|
Elmalı Tefsiri
1-2-3- Allah'a
hamdolsun o öyle bir Allah'dır ki
Kitabı kuluna indirdi. Hem de onun
için hiçbir eğrilik yapmayarak; dolambaçlı değil, çarpık değil, yalanı,
yanlışı yok. Dosdoğru bir hakim olmak üzere indirdi. Ki kendi katından
pek şiddetli bir azab olan ahiret azabı ile (kâfirleri) uyarsın ve iyi
işler yapan müminlere şunu müjdelesin onlara kesinlikle öyle güzel bir
mükafat vardır ki. Orada (cennette) devamlı kalacaklardır.
4-
Uyarmanın
kimlere olduğuna gelince, Hem şu kimseleri içindir ki onlar, Allah
çocuk edindi dediler. Bunlar meleklere Allah'ın kızlarıdır diyen Arap
müşrikleri, Uzeyr'e Allah'ın oğlu diyen yahudiler, Mesîh'e (Hz. İsa)
Allah'ın oğlu diyen hıristiyanlardır. Öyle olmakla beraber bu hususta
hıristiyanlar hepsinden fazla ısrar ediyorlar. Çünkü bunu dinlerinin
birinci esası saymışlardır.
5- Bunun
hakkında ne kendilerinin ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Yani
bunu söyleyenler, bildiklerinden değil, bilmediklerinden, babalarını,
yani atalarını veya kendilerine baba dedikleri papalarını taklid ederek
söylerler. Halbuki babalarının sözleri de bilgiden değildir.
Çünkü ilim bunu
kabul etmez. O adi söz, yalnız ağızlarından çıkan bir kelime olması
açısından büyüdü. Allah'a karşı büyük bir cüret, büyük bir günah olan
koca bir laf oldu.
Burada "âbâ"
(babalar) ve "kelime" deyimlerinin hıristiyanlara ait deyimlerden
olduğuna dikkat edilirse bu kelimenin, en fazla onların ağzından
büyüdüğüne bir dikkat çekme olduğu anlaşılır. Tefsir bilginleri bunu
hatırlatmaya lüzum görmemişlerse de bu işaret açıkça anlaşılır.
Hıristiyanların ataları, "Mesih oğlumdur diye gökten bir ses geldi."
derler dururlar. Onlar, yalan ve saçmalıktan başka bir şey
söylemiyorlar.
6-
Belki eğer
onlar, bu kitaba inanmazlarsa sen arkalarından üzüntü ile neredeyse
kendini öldürüp yok edeceksin. Yani ey bu kitabı kendisine indirdiğim
kulum ve Resulüm Muhammed! Bu kitaba inanmayanlar helak olacaklar.
Fakat sen o büyük söyleyen yalancıların iman etmediklerine şimdiden
öyle üzülüyorsun ki, iman etmezler de helak olurlarsa arkalarından
edeceğin üzüntü ve esefle neredeyse kendini tüketecek dereceyi
bulacaksın. O halde sen onlar için üzülme, kederlenme ve sana bu kitabı
indiren Allah'a hamdederek vazifeni yerine getir.
7-
Çünkü biz
yeryüzündeki şeyleri ona, yani yeryüzüne bir süs kıldık. Mümin ve mümin
olmayan insanların hangisi Allah'a daha itaatkar ve daha güzel amel
işliyor diye imtihan edelim. Yani tecrübe eder gibi gerçekten meydana
çıkaralım da ona göre güzel iş yapanlara, iyilik yapanlara güzel
mükafat; kötülere de şiddetli azab verelim.
8-
Bununla
beraber şu da bir gerçektir ki biz o yeryüzündekileri kuru bir toprağa
çevirmekteyiz.Bu gün gözleri kamaştıran o süsler, zinetler, yarın
bakarsın dünden yokmuş gibi harap ve toprak olup gidecekler. Onun için
güzel amel, o fani (geçici) süslere kapılmak değil, onun sonsuza dek
kalıcı olan yaratıcısına hizmet etmektir. Şu halde o yok
olacak süs ve zinetlere esef ile üzülmemeli, vakit geçirmemeli de bu
imtihan meydanında en güzel amel için çalışmalıdır.
9-
Yoksa
zannettin mi ki Ashab-ı Kehf ve Rakîm, -"Kehf", dağda mağara ve
özellikle geniş olanıdır ki, küçüğüne "gâr" denilir. Türkçesi "in"dir.
"Rakîm", bizim kitabe dediğimiz yazılı taş veya maden veya diğer
şeylerden levha demektir.- Yani aşağıdaki şekliyle kıssaları
anlatılacak olan Kehf ve Rakîm sahipleri garip mucizelerimizden
midirler? Yani kuru topraklardan hayrete değer süsler çıkarıp
insanları, onlara düşkün kılarak imtihan eden ve bu şekilde en güzel
amelleri düşkünlük içinde ortaya koyan ve nihayet bütün o süsleri
mahvettiği halde güzel iş yapanları güzel mükafat ile ebedileştirecek
olan ilâhî kudretimizin hepsi çok orijinal ve güzel olan eserleri ve
mucizeleri arasında Ashab-ı Kehf ve Rakîm tek hayret verici ve
şaşılacak bir mucize mi oldular sandın? Hayır bunda şaşılacak bir şey
yoktur. En güzel amelleri, en şaşmaya değer alâmetleri sonu toprak olan
dünya zinetine, dünya hayatına aldanmayan, denenmiş kimseler içinden
ortaya çıkarmak Allah'ın âdetidir. Allah ona benzemez daha neler yapmış
ve yapacaktır. Bunun için başkaları hayret etseler de daha büyük
mucizelere mazhar olan ve daha güzel ameller kendisinden istenen sen, o
zanda bulunmayarak şunu hatırda tut:
10-12-
Derken
kulaklarına perde vurduk, yani yatırdık, uyuttuk bilelim ki iki gruptan
hangisi, bekledikleri süreyi daha iyi hesapladı. Burada "bilelim"
demek, fiilen ortaya koyalım ve gerçekleştirelim de kendileri bile
anlasın ve iki gruptan birisi Allah'ın birliğine inanan, mümin Ashab-ı
Kehf, birisi de hasımları olan müşriklerdir. Âyette görüleceği üzere
Ashab-ı Kehf uyandıkları zaman işlerinde başarılı olduklarını,
gayelerinde isabet ettiklerini gördüler ve Allah'ın rahmetine
kavuştular.
Bu özetlemeden
sonra bunların dinleri, işleri ne idi? Mağaraya niçin çekildiler ve
orada nasıl kaldılar, sonra da nasıl uyandırıldılar? Ayrıntısına
gelince:
13-
Biz sana
onların kıssasını olduğu gibi dosdoğru anlatacağız. Şöyle ki: Gerçekten
onlar bir takım gençlerdir.
"Fitye", genç
delikanlı, yiğit demek olan "fetâ" nın ondan az sayıya delalet eden
çoğuludur. Demek ki kıssanın ibret teşkil eden hakikatinde bunların
isimleri ve sayıları ve memleketlerinin bellenmesi lâzım değildir.
Hüviyetleri olmak üzere ehemmiyete değer olan birinci nokta şu
vasıflarıdır: Bir kaç genç yiğitten oluşan az bir topluluk ki
kendilerinin Rabbine iman ettiler ve biz de kendilerine hidayetlerini
artırdık. Onların kalplerini metin kıldık.
14-
O yiğitler
ayağa kalkarak dediler ki bizim Rabbimiz, bütün göklerin ve yerin
Rabbidir.
Biz O'ndan
başkasına hiçbir zaman ilah demeyiz. Doğrusu o vakit akıldan uzak,
haddinden fazla bir yalan söylemiş oluruz. Çünkü O'ndan başka ilâh
imkansızdır, yalandır. İşte bu yiğitlerin işlerinin aslı şu idi:
Müşriklere karşı ayaklanma ile tevhidi ilân.
Bu ayaklanmanın
meydana gelme şekli hakkında değişik rivayetler vardır. Muhammed b.
İshak'ın nakline göre şöyle zikredilmiştir: İncil ehlinin işi altüst
oldu, içlerinde suçlar büyüdü, krallar azgınlık etti. Bu krallar
putlara tapıyor, putlar için kurbanlar kesiyorlardı. Bu konuda pek
ileri gidenlerden biri de Rum krallarından Dekyanus idi. Rum ülkesini
dolaşıp putperestliği kabul etmeyen hıristiyanları öldürüyordu. Nihayet
Ashab-ı Kehf'in şehri olan "Dekinos"a indi. İner inmez iman ehlinin
takip edilmesini ve yakalanmasını emretti. İman edenler, şuraya buraya
kaçıp gizlenmişlerdi. Şehrin kâfirlerinden tayin ettiği zabıtaları iman
edenleri takip ediyor, gizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanus'a
getiriyorlardı. O da putlara kurban kesilen mezbahalara sevkedip
putperestlikle öldürülme arasında seçim yapmalarını öneriyordu. Alçak
dünya hayatına rağbet edip bu ölümden korkanlar, onun dediğini
yapıyorlar. Ebedî hayatı tercih edenleri de öldürüp, parçalayıp şehrin
suruna ve kapılarına asıyordu.
Bunu gören o
birkaç genç, Rum soylularından ve bir görüşe göre kralın ileri
gelenlerinden hür gençlerdi, çok etkilendiler. Bu fitnenin def edilmesi
için Allah Teâlâ'ya göz yaşları ile boyun eğerek namaz kılıp dua
ediyorlardı.
Zorba kralın
yardımcıları bu gençleri ihbar ettiler, bundan dolayı onları,
hücrelerinde bastırıp huzuruna getirtti ve bazı şeyleri söyledikten
sonra bunları ya putlara ibadet veya ölüm arasında seçim yapmalarını
teklif etti. O vakit o yiğitler de dediler ki: "Bizim bir ilâhımız
vardır ki, ululuk ve yüceliği gökleri ve yeri doldurmuştur. Biz ondan
başka birine ilâh demeyiz, asla putlara tapmayız, senin teklifini kabul
etme ihtimalimiz sonsuza dek yoktur, hükmün ne ise yap!" Bundan dolayı
üzerlerindeki kıymetli elbiselerin soyulmasını emredip onları yanından
çıkardı ve kendisi önemli bir iş için Ninova şehrine gitti ve geri
dönünceye kadar onlara düşünme için mühlet verdi, Onlara uyarlarsa
uyarlar, yoksa diğer müslümanlara yaptığını yapacaktı. Bunun üzerine
yiğitler dinlerini korumak için karar verip şehrin yakınındaki
"Benclüs" dağında sarp bir mağaraya gizlenmeye karar verdiler. Her biri
babasının evinden bir şey aldı, bir kısmını sadaka verdiler, kalan
kısmını nafaka edindiler ve gidip mağaraya sığındılar; gece gündüz
namaz kılıyorlar, Allah Teâlâ'ya inleyiş ve feryad ile yalvarıyorlardı.
Nafaka işini Yemlihaya bıraktılar. O sabahleyin bir miskin kıyafetine
girerek şehre giriyor, lazım olanı alıyor, biraz da havadis araştırıp
arkadaşlarına dönüyordu.
Zorba kral,
şehre dönünceye kadar bu şekilde durdular. Kral gelir gelmez bu
gençleri aradı ve babalarını yanına getirtti. Babaları onların
kendilerine isyan ve mallarını yağma etmekle çarşılarda israf edip dağa
kaçtıklarını söyleyerek özür dilediler. Yemliha, bu kötülüğü görünce,
pek az miktarda azık alıp ağlayarak vardı ve arkadaşlarına dehşeti
anlattı. Onlar, ağlaşarak secdelere kapanıp Allah'a yalvardılar, sonra
başlarını kaldırıp oturdular, yapacakları iş hakkında konuşuyorlardı.
Derken Allah Teâlâ, bunlara bir uyku verdi, yattılar, nafakaları baş
uçlarında uyudular kaldılar. Beride Dekyanus hiddetinden ne yapacağını
düşünüyordu. Onları uyutan Allah Teâlâ bunun gönlüne de mağaranın
kapısını kapatmayı getirdi. Bunun üzerine Dekyanos mağaranın kapısının
ördürülmesini emretti. "Açlıktan, susuzluktan ölsünler, mağaraları
kabirleri olsun" dedi, öyle yaptılar. Dekyanos'un evinde imanını
gizleyen iki mümin vardı. Birinin adı "Pendros", diğerinin ki "Runas"
idi. Bunlar, Ashab-ı Kehf'in isimlerini ve neseplerini ve kıssalarını
iki kurşun levhaya yazıp bir bakır tabuta koyarak yapılan duvarın içine
koymayı kararlaştırdılar ve yaptılar."
Özetle bu
yiğitler Allah'dan başka ilâh tanımaz, gerçekten mümin idiler. İşleri
de Allah'ın hidayet ve korumasıyla dinlerini korumak için zorba
müşriklerin zor ve baskısına karşı ayaklanma olmuştu. Şirke sapan ve
İsa'ya Rab ilâh diyen, dünya süsüne ve hayatına rağbet eden
hıristiyanlara benzemiyorlardı. Kalktılar, sözü bir edip tam bir
bağlılık ve kalb sağlamlığı ile tevhidi ilân ederek dediler ve
kendileri ile beraber böyle demeyip şirke sapan milletlerini küçümsemek
ve çirkin görmek için de şöyle söylediler:
15- Bak
hele
şunlar, şu bizim kavim O'ndan (Allah'tan) başka ilâhlar edindiler.
Gizli değil ki her ne şekilde olursa olsun putlara boyun eğenler ve
genel olarak müşrikler bu ifadeye girdikleri gibi, Mesih (İsa), ilâhdır
diyenler de bu ifadeye dahildirler. Onlara açık bir delil getirselerdi
ya!. Yani Allah Teâlâ'nın ulûhiyyetine ve Rab oluşunun yüceliğine
delalet eden gökler ve yer gibi şahitler, açık deliller var. Fakat
O'ndan başkasının ilâh olduğuna dair öyle bir şahit, açık bir delil
getirseler ya bakalım? Hiç mümkün müdür? Delilsiz dava kabul edilir mi?
Veya şunun bunun keyfi, zorbalık etmesi, musallat olması delil tutulur
mu?
Burada şu anlam
da muhtemeldir: Onlar aleyhine bizim yaptığımız gibi ilmî, âmelî, sözlü
ve fiilî etkili bir delil getirmiyorlar da o yalancılık suçunu
işliyorlar. Artık bir yalan uydurup da Allah'a iftira edenden daha
zalim kim olabilir? Bu fâsılanın yukarıda geçen fasılasına döndürülüp
redif kılındığı (tekrarlandığı) açıktır. Bu şekilde kıssanın müşrikler
aleyhine olan hükmü özetlenirken aynı zamanda bunun "Allah çocuk
edindi" (Kehf, 18/4) diyenler aleyhine hüküm içeren bir delil olduğu da
anlatılmıştır.
16-O
yiğitler,
kavimlerinden de böyle nefret ettikten sonra çekilip kendi kendilerine
dediler ki: Ve madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıkları
putlardan ayrıldınız. O halde mağaraya sığının ki sizin için Rabbiniz
rahmetinden yaysın, yayıp döşesin. Çünkü iman nurunun sonunda Rahmân
olan Allah'ın rahmetine kavuşturacağı şüphesizdir. Ve size işinizde bir
kolaylık hazırlasın. Kolaylıklar yaratsın da ayaklandığınız
maksadınızda başarılı kılsın. İşte bunun üzerine idi ki, yukardaki
özetlemede anlatıldığı üzere, mağaraya çekilip "Ey Rabbimiz! bizlere
tarafından bir rahmet ihsan et ve bize işimizden bir başarı hazırla!"
(17/10) dediler ve Allah tarafından kulaklarının üzerine vurulup
(işitilmelerine engel olduk), yani o zalimler tarafından kaygı verici
bir şeyin işitilmemesi için yatırılıp veyahut mağaranın kapısına bir
bina kurdurulup senelerce uyutuldular.
17-Hem
öyle
rahat uyudular ki ve (baksaydın) görürdün ki, güneş doğduğu zaman,
mağaralarının sağ tarafına yönelir battığında da onları soldan makaslar
kırkar. Yani üzerlerine gün bile değmez, değse değse son olarak batış
sırasında sol taraflarına gelen yönden biraz kırkar geçer. Demek ki
mağaranın vaziyeti budur. Her tarafı korunmuştur ancak kapısı biraz
batıya meyilli olarak kuzeydedir. onlar ise mağaranın bir meydanında;
mağaranın bir geniş yerinde sıkıntısız yatıyorlar.
O yok mu, yani
Ashâb-ı Kehf'in o şekilde Allah için ayaklanması ve kavimlerini terk
edip Allah'a tevekkül etmiş olarak mağaraya sığınmaları ve mağaradaki
durumları yok mu? Allah'ın âyetlerindendir. Allah'a ait alâmetlerden,
Allah'ın kudret ve rahmetinin delillerinden biridir, bir keramettir.
Allah, her kime hidayet ederse, doğru yolu tutan odur. Nitekim Ashab-ı
Kehf böyledir. Allah, her kimi de şaşırtırsa artık onu irşad edecek bir
dost asla bulamayacaksın.
Ashâb-ı Kehf
gibi keramet sahiplerinin irşadlarıyla yola gelmemiş, iman ve
İslâmiyet'ten ayrı kalmış, gitmişlerdir.
18-Allah'ın
âyetini anlamalı ki baksan onları uyanık zannedersin, halbuki
uykudadırlar. Demek ki uykuda oldukları halde gözleri açık ve biz
onları sağa ve sola çeviririz. Köpekleri de ön ayaklarını mağaranın
girişine doğru uzatmış. Eğer sen onları görseydin, üzerlerine
çıkıverseydin mutlaka döner kaçardın. Ve mutlaka için korkuyla dolardı.
Durumları öyle heybetli, öyle korkunç idi. Demek ki kendilerine
kimsenin bakması mümkün değildi.
19- Ve
İşte
böylece, yani bir mucize olarak senelerce uyutup koruduğumuz gibi
onları uyandırdık, yani bir mucize olmak üzere diriltir gibi uyandırdık
ki birbirlerine sorsunlar. Kendi durumunu bilmek her şeyden önce
geldiği için uyandırılmalarının ilk hikmeti kendi durumlarını anlamak
için, şu şekilde birbirlerine sormaları oldu: Bunun için içlerinden
biri: "Ne kadar durdunuz?" dedi. "Bir gün veya daha az bir zaman
kaldık" dediler. Kimi öyle dedi, kimi de öyle. Nasıl ki kıyamette
uyandırılarak haşre gönderilecek olanlar hep böyle sanacaklar (Bakara
Sûresi'ndeki âyetinin tefsirine bkz.: 2/279) Bu karşılıklı konuşma
esnasında kimi de fazla durulduğunu sezerek anlaşmazlığa son vermek
için "ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir." dediler.
Bundan dolayı
aranızdaki ihtilafı bırakınız da Şimdi birinizi şu gümüş paranızla
şehre gönderiniz de hangi yiyecek daha temiz baksın ve size ondan bir
rızık getirsin ve çok dikkat ve nezaketle hareket etsin ve sakın sizi
kimseye sezdirmesin.
20- Çünkü eğer
onlar sizi ellerine geçirecek olurlarsa ya sizi taşlayıp öldürecekler
veya kendi dinlerine döndürecekler. İrtidad ettirecekler ve o zaman siz
ebediyyen kurtulamayacaksınız. Yani recm edildiğiniz takdirde şehid
olur kurtulursunuz, fakat dönüp kâfir olursanız dünyada
kurtulamayacağınız gibi ahirette de asla kurtulamayacaksınız. Çünkü
dünya hayatı fanidir, herkes muhakkak ölecektir, ahirette küfrün azabı
ise ebedidir.
Burada şöyle bir
soru vardır. Böyle taşlayıp öldürme tehdidi altında zorlanma bir
mazeret değil midir? Bunlar kalplerindeki imanı bozmadan zorlanma ile,
zahiren (dış görünüşe göre) dönmüş olsalardı. "Kalbi imanla mamur
olduğu halde, inkâra zorlanan hariç" (Nahl, 16/10) istisnası hükmü
içine girmezler miydi. O halde asla kurtulamayacaksınız demeleri neden?
Cevap: Bunun bir
kaç hikmeti vardır:
Birincisi:
Bunlar kesin kararlı yiğit adamlardır. Gözettikleri kurtuluş, yalnız
sorumluluktan kurtulma değil, açık ve gizli olarak rahmeti yaymaktır.
Onun için ruhsat ile amel etmeyi "İyi insanların iyilikleri, Allah'a
yakın olanların günahlarıdır" ifadesi gereğince sakıncalı olmaktan uzak
görmemişlerdir.
İkincisi: Bu söz
henüz zorlanma durumunda değil, zorlanma durumuna düşmekten son derece
sakınmak için söylenmiştir. Çünkü sakınmada kusurlu davranıp da
zorlanma durumuna düşüldüğü zaman sorumluluk ortadan kalkmaz.
Üçüncüsü: Küfrü
gerektiren amellere alışkanlık gibi herhangi bir sebeple, kalbin imana
kanmasını sarsacak şekilde devam edeceği kesin olan zorlamaları uygun
görmenin de "Eğer onlara uyarsanız muhakkak ki Allah'a ortak koşanlar
olursunuz" (En'âm, 6/121) tehlikesi vardır.
21- Özetle öyle
dediler ve işte böylece onları şehir halkına buldurduk. Yani o sözü
kabul ettiler ve o şekilde içlerinden birini şehre gönderdiler. Fakat
Allah'ın takdirine bakın ki, o derece sakınmalarına rağmen Allah, bu
şekilde kendilerini tanıttırdı. Rivayete göre gidenin elindeki para
yakalanmasına sebep olmuş ve bu yüzden Allah Teâlâ onları şehir halkına
buldurmuş ki Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve kıyamet günün meydana
geleceğinde hiç şüphe olmadığını bilsinler diye. Çünkü ne kadar
durduklarını bilemeyen Ashâb-ı Kehf senelerce yattıkları
mağaralarından, kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış ve
vaktiyle ayaklandıkları müşriklere karşı başarılı olduklarını ve
isteyip umdukları Allah merhametinin bir tecellisini görmüş ve
dolayısıyla önceden iman ettikleri şekilde Allah'ın vaadinin hak
olduğunu müşahede ile bilmiş oluyorlardı.
İşte bu şekilde
gerek kendileri ve gerek diğerleri için kıyametin şüphesiz olduğuna da
bir delil ve misal olmuş bulunuyorlardı. Hani bir zaman halk aralarında
Ashâb-ı Kehf'in durumu hakkında münakaşa ediyorlardı. Yani o vakti
düşün ki, bunlar ayaklanıp mağaraya çekildikleri zaman kavimleri
bunların işi için münakaşa ediyorlardı. Bazıları: "Mağaranın ağzına bir
bina yapınız" demişlerdi. Mağarayı mezarları olsun diye üzerlerine bir
bina ile tıkamışlardı. Rabbleri, onların durumunu daha iyi bilir.
"Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başka hiçbir
ilâha tapmayız." (Kehf, 18/14) diye iman ve ilan ettikleri Allah Teâlâ
din uğrunda uğraşmalarını boşa çıkarmadı. "İki taraftan hangisinin
mağarada kaldıkları süreyi daha iyi hesapladığını ortaya koymak için"
(Kehf, 18/12) buyurduğu şekilde, en sonunda maksatlarına ulaştıklarını
gösterdi, münakaşa eden hasımlarını mağlub etti. Onların işi hakkında
sözlerinde üstün gelen müminler, yani Ashâb-ı Kehf'in takip ettiği
durum üzerine giderek düşmanlarına karşı galip gelen grup elbette biz
onların üzerine bir mescid yaparız dediler.
22-Bununla
beraber ihtilaf ettiler. Onlar üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir,
diyecekler. Onlar, beş kişidir, altıncıları köpekleridir, diyecekler.
Bunlar, gayb hakkında tahmin yürütmektir. Demek ki bu iki söz delilsiz
zanna dayanan bir sözdür: (Onlar) yedi kişidir, sekizincisi
köpekleridir de diyecekler. Demek ki bu söz, öncekiler gibi delilsiz
zanna dayanan bir söz değildir. Gerçeğin kendisi olmasa bile ona en
yakın sözdür.
Doğrusu
de ki:
Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Sayılarının bilinmesi kıssa
açısından herkese lazım değildir. Onları gerçekten bilenler pek azdır.
Onun için Ashâb-ı Kehf hakkında, sathî tartışma dışında derin
münakaşaya girme. Pek az kimsenin bilebileceği Ashâb-ı Kehf hakkında
yukarıda söylendiği gibi Rabbim en iyi bilendir, bilenler azdır, çoğu
bir delile dayanmaksızın söyler. Onun için sathî bir münakaşadan başka
bir tartışmaya ve karşılıklı konuşmaya dalma. Ve haklarında onlardan,
değişik sözlerin sahiplerinden hiçbir şey sorma. Çünkü kıssanın
bilinmesi lazım gelen noktaları hakkıyla bilindi. Şu halde Ashâb-ı Kehf
kıssasını yalnız Kur'ân'ın açıklamasına dikkat ederek okumalı, şundan
bundan sormaya kalkışmamalıdır.
Şimdi
bu
kıssadan alınacak hisseyi açıklamak için aşağıda gelecek talimat ile
buyuruluyor ki:
24-25-
Ancak
Allah'ın dilemesi hariç. O vakit yapabilirsin. Bundan dolayı gelecekte
bir işi yapmaya azmederken işi Allah'ın iradesine bağlamalı,
"inşaallah" demeyi unutmamalı. Unuttuğun zaman da Rabbini an. Yani bu
istisnayı (inşaallah demeyi) insanlık icabı olarak unutmuş bulunursan,
hatırladığın zaman "inşaallâh" diyerek veya tesbih ve istiğfar ederek
Allah'ı zikret ki, bu şekilde sözün hükmü değişmezse de kusura keffâret
olur, günahtan kurtulunur. Veya herhangi bir şeyi unuttuğun zaman
insanın beceriksizliğini düşünüp Allah'ı an ki, unuttuğunu
hatırlayabilesin. Özetle Allah'ın iradesinin sözünü etmeyerek yarın
muhakkak şöyle yapacağım, böyle yapacağım demenin sakıncalarını anlamak
için bir insan için en azından unutup yalancı çıkacağını düşünmesi bile
yeter.
Bu
yasak ve
emri
ile Allah Teâlâ, Resulüne her azmini Allah'ın dilemesine bağlamasını
öğrettikten sonra, kıssadan hisseyi tebliğ etmek için buyuruyor ki: Ve
de ki: "Rabbim'in bundan (yani Ashâb-ı Kehf'in başarılı olmasından)
daha çok yakın bir şekilde beni başarıya ulaştırması pek umulur." Onlar
ne kadar durdular? Onlar, mağaralarında üçyüz sene durdular dokuz yıl
da ilave ettiler. Denilmiş ki güneş
yılı hesabı ile üçyüz, dokuz
yıl
fazlası da kamerî yıl (ay yılı) hesabı iledir. Bazı tefsir
bilginleri
bu müddetin Allah'ın açıklaması olduğunu söylemişler, bazıları da İbnü
Mesud'dan rivayet edildiği üzere "ve dediler ki" cümlesinin takdiri
ile, sayılarında ihtilafa düşenlerin sözünü anlatma, olduğunu söylemiş
ve diğer bazıları da ta yukarıda daki nin mekûlüne (mefûlüne)
atfedilmiş olarak mescid yapalım diyenlerin sözü olmasını tercih
etmişlerdir. Bununla beraber bunun böyle kıssadan ayrı olarak özel bir
şekilde zikredilmesi bize yeni bir mânâ telkin etmektedir. İsti'nafiye
(söz başı) ve daki zamiri Ashâb-ı Kehf'in taraftarları demek olan ve
mescid yapalım diyen ya ait olmak suretiyle bunu şöyle anlayabiliriz:
"Onların işine galip gelenler ve mağaraya mescid yapan Ashâb-ı Kehf
taraftarları, o galibiyete ulaşıncaya kadar mağaralarında,
saklandıkları yerde üçyüz dokuz sene durdular." Gerçekten
hıristiyanların müşrik Romalılara galip gelmeleri ile meydana çıkmaları
miladî IV. asrın başlarında meydana geldiğine göre, o zamana kadar üç
yüz küsür sene durmuşlar demektir. Bu şekilde üçyüz dokuz yıl bu
müddeti tashih etmek için açıklanır. Ve işte onlar, galip gelinceye
kadar, üç yüz dokuz sene gizli
durdukları halde, Hz. Muhammed'in
peygamberliği ile İslâm dininin bundan çok az bir müddet içinde ve daha
hızlı ve daha güzel bir şekilde galip gelmeye muvaffak olacağı vaad
edilmiş ve gerçekten hicretten itibaren bu görünme ve galip gelme
başlamıştır.
26- Bunların
durdukları bu üç yüz dokuz sene müddet hakkında daha çok veya daha
azdır, diye ihtilaf edecek olurlarsa. De ki: Onların ne kadar
kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Çünkü Ashab-ı Kehf kendileri de "Ne
kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir." (Kehf, 18/19) demişlerdi.
Çünkü göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O ne güzel görendir, ne güzel
işitendir. Onların Allah'tan başka bir yardımcısı yoktur. Yani Ashâb-ı
Kehf "Allah çocuk edindi." (Kehf, 18/4) diyenlerden değildir. "O,
hükmünde hiç kimseyi ortak etmez."
60-
Bir vakit
Musa genç adamına demişti ki, yahudiler Hz. Musa'nın bu kıssasını kabul
etmek istememişler. Muhaddisler ve tarihçilerden bunun, Musa b. İmran
değil, Musa b. Mişa olduğunu zannedenler de olmuştur.
Nitekim Buharî,
Müslim, Tirmizî, Nesaî ve diğer hadis kitaplarında rivayet olunduğu
üzere Said b. Cübeyr şöyle demiştir: "İbnü Abbas (r.anhüma) ya dedim
ki: 'Nevf-i Bükalî, Hızır'ın arkadaşı olan Musa'nın, İsrailoğulları'nın
peygamberi olan Musa değildir iddiasında bulunuyor.' Bunun üzerine İbnü
Abbas: 'Allah'ın düşmanı yalan söylemiş' deyip uzun bir hadis ile bunun
bilinen Hz. Musa olduğunu Resulullah'tan naklederek anlatmıştır. Ve
gerçekten Kur'ân'da zikredilen Musa'dan diğer bir Musa anlaşılmaz.
Musa'nın
delikanlısı da rivayetlerin çoğuna göre Yûşa' b. Nun'dur. Çünkü o
hizmet ediyor, öğreniyordu. Hizmetçiler çoğunlukla genç yaşta
olduklarından Araplarda hizmetçiye genç denilmesi de edebî bir
üsluptur. Bir hadis-i şerifte de: "Hizmetçilerinize kölem, cariyem,
demeyiniz; delikanlım deyiniz" buyurulmuştur. Gerçi bazılarının dediği
gibi bir başkası olması da muhtemeldir. Fakat sahih haberlerde Yûşa'
olduğu belirtilmiştir. O halde olay, Musa Mısır'dan çıktıktan sonra,
Tîh sahrasında iken meydana gelmiş demek olur. Bu kıssanın sebebi bir
rivayette şöyle nakledilmiştir.
Musa Rabbine
sorup: "Ya Rabb! Kullarının sana en sevgilisi hangisidir?" demiş.
Buyurulmuş ki: "Beni zikreden ve unutmayan." Ey (Rabb!) en hakim kulun
hangisi?" demiş. Buyurulmuş ki: "Hak ile hükmeden ve arzularına uymayan
kimsedir." "En bilgili kulun kimdir?" demiş. Buyurulmuş ki; "Belki bir
kelimeye rast gelirim de bir doğru yolu gösterir veya bir felaketten
kurtarır diye insanların ilmini araştırmakla kendi ilmine ekleyen
kimsedir." Bunun üzerine Musa (a.s) demiş ki: "Ya Rabbi! Kullarından
benden daha bilgilisi varsa bana göster". "Var" buyurulmuş. "O halde
onu nerede arayayım" demiş. "Her iki denizin birleştiği yerde, kayanın
yanında balığı kaybedeceğin yerde..." diye tarif edilmiştir.
İki denizin
birleştiği yer ki, açıkça anlaşılan bir boğaz olmasıdır. Nitekim Ka'b-i
Kurazî'den Tanca, yani Sebte boğazı olduğu rivayet edilmiştir. Übey'den
de Afrikiyye olduğu nakledilmiştir. Fakat Mücahid ve Katade'den İran
denizi ile Rum denizinin birleştikleri yer olduğu rivayet olunmuştur.
Bu şekilde maksat bir boğaz değil, dar bir dil, bir engel olması
gerekir. Çünkü İran denizi, Basra körfezi; Rum denizi de Akdeniz
olduğuna göre, Basra körfezi ile Akdenizi birleştiren bir boğaz yoktur.
Bundan dolayı bu olsa olsa İran denizinin bağlantılı olduğu Hint
okyanusu ile Akdeniz arasında Süveyş kanalının açıldığı dar bir dil
olsa gerektir. Kayadan açıkça anlaşılan Kudüs'teki tanınmış Sahratullah
(Allah taşı) olması çok muhtemeldir. İbnü Atiyye demiştir ki: "O, yani
İran denizi Hint okyanusunun bir koludur ki Azerbaycan'ın arkasından
başlayan İran toprağında kuzeyden güneye doğru uzanır. Şu halde bu
görüşe göre iki denizin birleştiği yer, iki denizin, Suriye toprağı
tarafında bulunan yönden iki denizin birleşmesine esas olan yerdir."
Tefsir bilginleri burada "bahreyn" (iki deniz) kelimesinin, bahr
(deniz) kelimesinin ikili olmak üzere iki deniz mânâsına sayılmış, bir
özel isim olmasını göz önünde bulundurmamış görünüyorlar. Halbuki
Mu'cemü'l-Büldân'da anlatıldığı gibi Bahreyn, Hint Okyanusu denizi
sahilinde Basra ile Umman arasında birçok ülkeyi kapsayan bir kıt'anın
özel ismi olduğu da bilindiğinden bu mânâ düşünülecek olursa, iki
denizin birleştiği yer, Bahreyn kıtasının (bölgesinin) toplu yeri veya
merkezi demek olur. Özel isim, genel isimden daha açık olması
itibariyle bu mânâ, hem açık, hem de Sebte boğazından daha yakındır.
Daha önce Medyen'e gitmiş olan Musa'nın ondan sonra Bahreyn'e bir
seyahata çıkması da uzak görülen bir görüş değildir. Ancak tefsir
bilginleri, buna değinmemiş olduklarından bunu destekleyen naklî bir
delil bulunamıyor, Nitekim İstanbul boğazı hakkındaki yayılmış haber de
böyledir. Tefsir bilginlerinin bu mânâ üzerinde durmamalarının sebebi
-Allah daha iyi bilir bundan sonraki âyette ikil zamiri ile buyurulmuş
olmasıdır. Çünkü özel isim olsaydı zamir tekil olacaktı. Öyle olmakla
beraber bu ikil zamirini Musa ile arkadaşına gönderenler de olmuştur.
Bir de bazıları buradaki bahreyn'in (iki denizin) biri acı, biri tatlı;
yani bir nehir olduğunu söyledikleri gibi, diğer bazıları da Azerbaycan
tarafındaki "Kürr ve Ress" nehirleri olduğunu söylemiştir. "Res halkını
ve bu arada daha birçok nesilleri (inkârları yüzünden helak ettik)"
(Furkan, 25/38 âyetinin tefsirine bkz.) Nihayet, "mecme'a'l-bahrayn"
iki ilim denizi demek olan Musa ile Hızır'ın birleştikleri yer demektir
diyenler de olmuştur. Keşşâf bunun hakkında; bid'at tefsirlerinden
demiş. Ebu Hayyan da: Bu batıniyye tefsirine benziyor demiş. Bu görüş,
daha birçokları ile beraber tasavvufçulardan olan Nişaburî Tefsiri'nde
bile red ve tenkid edilmiştir. Bununla beraber şunu itiraf etmek
gerekir ki, bu mânâ lafız itibariyle uzak olmakla beraber, mânâya göre
sabittir. Çünkü yukarıda naklolunan ihtilaflar karşısında ifadesinden
anlaşılabilen, kesin olarak anlatılan şey Musa ile Hızır'ın
buluşacakları bir yer olmasından ibaret kalıyor.
61-
İkisi, iki
denizin birleştiği yere varınca, -burada buyurulmayıp da araya bir de
ilave edilmiş olmasının nüktesi düşünülmelidir.- balıklarını unuttular,
yani aradıklarını bulmak için alamet olacak olan balığın ne halde
olduğuna dikkat etmek hatırlarına gelmedi. Sözün gelişinden anlaşılıyor
ki Musa, sormayı unuttu. Delikanlısı da söylemeyi unuttu. İlerideki
"kuşluk yemeğimizi bize getir" ifadesinden anlaşılacağı üzere bu balık
demek ki yiyecekleri gıdaları idi. Bundan dolayı diri değil idi.
Halbuki o denizdeki yolunu tutmuş, bir deliğe girmişti. Demek ki,
ölülerin dirilmesine numune olan bir mucize meydana gelmiştir. Musa'nın
haberi olmadığına göre bu artık aranan zatın bir mucizesi oluyordu.
Delikanlı bunu görmüş, her nasılsa haber vermeyi unutmuştu. Onun için
varacakları yere vardıklarının farkına varamayarak geçtiler gittiler.
62-
"Geçtikleri
zaman Musa genç adamına: Kuşluk yemeğini bize getir dedi." Delikanlı
dedi ki:
63- gördün mü,
kayaya sığındımız vakit ben balığı unutmuşum. Yani orada ne olduğunu
söylememişim. Tefsir bilginlerinin sözlerinden buradaki kaya deniz
kenarında tanınmayan bir kaya imiş gibi anlaşılıyor. Çünkü balığın
denize gittiğinin anlatılmasından bu kayanın da deniz kenarında olması
gerekir gibidir. Fakat biz bunun Kudüs'teki herkesçe bilinen kaya
olduğuna hükmetmek istiyoruz. Çünkü "es-sahra= kaya"dan açıkça ve hemen
anlaşılan budur. Balığın denizdeki yolu tutup bir deliğe girmiş olması
da orada bir su deliğine sıçramış olmasıyla açıklanabilir. Gerçekten bu
kayanın yanında Musa ile Hızır buluştuğundan sonra ileride "ikisi
birlikte gittiler, nihayet gemiye bindiklerinde..." (18/71)
buyurulacağı gibi gemiye bininceye kadar hayli gitmiş olduklarına göre
buradan denize kadar epey bir mesafe bulunduğu da anlaşılmaz değildir.
Ve Allah daha iyi bilir, bu şekilde bu olayda, kayanın mukaddesliğinin
esası bulunur. Onu söylememi bana ancak şeytan unutturdu. Yoksa bu
unutulacak gibi bir şey değildi. O şaşılacak bir şekilde denizde yolunu
tutup gitmişti.
64-
Delikanlının
bu haber verme ve özür dilemesine karşı Musa: "İşte bizim istediğimiz
de buydu" dedi. Burada "nebğı" fiili cezmedilmiş müzari (geniş zaman)
olmadığından genel kurala uygun olarak "nebğî" okunmalı idi.
Fakat genel
kurala aykırı olarak "yâ" düşürülmüştür ki, bu kaldırma genel kurala
aykırı olmakla beraber dildeki kullanışa aykırı değildir. Tilavette
daha fasih olmuş. Artık aramanın uzamadığına bir işaret olması
itibariyle mânâda beliğ düşmüştür. Bununla beraber "yâ" ile okunuşu da
vardır.
Bunun üzerine o
ikisi izlerini takip ederek gerisin geriye döndüler,
65-
derken salih
kullarımızdan birini buldular ki biz nezdimizde ona bir rahmet
vermiştik. Yani vahiy ve peygamberlik nimeti ile nimetlendirmiş ve
tarafımızdan kendisine ilim öğretmiştik. Bazıları bu zatın kim olduğu
hakkında ihtilaf etmişlerse de tefsir bilginlerinin çoğu Hızır olduğunu
nakletmişler ve açıklamışlardır. Tasavvufçular, hadis bilginlerince
sahih olarak kabul edilmeyen bazı haberlerle Hızır'ın hiç vefat
etmediğini ve arasıra görüldüğünü söylemişlerdir. Onun için buradaki
rahmeti, uzun süre yaşamak ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddin-i
Arabi hazretlerinin "Futuhât-ı Mekkiyye" sinde Hızır'ın hayatına dair
birtakım bahisler ve hikayeler görülür. İbnü Salâh ve Nevevî gibi bazı
yüce zatlar, Hızır'ın yaşadığı hakkında büyük âlimlerin görüş birliğini
nakletmişler, fakat takip olunmuşlardır. (eleştiriye uğramışlardır.)
Buna karşılık bir çok âlimler de bazı hadislerle "Ey Muhammed! Biz
senden önce hiçbir insana ebedilik vermedik..." (Enbiyâ, 21/34)
âyetiyle akla ve nakle dayanan bazı deliller getirerek vefat etmiş
olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hayyân, bunun cumhur sözü olduğunu
kaydetmiştir. Gerçekten tefsir bilginlerinin çoğu, birçok yerlerde
olduğu gibi buradaki rahmeti de vahiy ve peygamberlik ile tefsir
etmişlerdir.
İbnü Kayyim-i
Cevzî, Hızır (a.s)ın hayatı hakkında zikrolunan hadislerin hepsi
yalandır. Yaşadığına dair sahih bir hadis bile yoktur demiş. Alûsî de
bu konuyla ilgili sözleri ve delilleri uzun uzadıya inceleyip
araştırdıktan sonra demiştir ki: Her türlü hesaptan sonra Hz.
Peygamberin sahih hadisleri ve aklın tercih ettiği deliller, vefat etti
diyenlerin sözüne tamamen uygun ve iddialarını tamamen
desteklemektedir. Ve bu haberlerin dış görünüşlerinden sapmayı
gerektiren bir şey yoktur. Olsa olsa çok hayırlı bazı salihlerden -ki
sahih olduğunu Allah bilir rivayet edilen hikayelerin dış görünüşlerini
gözetme ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Hızır'ın yaşadığını söyleyen bazı
tasavvuf ulularına iyi fikir besleme meselesi kalır ki, bu da bir delil
meydana getirmez. Eğer yalnız söyleyen kimsenin değerinin yüceliğinden
ve onun hakkındaki iyi kanaatten dolayı, o gibi sözlere değer verip de
kabul edersen kıyamete kadar Hızır'ın yaşadığına inanabilirsin. Eğer
Hz. Ali'nin "söyleyene bakma, söylediğine bak" dediği gibi söyleyen
kimsenin onurunun yüceliğine aldanmayıp da sözü, delilin bulunması ve
bulunmamasına göre kabul veya reddedeceksen iki tarafın delillerini,
faydasına ve zararına olan delilleri öğrendikten sonra, vicdanından
fetva sor, vereceği fetva ile amel et. Sakın birtakımlarının yaptığı
gibi, bir konuda tasavvufçulara uymayanı hemen doğru yoldan sapıtmaya
kalkışma. Çünkü İslâm hukukuna göre veya akla göre bir delilin, red
edemeyeceği konularda ehlinden işitilen bir söze inanmamak bir
mahrumiyet olabilirse de şer'î veya aklî delilin reddettiği bir dava
tasavvufçularca da kabul edilmez.
Biz de şunu
söylemek isteriz ki, bu konu görünen hayat açısından üzerinde
düşünülürse Hızır'ın yaşadığını kabul etmeyen âlimlerin sözü açık
olduğunda şüphe yoktur. "Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir"
(Maide, 5/75) âyeti bu konuda yeterli bir delildir. Fakat işaret,
şiarları olan tasavvufçuların sözlerini de dış görünüşü üzere tartışma
konusu yapmamak icab eder. Özellikle Musa ve Hızır kıssası bir zâhir ve
bâtın kıssası olduğuna göre o bâtın (gizlilik), Hızır meselesinin
konusunu meydana getirir. Tasavvufçuların sözünde buna delil de yok
değildir. Şeyh Sadreddin İshak Konevî "Tebsıratü'l- Mübtedî ve
Tezkiretü'l-Müntehî" isimli eserinde: "Hızır (a.s)ın varlığının misal
âleminde" olduğunu nakletmiş. Abdurrezzak-ı Kâşî: "Hızır, ruhun
ferahlığından, İlyas ruhun sıkıntısından ibarettir" demiş. Bazıları da
Hızriyyetin, Hızır (a.s)ın derecesi üzere bazı salih kimselerin erdiği
bir rütbe olduğunu söylemiştir ki, bu üç sözü, bu konunun anahtarı
olmak üzere kabul edebiliriz.
LEDÜNN:
"yanında" gibi bir zarftır. Türkçede katımızdan veya tarafımızdan demek
gibidir. Ve görülüyor ki ilmin değil, öğretmenin kaydıdır. Bununla
beraber öğretmenin, O'nun katından olması, ilmin de O'nun katından
olmasını gerektirmez değildir. Şüphe yok ki bütün peygamberlerin ilmi
Allah tarafından vahiy ve öğretmek itibarı ile Ledünnî (Allah
katından)dir. Fakat burada dikkate değer bir husus şudur ki "ve
kendisine tarafımızdan ilim öğrettik." kaydı ile Hızır'a öğretilmiş
olan ilim, Musa'nın ilminden bambaşka bir ilim, yani Allah tarafından
öğretilen ilimlerden özel bir ilim olduğu anlatılmıştır ki, âyetteki
kıssalar karinesi (ipucu) ile tefsir bilginleri, bunu "Gayıplar ilmi ve
gizli ilimlerin sırları" diye tefsir etmişlerdir. Diğer bir ifade ile
demişlerdir ki: "Musa'nın ilmi, şer'î
hükümleri bilmek ve dış görünüşe
göre fetva vermekti. Hızır'ın ilmi ise işlerin iç yüzünü bilmekti."
Sahih-i Buharî'de rivayet edilmiştir ki, Hızır şöyle demiş: "Ey Musa!
Ben Allah'ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu
bilmezsin. Sen de Allah'ın ilminden sana öğrettiği bir ilim üzeresinki
ben onu bilmem." Bu şekilde ilm-i ledünnî (Allah bilgisi) deyimi, bu
özel ilimde en özel bir mânâ ile terim olmuştur ki, buna hakikat ilmi
ve batın (gözle görülmeyen şeyler) ilmi de denilmiş ve tasavvufçular,
bu kıssaya bir delil olarak tutunmuştur. Özetle ledünnî ilim, kafa
çalıştırmakla elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah vergisi olan
bir mukaddes kuvvetin tecellisidir. Etkiden etki yapana, duygudan
varlığa doğru giden bir ilim değil, etki yapandan etkiye (ize),
varlıktan duyguya gelen birinci derecede bir ilimdir. Nefsin olagelene
geçişi değil, olagelenin nefiste meydana çıkmasıdır. Doğrudan doğruya
bir keşiftir. Fakat ledünnî deyimi, bunun özellikle Allah'ın sırlarına
ait olanından daha fazla deyim olmuştur. Türkçede bir işin ledünniyatı
demek iç yüzündeki gizli incelikleri ve sırları mânâsında herkesçe
bilinir. Bu kıssada ilim için araştırma yapmak ve yolculuğa çıkmaya bir
teşvik delili ve bununla beraber ledünnî ilmin çaba harcamak ve
istemekle kazanılmasının mümkün olmadığını anlatmak vardır.
66-
Bakınız Musa
ile delikanlısı Allah'tan böyle bir rahmet ve ilme erişmiş özel bir
kulu bulduklarında ne yaptılar: Musa ona dedi ki: "Sana öğretilen
ilimden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"
RÜŞD, hayrı,
doğru yolu bulmaktır. Bu sözde âlime karşı alçak gönüllülüğün gereğine
ve ilim tahsilinden esas maksadın rüşdü kazanmak olduğuna ve ilim
öğrenmede gönül alçaklığı, edeb, nezaket, ardına düşme ve hizmetin şart
olduğuna delalet vardır.
67-69-Bu
izin
istemeye cevap olarak o kul; Musa'ya dedi ki: "Sen benimle arkadaşlığa
asla sabredemezsin." Bu sözle Hızır, Musa'nın psikolojik durumu
hakkındaki ilk keşfini göstermiş ve ona kendini anlatmış oluyordu ki,
sonunda doğruluğu gerçekleşecektir. Gerçekten bu istekle Musa'nın
alacağı ders, kendi yerini tanımak ve bir sabır dersi almaktan ibaret
olacaktır. Yani bu konuda çok sabır lazımdır. Senin ise şüphesiz ki
benimle beraber sabretmek elinden gelmez ve bunda mazursun. Çünkü iç
yüzünü bilemediğin bir şeye nasıl sabredeceksin?
Yani beraberimde
birtakım şeyler göreceksin ki, sır ve hikmetinden haberin olmayacak,
dış görünüşe göre ise iyi görünmeyecek. Sen bir şeriat sahibi olman
itibariyle onları dış görünüşlerine göre uygun göremeyip itiraz etme
gereğini duyacaksın.
70-
Musa dedi
ki: "İnşallah beni sabırlı bulacaksın, sana hiçbir işte karşı
çıkmayacağım." dedi. Allah dilemezse başka.
71-
"Hızır dedi
ki: "Eğer bana uyacaksan, ben sana sırrını anlatmadıkça hiçbir şey
hakkında bana soru sorma." Yani tartışma, itiraz şöyle dursun, sorup
anlama için bile soru sorma! Demek ki başka ilimlerde meseleyi ortaya
koyarak bilginin yarısını oluşturan soru, bu ilimde yasaktır. Bunda
öğrencinin nefsi, faaliyetten çok kabiliyette hazırlanacaktır.
72-75-
Böylece
ikisi yola koyuldular. Demek ki, bu ilimden bir şey bellenirse bir
yerde oturup söyleşmek veya düşünmek yoluyla değil, gerçekten işleri
yapmakla bellenecektir. Sözleşme tamamen olur olmaz ikisi birlikte
hareket etmişler. Görülüyor ki burada delikanlı zikredilmemiştir. O,
Musa'ya uyduğu için, artık kendisinden söz edilmemiş ve onu bir yerde
bırakmış da olabilirler. İkisi denize doğru gemiye bininceye kadar
gittiler. Nihayet gemiye bindiklerinde, Ebu Hatem'in Rebi' b. Enes'ten
rivayet ettiğine göre yer korkunç idi, gemiciler bunlardan
şüphelendiler, bindirmek istemediler. Fakat başkanları: "Ben bunları
yüzleri nurlu adamlar görüyorum, bindireceğim" dedi, bindirdi. Buharî
ve Müslim ve diğer hadis bilginlerinin İbnü Abbas'tan rivayetinde ise
"Hızır'ı tanıdılar, ücretsiz bindirdiler. Gemiyi yaraladı. Bunun bazı
rivayetlerde zikredildiği gibi keser veya balta gibi aletler ile olağan
bir iş şeklinde olması muhtemeldir. Ve gemiciler Hızır'ı
tanıdıklarından dolayı belki ses çıkarmamışlardır. Fakat nazmın beyan
zevkine ve gemicilerin ses çıkarmamasına göre bir harika şeklinde
sessizce yapılıvermiş olması daha uygundur. "Musa : "Gemiyi yolcularını
boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın" dedi. Yine
gittiler, yani özrünü kabul etti de gemi ile sahile çıktıktan sonra
yine gittiler. Nihayet bir oğlana rastladılar. Hızır onu hemen öldürdü.
Oğlan deyimi gibi gulâm deyimi de çoğunlukla buluğ çağına ermeyenler de
yaygın olarak kullanıldığından dolayı, Cumhur bunun henüz büluğ çağına
ermemiş bir çocuk olduğunu söylemişlerdir. Fakat İbnü Ebî Hatem, Said
b. Abdülaziz'den yirmi yaşında bir genç olduğunu rivayet etmiştir.(1)
Gerçekten böylelerine de gulam denilebilir. Musa dedi ki: "Bir can
karşılığı olmaksızın masum bir cana nasıl kıydım? Yani bir kısas hakkın
yok iken, bir masum veya suçsuz kimseyi mi öldürüverdin? Demişlerdir
ki, maksat, öldürmenin haksız yere olduğunu söylemektir. Yalnız kısas
hakkının olmaması bu duruma en uygun olması itibariyledir. Veyahut
Musa'nın şeriatinde çocuğu (öldürmede) de kısas gerektiğini
bildirmektir. Doğrusu çok fena bir şey yaptın"
76-77-
Nihayet
bir köy halkına vardılar. İleriden anlaşılacağı üzere bu bir şehir idi.
Birçokları Antakya olduğunu söylemiş. Şehre Antakya ismi sonradan
verilmiş olduğuna göre eski isminin başka bir şey olması gerekir.
Bundan başka Übülle denilmiş. Berka denilmiş. Hıristiyanların nisbet
edildiği Nasıra denilmiş, Bacırvan denilmiş. Rum topraklarında bir
köydür denilmiş, Endülüs'te Hadrâ adasıdır denilmiş. Şu halde bu köyün
sağlam bir şekilde belirlenmesi mümkün değildir. Aslında Kur'ân'da
köyün belirlenmesi istenmediğinden dolayı belirsiz gösterilip yalnız
şöyle bir niteliği anlatılmıştır:
Öyle bir köy ki
halkından yiyecek istediler (köy halkı) onları konuklamaktan
kaçındılar. Burada in iki defa söylenmesi, birisi şehrin asıl hükümeti,
biri de genel halkı olması gibi iki mânâya işaret olsa gerektir.
İkisinden de kastedilen, aynı mânâ ile halk demek olduğuna göre
kelimesinin tekrarlanması sırf onları ayıplamak için olmuş olur.
Gerçekten bu köyün ileri gelenleri ve halkıyla, bütün halkı o kadar
alçak imişler ki, iki kişiyi konuklamaktan çekinmişler.
Bu alçaklığa
karşı gösterilen büyüklüğe bakınız: O vakit orada yıkılmak üzere olan
bir duvar buldular; (Hızır) hemen onu doğrulttu. Nakledildiğine göre bu
bir kale duvarı gibi yüksek ve kalın bir duvar imiş. Bazılarının
zannettiği gibi bunu yıkmış ve durup yeniden yapmış olabilir. Fakat
böyle bir memlekette o tuhaf durumda bulunan bir duvarı yıkmaya
kalkışmak bile olağan bir şey olamayacağı dikkatle düşünülürse, sözün
gelişinden bunun bir mucize şeklinde hemen doğrultulduğunu anlamak
gerekir. Nitekim İbnü Abas'tan ve İbnü Cübeyr'den rivayet edildiğine
göre: "El ile dokunmuş ve (duvarın) hemen doğrultulmuş olduğu"
söylenmiştir. Gerçekten peygamberlerin durumlarına ve kıssanın meydana
gelmesine yakışan da budur.
Bunu gören Musa
dedi ki: İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın. Yiyecek istemek
gibi acı bir ihtiyacın gerçekten olduğu bir sırada, mümkün olan bir
kazancı bırakıp boşu boşuna bir iyilik yapmaya kalkışmak Musa'ya
anlamsız göründü de sabrını tutamadı. Şu kadar ki bu defa öncekiler
gibi öfke ile değil, yumuşaklıkla itiraz etti ve yukarıdaki sözü
gereğince, arkadaşlığın sona ermesi gerekeceğinden çekinmedi. Onun için
Hızır da:
78-
Dedi ki:
"İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Artık sabredemediğin
şeylerin içyüzünü sana söyleyeceğim." Yani gemi, oğlan ve duvar
hakkında yaptığım şeylerin sana gizli kalan mânâ ve maksadını, gizli
olan sebep ve hikmetini anlatacağım.
79-Şöyle
ki:
"Gemi, denizde çalışan bir takım yoksullarındı. Ben onu ayıplandırmak
istedim. Çünkü ötelerinde bir melik vardı" Bu melik Gassân hükümdarı
Cülendâ b. Kerber idi denilmiş. Endülüs yarımadasında Mıkvâd b.
el-Cülbend idi denilmiş. Ünü böyle zulüm ile destan olmuş olan bu kral
her gemiyi gasbederek alıyordu. Yani sağlam, kusursuz olan her gemiyi
zorla alıyordu. Bundan dolayı gemiyi biraz yaralayıp ayıplandırmak, o
gasptan kurtarmak için iki kötülüğün en az zararlısını seçmek ile, o
yoksullara yardım cinsinden yararlı bir iş idi. İşte Allah'ın
hükümlerinde böyle dış görünüşe göre zarar gibi görünen şeylere
rastlanır ki, Allah katındaki sırları bilinirse onların zarar değil,
fayda olduğu anlaşılır.
80- Oğlana
gelince, onun anası babası mümin insanlardı. Bundan dolayı bunları
azgınlık ve nankörlüğe sokmasından korktuk. Yani sakındık. Yani oğlan
göründüğü gibi masum (günahsız ve suçsuz) değildi. Büluğa ermiş, azmış
bir kâfir idi ki, anasını babasını da küfür ve azgınlığının istilası
altına almak üzere idi. Yahut henüz çocuk ise de öyle küfür ve
azgınlığa kabiliyetliydi ki, sağ kalırsa ileride anasını babasını bile
azıtacak, onları da küfre bürüyecekti. Halbuki o ana ve babanın
imanlarındaki samimiyyeti Allah tarafından böyle bir kötülükten
korunmaya layık ve onun çocuk iken ölmesi hepsi hakkında hayırlı idi.
81-
İstedik ki:
bu iki müminin Rableri kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli
birini versin. Hem oğlanın yüzünden görecekleri kötülükten
kurtulacaklar, hem de onun ölümüyle duyacakları acıya karşılık daha
sevimli bir oğlana erişeceklerdir ki, o oğlan ölmeyince bu olmayacaktı.
Rivayet edildiğine göre onun yerine Allah, bunlara bir kız vermiş ve bu
kız bir peygamber annesi olmuş ve o peygamberin eliyle ümmetlerden bir
ümmet, hidayete ermiştir.
82-
Duvara
gelince şehirde iki yetim çocuğun idi altında bunlar için bir hazine
vardı. Yani bunlar, için saklanmış bir altın ve gümüş hazinesi vardı.
Bunun bir takım hikmet ve öğütleri kapsadığı, bir altın levha olduğu da
rivayet edilmişse de birincisi açıktır. Ve babaları iyi bir kimse idi.
Yani o hazine onlara iyi bir babanın mirası idi. Helalinden kazanılmış
ve Allah yolunda harcanmak için iyi niyet ile konmuştu. "Altın ve
gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda sarfetmeyenleri acıklı bir azab
ile müjdele" (Tevbe, 9/34) âyetinde kötülenen yerilmiş hazinelerden
değildi. O iki yetim, yalnız yetim olduklarından dolayı değil,
babalarının iyiliğinden faydalanarak o hazineyi elde edeceklerdi. Bu
zatın iyi bir insan olması misallerinden biri olmak üzere denilmiştir
ki; O çok güvenilir bir adamdı. İnsanlar ona emanetleri bırakırlar, o
da verdikleri gibi teslim ederdi.
Özetle iki oğlu
yetim kalmış olan o iyi babanın iyiliği Allah katında boşa
gitmeyecekti. Bu yüzden Rabbin o iki yetimin büluğ çağına ve erginliğe
erişmelerini ve erişip hazinelerini çıkarabilmelerini istedi. Bunlar
büyümeden duvar yıkılmış olsaydı, o hazineyi başkaları bulacak ve zayi
olacaktı. Düşünmeli ki o durum ve vaziyette yıkılmak üzere bulunan bir
duvarın altında, iki yetime ait bir hazinenin var olduğunu bilip de
onun belirli zamanına kadar korumasını temin etmek ne kutsal bir iştir.
Bunlar hep Rabbinden bir rahmet olarak yapılmıştır. Ve ben bunu, bu
yaptıklarımı kendiliğimden yapmadım. Yani kendi görüş ve ictihadımdan
değil, Rabbinin bildirdiği emri ile, O'nun bir rahmeti olmak üzere
yaptım, bu benim bir görevimdi. İşte senin, hakkında sabredemediğin
şeylerin içyüzü budur.
Kıssanın burada
bitmesinden anlaşılıyor ki bu açıklamaya karşı Musa bir şey dememiştir.
O halde bu açıklama ve yorumda reddedilecek bir şey görmemiştir. Demek
ki Musa'nın görünürde zararlı ve beğenilmez gördüğü şeyler gerçekte
öyle değilmiş. Onun beğenmemesi, gözünden gizli olan sebepleri ve
hikmetini anlamamasından ileri geliyormuş. Öyle ki o gizli sebepler,
açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, Allah'ın hükmünde çelişme
kalmıyor. O halde demek oluyor ki iç yüzün gereği, görünüşün gereğine
aykırı olabilir. Fakat bundan dolayı hakikat ile şeriatın uyuşmazlığı
gerekmez. Çünkü şeriat, Hakk'ın hükmüdür. Hakk'ın hükmü de hakikatte
(gerçekte) ne ise odur. Onun için iç yüze göre emredilmiş olan Hızır,
Hakk'ın emri olan şeriat ile âmel ettiği gibi; şeriatla emrolunmuş
bulunan Musa da hakikat (gerçek) açıklandığı zaman şeriat bakımından
itiraza yer olmadığını görüyor. Bunun için İmam-ı Rabbanî Mektûbât'ının
birinci cildinde kırk üçüncü mektupta demiştir ki: "Bazı insanlar
dinsizlik ve zındıklığa meylederek esas gayenin şeriatın ötesinde
olduğunu hayal etmişlerdir. Asla ve hayır, sonra asla ve hayır böyle
kötü bir inançtan Allah'a sığınınız. Tarikat ve şeriat birbirinin
aynıdır. Aralarında kıl ucu kadar uyumsuzluk yoktur. Şeriata aykırı
olan herşey reddedilir ve şeriatin reddettiği her hakikat iddiası bir
zındıklıktır."
Yine aynı ciltte
kırk birinci mektupta şeriat, tarikat ve hakikat bahsinde demiştir ki:
"Mesela dilin yalan söylememesi şeriat, kalbden yalan hatırasını yok
etmek eğer zorlanıp çalışmakla olursa tarikat ve eğer külfetsiz
yapılması kolay olursa hakikattir. Kısacası bâtın (gizli) olan tarikat
ve hakikat, görünen şeriatın tamamlayıcısıdırlar. Şu halde tarikat ve
hakikat yoluna girenlerden, yol esnasında görünürde şeriata aykırı ve
ona ters düşen işler görünürse hep bunlar, o anki sarhoşluktan ve
kendini kaybetmektendir. O makamı geçip ayıldıkları vakit, o şeriata
aykırı olan durum tamamen ortadan kalkar ve o zıd ilimler tamamıyla
dağılmış olur."
Ancak burada
dikkate değer bir nokta vardır ki o da Hızır'ın öldürdüğü çocuk
meselesidir. Eğer bu çocuk büluğ çağına ermiş idiyse derhal küfür ve
azgınlığına hüküm vermek şeriata uygun olur. Fakat âlimlerin çoğunun
dedikleri gibi, henüz büluğ çağına ermemiş bir çocuk idiyse, onun
kâfirliği ve azgınlığı nihayet gelecekte meydana çıkacak bir gerçektir.
Hızır, Allah'ın kendisine bağışladığı ilim ile, onun o zamanki ve
gelecekteki bütün gizli bilgilerini bilmiş dahi olsa, bir çocuk şöyle
dursun bir ergini bile ileride yapacağı suçtan dolayı öldürmek şüphe
yok ki İslâm hukukuna aykırıdır. Çünkü Hz. Ömer (r.a) Muğire'nin
kölesini görünce: "Bu beni öldürecek" demiş, kendisinin katili
olacağını bilmişti. "O halde niye bırakıyorsun, ey müminlerin emiri!"
dediklerinde "Ne yapayım henüz bir şey yapmamıştır. Ve yalnız
kalbindeki şeyden dolayı da şeriata göre sorumlu olunmaz" dedi. Ve
dediği gibi ertesi gün şehid oldu. Şu halde Hızır'ın öldürdüğü eğer
çocuk ise bundaki hüküm, hakikat ile şeriat arasında bir uyumsuzluk
noktası meydana getirmez mi? Ve bu durumda Musa bu yoruma nasıl kanaat
etmiş olur? Buna söylenebilecek cevap şu iki tarzdan birisi olabilir:
1- Musa'nın
yoruma itiraz etmemesinden açıkça anlaşılan şudur ki onun diye bir
masum (suçsuz) zannettiği oğlan, çocuk değil, ergin azgın bir kâfir,
öldürülmesi vacib bir genç imiş. Bu ipucu karşısında çocuktu sözü kabul
edilemez.
2- Şeriatın
hakikatı Allah'ın emridir. Hızır da bunu kendiliğinden değil, Allah'ın
emriyle yaptığını söylemiş. Musa'nın itiraz etmemesine sebep de bu
olmuştur. Çünkü bu şekilde Hızır, özel durumlarda özel bir şeriat ile
emredilmiş bir peygamber olduğunu anlatmış demektir. Bundan dolayı o
çocuk hakkında gerçekleştirdiği öldürme hükmü, genel kurala aykırı
olmakla beraber, Hızır için özel vahye dayanan özel bir şeriat olur. Bu
ise şeriat ile hakikat arasında bir uyuşmazlığa değil, iki peygamberin
şeriatleri arasında bir farka dayanır. Ve Musa'yı Hızır'dan ayıran en
önemli nokta da bu farktır. Açıklanan üç olaydan, üçü de Hızır'ın hem
ilminin şeklinde, hem de yaptığı işin şeklinde başka bir özellik
gösterdiği gibi, bilhassa çocuk olayı onun şeriatında da bir özellik
göstermektedir:
Birincisi, ilim
açısından bakıldığı zaman onun gemi, genç ve duvar hakkındaki ilminde
olduğu gibi, eşyanın görünmeyen şeylerle ilgili olan Allah bilgi ve
sırlarını, gelecekteki takdir edilmiş şeyleri, geçmişteki gizli
hususları, şimdi gözönünde olduğu gibi hemen bildiği anlaşılıyor. Onun
için buna gayb ilmi, gizli ilim, özel mânâsı ile Ledünnî (Allah'ın
bilgisi ve sırları) ilmi demişlerdir.
İkincisi, fiil
yönünden bakıldığı zaman yaptığı şeyler, halktan Hakk'a doğru giden
işler değil, Hak'tan (Allah'tan) halka doğru olan fiillerdir. Bundan
dolayı Musa gibi halkı Hakk'a götürmeye emredilmiş değil, Hak'tan halka
olan mukadderatın (yazılmış olanların) yerine getirilmesine emredilmiş
demektir. Ve şu halde oğlanı öldürmesi de, Allah'ın emri ile ölen
çocukların ruhlarını almaya vekil tayin olunmuş olan Azrail'in görev ve
sorumluluğu gibi olur.
Üçüncüsü, İslâm
şeriatına uygun olmak, başka bir ifade ile güzellik ve çirkinlik
açısından bakıldığı zaman Hızır'ın yaptıkları, gözle görülmeyen gizli
sebeplere dayandığı için görünürde çirkin ve hikmetsiz görünüyor.
Sebeplerinin açıklanmasıyla gerçeğe uygun olduğu zaman ise, üçte ikisi
genel kurala uygun ve biri genel kurala aykırı bir istihsan (güzel
sayma) olduğu anlaşılır. Musa onun ilmindeki özelliği, daha önce
Allah'ın ilmi ve sırrından haber almış, ondan doğruyu bulmasına
yardımcı olacak ilmi öğrenmeye gelmişti. Gördüğü örnek ise ona, amel ve
şeriat yönünden kendisinin memurluğuna uymayan ve bununla beraber
itiraz etmeye de hak vermeyen özellikler bulunduğunu öğrenmiş ve bunun
üzerine aralarında birbirinden ayrılma gereği gerçekleşmiştir. Demek ki
Musa, ilmini tebliğ ve ortaya koymaya emredilmiş Ulü'l-azim bir
peygamber olduğu halde Hızır, tebliğe değil, verilen emirleri hemen
yerine getirmeye emredilmişti. Bundan dolayı Hızır'ın bir peygamber
değil, bir veli olduğunu söyleyenler olmuştur. Fakat yalnız veli
olsaydı oğlanı öldürmek için özel hükme sahip olamazdı. Bu şekilde
kıssa Hızır'ın Musa'dan daha faziletli olduğunu gerektirmez. Ancak
Musa'nın herşeyi bilen (bir peygamber) olmadığını ve Allah ilminden
Musa'ya verilmeyen şeyler bulunduğunu anlatmış olur. Bu da hem
Hızır'ın, hem Musa'nın Allah'ın lutfuna nail olduklarını toplayan bir
zü'l-cenaheyni (dünya ve ahirete ait bilgisi geniş olan kimse) göz
önüne getirmeyi telkin ile Hz. Muhammed'in makamının en mükemmel bir
makam olduğunu anlatmak için bir giriş yapılmış demektir. Onun için bu
kıssadan Zülkarneyn'le ilgili soruya geçilerek buyuruluyor ki:
83- Bir de sana
Zülkarneyn'den soruyorlar veya sorarlar. Soranlar, bazı rivayetlere
göre müşrikler, diğer bazı rivayetlere göre kitab ehli idi. Sûrenin
iniş sebebinde zikredilen rivayette yahudilerin telkini ile Kureyş
müşriklerinin soru sorduğu (baş tarafta) geçmişti. Taberî'de Ukbe b.
Amir'den rivayet olunduğuna göre o demiştir ki:
"Bir gün Resulullah'a
(s.a.v) hizmet ediyordum, huzurundan çıktım. Kitab ehlinden bir
topluluk bana rastlayıp:
'Biz Resulullah'a soru sormak istiyoruz. İzin
iste' dediler. Ben de girdim, haber verdim
Peygamber:
'Onların benimle
ne işleri var? Ben Allah'ın bildirdiğinden başkasını bilmem' buyurdu.
Sonra 'Bana su dök' dedi. Abdest aldı, namaz kıldı. Namazı bitirince
yüzündeki sevincini anladım. Sonra Peygamber:
'Onları ve ashabımdan
kimi görürsen içeri al' buyurdu. Bunun üzerine onlar içeri girdiler,
Peygamberin huzurunda dikildiler.
Peygamberimiz buyurdu ki:
'İsterseniz
kitabınızda yazılı bulduğunuz şeylerden sorunuz, ben size cevap vereyim
ve isterseniz ben size bilgi vereyim'.
Bunun üzerine onlar:
'Sen bilgi
ver' dediler.
Peygamber:
'Zülkarneyn'den ve kitabınızda bulduğunuz
şeylerden soruyorsunuz?' buyurdu."
Bir de Alûsî'nin
belirttiğine göre
İbnü Ebu Hatem'in Süddî'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber
(s.a.v)e yahudiler demişler ki
"Ey Muhammed! Sen ancak İbrahim'i,
Musa'yı, İsa'yı ve bazı peygamberleri anlatıyorsun. Çünkü onlarla
ilgili haberleri bizden işittin. Şimdi bakalım bize öyle bir
peygamberden haber ver ki, Allah Teâlâ onu Tevrat'ta ancak bir yerden
başka zikretmemiştir. O kimdir? demişler. "Zülkarneyn" buyurmuş.
ZÜLKARNEYN,
deyimi, zü'l-yedeyn (iki el sahibi) gibi bir lakabdır ki zü'l-cenaheyn
(çifte kanatlı) niteliğine benzer. Kamus'ta ayrıntılarıyla anlatıldığı
üzere "karn" bir çok mânâlara gelir. Bunlardan bazıları; boynuz, asır,
bir zamanda beraber yaşamış olan topluluk mânâlarına geldiği gibi
insanın tepesine ve özellikle başının yanlarına, yani şakaklarına ki
hayvanda boynuzunun yeridir ve erkeklerin perçemine, kadınların
zülüflerine, güneşin çemberinin kenarına ve bir toplumun başında olan
efendisine... denilir. Bundan dolayı Zülkarneyn lakabının, isim olarak
konmasının sebebinde "karn" kelimesinin mânâlarından her birine göre
değişik düşünceler mümkün olduğundan birçok sözler söylenmiştir. Bu
sözlerin en meşhuru Kur'ân'ın açıklamasından da anlaşılacağı üzere,
yeryüzünün doğu ve batısına sahip, demek olmasıdır ki, Türkçede
cihangir diye ifade edilir. Hüseyin Vâiz tefsirinde anlatıldığı üzere,
görünen ve görünmeyene sahip mânâsı da Kur'ân'ın zevkine uygun
yönlerdendir. Buna da Türkçede zülcenaheyn (hem dünya, hem ahirete ait)
denilir. Tefsir bilginlerinin açıklamalarından Zülkarneyn lakabı ile
lakablandırılmış olan zatların bir değil, birçok kimse olduğu
anlaşılıyor. Kur'ân'da anılana Büyük Zülkarneyn" deniliyor.
Vaktiyle
Yemen'de Tebâbia denilen Himyer hükümdarlarından bazı büyük fatihler,
bu cümleden olarak Mekke'nin yapımında Hz. İbrahim ile görüşüp ondan
feyiz aldığı rivayet edilen, Sa'b ve Semerkand isminin adına nisbeti
nakledilen Şemmer Yer'aş, Zülkarneyn olarak anılmış oldukları gibi,
Afrîdun ve İskender gibi Arap olmayan fatihlere de bu lakab verilmiş ve
bunların en son yaşayanı, İskender olması dolayısıyla tarih bilginleri
arasında "Zülkarneyn" şöhreti İskender'in olmuştur. Yahudilerin
kitaplarında, Zülkarneyn Rum'dan çıkan bir genç idi ki, Mısır'ı ve
İskenderiye'yi kurdu ve şöyle yükseldi, böyle yükseldi diye anılmış
olduğu hakkında bir rivayetinde görülmesinden dolayı, bu konuda tarihî
tartışmayı ortadan kaldırmak isteyen bazı tefsir bilginleri de Büyük
Zülkarneyn'in İskender olduğunu kabul etmek istemişlerdir. Nitekim
Alûsî de bu görüştedir.(3)
Allah'ın
birliğine inanan bir hükümdar olan ve olağanüstü fetihleriyle dünyada
özel bir tarih açmış bulunan İskender'in, Zülkarneyn'lerden birisi
olduğunu inkar etmeye yer yoksa da, Kur'ân'da zikredilen büyük zatların
peygamberlik makamına da sahip bulunduğuna göre İskenderin bu derece
yükseltilmesi kabul edilebilir görülmemiş ve İskenderin bir set yaptığı
bile tarih olarak belli olamamıştır. Bir de İskender, başka bir tarihte
meşhur olduğu ve bilindiğinden dolayı, bunu Peygambere sormak, soru
soranların maksadına uygun olmazdı. Hakkında vahiyden başka bir şekilde
bilgi alınması düşünülen bir soruyu peygamberliği imtihan etmek isteyen
ve bunun için soru soran kimselerin maksatlarına nasıl uygun düşer?
Onun için bu soru, eski tarihin karanlıklarına kadar dalan bir konu
olması gerekiyor.
Gerçi
İskender'den sonra da doğu ve batıya savaş açmış, set yapmış fatihler
yok değildir. Mesela Roma kayserlerinden (hükümdarlarından) birinin,
İngiltere'de Kisra Nuşirevân'ın Kafkas dağlarında "Bâbü'l-Evvâb", başka
bir ifade ile "Demir kapı" denilen yerde birer set yapmış olduklarını
tarihler gösteriyor. Fakat bu sorunun, doğu ve batı da pek çok fetih
yaptıktan sonra Kuzey'de Askitler'e kadar varan ve aynı zamanda
Akdenizden Şab denizine kadar bir set yaptığı rivayet olunan Mısırlı
büyük Ramses gibi maddî ve manevî bir üne sahip olan daha eski ve daha
yüksek bir cihangiri hedef edinmiş olması rivayet ve dirayet açısından
daha uygundur. O halde bu Zülkarneyn kimdir?
Bazıları bunun
İbrahim (a.s) zamanına tesadüf eden Afrîdun b. Esfiyan b. Cemşîd
olduğunu söylemişlerdir ki, İran'ın adalet önderlerinden olup, adalet
ve güzel ahlâkı ile meşhurdu. Zülkarneyn'den önce Hızır bulunuyordu.
Hızır, Afrîdun zamanında peygamber olarak gönderilmiş olup Hz Musa
zamanına kadar kalmıştı. Zülkarneyn, İbrahim (a.s) zamanındaydı gibi
ilk kitap ehlinden rivayet edilmiş bazı sözler bununla ilgili görünür.
Belhli Ebu Zeyd "Suver-i Ekâlîm" ismindeki kitabında Afrîdun'un vahiy
ile desteklenmiş olduğunu söylemiş ve tarihler onun büyük bir fatih
olduğunu nakletmişler.
İbnü İshak,
"Zükarneyn"in isminin, Merziban b. Merduye olduğunu söylemiş, bazıları
onun ismi Abdullah b. Dahhâk'tır demiş, bazıları da Mus'ab b. Abdullah
b. Feynan b. Mansur b. Abdullah b. el-Ezr b. Avn b. Zeyd b. Kehlân b.
Sebe b. Ya'rub b. Kahtan demişler. Ebu Reyhan Bîrûnî "el-Asârü'l-Bâkiye
ani'l-Kurûni'l-Hâliye" isimli eserinde "Zülkarneyn, Ebu Kerb Semiyy b.
Ubeyd b. Efrîkış el-Hımyerîdir. Bunun mülkü yer küresinin doğu ve
batısına ulaşmıştı ve Himyerli şairin:
"Dedem
zü'l-karneyn müslüman bir melikti.
Yeryüzünde
yüceldi, zayıf görüşlü değildi .
Doğulara ve
batılara ulaştı .
Doğru yolu
gösterecek bir hakîmden padişahlık yollarını arıyordu." diye iftihar
ettiği de odur deniliyor ki bu görüş doğruya en yakın görüştür. Çünkü
Zülmenâr, Zûnüvâs, Zünnûn, Zuruayn, Zûyezen, Zûceden gibi zû'lar hep
Yemen'dendir" demiş. Durum böyle iken Afrika kıtasını adına nisbetle
tanımakta olduğumuz Afrikış, Zülmenâr unvanı ile Himyer hükümdarlarının
tanınmışlarındandır. Tanca'ya kadar ulaştığı, Afrikıyye şehrini
yaptığı, Berberîleri Filistin, Mısır ve sahilden Mağribe (Cezayir'e)
naklettiği tarihlerde zikrediliyor. Fakat bunun torunu olduğu söylenen
"Ebu Kerb Semiyy veya Şems b. Umeyr" adında birisi tarih itibariyle
tesbit olunamamış ve bundan dolayı, Ebu Reyhan'ın nakline itiraz edilip
bunun, "Şemmeryeraş" kelimesinden değiştirilmiş olması ihtimali ileri
sürülmüştür. Gerçekten bir rivayette, Şemmer, Afrîkış'ın oğlu olup Irak
ve Çin'e doğru hareket ederek vardığı yerlerde kitabe (yazıt)ler
diktirdiği ve Semerkand kalesini söktüğü ve hatta Semerkand "Şemmer"in
kopardığı, yani "Şemmerkent" yahut "Şemmer şehri" demek olduğu
zikredilmiş ve Huzâ'a şairi Dıbil, Yemen hükümdarları ile iftihar
ederken buna işaret ederek şunu söylemiştir:
Bazıları bu
"Şemmer"in başında iki saç örgüsü olduğundan dolayı Zül-karneyn diye
adlandırıldığını nakletmiş ise de en çok tercih edilen rivayette
Şemmer, Efrikîş'in oğlu değil, "Nâşirunniam"ın oğlu olduğu gibi,
Süleyman (a.s) zamanındaki Belkıs'tan sonra olmasından dolayı
Kur'ân'daki Zülkarneyn'in daha önce olması gerekeceği ileri
sürülmüştür. Nitekim Ebu'l-Fidâ tarihinde der ki: "Zülkarneyn, Râyiş'in
oğlu Sa'b'dır. Babası Râyiş ilk Tübba', Küçük Sebe'in oğlu Sayfî'nin
oğlu Kays'ın oğludur denilmişse de Lokman'ın biraderi Züsü-ded'in oğlu
Haris Râyiş'tir. İbnü Said, İbnü Abbas hazretlerine, Kur'ân'da
zikrolunan Zülkarneyn'den sordu Himyer'dendir dedi ki o, adı geçen
Sa'b'dır diye nakletmiştir. Şu halde yüce kitapta zikredilen
Zülkarneyn, Rum İskender değil, adı geçen Sa'b b. er-Râyiş'dir."
Kamus
mütercimi
Asım Efendi de İskender kelimesinde bu görüşü destekleyerek daha bazı
detaylı bilgileri nakletmiştir. Fakat bir taraftan Sa'b'ın bir taraftan
da Afridun'un İbrahim (a.s) zamanında oldukları hakkındaki rivayetleri
birleştirmek de pek zor ve güç görünüyor. Gerçi Kur'ân'ın bir kaç
yerinde geçmişteki parlaklığı hatırlatılan Sebâ medeniyetinin, dünyada
benzeri yaratılmamış olduğu hatırlatılan "İreme zâti'l-'imâd"
cennetinin sahipleri olan ve Semûd kavmini Yemen'den kovarak çıkaran
Himyer ve Tebâbia devletinin, Şeddad'a karşılık Lokman ve Zülkarneyn'e
de ortaya çıkış yeri olması en yakın ihtimaldir. Ve bunlardan birinin
ve belki bir kaçının Zülkarneyn olarak anılmış olduğu da anlaşılmaz
değildir. Bununla beraber tarihin bilinmeyen karanlıkları içinde
bunların incelenmesi zor olduğu gibi, Kur'ân'da zikredilen
Zülkarneyn'in bunlardan o ünvanı almış birisi mi; yoksa İbnü İshak'ın,
Lafes'in çocuklarındandır dediği gibi Arap milletinden başka bir
milletten gelen, büyük fatihlerden birisi mi olduğunu kestirmek mümkün
olamıyor. Onu için İbnü Hişam'ın "Siyer" kitabının şarihi Süheylî'nin
kabul ettiği şekliyle, bu konuda en sağlam hükmü Hz. Ali'den rivayet
olunan şu fıkrada buluyoruz: "Zülkarneyn, salih bir kuldu ki, Allah'ı
sevmiş Allah da onu sevmişti". Gerçekten bunun ismi ve şahsiyeti ile
belirlenmesine kalkışmak Kur'ân'ın zevkine de uygun değildir. Çünkü
soru, Zülkarneyn niteliği üzere sorulmuş olduğu gibi, cevapta da ismin
ve şahsiyetin belirtilmesine ilişilmeyip ancak o vasıfla ilgili
hususları açıklayan kıssayı hatırlatmakla buyuruluyor ki: de ki size
ondan bir haber anlatacağım. Bir zikir, yani onu andıracak unutulmaz
bir hatıra, belleklerde tutulacak, dillere destan olacak bir anı,
şöyleki:
84-
Gerçekten
biz ona yeryüzünde maddî manevî kuvvetleri, kudretleri hazırladık. Ve
ulaşmak istediği her şeyden ona bir sebep (vasıta) verdik. Önemli
şeylerden takip ettiği maksadına ermek için açıktan ve gizliden ilim,
kudret, âletler ve vasıtalar gibi her türlü sebebi ihsan eyledik. Öyle
ki neye yapışsa ondan maksadına yol bulur, muvaffak olurdu. Yani
sebepsiz, düzensiz hareket etmezdi. Fakat her neyi de tutsa o bir sebep
olurdu. Çünkü sebep olmak, eşyanın aslına ait değildir, Allah'ın bir
tahsisidir.
85-
Bunun
üzerine o da bir yolu takip etti. Bir yolla batıya doğru yürüdü.
86-88-
Nihayet
güneşin battığı yere ulaştı. Yerleşmiş olduğu yerin gün batı tarafından
ta sonuna kadar vardı. Tefsir bilginlerinin de yaptıkları açıklamaya
göre, Okyanus denilen Atlas Okyanusunun batı kenarına ulaştı. Bu
Okyanus denizinde "Halidat" ismi verilen adaların bir zamanlar uzunluk
(boylam) başlangıcı olarak kabul edildiklerini kaydediyorlar. Bununla
birlikte biz bugün bu Halidat adalarının ne olduğunu tayin edemiyoruz.
Özetle uzak batıya vardığı vakit güneşi (sanki) siyah bir çamura
batıyor buldu. Veya "hâmiye" kırâetine göre, kızgın bir pınar içinde
batıyor buldu. Tefsir bilginleri buradaki aynı, su pınarı; hamieyi
balçıklı; hâmiye'yi de kızgın mânâsına tefsir etmişlerdir ki, güneşi
balçıklı veya kızgın bir pınar içinde batıyor buldu demek olur. Bu
şekilde bu su pınarından maksat, okyanus ve özellikle denizin ufuktaki
batış noktasıdır. Batıya varıncaya kadar geçtiği memleketlerde birtakım
saltanatların batışını görerek giden Zülkarneyn, uzak batıda geçtiği
yolda önüne çıkan Okyanus kenarında güneşin batışını seyretmek için
ufka baktığı zaman Allah mülkünün genişliği ve yüceliği içinde o koca
okyanus etrafı gök ile çevrilmiş bir kuyu havzası gibi sınırlı bir su
kaynağı manzarasını alıyor. Fakat içilebilecek parlak ve duru bir
kaynak gibi değil, kara balçıkla bulanmış, dibi görünmez karanlık bir
kuyu gibi görünüyor ve güneş bunun ufkunda batarken zayıflamaya
başlayan parıltısı, allı morlu yansımalarıyla puslar içinde
çalkalanarak karanlık bir batağa batıyor da, battığı nokta balçıklı bir
göz gibi bulanıp kararırken aynı zamanda renk ve buharıyla kaynayan
kızgın bir köz halinde bulunuyor. Demek Zülkarneyn'in vicdanında güneş
batışının bıraktığı intiba bu olmuştur ki, bu müşahedenin en ibret
verici mânâsı, en son bir sınırda duracağı kesin olan dünya ululuğunun
sınırlı olduğunu görmek ve geçici olduğunu anlamaktır.
"Biz dedik ki:
Ey Zülkarneyn!..." Bu söz, doğrusu
Zülkarneyn'in
peygamber olduğuna açıkça delalet eder.
"Zülkarneyn dedi
ki: Her kim haksızlık ederse ona azab edeceğiz..." Demek ki Zülkarneyn
azab verme veya iyilikte bulunmak gibi dilediğini yapmakta serbest
bırakıldığı halde, yine sebebsiz hareket etmedi. Azab etmeyi
zulmedenlere, iyiliği ve mükâfatı da iman edip faydalı işler yapanlara
tahsis etti. Güç ve seçimini kötüye kullanmaya kalkışmadı. Çünkü
kendisinin de sonunda Rabbine geri gideceğini biliyordu.
89-90-
Sonra da,
yani batıda yapacağı icraatı yaptıktan sonra da bir yol tuttu. Batıda
batan güneşin doğuya dönmesi gibi, batıdan doğuya giden bir yol peşine
düştü, nihayet güneşin doğduğu yere kadar gitti. Yani yeryüzünde
güneşin arada engel bulunmaksızın doğduğu noktaya kadar gitti ki bu
noktanın, Afrika'nın doğu kıyıları olması ihtimali olsa da açıkça
anlaşılan Asya'nın uzak doğusu olmasıdır. Vardığında onu (güneşi) öyle
bir kavim üzerine doğuyor buldu ki biz onlara, güneşin berisinde bir
siper yapmamıştık. Binaları yok, hatta elbiseleri yok. Güneşin altında
yanıyorlar. Nitekim bugüne kadar bile Sudan'da, Avusturalya'da böyle
çıplaklar vardır. Bununla birlikte maksat, örfte herkesçe bilindiği
üzere önemli bir örtü ve siper olduğu takdirde çadırlar bile önemli bir
örtü olamayacağından dolayı, bu mânâ çölde yaşayanların çoğunu kapsar.
93- Nihayet iki
seddin arasına vardığında,
SEDDETMEK: Bir
şeyin gediğini sağlam kapamaktır. İki şey arasına engel olan perdeye
sed denildiği gibi, dağa da sed denilir. Nitekim burada iki dağ diye
tefsir edilmiştir. Bazıları tabii olana sin in ötresi ile "süd"; insan
tarafından yapılana da üstünü ile "sed" deniliyor, demiş. Bazı
bilginler de birincisi "süd" gözle görünen, ikincisi "sed" gözle
görülmeyendir demiştir. Bu âyette iki şekilde de okunduğundan ikisinin
de aynı mânâda olduğu anlaşılır denilmiş ise de, bu iki okuma şeklinin
değişik birer nükteyi kapsamış olmaları da düşünülebilir. Buna göre iki
sed, yapma iki engel olabileceği gibi iki deniz, iki yer kıtası, iki
dağ gibi yaratılmış (tabiî); yahut görünen ve görünmeyen de
olabilecektir. Tefsir bilginleri, bu "seddeyn"i "iki dağ" diye tefsir
etmişlerdir. Ancak bu iki dağı belirlemek için ipucu yoktur. Bu konuda
rivayetler ise üç görüşte toplanıyor:
1- Bu iki dağ,
kuzeyde doğu tarafında Türk toprağının bittiği yerdedir. Denilmiştir ki
Zamehşerî ve Ebu's-Suud bu görüşü benimsemişlerdir. Türk toprağından
maksat, Maverâünnehir denilen küçük Türkistan ise, bu görüş, Çin seddi
yerine işaret demek olur.
2- Ermenistan
ile Azerbaycan tarafında Türkistan topraklarının bittiği yerde
denilmiştir. Kâdî Beydâvî bu görüşü tercih etmek istemiştir. Bu görüşe
göre bu dağlar, Kafkas dağları ve iki sed arası, Demirkapı yeri oluyor
ki İbnü Haldun ve Ebu'l-Fidâ gibi tarihçilerin açıklamasına göre,
burada Nûşîrevân bir sed yapmıştı. Ebu Reyhan demiştir ki, bu yerin,
insan bulunan meskun yerlerin Kuzeybatı tarafında olması gerekiyor.
3- Kuzeyin son
kısımlarında iki yüksek dağdır ki, Hazkiyal (a.s.)'ın kitabında
"âhirü'l-cirbiya" denilmiştir. Bu cirbiya ismi ise bize Sibirya ismini
andırıyor. Bunun ise batı tarafının son bölgesi, Ural dağları, doğu
tarafında da Behreng boğazı tarafları olmasından dolayı önceki sözlerle
de ilişkisi vardır. Bu şekilde iki dağın arası İstanoy dağları ile Ural
dağlarının arası demek olan Sibirya'nın kendisi midir? Batısındaki Ural
dağları ile Kafkas dağları arası mıdır? Yoksa doğusunda Behreng'e doğru
Kamçatka tarafındaki dağların arası mıdır, tam olarak belirlemek mümkün
olmuyor.
Kur'ân'ın
ifadesinde ise bu iki seddin yerini anlayabilmek için, batı ve doğu
yönlerinden başka bir ipucu yoktur. Bundan ise Rusya'nın batı tarafı
ihtimali olduğu gibi bir zamanlar Asya'nın Behreng boğazından
Amerika'ya bağlantısı bulunduğuna ve Zülkarneyn de eski tarihte
yaşadığına göre, Asya'nın doğusunda, Amerika'nın batısında bulunan
Behreng ismindeki yer olması da pek muhtemeldir. Bunlardan başka doğuda
Çin seddi, batıda Bâbü'l-ebvâb meşhur olduğuna göre iki sedden maksat,
bunların olması daha açıktır denilebilir. Her ne kadar Zülkarneyn'in
zamanında bunlar henüz bulunmuyorsa da Kur'ân'ın inişi sırasında
bulunmaları ve meşhur olmaları tanımlama için yeterli olabilir. Bu
şekilde bu iki sed arasından maksat, Türkistan olması gerekir. Bu da
bundan sonraki kavim hakkında zikr edilecek rivayete uygun oluyor.
Kısaca iki sed
arasına vardığında onların ötesinde bir kavim buldu ki neredeyse söz
anlayamayacak bir durumdaydılar. Yani başka dil bilmedikleri gibi
zihinleri basit, anlayışları kıt idi. nın ötresi ve ın esresiyle
kırâetlerine göre; hemen hemen söz anlatamayacak bir halde idiler.
94-Dilleri
tuhaf, ifadeleri yetersizdi. Zülkarneyn'e her şeyden bir sebeb (vasıta)
verilmemiş olsaydı bunlara söz anlatamayacak, onlar da dertlerini
anlatamayacaklardı. Bununla beraber bunlar, şimdi anlaşılacağı üzere
ehlini bulunca güç oluşturabilecek işe yarayacak bir kavimdi. Kur'ân
bunun hangi kavim olduğunu açıkça anlatmamıştır. Fakat tefsir
bilginleri, Türk kavmidir denilmiş olduğunu öteden beri
nakletmişlerdir. O halde demek oluyor ki, Ye'cûc ve Me'cuc'e karşı
yapılacak seddi Zülkarneyn, Türklerin kuvvet ve yardımıyla yapacaktır.
Şöyle ki: O söz anlamaz veya anlatamaz gibi bulunan kavim, dediler ki:
"Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye'cuc ve Me'cuc yeryüzünde bozgunculuk
yapıyorlar. Yani işleri, yeryüzünü bozmaktır. Bu memleketi, harap
ediyorlar, önlerine geleni tahrib ediyorlar. Bırakılırlarsa bütün
yeryüzünü bozacaklardır.
YE'CÛC ve
ME'CÛC; Yahut Yacûc ve Macûc isimleri Arapçaya başka bir dilden
nakledilmiş Arapça olmayan kelimeler olduğu anlaşılıyor. Avrupalılar da
bunlara Yagug ve Magug demişler ve onları şeytan soyundan sayarlarmış.
Nitekim orta çağları açan kavimler göçünde Batı Roma İmparatorluğunu
istila eden Hunlara böyle demişlerdir ki, Barbar deyiminden daha
şiddetli demek oluyor.
Gerçekten kitap
ehlinden bazılarının Ye'cûc ve Me'cûc'u Hz. Âdem'in bir ihtilamından
meydana gelmişler diye bir efsane naklettiklerini bazı tefsirler de
rivayet etmişlerdir. Halbuki Tevrat'ın birinci sifrinin onuncu faslında
Yecûc, Yâfis'in oğullarındandır diye açıkça ifade edildiği
gösteriliyor. Bu sebeple olmalıdır ki, Vehb b.Münebbih ve daha bazı
zatlar, Ye'cûc ve Me'cûc'un Yâfis'in çocuklarından iki kabile
olduklarını kesin olarak ifade etmişler ve müteahhirîn (hicrî 3.
asırdan sonraki) bilginlerden bir çokları da bu görüşe dayanmışlardır.
Bununla beraber Kur'ân'da tesniye (ikil) zamiri ile "Yüfsidâni"
denilmeyip de "Müfsidûne" denilmesinin, sayıca kalabalık olduklarına
işaret olması gerekir. Onun için iki değil, yirmi kabile diyenler
olduğu gibi, yeryüzündeki insanların onda dokuzuna kadar Yecûc ve
Mecûc'un çok kalabalık olduğunu nakledenler de olmuştur. Ebu Hayyan der
ki: "Bunların sayı ve şekilleri hakkındaki sözlerin hiçbiri sahih haber
değildir." Kısaca Ye'cûc ve Me'cûc vaktiyle bir veya iki kavmin özel
ismi olsa da doğrusu İslâm dilinde herkesin bildiği mânâ şudur: Aslı ve
soyu belirsiz, din ve millet tanımaz karma bir insan topluluğudur ki,
çıkmaları kıyamet alâmetlerindendir. Yeryüzünü bozacaklardır.
Bundan dolayı
bizimle onların arasında bir sed yapman için sana vergi verelim mi?
Burada da nin fethası ile de ötresi ile de okunuş vardır.
95-Buna
cevap
olarak Zülkarneyn dedi ki: Rabbimin bana vermiş olduğu servet ve
saltanat, sizin vereceğiniz şeyden daha hayırlıdır. Yani ona ihtiyaç
yoktur. Allah tarafından bulunduğum makam, malî kuvvet, ve diğer
vasıtalar itibariyle sizin tasarladığınız dereceden daha yüksek ve daha
faydalıdır. Ben, sizin öyle malî ücretinize tenezzül etmeksizin
istediğinizden daha iyisini bağış ve armağan olarak yapabilecek bir güç
ve yetenek içindeyim. Öyle ise siz, bana güç ile yardım ediniz. Yani
malî masrafa karışmayınız da adamla, işçi, sanatkâr, araç gereç temin
etmede emrimde hazır bulunarak fiilen yardım ediniz. Ben onlarla sizin
aranıza sağlam bir duvar yapayım. Yani sedden daha sağlam bir şey, daha
büyük, daha sağlam bir gergi yapayım. Bu duvarın o kavim ile Ye'cûc ve
Me'cûc arasında yapılması, söylendiğine göre adıgeçen iki sed arasında
değil, onların ötesinde bir yerde olması gerekir. Çünkü bunu isteyen o
kavim, seddin ötesinde bulunduğundan dolayı, Ye'cûc ve Me'cûc ile
araları daha ilerde olması gerekiyor.
96- Bana demir
kütleleri getirin.
"ZÜBER"
"Zübre"nin çoğuludur. Zübre, büyük demir parçası demek olup Kamus'ta
zikredildiği üzere örs mânâsınada gelir. Yani demir aletler ve takımlar
ile demir kütlelerini, demir cinslerini getiriniz dedi, getirdiler.
Nihayet iki ucun arasını denkleştirince iki sadef, karşılıklı iki baş
veya iki yanı meydana getiren iki eğik ki; buna iki dağ, iki dağın
tepeleri veya tepeleriyle kenarları arasındaki yanları, yani yamaçları
demişlerse de o kavim ile Ye'cûc ve Me'cûc arasında seddin bir sınırını
oluştaran karşılıklı iki uç veya sedde konulan kütlelerin
bitiştirilecek yanları demek de olabilir.
Karşılıklı iki
uç arasını düzeltince "Körükleyin" dedi. Onu tam bir ateş haline
getirdiği vakit "Bana erimiş bakır getirin üzerine dökeyim" dedi. Bunu
bazı bilginlerin dediği gibi demir kinetli, bakır perçinli kayalardan
meydana gelmiş bir bina gibi anlamak mümkün olabilir. Fakat ifadenin
görünüşü bundan çok yüksek bir sanat ve işleme bağlı olan demir
tuğlalı, bakır sıvalı öyle bir bina tasvir etmektedir ki, zamanımızda
çok ilerlemiş olan sanat eseri ve sanayi vasıtaları ile bile onu imal
etmeyi düşünmek zordur. Demir kütlelerinden bir dağ ördürüp de
körükleyerek tamamını bir ateş haline getirdikten sonra üzerine erimiş
bakır dökmek şüphesiz korkunç bir işlemdir. Acaba eski medeniyette
demircilik böyle dehşetli bir ateşi idare edecek, böyle büyük bir
işlemi yapabilecek kadar yükselmiş miydi? Olabilir. Fakat bunu ya
tefsir bilginlerinin dedikleri gibi Zülkarneyn'in bir mucizesi kabul
etmek veya bununla beraber sanatın gelecekte ilerlemesinin mümkün
olduğuna işaret etmekle, yapılan duvarın son derece kuvvet ve
sağlamlığından bir kinaye ve misal gibi anlamak daha açıktır. Yardım
etme işi daha fazla bu mânâya bir ipucudur denebilir. Yani o kavmin
kuvvet ve gayreti ile Zülkar-neyn'in o yardımı, Ye'cûc ve Me'cûc'e
karşı öyle herkesi aciz bırakacak bir duvar meydana getirdi ki, bunun
sağlamlık derecesini anlayabilmek için, körüklenerek ateş haline
getirilmiş demir kütleleri ile; harcı, sıvası erimiş bakırdan meydana
gelen yalçın bir sed tasarlamak gerektir.
97-Bu şekilde
hem bir sed, hem bir süd (kapı) olan bu duvar öyle yüksek ve sağlam bir
şey oldu ki, o Ye'cûc ve Me'cûc artık onu ne aşabildiler, ne de
delebildiler. Halbuki ne yüksek dağlar aşılmış, ne sağlam istihkamlar
delinmiştir. Demek ki bunun sırrı Zülkarneyn'in döktüğü akıcı
maddedeydi. Demek ki o, normal bir madde değil, ilâhî bir kuvvetti.
98-
Onun için
dedi ki : Bu Rabbimden bir rahmettir. Yani ne sizin işinizdir, ne
benim; yalnız Allah'ın nimetlerinden Allah'ın bir lütfudur. Bununla
beraber bunun da bir eceli (sonu) vardır. Rabbimin vaadi geldiği
vakitte, onu yerle bir eder. Ve Rabbimin vaadi hakdır. Kıyamet muhakkak
kopacaktır. İlerde Enbiyâ Sûresi'nde geleceği üzere "Nihayet Ye'cûc ve
Me'cûc'un (seddleri) açılıp da her dere tepeden boşaldıklarında"
(21/96) âyetinin sırrı belirip Ye'cûc ve Me'cûc çıkacak, yeryüzünün
düzeni bozulacak, kıyamet kopacaktır. Bazıları bunu Çin seddi
zannetmişler ve bundan dolayı Ye'cûc ve Me'cûc'un, Moğollar ve Tatarlar
olduğu hayaline kapılmışlardır. Gerçi Pekin civarında denizden
başlayarak Altay dağlarının altlarına doğru yüzlerce saatlik bir
mesafede uzanıp giden Çin seddi, hicretten dokuz asır kadar önce
dördüncü Çin sülalesi devrinde, kuzeyden Moğol ve Tatarların
saldırılarına karşı yapılmış olduğu tarihî bir bilgi olarak
naklediliyor ve büyük eserlerin en büyüklerinden sayılıyorsa da
yapılmasından fazla bir zaman geçmeden aşılmış, geçilmiş olan bu seddin
sağlamlığı ve yapılış şekli, Kur'ân'da zikredilen vasıflara uygun
olmadığı anlaşılıyor. Diğer taraftan bazıları da Demir kapı seddi
demişler ve bundan dolayı Ye'cûc ve Me'cûc'u bu günkü Rusya sahasında
düşünmüşlerdir ki, bu sed de harap olmuştur. Doğrusu Kur'ân'daki
vasıflar, ikisine de uygun olmadığı gibi, diğer yerlerde bilinebilen
sedlerin de hiçbirine uymuyor. Allah doğrusunu daha iyi bilir ya,
Kur'ân'ın bahsettiği bu duvar, Zülkarneyn'den onun yapılmasını isteyen
kavmin bu sayede oluşturdukları toplantı kurulları olsa gerektir ki,
demir kütleleri gibi dayanıklı ve sağlam olan unsunlarına akıtılan
Allah feyzi ile meydana gelmiş olan maddî ve manevî bir sed demek olur.
Eğer bu kavim tefsir bilginlerinin naklettikeri şekli ile Türk idiyse,
burada, Zülkarneyn'e kuvvetle yardım eden Türklerin geçmişte yeryüzünü
bozgunculuktan kurtarmak için ettikleri hizmetin önemi anlatılmış
olduğu gibi, yüce Peygamberimizin peygamber olarak gönderilmesinden
sonra İslâm'a yapacakları hizmete de işaret edilmiş demektir. Ve şu
halde Türklerin yok olması, Ye'cûc ve Me'cûc seddinin yıkılması ve
yeryüzü düzenini bozulması demek olacaktır ki, kıyametin
alâmetlerindendir.
Özetle doğu ve
batıyı dolaşan Zülkarneyn'in en büyük işi, sırf Allah'ın bir rahmeti
olan bu duvarın yapılmasıdır ki, yıkılması yer yüzünde insanlığın pek
büyük bir felaketi olacaktır.
Nizameddin Hasen
Nişâbûrî "Garaibü'l-Kur'ân ve Reğâibü'l-Furkân" isimli tefsirinde
burayla ilgili sofilerin yorumlarından olmak üzere der ki: İnsan için
terbiye ve irşad ile elde edilmesi mümkün olan gizli bir olgunluk ve
gömülü bir hazine bulunduğu açıklandıktan sonra, Zülkarneyn kıssası ile
şu da açıklanmış oluyor ki, yer yüzünde halife olmaya layık olan ancak
olgun insanlardır. O ise iki yöne, yani hem ruhlar âlemi yönüne ve hem
vücutlar âlemi yönüne sahip olan Zülkarneyn'dir. Çünkü ona yeryüzünde
sağlam bir yer verilmiş ve vasıtalar ve sebebler âleminde her şeyin
sebebine erdirilmiştir. Bu şekilde o hem nefsinde olgun, hem de
başkalarını tamamlayıcı olmuştur. Bundan dolayı bir sebep takip ederek
aşağı âleme doğru gitti ki, o insan ruhunun güneşinin battığı yerdir.
Onu bir "kara balçıklı bir göze" de batıyor buldu ki, o tabiat ve
cesedler âlemidir. Ve orada bir kavim buldu ki onlar, vucuttaki kuvvet
ve yerdeki ruhlardır. Ey Zülkarneyn! dedik: Ya onları riyazat (terbiye
ve ıslah) bıçağı ve mücadele kılıcıyla öldürmek suretiyle eziyet
edeceksin veyahut da haklarında yumuşaklık ve yüze gülme ile güzellik
yapacaksın. Değerini yerinden başkasında kullanmakla alçaltarak
zulmedene eziyet edeceğiz, istek ve maksadına aykırı olarak
kahredeceğiz, sonra Rabbi olan Allah Teâlâ'ya geri döndürülecek, O da
onu ebedî azab ile cezalandıracak. İman edip hayırlı iş yapana ise ödül
olarak en güzel mükafat var ki o, vusûl ve visâl (Hakka ermek)
makamıdır. Hem ona emirlerimizden kolaylığı söyleyeceğiz ki, o da
fânilik ve mücahadeden sonra hafiflik ve istirahattır. Sonra ruhlar
âlemine ulaşma sebeplerinden bir sebebi takip etti ki, o insanın
konuşan nefsi, güneşin doğduğu yerdir. Onu bedene ait ilişkilerden
soyutlamış bir kavim üzerine doğuyor buldu.
Nihayet iki sed
arasına vardığında ki, o yaşama ve uygarlaşma âlemi ve vücudun
düzelmesi, ahirete doğru bir vücut şekliyle varıp durma sebeplerinin
dolaşma sahasıdır. Onların önünde hemen hemen söz anlamayacak gibi bir
kavim buldu. Bunlar, nihayet hiçbir şey anlayamayan halk idiler.
Dediler ki Ye'cûc ve Me'cûc, yani çeşitli tabiat kuvvetleri, insanlığa
ait yeryüzünde, kabiliyetlerini yaratıldığı gaye dışında kullanarak
bozgunculuk yapıyorlar. Biz sana vergi versek, varlığımızı terk etsek
ve elimizde bulunan malları karşılıksız sana bol bol bağışlasak da bize
bir sed yapıversen olur mu? Zülkarneyn dedi ki: Bana kuvvet ile yani
gerçek bir gayret ve sadakatle yardım edin, demir kütleleri, yani
yerleşmiş yetenekler veya demir gibi sağlam kalbler getirin. İki ucu
denkleşince; "beşikten mezara kadar." olunca üfleyin. Ve dedi ki:
Zikirlere ve virdlere (belirli zamanlarda okunan dualara) devam edin.
Nihayet kalb demirinde itaat ve zikir hararetinin etkisiyle onu ateş
haline getirince, getirin. Ve dedi ki: Ona bakır kaynağı dökeyim.
Şeytanın hilesi işlemeyecek şekilde o kalblerin içine sevgi cevheri,
sağlamlık kimyası dökeyim de, ona Rahmândan başkası yükselemesin.
"Yalnız Allah bana kâfidir" Zülkarneyn'in sözü bitti. Şimdi bakın
Allah'ın vaadi nasıldır? Yüce Allah buyuruyor ki:
99-108-
Bu
hatırlatma ve uyarmayı yeterli görmeyip de daha fazla açıklama
isteyenlere karşı ey Muhammed!
109-
BAHR: Deniz
cinsi, bütün çeşitleriyle denizler.
MİDÂD:
Aslında
bir şeyin uzatılmasına sebep olan şeyin ismidir. Fakat örfe göre
kendisiyle yazı yazılan mürekkebe tahsis edilmiştir.
"Rabbimin
kelimeleri için" Allah'ın sözleri ki Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmeti,
kelimeleri "bir mislini daha yardımcı getirsek bile." Çünkü Allah'ın
kelimeleri sonsuzdur, denizler ise sınırlıdır. Tükenen bir şeye tükenen
şeyi eklemenin toplamı da biter, tükenir. Tükenen şeyin bitmeyen ve
tükenmeyen şeye uygun gelmesi imkansızdır, çelişkidir.
110-
De ki: "Ben
ancak sizin gibi bir insanım. Yani Allah Teâlâ'ın bütün sözlerini tam
bilemem, kavrayamam. Öyle bir iddiada bulunmuyorum. Şu kadar ki bana
şöyle vahyediliyor: Hepinizin ilâhı ancak bir ilâhdır ki Allah'dır.
Bundan dolayı her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa; Allah'ın huzuruna
varmak, hesabından kurtulup sevabına ermek, rızasını bulmak veya
cemalini (güzelliğini) görmek arzu ediyor, Allah'ın huzuruna
ulaşanlardan olmak ümidini besliyorsa, salih, o kavuşmaya lâyık hâlis
amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiçbir kimseyi ortak koşmasın.
Ne yukarıda geçtiği üzere Allah'ın âyet ve huzuruna kavuşmayı inkâr
edenler gibi açıkça ortak koşma, ne de riya (iki yüzlülük ) gibi
Allah'a gizli ortak koşmayı amellerine karıştırmasın.
|
|