zevk
için boşuna da israf eder. Mesela iffetli olmak ve çoğalmak niyetiyle
evlenme arzusu, yaratılış gayesine uygun ve dolayısıyla ilme mutabık
bir meyildir. Zina ve gayrı meşru münasebet meyli ise ilme aykırı
sadece bir hevadır. Çoğunlukla da heva böyle şeylere denir. Ve işte
müşrikler bir şey bildiklerinden dolayı değil, ilme uymayan hevaları
ardında koştuklarından dolayı, kendilerini heveslere esir ederek
haksızlıkla, zalimlikle şirke saptılar. Maliki milkine ortak etmek,
eşit tutmak haksızlığıyla Allah'a milkinden, yaratıklarından ortaklar
uydurarak onlara taptılar. Onları, kendilerinin malikiymiş gibi
tuttular da hürriyetlerini onlara verdiler. Artık Allah'ın şaşırdığını
kim yola getirir? Önce hevalarına uyma, kendi fiilleri olarak
gösterilmiş, kendilerine nispet edilmiş iken burada şaşırmak, saptırmak
Allah'a isnad edilmiştir. Çünkü onlarda o hevaları yaratan Allah Teâlâ
olduğu gibi, arzularına göre sapıklığı, şaşkınlığı yaratan da O'dur. Bu
sapıklığa düşürme de kalplerin mühürlenip kapanma derecesine gelmiş
bulunursa hiçbir şekilde hidayet ihtimali kalmaz.
Şu
halde burada
şaşırıp saptırmaktan maksat, kalbleri mühürleyecek derecede kesin
dalalet (sapıklık) demek olur. Bakara Sûresi'nde "Allah onların
kalblerini mühürledi." (Bakara, 2/7 âyetine bkz.) Onlara yardımcılardan
eser de yoktur. Yola gelmesi ihtimali kalmamış olan o zalimleri ne
dünyada o şaşkınlığından, ne de âhirette onun gereği olan azabdan
kurtaracak hiçbir yardımcı da yoktur. Yani o taptıkları şeylerin
kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
30- O halde,
yani şirk, öyle batıl, malike milkinde yine milkinden ortak varsaymak
gibi nefislerinizde caiz göremeyeceğiniz bir çelişki, büyük bir
haksızlık, Allah'ın genişçe açıkladığı âyetlere, ilim fıtratına, aykırı
hevese bağlı bir sapıklık ve sonunda kurtuluş da imkânsız olunca Sen
yüzünü hanif olarak (tek Allah'a yönelerek) dine çevirir.
HANİF:
"Hanef"
masdarından bir sıfattır. Lûgatta hanef ise sapıklıktan istikamete,
çarpıklıktan doğruluğa meyildir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan
haksızlığa meyletmeye "cim" ile cenef denir. Şu halde hanifin asıl
anlamı, eğriliği bırakıp doğrusuna giden demektir. Bu mânâ ile örfte
İbrahim milletine isim olmuştur ki, başka dinlerden, batıl mabudlardan
çekinip, yalnız bir Allah'a eğilen, Allah'ı bir bilen demektir. "Şirk
koşmaksızın tek Allah'a inananlardır." (Hac, 22/31)
Demek
ki
buradaki "hanîfen"; ötedeki şirkin, ilimsiz olarak hevaya tabi olmanın
tam zıddı olan hakka meyli, doğruluğu, tevhidi ifade etmektedir. Ve
mânâ şu olur: Sen yüzünü dine öyle tut, öyle tam yönel ki, o
eğriliklerden, o bozuk hevalardan, batıl meyillerden sakınıp yalnız
hakka meylederek dosdoğru Allah fıtratına, -dine veya hanifliği
açıklamadır yani fıtrat olan (yaratılışa uygun düşen) Allah'ın dinine,
Allah'ın o fıtratına, o yaratışına sarıl ki insanları onun üzerine
yaratmıştır. Hepsi yaratılış sözleşmesinde "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" (A'raf, 7/172) hitabına "bela" (evet Rabbimizsin) demiştir.
İnsan olarak yaratılmayı kabul etmekle yaratanın Rabliğine şahit olmaya
söz vermiştir. Yaratılışın yaratanına delaleti tabiî (doğal) olduğu
için her insanın yaratılışında, kendisine dair bilincinin aslında,
vicdanının derinliğinde bir hak duygusu, Allah'ı tanıma gizlidir. Onun
içindir ki, başlarının son derece sıkıldığı zaruret zamanlarında inatçı
kâfirler bile, derinden derine yaratana bir sığınma hissi duyarlar.
Nitekim "İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine dua ederler."
(Rûm, 30/33) âyetiyle bu hatırlatılacaktır.
FITRAT
kelimesi
hakkında yukarılarda bazı açıklamalar geçmişti. Burada da şunu
hatırlatalım ki, fıtrat, ilk yaratmak demek olan den "masdar bina-i
nevi" olarak yaratılışın ilk tarz ve şeklini ifade eder. Burada
"insanları onun üzerine..." kaydından da anlaşıldığına göre, maksat her
ferdin kendine mahsus olan cüz'î yaratılışı değil, bütün insanların
insan olmaları bakımından yaratılışlarında esas olan ve hepsinde ortak
bulunan genel yaratılıştır. Dış etken, kazanma ve âdet gibi ikinci
derecede bulunan sebeplerinden sarfı nazarla düşünülmesi gereken ilk
yaratılış ve aslî yaratılış da denilen asıl fıtrattır. İnsanın "İnsan
oluşu yönünden tabiatı" budur. Mesela insanın yaratılışında iki gözü
bulunması asıldır. Bununla beraber anadan âmâ doğanlar da bulunabilir.
Fakat bu genellikle insanların üzerine yaratıldığı asıl fıtrat ve
tabiat çeşidi değil, ikinci dercede görünür sebep olarak düşünülecek
cüz'î ve şahsî bir yaratılıştır ki, insan gerçeği onsuz da meydana
çıkabilir. Ferdin cüz'î yaratılışında herhangi bir sebeple eksiklik
bulunabilirse de asıl fıtrat, sağlıklı ve sağlamdır. Mesela gözün
fıtratı, Hakk'ın âyetlerini görmektir. İyi görmeyen bir göz, sonradan
meydana gelen bir sebeple hasta demektir.
Bunun
gibi bütün
organların yaratılışında asıl olan bir fıtrat (yaratılış amacı) vardır
ki, ona o organların menfaati, vazifesi, fonksiyonu, fizyolojisi yahut
tabiatı denir. İnsan nefsinin bütün meyillerinde böyle yaratılış
hikmetine doğru esaslı bir içgüdü, bir tabiat vardır ki, ona da fıtrat
denir. Ve fıtrat, hep hak ve hayra yönelik bir istikamet takip eder.
Mesela insanın acıkması ve yemeye, içmeye meyletmesi, yaşamak için
kendisine lazım veya faydalı yahut daha uygun olanı alma hikmeti
içindir. Yoksa zehir yutmak veya kuru bir zevk uğruna israf ile
midesini bozmak için değildir. O zaman fıtrat bozulmuş, sapıklığa
düşülmüş olur. İnsanın, insan ruh ve zekasının, fıtratının aslı da
Hakk'ı tanımak v e gerçek yaratanından başkasına kul olmamak içindir.
İnsana ruh, yanlış duysun, şeytana uysun diye değil, gerçeği ve iyiliği
duysun, aslını ve sonunda döneceği yeri ve ona karşı vazifesini bilsin
diye verilmiştir. Nitekim fıtrat üzere giden veya fıtrata yakın olan
temiz ruhlar yalanı, eğriliği, bilmez. Eğrilik meyli sonradan gelip
geçici olarak kazanılan bir azmanlıktır.
Kısaca
Hadis-i
şerifi ile anlatıldığı üzere, "İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibi
maden maden çeşitli yaratılış ve karakterlerde" bulunabilirlerse de
asıl insanlık fıtratı, insan tabiatı bakımından hep birdir.
Âdemoğludur. İnsanın, insan olma yönüyle asıl fıtratı (yaratılışı),
yaratıcısına boyun eğmek, "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk
yapsınlar diye yarattım.." (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere yaratan
Allah'a kulluktur. Dinsizlik fıtrata (yaratılışa) aykırı bir sapıklık
olduğu gibi, Allah'tan başkasına tapmak da öyledir. Fıtrat dini, Allah
dini, haniflik (tek Allah inancına bağlılık), İslâm'dır. "Allah katında
gerçek din, İslâmdır." (Al-i İmran, 3/19), "Göklerde ve yerde kim
varsa, hepsi ister istemez O'na boyun eğmiştir. Sonunda da ancak O'na
döndürülüp götürüleceklerdir." (Âl-i İmran, 3/83).
Şu
halde din
hususu, arzulara göre değil, Allah'ın birliği ile insanlığın birleşmesi
üzerine yürümelidir. Tefsircilerin çoğu fıtratı, gerçeği kabul ve
anlama kâbiliyeti diye, fıtrata sarılmayı da gereğince amel ile tefsir
etmişlerdir.
Hz.
Enes
(r.a.)den rivayet edilen bir hadiste "Allah'ın, insanları üzerinde
yarattığı fıtratı, Allah Teâlâ'nın dinidir." buyurulmuştur. Ebu
Hüreyre'den rivayet olunan bir Hadis-i Şerifte de buyurulmuştur ki;
"Her doğan fıtrat üzere doğar. Öyle iken ana babasıdır ki onu
yahudileştirir veya hıristiyanlaştırır veya mecusileştirir. Nitekim
hayvan, derli toplu bir hayvan yavrular, içlerinde bir inenmiş (burnu
veya diğer organları kesilmiş) görür müsünüz?" Demek ki fıtratın aslı
tam ve sağlamdır. Burnu, kulağı sonradan kesilir. Maddî bakımdan böyle
olduğu gibi manevî ve ahlakî bakımdan da böyledir. Fıtratın bu
sağlamlığı, düşünce alanında ve sosyal şartlarla terbiye çevresinde,
âdetlerin akışı içinde ya bozulur veya güzel bir gelişme ile kemalini
bulur. Ahiret de bu iki sonucun birine göre olur.
Bu
durumda dinin
iki kayağı vardır: Biri fıtrat, biri kazanç. Fıtrat sadece ilâhidir.
Gerçek bir yöneliştir. Allah'ın emrini yerine getirerek Allah'a ermek
için, hep Hakk'a doğru bir gidişi ifade eder. Kazanç, süpjektif ve
objektif çeşitli şartlar içinde duygunun hareketleri, zihnin
düşünceleriyle ilgili olduğundan fıtratın istikametine aykırı
heveslere, zararlara, haksızlıklara, isyan ve şirke sürükleyebilir.
Bundan koruyacak olan ise dindir. Bunun için buyuruluyor ki, dine hanif
(Allah'ı bir kabul edici) olarak yüz tut, Allah'ın fıtratına sarıl.
Allah'ın yaratmasını değiştiren yok, yahut Allah'ın yaratışına bedel
bulunmaz. Bu cümlenin, inşa veya ihbar olarak birkaç mânâya ihtimali
vardır: Yani Allah'ın asıl yaratışı olan fıtratı, gereğinin aksine
giderek bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın. Çünkü Allah'ın yaratışına
bedel bulunmaz. Zayi ettiğiniz bir kabiliyeti hiçbir sanatla yerine
koyamazsınız. Yahut Allah'ın yarattığı fıtratın aksine din uydurmaya,
hüküm koymaya kalkışmayın. Siz mesela erkeği dişi, dişiyi erkek
yapamazsınız. Yahut Allah'ın yaratışını başkalarına isnad etmeye,
başkalarını yaratıcı yerine koyup da ortak koşmaya, Allah'ın hükmünden
çıkmaya çalışmayın. Çünkü Allah'ın yarattığı milki, sizin milkleriniz
gibi değiştirilmez. Din fıtratı değiştirmek için değil, fıtrattaki
genel güvenceyi geliştirmek içindir.
İşte
doğru ve
sağlam din odur. Yani eğrilikten sakınıp, bütün insanların üzerinde
yaratılmış olduğu fıtratı, doğrulukla takip etmektir. Fakat insanların
çoğu bilmezler de çarpık giderler, dini fıtratta değil, âdette ararlar
veya heveslerine uyarlar, Allah'ın hakkını değiştirmeye kalkarlar.
31- "O'na
yönelerek" "Hanifen" kelimesi gibi hal olarak oraya bağlıdır. "Tut,
yönel" emrinin genel olarak herkese hitap olduğuna ve cemaatin
gerekliliğine işaret olmak üzere burada çoğul sigası (kipi)
getirilmiştir. Yani her biriniz Allah fıtratına o tevhide öyle sarılın
ki, hepiniz tevbe ve ihlâs ile Allah'a dönüp yönelerek hem O'ndan
korkun, namazı güzel kılın, ve müşriklerden olmayın. Amellerinizi
yalnız Allah için yapın, açık veya gizli bir şirk karıştırmayın.
32-Burada
Allah'ı bir bilmenin tam zıddı olan müşriklik, yalnız meşhur anlamıyla
açık şirkten ibaret zannedilmeyip açık ve gizli şirkin her türlüsünden
kaçınılması için, bedel yoluyla açıklanarak şöyle buyuruluyor: Onlardan
ki, dinlerini ayırdılar da grup grup, öbek öbek oldular. Yani genel
fıtratı kavrayacak açık bir ruh ve geniş bir hak vicdanı ile hareket
etmeyip herbiri kendi özelliğine, kendi çıkarına, dar kafasıyla kendi
kuruntusuna göre bir heva ile dinini ayırıp, ayrı bir başbuğ arkasına
düşerek grup grup, bölük bölük olmuşlar, her bölük kendilerindekine
güvenmektedirler. Fıtrattan ayrılıp tutuculukla hakkı
gözetmemektedirler. Halbuki "Sizin yanınızdaki tükenir, Allah'ın
yanındaki ise tükenmez." (Nahl, 16/96) dir.
33-Bu noktada
insanların, üzerine yaratılmış olduğu fıtratın başka değil, yalnız,
Allah'a yalvarmak olduğunu göstermek için buyuruluyor ki: Bununla
beraber insanlara bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün o güvendiklerinden
ve her şeyden geçip, yalnız yaratan Rablerine gönül vererek hep O'na
yalvarırlar. Nitekim Çanakkale, Sakarya, Afyon savaşları sırasında biz
Türkler hep böyle olmuştuk. Demek ki fıtrat dini (yaratılışa uygun din)
sadece Allah dinidir. Her zaman, baki sağlam din yalnız odur. Böyle
iken sonra O, onlara tarafından bir rahmet tattırıverince; o sıkıntıyı
açıp bir nimet ihsan ediverince de ne bakarsın içlerinden bir kısmı, o
Rablerine ortak koşuyorlardır. Şükredecek yerde tutarlar da bu, şundan
oldu, bundan oldu, benden oldu, senden oldu diyerek Allah'ın lütfunu
başkalarına isnad etmeye kalkarlar.
34- Ki
kendilerine verdiğimiz nimeti küfran ile, nankörlükle karşılamak için
haydin yaşayın, zevk edin bakalım yarın bileceksiniz.
35- Yoksa biz
onlara bir ferman indirmişiz de O'na ortak koşmalarının caiz olduğunu o
mu söylüyor? Hayır öyle bir kitap ve delil indirilmemiştir. Fakat onlar
yukarıda söylendiği şekilde bilgisizce hevaları ardında gitmişler,
keyiflerine hoş gelene veya gözlerinin korktuğuna tapmışlardır. Dünyada
sebepler yok değildir. Fakat egemenlik, sebeplerin değil, Allah'ındır.
Allah izin vermeyince hiçbir sebeple yaprak bile oynamaz. Böyle
olduğunu fıtrat bilir, onun için sıkıştığı zaman Allah'a yalvarır.
36- Bir de biz,
insanlara bir rahmet tattırdık mı ona güvenirler, şımarırlar. Gerçi "De
ki, Allah'ın lütfuyla, rahmetiyle, ancak onunla sevinsinler." (Yunus,
10/58) buyurulduğu üzere, Allah'ın lütuf ve rahmetiyle sevinmek yasak
değil, aksine emredilmiştir. Fakat o sevinçten maksat, nimet vereni
tanıyarak hamd ve şükrünü bilmek mânâsına sevinçtir. Burada ise nimet
vereni hesaba almayıp, sadece nimete güvenerek, şımarıp hevalarına uyan
kimselerin hali açıklanıyor ki, bunlar ibadet ederlerse bile, dünya
menfaati için ederler ve sırf nimete güvendikleri için ellerin önceden
yaptığı şeylerden birisi sebebiyle de başkalarına bir fenalık gelirse
derhal ümitsizliğe düşerler. Allah'ın rahmetinden büsbütün ümidi
kesiverirler. Çünkü bakışları, bâkî olan Allah'a değil, fânî
şeyleredir.
37-Bir hadis-i
şerifte buyurulmuştur ki, "Mümin taze ekine benzer. Rüzgar estikçe
yatar, yine kalkar. Kâfir çam ağacına benzer. Rüzgar ettikçe gürler,
fakat bir kere yıkılınca artık kalkamaz." Bunlar, niye öyle nimete
güveniyorlar? Ya görmüyorlar mı ki, Allah rızkı dileğine açıyor, da
sıkıyor da. Bazı kimselere bol, bazılarına dar verir. Ve hatta bir
kimseye de bazen genişlik ve bazen darlık verir. Şüphe yok ki bunda
iman edecek bir kavim için çok âyetler (ibretler) vardır. Bunu görenler
ne nimete güvenirler, ne de ümidi keserler. Bollukta da darlıkta da
Allah'a imanlarını tam tutarlar.
38-Bunun üzerine
dinin amelî belirtisi özetlenerek buyuruluyor ki o halde, yani dine
Allah'ı bir bilerek yüz tutup, Allah fıtratına sarıl da, yakınlığı
olana da hakkını ver yoksula da, yolcuya da ver. Hak, dininin,
doğruluğunun gereği böyle uzak yakın demeyip, hakkı yerine koymaktır.
Kimsenin hakkını yemedikten başka, kim olursa olsun muhtaç olanlara
mümkün olan yardımı yapmak, zekat, sadaka ve diğer hayır ve iyilik
çeşitlerinden biriyle bakmaktır. Muhtaç olan yakınların insanlarda bir
hakkı olacağı gibi, geçimsiz kalmış bir çaresizin, yolda kalmış bir
yolcunun bütün toplumda bir hakkı vardır. Öyle ise bunları gözetecek
müesseseler yapılmalıdır. Bu, bunlara hakkını vermek, Allah yüzünü
murad edenler için, yani Allah'ın rızasını arayanlar için hayırlıdır.
Ve kurtuluşa erecek olanlar, işte onlardır. Allah rızasını gözeterek,
genel olsun, özel olsun hakkını yerine koyanlardır.
39- Halkın
mallarında çoğalsın diye verdiğiniz faiz, burada iki mânâ
açıklamışlardır: Bazıları bundan maksadın, bilinen riba, yani faiz
olduğunu söylemişlerdir ki, zahir olan (açıkça anlaşılan) da budur.
Nitekim Süddî bu âyetin, Sekif'in faizi hakkında indiğini rivayet
etmiştir. Çünkü Sekif ve Kureyş kabileleri faizcilik ederlerdi. Buna
göre demek olur ki, faiz, henüz yasaklanmadan önce de kötülenmiştir.
Fakat diğer bir çok tefsirciler burada riba (faiz) deyiminin mecaz olup
maksadın, fazlasıyla karşılığı gözetilerek verilen fazla hediyeler,
bağışlar olduğunu söylemişlerdir ki, bu mânâ İbnü Abbas'tan rivayet
edilmiştir. Buna göre fazlasıyla karşılığı gözetilerek verilen
hediyeler bir çeşit faizciliğe benzetilerek yerilmiş olacağından dolayı
faizin yasaklanmasında daha beliğ olmuş olur. Nitekim bilinen faiz
deyimi hakkında "yemek" ifadesi kullanılmıştır. Şu halde mânâ şöyle
olur: Halkın mallarında faiz gibi nemalanarak (artış göstererek)
fazlasıyla karşılığını almak için verdiğimiz bağışlar, hediyeler Allah
yanında nemalanmaz, artmaz. Faizin Allah yanında hiçbir sevabı olmadığı
gibi, halktan karşılığı fazlasıyla alınmak niyetiyle verilen hediyeler
de öyledir. Gerçi bu günah değildir, fakat sevabı da yoktur. Allah
yüzünü, Allah rızasını dileyerek verdiğiniz zekat ise işte kat kat
katlayanlar onlardır. "Bir tohuma benzer ki yedi başak bitirmiştir, her
başakta yüzer tane vardır. Allah dilediğine böyle veya daha fazla kat
kat verir." (Bakara, 2/261).
40-Tevhid dini
hakkındaki bu emirlerden ve bu açıklamalardan sonra Allah'ın zat ve
sıfatları hakkında türlü felsefelerle ihtilafa düşülmeksizin, Allah'ı
tanıtmak için şöyle buyuruluyor: Allah O'dur ki sizi yaratmıştır. Yani
Allah'ı tanımak için O'nun zatı hakkında düşünceye dalmamalı, gayet
açık olan fiil veeserlerini,
nimet ve lütuflarını düşünmelidir. Şüphesiz ki sizi yaratan var, işte O
sizi yaratandır. Sonra size rızık vermekte, beslemektedir. Sonra sizi
öldürür, sonra sizi yine diriltir. Hiç sizin koştuğunuz
ortaklarınızdan, bunlardan bir şey yapan var mı? Yok olduğu şüphesiz. O
sübhan olan Allah, onların şirk koştuğu şeylerden münezzeh ve çok
yüksektir.
41- Karada ve
denizde fesat ortaya çıktı. Fıtrata ait düzen bozuldu, gerek tabiat
gerek sosyal şartlarda uygunsuzluk belirdi. İnsanların ellerinin
kazancı yüzünden. Fıtratın aksine takip edilen şirk, ahlaksızlık,
haksızlık, çeşitli hevalar, türlü mezheplerle beşerî hırsların
çarpışması sebebiyle ki, yaptıklarının bazısını Allah kendilerine (bu
dünyada) tattırmak için böyle yaptı. Tamamını ise ahirette tadacaklar,
asıl cezalarını orada çekecekler. Fakat bu dünyada da biraz
tattırılırlar. Gerek ki dönerler diye. Yani amellerinin cezasını biraz
tatsınlar da tevbe edip şirkten vazgeçerek fıtrat dinine, Hakk'ın
birliğine, sağlam ve düzgün yola dönsünler diye
42-53-Ve
işte
Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesi, insanları tevbe ve
iyiliğe davet ile kurtuluşa, selâmete çıkarmak içindir. Bunun için
buyuruluyor ki: Resulüm! De ki: Yeryüzünde bir gezin de bakın bundan
öncekilerin sonu nasıl olmuş! Onların pek çoğu müşrikti. Şirk koşmakla
Allah'ın hikmetine karşı hüküm koymaya kalkışmakla Allah'tan
kurtulmanın çaresini bulamadılar. Sonunda ister istemez Allah'ın
hükmüne boyun eğerek kahrolup gittiler. Onun için "Yüzünü o doğru ve
sabit dine tut." "Rüzgarları müjdeciler olarak göndermesi de O'nun
âyetlerindendir." Bu âyetler, ibaresiyle kainattaki hallerin
değişikliklerini ifade ederken, işaretiyle de sosyal durumlardaki
değişiklikleri temsil etmektedir. Rüzgarların, değişikliklerin
uyarıcısı olduğu gibi müjdecileri de vardır. Tabiatta meydana gelen
fesat onlarla düzelir.
54-60-Sûrenin
son bölümündeki bu öğüdü kuvvetlendirip desteklemekle müjde verme
hususunda birçok hikmetleri içeren Lokman Sûresi geliyor.
|
|