|
Elmalı
Tefsiri
1."Sana
geldi mi?". Bu soru önemle dinlemeye teşvik ve olayın olduğunu haber
vererek anlatmak içindir. "Ğâşiye haberi"
ĞÂŞİYE,
aslında gayş = örtmek, sarmak kökünden ism-i fâil olarak bir şeyi her
taraftan sarıp bürüyen salgın, sargın, kaplayan şey demektir ki
sonundaki "tâ", niteliği isme göre dişilik alâmeti veya aşırılık ifade
etmek veya bazı durumlarda sıfatlıktan isimliğe nakil içindir. At
eyerinin örtüsüne ve kalp zarına, insanı veya hayvanı içinden saran
derde ve kâbus gibi her taraftan saran salgın, kuşatıcı belaya da
"gâşiye" denir ki "Yoksa onlar Allah'ın azabından hepsini sarıverecek
bir felaket gelivermesinden emin mi oldular."(Yusuf, 12/107) âyetinde
bu mânâdandır.
Bu
mânâdan "lâm" ile de kıyametin isimlerindendir. Çünkü birden bire
şiddetiyle halkı saracak ve ondaki dehşet verici olaylar herkesi
bürüyecektir. Bazıları demişlerdir ki: Ğâşiye, "Yüzlerini ateş kaplar."
(İbrahim, 14/50) buyrulduğu üzere kâfirlerin, cehennemliklerin
yüzlerini saracak olan ateştir. "Saran ateş" mânâsınadır. Bazıları da,
o cehennem ateşinin içine düşüp onu saracak olan cehennemliklerdir
demişler. Çoğunluk birincisini sûrenin akışına uygun görmüşlerdir.
HADÎS,
herkes tarafından birbirlerine aktarılıp rivayet edilerek söylenmeğe,
hikaye edilmeğe ve her söylenişinde taze gibi dinlenmeye layık söz ve
haber demektir ki bu Ğâşiye haberi de daima böyle önemle dinlenilmesi
gereken bir haberdir.
2.
Birtakım yüzler, yani nice kimseler o gün, yani o Ğâşiye sardığı gün
eğilmiştir, daha önce hakkı saymazken o gün korku ve saygıyla boynunu
bükmüş, zillete düşmüştür.
3.
İş
yapıcıdır, yani vaktiyle gereği gibi çalışmazlarken bugün hepsi ezici
işlerde çalışmakta zahmet çekmektedirler, yahut, vaktiyle çalışmamış,
amel etmemiş değiller; çalışmışlar, amel etmişler fakat boşuna zahmet
çekmiş, sıkıntıya düşmüşlerdir. Yani bugün işe yarayacak şekilde Allah
için hak, doğru yolda iyi amellere çalışmamışlar; batıl din, bozuk
fikir ve inanç ile küfre saparak çalışmışlar, boşuna zahmet ve sıkıntı
çekmişler, şimdi de onun cezasını çekiyorlar.
"Amiletün,
nasıbetün" ikinci ve üçüncü haberdir. Yahut "nasıbetün" sıfattır.
Bunların "hâşia" gibi "yevmeizin" ile kayıtlı olup olmadığına göre
birkaç şekilde tefsiri rivayet edilmiştir.
BİRİNCİSİ,
hepsinin de "yevmeizin=bugün" ile kayıtlı olmasıdır ki, daha önce
eğilmez, hak yolunda çalışmazlarken bugün boynunu eğmiş, zilletler
içinde dayanılmaz ezici amellerle işçilik etmekte, yorgunluk ve
bitkinlikle sıkıntılar çekmektedirler, demek olur. Bugün bu amel ve
sıkıntı, bundan sonra açıklanacağı gibi cehennem ateşi içinde esirlik
zincirlerini, tomruklarını sürükleyerek aşağı-yukarı bata çıka boğuşup
durmalarıdır. Bu mânâ İbnü Abbas'tan nakledilmiştir.
İKİNCİSİ,
"âmiletün nâsıbetün", "yevmeizin" ile kayıtlı olmayıp mutlak olarak
geçmişe ait olmasıdır. Bu şekilde, bunlar vaktiyle dünyada çalışmışlar,
iş yapmışlar, ibadet etmişler, fakat iyi yapıyoruz zannederek kâfir
olup batıl yolda çalışmış bulunduklarından bütün amelleri boşa çıkmış,
gayretleri yok yere gitmiş, boşuna zahmet ve sıkıntı çekmekle
kalmışlar, bugün zillete düşmüşlerdir, demek olur ki, Kehf Sûresi'nin
sonundaki "De ki: Amelleri en çok boşa gidenleri size haber verelim mi?
Bunlar dünya hayatında, kendilerini gerçekten iyi iş yapıyor
zannettikleri halde çalışmaları boşa gidenlerdir. İşte onlar
Rab'lerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr etmişler de bütün
amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir terazi
tutmayız. İşte böyle, onların cezaları cehennemdir. Çünkü inkar
etmişler, benim âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya almışlardır."(Kehf,
18/103-106) ve Furkân Sûresi'ndeki "Yaptıkları her işi ele alır, onu
saçılmış zerre haline getiririz."(Furkan, 25/23) âyetlerinin mânâsını
özetlemektedir. Zeyd b. Eslem'den rivayet edilen bu mânâ, İbnü
Abbas'tan da diğer bir rivayettir. Ahiret, amel yurdu olmayıp,
amellerin karşılığının verileceği bir yer olmak itibariyle, amelin
dünyada olması daha açık olduğundan, birçokları bu mânâyı tercih
etmişler ve bununla kiliselerde, manastırlarda rahipler gibi şiddet ve
taşkınlığı kendileri için gerekli sayarak sapıklık üzere çalışan
sapıkların amellerinin batıl olduğuna işaret edildiğini söylemişlerdir.
Nitekim Buhârî'de İbnü Abbas'ın, "Çalışıp boşa yorulanlar
hıristiyanlardır." dediği rivayet edilmiştir. Bu durumda 'nin,
kelimesine sıfat olması gerektir.
ÜÇÜNCÜSÜ,
İkrime'den rivayet edilendir ki, "âmile" dünyada, "nâsıbe" ahirette
demektir. Bunun mânâsı, zannedildiği gibi ayrı ayrı zarflar takdir
etmek değil, "âmile" ism-i fâilinin geçmiş zamanlı fiil mânâsına,
"nâsıbe" ism-i fâilinin de hal veya devam mânâsına geldiğini
söylemektir ki, amel dünyaya, amelin karşılığı da ahirete ait olmak
düşüncesiyle bu mânâ da uzak değildir. Bu şekilde de "nâsıbe" üçüncü
haberdir. Bu şununla beyan edilmiştir:
4.
"Kızgın ateşe girerler" Hâmiyeye, yani ısı derecesi
yüksek, şiddetli
kızgın bir ateşe gerilip yaslanırlar.
5.
Kaynar bir pınardan su içirilirler. "Ayn" burada da "içirmek"
karinesiyle çeşme, pınar, menba, kaynak gibi su gözü mânâsına olduğu
açıktır. Fakat bu göz, bir soğuk su gözü değil, âniye "kızgın su"
(Rahmân, 55/44) denilen son derece sıcak, kaynar, gayet kızgın ateş
gibi bir pınardır.
6.
"Zehirli ve dikenli bir bitkiden başka yiyecekleri yoktur". Ta
yukarılarda zakkum, Hâkka Sûresi'nde de "sadece" kaydı ile "Bir irinden
başka yiyecek de yok."(Hâkka, 69/36) diye geçmiş idi. Onun için burada
da "Darî" kelimesini "irin" veya "zakkum" ile aynı şey olmak üzere
"ateşten bir ağaç" diye tefsir edenler varsa da, sadece bu yiyeceğin
olduğu başka başka sınıflar için söylenmiş olması göz önüne alınarak
herbirinin başka bir mânâda olması da mümkündür. Bu konuyla ilgili
birkaç mânâ açıklamışlardır.
Râzî
Tefsiri'nde Hasen'den gelen bir rivayette şöyle denilmektedir: "Elim"
kelimesi mü'lim, yani elem verici; semiun kelimesi müsniun, yani
işittirici; bediün kelimesi mübdiün, yani eşsiz yaratıcı mânâsına
olduğu gibi, dariun da, mudarriun, mânâsına olur ki, yenilmesindeki
sertliği, acılığı, yakıcılığı ile onları zillete ve alçalmaya mecbur
eden bir şeyden başka bir yiyecek yok demektir.
İkinci
olarak, tefsircilerin çoğu demişlerdir ki: Darî', "şibrık"ın kurusudur.
Şibrık bir tür dikendir ki yaş iken onu deve yer, kuruyunca kaçınır.
Zehiri öldürücüdür. İbnü Cerir der ki: Araplar arasında dari, şibrık
denilen bir bitkidir ki kuruduğu zaman Hicazlılar buna dari'derler.
Diğer Araplar ise şibrık ismini verirler. Bir zehirdir. İkrime'den
rivayetinde: Yere yapışık dikenli bir ağaçtır ki baharın Kureyş ona
şibrık derler, kuruyup çöp olduğu zaman da dari' derler. Ebu Hayyân'ın
nakillerine göre, dari' şibrıktır ki kötü bir otlaktır. Üzerinde
yayılan hayvan ne yağ bağlar, ne et. İbnü Azzare-i Hüzeli'nin şu beyti
ondandır:
"O
develer dari' çukurlarında hapsolunmuşlar da hepsi
Kambur,
elleri kanamış, süt veremez olmuştu."
Ebu
Züeyb de şöyle demiştir:
"Seyrab,
taze şibrıkı otladı, nihayet solup da
Dari'
olunca o semiz kısır develer ondan uzaklaştı."
Bazı
lugatçiler bunun, arfec kurusunun kırıntısı olduğunu söylemiş; Zeccâc:
Avsec gibi bir ot demiş; Halil de, "yeşil ve gayet fena kokulu bir
ottur ki, deniz atar" demiştir. Kamus'ta bu mânâlardan başka hurma
ağacının dikenine ve bulanık kokmuş sularda ve kökleri arza ulaşmayıp
su içinde olan bir ota da denildiğini yazmıştır. Ki bu ot, "Â'lâ"
Sûresi'nde "Sonra onu kapkara bir su köpüğü yaptı."(A'lâ, 87/5)
âyetinde açıklandığı üzere türbün ve maden kömürlerinin kaynağı olan
yosun türü bitkilerden demek olur.
Demek
ki Arapça'da darî', insanın değil hayvanın bile yemesi mümkün olmayan
dikenli, sert veya yumuşak olsa da gayet fena kokulu, zehir zenberek
birkaç türlü dikene ve bitkiye denirmiş. Şu halde burada bunlardan
herhangi birinin özelliği değil, yenilip yutulma ihtimali olmayan elem
verici bir şey olma niteliği kastedilmiş olmalıdır.
7.
Bu
mânâ, denildiği gibi, bir alçalma ve zillet ile sızlandırmak mânâsını
ima eden "darî'" kelimesiyle ifade edilmiş, "ne besler, ne de açlıktan
kurtarır" niteliğiyle izah edilmiş demektir. Yine bundan dolayı
Said'den rivayet olunduğu üzere bazı tefsirciler bunu "taş" diye tefsir
etmiştir. İbnü Zeyd'den de şöyle rivayet edilmiştir: Dünyada darî',
Araplar'ın bu isimle andıkları yapraksız kuru dikendir. Ahirette ise
dari' ateşten bir dikendir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette, ateşten
bir ağaçtır. "Kamus" da, bir görüşe göre: Cehennemde acı sabırdan daha
acı, leşten daha kötü kokulu ve ateşten daha yakıcı bir şeydir demekle
de bunu anlatmıştır. Maksat, böyle yenip yutulma ihtimali olmayan bir
şey yemek mecburiyetine düşmek, azabının elem ve acılığındaki şiddetini
hissettirip anlatmak olduğuna göre zakkum, irin, dikenli bitki hepsi
Müzzemmil Sûresi'ndeki "Ve boğaza duran, yutulmaz yemek."(Müzzemmil,
73/13)i bu şekilde açıklamak demek olur ki, bunlar mecbur kalınıp da
yenseler bile "beslemez ve açlığı gidermez" niteliktedir.Bunlar ne
besler, ne de açlığa faydaları olur. Sade inletir de inletir, sızlatır
da sızlatır.
Bunlar
ızdırap içindeki insanlığın dünyada büyük açlık, felâket ve esaret
zamanlarında gördükleri elem ve sıkıntıların yardımıyla anlaşılabilecek
birer mânâ ile ahiret azabının akıllara sığmaz acılıklarını
düşündürmektedir.
8.
İşte o Ğâşiye, bir kısım yüzler için böyle sargın bir büyük beladır.
Bunlara karşılık birtakım yüzler de o gün hoş, nimet içinde mutlu.
NÂİME,
hoşluk ve yumuşaklık mânâsına "nüûmet"ten türetilmiş olup hoş yani
"Yüzlerinde nimetin neşesini tanırsın." (Mutaffifin, 83/24) mânâsınca,
nimet ve mutluluk eseri olan neşe, hoşluk açık; yahut "nimet"ten
türetilmiş olup nimete konmuş, nimet içinde mânâlarında iki şekilde
tefsir olunmuştur ki, birisi netice, birisi sebep, ikisi de mutluluğu
ifade eder.
9.
Yaptıkları gayretlerden razı, çalıştıklarından dolayı hoşnutturlar.
Zira boşuna çalışmamışlar, amelleri Allah'ın emir ve rızasına uygun
yolda yapılmış, kabul görmüş, gayret ve çabaları o dehşetli günde
meyvesini vermiş, nimet ve mutluluğa ermişler ve bu başarı onlarda
tembellik duygusu değil, daha çok çalışma neşesi uyandırmıştır.
10.
Yüksek bir cennettedirler. Hem yer olarak, hem de sağlamlık bakımından
yüksek.
11.
Öyle ki orada boş şey (veya boş bir kelime, yahut boş şeyler)le meşgul
olan bir topluluk işitmezler yahut "sen işitmezsin" ey muhatap!
LÂĞIYE,
"boş söz" veya "boş şeyle meşgul olan topuluk" yahut lüzumsuzluk
mânâsına "akibet" gibi mastar olmak üzere üç görüş vardır. "Lağiv" de,
lâğıye mânâsına olarak geçersiz kılınması ve düşürülmesi gerek olan,
önem verilecek bir faydası olmayan boş, mânâsız, saçma, boşa giden,
faydasız şeylere denir ki, leğviyat ve lağveyat tabir olunan sözler ve
fiillerden daha geneldir. "Lâğiye söz" diye özellikle hata ve sövme
gibi fâhiş söze denir. Cennette bunlar işitilmez. "Orada ne boş bir laf
işitirler, ne de bir yalan."(Nebe', 78/35).
Cennetin
yüksekliği izah edilirken ilk önce bu vasıf ile nitelenmesi, her şeyden
önce cennet nimetlerinin ve cennet ehlinin temiz olduğunu göstermekle
müminleri erdemli ahlâka teşviktir. Zira cennet, nimet, hoşnutluk,
mutluluk denilince bir takım zihinler dünyada refah ve servet kısmet
olmuş, şehvetine ve hevesine düşkün birçoklarının hallerinde görüldüğü
üzere vakit geçirmek için oyunlar, eğlenceler, hakiki bir fayda
içermeyen lüzumsuz şeylerle ilgili boş sözler, fiiller, neticesi hiçten
ibaret olan şeyler için dedikodular, entrikalar, edep kaydına bağlı
kalmadan gevezelikler, şımarıklıklar yüksek bir zevk ve maharetmiş ve
bu gibi haller ile keyif çatmak nimet ve mutluluğun tamamlayıcılarından
olan gayelermiş gibi ve dolayısıyla cennetteki mutluluk da böyle boş
eğlencelerden ibaret olacakmış gibi bir kuruntu ve hayale
kapılabileceğinden böyle bir ihtimali savmak için önce cennetin
yüksekliği anlatılırken orada boş şeylere yer olmadığı ve cennet
ehlinin öyle boş ve faydasız şeylerle meşgul olması şöyle dursun onları
işitmekten bile uzak bulundukları anlatılmış ve bu suretle müminlere
layık olan da Müminun Sûresi'nde "Boş ve faydasız şeylerden yüz
çevirenler."(Mü'minûn, 23/3) diye açıklandığı üzere bu ahlâk ile
ahlâklanmak, hem yalnız darlık ve ihtiyaç zamanlarında değil, nimetleri
artıp durumlarında bir rahatlık meydana geldiği oranda da boş şeylerle
meşgul olmaktan uzaklaşmakta ileri gitmek ve hatta yalnız yükümlülük
yurdu olan dünyada değil, kendilerinden yükümlülüklerin kalktığı ve hiç
öfke ve cezanın bulunmadığı rahmet sahasına ulaştıkları zaman bile
ondan uzak tutulmak ve dolayısıyla nimetleri, nimetin kıymetini
bilmeyen cahil ve beyinsizlerin felaketlerine sebep olan nimetler
türünden olmayıp sonsuz mutluluğa erişen faziletli ve ciddi kişilerin
nimetleri türünden olmasını istemektir. Yine şu da dikkate değer bir
şeydir ki, cennetin ve nimetin yüksek nitelikleri anlatılırken önce
daha çok yüce nefislerin ve irfan ve vicdanî olgunluklarda büyük makam
sahibi olanların şanlarına layık olan ruhanî ve manevî özellik öne
alınmış, yapılan çalışmalardan hoşnut olmak, sonra da boş şeylerden
uzak durmak anlatılmıştır. Herhangi bir hususta hoşnutluk mertebesine
ermek büyük zevk ise de yapılan çalışmadan hoşnut olmak, insanı hamd
makamına erdiren lezzetlerin en yükseğidir. Çünkü "İnsan için
çalıştığından başkası yoktur."(Necm, 53/39) ve "Kazandığı hayır kendi
faydasına, yaptığı kötülük de zararınadır."(Bakara, 2/286) Hayat
aslında çalışmak demek olduğu için, gerçekte hayatın zevki, gayesine
yönelik olarak çalışma zevkinden ibarettir. Çalışmanın zevki de
gayesine isabet etmesindedir. Onun için, yaptığı çalışmanın güzel
meyvesini gören ruhun duyacağı haz, her lezzetin üstünde ve bu suretle
çalışmadan duyulan hoşnutluk, her hoşnutluğun başında bir ruhi hazdır.
Gayesini bulamıyan çalışma ve amel, sonunda "çalışmıştır, fakat boşuna
yorulmuştur" hükmünce yorgunluk, bitkinlik ve hayal kırıklığıyla elem
ve beklenilenin elde edilememesinden duyulan açıdan ibaret kalacağı
gibi, gayesiz yapılan veya gayesi bir önem taşımayan çalışmalar da boş
ve faydasız olmak itibariyle ona katılmıştır. Onun için, Çalışmasından
hoşnutluk ruhun en yüksek hazlarından olduğu gibi boş şeylerden uzak
durmak da onun tamamlanmasının şartlarından bulunmak nedeniyle yüksek
cennetin sıfatlarında önce bu iki mutluluk öne alınmış, sonra da dünya
hayatında tanınmakta olan maddi lezzetlere benzer hazlar zikredilmiştir.
12.
Şöyle ki: Onda, (o cennette) akan bir pınar vardır, istenilen yere akan
bir kaynak ki her tarafa hayat maya ve neşesi dağıtır. Defalarca
geçtiği üzere, cennetteki pınarlar birkaç tanedir. Burada müfred
(tekil) getirilmesi, cinsi dikkat nazarına alındığı için demek olur.
Yahut en genel olan birine işaret edilmiştir. Herhalde sonundaki tenvin
müfred (tek)lik için değil, onun ululuğunu göstermek içindir. Belirsiz
getirilmesi de, bilinen pınarlardan olmayıp "Hiçbir gözün görmediği,
hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın aklına gelmeyen şeyler."
cümlesinden olduğuna işarettir ki, bundan sonrakiler de böyledir.
13.
O
cennette, o akan pınar civarında yükseltilmiş tahtlar vardır.
SERÎR,
üzerinde sevinç ve neşe ile oturulan taht, sandalye veya yatılan
karyola ve köşk kabilinden şeylere denir. Yükseltilmiş denilmesinin
sebebi de zeminden yüksekliği veya şerefi itibarıyladır.
14.
Ve küpler vardır. Kulpu olmayan küp, sürahi, bardak gibi içecek kapları
yakınlarına konmuş istedikleri zaman "Kuşkusuz iyiler öyle dolgun bir
kadehten içerler ki katkısı kâfurdur. Bir çeşme ki ondan Allah'ın
kulları içerler."(İnsan, 76/5-6) âyetlerinin ifade ettiği gibi
içmelerine hazır, yine o cennette
15.
sıra sıra dizilmiş yastıklar, nunun zammesi ve kesresi ile dayanmak
için konulan koltuk yastığı demektir.
16.
Serilmiş (yahut yer yer yayılmış) döşemeler vardır. "Zâ"nın zammesi
veya kesresi ile zürbiye, nefis ve kıymetli döşemeler demektir.
"Kâmus"ta zikredildiği üzere zerabiyy, sararmış ve kızarmış olmakla
beraber yeşilliği de bulunan otlara da denilir ve fiilinde, "bitki,
içinde yeşillik bulunduğu halde sarardı ve kızardı" denilir. Döşemelere
zerabiyy denilmesi buna benzetme suretiyle olduğu da söylenmiştir.
Lakin Ragıb demiştir ki: "Zerabiyy, aslında bir yere mensup benekli
dokumalardır. Sonra istiare olarak döşemeler için kullanılmıştır."
Ferrâ'nın yazdığına göre ince tüylü halılardır. İnce püskülü ve
kadifesi bulunan halılar (tanâfis), koltuk yastıkları (nemarik) ve
nefis döşemeler (zerabi) birbirlerinin yerine de kullanıldığından
Cevheri "Sıhah"ında bunların arasını ayırmıştır. Nitekim Hind'in;
"Biz
Târık'ın kızlarıyız.
Nefis
döşemeler üzerinde yürürüz." recezinde "nemârık", "zarâbi" mânâsında
kullanılmıştır. Çünkü âdet itibariyle yastık üzerinde yürünmez. Bununla
beraber diğerleri farklarını göstermiş oldukları gibi âyette de bu
açıktır.
17.
Bakmıyorlar mı develere? Yukarının bir
şubelendirilmesi olan bu
cümlenin "fâ" ile bağlanmasındaki mânâ, kıyamet haberini ve onun
içerdiği hayret verici niteliklerle, öldükten sonra dirilme meselesini
inkar edenlere karşı yaratılışın en fazla göz önünde bulunan şeylerinde
bile görülüp duran enteresan durumlara dikkatleri çekmek suretiyle
yaratıcının gücünü hatırlatmak ve boşuna yorgunluk olan yolsuz
çalışmalardan ve boş şeylerden kurtulmak ve çalışmasından hoşnut
olacağı işler yapmak için yerden göğe, gökten yere, en yakınlarından en
uzaklarına kadar eşyanın yaratılış şekillerini araştırıp inceleyerek
onun kanunlarını ve kudretinin hayret verici neticelerini ve onun nasıl
tasarrufta bulunduğunu ve ona göre emir ve hükümlerini anlayıp ortaya
çıkararak kıyamet gününün sıkıntılarından korunacak ve mutluluğuna
erdirecek güzel ve yararlı işlere sevk ve teşvik etmektir ki önceki
sûrede "ilk sahifeler"de olduğu anlatılan temizlenme mânâsının, "son
sahifeler"de tamamlayıcısı ve kemale erdiricisi demek olan bir
hatırlatma olmak hasebiyle sonunda "hatırlat, öğüt ver" emriyle takip
edilmiştir.
Bu
hatırlatma için kıyamet haberinden sonra yer ve göğün yaratılış nicelği
ile yaratıcının kudretine dikkat çekilirken ilk önce devenin ileri
sürülmesi birdenbire insana acayip gelirse de bu acayiplikte kastedilen
mânâya isabet açısından "bera'at-i istihlal" gibi bir bediî sanat
vardır. Zira maksat, bakılmaya alışılmış ve pek olağan gibi görünen
şeylerin bile yaratılış niceliğinin enteresan şeylerle dolu bulunduğunu
duyurmak olduğu ve deve yaratılışının gerçekten enteresanlığı ile
beraber Araplar'ın en yakından gözlerine çarpması gerektiği
düşünülürse, bunun yaratılışının âlemi seyretmek için ilk bakılacak yer
edinilmesi en uygun hareket olduktan başka, serilmiş döşeklerden bir
anda deveye atlatarak ondan göğe, ondan dağlara, onlardan yer tarafına
bir inceleme yolculuğu yaptıran geçişte bir enteresanlık ve aynı
zamanda âyet sonlarında kıvrık "hâ" yani (tâ-i merbuta) den şiddetli
uzun "tâ" ya geçen bir genişleme ile ifadeye başkaca bir değişiklik
verilmesinin yaratılıştaki enteresanlıkları göstermek maksadına her
bakımdan uyan bediî sanatları kapsadığı anlaşılır. Bu sayılan şeylere
bakmak da, bütün âleme bakma mânâsını taşır. "Fâ" bağlacı, kendinden
sonra gelen kısmı âyetin akışından anlaşılması gereken mukadder bir
mânâ üzerine bağlayan bir bağ olarak mânânın özeti şöyle olur: Kıyamet
olayı böyle haber verildiği, dünyanın sonu ya boşuna işlenmiş ameller
yüzünden yorgun ve bitkin olarak zillet ve sefillikle ateşe yaslanmak
veya yolunda yapılan güzel ve meyveli amellerle nimet ve mutluluğa
ererek çalışmasından sonsuza kadar hoşnut olmaktan ibaret olduğu
anlatıldığı halde, bulunduğu âlemi ve yaratanın hükmünü ve kudretini
düşünmeyip de dünyayı ahirete tercih eden gafiller hâlâ önünü sonunu
görmek ve sonunda hoşnut olacağı faydalı ameller yolunu aramak ve
gereği gibi faydalanmak için bakmazlar mı o her gün gözleri önünde
kullanıp durdukları, etinden, sütünden, yününden, derisinden, işinden
gücünden, türlü yararlarından istifade etmek için birçok sıkıntıya
soktukları deveye? Nasıl yaratılmış? Ne ilgi çekici bir yaratılışı var?
Birçok hayvanın yaratılışına benzemeyen iri cüssesi, son derece
kuvvetli olması, ilgi çekici şekli, başka hayvanların yetinmediği çok
az yem ve dikenli mikenli otlaklarla yetinerek ağır yüklerle uzun uzun
yolculuklara ve günlerce susuzluğa dayanan sabır ve sağlamlığı ve
oturup kalmaktaki durumu ve o kuvvet ve iriliğiyle beraber en zayıf bir
hayvandan, bir koyundan, bir eşekten daha ziyade ve hatta bir çocukla
bile yedilip güdülebilecek derecede itaat ve boyun eğme ile insanların
emrine verilerek hizmet ettirilmesi ve gittiği bir yolu birçok insandan
daha sağlam bir hafıza ile belleyip çıkarması ve kalınlığına rağmen
güzel sesle seslenildiğinde etkilenerek şevk ve neşe ile coşması gibi
halleri ne hayret verici şeylerdir. İnsan kendi zekasıyla bu şaşırtıcı
yaratılış arasındaki fark ve ilgiyi düşünür, o iri ilgi çekici hayvana
karşı kendi maddi kuvvetinin küçüklüğünü mukayese eder ve bununla
beraber kendinin onu hizmetinde kullanabilecek şekilde üstün olmasının
sırlarını ve bundan daha güzel istifade yollarını araştırırsa kuşku yok
ki herşeyden önce yüce yaratıcının yaratmasındaki hayret verici
durumları, kudretinin enginliğini ve her şeye bir özellik lütfeden
iradesindeki bu özelliği ve hepsini özel ilgi ve münasebetlerine göre
bir düzen ile yöneten emir ve hükmünü ve dolayısıyla insanların da ona
göre acı veya tatlı bir sona doğru yürümekte olduklarını anlaması ve o
yolda iman ve irfan ile ilerisi için şevkle çalışması gerekir. Allah
tarafından her varlığa ayrı ayrı verilen bu özelliklerin önemini ve
ilim ve irfan gibi manevî kuvvetlerin maddî kuvvetlere üstünlük ve
hakimiyetini açık bir misal ile anlatmak için insanların emrine verilen
devenin yaratılış niceliğini ilk bakış yeri edinmek herkes için en açık
ve en faydalı bir misal olduğunda şüphe yoktur. Gerçi fil daha büyüktür
ve onun yaratılışında da açık bir hayret verici durum vardır. Fakat o,
deve gibi temiz bir hayvan olmadıktan başka onun kadar göz önünde de
değil ve özellikle Arab'ın gözünden uzaktır. Deve ise Arab'ın başlıca
mallarındandır. Hele "dikenli ot"un zikredilmesinden sonra deveye bir
nazar (bakış) atmanın da başkaca bir münasebet ve hoşluğu vardır. Sonra
dolaşmak ve yolculuk etmek için deveye binen kimse boyundan çok yukarda
bir yüksekliğe çıkmış olur. Yukarı baktığı zaman üstünde göğü, sağa
sola baktığı zaman dağları, aşağıya baktığı zaman da yerkürenin
yüzeyini görür. Bu bakışlar ne kadar genişler, ne kadar derinleşirse
insanın, bulunduğu âlemi tanıması ve yüce Allah'ın yaratmasının,
gücünün ve nimetlerinin enginliği, geleceğin önemi ve yolunda ve doğru
yapılan çalışma ve gayretin kıymeti hakkındaki bilgisi de öyle genişler
ve derinleşir.
Ebu'l-Abbas
Müberred gibi bazıları da burada deveye bakıştan göğe bakışa geçmeği
uzak görerek birbirlerine bağlanan konular arasında daha uygun bir ilgi
düşünmek üzere "gök" karinesinden yararlanarak "ibil"den maksadın bulut
olduğu görüşüne varmıştır. "Keşşaf" yazarı der ki: Bunun maksadı "ibil"
kelimesinin ğamâm, müzn, rebâb, ğaym, ğayn ve benzeri bulut
isimlerinden olduğunu söylemek değil, birçok Arap şiirinde bulutun
deveye benzetilmiş olduğunu görerek burada da teşbih (benzetme) ve
mecaz yoluyla "ibil"den bulut kastedilmiş olmasını câiz görmek
olmalıdır. Fakat mecaza gerek yoktur. Deveye bakıştan göğe bakışa
geçirmek, özellikle vadilerinde, çöllerinde, uzak gezi ve
yolculuklarında özel olarak deveyi kullandıkları bilinen Araplar'ın
irşat edilmesi bakımından son derece doğal ve güzeldir. Deve en faydalı
malı olup da ona bakmamak, hayret verici yaratılışını düşünmemek nasıl
büyük gaflet ise deveye binip deha göğe bakmamak, yaratıcının kudret ve
ululuğunu düşünmeye dalmamak daha büyük gaflettir. Onun için buyruluyor
ki:
18.
Ve o göğe (gece gündüz görüp durdukları hayret verici göğe) bakmazlar
mı nasıl yükseltilmiş? Yukarı doğru yükselen hava boşluğu üstünde derin
bir şekilde uzayıp giden boyut içinde her biri bir yörüngede direksiz
dayanaksız yüzüp duran sayısız cisim ve yıldızlarıyla, o süsü ve
genişliğiyle bütün bakışları kaplayan o aşılmaz okyanusa nasıl bir
yükseklik verilmiş.
19.
Ve o dağlara yerden o göğe doğru başlarını
kaldırarak dikilip bakışları
sınırlayan ve türlü faydalarından yararlanılıp durulan dağlara
bakmazlar mı nasıl dikilmiş? Nasıl yerlere konulup yerleştirilmiş?
20.
Ve o yerküreye ve üzerinde yaşadıkları, altlarında kendilerine boyun
eğmiş ve zelil buldukları ve yarın içine gömülecekleri toprağa
bakmazlar mı nasıl düzlenmiş? O dağlar, vadilerle beraber ovalar,
denizler gibi düzlüklerden nasıl bir yüzey ile kaplanıp üzerinde
yaşanabilecek, gezi ve yolculuk yapılabilecek şekilde düzlenmiş,
döşenmiş; bu yüzey oluşuncaya kadar nasıl başkalaşım ve dönüşümler
vukua getirilmiş? Neler yıkılmış, neler yapılmış? Ne yaratışlar, ne
düzgün bir biçime koyuşlar, ne işler olmuş? Bugün ne duruma gelmiş?
Yarın neler olma ihtimali var? Kısacası nasıl ve ne gibi bir âlemde
bulunuyorlar? Ne olmuş, ne olacaklar? Bütün bunlara, düşünme ve ibret
gözüyle bakıp da yaratanın gücünü, Kıyamet haberinin ifade ettiği
öldükten sonra dirilme ve toplanmanın, ceza ve mükâfatın hak olduğunu,
gösterdiği gayretten hoşnut olmak için hak yolunda çalışmanın
gerekliliğini düşünmezler mi?
Görülüyor
ki bu bakış, âlemin yeri ve göğü ile hepsine bakmak demektir. Bununla
beraber yerin bir parçasından başlayıp gökten ve dağlardan dolaşarak
neticede yerküre yüzeyinin nasıl olduğunu tetkike getirilmiştir. Zira
"Size belli bir zamana kadar yeryüzünde yerleşme ve oradan faydalanma
vardır. Orada yaşayacak, orada ölecek ve tekrar oradan
çıkarılacaksınız, dedi."(A'râf, 7/24-25) buyrulduğu üzere yeryüzü
insanlar için bir zamana kadar hayattan nasip alınacak bir yurttur.
Onda yaşanacak, onda ölünecek, ondan çıkarılıp mahşerde toplanarak
ahirete gidilecektir. Onun için bulunduğu yurdu ileri geri sınırlarıyla
ve niteliğiyle tanıyıp "Şimdi yeryüzünde bir gezin de peygamberleri
yalanlayanların sonu ne olmuş, görün."(Nahl, 16/36) âyetinin mânâsınca
sonucu anlamak ve ona göre hayatını cahilce ve boş şeylerle geçirmeyip
iman ve irfan ile güzel amellere çalışmak gerektiğine dikkat
çekilmiştir. Şu da çok dikkate değer bir husustur ki burada bu
nasıllıkların detayına girilmemiş, sadece yaratma, yükseltme, dikme ve
düzleme niteliklerine topluca bir tetkik bakışı atılmıştır. Demek ki
bunlar şu görünen âlemde bizzat var olan şeyler olduğu için ayrıntısı
insanların soyut araştırma ve inceleme bakışlarıyla bilinebilecek
ilimler ve akli bilgilerin konusuna giren şeylerdendir. Demek ki
bunlara güzel bir bakış atmak, yüce Allah tarafından istenen bir
şeydir. Bu bakış ve tecrübe ile edinebileceğimiz bilgilerin, Allah'ı
bilebilmek için özel bir önemi vardır. Kur'ân'ın birçok yerinde
özellikle hatırlatılan bu gibi oluşumla ilgili maddi deliller
yaratılışta bizzat mevcut bulunduğu için böyle topluca yapılan ilâhî
işaretlere "hatırlatma" adı verilmiştir. Çünkü bunlar aklî ve tecrübeye
dayanan inceleme ve araştırmalarla bilinebilecek şeyler olduğu için
bilgi sebepleri aslında akıllarda yaratılıştan vardır. Bu suretle
burada zooloji, astronomi, coğrafya, jeoloji ve tabii tarih denilen
aklî ve deneysel ilimlerin faydalarına ve müslümanların bunlarla da
meşgul olmaları gerektiğine ve ancak bunları bilgi gayesi saymayıp
yaratıcının nasıl tasarrufta bulunduğuna bakarak onun âyet ve
kanunlarının gücünü tanımak ve kâfirlerin batıl ve yanlış inançlarını
reddederek ahiret hayatı için dünya hayatından nasip almak üzere vazife
yollarını anlayıp ortaya çıkarmaya vasıta gibi kabul etmek hususlarına
bir işaret vardır. Gerçekte yerküreyi, yerkürenin hallerini ve onun
üzerinde yaşama kaidelerini en iyi bilenler ve bilgileri oranında iyi
çalışan milletler diğerlerine üstünlük sağlayagelmişler; içinde
bulundukları dünya hayatını ve dünyanın boş ve aldatıcı lezzetlerini en
son gaye edinip de onunla kalmak isteyen tembel, boş ve değersiz
şeylerle uğraşan uluslar veya nereye gittiğini bilmeyerek cahilce bir
hırs ve çılgınlıkla etrafına saldıran hırçın kavimler yenilmiş ve
perişan olagelmişlerdir. Dünya hayatını tercih edenler de etmeyenler de
nasıl olsa bu hayattan çıkıp gitmişler ve ancak iman, irfan, ihlas ve
kesin inançla ahiret için çalışan ve güzel amellerle hakka kavuşanlar
sonsuz mutluluk ve bahtiyarlığı kazanmışlardır. Kuşku yok ki bu bakış
toptan da, ayrıntılı da olabilir. Toplu bakış bu âyetlerle anlatılmış,
ayrıntısı da bakışlarımızın gözlem yoluyla keşif ve tetkikine havale
edilmiş, hala bakmayanlar "hâlâ bakmazlar mı?" diye kınanmıştır.
21.
Bunun üzerine buyruluyor ki: o halde hatırlat, yani
hâlâ bakmıyorlar,
bunlara bakıp düşünmüyorlarsa sen onlara vaaz ve öğüt vererek hatırlat,
bakmalarının gereğini veya o bakışın neticelerini duyur ve bildir.
Hatırlatma ile yetin de daha fazla zorlama, zorla düşündüreceğim diye
uğraşma çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sadece durumu onlara
iletmeye ve hatırlatmaya memur bir nasihatçı, bir öğütçüsün.
22.
Üzerlerine bela olmuş bir zorba değilsin, zorla baktırıp düşündürecek,
her istediğin şeyi yaptıracak, kalplerine hükmedip dilediğin gibi iman
etmelerini sağlayacak değilsin. "Doğrusu sen sevdiğine hidayet
veremezsin."(Kasas, 28/56).
23.
Ancak her kim aksine gidip inkâr ederse, yani öğüt ve hatırlatmayı
dinlemez ve bu irşada karşı nankörlük ederek küfürde israr ederse.
24.
Bundan dolayı Allah onu en büyük azap ile cezalandıracaktır ki, en
büyük azap ahiret azabıdır. "Ahiret azabı, elbette daha büyüktür."
(Zümer, 39/26) Ona bazan dünya azabı dahi katılırsa da o, ahiret
azabına oranla küçük kalır.
25.
Herhalde onların dönüşleri nihayet bizedir, ne kadar yüz çevirseler, ne
kadar kaçmaya çalışsalar neticede dönüp bize geleceklerdir.
26.
Sonra da hesaplarını görmek muhakkak bize aittir. Yani hesaplarını
başkası değil, Allah görecek, Allah'a hesap vereceklerdir. Dolayısıyla
o en büyük azaptan kurtulmalarına imkan ve ihtimal yoktur.
Şimdi
bu sûrede zikredilen inceleme bakışlarının ibret özetini biraz açmak
suretiyle Allah'a dönüş akibetinin bir izahı, akışı içinde zaman
değişikliklerine dikkati çekerek başlayan "Ve'l-Fecr" Sûresi
gelecektir.
|
|