|
Elmalı
Tefsiri
1-5-
Muhsinler
(iyilik yapanlar)a bu Kur'ân'da indirildiği şekilde amelde ihsan
yapanlar. Bakara Sûresi'nin başında "müttekiler için bir hidayettir."
(Bakara, 2/2) buyurulmuştu. Burada ise; "İhsanda bulunanlar için bir
hidayet ve rahmettir" buyuruluyor. Nişâbûrî tefsirinde der ki: "Burada
'muhsinin' (ihsanda bulunanlar) denildiği için bir de rahmet ilâve
buyurulmuştur. Çünkü ihsan derecesi takvanın üzerindedir. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) "İhsan, Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibadet
etmendir." buyurmuştur. Allah Teâlâ da "Allah, şüphesiz müttekilerle ve
ihsanda bulunan (iyilik yapan) kimselerle beraberdir." (Nahl, 16/128)
ve "İyilik ve güzel amel yapanlara, daha güzeli var ve bir de fazlası
vardır." (Yunus, 10/26) âyeti kerimeleriyle buna işaret buyurmuştur.
Burada "gaybe inanırlar." (Bakara, 2/3) kaydının zikredilmemesi de bunu
destekler.
6-10-
Laf
eğlencesi: Eğlence söz; insanı oyalayan, işinden alakoyan sözler,
asılsız hikâyeler, masallar, romanlar ve tarih kılıklı efsaneler,
güldürücü lâkırdılar, gevezelikler, nağmeler gibi eğlendirici sesler.
Bu âyetin iniş sebebinde deniliyor ki: Nadr b. Hâris ticaretle Faris'e
(İran'a) gidiyor. Acemlerin hikâyelerini, efsane kitaplarını getiriyor
ve bunları Kureyşe okuyarak: "Muhammed, size Âd ve Semûd hikâyeleri
söylüyor gelin ben size Rüstem'in, İsfendiyar'ın, Kisraların
hikâyelerini anlatayım." diyor ve bu şekilde birçoklarının Kur'ân
dinlemesine engel oluyordu. Bundan başka güzel bir şarkıcı câriye
almış, birinin müslüman olacağını işittiği zaman onu alıp câriyesine:
"Haydi buna yedir, içir, söyleyiver." der, böylece eğlendirip: "Gördün
ya bu, Muhammed'in çağırdığından, namazdan, oruçtan, onun önünde
çarpışmaktan daha iyi değil mi?" dermiş. İbnü Hatal da bir câriye
almış, sövüp saymayı şarkı olarak söylermiş. Âyetin sonunda "İşte onlar
için..." diye çoğul kipi getirilmesine bakılırsa, bunların hepsinin de
âyetin iniş sebebinde dahil olması gerekir. Tefsircilerin çoğu bunu
şarkı ile tefsir etmişlerse de muhakkik âlimlerin tercihi, açık
şekliyle genel olmasıdır. Bununla birlikte burada asıl kötülemenin
hikmeti şununla anlatılmıştır: Bilmeyerek, Allah yolundan sapıtmak;
yani saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin sonunu sezdirmeden dini,
ahlâkı bozmak ve onu, yani Allah yolunu, hak dinini eğlence yerine
tutmak için. Hafs, Hamza, Kisâî, Yakub kırâetlerinde nasb ile (son
harekesi üstün olarak), diğerlerinde ref' ile (son harekesi ötre
olarak) okunur. Bu durumda "bilmeyerek" ifadesi "satın alır" kısmına
bağlanabilirse de nasb kırâetinde dalâlin (sapıtma) kaydı olması
gerekir.
Ra'd Sûresi'nde
"Allah O'dur ki, gökleri gördüğünüz (şekilde) direksiz olarak
yükseltti." (Ra'd, 13/2) âyetinin tefsirine bakınız. Bu âyet, Allah
Teâlâ'nın kuvvet ve hikmetini zihinlere yerleştirmek suretiyle tevhidi
hazırlıyor. Ve onun için "indirdik" ile "verdik" ifadelerinde gaibden
(üçüncü şahıstan) mütekellime (birinci şahısa) iltifat buyuruluyor
(dönülüyor).
11- İşte
bu
anlatılanlar, Allah'ın yarattığı. Haydi gösterin bana ondan berikiler
ne yaratmış? Hiç. Fakat o zalimler; yani yaratma ve ilâhlık
kavramlarına haksızlık ederek pek büyük zalim olan, Allah'a ortak koşma
suçunu işleyen müşrikler açık bir sapıklık içindedirler. Açık olan bir
gerçekten sapıyorlar ki, bunlarda iki yönden haksızlık ve şaşkınlık
vardır. Bir taraftan yaratılmışa yaratıcı kudreti isnad ederek, filan
şunu yarattı, falan şunu yarattı, diye yalan söylerler; bir taraftan da
hiçbir şey yaratmadığı bilinen şeylere taparlar.
Şimdi burada
şöyle bir soru hatıra gelebilir: İlim ve hikmet, fen ve sanat ile
insanlar tarafından birtakım şeyler yapılmıyor mu? Bunlar birer yaratma
değil midir? denilebilir. Buna karşı hikmetin Allah vergisi olduğu ve
dolayısıyle hikmetle yapılan şeylerin de yaratıcısının Allah olduğu
bilinerek O'na şükredilmesi lazım geleceği ve hakîm (bilge) kişinin
görüşünde de şirkin çok büyük bir zulüm olduğu anlatılarak buyuruluyor
ki:
12- Şanım
hakkı
için Lokman'a hikmet verdik. Lokman Hakîm'in kim olduğu hakkındaki
rivayetlerin özü, Ebus-Suud'un nakline göre şudur: "Lokman b. Bâurâ ki,
Azer evladından olup, Eyyub (a.s.)ın kız kardeşinin veya teyzesinin
oğlu imiş. Uzun zaman yaşamış, Davud (a.s.)a yetişmiş ve ondan ilim
almış ve onun peygamber oluşundan önce fetva da verirmiş. Sanat
sahibiymiş. İsrailoğullarında kadılık ettiği de söylenmiş." Bazıları
bunun bir peygamber olduğunu söylemişlerse de, çoğunluğun görüşüne göre
peygamber değil, bir hakîm (bilge) idi. İbnü Rüşdün "Tehâfüt"ünde
dediği gibi her nebî hakîm ise de her hakîm nebî değildir.
"Allah, hikmeti
dilediğine verir. Her kime hikmet verilirse ona birçok hayır verilmiş
olur." (Bakara, 2/269) âyetinde hikmetin tarifi hakkında geniş açıklama
geçmişti. Burada da diyorlar ki, "âlimlerin örfünde hikmet; insan
nefsinin teorik ilimleri iktibas edip, tatbikatta üstün fiilleri gücü
ölçüsünde tam bir meleke kazanarak kemale erdirmesidir." Yani hikmet,
bazen teorik ve bazen bilimsel olarak tarif edilirse de tam mânâsıyla
hikmet, illet ve sebepleri bilerek, gayeye isabet edecek şekilde ameli
ilme, ilmi amele uydurmaktır. Bunun için kendine hikmet verilene birçok
hayır verilmiş olduğu beyan buyurulmuştur. Allah Teâlâ'nın âlemde
hikmetiyle koyup tahsis buyurduğu sebepleri ve hükümleri, yani
kanunları keşfederek ondan birtakım ilmî sonuçlar çıkarma yeteneği,
şüphe yok ki, Allah'ın büyük bir vergisidir. Hakîm (bilge) olan kimseye
yakışan da ilim ve amel bakımından bunun şükrünü yerine getirmektir.
Nitekim şöyle buyuruluyor: Lokman'a hikmeti verdik ki, şükret Allah'a
diye. Bu şükrün ilmî yönü önce o hikmetin, Allah Teâlâ'nın bir vergisi
olduğunu bilerek Allah'ı şirkten tenzih etmektir. Amelî yönü de
işlerinde takip ettiği gaye ve maksatlarında kendi heveslerini değil,
Allah'ın rızasını gözetmektir. Ve her kim şükrederse sırf kendi lehine
şükretmiş olur. Çünkü sonunda faydası kendine ait olur. Fakat kendine
hikmet verilenler içinde nankörlük ederek küfre sapanlar da bulunduğuna
işaret ile buyuruluyor ki:
Ve her kim de
nankörlük ederse; o hikmeti Allah'tan bilmeyip de, ben yapıyorum, ben
yaratıyorum diyerek şükretmez de suistimal ederse kendi aleyhine etmiş
olur. Çünkü Allah ganidir, ihtiyacı yoktur, hem hamiddir, zatında
övgüye layıktır. Hamiddir, hiç kimse övmese bile kendini övmesini
bilir. Yahut mahmuddur, bütün yaratıklar O'na, kendi hal lisanlarıyla
hamdederler. Filan filozof hikmet adına küfre düşerse O'na hiçbir zarar
eriştiremez, kendi kınanmış olur.
13- Bu
taksimden
sonra Lokman'ın şükrünü nasıl yerine getirdiğine dair hikmet ve
ahlaktan bir iki örnek anlatılarak buyuruluyor ki: Ve hani, yani
unutma, daima an o vakti ki, Lokman da oğluna dedi. O'na vaaz ediyordu;
öğüt veriyordu. Ragıb'ın açıklamasına göre, vaaz, korkutmaya yakın bir
sıkıştırmadır. İmam Halil ise kalbi inceltecek şekilde hayrı
hatırlatmak demiştir ki, daha güzeldir. Oğulcuğum, yavrum dedi, Allah'a
şirk koşma çünkü şirk, çok büyük bir zulümdür. Yahut and olsun ki şirk,
çok büyük bir zulümdür. Önce bir zulüm, bir haksızlıktır. Çünkü zulüm,
bir şeyi yerinden başa bir yere koymaktır. Allah'ın hakkını, Allah'tan
başkasına vermektir. Aynı zamanda "Andolsun ki biz Âdemoğullarını üstün
bir şerefe nail kıldık.." (İsrâ, 17/70) âyetinin ifadesince Allah'ın
şerefli kıldığı, şeref verdiği insan nefsini mahlûka ibadet ettirerek
alçak ve zelil kılmaktır. İkinci olarak büyük bir zulümdür. Çünkü bu
mabutluğu hiç yeri olmayan ve olmasına hiçbir şekilde imkan bulunmayan
bir mevkiye koymaktır. Zira Zeyd'in malını alıp da Amr'e vermek
zulümdür. Çünkü Zeyd'in malını Amr'ın eline koymaktır. Fakat hibe veya
satış gibi temlik (milk yapma) sebeplerinden birisiyle o malın önceden
veya sonradan Amr'ın milki olabilmesi, mümkündür. Halbuki şirk koşmak
mabudluğu Allah'tan başkasına vermektir. Allah'tan başkasının ise mabud
olmasına hiçbir şekilde cevaz ve imkan yoktur.
14- "Biz
insana
vasiyet ettik..." Bu iki âyet, Lokman'ın öğütlerini hikâye esnasında ve
şirki yasaklamayı tekit akışı içersinde söz münasebeti suretiyle
mu'teriza (ara cümlesi) halinde başlı başına ilâhî bir kelamdır.
Rivayet edildiğine göre Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.) ile anası hakkında
inmiştir. Şöyle ki: Adı geçen anasına itaat eden bir kimseydi. İslâm'a
girdiği zaman anası: "Ey Sad! Sen ne yaptın? Eğer sen bu yeni dini
bırakmazsan yemin olsun ki, ben yemem, içmem, nihayet ölürüm. Sen de
benim yüzümden 'Hey anasının katili!' diye kötü bir isimle anılırsın
demiş. O da: 'Yapma ana, ben bu dini hiçbir şey için terketmem' demiş.
Anası da iki gün, iki gece yememiş, kuvvetten düşmüş. Bunu gören Sa'd,
'Anneciğim! Bilesin ki, vallahi yüz canım olsa da birer birer çıksa,
ben bu dini hiçbir şey için terk edemem, artık dilersen ye, dilersen
yeme, demiş. Bunun üzerine anası yemeğini yemiş. İşte bu iki âyet
veyahut ikinci âyet bu sebeple inmiştir.
Vehin, vehin
üstüne, bu sıfat tamlaması "ana"dan haldir. Vehn, harekette
zayıflıktır. Yani anası günden güne ağırlaşmak suretiyle zayıflık,
zayıflık üstüne. Süt kesimi de iki yıldadır. Bunun zahirinden emzik
süresinin en çoğunun iki sene olduğu anlaşılıyor ki, İmam Ebu Yusuf ve
İmam Muhammed ile İmam Şâfiî'nin görüşleridir. Fakat İmam-ı Azam,
ihtiyat olmak üzere Ahkâf Sûresi'nde gelecek olan "Ana karnında
taşınması ile sütten kesilmesi otuz aydır." (Ahkaf, 46/15) âyeti ile
otuz ay olduğunu söylemiştir. Bununla beraber fetva İmameyn'in görüşüne
göredir. Şükret diye. Bununla "vasiyet ettik" ifadesi tefsir ediliyor.
Yani şöyle, diye tavsiye ettik ki, şükret. Bana ve anana babana. Birisi
peygamber (s.a.v.)e "Ben kime iyilik edeyim?" diye sormuştu. Buyurdu
ki: "Anana, sonra yine anana, sonra yine anana. Ya ondan sonra?" dedi,
"babana" buyurdu. Anaya babaya şükür, haklarını gözetmek, itaat ve
iyilikte bulunmak ve dua etmektir. İsrâ Sûresi'nde özellikle
açıklanmıştır. (İsrâ, 17/23-24. âyetlerin tefsirine bkz.) Dönüş ise
banadır. Yani şükredip etmediğinizi o zaman ben sorarım. Bu cümle,
Allah'a şükrün daha önemli ve önce olduğunu anlatmak suretiyle ikinci
âyetin hükmüne bir hazırlıktır.
15-
Bununla
beraber, yani anaya babaya da şükrü insana tavsiye etmiş olmamızla
beraber, onlar seni bana şirk koşasın diye zorlarlarsa sence hakkında
hiçbir bilgi olmayan, yani hiçbir ilimde yeri olmayıp, imkansız olan
şirki isnad ettirmek üzere seni sıkıştırırlarsa o hususta ikisine de
itaat etme de onlara normal şekilde yardımcı ol. Yani günaha iştirak
etmeksizin şeriatın razı olacağı iyilik ve insanlığın gerektireceği
şekilde beraberlerinde bulun. Mesela yemek, içmek, giymek gibi
ihtiyaçlarını düzene koymak, eziyet etmemek, ağır söylememek,
hastalıklarına bakmak, vefatlarında defnetmek gibi dünyaya ait
yardımlarını yap. Din işine gelince bana yönelmiş olan samimi, ihlâslı
tek Allah'a inanan kimsenin yolunu tut. Sonra hepinizin dönüşü banadır,
o zaman ben size neler yaptığınızı haber vereceğim.
16-
Yavrum,
gerçekten o yaptığın iyilik veya kötülük "Bir hardal tanesi kadar da
olsa..." Yani ne kadar küçük ve gizli ve ne kadar yüksek veya alçak
olursa olsun Allah onu getirir, ahirette karşına kor. Çünkü Allah
latîftir. Lütuf ve inceliği çok; kudreti en ince, en gizli şeylere
yetişir. İlmi ile hepsini bilir.
17-
Yavrum,
namazı devamlı kıl, kendini erdirmek için iyiliği emredip, kötülükten
sakındır. Diğerlerini kemale erdirmek, toplumu doğruluğa götürmek için
başına gelene de sabret. Yani iyliği emredip, kötülüğü yasaklamak kolay
değildir. O yüzden başına birtakım musîbetlerin gelmesi düşünülür ki,
onlara sabretmek gerekir.
Umeyr b. Habîb
(r.a.) hazretleri oğullarına vasiyetinde demiştir ki: "Herhangi
biriniz, iyiliği emredip kötülükten menetmek isterse, ondan önce
işkenceye hazırlansın ve Allah'dan sevab geleceğine kesin kanaat
edinsin. Çünkü her kimin Allah'dan sevaba kesin kanaati olursa dokunan
eziyeti duymaz." Çünkü bu işlerin her birisi azmedilecek büyük
işlerdendir.
18- Ve
insanlara
karşı avurdunu şişirme; avurt etme, yani böbürlenip kibirlenme.
SA'R; bir
hastalıktır ki, develeri yakalar da boyunlarını büker. Şu halde
"tas'ir" boynu dertli deve gibi başını yana bükmek demek olur ki,
kibirli kimselerin âdetidir. Dilimizde buna avurt etmek veya kasılmak
denir. Buna, insanlara yanağını eğme, boyun eğme, yani kendini küçük
düşürme mânâsını veren de olmuştur. Bu da muhtemel olmakla beraber,
üstündeki ve altındaki ifadeye uygun olan birincisidir. Yani iyiliği
emredip, kötülüğü yasaklamakla beraber kibirlenme. Ve yeryüzünde
çalımla yürüme. Çünkü Allah kurulanın, öğünenin hiçbirini sevmez.
19-
Gidişinde
orta yolu tut. Sesinden de biraz indir. Söylerken bağırma. Çünkü
seslerin en beti, en hoşa gitmeyen tatsızı herhalde eşeklerin sesidir.
Lokman'a
hikmetin şükür için verildiği anlatıldıktan ve oğluna öğüdüyle hikmet
ve şükründen bazı örnekler gösterildikten sonra, genel olarak insanlığa
olan ilâhî nimetleri hatırlatıp, nankör kâfirlerin zulüm ve sapıklığını
bildirmekle tevhid ve şükre davet için buyuruluyor ki:
20-30-
Bu âyetin
tefsiri için bkz. (Kehf,
18/109)
31-33-
Gaddar,
yani sözünde durmayıp, ahdini çokça bozan demektir.
34-
"Kıyamet
saatinin bilgisi Allah katındadır..." Abdullah b. Ömer (r.a.)dan
rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.): "Gaybın anahtarları beştir,
onları ancak Allah bilir." buyurmuş ve bu âyeti okumuştur. Rivayet
edildiğine göre Hâris b. Ömer adında bir adam Resullulah (s.a.v.)
hazretlerine gelmiş "Ya Muhammed! Kıyametin kopması ne zaman?
Beldelerimiz kuraklıktan sıkıldı, bolluk ne zaman? Karımı gebe
bıraktım, ne doğuracak? Bugün kazandığımı biliyorum, yarın ne
kazanacağım? Nerede doğduğumu biliyorum, fakat nerede öleceğim?" diye
sormuş. Bu âyet bu sebeple inmiştir. Demek ki, âyet, sorulan bir
sorunun cevabıdır. Fakat kendisinden önceki âyetlere göre de mukadder
(gizli) bir sorunun cevabıdır. Çünkü Rûm Sûresi'nin sonunda "Kıyamet
kopacağı gün günahkârlar yemin ederler..." (Rûm, 30/55) buyurulduğu
gibi, burada da "Bir günden korkun ki, baba çocuğuna hiçbir fayda
veremez." buyurulması üzerine şüphesiz ki o gün, o saat ne zaman? diye
bir soru hatıra gelebileceğinden bununla, ona cevap verilmiş oluyor.
Burada Fahreddin
Râzî der ki: "Bazı tefsirciler, Allah Teâlâ bu âyet ile beş şeyi
bilmeyi başkasından menetti, diyorlar. Gerçi öyle ama maksat o
değildir. Çünkü Allah Teâlâ, mesela tufan zamanında bir kum yığınındaki
cevher-i ferdi (bir atomu) ve rüzgarın onu doğudan batıya kaç kere
naklettiğini ve nerede bulunduğunu bilir, bunu başkası bilemez. Şu
halde bu beş şeyi anmadaki tahsisin izah şekli yoktur. Bu hususta doğru
olan şudur ki, "bir günden korkun" buyurulması, "gerçekten Allah'ın
vaadi haktır" diye o günün mutlaka olacağının tekid edilmesi üzerine, o
gün ne zaman? diye gelecek bir soruya karşı şu şekilde cevap veriliyor:
"Onu Allah'tan başkası bilmez ve fakat muhakkak olacaktır." deniliyor.
Ve kaç defalar geçtiği üzere tekrar dirilme hakkında iki delil de
zikrediliyor:
Birincisi,
yeryüzünün ölümünden sonra tekrar dirilmesidir. Nitekim yukarıda:
"Halbuki onlar, daha önce üzerlerine yağmur indirilmeden evvel ümidi
kesmişlerdi. Şimdi bak Allah'ın rahmetinin eserlerine! Yeryüzünü
ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki, O, mutlaka ölüleri
diriltir." (Rûm 30/49/50) buyurulmuştu. Ve "O, yeryüzünü ölümünden
sonra tekrar diriltir. Sizler de (kabirlerinizden) işte öyle
çıkarılacaksınız." (Rûm, 30/19) buyurulmuştu. Burada da şöyle denilmiş
oluyor: "Ey soru soran! Sen onun zamanını bilemezsin, fakat o olacak,
Allah, ona kâdirdir. Nasıl ki o yeryüzünü ölmüşken diriltiyor yağmuru
indiriyor...
İkincisi,
yaratılışın başlangıcıdır. "Yaratmayı ilkin yapan, sonra onu çevirip
yeniden yapacak olan O'dur." (Rûm, 30/27), "De ki: Yeryüzünde bir gezin
de bakın, O yaratılışı nasıl başlatmıştır! Sonra Allah, ahiret
dirilişini de böyle yapacaktır." (Ankebut, 29/20) buyurduğu gibi,
burada da "O, rahimlerde ne varsa bilir." buyuruyor. Yani sen onu
bilmezsen de o olacaktır, Allah'ın ona gücü yeter. Rahimlerdekini bilip
yarattığı gibi, ruhamdan (taştan) yaratmasını da bilir..."
Camiu's-Sağir'de "Beş şey vardır ki, onları Allah'tan başkası bilmez."
diye gelen Büreyde hadisinde "Münâvi kebir" şerhinde der ki: "Yani bu
beş şeyi Allah'tan başkası, hem genel, hem de parça olarak ihatalı ve
şümullü bir şekilde (bütün özellik ve incelikleriyle) bilemez."
Şu halde Allah
Teâlâ'nın, bazı ileri gelen kullarına, hatta bu beşten bazı gayıb
şeyleri bildirmesine ters olmaz. Çünkü o sınırlı parçalardandır.
Mûtezile'nin bunu inkâr etmesi de manasızdır. Bir de Buharî'de Enes b.
Malik (r.a.)den rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)
buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ rahime bir melek görevlendirmiştir. Ya
Rab! Bir damla su, ya Rab! Yapışkan bir parça, ya Rab! Bir çiğnem et
der. Allah Teâlâ da yaratma işini yerine getirmeyi dilediği zaman erkek
mi, dişi mi, azgın mı, itaatkâr mı? Rızkı ne, eceli ne? söyler, anası
karnında bunlar yazılır. O zaman onu, o melek ve Allah Teâlâ'nın
kullarından dilediği kimseler de bilir." Demek ki bazılarının bu
şekilde bile bilmesi anlatılan tahsise (onları bilmenin Allah'a mahsus
olduğuna) aykırı değildir. Çünkü Allah'a mahsus olan ilim, gaybda iken
her birinin durumlarına geniş ve teferruatlı bir şekilde vakıf olan tam
ve mükemmel ilimdir. Meleklerin ve bazı ileri gelen kimselerin
bilebileceği ilim ise, az çok delili ortaya çıkmış bir şekildeki eksik
ilimdir. Aynı şekilde bulut, rüzgar, barometre gibi bazı işaretlerden
yağmura, ceninin bazı konum ve hareketlerinden erkek veya dişi olduğuna
intikal etmek şeklinde meydana gelen ve zanna dayanan şeylerle delil
getirmek de buna ters değildir. Çünkü zan, ilim değildir. İlim,
şüphesiz olandır.
Âyetteki
tahsisin izahına gelince, Âlusî'nin açıkladığına göre bunun sebebi ve
dayanağı, "Allah" yüce isminin öne alınmasıyla haberlerin, cümle
halinde hükmü kuvvetlendirme tarzında bulunmasında gözetilmiştir. Fakat
birinci cümlenin haberinde "yanında" zarfının öne alınmasıyla kasr
(tahsis) açık ise de, diğerlerinde cümlenin mânâsıyla az çok işaret
halindedir ki, mânâ şu oluyor: O saat ne zaman? denilirse Şüphesiz
Allah ki, (kıyamet) saatinin bilgisi ancak O'nun yanındadır. Ve yağmuru
o indirir. O halde ne zaman, nereye, ne kadar ve ne şekilde
yağdıracağını da tam olarak o bilir. O halde öldükten sonra dirilmenin
ne zaman olacağını da ancak O bilir. Bütün rahimlerdekini de O bilir.
Erkek mi, dişi mi? beyaz mı, kırmızı mı? tam mı, eksik mi? Her birinin
özellikleri nedir? Bütün rahimlerdekinin tafsilâtını O bilir.
Dolayısıyla kabirlerdekinin de tafsilâtını O bilir. O yaratan,
diriltir. Ve hiçbir kimse yarın ne kazanacağını kestiremez. Yani
ileride başına ne geleceğini, eline ne geçeceğini, iyilik mi kötülük mü
kazanacağını kendi gayretiyle bilemez. Yine hiçbir kimse; gerek iyi,
gerek kötü kim olursa olsun hangi yerde öleceğini kestiremez. Küçük
kıyameti bilemez, büyük kıyameti nerede bilecek? Fakat Allah'a gelince
Şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir, her şeyden haberdardır. Olmuşu,
olacağı, görüleni, görülmeyeni, açığı, gizliyi hepsini bilir, hepsinden
haberdardır.
Son iki fıkrada
"ilim" yerine "dirayet" tabir edilmiş olduğu ve Allah Teâlâ'nın ilmine
"dirayet" denmesi caiz olmadığı için, burada Allah'ın ilmi ayrıca
belirtilerek tahsisi, böyle menfilik ve müsbetlikle (olumluluk ve
olumsuzlukla) ifade edilmiştir. "Allah'ım! Güzel bir şekilde
tamamlamayı bize kolaylaştır."
Lokman Sûresi
ile gelen irşad ve davetin hatırlatılmasının, bir Secde Sûresi ile
takib edilmesi ne güzeldir!
|
|