|
Elmalı
Tefsiri
1-4- İfadesi
güzel, parlak kitap, açıkça ortaya koyup açıklayan kitap ki, kastedilen
Kur'ân'dır. Levh-i Mahfûz, diyenler de vardır. Tilavetle okuyacağız.
TİLAVET: Takip
etmek, arkasına düşmektir. Râgıb'ın açıklamasına göre özellikle Allah
Teâlâ'nın indirilmiş kitaplarını ya okumak veya içindeki emir ve
yasağı, teşvik ve sakındırmayı dikkatle takip etmektir. Demek ki
tilavet okumaktan bir yönden daha özeldir. Burada ise Cebrail aracılığı
ile okumak ve indirmekten mecazdır. Onlardan bir zümreyi ki,
İsrailoğullarıdır. Deniliyor ki, kahinin birisi Firavun'a şöyle demiş:
İsmail oğullarında bir çocuk doğacak, senin devletin onun eliyle
gidecek. Çünkü o cidden bozgunculardandı. Bir maksadı için yeryüzünü
bozguna uğratmaktan çekinmezdi.
5-6- Onun
için
bu kadar günahsız çocukları, peygamberlerin çocuklarını kesiyor,
kızları erkeksiz bırakarak dilediği gibi kullanmak istiyor. "Firavun ve
Hâmân'a gösterelim" yani korktukları şeyi başlarına getirelim, İsrail
oğulları sebebiyle devletlerinin sona ermesini, kendilerinin yok
olmasını görsünler. Hâmân, Firavun'un veziridir. Hem onları önderler
yapalım, yani din ve dünyada öncül kendilerine uyulur imamlar. Hem de
onları o varisler yapalım, yani "Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi de,
içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına, batı taraflarına
mirasçı kıldık. Rabbinin İsrail oğullarına verdiği güzel söz,
sabırlarına karşılık yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta
olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helak ettik" (A'râf, 7/137)
âyetinde açıklanan varisler
7-9-
"Musa'nın
annesine vahyettik..." Bu vahyin peygamberlik vahyi değil, ilham veya
rüya demek olduğunu söylüyorlar. Demek ki ilham, kelâmcıların dediği
gibi genel için ilim sebeplerinden olmamakla beraber, sahibi için ameli
gerektirecek bir kuvvet olabilir. Bundan dolayı burada "Çünkü biz sana
onu geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız." ilâhî vaadi
tahkik sigası ile kesinlik de ifade etmektedir. Hem bir annenin
yavrusunu emzirmek doğal duygusu kadar kuvvetli bir kesinlik. Şu halde
peygamberin peygamberliği değilse de velilerin kerameti çeşidinden
olduğunda şüphe yoktur. Anlaşılıyor ki bu ilham, Musa doğduktan sonra
olmuş ve biraz emzirilmiş, bu emzirme müddeti üç ay denilmiştir. Nil,
"hatâ"dan değil "hatîe" dendir. Çünkü kelime "hatâ"dan olsaydı
"muhtiîn" denilirdi. Bu âyet "Kendilerine bir düşman ve bir tasa olması
için" hikmetinin sebebini açıklamaktır. Yani cani oldukları için Allah
tarafından o şekilde imtihan olacaklardı. Yoksa caniler onu
bırakmazlardı.
10-13-
Musa'nın
anasının da kalbi yani gönlü bomboş sabahı etti. Bunun açıkça ifadesi,
ne olup bittiğinden hiçbir haber almayarak şaşkınlık ve tasadan gönlüne
hiçbir şey girmiyor, aklı sıfıra inmiş bir halde, demektir. Az daha onu
meydana çıkaracaktı, telaş ve acele ile haber alacağım diye, yaptığını
sezdirecek Musa'yı ele verecekti. Onun, yani Musa'nın kız kardeşine
kardeşinin izini takip et, ne olduğundan bir haber al, demişti.
Türkçede
müzekker ve müennes zamiri ayrılmadığından Türkçede "kızkardeşine"
denilince annesinin kız kardeşine denilmiş gibi anlaşılıyor. Halbuki
değil dir. Şu halde görünen "kendi kızına" denilmesi iken "Musa'nın
kızkardeşi" denilmesi şefkatin özellikle vurgulanması bakımından daha
beliğ olmuştur. Yani kendi kızı olduğu için değil. Musa'nın kızkardeşi
olduğu için takibini istemişti. O da onu uzaktan gözledi ve gördü
onlar, yani Firavun ailesi, farkında değillerdi, gözettiğinin veya
kızkardeşi olduğunun farkına varmıyorlardı.
22-28-
"Medyen",
yukarda geçtiği üzere Şuayb (a.s)'ın memleketidir.
VÜRÛD, suya
gitmek, SUDÛR, sudan dönmek olduğu gibi, ISDAR da hayvanları sudan
çekip götürmektir.
RİÂ': Raî'nin
çoğulu, çobanlar, ZEVD: Engel olmak ve geri çekmek; yani diğerleri
sularken, bu ikisi hayvanlarını sakındırıp duruyorlar. Burada iki mânâ
vardır: Birisi harfi, "fakir" kelimesinin sılası ve fiili muzari
mânâsına olmak üzere "Yarab her ne hayır indirirsen muhtacım" demektir.
Birisi de harfi illet için olmak üzere "Yarabbi! Hakkımda hayır olmak
üzere başıma getirdiğin bu kadar olaylardan dolayı bir fakir oldum, çok
muhtacım" demektir ki, bu mânâ daha uygundur.
29- "Musa
süreyi
tamamladı". İlk bakışta hangi müddeti ödediği belli olmuyor gibi ise de
düşünülünce fazlasını ödediği, yani on yıl çalışma müddetini
tamamladığı ve hiçbir müddeti kalmadığı anlaşılır. Çünkü cömert olan
sözünü yerine getirir, bu husustaki kaynaklar da buna işaret
etmektedir. Hatta bazılarına göre on sene daha fazla kaldığı rivayet
edilmiştir.
Ve ailesiyle
yürüdü, yola çıktı, nereye gidiyordu? Bu açıklanmıyor, bazıları Mısır'a
demişler ve fakat "Beni hemen öldürmelerinden korkarım." demesi buna
aykırı görünür. Bazıları da Kudüs'e demişler ki daha doğru ve daha
uygun görünür. Tûr tarafından yani dağ yönünden bir ateş hissetti,
gördü. Dikkat edilirse bu ifade son derece basit ve açık görünmekle
beraber, işaret ettiği şeylerde açıklamalara sığmayacak bir çok
derinlikler vardır. Mesela "if'âl" babından veya "mufâale" babından
olması mümkün olan bir his ve duygu ifade etmekle birlikte, kaba bir
duygunun değil, yakınlık ifade eden derin ve insanî bir ince duygunun
ifadesidir. Nitekim "Eğer onlarda bir olgunlaşma hissedip görürseniz"
(Nisa, 4/6) âyetindeki "olgunluk görmek" de derin bir duygudur.
Şüphesiz "ehasse" denilmeyip de "ânese" denilmesi, özel bir incelik
taşımaktadır. Bunu ancak zevk takdir eder kelimesindeki tenvinin
belirsizliğindeki gariplik ve acaiplik de öyledir. Belki ondan size bir
haber getiririm. Demek ki yolda, bir haber almaya muhtaç sıkıntılı bir
durumda bulunuyorlardı, bunu şu rivayetlerle açıklamışlardır:
1- Kış
mevsiminde ailesiyle, malıyla çıkmış ve Şam melikinden korkarak ana
yoldan başka bir yol tutmuştu, karısı hamileydi. Çölde gidiyor,
yollarını bilmiyorlardı, bu yürüyüş onu soğuk karanlık bir karlı bir
gecede Tûr'un sağına, batı tarafına götürmüştü.
2- Hanımına
gösterdiği titizlikten geceleyin arkadaşları ile buluşur, gündüz
onlardan ayrılırdı. Bir gün yolu şaşırdı, gece geldi çattı. Derken
hanımının doğum sancıları tuttu. Çakmağını çaktı ateş almadı, bir de
baktı uzaktan bir ateş parlıyor; işte o vakit "Durun, dedi, ben bir
ateş hissettim, belki ondan size bir haber getiririm yahut ateşten bir
parça..."
30- Derken
oraya
varınca nida olunup seslenildi vâdinin sağ kıyısından. Musa'ya göre sağ
veya "eymen" sözünün bir diğer mânâsıyla, vâdinin en uygun kıyısındaki.
"Sağdan itibaren" ifadesine göre, işaretle sağ demek olur. O mübarek
buk'ada.
BUK'A: Yanındaki
araziden bir başka türlü olan arazi parçası demektir.
Mübarek olması,
Allah Teâlâ'nın özellikle âyet ve nurlarının orada ortaya çıkmış
olması, yani peygamberliğin ve Allah ile konuşmanın burada meydana
gelmiş olması sebebiyledir. Ağaçtan seslenildi. Bu ağacı bazıları Unnab
kına; bazıları semüre, deve dikeni cinsinden bir çöl ağacı; bazıları
avsec, yani sincan dikeni veya Musa ağacı denilen dikenli bir ağaç;
bazıları da ulleyk, yani sarmaşık veya böğürtlen diye rivayet
etmişlerdir. Alûsî diyor ki: Bu günkü Tevrat'ta bahsedilen de
Ulleyka'dır. Bu ibaresi den bedel-i iştimaldir. Ağaç seslendi değil,
ağaçtan seslenildi şöyle diye:
Ya Musa! Hakikat
ben'im, ben âlemlerin Rabbı Allah. Tâhâ Sûresi'nde "Ey Musa muhakkak
ben, senin Rabbinim" (Tâhâ, 19/12) diye seslenildi, Neml Sûresi'nde de
"Ateşin bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır!
Âlemlerin Rabbi olan Allah, eksiklerden münezzehtir!" (Neml, 27/8) diye
seslenildi, diye geçmişti. İmam Fahreddin Razî bu farkların sebebini
anlatmak için der ki: "Bunların arasında zıtlık yoktur. Allah Teâlâ
hepsini anlatmış, fakat her sûrede o seslenmenin bir kısmını
nakletmiştir." Kâdî ve Ebu's-Suûd da "Fark yalnız sözdedir, asıl
kastedilen mânâda farklılık ve zıtlık yoktur" demişler; bu ise Kur'ân
yalnız mânâyı hikaye etmiş demek olacağından "nidâ" (seslenme)nin bir
söz ve ses değil, yalnız bir mânâdan ibaret olduğunu zannettirebileceği
gibi, kıssanın üç sûrede tekrar edilmesinin sebebini de açıklamıyor.
Halbuki her birinde kıssa, sadece bir tekrardan ibaret olmayıp
diğerlerinde söylenmeyen bir yönüyle açıklanmış olduğundan Razi'nin
dediği gibi "nida" (seslenme)nin içinde bulundurduğu ifade de budur.
Hepsinin ortaya çıkardığı gerçek Musa (a.s)'nın bir sözü, söz olarak
işitmiş olmasıdır.
Burada Mûtezile
demişlerdir ki açıkça gösteriyor ki, Musa (a.s) seslenmeyi ağaçtan
işitmiştir. Ve bu seslenme ile konuşan da Allah Teâlâdır. Halbuki, yüce
Allah bir cisimde olmaktan münezzehtir. Demek ki, yüce Allah'ın
konuşması, ancak bir cisimde söz yaratmaktır. Buna karşı kelâm
sıfatının ezelî olduğunu kabul eden Ebu Mansur Matüridî ve
Maveraünnehir Türk âlimleri derler ki: "Allah Teâlâ'nın zatı ile ezelî
olan kelâm-ı kadîm, işitilmez, işitilen ancak ses ve harflerdir. Ve
işte ağaçta yaratılan ve ondan işitilen, odur.
Ebü'l-Hasen-i
Eş'arî de demiştir ki: "Cisim ve araz olmayan zatının görülmesi mümkün
olduğu gibi, harf ve ses olmayan ilâhî kelâmının da işitilmesi
mümkündür." İmam Gazali de, bunu desteklemiştir. Sofiyye'den bazıları
da demiştir ki; ses ile söylenen sözü işitti ve bu, yüce Allah'ın
hikmeti gereğince, dilediği şekillerden birinde görünmesinden sonra
oldu. Öyle ki, her türlü mekan, zaman ve eksikliklerden beri olan Allah
Teâlâ görünmesine rağmen, yine kendi zatî hali üzere, hatta bu kayıttan
bile uzak olarak bakî ve ebedî idi. Sahih hadiste rivayet edildiğine
göre, Allah Teâlâ, kıyamet gününde kullarına bir surette görünecek, ben
Rabbinizim, diyecek de tanımayacaklar, sonra diğer bir surette
görünecek o zaman tanıyacaklar. Eğer o zaman böyle görünse idi, daha
sonra mikatta "Bana (kendini) göster, göreyim" (A'râf, 7/143) dileğine
ihtiyaç duymaz veya "Sen beni asla göremezsin" (A'râf, 7/143) kelâmı
ile karşılanmaz veya "Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti,
Musa da baygın düştü" (A'râf, 7/143) tecellisi daha o zaman olmuş
olurdu.
Hasan-ı Basrî
Hazretleri, Musa (a.s)'ya vahiy seslenmesi ile seslenildi "Vahyedilene
kulak ver" (Tâhâ, 20/13) âyeti buna delildir, demiş; âlimlerin
çoğunluğu buna razı olmamış. Allah Teâlâ ona vasıtasız söz söyledi,
buna delil, "Ve Allah, Musa ile gerçekten konuştu" (Nisâ, 4/164)
âyetidir. Zira vahiy olsaydı, peygamberler arasında "kelim"ismi, Hz.
Musa'ya özellikle verilmezdi. "Festemi' limâ yuha" da vahiy ile değil,
açık söz ile söylenmiştir, demişlerdir. Fakat burada "Allah bir insanla
ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi
gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, Hakim'dir." (Şûrâ,
42/51) âyetini unutmamak gerekir. Çünkü diğer müfessirler de Musa'ya
olan konuşmanın "illa vahyen" kısmında dahil olduğunu söylemişlerdir.
Şu halde Hasan-ı Basrî Hazretlerinin maksadının bu olması gerekir.
Çünkü bu âyette vahiy, elçi göndermek suretiyle vahye karşılık
söylendiğinden vasıtasız vahiy demektir. Bu da yalnız mânânın kalbe
verilmesiyle olabileceği gibi, lafzın verilmesiye de olabilir ve
Musa'ya da böyle olmuştur.
31-
Üzerine
atfolundu, yani bir de şöyle seslenildi: Bırak o asânı. Bu gibi
"fâ"lara "fasîha" denilir, hal delaletiyle hazfolunmuş cümleleri haber
verir ki: "Bunun üzerine bıraktı, bırakınca sanki bir yılan imiş gibi
oynamaya başladı, öyle oynuyor görünce" demektir.
"Ey Musa!
Yaklaş, korkma. Çünkü sen gönderilen peygamberlerdensin." Bu cümlede
bir "kavl" takdir edilmiştir. Yani böyle denildi. Çünkü Neml Sûresi'nde
geçtiği üzere "(Korkma) çünkü benim huzurumda peygamberler korkmaz"
(Neml, 27/10) buyurulmuştur. Ceyb aslında gömleğin, cübbenin baş
tarafındaki açıklığa denir ki, koyun dediğimiz yaka açığıdır.
Bildiğimiz ceb için kullanılması daha sonra olmuştur.
32-35-
Korkudan
açılan kollarını kendine çek. Cenah'tan kastedilen iki koldur. Bu emir,
iki mânâ'ya işaret eder: Birincisi, bu yerde muhabbet ve sevgiden
korkup kaçma da kollarını kavuşturup emre hazır ol. İkincisi; herhangi
bir korku durumundan da kaçma, etrafını derle topla, cesaret göster
demektir. İşte bu ikisi, asâ ile beyaz el ki, birisi korkutur, birisi
aydınlatır ve teşvik eder. Ve sizin için bir kudret ve saltanat
vereceğiz. Yani büyük bir sataşma ve galibiyet kuvveti vereceğiz de
ikinize de erişemeyecekler. Ne el uzatabilecekler, ne de manen ve
maddeten, ilim ve delil yönünden derecenize ulaşabilecekler...
Âyetlerimiz
hakkı için, mucizelerimiz, bilhassa o iki mucize sayesinde siz ve size
tabi olan galip geleceksiniz. Demek yalnız kendileri değil, kendilerine
uyanlar da galip gelecekler.
36- Bu
dediler,
yani senin âyet diye getirdiğin başka değil uydurma bir sihir, yani
eskiden bilinmeyip yeni icad olunmuş bir sihir veya hiç aslı esası
olmayıp yalnız göz boyama kabilinden olan bir sihir veya Allah'a iftira
edilen bir sihir ki şimdiye kadar içimizde görülmediği gibi biz bunu,
böyle bir sihri veya bu davayı eski atalarımızdan da işitmedik. Demek
ki yeni muvaffakıyetler yeni âyetlerle meydana geliyor, gerçekten
faydalı olan şeyleri eskiden yoktur diye reddedenler mahrum kalıyor.
37- Onun
için
onların, yeni çıkmış sihir demelerine karşı Musa da şöyle dedi: Rabbim
daha iyi bilir. Katından hidayetle gelen kim ve hayırlı akıbetin kimin
olacağını, yani bu dünya yurdunun sonunda hayırlı akıbet kimin olacak,
akıbetin iyisi de olur, kötüsü de nitekim; "Sonunda... akıbetleri pek
fena oldu" (Rûm, 30/10) buyurulmuştur. Fakat çoğunlukla "(En güzel)
akıbet, takva sahiplerinindir." (Kasas, 28/83) gibi ile kullanıldığı
zaman hayırlısı demek olur. Burada da kaydıyla hayra iyiliğe işaret
olunmuştur. Muhakkak ki bu zalimler felah bulmaz, zulüm ve haksızlık
edenler murada eremez, Hakk'ın âyetlerini, delillerini uydurma sihirdir
diye reddedenlerin haksız zalimler olduğunda ise şüphe yoktur.
38-
Firavun ise,
bak ne zalim! Cemiyetini toplayıp da dedi ki: Ey millet, ey şu gözler
dolduran topluluk, ben sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum. Çok
iyi bilir ki, şu mahlukatı yaratan kendisi değildir, kendisini de bir
yaratan vardır. Fakat uluhiyetin yalnız Allah'ın olduğunu tanımıyor.
Yaratmak ve yaratıcılık kavramlarına haksızlık ediyor, hukuk ve hukuk
koyuculuğu kendi koyarmış ve kendi dilediği gibi yaparmış, ne isterse o
olurmuş, hükmünü ve idaresini bozacak üst bir makam ve kuvvet yokmuş
gibi gösteriyor. Bu sebepten insanlar, onun idaresine boyun eğmekten
başka bir şey tanımasın, hep onu sevsin, hep ondan korksun, hep ona kul
olsun, ona tapsın istiyor, hem mabudluk iddia ediyor, hem de sizin için
benden başka bir ilâh bilmiyorum diyor. İlk önce yoktur demiyor,
bilmiyorum diye insaflı görünmek istiyor. Göklerin ve yerin Rabbi sanki
gökyüzünü araştırmakla görünmesi gereken bir cisim ve bir cismi varmış
gibi zannettirerek halka karşı ilim ve fen yolunda bir oyun ve tuzak
yapmak üzere de diyor ki: Ey Hâmân! Haydi benim için çamur üzerine bir
ateş yak, tuğla pişir demeyip bu sözü kullanması, kerpiçi pişirip tuğla
yapmayı ilk defa Firavun düşünmüş olduğundan bu şekilde sanatı öğretmiş
olduğu söyleniyor. Hem bana bir kule yap, gökyüzünü araştıracak bir
rasat kulesi yap. Belki çıkar Musa'nın ilâhını öğrenmiş olurum, ama
sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir. Yani âlemlerin Rabbı
tarafından peygamberlik davasında yalancı olduğunu zannediyor ise de
her ihtimale karşı sanki ilim ve irfan içerisinde bilfiil araştırma
yaparak o yalanı meydana çıkaracak ve eğer onun ilâhını bulursa, sanki
onun da hakkından gelecekmiş gibi görünmek istiyor. Bazıları bunun
sadece laftan ibaret kaldığını ve öyle bir kule ile göğe çıkmanın akla
ters düştüğünü söylemişlerse de, diğer taraftan böyle bir kulenin
yapılıp yıkıldığını nakletmişlerdir.
39- O ve
askerleri haksız yere büyüklük taslamak istedi. Bilmiyorum demekle
kalmadı. Şuarâ Sûresi'nde geçtiği üzere "Benden başkasını tanrı
edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim" (26/19)
dedi. Nâziât Sûresi'nde de geleceği üzere etrafındakileri toplayıp "Ben
sizin en yüce rabbinizim" (79/24) diye bağırdı. Ve gerçekten bize
döndürülmeyeceklerini sandılar.
40- Biz de
onu
ve ordularını yakalayıp da denize atıverdik. Şimdi bir bak zalimlerin
sonu nice oldu!
41- Biz
onları
öyle öncüller, öyle başkumandanlar yaptık ki ateşe çağırırlar,
cehenneme götürecek iş ve hareketlere davet ederler de kıyamet günü
yardım görmezler
42- hem bu
dünyada arkalarına bir lanet taktık. Allah'ın, meleklerin ve insanların
lanetlerini hem de kıyamet günü onlar, o çirkin, o nefret edilmiş ve o
kovulmuşlardandırlar. Çünkü tekebbür yalnız Allah Teâlâ'nın hakkıdır.
Bir kudsî hadiste "Kibriya benim ridam, azamet izarımdır; her kim
bunlardan birisinde benimle çekişirse, ben onu ateşe koyarım"
buyurulmuştur. Onun için, ondan başkasının kibirlenmesi, haksız ve boş
yere kibirlenmedir.
Gelelim kıssadan
hisseye:
43-
Andolsun biz
Musa'ya o kitabı, yani Tevrat'ı verdik. İlk nesilleri yok ettikten
sonra. Demek ki, Kur'ân lisanında birinci nesil Firavun'un helaki ile
sona eriyor. Ve işte Tâhâ Sûresi'nde Firavun'un "Öyle ise önceki
milletlerin hali ne olacak!" (Tâhâ, 20/51) sorusuna "Musa, onlar
hakkındaki bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim ne
yanılır, ne de unutur" (Tâhâ, 20/52) cevabının mânâsının bu olduğu,
buradan anlaşılıyor. Firavun'un yok olmasından veya Tevrat'ın
indirilmesinden İslâm'ın doğuşuna kadar "Kurûn-ı vustâ (orta nesiller)
oluyor. İslâm'ın doğuşu ile de ahir zaman, yani "Kurûn-ı uhra" (son
nesiller) başlıyor. Demek ki, Hz. Musa'nın peygamber olarak
gönderilmesi ile birinci nesiller kapanıp orta nesiller açıldığı gibi,
Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesi ile orta nesillere son
verilip son nesiller başlıyor. Ancak Hz. Musa'nın peygamberliğinden
Firavun'un suda boğulmasına kadar olan zaman ilk nesillere dahil
edildiği gibi, Hz. Muhammed'in hicretine kadar olan müddet de orta
nesillere dahil edilerek İslâm tarihi Hicret'ten başlamıştır.
İşte Tevrat'ı
birinci nesillerin helakınden sonra insanlar için apaçık deliller
hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere verdik olur ki, düşünür, öğüt
alırlar, diye. Önceki nesillerin halini düşünür, ibret alırlar da
Firavun ve askerleri gibi zulüm, haksızlık etmezler, ateşe girmezler,
diye. Bu şekilde Tevrat'ın indiriliş hikmetini açıkladıktan sonra,
Kur'ân'ın indiriliş hikmeti ile Muhammed (s.a.v)in peygamberliğini
anlatmak için buyuruluyor ki:
44- Sen
ise batı
tarafında, o dağın batı yakasında Musa'nın levhaları aldığı mikat
yerinde değildin. Musa'ya o emrimizi vahyettiğimiz sırada, yani o vahiy
ve Tevrat ile hüküm verip peygamberliği işini sağlamlaştırdığımız
zaman, Musa'nın yanında olmadığın gibi şahidlerden de, görenlerden de
değildin. O zaman o sırada hazır mevcutlardan da değildin.
45- Ve
fakat biz
nice nesiller var ettik, birinci nesillerin helakinden sonra Tevrat'ın
hidayet coşkunluğu ile orta nesiller meydana geldi. Onların üzerinden
uzun zamanlar geçti. Zamanın geçmesiyle kocadılar, şaşkınlaştılar, o
neşe köreldi. O iman dinçliği, o amel kudreti kalmadı, kalpler
katılaştı, din duygusu söndü, çeşit çeşit bid'atlar, ihtilaflar,
bozmalar ile şeriat ve hükümler bozuldu, özellikle sonlarına doğru
günah ve uyuşukluk çoğaldı. Bundan dolayı ilâhî hikmet gereği yeni bir
ruh ile, yeni bir hukuk gerekti. Musa'nın hissettiği o ateşi yeniden
duyurmak, Allah sevgisi ile yeni bir hayat istek ve arzusu vermek için
yeni bir kitap, yeni bir peygamberle haberleri ve hükümleri yenilemek
gerekti; bu sebeple, sana vahiy gönderip bunları bildirdik. Tevrat,
orta nesilleri aydınlatmak için verildiği gibi, bu şekilde Kur'ân da
orta nesillerin uyuşukluğuna son verip yeni nesilleri aydınlatmak için
gönderildi.
Fıkıhta "ezmanın
teğayyürü ile ahkamın teğayyürü inkâr olunamaz" (Zamanın değişmesi ile
hükümlerin değişmesi inkâr edilemez) kaidesinin bir aslı demek olan bu
veciz âyet, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamber olarak gönderilmesinin
bir sırrını ve hikmetini göstermekte ve Kur'ân'ın her zaman hakim
olabilmesinin esas yönünü anlatmaktadır ki, uzun zaman geçerek eskimiş
olan insan toplumunu ilâhî bir emir olan bir doğuş "son bir doğuş" ile
yenilemek kanunu, bunun doğruluğunu ispat eden Hadid Sûresi'nde gelecek
olan "İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen gerçek için
kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha
önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden
uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış
kimselerdir. Bilin ki Allah ölümünden sonra yeryüzünü canlandırıyor.
Aklınız ersin diye gerçekten, size âyetleri açıkladık." (Hadîd,
57/16-17) âyetidir. "Allah Teâlâ bu ümmete muhakkak her yüz sene
başında dinini yenileyecek kimse gönderir." mânâsındaki hadis-i şerif
dahi asırdan asra bu âyetlerin tatbikatına teşvik edici ilâhî bir
vaaddir. Bunun ilmî ve âmelî iki yönü vardır:
İlmî yönünü
Kur'ân'da, amelî yönünü de Resulullah'ın sünneti ile ümmetin yaşadığı
tarih içerisinde aramalıdır. "Âlimler peygamberlerin varisleridir"
Hadis-i Şerifinin mânâsı da bu şekilde ortaya çıkar. Fakat dini
yenilemek, dinde aslı olmayan bid'at meydana getirmek, demek olmadığını
unutmamalıdır. Asılsız bid'atlar, hevadır, toplumu gençleştirmez bozar,
ihtilafa düşürür, sapıtır. Hadis-i Nebevide buyurulduğu gibi "her
bid'at dalalettir, her dalalet ateştedir." Bu açıklamadan anlaşılır ki,
burada Peygamberin ilmindeki üstünlüğü anlatmak için getirilen bu
âyette ince ve apaçık bir icaz vardır. Sebep zikredilmiş nail
olunmasının asıl hedefi olan müsebbeb, hazfedilip sonra "aksine biz
başka Peygamberler göndermiştik" diye anlatılmıştır. Asıl mânâ da
şudur: "Sen ne orada, ne o zamanda hazır değildin ki, onları, bilesin,
fakat biz vahiy ile Peygamberlik verdik de bildin, sebebi de zaman
uzamakla orta nesiller eskimiş, dinler bozulmuş olduğundan, yenilemek
için yeni bir peygamberin gönderilmesi gerekmiş olmasıdır. Burada şöyle
bir soru akla gelebilir. Hazır ve şahid değil ise başkalarından
öğrenmiş olamaz mı? buna cevap olarak buyuruluyor ki:
Sen Medyen halkı
içerisinde bulunup âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değildin,
burada Medyen halkı "zikri hâs, irade-i âmm" kabilindendir. Maksat hiç
kimseden okuyup öğrenmedin, demektir. Bunun bu şekilde söylenmesi Musa
ile mukayeseye bir işaret olması içindir. Yani Musa'nın Medyen'e
gittiği ve orada, eğleştiği bilinmekte. O, orada bir talim görmüş
olabilir, fakat sen öyle de değilsin. Bulunduğun yerde kimseden okuyup
öğrenmediğin herkesce bilinmekle beraber, onun Medyen'e gidip eğleştiği
gibi, dışarda kalıp ders almadığın da bilinmektedir. Fakat peygamberlik
verip gönderen biz olduk.
46- Hem o
seslenmeyi, yani "Ey Musa, ben bil ki âlemlerin Rabbiyim! Ve asânı at".
seslenmesini yaptığımız vakit de Tûr'un yanında değildin. Fakat
Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin ki senden önce kendilerine bir
uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için gerek ki düşünürler,
nasihat dinlerler, akıllarını başlarına alırlar diye.
Bu kavimden
maksat Arab'dır deniliyor. Gerçi Arab'a daha önceleri Hz. İsmail
gelmişti. Fakat o Musa'dan önce evvelki nesillere aittir. Söz ise orta
nesillerdedir. Orta nesiller zamanında onlara hiçbir peygamber
gelmemiştir.
RAHMET, âlemler
için rahmet, olmakla beraber, korkutmaya bunlardan başlanılması,
şimdiye kadar kendilerine hiçbir korkutucu gönderilmemiş olmasından
dolayı, hepsinden daha çok merhamete layık olmalarındandır. Onun için
bu nokta şu âyette özellikle hatırlatılıyor.
47-48
"Bizzat
kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde derler
ki..." İşte sen bu hikmetlerle Musa'ya verilenden daha önemli bir kitap
ile rahmetin ta kendisi olarak gönderildiğin halde bu suretle
tarafımızdan kendilerine hak, o hak olan Kur'ân geldiği zaman, ders
almadılar da Musa'ya verilen gibisi verilse ya, dediler. Ya bundan öne
Musa'ya verileni inkâr etmediler de mi? İki sihir ortaya çıktı,
birbirlerine yardım ediyorlar, dediler. Tevrat'ı da Kur'ân'ı da
cazibesiyle insanı kandıran ve fakat aslı olmayan bir sihir saydılar.
Ve biz hiç birine inanmıyoruz dediler. Mekkeliler, yahudilere bir
bayramlarında içlerinden bir heyet gönderdiler, onlara Peygamber
efendimizden sordular, onlar da "Biz Tevrat'ta bütün vasıflarıyla
buluyoruz" dediler. İşte bu heyet dönüp yahudilerin söylediklerini
haber verdiği zaman, Mekke müşrikleri böyle dediler. İşte bu Kur'ân'ın
fesahat ve belagatine hayran olmakla beraber hak ve gerçek olduğuna
inanmayan kâfirler de öyle derler.
49- De ki!
Allah
katından bu ikisinden, yani Tevrat ve Kur'ân'dan daha doğru, daha
hidayete ulaştıran bir kitap getirin ben ona tabi olayım eğer
doğrularsanız. Bunların insan aldatmak için uydurulmuş bir sihir
oldukları iddiasında doğru iseniz, daha doğrusunu getirmeniz gerekir;
getirin bakalım, fakat ne mümkün. Allah tarafından Tevrat ve Kur'ân'dan
daha doğru yolu gösteren bir kitap getirilebilir mi?
50- Eğer
sana
cevap verip uymazlarsa, daha doğrusunu getiremezlerse -ki
getiremeyecekleri muhakkaktır.- artık bil ki, sırf hevalarına
uyuyorlar. Halbuki Allah'tan hiçbir delil olmaksızın yalnız heva ve
hevesine uyandan daha sapkın, daha şaşkın kim olabilir? Elbette Allah
zalimleri doğru yola çıkarmaz.
51- Onlara
sözü
uladık durduk, yani Kur'ân âyetlerini birbiri ardınca göndermeye devam
ettik ki düşüneler, dinleyip düşünüp de iman edeler diye.
52-54-
Bundan,
yani Kur'ân'dan önce kitap verdiklerimiz, yahudilerden içlerinde Ebu
Rifaa bulunan on kişi iman etmiş, kendilerine eziyet edilmişti. İncil
ehlinden kırk kişi Resulullah'a peygamberliğinden önce iman etmişlerdi;
otuz ikisi Cafer b. Ebu Talib ile beraber Habeşistan'dan gelmiş, sekizi
de Bahîra, Ebrehe, Eşref, Amir, Eymen, İdris, Nâfi' ve Temim Şam'dan
gelmişlerdi. Bu âyetin indirilmesine sebep bunlar olmuş ise de âyetin
mânâsının gelişine göre kitap ehlinden bütün iman edenleri içine
almaktadır. Buna onlar, haklarında sözü uladıklarımız değil de onlar
iman ediyorlar iki kere, biri önceden İslâmları biri de sonradan İslâm
oluşları üzerine kötülüğü iyilikle savarlar, günahları ibadet ve taat
ile giderirler, çünkü "Muhakkak ki iyilikler, kötülükleri giderir."
(Hûd, 11/114) âyeti açıktır. Peygamber efendimiz, Muaz (r.a)'a demiştir
ki, "Kötülüğün arkasından bir iyilik yap, onu mahveder." Bununla
beraber, ezayı, yumuşaklıkla; kötülüğü, iyilikle; şerri, hayır ile;
bilgisizliği ilim ile; öfkeyi, yutmakla; şirki "Allah'tan başka ilâh
olmadığına şehadet etmekle" diye de tefsir etmişlerdir. Dilimizde:
İyiliğe iyilik
her kişinin kârı (işi)
Kemliğe
(kötülüğe) iyilik er kişinin kârı (işi)
diye meşhur olan
söz de bu mânâyadır.
55- Sakat
söz,
Mücahid, eziyet ve sövmek demiş; Dahkâk, şirk demiş; İbnü Zeyd,
Resulullah''ın vasıflarını yahudilerin değiştirmesi demiştir. Ondan yüz
çevirirler "Boş bir şeye rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip
giderler" (Furkan, 25/72) âyetine uyarak vakar ile. Bizim amellerimiz
bize, sizin amelleriniz size, diye ateşkes anlaşması yaparlar. "Sizin
dininiz size, benim dinim bana." (Kâfirûn, 109/6) demek gibi. Bu selam,
hayır dileme selamı değil. "Kendini bilmez kimseler kendilerine laf
attıklarında (incitmeksizin) 'selam!' derler (geçerler)" (Furkan,
25/63) gibi veda selamıdır. Yani kavga etmeyelim, Allah'a ısmarladık,
yerindedir.
56-
Doğrusu sen
sevdiğine hidayet veremezsin. Burada hidayetten maksat yalnız sözle
iyiliğe sevk değil, bilfiil o yola eriştirmektir. Onun için "Şüphesiz
ki sen doğru yolu göstermektesin." (Şûrâ, 42/52) âyetine zıt olmaz. Bu
âyet evveline ve sonrasına bakarak Resulullah'ı teselli içindir. Çünkü
ilk önce merhamete layık görüldüğü için korkuttuğu, müslüman olmalarını
şiddetle istediği kavminin, yakından sevdiği hemşehrilerinin,
akrabasının, gelen hakka iman etmeyip bulundukları halde ısrar
etmeleri, Kur'ân'ı dinler dinlemez "Biz buna iman ettik, biz önceden de
müslümanlardan idik" diyen yabancıların aksine olarak peygamberlik
bereketinden mahrum kalmaları kendisini üzmüştü. Buharî, Müslim ve
diğer birçok hadis kitaplarında ve tefsirlerde bunun bilhassa Ebu Talib
sebebiyle indirildiği rivayet edilir. Bununla beraber, Fahreddin Razî,
bu âyetin görünüşünde Ebu Talib'in küfrüne bir delil olmadığını
özellikle hatırlatmıştır.
57-60-
Sözün
gelişine göre, indiriliş sebebi şu âyetle anlatılıyor denebilir: Bir
taraftan da doğrusun amma dediler biz o doğruya uyar, seninle beraber
olursak derhal çarpılır yerimizden yurdumuzdan oluruz.
HATF, yırtıcı
kuşların av kapması gibi süratle çarpıp almaya denilir.
TEHATTUF da bu
şekilde çarpılmaktır. Haris b. Osman b. Nevfel b. Abdi Menaf, Resul-i
Ekrem (s.a.v) efendimize gelmiş de demiş ki: "Biz biliyoruz sen
şüphesiz hak üzeresin ve fakat korkuyoruz, sana tabi olup da Araplara
muhalefet edersek, biz bir yiyimlik başız, bizi yerimizden çarpıp,
kapışıverirler." Buna cevap olarak buyuruluyor ki:
Ya biz onlara
emin bir ev olan Harem'i mekan kılmadık mı? Atıf olup Ma'tüfu
mahzuftur. takdirindedir. Yani, biz onları koruyup da mekanlarını
emniyetli bir Harem kılmadık mı? Etrafında Arapların çarpışıp durduğu
Beytin hürmetiyle muhterem ve içindekiler için emniyet evi bulunan bir
Harem Ona her şeyin ürünleri toplanıp getirilecek, yani iman edildiği
takdirde çarpılıp alınmak şöyle dursun, emniyet ve hürmet daha da
artacak ve şimdiki gibi sınırlı bir şeklide toplanma ile kalmayıp
ilerde her taraftan her şeyin meyve ve ürünleri toplanıp getirilecek.
Kendi katımızdan bir rızık olmak üzere ve fakat onların çoğu bilmezler
de Allah'tan korkacakken başkalarından korkarlar. Başkalarının
çarpmasından değil, Allah'ın azabından korkulmak gerektiğini
hatırlatmak için buyuruluyor ki:
"Biz
refahlarından gelirlerinden dolayı şımarmış nice memleketleri helak
etmişizdir..."
61-75-
İhzar
edilenlerden. İHZAR yakalanıp hakkın huzuruna getirilmek. Biz onları
kendi azdığımız gibi azdırdık, yani biz kendi hevamızla azdığımız gibi
onları da zorla değil kendi istekleriyle azdırdık. Onlar bize
tapmıyorlardı, kendi keyiflerine tapıyorlardı. Rabbin neyi dilerse
yaratır ve seçer. Yani dilediğini yaratır ve yarattıklarından
dilediğini de seçer beğenir. Peygamberlik, şefaat gibi yüksek işlere
getirir. Onların seçme hakkı yoktur. Bundan dolayı onların Allah'tan
başka ortaklar ve şefaatçiler seçmeye ve tayine hakları yoktur.
Sermedi, aralıksız, devamlı, demektir.
76-
Firavun
siyasî zulüm ve baskıda alem (sembol) olduğu gibi, Karun da malî baskı
ve vurgunculukta alemdir. Bu şekilde Karun hikayesi, ihtikarcı,
vurguncu bir kapitalist kıssasıdır.
Musa'nın
kavminden idi. Yani İsrail oğullarından ve Musa'nın akrabasından idi.
Derken onlara karşı azgınlık etti, vurgunculuk yaptı, zekatını vermedi,
Musa'ya isyan etti.
77-82- Ve
dünyadan da nasibini unutma. Dünyadan nasibi, bazıları helal dünya
rızkı ve meşru dünya zevki diye anlamak istemişlerse de, o geçici
dünyanın kendisi demektir. Asıl dünyadan nasib ise "Dünya ahiretin
tarlasıdır." hadisi gereğince, ahiret için edinilen faydalı şeyler,
ahirete kalacak âmeldir. Yoksa dünyadan nasib bir kefendir.
"Bir kefen alma
telaşı ile yokluk çölünden varlık pazarına birkaç çıplak gelmiştir."
Yeryüzünde
bozgunculuk aramaz. Bu kadar hazineyi saklayıp da serveti hapsetmek
aslında bozgundur. Kendimdeki ilim sayesinde bu ilme bazıları ticaret
ve iktisad ilmi demişler, bazıları da "el-kimya" ilmi demişlerdir. Ya
bilmiyor muydu? Yani, yalnız ilmi ile olsa önceki nesiller içinde ondan
daha kuvvetli ve daha çok servetli (Firavun gibi) kimseleri Allah'ın
helak etmiş olduğunu bilmiyor mu idi? Niye bu ilmi ile istifade etmedi?
Halbuki
suçlulara günahlarından soru da sorulmaz. Yani filan suçu, günahı
işleyen kimdir? diye araştırmak için ne şundan, ne bundan ve ne de
kendilerinden sorulmaya gerek görülmeksizin Allah tarafından
bilinmektedirler. Meleklerce de yüzlerinden bilinir ve derhal yaka paça
tutulurlar. "Suçlular simalarından tanınır, alınlarından ve
ayaklarından yakalanırlar." (Rahmân, 55/41).
83- O
ahiret
evi, son yurd, yani cennet. Biz onu, o kimseler için kılarız ki
yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemezler. "Ulüvv"den maksat,
ululanmak, imana tenezzül etmemek, kibirlenmek, kafa tutmak; fesad ise,
herhangi bir şeyi ve malları faydalanılabilecek halden çıkarmak ve
özellikle Rabbına isyan ile kendi nefsini heder etmek, yok etmektir.
Yani yeryüzünde Hakk'a karşı kibir ve ihtiras ile Firavun gibi
ululanmak, baskı yapmak da istemezler; Karun gibi baskı ve isyan ile
fesat da arzu etmezler. Hz. Ali (r.a) den rivayet edilir ki: "Bu âyeti
valilerden ve diğer kudreti bulunan insanlardan adalet ve tevazu sahibi
olanlar hakkında indi." der imiş. Hatem-i Tâî'nin oğlu Adiy, Peygamber
efendimizin huzuruna geldiği zaman kendisine bir minder konulmuştu, o
yere oturdu. Peygamber efendimiz de: "Ben şehadet ederim ki sen
yeryüzünde ne ululuk, ne fesat arzu etmiyorsun buyurdu; bunun üzerine
derhal müslüman oldu". Tâbiîn'den Fudayl bu âyeti okur okur, burada
bütün emeller gitti, dermiş.Ömer b. Abdulaziz de, vefatına kadar bu
âyeti tekrar tekrar okur, dururmuş. Ve o güzel akibet, Cennet korunan
muttakiler içindir. Bu cümlenin tekrardan ibaret olmaması için ayrıca
bir faydayı ifade ettiğinde şüphe yoktur. Kendileri Firavun ve Karun
gibi olmayı arzu etmemekle beraber Firavun ve Karun gibilerin ortaya
çıkmasına meydan vermemek için de sakınıp korunan muttakiler, demek
olur. Biraz sonra "Sakın kâfirlere arka çıkma", "Sakın müşriklerden
olma" âyetleri de bunu açıklar.
84- İyi
amma
ahirette ne var? Her kim iyilikle gelirse, o takva ile sonunda Hakk'ın
huzuruna varırsa o vakit ona ondan daha hayırlısı, daha güzeli var,
daha güzeli, daha fazlası. Her kim de kötülükle gelirse artık o
kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları ile cezalanırlar. Kötülüğün
cezası onun gibi kötülük olur, güzellik olmaz.
85-
Herhalde
sana bu Kur'ân'ı farz kılan, yani bu Kur'ân ile ameli farz kılan
Cenab-ı Hak elbette seni dönülecek yere döndürecektir. Bu âyet
Mekke'den hicret esnasında Cuhfe'de indiğine göre, meâd, ölüm;
döndürmekten maksat ise Mekke'ye geri döndürülmedir. Yani ahirete
irtihal etmeden önce seni bu çıktığın yere geri getirecek, Mekke'yi
fethettirecektir.
86-87- Hem
sen
bu kitabın sana indirileceğini umuyor değildin. Okur yazar değildin.
Ancak bu, Rabbinden bir rahmet olarak indirildi. İşte geri gelmen de,
böyle ümid edilmezken yalnızca Rabbinden bir nimet olarak meydana
gelecektir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma, topluluklarına katılıp,
küfürlerine kuvvet vermekten korun. Ve sakın o kâfirler seni, Allah'ın
âyetlerinden alıkoymasınlar. Geçmişe ve geleceğe ait bu haberler, bu
vaadler, bu emirler bu yasaklar hep Allah'ın âyetleridir. Bunların sana
indirildikten sonra, tebliğinden, tatbikinden vazgeçirtmesinler. Ve
Rabbine davet et, herkesi O'na ibadet ve tevhide çağır ve sakın o
müşriklerden olma, yani
88-
Allah'ın
yanında diğer bir ilâha çağırma O'ndan başka ilâh yok, O'nun yüzünden
başka her şey helak olacaktır. Yani O'nun zatından başka herşey, her
mevcud aslında, yokluk demektir. Çünkü O'ndan başka her şeyin varlığı
kendinden değil, Allah Teâlâ'ya dayandığından her an yok olmayı kabul
edici ve yok olmaya hazır olmakla aslında yok demektir veya yok
olacaktır. Ancak O zatında diri, ezelî ve ebedî, varlığı kendisiyle var
olandır. Çoğunun tercih ettiği mânâ budur. Diğer bir mânâya göre,
"vech", kastedilen ve yönelinen yön mânâsına olarak O'nun yüzünden,
yani O'nun rıza ve hoşnutluğu kastedilen yönden başka, her şey
helaktedir demek olur ki, ahiret nimetlerinin fani, geçici olmadığını
anlatır. Bir de her şeyin Allah Teâlâ'ya yönelik yüzü, Allah'ın
ilmindeki gerçek şekli demek olur ki, her şeyin Allah'a dönüşü
bununladır. Hüküm O'nun, başkasının değil. O'ndan başka hüküm ve
hükümet, kanun çıkarmaya ve kanun yapmaya kalkışanların hepsinin hükmü
bozulur, ancak O'nunki bozulmaz ve hep O'na döndürüleceksiniz, hepiniz
ölümünüzden sonra O'nun huzuruna götürülecek, mahkeme olunacak, ona
göre cezanız, mükafatınız ne ise alacaksınız. İşte bütün kıssaların
sonu işte bu "Ve hep O'na döndürüleceksiniz." hükmüdür. Kimin
haddinedir ki bu hükme boyun eğmesin!
|
|