|
Elmalı Tefsiri
1.
Elif-Lâm-Ra,
Allah bilir muradını! Görülüyor ki, bu sûre dahi hece harfleri ile
başlıyor. Demek ki, bunda da remzî (sembolik) bir ifade var. Özünü
akılların kavrayamayacağı ilâhî bir sır ve mucize söz konusu oluyor.
Bunun gibi sûre başlarındaki harfler hakkında Bakara Sûresi'nin başında
bilgi verilmişti. Burada da bununla ilgili olarak özellikle rivayet
olunmuş bulunan bazı görüşler vardır. Bunlar arasından birkaçı
şöyledir:
-
Rab benim,
Ben
Rabb'im.
- Ben Allah'ım,
görürüm,
- Ben Allah'ım
Rahmân'ım,
anlamlarına
remz
olduğu söylenmiştir. 'dan isminin meydana geldiği de hatırlatılmıştır.
Bununla beraber bu harfleri işaret olunan mânâlara bir remz ve terkip
olmaktan ziyade, doğrudan doğruya anlamı Allah'a havale olunması
gereken müteşabihattan olması dolayısıyla sınırsız ihtimaller içinde bu
anlamları da hatırlatması şeklinde anlamak daha uygun olur. Bu "hurûf-u
mukatta'a'yı müteşabihattan saymayan tefsir âlimlerinin açıklamalarına
göre ise de olduğu gibi herşeyden önce sûrenin ismidir. İkinci olarak
elifba ve ebced (yani a, b, c, d) gibi herkesin bildiği hece
harflerinin hem tek tek, hem de bileşik durumlarını anlatan yeni bir
isimdir ki, mânâlı kelimelerin aslı bulunan bu hece harflerini böyle
özel bir şekilde ihtar ederek, bu basit, sınırlı ve belirsiz harflerden
Allah'ın hikmetiyle sınırsız bir şekilde anlamlı kelimeler ve cümleler
yapılabildiğini ve insanların bu sayede söyleyip anlamak gibi büyük bir
nimete erdiğini ve bundan birçoklarının gafil olduğunu, aslında bu
durumun ilâhî kudrete gayet ince bir delil demek olduğunu gözler önüne
sermektir. İşte Kur'ân nazmının da o basit ve sınırlı alfabe
harflerinden meydana gelmiş olmakla beraber öbür kelâmlar gibi değil,
herkesin bildiği elifbayı yeni duydukları ve sırrına eremedikleri bu
"Elif-Lâm-Ra" gibi yepyeni bir şekilde ve benzeri görülmemiş bir sanat
ve estetik anlayışı ile ortaya koyan ve söz dizmede usta olan bütün
edebiyatçıları ve belağatçıları bir benzerini meydana getirmekten aciz
bırakan fevkalade sanatlı ve seçkin bir hikmetli kitap olması, onun
Allah tarafından indirilmiş bir mucize ve bir peygamberlik belgesi
olduğuna delalet eden çok açık bir delil teşkil ettiğini anlatır. Bütün
inkârcılara tehaddi ile (hodri meydan diyerek) meydan okur.
Ayrıca
çok
dikkate şayan bir şeydir ki, "Elif-Lâm-Mim" hece harflerinde bütün
harflere şamil olan boğaz, dil, dudak, üç mahrecin üçünü de içine
aldığı halde "Elif-Lâm-Ra" hece harflerinde ise esas itibariyle boğaz
ve dil mahreçleri ile yetinilmiştir. Gerçi "elif" ve "lâm" isimlerinin
telaffuzunda birer dudak harfi olan "fe" ve "mîm" harflerine de işaret
varsa da yazılışta olduğu gibi "elif, lâm, mîm" deki şekliyle mevcut
değildir. "Elif" aksayı halk denilen gırtlağın en dip kısmından çıkar,
"lâm" ile "ra" ise ağız içinde dil ucundan çıkar. (elif-lâm-mîm"
denilince içerden başlayıp dudaktan dışarıya çıkan bir heceler dizisi
söz konusu olduğu halde, (elif-lâm-râ) denilince heceler henüz ağız
içinde ve dil ucunda çalkalanıp durmaktadır. Bu zevke göre, bütün
Kur'ân'ın bir ismi olabilirse de ancak bir sûre ismi olabilecek bir
vahiy sırrı demek olur. Bununla beraber bunun Kur'ân'ın bir ismi olduğu
da söylenmiştir ki, bu da o zaman henüz nüzulün tamam olmamış bulunması
itibariyle dikkate alınabilir.
Allah
bilir.
Onlar,
sana
nazil olan ve akılları hayrette bırakan o bediî harfler, yani bu sûre
veya kâfirlerin şaşıp kaldıkları ve bir türlü kabul etmek istemedikleri
diğer sûreler, o hikmetli kitabın âyetleridir.
Hakîm:
Hikmetli,
hâkim, muhkem, mâbihil-hüküm (kendisi ile hükmolunan), mahkûmun fîh
(hükmü kesin olan) anlamlarına gelir ki, Kur'ân hakkında herbiri ayrı
açılardan doğrudur. Esasen hikmet sahibi ve hâkim (hüküm veren)
anlamlarına Hakîm, Allah Teâlâ'nın esmâ-i hüsnasından olmakla Kur'ân'ın
bu isimle adlandırılması, Allah'a olan nisbetini kuvvetle ifade etmek
için bir mecaz demek olur.
Âyet
(âyetler)'in kitabın bütününe izafeti de ya cüz'ün külle izafeti
şeklinde olur ki, meşhur olan budur. Yani bu sûre, ilâhî hikmetleri ve
hükümleri içine almış olarak nazil olmakta bulunan o muhkem kitabın, o
Kur'ân-ı Azîmüşşan âyetlerinin bir kısmıdır. Veya delilin medlule
izafeti olmakla da mümkündür: Nitekim "Elif-Lâm-Râ" hece harflerine
işaret olduğuna göre asıl hikmetli kitap, mânâ ve hece harflerinden
meydana gelmiş olup, o mânâya delalet eden ilâhî nazım da onun
âyetleri, yani delalet eden delilleri demek olur.
Her iki
takdirde
de kitap hakîm olduğu gibi ona izafetle âyetlerin dahi hakîm olduğu
anlaşılır, ki, bu cihet Hûd Sûresi'nde "Bu öyle bir kitaptır ki,
âyetleri (önce) muhkem kılındı, sonra ayrıntılı olarak açıklandı."
(Hûd, 11/1) diye açıklanacaktır. Gerek Hûd Sûresi'nde, gerek İbrahim
Sûresi'nde diye buyurulmuş olması "âyâtü'l-kitab" izafetinde gözlenen
birinci vechi destekler görünmektedir. Hasılı Kur'ân, ilmî ve amelî
yönlerden ilâhî hikmetle dopdolu, Hakk'ın hükümlerini içermek
bakımından mümin ve kâfir herkes hakkında hakim ve öyle hakim ki,
Kur'ân ne diyorsa, herkesin başına gelecek olan hüküm olur. Beşer
fiilleri ve eylemleri hakkında adalet ve iyilik konularında hüküm
vermeye esas ve ölçü edinilecek bir ilâhî kanundur. Halka hidayet
rehberi, itaatkârları sevap ve cennetle müjdeleyen, isyankârları ikab
ve cehennem ile inzar edip uyaran kesin hükümlü, gerek nazmı, gerek
mânâsı her türlü noksandan ârî kılınmış, beyan ve belâğatı bedî' ve
güçlü, tahriften korunmuş, özellikle "ümmü'l-kitab" olan âyetleri,
neshi kabil olmayacak şekilde ebediyyen muhkem hakikatleri ve ezeli
ahkamı dile getirir. Kur'ân bu özellikleriyle Hz. Muhammed'in
peygamberliğinin en mükemmel şahidi ve bir benzerinin ortaya konması
mümkün olmayan parlak mucizesi olmak üzere, inzaline, itmamına ve
ahkamının icrasına Allah Teâlâ'nın kesin hükmü ve iradesiyle ilişkili
olmak bakımından "mahkumûn fîh", yani bu vecihlerden her biri ile teker
teker ve bütünüyle topyekün hakim bir kitaptır. İşte bu okuyacağınız
sûresi de diğer okuduklarınız ve daha okuyacaklarınız gibi o hakim
kitabın bir kısım âyetleridir ki, bunlarda kâfirleri şaşırtan ilâhî
sırlardan ve hikmetlerden bir kısmını görüp anlayacaksınız.
2- İnsanlar
için
bir acaiplik mi oldu? Yani, insanlar için tuhaf bulunacak, şaşılacak,
vukuuna inanılmayacak, garip kabul edilecek bir şey mi oldu. Onlardan
bir
ere, melek değil, beşer cinsinden olan bir erkeğe dünya malı ve mülküne
yani fazla bir servete ve ihtişama sahip olmayışı bakımından sıradan
insanlardan biri sayılan ve fakat yüce faziletleri ve kudsi hasletleri
bakımından bütün insanlığın medar-ı iftiharı durumunda en yüksek, en
seçkin bir ferdi olan büyük bir erkeğe, insanları inzar et, uyar diye
vahyetmemiz, bütün insanların ahirette başlarına gelecek korkunç ahval
ve dehşeti haber ver, küfür ve isyanın akıbetinden korkut; iman
edenlere de şunu müjdele: Onların Rab'leri katında kendileri için
muhakkak bir "kadem-i sıdk" vardır.
Kadem:
kelimesi
"kıdem" benzeri olarak bir işte önceliği bulunmak, yani bir hususta
diğerlerini geçmiş olmak; gerek hâl, gerek hayır, hasenat, bilgi,
tecrübe, rütbe v.s. bakımından ilerde olmak demektir. Bunun müennesi
"kademe" demektir ki, bu da dilimizde derece anlamına kullanılır.
"Kadem" aynı zamanda "ayak" anlamına gelir, yani ayağın topuktan
aşağısı, daha doğrusu tabanı demektir. Bir şeyin mukaddemine , yani
yarışta en önde gelenine ve kahramanına da söylenir. Filanın, filan
hizmette kıdemi, veya kademi var demek, o işte önceliği ve herkesten
fazla hizmeti var demektir. "Filanın hayırda bir kademi vardır" demek,
diğerlerine önayak olmuş, cesaretle işin başını tutup ileri götürmüş
demek olur. "Kadem-i sıdk" deyimine de müfessirler, güzel amel, hayır
işlerinde başta olmak, levh-i mahfuzda liste başında gelmek,
birincilere takdir edilmiş olan bir mükafata ermek, yüksek bir rütbe ve
makam gibi mânâlara tefsir etmişlerdir. Fakat âyetin gelişinden
(siyakından) anlaşıldığı, ayrıca Hasen ve Katade'den rivayet olunduğu
üzere burada muradın peygamberimize mahsus şefaat olduğu açıktır.
Kadem-i
sıdk:
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in Allah katındaki yakınlığı, şefaat
makamı ve Kamer Sûresi'nde geleceği üzere "Güçlü padişahın huzurunda
doğruluk koltuklarında (hoşnutluk içinde)dırlar" (Kamer, 54/55) âyeti
gereğince, müttakilerin cennetlerde Allah Teâlâ'nın yüce katında tespit
edilmiş olan "sıdk makamı"na girmeleri için önlerine düşen ve onlara
yol gösteren delilleri ve önderleri olması cihetlerini ifade eden bir
özel deyimdir. Yani, Allah Teâlâ'nın, bu kitab-ı hakimi vahyettiği o
erin, o zât-ı Muhammedi'nin Allah katında öyle yüksek bir değeri,
derecesi ve makamı, öylesine yüce bir sıdk u emaneti vardır ki, Allah
huzurunda müminler için sıdk ile şefaat edecek ve önlerine düşüp
cennetlere ve o Melîk-i Muktedir (güçlü melik) katındaki sıdk makamına
vasıl olmalarına kadar onlara önderlik yapacak rehberlik edecektir. Şu
halde beşer cinsinden bir ere Allah Teâlâ'nın böyle vahiy ve risalet
vermesi, Allah katında onlara önem verildiğini ve şeref bahşedildiğini
gösterir, müminler için de büyük bir beşareti ve müjdeyi içerir.
Şimdi
böyle,
bu
inzar (korkutma) ve tebşir (müjdeleme) esası üzerine gönderilmiş olan o
hikmetli kitabın âyetlerini vahiy yoluyla insanlar içinden dünya malı
ve rütbesi bakımından gücü ve şöhreti olmayan bir adama nübüvvet ve
kitap verilmesi, Allah tarafından insanlara peygamber olarak
gönderilmesi nasıl olur da yakışıksız, garip ve acaip bir şey sayılır?
Ve nasıl olur da bu hakikat, bu ilâhî ihsan, insanlığın medar-ı
iftiharı olmaz?... Bu durum o insanlar için bir ucube mi oldu ki,
"Kâfirler dediler ki; hiç şüphesiz bu apaçık bir sihirbazdır." Nafî,
Ebu Amr, İbnü Amir, Ebu Ca'fer ve Yakub kırâetlerinde okunur, o
takdirde gelen âyetler ve vahiy olayının kendisi kastedilerek "Bu hiç
şüphesiz apaçık bir sihirdir." anlamına gelir. Kâfirler, bu herhalde
beliğ yani apaçık bir sihirbazdır veya apaçık bir sihirdir, dediler. O
inzarı ve tebşiri içeren hikmetli kitaba hak vahyi demek istemediler.
Bununla beraber fevkalade yüksek olan icazı ve hikmeti karşısında
büyülenmiş gibi hayrete kapılmaktan da kurtulamadılar; Peygamber'e
sihirbaz, üstelik mübin, usta, ileri derecede bir sihirbaz dediler.
Vahiy ve nübüvveti acaip ve garaip ile aldatıcı, göz boyayıcı
sihirbazlık, o hikmetli kitabı da bir sihir gibi göstermek istediler.
Çünkü beşerden birinin Allah'dan vahiy alıp peygamber olmasını acaip
buluyorlar.
Özellikle
beşer
içinde Arabî, Kureyşî, Mekkelilerden seçilip süzülmüş ihtişamsız bir
zatın Allah tarafından kendilerine peygamber olmasından hiç
hoşlanmıyorlar, bâri bu Kur'ân iki beldenin birinden azametli bir adama
inseydi "Bu Kur'ân iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil
miydi?" (Zuhruf, 43/31) diyorlardı. Bu âyetteki istifhamı, bir
istifham-ı inkârîdir ki, onların hayretine hayret ettirmek nüktesini
ifade eder. Yani taaccüp ve inkâr edilecek, Allah'a yakıştırılamıyacak
bir şey mi var ortada? Allah'a yakıştıramadığınız şey, Allah'ın beşer
cinsinden bir erkeğe vahiy gönderip, onu insanlara peygamber yapması
mıdır? Şaşılacak şey bu değildir, asıl şaşılacak şey sizin buna sihir
demeniz ve inkâr etmenizdir. Daha doğrusu bütün insanlara inzar
(korkutma) ve tebşîr (müjde) yapacak peygamber melek cinsinden olsaydı,
asıl o zaman şaşmak gerekirdi. Nitekim bunu beyan etmek üzere "Eğer biz
onu (peygamberi) bir melek kılsaydık, yine onu bir adam şekline
sokardık, onun peygamberliği hakkında şüpheye düşecekleri yine şüpheye
düşürürdük." (En'âm, 6/9) buyurulmuştur. Yine bunun gibi, İsrâ
Sûresi'nde "De ki; Eğer yeryüzünde uslu uslu dolaşan melekler olsa idi,
elbette onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik." (İsrâ,
17/95) buyurulduğu üzere, melekten peygamber meleklere veya melek
hasletli kimselere yakışırdı. Zira peygamberliğin faydalı olması için
peygamber ile ona muhatap olanlar arasında tecanüsün bulunması büyük
önem taşımaktadır. Böyle ilâhî vahye mazhar olup, Allah katında yüce
risalet makamına ermiş olan bir zatın durumuna erememekle beraber onun
hemcinsi olarak yanında, yakınında bulunmak da büyük bir mazhariyettir,
ona inananlar için Allah katında öyle bir "kadem-i sıdk"a nail olmak
gibi büyük bir mutluluk, büyük bir bahtiyarlıktır. Bu bahtiyarlığı hor
görüp, yüksünüp reddetmek ne kadar aptallık, ne büyük budalalıktır!
Asıl esef edilecek, asıl hayret edilecek hâl işte budur.
İnsanlara
harfleri öğreten, isimleri ve sözleri türetmeyi belleten, onlardan mânâ
çıkarma, anlama ve anlatma nimetini ihsan eden Rabbülâlemin'in bir
kuluna o vahyi veremiyeceğini, o inzar ve tebşiri yapamıyacağını, o
sadık ve mütevazi kulunu dilediği gibi yükseltemiyeceğini vehmetmek, bu
Allah vergisi nimete dudak büküp "nasıl olur?" diye taaccüp etmek,
Hakk'ın hikmetine karşı gelmek, Allah'ın Resulü'ne sihirbaz, âyetlerine
sihrî demek, hasılı ilâhî saltanatı kontrol altında tutmaya kalkışmak,
irşadını, uyarısını iğfal sanmak ne kadar acaip bir tutum, ne tehlikeli
bir hareket ve cüret bilir misiniz?
3- Muhakkak
ki,
Rabbiniz, yani sizden bir eri, sizi uyarsın ve müjdelesin diye vahiyle
şereflendirip size peygamber olarak göndermesine hayret edip şaştığınız
ve hikmetli kitabına sihir dediğiniz, sizin de malikiniz O Allah'dır
ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Â'râf, 7/45 âyetinde bununla
ilgili izahat verilmişti, oraya bkz.) Bu gökler ve yer yok iken onları,
aşağı yukarı kâinatın bütün bölümlerini (galaksilerini) öyle seri bir
dereceleme ile yarattıktan başka sonra da arş üzerine istiva eyledi.
Bütün bu kâinat (Cosmos) mülkünü hükmü altına aldı, yaratılmış ne varsa
hepsi üzerinde, yani bütün zerrelerin ve kürelerin, cisimlerin ve
ruhların ve bütün kuvvet ve enerjilerin, güçlerin, saltanatların ve
iktidarların üstünde hüküm ve saltanatını icraya başladı. Yani işi
tedbir ediyor, arşından arzına varıncaya kadar gerek cüz'î, gerek
küllî, kâinatın bütün işlerini tedbir ediyor, yönetiyor ve
yönlendiriyor. Herşeyin melekûtunu elinde tutuyor.
Tedbir:
Bir
işin
iyi bir sonuca ulaşması için ardını ve akıbetini, önünü sonunu,
bilerek, hesap ederek gözetmek, takdir ve idare etmek demektir ki,
burada murad, bütün işlerin birbirine bağlı olarak gelişmesini ve en
son akıbetini tayin eden Hakk'ın hükmü ve takdiridir.
O
öyle yüce
bir
Rab'dır ki, O'na karşı hiçbir şefaatçi yoktur. Onun işine karışacak,
emrine ve tedbirine müdahale edebilecek bir şeriki ve naziri, yani eşi
ve benzeri olmak şöyle dursun, O'nun huzurunda hiçbir kimse için
kendiliğinden şefaat edebilecek hiçbir yardımcı bile yoktur. Hiçbir
zaman böyle bir yardımcı yoktur. Ancak O'nun izninden sonra. Yani O
izin verirse, O'ndan izin çıkarsa ancak o zaman bir şefaat eden
bulunabilir. Nebe Sûresi'nde de "O gün Rahman olan Allah'ın izin
verdiklerinden başkası tek kelime bile söyleyemeyecek..." (Nebe',
78/38) buyurulduğu üzere, Allah Teâlâ'nın hikmetine ve rahmetine bağlı
olarak verilen izin üzerine konuşacak olan şefaatçılar da doğru ve
savaptan, yani gerçekten ve doğrudan başka bir şey söyliyemiyecekler.
Bu sıdk u sadakat ve istikamet sahibi olan ve şefaat etmekle izinli
kılınanlar da ancak şefaate lâyık olanlara şefaat edebileceklerdir ki,
bu liyakatın ilk şartı imandır. Onun huzurunda müminlere bir "kadem-i
sıdk" tebşiri ile, o inzar ve tebşir emriyle o erkeğe bu kitab-ı
hakimin vahyolunması bu izin ve sıdk ile ilgilidir. Yoksa kimin haddine
düşmüş ki, O'na yaklaşabilsin kimin haddine düşmüş ki, O'nun hükmüne
boyun eğmesin.
İşte
Rabbiniz
olan Allah O'dur. Eşi ve benzeri olmayan böyle azametli bir
zülcelaldir. İşte O'na ibadet ediniz. Yani, O'nun birliğini,
biricikliğini bilerek, O'nu gerçek mabud tanıyarak, kemal-i ta'zim ile
yalnızca O'na ibadet ediniz. Taştan, ağaçtan yapılmış şekil ve suretler
şöyle dursun, ne bir meleği, ne bir nebiyi O'na şerik koşmayınız, O'nun
indirdiği vahiy âyetlerine iman ediniz ve âyetlerinin ahkâmına uyunuz.
Hâlâ düşünüp aklınızı başınıza almaz mısınız? Bu hakikatleri bilip
Rabbinizi bu azamet ve kibriyasını hatırınıza getirip bir düşünmez
misiniz? Aklınızı başınıza toplayıp, bu azametli kudret karşısında
haddinizi bilmez misiniz?
4- Nihayet
hepinizin toptan dönüp varacağınız merci O'dur, dönüşünüz O'nadır.
"Andolsun ki, sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi yine teker teker bize
gelirsiniz" (En'âm, 6/94) âyetinde açıklandığı gibi, ölüm ile dönüş
teker teker olduğu için, burada ihtar olunan toptan dönüşten murad da
öldükten sonra dirilmek şeklinde olan rücudur. Nitekim bu mânâyı
desteklemek açıklığa kavuşturmak ve ispat için buyuruluyor ki:
Hakk'a
Allah
vaadi böyledir. Gerçekten ve kesin olarak Allah'ın vaadi böyledir.
Muhakkak ki O, halkı bed' eder sonra onu iade eyler. Yaratmayı ilk
baştan neş'et-i ûla (Ruhun bedene girmesi) ile yapar, sonra döner onu
yeni baştan neş'et-i uhra (âhirette yeniden dirilme) ile yaratır. İşte
bu iade ve irca' şunun için yapar ki, İman edip salih amel işleyenlere
adaletle, yani zerre miktarı haksızlık yapılmamak kaydıyla ecir ve
mükafat versin. Kâfir olanlara ise bunlara da hamimden bir şarap yani
kaynar sudan bir içecek ve acıklı bir azap vardır. Bunları da böyle
cezalandıracaktır. Çünkü küfür ve inkârda direnmeleri sebebiyle bunu
hak etmişlerdir.
5- O,
O'dur ki,
yani bu yeniden dönüşü yaratacak ve cezayı verecek olan Allah, öyle bir
yaratıcı, öyle bir düzenleyip tedbir edicidir ki, Güneşi bir ziya
yaptı, ayı da bir nur yaptı. Bu ifadelerden ziya ile nurun farklı
şeyler olduğu anlaşılıyor. Bunların ikisi de aslında karanlığın karşıtı
olan aydınlık olayını ifade ettikleri, bunun da çeşitli şiddet
derecelerine göre birtakım mertebeleri bulunduğu bilinen bir şeydir.
Bunların hepsine nur adı verilebilir. Fakat nur ziyadan daha geniş
kapsamlı, ziya da nurdan daha belirgin ve kuvvetlidir. Ziyada aşırı bir
parlaklık, belli bir parıldama, kuvvetli bir yayılma ve şiddet vardır.
Göz kamaştıran ve icabında acı veren birtakım özellik bulunmaktadır.
Nurda da mutlak olarak karanlığa karşılık olan bir revnak, yumuşak bir
yayılma, sükun ve huzuru andıran bir safa ve letafet söz konusudur. Bir
tarife göre de nur, ziyanın ışığı ve şuaıdır, karanlığı gideren
şu'lesidir. Bu o demek olur ki, karanlığın en yakın karşıtı nurdur.
Ziyada nurdan başka birtakım özellikler daha vardır. Mesela, ziyada ısı
ve yakıcılık bulunabilir. Nitekim ziya ısı veren ve vermeyen
özelliklere ayrıştırılabilir. Fakat nur, sırf zulmet karşıtı olan ve
ziyadan birtakım tahliller yoluyla alınabilen bir mânâdır. Ayrıca
denilmiştir ki, ziya bizzat olana, nur araz yoluyla olana söylenilir.
Şu halde burada ay nurunun güneş dolayısıyla meydana geldiğine işaret
vardır. İsra Sûresi'nde de gelecek olan "Gecenin âyetini sildik, yerine
gündüzün âyetini aydınlatıcı yaptık." (İsra, 17/12) ilâhî beyanı ile bu
konu daha çok açıklık kazanmış olur. Bu suretle aya bir nur verilmiş
olması ayın mahvı meselesini de hatıra getireceğinden, burada güneşe
tapanlara karşı güneşin de, ayın da sonradan yaratılmış birer mahluk
olduğu ve onlar üzerindeki kudret ve hakimiyetin de Allah'a ait
bulunduğu, böylece uluhiyet ve rububiyet hakkının yalnızca O'na mahsus
olduğu iyice anlatıldıktan başka, güneşin ziya yapılması bir neş'et-i
ûla, yani ilk baştan yaratma işini, ayın da nur yapılması neş'et-i
uhra, yani yeni baştan yaratma işini ve bir iade işlemini göstermiş
oluyor ki, sözün akışı gereği olarak, bu ilk yaratma ve yeni baştan
yaratma kudreti aslında güneşin ve ayın sürekli hareketlerinde her an
gözlenip duran bir olaydır. Lâkin ayın hallerinden ikinci yaratılış
demek olan neş'et-i uhraya delalet, daha açık ve daha ayrıntılı olarak
gözlenip okunmaktadır. Gerçekten Allah Teâlâ, gündüz âyeti olan güneşi
ilk yaratılışında bizatihi ziya (ışık) kaynağı olarak yaratmış ve henüz
onu mahv ve tekvir etmediğinden, o ziya kaynağı istikrarını bulmak
üzere şimdi olduğu gibi dönüp durmaya devam etmektedir. Gece âyeti olan
ayı ise ilk yaratılışından çıkarıp söndürmüş, yani ilk şeklini
mahvetmiş, değiştirmiş ve ona ikinci bir yaratılış aşaması vererek
ziyadan yansıyan bir nur ihsan etmiştir. Yani, fiilinin güneşe taalluku
bakımından inşa ve aya taalluku bakımından tasyirdir.
Evet
Allah
odur
ki, güneşi bir ziya yaptı, ayı da bir nur. Ve ona, yani aya birtakım
menziller takdir etti. Ay, menzilden menzile seyreder ve her birinde
nuru değişik tahavvülat ile belli bir miktar arzeyler. Araplar ayın
menzillerini yirmi sekiz menzil sayarlardı ki, her birinde ay bir gece
bulunur, bütün menzillerin sonunda da bir veya iki gece gizlenir.
Menzillerin isimleri de şöyledir: Eşşeratan, Elbütayn, Essüreyya,
Eddeberan, Elhak'a, Elham'a, Ezzira, Ennesre, Ettarf, Elcebhe, Ezzübre,
Essarfe, El'avva, Essimak, Elfakr, Ezzübana, El'iklil, Elkalb, Eşşevle,
Enneaim, Elbelde, Sa'düzzabih, Sa'dübüla', Sa'düssü'ûd, Sa'dül'ahbiye,
Elferu'ulmuahbar, Erreşa ki, bunun bir adı da Hut'tur.
Bunlar
o
burçlar, o menzillerdir ki, cahiliye devri arapları envai müstamtarayı
(sığınılacak yıldızları) bunlara nisbet ederlerdi.
Hasılı
Allah
o
ziyayı ve nuru yaptı ve o nura menzil menzil değişik miktarlar tayin
etti ki, senelerin sayısını ve hisabı bilesiniz. Yani, o ziya ve nur
"ihtilaf-ı mekadir" denilen mikdarların değişmesi sayesinde, gök
cisimlerinden ve yer cisimlerinden, maddeden ve mekandan, başlangıç ve
sonuç noktalarını idrak etmeye, anlamaya yarayacak olan madde, mekân ve
zaman fikrine, âdet ve hesap bilgisine geçip, dinî ve dünyevî işleriniz
için bilgi sahibi olasınız. Doğumdan ölüme, dünyadan ahirete doğru
ömürlerinizin akışını gösteren senelerin adedini, aylar, günler,
geceler v.s. sizi ilgilendiren ve ilgilenmeniz gereken vakitlerin
hesabını bilesiniz. Bunları bilesiniz ki, dünyada yaptıklarınızın
hesabını Allah'a vermek için kendinizi ve amellerinizi muhasebe edecek
hesabı belleyesiniz. İşte bu gibi sebeplerden dolayı Allah onu, başka
şekilde değil, ancak hak ile, hikmet ile yarattı. Yani, o ziya ve nur
ve o miktarlar ve menziller ile gördüğünüz o güneşi ve ayı batıl ve
abes olarak yaratmadı. Bunlar aslı olmayan birer hayal değildir.
Yaratılmış da kendiliğinden oluşmuş şeyler, hele hele yaratıcı kudret
veya tapınılmaya layık birer tanrı filan değiller. Ayrıca gelişigüzel
ve tesadüf eseri olarak veya bir oyun olsun diye yaratılmış da
değiller. Allah bunları, hak ile, özünde gerçek birer mahluk olarak ve
açık bir hikmetle yarattı. Birtakım gerçeklerin dile gelmesinde işe
yarasın diye yarattı.
Hak
kelimesi,
mastar, sıfat ve isim olur. Ve bundan dolayı değişik anlamlarda
kullanılır. En genel olarak masdar mânâsı "sübut ve tahakkuk-ı vücud"
diye ifade olunur ise de bunun esas anlamında bir mutabakat mânâsı
vardır ki, herşeyden önce zihinde tasarlanan ile gözle görünenin, başka
bir deyişle enfüs (subje) ile afak(obje)ın ilim ile malumun (bilgi ile
bilinenin) birbirine uygunluğunu ifade eder.
Bundan
dolayı
bazen düşünceye, bazan da görülen objeye söylenir. Düşüncenin gözleme
uygunluğu bakımından kullanıldığı zaman isabet ve doğruluk; söz, fikir,
icra, karar, ahkam ve iradenin maksada uygunluğu bakımından da adalet
ve hikmet anlamına gelir ve o işin sıfatı olur. Dış olaylar ve maddi
konular için kullanıldığı zaman da tahakkuk (gerçekleşme) ve vuku demek
olur. Frenkler öncekine "verite", ikinciye "realite" derler. Önceki
sübjenin, ikinci objenin özelliğidir fakat tek başına değil biri
öbürüne uyum sağlamak şartıyla. İşte hakikat ile gerçeğin aslı bu iki
şıkkın birbirine uyumu ve bağdaşması demek olduğundan, hak özünde ve
şeklinde her bakımdan varoluş, "vücub-i vücud" diye tarif edilir ki, bu
da varlığı zorunlu olan demek olur. Vücub-i vücud ise ya bizatihi veya
ligayrihi olarak düşünülebilir. Bizatihi veya lizatihi vücub-i vücud,
kendi öz varlığının gereği olup hiçbir yönden başkasına muhtaç olmayan
ve hiçbir noksanı kabul etmeyen ezelî ve ebedî bütün kemal sıfatlarını
kendinde toplayan Vâcib Teâlâ'ya mahsustur ve "el-Hak" ism-i şerifi
O'nun güzel isimlerindendir. Hak Teâlâ enfüsün ve afakın ve bütün
izafetlerin üstünde onların uyum noktalarına ve vücub-i vücutlarına
(zorunlu varoluşlarına) hakimdir. Hak ile hakikatın bütün mertebeleri
O'nundur, O'ndan dolayı ve O'nun içindir. Yine bütün enfüs ile afakın
birbirlerine uygunluğu, hakkiyyeti ve tahakkuku, yani masivallah
(Allah'ın dışındakiler) bütünüyle kendi zatlarından dolayı ve kendileri
için, kendi icapları ve kendi haklarıyla değil, ancak Hak Teâlâ'nın
icabı ile ve O'nun hakkı için var ve varolmuşlardır. Kendi kendilerine
var olmaları batıl olduğu halde, Allah'ın yaratmasıyla ve Allah için
olmaları açısından haktırlar. İşte bundan dolayı bunlar vacibü'l-vücud
ligayrihidirler, yani hak ligayrihidirler. Hak Teâlâ'nın tayin ettiği
belli ecel ile ve belli miktar ile izafi ve nisbi bir şekilde ve
anlamda hak ismini alırlar. Her birinin sınırı, vechi hak ile ilgili
bir hakikatı, birbirlerine karşı bir hukuku vardır. Nitekim "Biz
gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi hak ile ve belli bir ecele
göre yarattık..." (Ahkâf, 46/3) âyeti de bunu dile getirmektedir. Hak
kelimesinin kullanılışındaki çeşitlilik "Hak ligayrihi" mânâsının
çeşitli yönlerine aittir. Ve bütün anlamlarında bunun karşıtı
"batıl"dır, ki; "imkânsız, yokluk, yok olmak, hata, zulüm, abes ve boş"
anlamlarına gelir. "Vacib lizatihi" mânâsına olan "el-Hakk" isminin
çoğulu yoktur. Diğer anlamlarda "hak" kelimesinin çoğulu olarak
"hakaik" kullanılır. Hak kelimesi, bir de "vacibün leh", yani bir şeyin
lehine, faydasına olan vacip mânâsına gelir ki, bu da başlı başına bir
ifade olmakla beraber önceki esas mânânın bir ayrıntısı sayılır.
el-Hakk ismi şerifi, bunun da mebde' ve zamanıdır. Bu mânâsının
çoğuluna da "hukuk" denilir ki, bunun da karşılığı "vacibün aleyh" veya
sadece "vacib", "vecibe" ve kendi dil geleneğimizde "vazife",
"görev"dir. Bütün hak ve hukukun mercii olan "Hak Teâlâ", vacib
lizatihi olduğundan O'nun hukuku vardır: Uluhiyet ve Rububiyet (yani,
Tanrılık ve Rablık) O'nun hakkıdır. Fakat aleyhine herhangi bir vecibe
ve vazife tasavvur olunamaz. "Ne dilerse onu yapar."(Buruc, 85/16),
"Yaptığından sorumlu tutulmaz."(Enbiyâ, 21/23), "Allah'ın vaadi
haktır." ve "Rabbin kendi üzerine rahmeti yazdı." (En'âm, 6/12)
âyetleri gereğince kendinin kendisine görev kıldığı hususlar vardır. Ve
ancak bu anlamda, yani Allah'ın vaad ettiği hususlar açısından kulların
Allah üzerinde hakkı söz konusu edilebilir. Ve şeriat dilinde böyle
varid olmuştur. Bu âyetteki ifadesini İbnü Cerir gibi bazı müfessirler
Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan ile tefsir etmişler ki, bu tefsire
göre harf-i cerri sebebiyye olmak gerekir. Birçok müfessir ise bunu,
"Biz gökleri ve yeri ve ikisi arasındaki her şeyi oyuncak olsun diye
yaratmadık." (Duhan, 44/38), "Ey Rabbimiz! Bunu sen boşuna
yaratmadın..." (Âl-i İmran, 3/190) âyetlerinin yardımıyla boş, abes,
batıl, oyuncak olmamak şeklinde, ayrıca yüce yaratıcının murad ve
maksadına uygun bir çok faydaların gerçekleşmesi mânâsına ilâhî ilmi ve
iradeyi içine alan belağatli ve hikmetli olarak yaratmak şeklinde
tefsir etmişlerdir ki, bu tefsir şekline göre, buradaki hak liğayrihi
mânâsınadır ve "bâ" harfi de mülabese içindir.
O yüce
Yaratıcı
ilim ehli olan, bilen ve anlayan bir kavme âyetlerini tafsil eder,
ayrıntılı olarak bildirir. İlmi olanlar ve bilme özelliğine sahip
bulunanlardır ki, Hakk'ın hikmet ve ahkâmına delalet eden tekvinî veya
tenzilî âyetlerinin tafsilatına (ayrıntılarına) vakıf olabilir ve
onlardan faydalanabilir. İlimlerin gelişmesi ve dal budak salması bu
tafsilî bilgiler ile ilişkili olarak sonsuz şekilde gelişme gösterir.
Anlaşılıyor ki, bu tafsil ve terakkide cemiyetin ilim yönünden
gelişmişliğinin de önemi vardır. Burada özellikle ilim sıfatının
zikredilmesi, hak konusunda az yukarıda işaret ettiğimiz mutabakat
(uygunluk) kaydına bir işarette bulunmaktır. Hakkın ilmi vardır ve
ancak ilmi olanlar hak ile ilgilenir.
6-Allah'ın
ilim ehli olan kavme ayrıntılı olarak açıklayacağı âyetler acaba ne
gibi âyetlerdir?
Şurası
kesindir
ki, gece ile gündüzün ihtilaf edişinde, yani gece ile gündüzün birbiri
ardından gelişinde, sürekli değişip durmalarında ve Allah'ın göklerde
ve yerde yarattığı şeylerde, yüksekde güneş ve ay ve diğer yıldızlar,
gök cisimleri ve bunlardaki ziya ve nur, miktar, yörünge, hareket ve
çekim konuları ve yer yüzü ve yer altındaki varlıkları ve
zenginlikleriyle dünyamızdaki bütün olup bitenlerde, hepsinin en küçük
zerresindeki özelliklere varıncaya kadar bütün varlık çeşitlerinde
ittika edecek (yani inceliklerini bilip zararlarından korunacak) bir
kavim için nice âyetler vardır. İnsan olanların bunları araştırmaları
gerekir. Yalnızca gece ile gündüzün ihtilaf ve ardarda gelişi bile
beşer bilgisi açısından bakıldığında, dünya hayatının özelliğini
anlamağa başlangıç nedir, sonuç ne olacaktır meselesini düşünmeye
ahireti ve hesabı hatırlatıp sevabı ve cezayı göz önünde bulundurmaya,
hakka ve hukuka riayet etmeye ve Allah'ın azabından korunmak için
Allah'ın rızasını gözetmeye ve hak yolundan ayrılmamak hissini vermeye
kâfi gelir.
7-Likamızı
ümit
etmeyenler, yani öldükten sonra dirilip Allah huzuruna varmayı arzu
etmeyenler veya Hakk'ın huzurunda hesap vereceklerine ihtimal
vermeyenler, bundan dolayı da "Bu da nerden çıktı, öyle şey mi
olurmuş?" diyerek bunu kabul edilemez görüp hesabtan ve ikabtan
korkmayan veyahut hüsn-i cemal arzusunu duymayıp Allah'ın cemalini
görmek ümit ve arzusunu taşımayanlar ve dünya hayatına, pek alçak ve
pek yakın olan hayata razı olup onunla mutmain olanlar, dünya nimetleri
ve zevkleri ile yetinip bununla kalbi sükunet bulanlar ve gelecekleri
(istikballeri) tehlikelerden arınmış gibi, dünyaya kanaat edip
ilerisini düşünmeyenler ve âyetlerimizden gafil bulunanlar, bir kısmına
az önce işaret olunduğu üzere, kâinat kitabının sahifelerinde ayrıntılı
olarak açıklanmış veya o açıklamalara dikkat çekilmek üzere indirilmiş
olan, dünya hayatının alçaklığına, faniliğine ve Allah'a kavuşmanın
gerçekliğine ve önemine delalet etmekte anlamları ittifak halinde olan,
ilim ve ittika ile faydalanılması gereken ilâhî delilleri, alâmetleri
ve işaretleri asla göz önünde bulundurmayan, düşünmeyen ve tefekkür
etmeyen o aldırışsız gafiller.
8- işte
onlar,
bu kötü vasıflarla vasıflanmış olan o imansızlar yok mu işte onların
son yatakları ateştir. Yani, o gönül verip yetindikleri ve mutmain olup
huzura erdikleri dünya hayatı ve zevkleri böyle kendilerine kalacak
değildir, cehenneme gideceklerdir: sebebi de kendi kazandıkları
şeylerdir. Dünyada o ümitsizlik, o dünyaperestlik, o gaflet huylarını
kesbetmiş olmaları ve gönül işlerinin en kötüsü bir çok mâsiyetlerin,
günah ve fenalıkların kaynağı olan bu kötü huyların kazanılmasını
alışkanlık edinmiş bulunmalarıdır. Bunlara karşılık:
9- İman
edip
salih ameller, imana yarışan işler yapanları muhakkak Rab'leri
kendilerini, imanları sebebiyle dosdoğru muradlarına erdirecek. Naim
cennetlerinde altlarından ırmaklar akacak, öyle bir nimet ve saadet
akışı ki,
10-
oradaki
davaları, bütün dua ve nidaları sübhanekellahümme, yani Allah'ım sen ne
yücesin, ne büyüksün diye dua etmek olacak. Çünkü yok olma
tehlikesinden ve gelecek endişesinden kurtulmuş, Hakk'ın vaadine ermiş,
rıdvana kavuşmuş, aynelyakin imanı geçmiş, hakkalyakin imana ulaşmış,
artık başka bir istek ve arzuları kalmamış bulunacağından, duaları hep
böyle, Allah'a, tesbih ve tenzih sunmaktan ibaret olacak ve orada
tahiyyeleri, Allah'dan ve meleklerden aldıkları iltifat ve birbirlerine
sundukları sağlık ve afiyet dilekleri, dil ucuyla söylenmiş, nezaket
sözleri değil, selâm, hep selâm ve kayıtsız şartsız selâmettir. Hoşa
gitmeyen bütün çirkinliklerden mutlak ve daimi bir selâmettir. Ve
davalarının ahiri: dua ve niyazlarının sonu, hakikaten elhamdü lillahi
Rabbilalemin "hamd, âlemlerin Rabb'inedir" demekten ibaret olacaktır.
Her tesbihin, her duanın, her dileğin ve her türlü sevincin sonunda
onlar "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." diyerek sözlerini
bitireceklerdir.
Bu
ifade
bilindiği gibi Fatiha Sûresi'nin başıdır. (Daha geniş izahat için oraya
bakınız). Nimeti verene bir özel saygı ifadesi demek olan hamdin zevki,
nimeti takdirden meydana gelen yüksek bir sevinç ve sürur ifade ettiği
ve bunu açıkça dile getirdiği ve bunun mertebelerinin izahı Fatiha
sûresinde geçmişti. Bundan dolayı burada nimetin ve nimeti verenin
kadrini takdir edip, hakkına saygı göstermek zevkinin, Fatiha'dan
anlaşıldığı üzere hidayet ve saadetin yalnızca başı değil, bütün
nimetlerin ve saadetlerin sonucu, en son kemal mertebesi ve nihai
gayesi olduğu ve bu suretle cennet nimetlerinin sonsuzluğu ve hakkın
rızasının herşeyin üstünde olduğu gösterilmektedir. Cennet ehli naim
cennetleri içinde, beşerin kalbine doğmamış olan ebedi nimetler ve
lezzetlerle lezzet alır ve nimetlenirken dünya hayatında birçoklarının
yaptığı gibi nimete sahip olma hırsıyla nimeti vereni unutmayacak veya
alışkanlık ile nimeti hor görmeyecek, "O mahiler ki, derya içredir
deryayı bilmezler." cinsinden olmayacak, nimetin kadrini hakkıyla
bilecek, nimetleri vereni görecek, O'nun hakkını, şan ve azametini
bütün zevkiyle duyacak ve gerçek tatminin nimete ulaşmakta değil,
nimeti verene kavuşmakta olduğunu görecektir. Onun içn cennette hiçbir
noksan ve hiçbir ihtiyaç bulunmadığı ve ibadet için mükellefiyet dahi
bulunmadığı halde cennet ehli yine de en büyük lezzetin ve heyecanın
Cenab-ı Kibriya'yı tekrim ve tenzih etmekle duyulacağını görecek,
Allah'a dua ve senadan ayrılmayacak. Bütün dua ve davaları sadece
Allah'ı tesbih ve tahmid olacak. Yaptıkları her duada, Allah'dan ve
meleklerden tahiyyat ve selâm alarak bambaşka bir saadete erecekler şu
halde dualarının hepsi mutlaka hamd ile sona erecektir. Dünya hayatında
bu zevk ve lezzetin bir benzeri namazdır. Bundan gafil olan ve herhangi
bir alay ve eğlence seyretmek için koşan çocuklar ve cahiller, namazı
bir külfet sayarak ancak bir teklif ve baskı altında kılarlar ve
başları dara düşmeden Allah'a dua ve ibadet etmezler.
Arifler
ise
bunu
büyük bir zevk ve bir mirac bilirler. Nitekim Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'i "Namaz benim gözümün nurudur." ve "Namaz müminin
miracıdır." buyurmuştur. Yine, cennet ehlinin bu zevkine dünya
hayatında iken erişmiş olmak için müslümanlar tahiyyatları selam
olduğundan, her dua ve ibadetin sonunda bir fatiha okurlar. Çünkü
insanlar dünyada elde ettikleri ve alışkanlık haline getirdikleri
yaşayışla ve ruh halleriyle ölecekler ve hangi halde öldülerse onunla
dirilip haşrolacaklar. Ve bundan dolayı bir günü, mutlaka bir gecenin
takip etmesi muhakkak ve sonucun da ölüm olduğu kesin olan bu dünyayla
yetinip onunla tatmin bulan, Allah'a kavuşmayacağını zannederek
yaşayanlar, ölümden sonra elim bir azab yeri olan cehenneme giderken,
iman ehli ve şükür ehli olanlar selam ve selamet tezahüratları arasında
"Hamd, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur." diyerek cennete
girecekler.
Şimdi,
Allah'a
kavuşmayı arzu veya ümit etmemek, dünya hayatına razı ve mütmain olmak
Hakk'ın âyetlerinden gafil olmak, dolayısıyla seyyiatlarının
sürüklediği şekilde işledikleri günah ve hatalarından dolayı hak
ettikleri azabı, bir iyiliği acele elde etmek istercesine acele ederek:
"Hani Allah öyle kadir ve kahhar da neden kâfirlere ve asilere hemen
azabını vermiyor, ne diye tehir ediyor? Şimdiden hesabımızı görse ya,
başımıza taş yağdırıverse ya!" mı diyorlar? Veya dünyada başlarına bir
sıkıntı geliverse sabredemeyip "Allah canımızı alsa" mı diyorlar?
11-12-
O
müsriflere, ki burada anlatılan fena huylarla vasıflanmış olanlardır.
Bunlar aslında hakkı tanımak ve güzel ameller yapmak için kendilerine
bahşedilmiş olan akıl, zeka ve iradeyi, dünya zevkleri ve dünyanın
geçici lezzetleri uğrunda kötüye kullanarak, hakkın âyetlerinden gafil
olarak, ebedi olan naim cennetlerini gelip geçici dünya hayatına feda
ederek ömürlerini boş yere harcadıkları için müşrik, zalim ve
mücrimdirler.
Ey
bu kitap
ile
o peygamberin kendilerine gönderildiği bugünkü insanlar:
13-14-
Ki,
nasıl
amel yapacaksınız bakalım, görelim diye. Yani nice devirlerin helake
uğratılmasından sonra, sizin onların yerine istihlaf olunup
geçirilmenizin ve dünyaya getirilmenizin hikmeti eğlenmeniz değil,
iradenizle ortaya koyduğunuz emek ve gayretleriniz, faaliyetleriniz ve
çalışmalarınızdır. "Hanginiz daha iyi işler yapıyor diye sizi imtihan
etmek içindir." (Mülk, 67/2) âyetinin de işaret ettiği gibi, en güzel
amellere çalışmanız sorumluluğunuzdur. Çalışmalarınızda gözeteceğiniz
en büyük maksat, ameli güzelleştirmenizdir. Çünkü sizin amellerinizden
zuhura gelecek güzellik Allah'ın nazarına sunulacak, O'nun takdirini ve
beğenisini kazandığında, O'nun emriyle size o güzel ameller
karşılığında "Naim cennetleri" verilecek ve size ebedî seadetler
sunulacak. İşte bundan dolayı iyilik yapan ve yaptığı iyiliği en güzel
şekilde yapmaya çalışan muhsinlere daha ileriki âyetlerde de görüleceği
üzere "En güzellere daha ziyadesiyle en güzel karşılık vardır." (Yunus,
10/26) vaadi böylece yerine gelmiş olacak. Yoksa çirkin fiiller ve
fenalıklar yaratılış gayesinin dışında olan şeylerdir.
Halbuki ey
Peygamber:
15-
Ayetlerimiz
kendilerine birer belge olarak okunduğu zaman. Burada dış görünüşüyle
sözün gereği muhatap zamiri ile denilmek gerekirken diyerek gıyaba
geçilmiş olması, helâk edilen geçmiş devirlerin halkı gibi imansızlık
eden, yani yaptığı işlerin Allah katında makbule geçmesine önem
vermeyen ve karşılığını hesaba katmayan, yaratılış ve istihlaf (birini
yerine geçirme) gayesinin aksine hakkı inkâr edip, hakka karşı
mücadeleye kalkışan mücrimlerden yüz çevirmek ve bunları muhataplık
şerefinden uzak tutmak içindir. Bundan dolayıdır ki, bu şerefsiz
mücrimlerin cinayetlerini tek tek sayıp dökmek üzere Resulullah'a
teveccüh buyurup ona tevcih-i kelâm eyleyen bir iltifat nüktesidir.
Tilavet fiilinin diye muzari sigasıyla gelmesi de tilavet yenilendikçe
onların geçmişteki cürümlerinin ve cevaplarının ara sıra da olsa,
mutlaka tekrarlanacağını akla getirir ki, o takdirde meâl şu demek
olur:
Ey
hak
peygamber! Senin gönderildiğin insanlar arasında genellikle muhatap
tutulmaya layık olmayan, haktan hoşlanmayan öyle kimseler vardır ki,
Hakk'ın hükümlerini gösteren ve şirkin (Allah'a ortak koşmanın) batıl
olduğunu ortaya koyan âyetlerimiz, bütün yönleriyle birer kesin belge
olarak onlara okunduğu veya okunacağı zaman Bizimle karşı karşıya
geleceklerini ummayan, hakkın huzuruna çıkacak yüzleri bulunmayan, o
kalpleri ve amelleri, düşünceleri ve emelleri bozuk, hak ve hakikat
düşmanları, bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir, dediler
veya derler. Yani işimize gelmiyen, hoşumuza gitmeyen, olmasına ihtimal
bile vermek istemediğimiz yeniden dirilişten, Allah huzurundaki
hesaptan, cezadan, ikabtan bahseden, Allah'dan başka tapındığımız
putlarımızı zemm ve ibtal eden, gözümüzün ve gönlümüzün tesellisi o
kıymetli ve sanatlı putlarımızı ayıplayan, bizim de ayıp ve
kusurlarımızı yüzlerimize vuran ve bizi durmadan Allah'a yönelmeye
çağıran, doğruluktan dürüstlükten ayrılanları cehennem azabı ile tehdit
edip duran, şu dünya hayatı içinde yoğurulmuş süfli beşeriyetin haline
ve mizacına uymayacak temiz ve aynı zamanda faal ve mücahedeli yüksek
ve nezih bir yaşayış isteyen bu Kur'ân'ı bırak da bize okuyacak başka
bir kitap, bizim huyumuza ve mizacımıza uygun başka bir okuma kitabı
getir veya bunu büsbütün bırakma da biraz değiştir, tebdil ve tağyir
et. Hoşlanmadığımız bazı âyetlerini olsun hoşumuza gidecek şekilde
değiştir. Bunda birtakım değişim tadilat ve tebdilat yap, başka bir
şekle koy. Belki o vakit halimize ve çağımıza uygun okuyabileceğimiz
bir şey olur gibisinden dedikodular yayarlar, bununla da sanki Kur'ân'ı
Peygamber'in kendisi yapıyormuş gibi bir ortam oluşturmak isterler ve
acaba bu suretle kandırıp bir kaç kelimesini tebdil ettirir de daha
sonra bunu aleyhinde bir delil olarak kullanabilir miyiz, diye
düşünürler.
Sen de de
ki:
bana, onu kendi yanımdan değiştirmek diye birşey yoktur, ben hiçbir
şeye değil, bana ne vahyolunuyorsa ben ancak ona uyarım. Yani,
kesinlikle ve yalnızca vahye uyarım, onu hiç tebdil ve tağyir
etmeksizin bana vahyolunduğu şekliyle ona uyarım. Şayet bazı âyetlerde
birtakım nesih ve tebdil olursa, o da ancak vahiy ile olur, böyle
birşey olduğu zaman ona da yine olduğu gibi uyarım. Bunun dışında başka
ihtimal yoktur. Zira muhakkak ki, ben Rabbime isyan ettiğim takdirde
büyük bir günün azabından korkarım. Yani vahye uymamak veya onu çok az
da olsa değiştirmek, beni terbiye edip yetiştiren ve o vahyi göndererek
bana peygamberlik vermek suretiyle bana Rablığını gösteren, âyetlerini
açıklayan, emrini bildiren ve "Onun izni olmaksızın hiçbir yardım söz
konusu olmayan " (Yunus, 10/3) o malik ve hakimin Allah'a isyan olur.
Bunun cezası da gayet korkunç bir günün pek korkunç olan azabıdır. Bunu
bilen bir kimse nasıl olur da öyle bir isyana cür'et eder?
16-Fakat
bu
senin kendi sözün, sırf kendi kendine ileri sürdüğün iddiaların,
diyecek olurlarsa, yalnızca bu haberle kalmayıp, bunu yani Kur'ân'ın
vahiy olduğunu akıl yoluyla da isbat etmek ve gözler önüne sermek için
ey Muhammed, de ki; eğer Allah dileseydi ben size karşı bunu okumazdım
bile ve Allah, size onunla ilgili hiçbir bilgi vermezdi. Benim dilimle
size onu bildirmezdi, hiç duyurmazdı, sizi ondan haberdar bile etmezdi.
Allah, benim bu Kur'ân'ı size okumamı ve size bunu bildirmemi
dilemeseydi, ne ben bunu böyle size okurdum, ne de benim dışımda başka
bir yolla sizi ondan haberdar ederdi. Siz böyle birşeyi asla
duymazdınız. Fakat Allah dilediği için böyle oluyor. Zira bundan önce
bu kadar sene sizin aranızda ömür sürdüm durdum. Yani Kur'ân
vahyolunup, peygamberlik verilmeden önce bütünüyle bir ömür denecek
uzunca bir süre, yani kırk yıl kadar sizin içinizde, sizinle birlikte
yaşadım, içinizde bir ömür geçirdim, Ta çocukluğumdan beri bütün
ayrıntıları ile hayatımı nasıl geçirdiğimi bilirsiniz, ve pekâlâ
bilirsiniz ki, ben bütün o süre içinde birşey okuyor muydum? Kur'ân'ın
gerek icazkâr nazmına, gerek içindeki mânâ ve hakikatlere ait size
birşey söylüyor muydum? Nazım veya nesir olarak edebiyat ile hiç meşgul
olduğum var mıydı? Size şairlik, hatiplik, müelliflik taslıyor muydum?
Okuma-yazma bilmeyen fakat şiir ve inşa ile uğraşan cahiliyye şairleri
kadar olsun şiirle uğraşıyor muydum? Bir gün gelip âleme meydan okumak
ve müsabakaya davet etmek için hazırlanıyor muydum? Kimseye tahakküm
etmek, didişmek, saldırmak gibi huylarımı hiç gördünüz mü? Yalan
söylemek şöyle dursun, hakkımda bir şüphe veya şaibe uyandıracak bir
davranışımı gördünüz mü? Hepinizce iffet, doğruluk, dürüstlük, sadakat
ve emanet sahibi olarak bilinen Muhammedü'l-emin ben değil miydim? Hiç
aklınız yok mu? Bir kerre akıl edip düşünmez misiniz? Yani bana ve
Allah'ın âyetlerine karşı şimdi söylediğiniz sözler, ettiğiniz
tarizler, yaptığınız işler ve ileri sürdüğünüz teklifler hep akılsızlık
eseridir. Yoksa başka hiç bir delil, belge ve kanıt olmadan, hiçbir
habere gerek bulunmadan, yalnızca aklınızı başınıza alsanız, benim
bundan önce içinizde geçirdiğim o uzun süre boyunca hayatımı ve
ahlakımı bir düşünseniz hiç şüphesiz beni tasdik edersiniz. Allah şimdi
de önceki halimde kalmamı dileseydi, bana vahiy ve peygamberlik vermese
idi benim bunları size okumam ve Allah tarafından bildirmem ve ilan
etmem ihtimali yoktu. Ben kendi kendime ne böyle bütün belağat ve
edebiyat sahiplerine meydan okuyan bir kitap meydana getirebilirdim, ne
de bütün insanlara karşı böyle bir inzar ve tebşir görevinin, böyle hiç
kimsenin tek başına yapamıyacağı ağır yükün altına girebilirdim. Lâkin
işitiyorsunuz ki, şimdi ben bunları size okuyorum ve tebliğ ediyorum.
Bundan da anlamanız gerekir ki, Allah Teâlâ öyle değil böyle olmasını
istedi: Bana eğitim ve öğretim ile elde edilemiyecek vahiy ve nübüvvet
ihsan etti ve bunları bildirdi. Bunlar size şahsen benim değil,
Rabbimizin bildirisi ve öğretisidir. Ve ben O'nun vahyine uymaktan
başka birşey yapamam. Bütün güçlerin ve sebeplerin üstünde işleri
tedbir eden ve merci-i küll (herşeyin mercii) olan "O'nun izni olmadan
hiçbir yardımcının söz konusu olmadığı" Allah Teâlâ'nın emir ve
iradesine müdahele, O'nun âyetlerine itiraz yine hakkın âyetlerinden
biri olan akıl ile asla bağdaşabilir birşey değildir. Siz nasıl oluyor
da Allah'ın vahyini tebdil etmemi, onu değiştirip başka bir şekle
sokmamı teklif ediyorsunuz? Hiç Allah'dan korkmadan yalana ve iftiraya
cür'et ediyorsunuz?
17- İmdi
bir
yalanı Allah'a karşı iftira edenden veya Allah'ın âyetlerine yalan
diyenden daha zalim kim olabilir? Şurası kesindir ki, mücrimler iflah
olmazlar, felah bulmazlar. Mücrimler arasında zalimler, zalimler
arasında da en zalimler elbette hiç felah bulmazlar.
Yalan,
özü
bakımından bir cürüm, bir haksızlıktır, iftira onun daha zalimce
olanıdır, Allah'a karşı yalan ve iftira ise en zalimce olanıdır.
Allah'ın yarattığı ve indirdiği âyetleri veya delilleri inkâr etmek
veya onun asılsız olduğunu, yalan olduğunu söylemek, iftiranın en
zalimane yapılmış olanıdır ki, biri batıla hak demek zulmü, diğeri
hakka batıl demek zulmüdür. Peygamberlik taklidine kalkışmak, müşriklik
etmek birinci şıktan, Kur'ân'ı ve peygamberi inkâr etmek ise ikinci
şıktan olan zulümdür. Bunlara benzer daha başka zalimane işler
bulunabilirse de bunlardan daha zalimanesi bulunamaz. Batıla hak veya
hakka batıl demek zulmünü irtikap eden iftiracıların yapamayacağı
kötülük ve zülum yoktur. Ve böylece zulmün zirvesine varan müfteri
mücrimlerin felah bulamıyacakları muhakkaktır. Bu kadar büyük zulüm ve
cürmü irtikap etmek akılsızlığı da Allah'a kavuşma ümidi olmayanların
özelliğidir. Ondan dolayı bunlar böyle derler ve Kur'ân'ın
değiştirilmesini isterler.
18- Ve
Allah'ı
bırakırlar da kendilerine ne zarar, ne de fayda sağlayacak şeylere
taparlar. Aciz şekil ve resimlerden, fetişlerden ve putlardan medet
umarlar, onlardan teselli beklerler. Ve bunlar Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir derler. (En'âm Sûresi'nde İbrahim Aleyhisselam ile
ilgili kıssanın tefsirine bkz. (âyet: 74) Orada putperestliğin doğuşu
hakkında gerekli bilgiler verilmişti. Burada da denilmiştir ki:
1-
Bunlar,
her
bir iklim için yüce ruhlardan birer belli ruh vardır diye
inanıyorlardı. Bundan dolayı onlar adına birer put yapıp dikiyorlardı
ve o puta tapmaktan maksatları o ruha tapmak ve onun yardımını dilemek
oluyordu.
2-
Yıldızlara
tapıyorlardı ve o yıldızlar adına diktikleri putlara tapıyorlar ve esas
maksatları da o putun temsil ettiği yıldıza oluyordu.
3-
Putlara
ait
bazı tılsımlar uyduruyorlardı ve tılsımlarda bir takım esrarlı güçlerin
bulunduğuna inanıyor ve hayal ediyorlardı. O konudaki beklentileri için
de onlara tapıyorlardı.
4-
Büyük
saydıkları kimselerin suretlerini yapıyorlar ve bu timsallere saygı
gösteriyor ve tapınıyorlardı. Böyle yapmakla o yüce ruhların, azizlerin
kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Allah katında onlar
makbul kimseler oldukları inancıyla onlardan şefaat umuyorlardı.
İşte
bütün
putperestlik felsefesi bu dört şekil içinde özetlenebilir. Bununla
beraber âyetin içeriği daha geniş kapsamlıdır. Bütün şirkin ve
putperestliğin kökü doğrudan doğruya Allah'la karşı karşıya gelmeyi
ümit edememek ve Hak Mabud'a karşı yalan ve hayalden fayda ve teselli
beklemektir.
Taif
halkı
el-Lât adındaki puta, Mekke ahâlisi "Uzza, Menat, Hübel, İsaf, Nâile"
adındaki putlara taparlardı. Hz. Peygamber'in, kıyamet gününe iman
konusundaki uyarılarına karşı Taifli mitoloji şairi ve filozof Nadr b.
Hâris'in "Kıyamet günü olduğu vakit el-Lât bana şefaat eder." dediği
rivayet olunmaktadır.
Ey hak
peygamber! Sen onlara kestirme bir cevap olarak, de ki, Allah'a onun
göklerde ve yerde bilgisi dışında bir şey bulunduğunu mu haber
veriyorsunuz? Bütün gizlileri bilen Allah Teâlâ'nın bilgisinin
ulaşamadığını söylemek, vücud ve imkanın ortadan kalkması demek
olduğundan, bu ifadede "putlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir"
sözünün gerçekte hiç aslı olmayan ve olmak ihtimali bulunmayan bir
yalan ile Allah'a karşı açık bir iftira olduğunu gayet acı bir istihza
ile onların yüzüne vurma vardır. Güyâ putlar Allah katında kendilerine
şefaat edecekmiş de bundan Allah'ın haberi yokmuş. Hâşa, süme hâşa!
Allah onların koştuğu şirkten münezzeh ve yücedir.
19-
İnsanlar
aslında bir tek ümmetten başka bir şey değil idi. Yani ilk yaratılışta
hepsi aynı hukuk ve aynı dine bağlı bir tek türden ibaret idi. Bugünkü
gibi birbirini insan yerine koymayan çeşitli milletler ve cemaatlar
yoktu. "Yeryüzünde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç bir
kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar." (En'âm, 6/38)
âyetinin de işaret ettiği gibi, hayvanların ve kuşların her türü
kendine mahsus bir yaratılış kanununa bağlı bir ümmet olduğu gibi,
insanlar da bir tek ümmet idi. (Bu âyetin Bakara Sûresi'nde geçen
benzerinin tefsirine bkz. 2/213) Rivayet olunduğuna göre: Âdem
Aleyhisselam devrinden Kabil ve Habil (Maide 5/27-31) olayına kadar
insanlar bir tek ümmet idi. İdris Aleyhisselam zamanına kadar böyleydi
diyenler de olmuştur. Nuh tufanında hiçbir kâfir kalmadığından, tekrar
küfrün yayılmasına kadar bir tek ümmet oldukları, ayrıca bugün
birbiriyle ihtilaf içinde bulunan birtakım kavimlerin İbrahim
Aleyhisselam zamanında bir tek ümmet halinde bulundukları da söz konusu
edilmiştir, ki böylece buradaki "belli insanlar"dan maksat Arap ve
İbrani gibi akraba kavimler demek olduğu, öbürlerinin de aslında onlar
gibi olduğu mukayese yoluyla anlatılmış olur. Nitekim tarihte dillerin
çeşitliliği (tebelbül-i elsine) olayı da bu anlamda kavimlerin
akrabalığına benzer bir hadisedir.
Daha
sonra
ihtilaf ettiler, ayrılıklara düştüler. Bir kısmı tevhid i-nancını
bıraktı, şirke geçti, sapıtmalar ve yoldan çıkmalar başladı. Türlü
türlü mabutlar peşine düşüp, birbirleriyle niza ve vuruşmaya
başladılar. Birbirlerine karşı hak hukuk tanımaz, her zulmü reva görür
çeşitli soylara, gruplara ve milletlere ayrıldılar. Öyle ki,
başlangıçta bir tek tür olan insan soyu, hayvan türlerinden daha fazla
sayıda cinslere bölündüler.
Rabbinden
çıkmış
bir karar olmasa idi. Yani "Rabbin kendi üzerine rahmeti yazdı, hiç
şüphesiz sizi kesinlikle gelecek olan o günde bir araya toplayacak..."
(En'âm, 6/12), "Her ümmet için takdir edilmiş bir ecel vardır, işte o
ecelleri geldiği vakit ne bir an ileri, ne bir an geri gidebilirler."
(A'raf, 8/34) buyurulduğu üzere, her şeyden önce rahmeti gerektiren
veya azaba müstahak olan her ümmete belli bir ecel takdir edip, her
şeyin kesin çözümünü sağlayacak olan hükmünü kıyamet gününe tehir etmiş
olmasa idi ve biraz önce geçen "Eğer Allah, insanlara, hayrı çarçabuk
istedikleri gibi, şerri de çarçabuk vermiş olsaydı, elbette onlara
hemen ecelleri gelip çatardı. Fakat Biz, Bize kavuşmayı ummayanları
kendi hallerine terk ederiz, onlar da bocalayıp dururlar." (Yunus,
10/11) gibi daha önce alınmış ilâhî kararlar olmasa idi. Anlaşmazlığa
düştükleri her konuda derhal ilâhî karar aralarında hükmünü icra
ederdi. Allah'ın hükmü derhal icra edilirdi. Yani, haklıyla haksızı o
anda ayıracak olan Allah'ın hükmü kesin şekilde derhal uygulanırdı.
Allah'ın birliğine karşı küfür ve şirk ile ihtilaf çıkarıp esasen bir
olan insanlığı dağınıklığa ve parçalanmaya düşürenlerin başlarına hemen
kıyamet koparılıp gerekli cezaları verilmiş, hepsinin canı anında
cehenneme tıkılmış olurdu. Fakat ilâhî "kelime" öyle karara geçmiştir
ki, Allah Teâlâ, insanlara kendilerinin acele ettikleri gibi belayı
acele vermez, hemen cezalandırıp helak edivermez, Allah'la karşılaşmak
istemeyen kâfirleri ecelleri gelinceye kadar, kendi taşkınlıkları
içinde bir süre bırakır, onlar da bunu ihmal zannederek kalp körlüğüyle
taşkınlıktan taşkınlığa, isyandan isyana yuvarlanır dururlar, durmadan
azaplarını arttıracak fenalıklar yaparlar.
Allah'ın
birliğine karşı küfür ve şirk ile zulüm ve tuğyandan dolayı çıkan
ayrılıklar ve anlaşmazlıklar öylesine korkunç boyutlardadır ki, bunun
tabii sonucu ortaya çıkaracak tehlikeler düşünülürse, yeryüzünde
beşeriyetin bir anda tepetaklak yıkılıp gitmesine yeter bir sebep
teşkil ettiği anlaşılır. Gerçekten de "Eğer Allah, insanları, elleriyle
işledikleri (kötülükler) yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı,
yeryüzünde kımıldayan bir canlı bırakmazdı. Fakat onları belli bir
vakte kadar tehir etmiştir..." (Fatır 35/45) âyetinde de açıklandığı
üzere, ilâhî kelimenin böylesine belli bir mühlet ile ahirete
ertelenmesinde bir taraftan ilâhî rahmetin gazabına üstünlüğünü
bildiren, öbür taraftan da gece ile gündüz, küfür ile iman gibi aslında
mizaçları birbiriyle bağdaşmayan çeşitli zıtlıkları, ayrılıklarına
rağmen düzene koyup idare eden ilâhî kudretin tabiat üstündeki
hakimiyetini gösteren bir âyet ve delil vardır. Öyle bir âyet ve bürhan
ki, anlayanlara bütün göklerin ve yerin ancak Hak sayesinde yaratılmış
olduğunu, O'nun rahmeti ve adaleti ile ayakta durduğunu gösterir. Artık
zulüm ve haksızlığın son derecesine varan o iftiracı veya inkârcı,
batıl düşkünü günahkârların felah bulmalarına imkân var mı?
20-Fakat
Allah'a
kavuşma ümidi ve hakkın huzuruna çıkmaya yüzü olmayan ve akıllarını boş
yere harcayıp putlardan şefaat bekleyen o beyinsiz mücrimler,
müttakilerin anlayacakları gizli âyetleri ve incelikleri anlamak şöyle
dursun, pek iyi bildikleri Hz. Muhammed'in hayatı ve ahlâkı ile ortaya
koyduğu o canlı mucizenin ne anlama geldiğini, neye yaradığını, ona
indirilen ve kendilerine en açık bir dille gerçekleri bildiren
Kur'ân'ın âyetlerini bile inkâr ederler de Allah'ın birliğine ve
Rablığına, O'nun peygamberinin hak ve gerçek peygamber olduğuna hiçbir
delil indirilmemiş gibi bir de derler ki, Rabbinden ona bir âyet
indirilse ya! Böylesine inat ve böylesine büyüklük kompleksi ile başka
bir mucize daha ister dururlar. Madem ki öyle diyorlar sen de de ki:
Gayb ancak Allah'a mahsustur. Yani istediğiniz başka âyet, başka mucize
henüz gaybdır, onun olup olmayacağını bilemem.
Çünkü
gaybı
bilmek de onu zuhura getirmek de Allah'a mahsus bir iştir. Gerçi
yaratma açısından ele alınacak olursa görünenlerin yaratılışı da
Allah'a mahsustur ve görülen âyetler de yine Allah'ın âyetleridir. Bu
bakımdan her ikisi de Allah'ın âyeti olmakta eşit ise de, görülen ve
gayb olmayan âyetler kullar tarafından da bilinebilir. Fakat gayb,
kullar tarafından bilinemediği için yalnızca Allah'a mahsustur. Onu
Allah bildirmedikçe bilinemez. Bundan dolayı gözle görülen, mevcut olan
âyetlerden ve mucizelerden başka mucize gönderip göndermeyeceğini ancak
Allah bilir. Bununla beraber öyle bir şey olamaz da denilemez. Öyleyse
bekleyiniz, onun inişini gözleyiniz, şüphesiz ben de sizinle beraber
bekleyeceğim. Yani sizin bu kadar açık, seçik âyetleri inkâra cüret
ederek, daha başka âyet ve mucize isteğinde ısrar etmeniz karşısında
bakalım Allah ne yönde iradesini tecelli ettirecek, başınıza neler
getirecek.
Bu
müşriklere
hem Kur'ân'dan başka mucizeler de gösterilmiş olduğunu anlatmak, hem de
bu azgınlıkları zaruret halinde değil, nimet içinde ve bollukta
yaptıklarını ve nankörlüklerini anlatmak ve gözler önüne sermek için
buyuruluyor ki:
21- Ve
Biz,
insanlara, o beyinsiz ve bayağı kimselere bir rahmet (yani sıhhat ve
bolluk gibi bir nimet) tattırdığımız vakit, nasıl bilir misiniz?
Kendilerine dokunmuş olan bir kıtlık ve yokluktan sonra, bir sıkıntı,
bir zarar ve zaruretten, bir darlıktan, bir sıkışık durumdan sonra,
yani onların çektikleri bir sıkıntıdan sonra onları rahata ve refaha
erdirdiğimiz, her hangi bir rahmet zevkini ve neşesini tattırdığımız
zaman derhal âyetlerimiz hakkında mutlaka bir oyunları olur. Yani Allah
Teâlâ onlara azabını tattırmadan ve acı yüzü göstermeden böyle
yapsalardı belki bir dereceye kadar bilgisizlik sebebiyle mazur
görülebilirlerdi. Fakat öyle değil, insanların Allah'ın sonsuz gücü ve
kudreti karşısında nasıl aciz ve zavallı olduklarını fiilen gösteren
bir takım felaketler ve acılardan sonra, ilâhî rahmetten azıcık birşey
tadıverince, Allah'ın âyetlerinin hakkına riayet edecek, verilen nimete
şükredecek yerde, o acı günleri ve sıkıntıları hemen unutup, gerek
tekvinî, gerek tenzili (indirilmiş) olan ilâhî âyetleri gözardı
ederler. Onların hakkına riayet eylemek, onlardan ders ve ibret almak
yerine, onlar ve onlarla bildirilen hükümler aleyhine birtakım hilelere
başvurmak ve entrikalar çevirmek için yollar aramaya başlarlar. O
sıkıntı şundan oldu, bundan oldu gibisinden mazeretler aramaya
kalkarlar veya bu içinde bulunduğumuz nimet bizim çabamız ve
dirayetimiz sayesinde elde edildi, derler. Allah ne diye bizim işimize
karışsın, böyle şey olur mu şeklinde ileri geri konuşmaya başlarlar.
Allah'ın âyetlerinde bildirilen irşatları dinlemeyip Allah'a oyun
oynamaya kalkarlar.
Bu
âyetin
nüzul
sebebinde, rivayet olunduğuna göre: Allah Teâlâ Mekke halkını yedi sene
kuraklık ve kıtlık ile sıkıntıya uğratmış, nerdeyse helak olayazmışlar.
Ebu Süfyan ve bir takım ileri gleneler Hz. Peygmber'e gelmişler, "Bize
dua et, eğer faydalı yağmurlar yağar bolluk olursa, seni tasdik
ederiz." demişlerdi. Bunun üzerine Resulullah dua eylemiş, Allah Teâlâ
da bol rahmet ihsan etmiş, güzel yağmurlar yağmış, bolluk ve bereket
meydana gelmiş, fakat onlar sözlerinde durmamış ve iman etmemişler ve
bu rahmeti putlara mal eylemişlerdi. Allah'ın âyetlerine kötü sözler
söylemeye ve Resulullah'a hile ve oyun etmeye devam etmişlerdi. Bu
konuda en çok ileri gidenler de servet sahibi olan zenginlerdi. Yani
Kureyş'in para babalarıydı. Şu halde âyetin inme sebebi bunlar olmakla
beraber, esas hedefinin, bolluk zamanlarında şımarıp ilâhî âyetlerin
hakkını vermeyen ve ahkâmını küçümseyen genellikle bütün nankör
isyankârlar olduğunda şüphe yoktur.
Sen
de ki,
Allah
mekir yönünden daha hızlıdır. Ansızın belanızı veriverir. (Al-i İmran
Sûresinde 3/54. âyetin tefsirine bkz.) Yani sizin nimeti tadar tatmaz
derhal geçmiş sıkıntıları unutup hile ve daleverelere girişmeniz ne
kadar hızlı olursa olsun, Allah'ın o hileye karşı vereceği ceza, size
göndereceği bela, sizin hilenizden ve oyunlarınızdan daha hızlı olur.
Siz Allah'ın âyetlerine karşı yaptığınız hilekârlıktan daha maksadınıza
ermeye vakit bulamadan belanızı bulmuş olursunuz. Belki de siz hile
yoluna girer girmez, niyet eder etmez, bir an için o rahmetin gazaba, o
tatlı nimetlerin acıya çevrildiğini görürsünüz. Hatta içinde
bulunduğunuz nimetin hakkınızda hayır mı şer mi olduğunu bile
bilmezsiniz. Onun belki hakkınızda bir nimet değil de sizi büyük bir
azaba sürüklemek için bir istidraç olması ihtimali de vardır.
Ey hilekâr
insanlar! Bizim elçilerimiz, siz ne hile yaparsanız yapınız hepsini
yazarlar. Yani yaptıklarınız gizli kalmak şöyle dursun, amellerinizin
yazılmasıyla görevli bulunan meleklerinden de gizli kalmaz. Ne
yaparsanız hepsi kesinlikle kayda geçer ve yazılır. Şu halde şunu
unutmamanız gerekir ki, siz, Allah'ın hak ile gönderdiği âyetleri ve
belgeleri hafife alarak eğlenirken, başınıza bir başka âyet, Allah'ın
kaza ve bela âyeti gelir, bir anda ağzınızın tadı bozulur. İçinde
bulunduğunuz nimet ve sıhhat elinizden alınır, hiç tahammül
edemeyeceğiniz pek acı sıkıntılara tebdil ve tahvil olunur. İşte o
zaman imana gelir, yalvarır yakarırsınız, amma çoktan iş işten geçmiş
olur.
22- O
Allah
odur
ki, o aziz ve celil olan Rab'dır ki, sizi karada ve denizde gezdirir.
Size kâh karada, kâh denizde seyir ve hareket edebilmek güç ve
kabiliyetini veren ve önünüzdeki engelleri kaldıran, yaya veya binekli
olarak gezip dolaşmanıza izin veren, bunu sağlayan O'dur. Sizi karada
dağlardan taşlardan aşırarak denizlerde ise kaypak ve oynak sular
üzerinde akıtarak seyrettirir, dolaştırır. Allah sizin hayatınıza
ağaçlardan ve daha pek çok canlı türlerinden farklı bir özellik, bir
hareketlilik kazandırmıştır. Öyle ki, ta gemilerde bulunduğunuz, bu bir
kavmin sosyal hayatını, bir devletin hayatını da temsil eder ve onlar,
o gemiler, hoş bir rüzgarla, içindekilerle birlikte akıp gittikleri,
burada yani "sizlerle" yerine onlarla diyerek muhataptan gaibe bir
iltifat nüktesi yapılmıştır ki, her insan içinde bulunduğu hali iyi
düşünüp tartamayacağı cihetle, bunda hem muhataplara kendi hallerini
soyutlayıp karşıdan bakar gibi seyrettirmek ve düşündürmek, hem de
bunların hallerini başkalarına hatırlatıp seyrettirmek için gayet ince
bir tasvir sanatı bulunmaktadır, ve bu hal ile, bu hoş rüzgar ve esinti
ile, bu tatlı gidişle tam ferahlandıkları vakit bir de bakarsınız ki,
onlara, o gemilere, bir fırtına gelip çatmıştır. Ve içindekilere her
yandan dalgalar gelmekte ve onlar artık bu dalgalarla kendilerini
kuşatılmış sanmakta, yani daha boğulmamışlar, fakat bütün dünya
kendilerine düşman kesilmiş ve düşmanlar her taraflarını kuşatmış,
kaçma kurtulma çareleri kalmamış, kurtuluş yolları kapanmış olduğu
zannıyla artık can korkusuyla kendilerini hakikaten mahvolmuş ve helak
olmuş zanneylemekte, işte o zaman kalplerinden şirk ve inkârı tamamen
çıkarıp atmış ve daha önce tapmış oldukları şeylerin hepsinden ilişkiyi
kesmiş ve Allah'dan başka ümit bekleyecek, sığınacak hiçbir mabud
bulunmadığını anlamış. "O'dur sizin hepinizin toptan merciiniz."
gerçeğini zarurî olarak tasdik ve teslim etmiş olduklarından dini,
bütün bir ihlas ile Allah'a tahsis ederek, ona şöyle dua etmektedirler:
Ahdimiz olsun ki, ey Rabbimiz, bizi bundan, bu tehlikeden kurtarırsan
her hal ü kârda şükredenlerden olacağız. Bunlar hep böyle olur ve
olmaktadır. İnsan hayatı böyle gidiş ve değişim içindedir. Önceki
âyette gösterildiği gibi, bazan bir acıyı, bir sevinç izler, bazan da
bu âyette gösterildiği gibi, en ferahlı bir anda bütün ümitleri yıkan
bir acıklı durum birdenbire insanın omuzlarına çöker. Nimet ve bolluk
zamanında Allah'ı tanımak istemeyen ve İlâhî âyetleri anlamak ve
uygulamak konusunda türlü türlü hilelere sapan imansızlara Allah Teâlâ,
bütün masivayı gözlerinden ve gönüllerinden silen böyle tehlikeler ve
belalar vererek onlara kendisini duyurur ve yalvartır. Her ümidin
yıkıldığı, her sebebin kesildiği böyle zamanlarda, bütün sebeplerin
üstünde ve ötesinde olan ilâhî varlık, en inkârcı kalplere bile
varlığını şirksiz ve şeriksiz olarak zorla duyurur, kabul ve tasdik
ettirip iman ettirir. İşte Allah'ı bilmeyenler, bundan bilmelidirler
ki, Allah budur. Bu seyri yapan, hoş esintileri estiren ve fırtınalar
koparan, dalgalarla kuşatan o aziz ve celil Allah'dır. Diğer âyetlere
inanmayan ve böyle müşkül durumda kalmadıkça hakkı teslim etmeyen
münkirleri ve hilekârları imana getirecek âyet ve mucize ancak böyle
fiilî bir âyet demek olan tehlikeli olayın cezalandırmasından başka bir
şey olmaması gerekiyor. Ve işte, "keşke başka bir âyet indirilse
anlamına deyip duranlar, hep böyle bir sıkıntı âyeti demek olan bela ve
musibet ararlar.
23-Fakat
söz
konusu sıkıntı daimi ve ebedî olmayınca bunun hükmü de sürekli olmaz.
Çünkü o sıkıntıyı görünce öyle yürekten and içerek yalvarırlar da sonra
Allah, kendilerini o sıkıntıdan kurtarınca, helak olma tehlikesini
onlardan uzaklaştırınca o küstahlar yeryüzünde hemen taşkınlığa başlar.
Daima şükretmek üzere verdikleri sözlerinden cayar, ahtlerini ve
yeminlerini çiğner, yine haddi aşıp saldırganlık yapmaya, yine küfre ve
şirke, yine fitne ve fesada başlarlar. Ey bu halde bulunan bayağı ve
küstah kimseler Olsa olsa taşkınlığınız yalnızca kendi aleyhinize olur.
Saldırılarınızın zararı gerçekte saldırdıklarınıza değil, yine
kendinizedir. Çünkü o taşkınlıklarınızla olsa olsa şu geçici dünya
çıkarını elde edersiniz, yapacağınız bütün kazanç, elde edeceğiniz
bütün kâr dünya malından ibaret olur ki, bu aslında oyuncak sayılan bir
faydalanmadır. Sonra da dönüşünüz Biz'e olacaktır. Yani en sonunda
ister istemez dönüp Biz'e geleceksiniz, huzurumuzda toplanacaksınız.
Biz de size, işte o zaman bütün yapageldiklerinizi haber vereceğiz.
Yani ne haltettiğinizi işte o zaman anlayacaksınız, amma iş işten
geçmiş bulunacak. Buradaki "haber vereceğiz" ifadesinin "Bakalam nasıl
ameller yapacaksınız." (Yunus 10/14) âyeti ile olan ilişkisini ve
benzerliğini uzun uzun izaha gerek yoktur.
Şimdi
siz
böyle
ister istemez dönüp varacağınız Allah'la karşılaşmaya, Onun sevgisine,
âyetlerine ve peygamberlerine önem vermiyerek, razı olduğunuz ve
uğrunda türlü türlü taşkınlıklar yaptığınız o dünya hayatının ne mal
olduğunu bir düşünmez misiniz?
26-
Güzellik
yapanlara, yani Allah Teâlâ'nın beğenisine layık ve rızasına muvafık
güzel ameller yapanlara, yaptığı işin hakkını verenlere ki, nitekim
Bakara Sûresi'nde "Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah'a teslim
ederse onun mükafatı Rabb'inin yanındadır..." (Bakara, 2/112) âyetinin
tefsirinde de geçtiği üzere Resul-i Ekrem (s.a.v.), ihsanın tarifinde
"İhsan, Allah'ı görür gibi ibadet etmendir, her ne kadar sen O'nu
görmüyorsan da kesinkes O seni görmektedir." buyurmuştur. İşte böyle
güzel iş, vazife, ibadet, hasenat yapan muhsinler için daha güzeli,
daha fazlası vardır. Yaptıkları iyiliklerin daha güzeli olmak üzere bir
misli ecir ve sevap hazır olduktan başka Allah'ın lütuf ve kereminden
bir de ziyade vardır ki, muzaaf (katmerli) bir usulle on katından
yediyüz katına ve daha fazlasına doğru gittikçe artar durur.
Ziyade,
mağfiret
ve rıdvan, Hüsna cennet, ziyade de Allah'a mülaki olmaktır, dahi
denilmiştir.
Ve yüzlerine
ne
toz konar, ne de bir zillet. Her bakımdan alınları ak, yüzleri parlak
ve aydınlıktır. Yani, muradlarına erdikten başka, can sıkacak,
utandıracak, yüz kızartacak, haysiyet kıracak, küçük düşürecek, her
türlü leke ve kederden emin ve salim olurlar. Bir yüz karası bütün
iyilikleri lekeleyeceği ve zillet bulaşan nimetin kıymeti kalmayacağı
gibi bu iffet ve nezahet olmayınca, o hüsna ve ziyade, yerini ve
değerini bulmuş olmaz. Bunun için Naîm cennetlerine gireceklerin bütün
duaları sübhan olan Allah'ı tenzih etmekle selâm ve hamdde
toplanıyordu. İşte bunlar, yüzlerine toz ve leke bulaşmayacak olan, bu
işlerini iyi yapan muhsinler, yukarıda bahisleri geçen cennet
ehlidirler ve orada ebedî kalacaklar.
27-
Seyyiat
kesbetmiş, kötülük yapmış ve günah kazanmış olan, Allah'ın
yaratışındaki gayenin dışına çıkıp şirk, küfür ve isyan gibi
kötülüklere çalışmış, kötü ameller, çirkin huylar kazanmış olanlara ise
her seyyienin, işlenmiş olan her bir kötülüğün cezası misli iledir.
Yani hasenatta olduğu gibi bir ziyadeleşme söz konusu değildir. İhsana
daha fazlasıyla ihsanda bulunulduğu halde, seyyiatta adaletle muamele
esastır. (En'âm Sûresi'nin sonlarında "Kim bir kötülük işlerse ancak
misliyle ceza görür." (En'âm, 6/160) buyurulmaktadır. O âyetin
tefsirine bkz.). Ve bunları bir zillet, bir aşağılık ve eziklik kaplar.
Sadece yüzleri kızarmakla kalmaz, her taraflarını kuşatan büyük bir
zillet ve horluk içinde kalırlar. Allah'dan hiçbir kurtarıcıları,
koruyucuları yoktur. Allah'ın elinden onları kurtaracak kimseleri
yoktur. Allah'ın kahır ve gazabından kurtarıp koruyacak hiçbir kudret
tasavvur olunamadığı gibi, müminlerde söz konusu olduğu üzere, Allah'ın
izniyle bir takım şefaatçilerden yardım görmeleri söz konusu değildir.
Öyle zelil, öyle hor ve hakir bir durumdadırlar ki, kimse onların
hakkında Allah'dan bir kurtarış ricasında da bulunamaz. Sanki yüzleri
bir karanlık gece parçasına bürünmüş, çaresizlik ve ümitsizlik içinde,
utanç ve rezaletten yüzleri kapkaranlık kesilmiştir. İşte cehennem ehli
olanlar bunlardır ve orada ebedî kalacaklardır. İman etmemiş ve affa
uğramamış olduklarından, kazandıkları kötülükler kendileriyle beraber
ebedîleşmiş ve kendileriyle birlikte cehenneme kadar gitmiştir.
Kendileri cehennemde ebedî kalırlar, cezaları da ebedî olarak sürer
gider.
28- Ve
unutmamalı
o günü ki, bunları toptan haşredeceğiz. Yani iyilik yapmış olanlarla
kötülük yapmış olanların hepsini, henüz hesaba çekmeden önce bir araya
toplayıp hesap yerine yığacağız. Sonra o müşriklere diyeceğiz ki,
yerinize, yani siz ve şerikleriniz, haydi durun yerinizde yahut oturun
oturduğunuz yerde, yahut herkes alsın bakalım şimdi yerini, davacı ve
sanık herkes kendine ayrılan yerini alsın, siz ve ortaklarınız,
hepiniz, Allah katında bunlar bizim şefaatçilerimiz diye iddia
ettikleriniz, Allah'a ortak tuttuklarınız artık aralarını açmışızdır.
Aralarındaki vehme dayalı ilişkilerin hepsini kesip, tamamen
birbirlerinden ayrılmışlardır. Ve o şirk koştukları, o şefaat
umdukları, teselli ve mükafat bekledikleri o putlar, o şuursuz şekiller
ve putlar, kendilerine tapan o müşriklere şöyle diyecekler: Siz bize
ibadet etmiyordunuz,
29- zira
sizinle
bizim aramızda şahit olarak Allah yeter, gerçek budur ki, biz sizin
ibadetinizden kesinlikle habersizdik. Yani "herşeyi hakkiyle gören"
Allah Teâlâ biliyor ki, sizin bize ibadet ettiğinizden biz asla
haberdar değildik. Şu halde siz taptıysanız bize değil, kendi hevanıza,
kendi batıl hayallerinize tapmışsınız, bize de iftira etmişsiniz. Biz
böyle bir şeyi asla kabul etmeyiz, reddederiz. Bütün sorumluluk
kendinize aittir.
30- İşte
orada,
o gün o korkunç yerde herkes, her can, daha önce yaptığını bulacak,
herkes kendi kendini sınayacak, iyi veya kötü amel veya tembellik yapıp
hiçbir şey yapmamak şeklinde her ne yaptıysa gerçekten tadıp anlayacak.
Ve o müşrikler, Allah'la karşılaşmayacaklarını sanan ve ondan kaçan o
iftiracılar, gerçek mevlaları olan, hakiki malikleri ve sahipleri
Allah'ın huzuruna reddolunacak, hepsi oraya iade edilmiş bulunacaklar.
Allah katında bizim şefaaçilerimiz diye iftira ettikleri o hayalî
tanrılar ve din adına uydurdukları bütün evham ve hayaller yanlarından
yok olup gitmiş, ortadan kaybolup gitmiş olacak ve onlar acı gerçekle
başbaşa kalacaklar.
Şimdi
halleri
hikâye olunan ve amellerinin sonuçları ve akıbetleri beyan olunan o
müşriklere tevhidin hak din olduğuna delalet eden şu âyetleri ve
belgeleri tebliğ için ey hak peygamber!
31- De
ki,
size
gökten ve yerden kim rızık veriyor? Hele o işitme ve görmeye malik olan
kim? Onlara kim hakim bulunuyor? Yani Allah'ın verdiği rızıklardan
yararlanmaya en önemli iki araç olan işitme ve görme duyularını,
duyuların en şereflisi olan bu iki gücü, bu iki nimeti size kim
veriyor? Bunları yaratmaya ve düzenlemeye Allah'dan başka kimin gücü
yeter? Veya bunları kim idare ediyor Bunlar üzerinde kim tasarruf
ediyor, bunlara kim hükmediyor? Kendi içinizdeki bir olayda, dış
dünyadaki bir olayı tecelli ettirip de size sizin dışınızdaki
gerçekleri idrak ettiren, Hakk'ın parıltısını duyuran, âyetlerini
işittiren, gösteren kim? Burada işitmenin tekil, görmenin çoğul olarak
gelmesi, görmenin işitmeden daha çok olduğuna işaret için olsa
gerektir. Görmenin ve işitmenin malik, melik ve hakim olmak bakımından
ifade ettiği farkları Fatiha Sûresi'nde gösterildi. Bunun hakkın
tasdiki açısından ifade ettiği anlam da Âl-i İmran Sûresi'nin "Allah,
kendisinden başka Tanrı olmadığına şahitlik etti." (3/18) âyetinde ve
En'âm Sûresi'nin "O, (Allah) gözleri görür."(6/103) âyetlerinde geçen,
dış dünyanın tanınması ve algılanması meseleleriyle ilgili olarak
anlatılmış idi. Doğru görmek ve doğru işitmek, hak ve hakikatı hissedip
idrak etmek işi "De ki, ruh benim Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 17/85)
âyetinin anlamı kapsamında olduğundan, bütün bu işlerin doğrudan
doğruya ilâhî bir emir olduğunu hatırlatan derin ve ince bir hakikate
ışık tutar. Bunun "Kul nafile ibadetler sayesinde bana o derece
yakınlaşır ki, nihayet ben O'nun görmesi, işitmesi ve duyması olurum."
kudsi hadisinde de ifadesini bulan "şuhûd billâh" meselesine bir
işareti de içerdiğini kaydetmeden geçemiyeceğiz.
Evet işitme
ve
görme harikası ve bediası kimin milkidir: Ve o kimdir ki, ölüden diri
çıkarıyor ve diriden ölü çıkarıyor? Dün ortada yokken bugün bir canlı,
bir ot, bir hayvan, bir insan meydana geliyor ve birtakım cansız
maddelerden çıkıp geliyor ve sonra yine ölüyor. Yapanı olmadan bir
olayın meydana gelmesi imkânsız olduğundan, bu hayat ve ölüm olayını
yapan, canlıları dirilten ve öldüren kim? Alınan gıda hayata dönüşüyor,
gayr-i uzvi (inorganik) maddeler uzvileşiyor, organik madde haline
dönüşüyor: Nutfeden canlı oluyor, kandan nutfe oluşuyor, sonradan da
canlı maddeler canlılık özelliğini kaybedip ölüyor ki, tabiat açısından
bakıldığı zaman bunlar değişik ve zıt karakterde maddelerdir, bunların
birbirlerine dönüşmesi ve seleksiyon denilen ayıklanmaya uğraması,
aslında tabiatın temel ilkesi olan ayniyet ve tekdüzelik olayına ters
düşen oluşumlardır. Binaenaleyh genel anlamda tabiata aykırı
olaylardır. Şimdi bunları çıkaran, böyle hayat ve ölüm gibi tabiatleri
ve karakterleri, birbirine zıt iki hadiseyi birbirine dönüştürüp sebebi
sonuç, sonucu sebep yapan kim? Böyle tabiata aykırı oluşları birbirine
dönüştürüp duran tabiat üstü bir kudretin, tabiat üzerindeki etkisini
ve tedbirini anlamamak, bu kudreti görmezlikten gelmek ne mümkün? Ve
emri tedbir eden kim? Yani yalnızca âyette sözü edilen bir iki husus
değil, bunlar gibi daha nice olayların ve oluşların yönetimini kim
elinde tutuyor? Yalnızca yaratma meselesi değil, emir ve kumanda
yoluyla cereyan etmekte olan kâinat nizamını, şu koca âlemin düzenini
yürüten, bunu evirip çeviren kim? Bunları anlayınca derhal "Allah'dır"
diyecekler. Bu soruların cevabı gayet açık ve anlaşılır olduğundan,
müşrikler bile bunları biraz düşününce, bütün bunları Allah yapıyor
demekte tereddüt göstermeyecekler. O halde, de ki; korkmuyor musunuz?
Bu böyle iken siz nasıl oluyor da O'nun kahrından korkmaz, ona karşı
şirk ve isyandan, emirlerine karşı gelmekten sakınmaz, başınıza gelecek
felaketten kendinizi korumaz, başkalarını bırakıp O'nun himayesine ve
korunmasına girmezsiniz?
32-
Duydunuz
ya
O, işte o kemal vasıflarının, o kudretin, o işlerin, o yaratma ve
yönetme işinin sahibi bulunandır. İşte Allah, gerçek Rabbinizdir.
Uluhiyet yalnızca kendisinin hakkı olan tek mabud, hakikaten ve
hakkıyla malikiniz ve amirinizdir. Haktan sonrası da artık dalaletten
başka nedir ki? Hak ile dalal arasında zaten başka bir vasıta yoktur.
Hakkı çiğneyen, zaten kendiliğinden dalalete düşmüş olur. Hak Teâlâ'dan
başka bir Rab, yoktur, batıldır ve müzmahildir. Tevhid akidesinden
başka bütün inançlar dalalettir. O halde nasıl yüz dönüp
çekiliyorsunuz? Yani, haktan dalalete, tevhidden şirke, saadetten
şekavete nasıl çevriliyorsunuz? Dalalete sürüklenmeye nasıl razı
olabiliyorsunuz? Nereye çekip gittiğinizi bildiğiniz, anladığınız var
mı?
33- İşte
böyle,
yani Allah'ın rablığı hak ve gerçektir, hakkın dışında ne varsa hepsi
batıldır. Onların da hak dinden çıkıp dalalete yöneldikleri gerçekten
kesinleşti. Hasılı bütün bu olup bitenler ve açıklanan gerçekler baştan
sona hak olduğu gibi, fıskı kesinlik kazanmış olanlar üzerine, yani
küfürde inatla direnmiş olanlar, küfürde zirveye ulaşmış, yalnızca
amelî anlamda fasık değil, fikrî ve itikadî anlamda da fasık olmuş,
mesela yukarıda sorulan sorulara cevap verirken "bunları yaratan
Allah'tır demiyecek kadar inkârda ileri gitmiş olanlar üzerine, Rabbın
Hak Teâlâ'nın kelimesi, yani şu kelâmı, şu hükmü hak olmuştur: muhakkak
ki, onlar iman etmezler. O fasıklar, haktan böylesine yüz çevirmiş,
imandan böylesine mahrum ve bütünüyle imansızlık seyyiatına ve sonucuna
mahkumdurlar. Bunların çoğu, fıskı ve dalaleti revacta tutan bir takım
felsefi zanlarla, vacibu'l-vücud olan Allah'ın varlığına ait delillere
karşı dolambaçlı yollarda hile katmaya uğraşan filozof taslakları ve
inkârcılar olmaları dolayısıyla bu noktada bütün felsefi nazariyeleri
yıkacak şekilde Allah'ın birliğini ispat ve ikrar vardır. Bu ispat ve
ikrar için felsefi düşüncede, biri varlık meselesi, öbürü bilgi
meselesi olmak üzere bu iki meselenin temelini teşkil eden sebeplilik
ve idrak-i hak meselelerini ortaya atmak ve çözüme kavuşturmakla,
özellikle bu iki meselenin özünde yatan "vücud-ı Barî" ve "tevhid-i
İlâhî" delillerini gayet ince ve son derece kapsamlı ve özellikle
filozofları en ziyade şaşırtan cesed ve ruh, madde ve suret, zihin ve
dış dünya, afak ve enfüs, subje ve obje ikilemlerine dayanan indilik ve
reybilik şüphelerini kökünden halledecek ve kesip atacak şekilde açık
ve kesin, aynı zamanda yüksek düşünceli hikmet ehlini irşad edecek olan
bir çok incelikleriyle beraber, esas meseleyi herkesin akıl derecesine
göre herkese açık bir görüşle sunacak şekilde sade, açık ve anlaşılır
iki âyetle aydınlatıp, şirk çeşitlerinin hepsini red ve iptal ederek
buyuruluyor ki:
1-
Yaratılış
ve
varlık meselesi açısından durum:
34- De ki;
ortak
koştuklarınızdan ilk baştan yaratacak, sonra da onu dönüp yani baştan
yaratacak kimse var mı? Yani Tanrı arayışında insanın yarar ve zararına
hakim olan, ümit ve korkularında son derece etkili bir merci aramakta
ilk iş, varlığın ilk yaratılış sebebini düşünmektir. Bunun delili de
yaratılmış bulunan eserler ve onların sonradan yaratılmış olmasıdır.
Gerçek etki ve ilk sebep ancak ilk yaratılış ve ortaya koyuş
olayındadır. Yoksa tabiat olaylarının akışında kıyam, südur, tevlid,
kesb v.s. gibi sebeplerin hiçbirinde hakiki etki ve illiyet yoktur.
Bunlar yoğu var etmezler, birbirlerini etkiliyerek yeni oluşumlar ve
varlıklar meydana getirirler. Yaratmak ise yoğu var etmek demektir.
Sadece itibari varlıkları, nisbetleri ve izafetleri ortaya koymak
değildir. Özellikle yaratılmış anlamına gelen ve "halk" adı verilmeye
en fazla layık olan gök cisimlerini ve diğer varlıkları kendilerine
mahsus miktar, kemmiyet ve özelliklerde ve farklılıklarda takdir edip
yaratmak demektir. (En'âm Sûresi'nin baş tarafına bkz. Âyet, 1-2).
Kendini bilen herkes, kendisinin bir zaman önce yok iken sonradan
yaratılmış olduğunu bilir. Ve böylece bu âlemde yaratılış olayının
zincirleme olarak sürüp gittiği de genellikle bilinmektedir. Daha önce
yaratılmış bulunan bir sebebe bağlı olarak meydana gelen bu ara
yaratılış olayları, bir önceki aşamanın yakın sebep ve amillerinin
etkisiyle meydana gelmiş bulunduğundan, bunlarda, ilk yaratılış
olayında olduğu gibi, bir yoktan yaratılış şartlarının varlığını kabul
etmek, yaratılan varlığın doğuşunu ve oluşunu hazırlayan sebep ve
şartlardaki inceliği bütün ayrıntılarından soyutlayıp kavrayabilmek
hayli müşkül görülebilir. Bununla beraber halen devam eden yaratılış
olaylarındaki zincirin yalnızca bir halkasının, yani orta yerdeki bir
halkanın yaratılışı, varlık üzerinde hükümran olan yaratıcı gücü
tanımaya ve nihâî ümid ve korkunun ilgili olduğu istenen hedefe
ulaştırılmasına yetmeyeceğinden, yaratılış kavramını bütün açıklığı ile
ortaya koyamaz. Bundan dolayı başlangıca ve sonuca, mebde' ve meâda
hükmeden yaratıcıyı daha iyi tanıma için genellikle en açık ve en doğru
yol, bütün yaratılmışlara varlık ve yokluğu bütün boyutlarını açıktan
açığa gösteren ilk yaratılışı, bir de nihaî sonucu tasavvur
ettirmektir. Herhangi bir şeyin, bir sınıf yaratılmışın, daha önce
benzeri olmayan ilk yaratılışını, ilk olayın, ilk modelin, ilk maddenin
başlangıcını göz önünde bulundurmak, yaratılışın bütün niteliğini ve
özünü anlatacağı ve yaratıcı gücün, eşyanın tabiatı üstünde hükümran
bir ilk varlık olduğunu göstereceği gibi, varlık alanına çıkarılmış ve
yaratılmış olan bir şeyin sonradan yok oluverdiğini görmek ve mülahaza
etmek de tabiat safsatasından kurtulmaya, tabiat ilimlerini konu ve
meselelerini tabiatın kendisinden değil, yaratılışın, daha doğrusu
yaratanın âyetlerinden birer âyet olarak telakki etmeye kâfi
gelecektir. Bundan dolayı Allah'ı tanımak söz konusu olduğunda ilk
ortaya konulacak soru şudur: Ey imansızlar, ey Allah'a kavuşma ümidi
olmayan, ey yaratılmışlara yaratan rütbesi vermek isteyen müşrikler!
Sizin Allah'a karşı kendilerinde bir etki, bir güç; fayda ve
zararınızda O'na karşı bir hakimiyet vehim ve hayal edip de taptığınız,
birer gerçek ilâh gibi ümitler bağladığınız ve yaratılmış olmak
bakımından sizin benzerleriniz olan, yani sizin gibi birer mahluk olan,
ayrıca sebepler ve amiller silsilesi içinde akıl ve idrakten de yoksun
olduklarından dolayı, akıl sahipleri üzerinde hakimiyet ve tasarrufa
güçleri yetmediği bütün çıplaklığı ile ortada olan putlar ve benzeri
şekil ve suretler şöyle dursun, akıl sahibi olanlardan bile bir yaratma
olayını ta başlangıcından yapacak, sonra da onu yok edip tekrar yeni
baştan yaratmak suretiyle aynen iade edecek bir kişi veya bir cemaat
var mıdır? Yani, yoktur ve olması da mümkün değildir. Bir yaratılmışın
daha önce başka bir yaratık olmadan kendiliğinden birşey yapmasına
imkân olmadığı şüphesizdir. Falan yaratık, ilk baştan yaratabilir demek
bir çelişkidir. O mahluk, akl-ı evvel de farz edilse fiilinde
kendisinin
eseri olmayan bir başlangıca muhtaçtır. En azından kendisinin bir
yaratılmış olarak mevcut olması gerekir. Mahlukat yalnızca sebepler ve
varoluş silsilesi göz önünde tutularak ele alındığı zaman, içlerinde bu
yaratılış silsilesini kesip yaratılışa ilk sebep ve ilk illet olan
hakim bir kudreti bulmak muhaldir. Çünkü hangisi ilk yaratılış
olayına
başlangıç diye öne sürülecek olursa, aynı anda görülecektir ki, o şey
sonradan yaratılmış olan tali bir varlıktır. Halbuki yaratılış olayı
başlamış ve sürekli olarak devam edip durmaktadır. Bundan dolayı
çelişkiyi içeren o teselsül nazariyesine hikmet ehli (felsefeciler)
teselsül-i muhal" (mümkün olmayan teselsül) demişler ve onun batıl
olduğunu kabul etmişlerdir. Mümkinat adı verilen bütün mümkün
varlıkların teselsülü, bütünüyle yine mümkün olacağı, mümkünün var
olabilmesi için kendi dışında bir sebebe ihtiyaç göstereceğinden
dolayı, ilk yaratılışın, sebebinin yaratılmışlara dayandırılması muhal
ve imkânsızdır. Bunun Vacibü'l-vücuda isnadının zaruri olduğunu bütün
yönleriyle ortaya konulmuştur. Velhasıl bir yaratığın, ilk yaratılan
varlık da olsa onun ilk yaratan güç veya yaratılışta ilk sebep olması
mümkün değildir. Çünkü bir şeyin hem yaratılan, hem de yaratan olması
açık bir çelişkidir. Bu gerçek en küçük bir hatırlatma ile hemen
anlaşılabilecek kadar açıktır. Mahlukun varlığı açıkça ortada,
yaratanın ise yarattığı şeyin içinde olamayacağı da açık olduğundan,
motoru yapanı, yaptığı motorun içinde aramak boşuna olduğu gibi,
mahlukatı yaratanı, yaratılmış mahlukat ve tabiat varlıkları içinde
aramak da doğru değildir. Yaratılmışlar arasında akılsız varlıklar
şöyle dursun, akıl sahibi varlıkların bile yoktan yaratması hiç mümkün
mü? Sonra yaratılmış olan bir varlık helak olup gittiği zaman onu yeni
baştan yaratabilecek bir mahluk var mıdır? Bunun cevabı "hayır, mümkün
değil"dir. Selb-i küllî (kökünden inkâr) demek olan bu suali ortaya
atılmakla şirkin temelsizliği, mesnetsizliği pekiştirilmiş olmaktadır.
Bundan maksat da cidal olmayıp sadece irşad ve bürhan olduğundan o
fasık müşriklerin buna karşı ne diyeceklerine bakmadan, Resulüne şöyle
buyuruyor: De ki; Allah, ilk baştan yaratır. Daha önce bir yaratma
olmadan, hiçbir mahlukun aracılığına ve yardımına muhtaç olmadan
yaratılışı ta ilk başlangıç noktasından yapar, ilk olarak yaratır.
Allah vacibul-vücud ve lizatihi hakk olduğundan, yaratması ve işi,
kadim olan zat ve sıfatından başka hiçbir şart ve sebebe ihtiyaç
göstermez. O, herşeyden daha önce olan bir kadim ve evveldir. Ve herşey
ondan sonradır. Yaratmaya ancak O başlayabilir. Olmayanı ancak O
meydana getirir. Yaratma işini bütün yönleriyle ve ilkeleriyle O ortaya
koyabilir. Basit bir dumandan toz, tozdan taş ve toprak, taştan da bina
yapar gibi ölüden diri, cemadat denilen katı maddelerden birtakım
canlılar yaratır. Katı maddeden, başka bir katı madde, insandan başka
bir insan üretmek gibi, diriden diri çıkarmakla kalmaz. hiçbir canlı
hücrecik yokken sudan hayat yapmak, çamurdan, topraktan ilk bitkiyi,
ilk hayvanı, ilk insanı ortaya çıkarmak gibi, herbiri tabiat ilke ve
olayları açısından bile imkânsız görülen ve tabiat kanunlarını altüst
eden yepyeni bir yaratılış şekliyle yaratır. Her biri, tabiat üstü bir
etkiyi gerektiren ilkleri yaratır. Tabiat varlıklarına kendilerine
mahsus özellikleri veren ve ilkeleri düzenleyen de O olduğundan, ölüden
diri çıkarmakla da kalmaz, bütün varlığın ta ilk madde ve suretine, ilk
miktar ve faaliyetine varıncaya kadar bütünüyle ilkbaştan yaratmaya
başlar. Öyle ki, varlık, gerçekte yegane yaratıcısı olan Hak Teâlâ'nın
zatından ve sıfatından başka hiçbir şarta ve sebebe bağlı olmaz. Varlık
yoktan değil, yokluk özelliğine sahip herhangi bir mümkinattan değil,
bizatihi ve lizatihi var olan ve yokluk özelliği asla bulunmayan Allah
Teâlâ'dan gelir, O'nun yaratmasıyla başlar. Allah, yaratmayı işte böyle
baştan ve başlı başına yapar. Sonra onu geri iade eder. Yaratılışı bir
yerden, bir noktadan başlatır ve bir sonuca ulaştırır. Bu ilk âlemde
yarattığını bir nihayete ve akıbete erdirir, verdiği yaratılış akışını
kesip helâk eder, kendinden başlattığı yaratılışı alıp kendine irca
eder ve sonra yeni baştan yaratmayla başka bir varoluş âleminde onu
yeniden diriltip iade eder. Allah, işte böyle yaratılışın başlangıcına
da sonuna da hakimdir. Biri olumsuz, öbürü olumlu olan bu iki ilke
sonuç olarak şu gerçeği ortaya koyar: "Hiçbir ilâh yok, ancak Allah
var". Yaratılmışlar zincirinin durumu karşısında Allah'ın durumu böyle
iken, Şimdi siz nereden ifke (iftiraya) düşürülüyorsunuz, nasıl oluyor
da yoldan saptırılıyorsunuz!.. Yani, şu peşine düştüğünüz şirk ve fısk
ile nasıl bir çıkmaza, ne acaip bir batağa saplanıyorsunuz, bunun
farkında mısınız? Bütün başlangıcına ve sonucuna hükmeden bir yüce
yaratıcı olan Allah'ı saymamak, mahluka tapmak ne kadar çıkmaz bir
sapıklık, ne kadar acaip bir bilgisizlik ve düşüncesizliktir, bir
bilseniz... Siz artık eninde sonunda Allah'tan nasıl kurtulursunuz?
İşte varlık ve yaratılış açısından mesele bundan ibarettir.
2- Bilgi
ve
marifet açısından mesele şudur:
35-
Ya
Muhammed!
De
ki; sizin ortaklarınızdan hiç hakka hidayet edecek, yol gösterecek
kimse var mı? Yani insanın hayrını, şerrini; faydasına ve zararına olan
hususları ayırdedip tespit eden, işlerini nasıl düzenlemesi gerektiğini
kendisine bildiren; hatalardan ve sapıklıklardan, yanlış düşüncelerden
kurtararak, hakka ve doğruya yönlendirmek gibi en önemli ihtiyacını
insana bildiren düşüncesinde ve işlerinde hakkın emrinin ne noktada
olduğunu arayıp bulmasına yardım eden kimse var mıdır? Tanrı'lığın ilk
ve en aşağı derecesiyle ilgili işlerden biri de herşeyden önce hakka ve
doğruya irşad etmek, hak ile batılı ayırmak, neyin hak, neyin batıl
olduğunu bildirmektir. Bunun için Tanrı arayışında ilk iş olan sebep
araştırması ve yaratan ile yaratılanın durumunun gözönünde
bulundurulmasıdır. Bu konuda dahi ilk hedef ve maksat hakka hidayet ve
doğruya isabet meselesidir. O halde bir düşünülsün, Hak Teâlâ'dan başka
tapınılan şeyler içinde, putlar gibi idraksiz ve şuursuz cisimler şöyle
dursun "kim" denilebilecek cinsten akıllı varlıklar arasında bile
kendiliğinden enfüs ile afakı birbirine uyumlu hale getirecek, hakka
doğrudan doğruya hidayet edecek, herhangi bir kimseye, karşısında
bulunan veya bulunacak olan bir vakıaya, ayniyle mevcut olan bir
varlığa doğru teşhis koyduracak, "ben" ile "benlik dışı", ruh ile
cisim, düşünce ile dışdünya, subje ile obje, bilen ile bilinen, akıl
ile makul arasındaki bağlantıları, ilişki ve bütünlüğü, ilim ve isabeti
kurup gerçekleştirecek, "bu böyledir" veya "değildir" diye doğru hüküm
verdirecek, başka bir deyişle dış dünyadaki olayları vicdanda,
vicdandaki olayları vicdan ve enfüs dışında tecelli ettirip de
birbirinden ayrı özelliklere sahip olan bu iki ayrı âlemin üstünde
birliğe hakim olabilecek kim vardır? Tabii ki, hiç!... Gerek enfüs,
gerek afak yaratılmışın hepsi hak tarafından, hakkiyle ve hak olarak
yaratılmış, her biri bir başka yönden hakka mazhar kılınmış olmakla
beraber, hiçbiri hakkın zatı ve kendisi olmadığından, kendi zatında
zatın kemalini haiz değildir, eksiktir. Bunlarda; hakkın vecihleri
çeşitli, bilgi ve tanıma sonradan olma (hadis) ve izafi, düşünen subje
objeden ayrı, Hakk'ın hakikatının bilinmesi akıl ve idrakin üstünde,
akıllar çaresiz, fikirler değişik; objelerin çoğu nefs-i natıkadan,
şuur ve idrakten âri, nüfus-ı natıka kendi mahiyetini ve mukadderatını
bile anlayıp kavramaktan aciz; hakkın hükmü ise duygu ve düşüncenin
ötesindeki bir tecelli, bir kıvılcımıdır. Binaenaleyh, Allah'dan başka
herkesin ve herşeyin kendi kendine hakka hidayet edebileceğini sanmak
bir çelişkidir. Akıllar bilginin, mantığın ve hakkın hükmünün yapıcısı
ve yaratıcısı değildir, sadece anlayıcısı ve kabul edicisidir. Felsefe
tarihine biraz aşina olanlar bilirler ki, felsefe ekollerinin en esaslı
farkı, bilgi meselesinin bu noktasında başlar. Birbirine tıpatıp
çakışması mümkün olmayan zihin olgusu ile dış varlıkların, yani subje
ile objenin karşılıklı olarak aralarında nasıl olup da bir uyum meydana
geliyor ve bu iki ayrı olgunun birliğinden birleşmesinden bilgi ve
doğru hüküm doğuyor? Bu nasıl oluyor da mümkün oluyor? Nefis denilen
içsel benlik, kendi dışına uzanıp da nasıl afakileşiyor? Ve nasıl
oluyor da dış dünyadaki bir gerçeği keşf ve idrak edip ona sarılıyor?
Akıl ve ilim oluyor? "Ben" denilen özü gözardı ederek şu şöyledir demek
çelişki değil midir? Benim bende olan akıl ve bilgimin, bende olmayan
bir bilinene uyum sağlayıp onunla bütünleşmesi ile ikinin birliği nasıl
ve ne hakla iddia olunabilir? "Ben" ve "ben dışı" aynı şeydir, ya da
"ben dışı" da "ben"dir demek çelişkiden başka nedir? O halde "ben"
denilen nefsin, kendi özüne ve şekline, kendi izlenim ve eğilimlerine,
dış dünyada gerçeklik değeri verip kendinden geçmesi, olayın gerçek
delilini bulmak imkânı olmayan indî ve zoraki bir hükümden ibaret olmaz
mı? Son devir Alman filozoflarından Kant'ın da bahsettiği gibi, tabii
bir bakış açısından ele alındığı zaman bu sual her zaman için
geçerlidir. Ve bu noktadan filozoflar başlıca üç kısma ayrılmışlardır:
Bir kısmı bu
suâli, çözümü olmayan bir sual kabul ederek, işi gerçek diye birşeyin
bulunmadığına ve onun bilinemezliğine hükmetme noktasına kadar
götürmüşlerdir ki, bunlar Sofistler ve başka bir tabirle
Husbuiyyedirler. Kimi "yok" inadında ısrarlı olan İnadiyye, kimi ilim
ve fenne gerçekte hiçbir kıymet vermeyip, bütün bilgileri indî ve
enfüsi bir hadise, bir spekülasyon sayan İndiyye, kimi de tamamen
bilinmezliğe inanan Lâedriye'dir. Bunlar İngiliz filozofu David
Hiyum'dan itibaren son çağlardaki felsefe akımlarında da görülmeye
başlamışlar, bilgi meselesinde şüpheciliği yeniden gündeme
getirmişlerdir: "Septik" yani, reybiyye ve şüpheci ünvanını
almışlardır. Fakat sualin önemiyle beraber bunlardan her hangi birinin
iddiası kabul edilmek gerekirse, aynı zamanda en azından bir tek
hakikat bilinmiş, mesela hiçbir şeyin bilinemiyeceği kesinlik kazanmış
olurdu. Herşeyde şüphenin kendisinin bir gerçek ve hakikat olduğu
anlaşılmış ve kabul edilmiş olacağından bunların hepsi, gerekçe diye
öne sürdükleri çelişki silahıyla kendi kendilerini de nakz ve iptal
etmişler, mutlak olarak genelde bir hakikatın ve bilginin varlığını
ispata sebep olmuşlardır.
Bundan
dolayı
diğer bir kısım filozoflar galat ve hata ne kadar çok olursa olsun,
bazı hallerde insan düşüncesinin gerçeğe ve doğruya yönelmesi ve
ulaşması söz konusu olduğundan, bunun nasıl mümkün olabildiğinin
açıklanamamasından dolayı mutlak olarak gerçeği inkâra kalkışmak
başlıbaşına haksızlıktan ibaret bir sapıklık ve nankörlük olur.
Gerçeğin çeşitli yönlerden tecellisine ve ilimle fennin bunca
keşiflerine ve gelişmelerine rağmen, bilginin değerini inkâr etmek ve
hakikatı bilmenin imkânsızlığını iddia etmek safsatadır, diyerek söz
konusu sualin halli için çaba göstermişlerdir. Bunlar da ikaniyye ve
ihtibariyye diye iki kısma ayrılmışlardır. (Bu felsefi mezhepler
hakkında ayrıntılı bilgi için "Mezahip ve Metalib" adındaki terceme
eserimize bakınız). Fakat bunların çoğu, vahdeti bulmak, çelişkilerden
kurtulmak için Hakk'ın zatını; enfüs ile afakın, ezhan ile a'yanın, ruh
ile maddenin, şekil ile suretin, velhasıl bütün tabiat varlıklarının
üstünde ele alacak yerde tabiat sevdasından vazgeçmeyerek, ya enfüse
veya afaka irca etmeye çalıştıklarından dolayı çelişkiden çıkamamış,
ifrat veya tefritten kurtulamamışlardır. Kimi maddeyi surete irca
ederek "ben dışı"nı "ben"de yok etmek ve Hakk'ın kaynağını nefis yapmak
isteyip, "enelhak" davasına kadar varmış, kimi de sureti maddeye,
enfüsü afaka irca ederek "ben"i "bendışı"nda yok ederek, gerçeğin ve
bilginin kaynağını, ilimsiz temellerde aramaya kadar gitmişlerdir.
Böylelikle bilenle bilinenin birliğini sağladık zannetmişlerdir ki,
önceki görüş genellikle ikaniyye'nin, ikincisi de Maddeci
Tedribiyye'nindir. Hakkı yalnızca nefse irca ile "ben"i hakkın zatı
saymanın, hasılı İndiyyeci'lik şirkine düşmekle ya nefislerin
(kişilerin) sayısı kadar ilâh farzetmeye veya manevi anlamda "idealist
panteizm"e, yani her iki halde de nefse tapmaya götürür. Başka bir
deyişle aklı tanrılaştırmaya ve akıl sahiplerini tanrısız bırakmaya
müncer olur. Akıl, duygudaki aydınlık gibi, düşünceyi dışarıya, benliği
benlik dışına bağlayan bir bağ halinde olup tamamen şahsi de
olmadığından, ikani ekoldeki filozoflar, bunu hakkın hükmünün faili ve
ilmin kaynağı saymak saplantısına düşmüşler: Nefsin afakileşmesini akıl
yoluyla izah etmek için düşüncelerinin temelini akıl ile makul, nefs
ile nefs ötesinin akılda birleşmesi görüşü üzerine kurmuşlar. Bilgi ile
bilinenin ayrı ayrı şeyler olduğunu kabul etmekle beraber, özü
açısından birleşik olduğunu ve binaenaleyh insan aklının mutlak anlamda
ve tam olarak ikan-ı külliye, yani Hakk'ın zatını idrak etmeye yetkili
bulunduğunu zannedecek derecede ifrata varmışlarsa da aklın her
hükmünde hakikate ve doğruya isabetle karar veremeyip hatalara düştüğü
de sözkonusudur. Ayrıca, mantıkın yaratıcısı da akıl olmayıp, bilakis
hükümde hakikate ve doğruya isabetle karar verebilmek ve bilimsel
keşifler yapabilmek için aklın, mantık v.s. gibi bir takım kural ve
ilkelere, bilimselliğin gerektirdiği diğer şartlara uymak, hatta onlara
zorunlu olarak bağlı kalmak durumunda olduğu ve faaliyetlerinde ilkeye
bağlılık ihtiyacından büsbütün müstağni kalmadığı düşünülünce, akli
yakînlerin esasını teşkil eden bedihi ilkelerle ilgili hükümlerinde
bile aklın mucit ve fail durumunda olmayıp, Hak tarafından verilen bir
bilgi aracı olduğu, yani bilgiyi algılayan ve kabullenen bir kabul
edici olduğu, bilinen tabiri ile Hakk'ın hitabını anlamak için bir alet
ve araçtan ibaret bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim akılların
asırlarca yanına bile yanaşamadığı bir hakikatın, olay niteliğindeki
şehadetiyle derhal anlaşılıp doğrulanabildiği münakaşa götürmeyecek
şekilde sabit olmuştur. Bundan dolayı Tedrip ve tecrübeciler, insan
bilgisinin kaynağını, hakikate ve doğruya ulaşmanın temelini soyut
akıldan ziyade benlik dışından gelen denemelerde aramak gerektiğinde
ısrar eylemektedir.
Gerçekten
de
bilgi ve aklî hüküm, dış gerçeklerden ve olgulardan haberdar değilse,
onlarla ilişkili bulunmuyorsa, içgözlemlerin ve bedahetlerin bile
doğruluğu tasdik olunamaz, ilim ve yakîn Hak tarafından nereye
verilmişse orada bulunur. Verilmeyen yerde bulunmaz. Sırf aklî
çabalarla hakikate ulaşmak mümkün olmaz. Bu suretle yukardaki sual,
yani hakikate ulaşmanın ve hidayete ermenin yolu ile ilgili olan sual,
hakkiyle cevaplandırılmış, daha doğrusu böyle bir suale artık gerek
kalmamış olur. Ve hak hükmünü veren tecrübî bilgi, gelişigüzel
izlenimler gibi tek taraflı bir takım basit etkilemelerden ibaret
olmayıp, mesele en az üçboyut üzerine dayalı olduğundan, kişinin
kendinde yansıyan bir olgunun karşısındaki bir gerçeğe yansımasıyla
vicdanındaki tecrübeye erişmesi, mesela, en basit bir misalle, şu bir
güldür deyip koklamak istediğinde isabet edebilmesi, aynı zamanda o
konuda hatanın da mümkün olması, yalnızca ve bütünüyle benliğin
yapısına irca edilmesi halinde çelişkiden başka bir sonuç elde edilmez.
Kişisel düşünce, iç gözlem kişinin ruhsal özellikleri olarak kabul
edilsin. Ancak dış olay ve olguların olduğu gibi ve bütünüyle dış
dünyadan edinilen algıların da kişiliğin özüne irca edilmesi katıksız
bir çelişki ve tam bir indiyyecilik olur. Bunun için Tedribiyye
filozoflarından bir kısmı, İkanilerin afakı enfüse ircalarına karşılık,
enfüsü afaka, ruhu cisme, sureti maddeye irca etmeye kalkışmışlar,
ruhsal olayları fizik olgularda, ilim ve marifetin kaynağını ilimsiz
ilkelerde, Hakk'ın zatını maddede arama sevdasına düşmüşlerdir ki, bu
da akıl sahipleri üzerinde şuursuz maddeyi ilâhlaştırmak, puta tapmak
demektir. Madde ve cisimlerin birliği ve bütünlüğü (panteist fizik)
üzerinde dolaşan mezhepler de bu cinstendir. Meseleyi ruhun cisme,
cismin ruha, maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşmesi şeklinde
açıklamaya kalkışmak da daha üstün bir yaratıcının etkisine ve
dönüştürmesine dayandırılmadıkça sebepsiz ve anlamsız bir olayı
düşünmüş olmak çelişkisinden başka birşey olmadığı gibi bilgi ile
varlığın birbirinden farklılığı ve birşey bilinmekle onun varlığında
bir değişiklik olmasının gerekmediği gerçeği açısından da durum
kesinlikle tutarsız bir görüştür.
Velhasıl
hangi
açıdan ele alınırsa alınsın ilim ve marifet ve hakikatın elde edilmesi
açısından, yani mesele bütünüyle bir bilgi meselesi olarak ele alındığı
takdirde dahi enfüs ve afaktan hiçbirinin sırf kendi özellikleriyle
açıklanamaz bir mesele olduğu ve konunun birinden biri üzerine
dayandırılmasının mümkün olmadığı, hangisine istinad ettirilirse
ettirilsin çelişkiden kurtulamayacağı müşkül bir mesele olarak
karşımıza çıkmaktadır. Ortak özellikleri yaratılmışlık olan
varlıklardan hiçbirinin, kendi kendine kimseyi hakka hidayet etmesi
ihtimali yoktur. Gerçi enfüste ve afakta Hakk'ın varlığına delalet eden
âyetler ve düşünenler için belgeler, melekler ve peygamberler ve bunlar
aracılığıyla hidayet büsbütün yok değildir, fakat bunların hiç biri
"Herşeye şahid olan" Allah tarafından hidayet almadıkça kendi kendine
ne hidayet edebilir, ne de hidayeti bulabilir. Müşrikler ne derse
desinler, ya Muhammed sen, De ki, Allah, hakka hidayet eder. Halk
arasında mevcut olan yanlış ve dalalin çokluğuna karşılık hakikate ve
doğruya yol bulmak da görülen bir gerçektir. Bu da ancak Allah'ın
hidayetidir. Biraz yukarıda "Görmenin ve işitmenin mülkiyeti kimindir?"
sorusu ile de işaret edildiği üzere, görmeye ve işitmeye, akıllara ve
idraklere, enfüse ve afaka hakim olan O, enfüsü de afakı da kendi
varlığından haberdar edip de hakkın hükmüne erdiren ve erdirecek olan
ya da yine O'dur.
O
halde
hakka
hidayet eden kimse mi uyulmaya, (yani mabud tanınmaya) daha layıktır,
yoksa hidayet olunmadıkça asla kendiliğinden hidayeti bulamayacak olan
kimse mi? Yani hak meselesinden haberdar bile olmayan akılsız şeyler
şöyle dursun, akıl bile Allah hidayet etmedikçe kendiliğinden bir ilim
keşfedemeyeceği, kendi kendine hakkı ve doğruyu bulamayacağı bir gerçek
iken, mabudluk tek başına ve mutlak olarak hâdi olan Allah Teâlâ'dan
başka kimin hakkı olabilir? Bakınız bu ifadede ne veciz bir icaz
vardır: "Men" tabiri ile akıllı varlıklar tahsis edilerek
anlatılmıştır. Böylece gerek putlar gibi hissiz ve akılsız, gerekse his
sahibi olduğu halde aklı olmayan canlıların hiç kale alınmayacağı
dolaylı olarak ihtar edilmiş olmaktadır. Ayrıca "Ancak hidayete
erdirilmiş olan müstesna." ifadesi ile de önceki sualdeki hidayetten
murad bizzat ve bilfiil hidayet olduğuna işaret buyurulmuştur.
Melekler, peygamberler, ve doğru yolda olan ilim sahipleri, hakka
hidayet edemez mi tarzındaki bir gizli sualin cevabı da verilmiş ve
bunlardan hiçbirine ibadet olunamayacağı da böylece anlatılmıştır.
Bununla biraz sonra gelecek olan "Allah kendine bir oğul edindi,
dediler." meselesine de bir hazırlık yapılmıştır. kelimesi "yehtedi"nin
idgamlısıdır.
İmdi neyiniz
var? Allah'dan başka şeylerin arkasına düşüp tapınmaya ne hakkınız var?
Noluyor size? Yazıklar olsun size! Nasıl hüküm veriyorsunuz? O yanlış
ve batıl inançlara nasıl saplanıyor da putlardan şefaat umuyor, yardım
bekliyorsunuz? Yahut siz nasıl hüküm verir, hakim olabilirsiniz? Hala
anlamıyor musunuz? Allah'dan ve Allah'ın hidayetinden sarf-ı nazarla
siz şu şöyle, bu böyle diye nasıl hüküm verir, nasıl hakka ve doğruya
yol bulabilirsiniz? Ve hatta kendi nefsiniz hakkında "ben benim", "ben
varım" diye nasıl hükmedip de kendi varlığınızı tanıyabilirsiniz!...
"Vardır" veya "yoktur" cinsinden doğru hüküm, bir tek bilgi, bir nefsin
dışındaki karşılığına inkâr veya ispat ile bir kerecik olsun doğru
hüküm verebilmesi; zihin ile dış varlıkların, fizik varlıkların üstünde
Hak Teâlâ'nın varlığına ve birliğine, hakimiyet hakkına ve ilahlığına
yeterli belge ve delil değil midir? O olmasa ruhların ve akılların
maddi varlıklar üzerinde hakim olabilecek nesi vardır? İsabetli olmayan
hatalı hükümlere hüküm mü denilir? Ve aklı olan haktan başka bir gaye
mi gözetir?
36-Varlık
meselesi konusunda yaratılış delili öyle, bilgi meselesi konusunda da
hak ve hidayet delili böyle iken, o iman etmek ihtimali olmayan fasık
müşriklerin sapıklıklarının sebep ve kaynağına gelince onların çoğu hiç
başka değil, ancak bir zanna uyarlar. Düşünce ve eylemlerinde hakkı
izlemezler de sırf nefislerinin zan ve tahminine uyarlar, öyle karar
verirler. Az bir kısmı inatçılık, şüphe ve hayal bile etmeden tıpkı
hayvanlar gibi veya cansız varlıklar gibi körükörüne akıntıya kapılır
giderler. Bir çokları da hakkı ve hakikatı kendi algıladıkları gibi
sanan, kendi indî görüşlerine bağımlı zanneden, ilim ve marifeti
uydurma şeylerden ibaret gibi farzeden nefislerinin tahmin ve hayalleri
peşinde koşan İndiyye (Dogmatik) ve Husbaniyye güruhundandırlar. İtikat
ve yakîn namına görüş diye ileri sürdükleri fikir ve felsefeleri,
toplumsal konularda tutum ve eylemleri, hükümde ve hükumette uydukları
şey nefsani tehakkümlerden başka birşey değildir.
Halbuki
zan,
haktan hiç bir şey ifade edemez. Zerrece müstağni kalamaz. Zan ve hayal
ne kadar şairane ve ne kadar muhteşem ve mütahakkimâne olursa olsun,
hiçbir zaman hak hükmün sağlayacağı faydayı sağlayamaz. Hakkı batıl,
batılı hak, yaratıcıyı mahluk, yaratılmışı yaratan, hayrı şer, şerri
hayır zan ve telakki etmekle kimse kendisini hakkın sultasından ve
hükümranlığından kurtaramaz. Hiç şüphe yok ki, Allah, onların bütün
yaptıklarını bilmektedir. Cezalarını muhakkak verecektir. Onların
zannı, hiç bir hakikatı değiştirmez.
Yukarıdan
beri
iki delilin anlatımından sonra bu âyetin siyakı ve âyette sözü edilen
ana fikrin icabı olarak, sözün özellikle bu "bilmektedir" cümlesiyle
bitirilmesi, söz konusu ikinci delilin ilâhî ilmin varlığını ispata
nassolduğunu ihtar eder. Ayrıca ilâhî bilginin böylece sabit olması,
ahirette hakkı inkâr edenlere verilecek cezaya işaret etmekte ve
böylece bu zeyl cümlesi, bilgiden başka bir de ceza ile uyarmayı ifade
etmektedir. Hatta asıl hedefinin inzar ve tehdit olduğu söylenebilir.
Hem varlık,
hem
bilgi açısından marifetullahta akıl sahiplerini aydınlatmaya ve irşada
kâfi olan bu deliller, hakkın takririnden ve duyurulmasından sonra
kesinlikle bilinmelidir ki:
62- İyi
bil
ki,
hakikaten, Allah'ın velileri, o Allah dostları üzerlerine korku yoktur,
üstelik onlar mahzun da olmazlar. Allah korkusu her korkuyu silmiş
olduğu için başka korku kalmamıştır, müjdeler vardır. İlerisi daha
güzel olduğu için de geçmişle ilgili hüzün yoktur. Evliyaullah ünvanı,
Allah'a dost olanlar, Allah için dost olanlar, Allah için birbirlerine
destek olanlar gibi mânâlara gelebilir. Velayet, muhabbet, dostluk,
yardım ve vekaleten onun işine bakmak gibi anlamlar ifade eder. Bu
ünvana kimlerin layık oldukları hakkında tefsir âlimlerinin
naklettikleri bazı rivayetler vardır. Senedleri Taberi'de yer almış
olduğu üzere Saîd b. Cübeyr'den rivayet olunmuştur ki, Resulullah'a,
evliyaullahın kimler olduğu sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Onlar
öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah zikrolunur yad olunur".
Başka bir rivayette ise "Görülüvermelerinden dolayı Allah hatırlanır".
Yakınlarında bulunmak, halleri, duruş ve davranışları derhal Allah'ı
hatırlatır. Ki, Abdullah b. Abbas "semt ve hey'et"leri yerine "ihbat ve
sekinet", yani, duruşları ve yürüyüşleri şeklinde tefsir etmiştir.
Bunların dünya malına kazanç yollarına sevgi ve düşkünlükleri yoktur.
Ancak Allah için, Allah'da sevmek ile birbirlerine sevgi ve dostluk
gösterirler. "Allah uğrunda birbirini seven kimseler" oldukları da
rivayet olunmuştur(4). Nitekim Ömer b. Hattap (r.a.)'tan rivayet
olunmuştur ki, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın
kullarından bir takım insanlar vardır ki, enbiya değiller, şehidler de
değiller, amma kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı
onlara nebiler ve şehidler imrenerek bakacaklardır". "Bunlar kimler? Ve
ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara
sevgi ve yakınlık gösterelim, ya Resulallah!" dediler. Resulullah:
"Bunlar bir kavimdir ki, aralarında ne akrabalık, ne de ticaret ve iş
ilişkisi olmaksızın, Allah ruhu ile Allah'da sevişirler. Vallahi
yüzleri bir nur ve kendileri de nurdan birer minber üzerindedirler.
İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları
zaman bunlar hüzünlenmezler."(5) buyurdu, hemen bu âyeti okudu:
Ebu
Hüreyre'den
ve Ebu Malik Eş'ari'den de ayni meâlde rivayetler bulunmaktadır. Bu
rivayetlerin her biri bir başka özellikte tarif demek olduğundan,
hepsinin toplam olarak anlamını içine alan geniş bir tarif ortaya
konmuştur: "Allah'a ibadet ve taatle sevgi gösterisinde bulunur, Allah
da kendilerine keramet insan ederek dostluğunu gösterir". Onlar işte
böyle kimselerdir ki, bu âyette daha açık bir surette şöyle beyan ve
tefsir buyuruluyor:
63-Yani
evliyaullah onlar ki, iman etmişlerdir ve ittika eder dururlar, tam bir
iman ile ilâhî emirleri ve hükümleri ifa ve icraya devam ederler.
Kendilerinden Allah rızasına aykırı bir hâl, bir durum sadır olmaması
için dikkat ederler, her türlü haramdan ve şüpheli şeylerden
sakınırlar. İşte evliyaullahın hakiki tarifi budur. Birinci derecesi
mümin cinsinden olmak, ikinci derecesi de Allah korkusundan dolayı
ittika hasletine sahip olmaktır ki, bunlar onların Allah'a
yönelmeleridir.
64- Dünya
ve
ahiret hayatında müjde onlarındır. Bu da onların özellikleridir ki,
Allah'ın kendilerine karşılık olarak teveccühü ve ikramıdır. İşte
"evliyaullah'ın kerâmeti haktır." meselesinin temeli de budur.
Allah'dan başka dost ve veli tanımadıkları, Allah'a aykırı düşmekten
korkup sakındıkları ve ondan başka hiçbir şeyden çekinmedikleri, Allah
da kendilerine dost olduğu için artık onlara ne korku vardır, ne de
hüzün. Dünyada da müjdelenmişler, ahirette de müjdelenmişlerdir. Bu
cümleden olarak dünyada. "Muhakkak ki, "Rabbimiz Allah'dır" deyip de
sonra doğrulukta ve dürüstlükte devam edenler üzerine melekler şöyle
diyerek inerler: "Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz
cennetle sevinin." (Fussilet 41/30). Ayrıca yine ahirette "Size selâm
olsun size, hoş geldiniz cennete, ebedi kalmak üzere buyurun girin
içine." (Zümer, 39/73) müjdesine mazhar olacaklar.
Allah'ın
kelimelerinde tebdil yoktur. Yani Allah'ın bu vaadlerinde, bu müjdeli
sözlerinde hiçbir değişme olmayacaktır. Allah'ın sözünü değiştirecek,
O'nun verilmiş hükmünü kararını uygulamadan kaldıracak hiç bir kuvvet
yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Mesela: Allah'ın korkma,
mahzun olma dediğini korkutacak, mahzun edecek hiç bir güç ve geçerli
engel yoktur. Allah da asla verdiği sözden dönmez, verdiği sözü yerine
getirir. Bundan dolayı "Allah, hiçbir kavmi, o kavim kendi kendini
değiştirip bozmadıkça değişikliğe uğratmaz." (Ra'd, 13/11) âyeti
uyarınca, evliyaullah dahi kendilerindeki o velayet hasletini, o iman
ve ittikayı değiştirip bozmadıkça Allah Teâlâ'nın, bu dünya ve ahiret
için verdiği sözü, verdiği müjdeyi değiştirmesi ihtimali yoktur. Bunlar
ebedi müjdelerdir. "İşte bu da büyük kurtuluşun kendisidir."
Madem
ki,
evliyaullah böyle müjdelerle müjdelenmiştir ve onlara hiçbir şekilde
korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır, öyleyse peygamberlik
rütbesi daha yüksek olduğu için ey hak peygamber! Bilesin ki, sana hiç
korku ve hüzün yoktur:
Ebu
Hüreyre'den
ve Ebu Malik Eş'ari'den de ayni meâlde rivayetler bulunmaktadır. Bu
rivayetlerin her biri bir başka özellikte tarif demek olduğundan,
hepsinin toplam olarak anlamını içine alan geniş bir tarif ortaya
konmuştur: "Allah'a ibadet ve taatle sevgi gösterisinde bulunur, Allah
da kendilerine keramet insan ederek dostluğunu gösterir". Onlar işte
böyle kimselerdir ki, bu âyette daha açık bir surette şöyle beyan ve
tefsir buyuruluyor:
65- Ve
onların
lakırdıları seni mahzun etmesin. Yani kâfirlerin, ortaklarına, yakın
adamlarına, mallarına ve mevkilerine güvenerek sana eza ve cefa
etmeleri, sana tehditler yöneltmeleri seni mahzun etmesin. Sen
bunlardan dolayı üzülme. Şurası kesindir ki, bütün izzet yani güç,
kuvvet, şan ve şeref Allah'ındır. Bütün kudret ve üstünlük, hakimiyet
ve yücelik O'nundur. Şimdi açıklanacağı üzere onların güvendikleri
bütün kuvvetler de aslında yine Allah'ındır. O dilediği zaman hepsini
ellerinden alır. O, semi ve alimdir. Onların söylediklerini işitir ve
ne yapacağını bilir. Nitekim "Ben ve resullerim kesinlikle galip
geliriz." anlamına (Mücâdele, 58/21), "Muhakkak biz peygamberlerimize
yardım edeceğiz." (Gâfir, 40/51) diye yazmış ve ayrıca "Biz sana pek
çok hayır vermişiz... sana buğzeden epterdir." (Kevser 108/1,3)
buyurulmuştur.
66- İyi
bil ki,
göklerde ve yerde her kim varsa hepsi Allah'ındır. Melekler, insanlar
ve cinler ve akıl sahibi bütün varlıklar Allah'ın kulu ve mülküdür. Şu
halde o kâfirlerin bütün güvendikleri ve taptıkları şeyler Allah'ın
mülkü olduğu gibi kendileri de öyledir.
Allah'dan
başkasına yalvaranlar da ortak koştukları şeylerin ortak uyruğu
olamazlar. Yani, Allah'ın şeriki, ortağı yoktur. Uluhiyette ortaklık
muhal ve imkânsızdır. Allah'dan başka ne varsa hepsi O'nun mahluku ve
mülkü olduğundan, Allah'dan başka şeylere dua ve ibadet eden, başka
tanrılar olduğunu iddia eden ve onlara uymaya çalışan müşrikler de
hakikatte Allah'a ortak olacak tanrılar bulmuşlar da onların uyruğu
(tebaası) olmuş olamazlar. Bunlar başka değil, olsa olsa zanna uymuş
olurlar, vehim ve hayal peşinde koşarak kendi ortaklarını Allah'ın
ortakları sanırlar ve yok yere onlara tanrılık payesi vermiş olurlar.
Böyle yapmakla ve onlara tapmakla Allah'dan yakalarını kurtaracaklarını
sanırlar. Ve bunlar sadece yalan atarlar. Meseleyi kendi mızrakları ile
ölçerler, kendi şahsi görüş ve tahminleri ile yalan söylemekten başka
birşey yapmazlar. Sırf kendi arzu ve isteklerine uyarak yaratılmışları
yaratan, kulu tanrı, uyanı uyulan farzeder, saçma sapan şeyler uydurur
dururlar. Hasılı ortakları yalan, tehditleri boş, Allah'a karşı isnad
ettikleri her şey bir hiçtir. Allah'ın gücü ve hakimiyeti altında,
hepsi ona mahkumdur.
Gerçekten
de:
67- O,
yani yüce
Allah odur ki, sizin için geceyi yaptı, yani geceyi karanlık yaptı ki,
içinde sakin olasınız, zorluklarını çektiğiniz zahmetli hareketlerden
kurtulup, içinde sükun bulasınız. Yani hareketlilikten sükunete
geçesiniz, dış dünyadan ilgilenmeyi kesip, kendi kendinizle başbaşa
kalıp dinlenesiniz, gündüzü de mübsır, yani gösterici yapmıştır ki,
etrafınızı görüp, hareket edebilesiniz, işinize gücünüze bakasınız.
Gecelerin her tarafı kaplayan karanlığında yaşama gücü elde etmek için
bir dinlenme vesilesi, gün ışığında ise bir uyanıklık ve hareket
vesilesi vardır.
Hareket ve
sükun
ise yalnızca hayat olayları için değil, onun dışındaki bütün fizik
olaylarının dahi aslını ve özünü teşkil eder. Bu iki kapsamlı hadise
ki, aydınlık ve karanlık gibi birbirleri ile birleşmeleri ve bir araya
gelmeleri kabil olmayan iki zıt olgudurlar. Cisimler, kendiliklerinden
ve sırf kendi özellikleri ile ne sükundan harekete, ne de hareketten
sükuna geçebilirler. İşte bu iki karşılıklı zıddı birbirlerine
dönüştürüp, yer değiştirterek kâinat olaylarına akış veren ve gece ile
gündüzü bunlarla ilgilendirterek, insanları kâh sükun hissi ile, kâh
hareket hissi ile nimetlendiren ve değişikliğe uğratan ancak Allah'dır.
Allah, işte böyle bütün nur ve zulmetin, bütün hareket ve sükunetin
yaratıcısı ve yöneticisidir. Genellikle insanlar gece ile gündüzdeki
sükunetten, hareketten ve zamandan etkilendikleri halde Allah ise
zamanın da üstünde hükümran olan bir yüce yaratıcıdır. Muhakkak ki,
bunda, gece ile gündüzün böyle düzenlenmiş olmasında, bu aydınlık ve
karanlığın ardarda gelişinde, bu sükun ve harekette, bu etrafın görülüş
ve görülmeyişinde, bütün bu değişikliklerde gece ile gündüz içinde
meydana gelen zaman olgularında ve tarih olaylarında işitme özelliği
olup dinleyecek olan bir kavim için (elbette çok, pek çok) âyetler ve
ibretler vardır. Yani bütün mekan ve zaman aklî ve naklî tevhid
delilleri ile doludur.
68-69-70-
Böyle
iken zan ve hayalin peşine düşen yalancılar Allah, kendisine oğul
edindi, dediler. Oğul veya kız evlad edindi diye iftirada bulundular,
yaratma ile üretme arasındaki farkı anlayamadılar: Yaratmayı ve icad
etmeyi doğurmak ve üretmek zannettiler. Sonradan oluşu bir doğum, olanı
bir çocuk, sebebi de bir baba veya ana gibi düşündüler. Doğurma ve
doğmanın, herşeyden önce bir yaratmaya bağlı olduğunu, yoktan bir
yaratma ve icad olmadan, kendiliğinden bir doğumun olacağını düşünmenin
bir çelişki olacağını hesap edemediler. Böylece âlemin yüce
Yaratıcı'dan doğma ve kopma suretiyle oluşup meydana geldiğine kail
olarak, Allah'a kızlar ve oğullar isnadında ve iftirasında bulundular.
Güya ondan doğmuş ve üremiş olan erkekli dişili birtakım ilâhlar
kalabalığı uydurarak onlara tapmaya başladılar ki, işte puta
tapanların, çok tanrılı dinlerin mitolojileri hep bu uydurmalardır.
Fakat daha garibi odur ki, varlığın ancak yaratma ve icad ile mümkün
olduğunu işiten, "yok iken yaratma" ilkesinden haberdar olanlardan bir
kısmı da yine doğum vehmine saplanıp kaldılar: "Melekler Allah'ın
kızları, Uzeyr Allah'ın oğlu, Mesih Allah'ın oğlu" dediler.
Böyle
diyenlerden bir kısmı da bunu gerçek anlamda doğmuş olmak anlamına
değil, evlatlık edinmiş olmak anlamına tevil ederek, bir nevi şeref
payesi olarak kendisine evlat yaptığını ve tanrılığından hisse
verdiğini iddia ettiler. Onun için bu âyette "ittihaz" yani, edindi
deyimiyle diğerlerinden daha ziyade olarak bu kısım belirgin hale
getirilmiştir.
Sübhanallah,
haşa! Hiç yaratıcı baba olur mu? Çünkü doğurma bir üreme, bir bölünme
ve bir noksanlıktır, evlat edinme de bir ihtiyaçtan dolayıdır. Halbuki
O, ganidir, müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç olmamak bakımından yegane
zengindir... Oysa bunu iddia edenlerin ellerinde bu konuda hiçbir belge
ve delil yoktur...
Peygamberliğin
kuvvetini ve gerçekliğini, Resulün, Allah'a tevekkül ve itimadının
yüksekliğini ve kâfirlere gelecek azabın şiddetini tarihten bazı
misaller getirerek açıklamak üzere:
71-72-73-
Tarihî
misal yalnızca Nuh kavmi'nden ibaret de değildir:
74-95-
Şimdi
şu
sana indirdiklerimizden, faraza azıcık şüphe edersen, bu âyet daha
yukarıdaki kıssaların doğrulunu te'yid ile Hz. Muhammed'in (s.a.v.)
peygamberliğini tasdik ve pekiştirmek siyakında gelmiştir. Bilindiği
gibi, faraziye ne olmayı, ne de mümkün olmayı gerektirmeyeceğinden,
burada da aslında ne şüphe etmeye, ne de başkalarına sorup öğrenmeye
ihtiyaç gösterecek bir durum söz konusu değildir. Ancak diğer
peygamberlerle ilgili kıssaların fevkalade olayları içermesi, bunları
haber veren Hz.Muhammed'in peygamberliği hakkında en küçük bir şüpheye
ihtimal bırakmayan bir ifade gücü ve heyecan verici bir kesinlik ortaya
koyar. Yani başka taraftan öğrenmek suretiyle değil, Allah tarafından
sana gönderilen vahiy ile, yukarıda beyan olunduğu üzere, Firavun ve
diğerleriyle ilgili kıssaların doğruluğunda şüphe ve tereddüt etmeye
gerek yoktur. Sen de zaten bundan şüphe etmezsin. Bununla beraber
bilfarz, en ufak bir şüpheye düşecek olursun. Senden önce kitap okuyan
o kimselere sor. Yani bu anlatılan olaylar, kitap ehli katında bilinen
ve kabul edilen olaylardır, onların kitaplarında da yer almaktadır.
Onlar, kendi kitaplarında da yer almış bulunan bu kıssalardan ibret
almayıp hâlâ şirk ve küfürde devam ediyorlar. Buna rağmen onlar bunları
inkar edemeyecekler ve "evet böyledir" deyip tasdik etmeye mecbur
kalacaklardır. Bundan çıkan sonuç işte şudur:
Andolsun ki,
Rabbinden sana hak gelmiştir. Eski kitapları okumadan ve okuyanlardan
işitmeden yalnızca Rabbinden indirilen vahy ile bilip haber verdiğin
hak ve gerçektir. Artık bunlar eski kitapları okuyanlarca da kesin bir
gerçek olunca, her türlü şüpheden uzak olarak ortaya çıkar ki, bu
verdiğin haberler ve Bu Kur'ân Allah'dan başkasına isnad olunmaz bir
hakikattır. Ve sana Rabb'inden hak vahiy, hak peygamberlik gelmiş
olduğu kesindir. Rabb'in Teâlâ, bunu, böyle özellikle yemin ile te'kid
ederek açıkça beyan ve ilan etmiştir. Bundan dolayı sakın şüphecilerden
olma. Kesin ve yakîn inancın ve Rabb'ine olan güvenin asla sarsılmasın.
Bütün tevekkülün ile görevine devam et!
96-İnanmayanlara
gelince: Muhakkak ki, Rabb'inin kelimesi aleyhlerine kesinleşmiş
olanlar, küfürlerine ve azaplarına Rabb'inin hükmü ve kararı
kesinleşmiş bulunanlar kendilerine her türlü mucize, her türlü âyet
gelmiş olsa da -Firavun gibi bilfiil o acıklı azabı gözleriyle
görmedikçe iman etmezler. Azapla karşı karşıya kalmadıkça inanmazlar. O
vakit, o iman onlara bir fayda sağlar mı? Yani, yeis halindeki,
çaresizlik içindeki zorunluluktan kaynaklanan iman Allah katında makbul
olur mu? İşte bu şekilde bir soru akla gelirse:
97-İnanmayanlara
gelince: Muhakkak ki, Rabb'inin kelimesi aleyhlerine kesinleşmiş
olanlar, küfürlerine ve azaplarına Rabb'inin hükmü ve kararı
kesinleşmiş bulunanlar kendilerine her türlü mucize, her türlü âyet
gelmiş olsa da -Firavun gibi bilfiil o acıklı azabı gözleriyle
görmedikçe iman etmezler. Azapla karşı karşıya kalmadıkça inanmazlar. O
vakit, o iman onlara bir fayda sağlar mı? Yani, yeis halindeki,
çaresizlik içindeki zorunluluktan kaynaklanan iman Allah katında makbul
olur mu? İşte bu şekilde bir soru akla gelirse:
98-
"Yunus kavmi
müstesna." Yani, Yunus aleyhisselam'ın kavminden başka yeis halindeki
imanın fayda sağladığı hiçbir memleket halkı yoktur. İmanları, mutlaka
daha önce olmak gerekir ki, gelecek beladan korunmak mümkün olsun.
Yoksa dünyevî veya uhrevî, geçici veya ebedi herhangi bir azap gelip
çatınca mutlaka hükmünü icra eder. Hakk'ın hükmü böyledir. Ve iyi
bilmek gerekir ki, imanın varlığı ve yokluğu da yine Allah'ın
dilemesine bağlıdır:
|
|