|
Elmalı Tefsiri
1-2-
( Yunus
Sûresi'nden beri geçen benzerlerine bakınız.) bu
çıkış yeri belli
ve
sınırlı olmayan, karnın üst tarafından çıkıp her harfin yardımına koşan
elif gibi, tevhid (Allah'ın birliğine inanmak) ve doğruluk delili
olarak tecelli eden ve tilâvet ve okunması ile gibi dillerde
çalkalanarak birlikten çokluğa hitap eden bu seçkin harfler, yani
mucizeli nazmıyla bu sûreyi meydana getiren basit ve birleşik sesler
öyle büyük bir kitapdır ki, ey Muhammed onu sana yüceliğimizin şanı ile
biz indirdik. İndirdik ki insanları karanlıklardan çıkarasın Rablerinin
izni ile aydınlığa o aziz
(yüce) ve hamdedilmeye layık olan Allah'ın doğru yoluna bütün izzet ve
kudret kendisinin, bütün hamd ve senâ kendisine mahsus olan ve bundan
ötürü yoluna girip korunmasına sığınanları izzet ve ihsanıyla çok
değerli ve saygın kılacağı malum bulunan o nimet veren Rabbin doğru
yoluna, hak dinine, yâni o Allah'ın yoluna ki bütün göklerdekiler ve
bütün yerdekiler hepsi O'nundur, şu veya bu devletin değil hep
O'nundur. O'nun malı ve mülküdür.
O
yalnız göktekilerin değil, yeryüzündekilerin de Rabbidir. Ululuğuyla
göktekileri yere indirir. İnâyet nuru ile yerdekileri göklere çıkarır.
İşte ey Muhammed! Bu kitap öyle indirilmiş bir nurdur ve sen bütün
insanlara gönderilmiş öyle yüce bir peygambersin. Yani hangi toplumdan
olursa olsun bütün insanları aydınlatacak, yeryüzünde bilgisizlik ve
sefâheti (zevk ve eğlenceye düşkünlüğü) ve küfür ve sapıklık
inançlarına kapılarak değersiz gayelere, yanlış mabudlara aldanarak kat
kat karanlıklar içinde kalmış, dünya ve ahireti tanımaz, nerede
bulunduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmez olmuş bütün
insanları sapıklık ve sefillikten kurtarıp iman nuru ile yücelik ve
hamd yoluna, ulu ve kendisine hamd edilen Allah'ın din ve şeriatine
hidayet edeceksin. Fakat kendi kudret ve irâdenle değil, hepsinin Rabbi
olan o âlemlerin Rabbinin izin ve yardımı ile. Çünkü nur O'nun, sen
O'nun, gökler ve yerde bütün saltanat ve ilâhlık O'nundur. Onun için
müjde inananlara ve vay kâfirlere! O nuru örtmek isteyen ve yücelik ile
hamd yoluna çıkmak istemeyen imansızlara şiddetli azabdan.
3-
Onlar ki o alçak hayatı severler, dünyayı ahiret üzerine tercih
ederler. Bu gün yaşayalım da yarın ne olursa olsun derler, dünya için
ahireti satarlar. Ve Allah'ın yolundan çevirirler ve onun da
eğiriliğini isterler.
Doğruluktan
hoşlanmazlar. Allah yoluna eğri derler, aykırı gidilmesini isterler,
doğruya eğri diye kovuculuklar yaparlar. Düzenbazlıkla insanları
sapıtmaya, doğru dini eğmeye, bozmaya ve değiştirmeye çalışır,
aydınlığı karanlık, karanlığı aydınlık görmek ve göstermek isterler.
İşte bunlar, uzak bir sapıklık içindedirler. Doğru yoldan o kadar uzağa
sapmışlardır ki ona yanaşmak, kurtuluş bulmak ihtimalleri yoktur. Onun
için vay hallerine!
Böyle
büyük sapıklık içinde bulunan, eğrilik peşinde dolaşan kâfirler, bu
kitabın Arapça olmasına itiraz ederek "Sen bütün insanlara gönderilmiş
bir peygamber olsaydın bu kitap Arapça mı olurdu? Hem bu hangi
peygamberde görülmüş? Şimdiye kadar hiç bir peygambere Arapça bir kitap
inmemiş iken bunun Arapça olması Allah'ın âdetine aykırı değil midir?"
Diyecek olurlarsa:
4-
Biz hiçbir peygamberi gerek özel, gerek genel bir şeriat veya kitap
getiren hiç bir peygamberi başka türlü göndermedik. Ancak kavminin dili
ile gönderdik. Yani Allah'ın adeti böyledir. Öteden beri her Peygamber,
gönderildiği ümmetin ve özellikle içlerinde oturduğu topluluğun dili
ile gönderilmiştir. Ki onlara açıklasın. Tebliğine emredilmiş olduğu
şeyleri kavmine anlatsın anlattırsın. Bilenin bilmeyene, hazır
bulunanın bulunmayana anlayacağı bir dil ile açıklaması ve tebliğ
etmesinin bir vazife olduğunu anlatsın. Çünkü bir peygamberin
peygamberliği gerek kavmine ait olsun ve gerek daha başkalarını da
kapsasın ve bu kapsamlılık gerek Hz. Muhammedin peygamberliğinde olduğu
gibi bütün insanlara ve hatta insan ve cinlere kadar genel olsun ve
gerekse birkaç topluma ait bulunsun mutlaka o peygamber, kavmini davet
edecek ve ilk işi onlara peygamberliğini anlatmak olacaktır. Bu ise
onların en iyi, en kolay anlayabilecekleri kendi dilleri, kendi
lehçeleri ile açıklamaya bağlıdır. Her şeyden önce "Önce en yakın
akrabalarını korkut.." (Şuârâ, 26/214) gereğince en yakından başlayarak
peygamber, kavmine bu açıklamayı yapar, Allah'ın emirlerini açıklar ve
ilan eder. Bunun üzerine Allah da dilediğini saptırır, yani gerek o
kavimden olsun ve gerek dışardan bulunsun bizzat veya vasıta ile
etraflıca veya özetle o açıklamayı işiten insanların kimisini Allah,
yola getirmez, hakkı sevdirmez, o açıklamadan faydalanmaz, imana
başarılı kılmaz, sapıklığa mahkum eder. Dilediğini de hidayete erdirir.
Peygamberin dilinden, o açıklamadan faydalandırır, hakkı sevdirir, iman
ve ilim ve onun gereğince amel etmeyi nasib eder ve bundan ötürü bir
taraftan Arapça bilenler, bilmeyenlere bildikleri diller ile nakil ve
tercüme ederek Hz. Peygamberin açıklamalarını tebliğ ederler ve
açıklarlar. Elçisinin elçisi, peygamberlerin varisleri olmak şerefine
erişirler. Diğer taraftan bu şerefe erişmek için birtakımları da
Arapçayı öğrenirler ve bu şekilde Hz. Peygamberin dilini esas olarak
anlatırlar ve onunla davet dilden dile ve bir topluluktan diğer
topluluğa yayılıp umumîleşir. Allah'ın saptırdığı bahtsız, hidayet
ettiği mutlu olur. Ve o Allah öyle aziz, her şeyden üstün, iradesi
bütün sebeplere ve etkenlere hâkimdir. Bundan ötürü iradesi ile
çekişmek mümkün değildir. Onun için onun sapıttığını yola getirecek,
hidayet ettiğini şaşırtabilecek hiçbir kudret, hiçbir irade bulunamaz.
Ve Peygamberin açıklaması ne kadar kuvvetli ve açık olursa olsun
Allah'ın izni olmayınca hidayet için yeterli olmaz, hem de öyle
hakîmdir. Hiçbir sebebe muhtaç olmamakla beraber yaptığını hikmet ile
düzenli yapar, iradesi yalnız hikmet olur. Onun için de açıklama
yapmadan önce kimseyi sapıklığa mahkum etmez.
Saptırması
da, hidayeti de hikmeti ile gerçekleşir. Ululuğundan dolayı,
Peygamberini dilediği kavimden seçer ve hikmetinden dolayı açıklamasını
o kavmin diliyle yaptırır. Bundan dolayı;
"Ey Muhammed! Bu, insanları
Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, her şeye galip ve övülmeye
layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için, sana indirdiğimiz bir
kitaptır." (İbrahim, 1) hitabıyla bütün insanları Allah'ın izniyle
aydınlatmak hidayet ve sapıklığın birbirinden ayrılmasında kesin delil
olmak için Hz. Muhammed'in peygamberliği ile gönderilen bu kitabın, bu
apaçık Kur'ân'ın Arapça olarak indirilmesinde ve indiği gibi Arapça
hakim kılınmasında da nice ilâhî hikmetler vardır. Kur'ân, başka bir
dil ile indirilseydi, Peygamberin içlerinde bulunduğu ve ilk önce hitap
edeceği kavmi anlamayacak, "Fussilet Sûresi"nde geleceği şekilde
"Âyetleri uzun uzadıya açıklansaydı ya, Araba yabancı dil mi?"
(Fussilet, 24/44) demeye hakları olacak ve diğer kavimlere tebliğ etmek
ve umumîleştirmek için ilk neşredenler yetişmeyecek ve bundan dolayı
hiçbir topluluk hakkında Allah'ın kesin delili gerçekleşmeyecekti. Ve
eğer bütün dillerle indirilseydi de Arapçası gibi birçok Kur'ân
bulunsaydı böyle bir mucize büsbütün zararlı ve tevhid hikmetine aykırı
olurdu, kavimler arasında kavga ve anlaşmazlığı azaltacak yerde
çoğaltır, birleştirecek yerde dağıtırdı.
Çünkü
her biri yalnız kendi dilini esas ve hakim tanıtması gerekecek ve
aralarında hakim ve furkan (hakkı batıldan ayıran) bir kitap bulunmamış
olacaktı. Hem bu sayının artması, terceme ihtiyacından kurtarmayacak,
her topluluk kendi dilindeki Kur'ân ile diğerlerinin birbirine uygun
olup olmadığını anlamak ihtiyacında bulunacak ve bundan dolayı sayıları
ne kadar çoksa terceme ihtiyacı da o oranda artacak ve bir çevirmenin
bütün dilleri bilmesi gerekecek ve dayanılmaz bir şeyi teklif etmek
durumunu alacaktı.
Bunun
açıklaması:
5-
Şüphesiz ki biz Musa'yı âyetlerimizle gönderdik. Yani peygamberliğini
açıklayan mucizeler ve kitap vererek zikredildiği üzere kavminin dili
ile elçi yapıp gönderdik. Şöyle diye ki kavmini karanlıklardan
aydınlığa çıkar. "İsrailoğullarını bizimle serbest bırak." (Şuârâ,
26/17) buyurulduğu üzere Musa'nın kavmi İsrailoğulları idi.
İsrailoğulları da Mısır'da bulunuyordu. Yusuf'tan sonra Mısır'ın
idaresi kötüleşmiş, İsrailoğuları Firavun ailesinin zulüm ve işkencesi
altında ne yapacağını şaşırmış, cahillik ve sapıklık, zayıflık ve
zillet ve ümitsizlik gibi türlü türlü karanlıklar içinde kalmış idi.
Bundan dolayı bundan sonraki âyetten de anlaşılacağı üzere, bu emrin
kısaca mânâsı şu olur: İsrailoğullarını aydınlatarak Firavun'dan kurtar
ve onlara Allah'ın (felaket) günlerini hatırlat. Tarihte ümmetlerin
başından geçen ve doğrudan doğruya Allah'ın kudretini gösteren, Allah
dedirten acı veya tatlı büyük olayları anlatarak veya Allah'ın
nimetlerini, musibetlerini hatırlatarak va'z ve nasihat et! Şüphe yok
ki onda, o hatırlatmada veya o günlerde hangi kavimden olursa olsun pek
sabırlı, çok şükreden her kimse için elbette birçok âyetler vardır. Ki
Allah Teâlâ'nın kudret ve birliğine, belâ ve nimetine delalet eder ve
gönüllerini uyanıklık ve ibretler, ümit ve genişlikle aydınlatır. Gerçi
bunlar, herkes için âyet iseler de sabrı veya şükrü veya ikisi de az
veya hiç olmayan kimseler onlardan faydalanamaz, gerçekten
aydınlanamazlar. O aydınlanma hem çok sabredenler, hem şükredenlere
aittir ki, sıkıntı karşısında ümitsizlik ve telâşa düşmez, nimetin
kadrini bilir, devamlı şükrünü yerine getirmeye çalışırlar. Bu iki
tabiat iman huylarından olduğundan dolayı burada "çok sabreden ve çok
şükreden" mümin demekten kinâye olduğu da söylenmiştir. Görülüyor ki
Hz. Musa'ya "Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar" buyurulmuş. Yüce
Peygamberimize (s.a.v.) ise; "İnsanları karanlıklardan aydınlığa
çıkarasın." (İbrahim, 14/1) buyurulmuştur. Demek ki her peygamberlikte
esas, ortak değer bu aydınlatmadır. Fakat Hz. Muhammed'in peygamberliği
kavminden başlamak üzere bütün insanlar için oluyor. Hz. Musa'nın
peygamberliği ise kavmine ait bulunuyordu. Diğer âyetlerde geçtiği
üzere onun Firavun'a gönderilmesi de bilhassa İsrailoğullarından dolayı
idi. Bununla birlikte böyle olması Musa'ya emredilen hatırlatmalar,
Tevrat'ta zikredilmiş âyetler içinde yalnız Musa'nın kavmini değil,
herkesi aydınlatacak âyetlerin bulunmasına engel değildir. Onun için
"Mâide" Sûresi'nde geçtiği şekli ile Tevrat hakkında; "Onda hidayet ve
aydınlık vardır." (Mâide, 5/44) buyurulduğu gibi, burada buyurulmuştur.
İşte Allah'ın (felaket) günlerinin hatırlatılmasındaki hikmetinden
dolayı, bunun bir özetini hatırlatması emredilerek Hz. Peygambere de
buyuruluyor ki:
6-7-8-
Ey Muhammed Ümmeti:
9-
"Size... gelmedi mi?" Bu hitap görünürde Hz. Musa'nın sözü gibi
görünürse de, birçok tefsircinin tercih ettikleri görüşe göre, Allah
tarafından Hz. Peygamberin kavmine bir hitap başlangıcıdır. Gerçekten
Tevrat'ta Âd ve Semûd'dan bahsedilmediği doğru ise, bu açıkça belli
demektir. Çünkü onları Allah'tan başkası bilmez. Yani Nuh, Âd ve Semûd
kavimlerinden sonra tarihin bilinmeyen safhaları içine gömülmüş, miktar
ve özelliklerini Allah'tan başkasının bilemeyeceği daha nice kavimler
"ve bu arada daha birçok nesilleri (Allah'ı inkâr etmelerinden dolayı
helak ettik")" (Furkân, 25/38) mânâsı gereğince ne kadar çok nesiller
mahvolmuş ve soyları tükenmiş ki bunlar hakkında da: "Onlardan sana
kıssalarını anlattığmız kimseler de var, durumlarını sana
bildirmediğimiz kimseler de var." (Mümin, 40/78) buyurulduğu üzere,
kısmen ve özetle de olsa haber gelmedi mi? İbnü Mesud (r.a) bu âyeti
okuduğu zaman dermiş ki: "Neseb âlimleri yalancıdırlar". Yani biz
nesebler ilmini biliyoruz iddiasında bulunanlar ve Hz. Âdem'e varıncaya
kadar bütün insan ırklarının soy zincirini belirlemeye kalkışanlar
yalan söylemiş olurlar. Çünkü Allahtan başkası onları bilmez"
buyurulmuştur. İbnü Abbas'dan (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: "Adnan
ile İsmail arasında bilinmeyen otuz baba (batın) vardır." Hz.
Peygamber'den (s.a) rivayet edilmiştir ki: "Maadd b. Adnân b. Edd"i
geçmezdi ve buyurmuştur ki: "Neseblerinizden yakın akrabalarınızla
ilişki sürdürecek kadarını öğreniniz, yolu bulabilecek kadar da
astronomi öğreniniz"
Bazı
müfessirler de demişler ki, şu halde bundan dolayı Hz. Âdem'in
yaratılışından beri geçen senelerin sayısını da kestirmek mümkün
değildir. Onu da Ancak Allah bilir.
Bütün
o kavimlere ne oldu bilir misiniz? Onlara peygamberleri mucizelerle
geldiler. Açık deliller, açıklamalar ve mucizeler getirdiler de onlar
ellerini ağızlarına ittiler, öfkelerinden parmaklarını ısırdılar. Yahut
bütün kuvvetleri ile ağızlarını tutmaya, susturmaya çalıştılar. Yahut o
peygamberlerin kendilerine uzatılan imdat (yardım) elini ve
hidayetlerini ağızları ile reddettiler, öpecek yerde ısırdılar ve
dediler ki kesinlikle biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri
inkâr ettik ve getirdiğiniz mucizelere inanmıyoruz. Davetinize gelince
de bizi davet ettiğiniz şeylerden de muhakkak ve şüphesiz kuşku
içindeyiz öyle bir şüphe ki gocundurucu, yani pireleniyoruz,
kuşkulanıyoruz ve ürküyoruz.
47- 48-
"başka yer". Bu terkib, iki anlama gelebilir. Birisi yeryüzünün yerden
başka şeye, yani yer mahiyetinden başkasına demek olur. Birisi de bu
yeryüzünün, başka bir yere çevrilmesi demek olur. Ve bu her iki mânâ
ile yorum yapılmıştır. Çünkü bazı rivâyetlerde yeryüzü ateş olacak,
gökler cennet olacak denilmiş; bazı rivâyetlerde de yeryüzü gümüş
külçesi gibi bembeyaz, üzerinde kan dökülmemiş, günah işlenmemiş başka
bir yer olacak denilmiştir.
Sehl
b. Sa'd'dan rivayet edildiğine göre, ben dinledim Peygamber (s.a.v)
buyuruyordu ki: "Kıyamet gününde insanlar tertemiz bir daire gibi beyaz
ve parlak bir yer üzerinde haşrolunacaklar." Hz. Aişe'den rivayet
edilmiştir ki: "O gün yer yüzü başka bir yere çevrilir.' âyeti hakkında
Hz. Peygambere sordum. 'Ey Allah'ın elçisi! O gün insanlar nerede
olacak?' dedim. Buyurdu ki: 'Öyle bir şey sordun ki ümmetimden hiçbiri
sormamıştı. O vakit insanlar cehennem köprüsü üzerinde, diğer bir
rivâyette sırat (köprüsü) üzerinde olacaklar" demiştir."
"Yeryüzü",
belirli olarak zikredilmiş ve tekrarlanmış olduğuna ve bu şekilde
ikincisinin, birincinin aynısı olması esas olduğuna göre de ikinci mânâ
açıkça anlaşılır. Bununla birlikte zamir ile buyurulmayıp da açık isim
ile buyurulması birinci mânâya da ihtimal vermektedir. Sonra her iki
durumda da değiştirmenin de iki mânâya gelme ihtimali vardır: Birisi
tamamen yok ettikten sonra yeni yaratma, yani kendisini değiştirmek;
diğeri de maddesinin kalıcı olması ile değiştirilmesi yani vasfını
başka şeye çevirmek demek olur. Kelâm bilginlerinden bazıları birinci
mânâyı tercih etmişler. Çünkü değiştirmek yeryüzünün kendisine isnad
edilmiş olduğu gibi, "Ondan başka her şey yok olacaktır" (Kasas, 28/88)
âyeti de açıkça bunu gerektirir. Yukardaki hadise uygun olarak İbnü
Mesud hazretleri: "Yer, üzerinde kan dökülmemiş, günah işlenmemiş,
süzülmüş beyaz gümüş gibi bir yer ile değiştirilecek" demiş olduğundan
bunun bizzat kendisinin değişmesi olduğu da söylenmiştir. Bazı kelâm
bilginleri de ikinci mânâyı tercih etmişlerdir. Çünkü değiştirmenin
çevirmek mânâsına kullanılması da meşhur olduğu gibi, ölümden sonraki
dirilme hakkındaki "kuyruk sokumundaki en küçük kemik" hadisinde
maddenin kalıcılığına bir işaret var gibidir. İbnü Abbâs (r.a) dan
rivayet edilmiştir ki: "Yeryüzü yine bu yeryüzüdür. Şu kadar var ki
sıfatı değişecek, birçok örneklerden biri dağları yürüyecek, denizleri
yarılacak, dümdüz olacak, eğrilik büğrülük görülmeyecek" demiş ve şu
beyti okumuştur.
Deneye
dayanan bilimler ve bunlardan biri olan kimya ilmi kurallarına göre,
maddenin kalıcılığı şekli ile yeryüzünün başka bir şeye çevirilmesinin
mümkün olduğunu düşünmek kolay ise de, maddenin yok edilmesi yolu ile
değiştirilmesinin mümkün olduğunu düşünmek zordur. Onun için maddenin
başlangıcı olmayacak kadar eski olması ve kalıcı olmasını ileri süren
filozoflar, bunu imkansız saydıklarından, yalnız maddenin başka bir
şeye dönüşmesi görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte son
zamanlarda maddenin yalnız kuvvete dönüşmesinin mümkün olduğunu
gösteren bazı deneylere rastlandığından maddenin kalıcı olması kanunu
"kuvvetin kalıcılığı" kanununa, bu da "sebebin kalıcılığı" kanununa
çevirilmiştir. İlletin kalıcılığının ise şüphe yok ki Allah'ın ebedî
kalıcı olmasıyla ilişkisi vardır.
Özetle
maddenin yok olması akla göre de imkansız değildir. Bundan dolayı
maddenin değişmesine inanmakla geniş açıklamasını Allah'ın bilgisine
havale etmek daha uygundur. Bununla birlikte bu hususta maddenin yok
edilmesi şart olmadığından maddeyi başka bir şeye dönüştürmeye inanmak
da yeterli olabilir. Bir de İbnü Atiyye tefsirinde şunu da rivâyet
etmiştir ki, yeryüzü de değiştirilecek ve fakat her grubun durumuna
göre; kimine ekmek, kimine gümüş, kimine ateş v.s. olacaktır.
Bu
rivayette, çeşitli rivayetlerin bir toplaması ve uzlaştırılması vardır.
Bununla birlikte bu çeşit değişiklikler, dünyada da görülmektedir.
Kısacası,
o şaşmaz vaad ve intikamın gerçekleşmesi, o günkü yeryüzü, başka bir
yerle değiştirilecek. "Yer uzatılıp dümdüz edildiği, içlerindekini atıp
boş kaldığı ve Rabbine boyun eğdiği zaman ki, bu mutlaka
gerçekleşecektir o zaman herkes yaptığının karşılığını görecektir"
(İnşikâk, 84/3-5) gibi âyetlere bak. Gökler de öyle değişecek,
yarılacak ve çatlayacak güneş ve ay, tutulup dürülecek, yıldızları
söndürülüp dağıtılarak dürülecek, başka göklere dönüştürülecek. Yani
kıyamet kopacak, bu dünyanın yeri ve gökleri yerine ahiret yeri, ahiret
gökleri kurulacak. Ve hepsi Allah için ortaya çıkacaklar, yani bütün
halk ve bu arada özellikle o zalimler durdukları kabirlerinden
yürütülecek. Gizli yapıyoruz iddia ettikleri bütün amelleri ile arasat
meydanına dökülecek, hiçbir yerde gizlenemeyerek ve başka hiçbir
başvuracak yer bulamayarak Allah için, Allah'ın hüküm ve cezası için
büyük mahkemeye çıkacaklar. O Allah için ki, bir ve her şeye galiptir.
Vâhid, yani ortağı yok, bu dünyada ondan başka ilâh iddia edenler,
başka mabud, başka Rabb tanımak isteyenler veya nefislerine, nefsin
isteklerine tapanlar, o gün görecekler ve anlayacaklar ki Allah'tan
başka ilâh yok, O'na karşı (varlığını) iddia ettikleri ortaklar,
menfaat umdukları, kuvvet isnad ettikleri kendisine uyulanlar, hakim
zannettikleri hayaller hiç imiş. Allah bir ve kahhâr, yani her şeye
gâlip, her şey onun hüküm ve kudretine yenik ve mahkum, iradesine karşı
gelinmek ihtimali yoktur. Kahrına yerler, gökler dayanmaz, O'nun için
yerler, gökler değişmiş. Herkes O'nun yüce huzurunda boyun bükmüş ve
aslında hepsi O'nun için yaratılmıştır. Kısacası burada Allah'ın
sıfatlarından özellikle vâhid (bir) ve kahhâr (kahredici) sıfatlarının
zikredilmesi, o günün çok korkunç ve ürkütücü olduğunu anlatmak içindir
ki bunun başka bir benzeri, "Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan
tek Allah'ındır." (Mümin, 40/16) âyetidir.
49-50-
Ve o gün o suçluları göreceksin ki birbirine yaklaştırılarak zincirlere
vurulmuşlar. Gömlekleri katrandan. Bilindiği gibi katran; siyah, çirkin
ve sert kokulu, süratle tutuşur, sıcak ve keskin bir sıvı maddedir.
Araplar bunu uyuz develere sürerler. Denilmiş ki cehennemliklere katran
sürülecek ve o, basbayağı onların donu, gömleği olacak. Ve bu şekilde
kendilerinde dört çeşit azab toplanacak ki bunlar: çirkin renk, pis
koku, şiddetli hararet ve süratle tutuşma, kabiliyeti. Ancak
unutulmaması gerekir ki, bütün yeryüzü ve gökleri ile âlemin değiştiği
o gün, eşyanın özellikleri ve vasıfları da bambaşka bir halde değişmiş
olacaktır. Bundan dolayı o günkü katran, bu gün bildiğimiz katranla
mukayese edilemeyecek ve belirlenemeyecek bir şeydir. O halde buradaki
anlatım, bir örnek vermek şeklindedir. Önce şurası açıkça biliniyor ki,
bu ifadeden son derece bir sefillik hemen akla gelir. İkinci olarak
Ebu's-Suud tefsirinde der ki: Bunun, nefsin özünü kuşatıp ona acılar ve
üzüntüler çeken, kötü alışkanlıklar ve kötü huylar olmasının ihtimali
vardır. Daha doğrusu zikredilen katran, onların bu dünyada bulaştıkları
ve kendilerine şiar edindikleri yanlış inançların türlü türlü
işkenceleri celbeden çirkin amellerin aynıdır ki, öbür dünyada yani
ahirette o şekilde cesed şekline girerek azablarının şiddetlenmesine
sebep olacaktır. Ve yüzlerini ateş bürüyecektir. "Allah'ın
tutuşturulmuş ateşidir. Öyle bir ateş ki gönüllere işler." (Hümeze,
104/6-7) mânâsı gereğince ilk önce kalblerden tutuşacak olan cehennem
ateşi, yalnız içlerini yakmakla kalmayacak, o katranlık cesedlerinin
her tarafını kaplayacak ve hatta görünen uzuvlarının en kıymetlisi olan
ve duygularla hislerinin birleştikleri yer olan yüzlerini bile
bürüyecek. Müfessirlerin tercih ettikleri bu mânâ, "O gün yüzükoyun
ateşe sürüklenecekler." (Kamer, 54/48) mânâsı gibi cehennem içindeki
bir durumları demek olur. Fakat bunun, ondan önce haşir sırasında veya
sırat üzerinde olması daha kesindir hitabı da bunun bir ipucudur.
51-
Çünkü Allah herkesi kazandığı ile cezalandıracaktır. Yani bütün onlar;
yer ve göklerin o dönüşüm ve değişimi, O Allahın huzuruna çıkış ve
günahkârların zincire vurulması, Allah'ın herkesi, her insanın
benliğini kazancına göre iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük karşılığıyla
cezalandırması hikmeti için yapılacaktır. Ve onun için o gün o
günahkarların cezalarını bulurken sen onları öyle göreceksin ey
Muhammed!
Veya
ey olgun mümin! Şüphe yok ki Allah hesabı çabuk görendir. Çünkü onu bir
iş, diğer bir işten meşgul etmez. İmha edip dururken birden bire hesaba
çeker. Ve isterse hepsini bir anda bitirir. Ra'd Sûresi'nde
"Sana
düşen, sadece duyurmaktır. Hesap görmek de bize düşer" (Ra'd, 13/40)
buyurulmadı mıydı.?
52- İşte bu kitap,
yani bu İbrahim Sûresi veya bu sûrenin sonunu oluşturan
bu den ya kadar olan hatırlatması insanlara gönderilmiş bir bildiridir.
Yeterli ve mükemmel bir nasihattır. Bir de bununla uyarılmaları için ve
gerçekten Allah'ın bir, ancak bir olduğunu bilsinler diye ve akıl
sahipleri olanlar düşünsünler, yani ne yaptıklarını ve ne
yapacaklarını, şimdiye kadar hangi dinde, hangi mezhepte ve ne gibi
amelde bulunduklarını ve bundan sonra ne yolda hareket etmeleri lazım
geleceğini düşünmeleri ve anlamaları içindir ki bu Kur'ân indirildi.
Buyurulmayıp da bir "vâv" ın ilave edilmesi ile buyurulmasında ne kadar
geniş anlamlı bir belağat vardır. Bu vav, atıf edatı veya başlangıç
edatı olarak düşünülebileceğinden dolayı işin başlangıcında iki bağlaç
şeklinde gelmesi muhtemel olur. Atf edâtı olduğu takdirde kendisinden
önce gibi sözün gelişinden anlaşılan bir matufün aleyhi (üzerine atıf
yapılan) hatırlatarak "nasihat edilmeleri için..." mânâsını ifade eder.
Başlangıç edatı olduğu takdirde de gösterildiği tarzda lâm'ın bağlı
olduğu fiilin, sözün sonunda olduğunu düşündürür. Öyle ki bu önündeki
sûreye bağlı olabilir. Bundan dolayı bu âyet, bir taraftan İbrahim
Sûresi'ni tamamlarken diğer taraftan ondan sonraki Hıcr Sûresi'ne bir
hazırlık denebilecek şekilde mükemmel bir özetleme olmuştur. Şu halde
İbrahim Sûresi'ni kapsamış olduğu inançla ilgili hükümleri açısından
insanlara özel bir tebliğ; Hıcr Sûresi'ni de uyarma, tevhid ve öğüt
verme hikmetleri ile onun bir tamamlayıcısı şeklinde düşünebiliriz.
|
|