|
Elmalı Tefsiri
1-
Allah ne kastettiğini
daha iyi bilir. (Bakara ve Âl-i İmran sûrelerinin başına bkz.) Bununla
beraber
burada sâd münasebetiyle tefsirciler tarafından nakledilen bazı sözler
vardır:
Özellikle İbnü Abbas'tan bir rivayete göre "Ben Allah'ım, bilir ve
açıklarım." demek olduğu nakledilmiştir. Süddî "şekil ve sûret
veren" isminin muhaffefi (kısaltılmış hâli) olduğunu, bazıları "senin
göğsüne genişlik vermedik mi?" mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Fakat
sözcüklerin dilde özel bir konuma dayanmayan bu gibi ihtimallerin
binlercesi
hatıra geleceğinden tefsirciler bunlara güvenmenin caiz olmayacağını
açıklamışlardır. Bununla beraber İbnü Abbas'tan nakledilen mânâ, iki
sûre arasındaki
sözün gelişi ve ilgi bakımında dikkat çekicidir. Her halükârda bu
sûrenin de
böyle huruf-ı mukattaa (kesik kesik harfler) ile başlaması,
muhtevasının
"O'nun tevilini Allah'tan başkası bilmez." (Âl-i İmran, 3/7) mânâsı
üzere, insan anlayışının duracağı bazı müteşabih hakikatleri ve remzi
mânâları
ihtiva ettiğine dair bir uyarıyı ifade eder.
2-Şu
halde, Bakara ve Âl-i
İmran'da olduğu gibi bu sûrede de gerçek aslını daha çok bir açıklama
ile ihata
edemeyeceğimiz bir takım iman hakikatleri karşısında, aczimizi itiraf
ederek
ubudiyet secdesine kapanacağız. Özellikle yaratılışın başlangıcı,
teklif sırrı,
ahiret âlemi, peygamberlerlerin mucizeleri, Allah'ı görme meseleleri bu
türdendir. Şu halde işte bu başlığında da bizim düşünebileceğimiz mânâ
şudur: Ey
Resulüm Mustafa! Sence bilinen bu sesleriyle kulaklarında çınlayıp,
kalbinde
fısıldayan vahiy tecellileri bir kitaptır ki sana indirildi. Şu halde
göğsünde
bundan bir darlık olmasın. Yani bunun Allah'tan indirilmiş olduğundan
şüphen
olmadığı gibi, sana yüklediği görevin son derecede önemli ve zor
oluşundan
dolayı da sıkılma. Bu sana indirildi ki bununla korkutasın, müminlere
de
hatırlatasın. Yani bu kitabın mânâsı müminlere has zannedilmemelidir.
Buna
muhatap olacak olanlar ikidir: Mümin ve mümin olmayan. İnanmayan
kâfirler için
bu mübarek kitab bir korkutmadır. Sadece onların korkunç sonlarını
açıklama ve
haber vermedir. Onlar bunlara inanmayacaklar ve inanmadıkları için
sakınmayacaklar. Şu halde Kur'ân'da kendileri için acı şeylerden azab
ve
cezadan başka bir şey duymayacaklardır. Fakat onlar inanmadığı için
gerçek
değişmiş olmayacak, doğru haber yerini bulacaktır. Bunun için
Kur'ân'dan
istifade edemeyecek kimseler çok olabilir, ama Kur'ân'ın hükmü dışında
kalabilecek hiç kimse düşünülemez. Şu kadar ki, bu hüküm lehine olmaz
da
aleyhine olur. Mesela kâfir "Allah'ın laneti zalimlerin üzerine
olsun." (A'raf, 7/44) hükmüne inanmamakla bundan kurtulacak değildir,
Bunun gibi, Kur'ân'ı arkalarına atanlar, dinlemek, amel etmek
istemeyenler
böyle yapmakla Kur'ân'ın hükmünden kendilerini kurtarmak şöyle dursun,
aksine
tamamen onun korkutucu hükmüne atılmış olurlar. Müminlere gelince:
Kur'ân,
onlar hakkında bir hatırlatıcıdır, iman ettikleri ve fakat ayrıntısını
unutup
geciktirdikleri şeyleri kendilerine hatırlatır, akıllarına getirir.
Müminler
Kur'ân'ı devamlı bir hatırlatıcı, bir rehber olmak üzere ellerinde ve
gönüllerinde tutmalı, herhangi bir hususta bir iş yapacakları zaman
onun açıkça
veya dolaylı yoldan bildirdiklerine müracaat ile uyarı ve yol
göstermesine, iznine
veya yasağına göre hareket etmelidirler.
3-4-
Bu hatırlatma ve uyarı
şöyle ki: Ey Muhammed ümmeti! Rabbinizden size indirilen bu Kitaba
uyunuz. Ve
bunsuz birtakım dostun, bir yardımcının, bir âmirin bizzat kendilerine
ve
kendilerinden olan söz veya davranışlarına uyuvermeyiniz. Onlara uyup
uymamak
için öncelikle Rabbinizden indirilmiş olan bu Kitab'a uymayı ölçü
edininiz.
Kitab'a aykırı olan, Rabbinizin emir ve yasaklarına aykırı bulunan
hususlarda
gizli açık kimseye uymayın. Rabbinizi bırakıp başkalarının arkasından,
izinden
gitmeyin. Siz pek az öğüt alır ve hatırlarsınız. Halbuki nice karyeler
(kentler); insan toplanan memleketler vardı ki, biz onları yok
etmişizdir. Öyle
ki ona, o kente azabımız, azap darbemiz ansızın geliverdi. O sırada
halkı yataklarına
yatmış, gece uykusuna dalmış veya kaylûle hâlinde, kuşluk uykusunda
bulunuyorlardı. Kısaca, ya Lût kavmi gibi gece yarısında veya Şuayb
kavmi gibi
güpe gündüz dinlenme ve gaflet halinde azap kendilerini bastırıverdi de
5-Bu
hatırlatma ve uyarı
şöyle ki: Ey Muhammed ümmeti! Rabbinizden size indirilen bu Kitaba
uyunuz. Ve
bunsuz birtakım dostun, bir yardımcının, bir âmirin bizzat kendilerine
ve
kendilerinden olan söz veya davranışlarına uyuvermeyiniz. Onlara uyup
uymamak
için öncelikle Rabbinizden indirilmiş olan bu Kitab'a uymayı ölçü
edininiz.
Kitab'a aykırı olan, Rabbinizin emir ve yasaklarına aykırı bulunan
hususlarda
gizli açık kimseye uymayın. Rabbinizi bırakıp başkalarının arkasından,
izinden
gitmeyin. Siz pek az öğüt alır ve hatırlarsınız. Halbuki nice karyeler
(kentler); insan toplanan memleketler vardı ki, biz onları yok
etmişizdir. Öyle
ki ona, o kente azabımız, azap darbemiz ansızın geliverdi. O sırada
halkı
yataklarına yatmış, gece uykusuna dalmış veya kaylûle hâlinde, kuşluk
uykusunda
bulunuyorlardı. Kısaca, ya Lût kavmi gibi gece yarısında veya Şuayb
kavmi gibi
güpe gündüz dinlenme ve gaflet halinde azap kendilerini bastırıverdi de
6-7-Bu
felaket bunların
dünyadaki azabları, bunun arkasından bir gün gelecek genellikle
kendilerine
peygamber gönderilmiş olanlara elbette ve elbette soracağız. Gönderilen
peygamberleri nasıl, ne cevap ile karşıladınız. "Elçilere ne cevap
verdiniz?" (Kasas, 28/65) diye sorguya çekeceğiz. Ve gönderilmiş olan
bütün peygamberlere de elbette ve elbette soracağız "Allah, elçileri
toplayacağı gün: Size ne cevap verildi? der." (Mâide, 5/109) buyruğumca
ne
şekilde, ne cevap ile karşılandınız? diye suâl edeceğiz. İki türlü suâl
vardır.
Birisi azarlama ve çıkışma suâlidir. Nitekim bu mânâ ile dilimizde "İyi
belle bunu ben sana sorarım." denilir. Diğeri de anlayıp öğrenmek için
bilgi isteme suâlidir ki, bu mânâca da "Bilmiyorum sorayım." denilir.
İşte "O gün ne insana, ne de cinne günahından sorulmaz." (Rahmân,
55/39) "Suçlulara günahlarından sorulmaz." (Kasas, 28/78) âyetlerinde
insan ve cinden suçluların hiçbiri o gün günahlarından sorulmaz
buyrulması bu
anlamdadır ki, suçlu oluşları yüzlerinden belli. Suçları bütün
belgeleriyle
bilinmiş ve zabtedilmiştir. Kendilerinden veya şundan bundan sormağa
gerek
yoktur, demektir. Buna karşılık burada kendilerine peygamber
gönderilenlere ve
peygamberlere elbette ve elbette soracağız, buyrulması da bütün
inkârcıları
bütün peygamberler önünde azarlama ve çıkışma ile sorumlu tutacağız
demektir.
Bunun için buyruluyor ki: Elbette ve elbette soracağız da Kendilerine
karşı bir
ilim ile mutlaka ve mutlaka haber verip anlatacağız. Peygamberler
soruldukları
zaman "Bizim bilgimiz yok, gizlileri bilen yalnız sensin, sen."
(Mâide, 5/109) diyecekler. Bunun üzerine en gizli durumlarına varıncaya
kadar hepsinin
yaptıklarını, içlerini dışlarını ilmimizle yüzlerine vuracağız. Biz
gaib
değildik ki bilgimiz olmayan bir durumları bulunabilsin, açık ve gizli
her ne
yaptılarsa Allah hepsini görüp bilmekte ve tanık olmaktadır.
8-
Vezin (terazi) de o gün
haktır: Her şeyin, her amelin en doğru ve tamamen adalet ve
hakkaniyetle
tartısı da o gündür. Ne olursa olsun o güne kadar az çok bir cârî
hesap, veya
zaman tanıma ve müsaade vardır. O gün ise amel defterindeki her muamele
en
ince, en küçük noktalarına varıncaya kadar hakkıyla tartılıp, leh ve
aleyhteki
alacak ve borç dengeleri tamamen gerçekleşecek, herkesin kâr ve zarar
pusulaları, bilançoları, belgeleri çıkarılıp hesapları kapanacaktır.
9-
Şu halde Her kimin
tartıları ağır gelir, iyilikleri kötülüklerinden, alacakları
borçlarından,
kârları zararlarından fazla çıkarsa işte bunlar ve ancak bunlar o felâh
bulmuş
(kurtulmuş), muradlarına ermiş olanlardır. Çoğul sigasıyla
"tartıları" tâbirinden anlaşılır ki, her kişi için bile birçok
tartılar vardır. Kâr ve zarar hesabı hepsinin toplamından çıkacaktır.
Her kimin
de tartıları hafif gelir; iyilikleri kötülüklerinden, alacakları
borçlarından
eksik çıkarsa işte bunlar da nefislerini ziyan etmiş, kendilerini
hüsranda
bırakmış olanlardır ki bunun sebebi, Bizim âyetlerimize zulmeder
olmaları,
devamlı olarak yalanlama ve inkâr ile hakkını vermekten geri
durmalarıdır. Şu
ilâhî âyetlerin kapsadığı gerçeklere ve hukuka dikkat ediniz:
Ey
insanlar!
10-
And olsun ki sizi
yeryüzünde yerleştirdik, yerleşik kıldık, onu size vatan, hayat ve
ölümünüzde
karargâh yaptık veya üzerinde tasarrufa güç ve kuvvet verdik. Ve onda
sizin
için birçok geçimlikler, yaşayacak, geçinecek, faydalanacak sebepler,
vasıtalar
yaratıp tahsis ettik, ki yer, güç ve geçim sebepleri, diğer bir deyimle
vatan,
iktidar, geçim, bu esas nimetler ne büyük ilâhî bağışlardandır. Ve
bunlardan
dolayı insanlar, Allah'a karşı ne kadar hukuk ve görevler ile şükür ve
şükran
borçludur. Böyle iken siz pek az şükr ediyorsunuz. Vatan olan
yeryüzünün ıslah
ve imarında ve geçim sebeplerinin elde edilmesinde Yaratıcısını ve
Yaratıcının
emirlerini tanıyarak güç ve kuvvetini yerli yerinde kullanan,
bozgunculuk ve
zulümden, küfür ve taşkınlıktan sakınanlar az olduğu gibi şükr
edenlerin bile
şükür ve ibadetlere ayırdıkları zaman ne kadar azdır. Oysa insanlar
bunlardan
başka daha ne büyük İlâhî nimetlere şükran borçludurlar bakınız:
11-
Andolsun ki biz sizi
yarattık. Siz hiç bir şey değilken, siz insan cinsinden hiçbir kişi
âlemde
mevcut değilken, siz henüz şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce
ilk
mayanızı takdir ve icad ettik. Sonra size biçim verdik. Siz yaratılışın
başlangıcında şekilsiz, organsız bir yaratık; yeryüzünde bir çamur ve
babanızın
belinde birer zerre, birer nutfe (sperma) olduğunuz halde sizi ahsen-i
takvim
(en güzel biçim) olan insan şekline koyduk. Sonra da meleklere "Âdem'e
secde edin, ona boyun eğip itaat ederek hizmet edin." dedik.
Bu
hitapların bir kişiye
veya sınıfa değil, genel olarak insan cinsine, daha doğrusu insan
toplumu
türüne yönelik olduğu ve bu münasebetle meleklerin Âdem'e secdesi
meselesinin
de insan cinsine bir minnet siyakında hatırlatıldığı açıktır. Demek ki
bu secde
emri Hz. Âdem'in şahsına mahsus değil, soyu da dahil olmak üzere
cinsine aid
bir şeref ve ayrıcalıktır. Âdem soyunda bizzat Hz. Âdem'den daha
faziletli olan
ulü'l-azm büyük peygamberler gibi şahıslar bulunduğu şüphesiz olduğuna
göre de
bu mânâ açıktır. Şu halde Âdem'i yalnız ilk insan olmak üzere değil,
genellikle
insan cinsinin mahiyetini temsil eden genel bir misal, başka bir
deyimle cins
ismi olarak düşünmek, âyetin sözgelimine daha uygundur. Hz. Âdem kendi
kişiliğinde fiilen sahip olduğu faziletler ve insanî melekelerden başka
bütün
soyunda görülecek olan fazilet ve melekelere de tasavvurî olarak sahip
olmak
bakımından, Ebu'l-Beşer (insanın babası) olarak düşünüldüğü zamandır
ki,
Âdem'in yaratılışının, Âdem soyunu; Âdem'in biçimlendirilmesinin, Âdem
soyunun
biçimlendirilmesini; Âdem'e secdenin, bütün insan cinsine secdeyi
kapsadığını
ortaya koyar.
"Sizi
yeryüzünde
halifeler yapan O'dur." (Fâtır,35/39) mânâsını da açıklayan bu âyetin
anlamı, birçok derin konuları kapsamaktadır. Fakat biz burada bu kadar
işaretle
yetineceğiz. Cenab-ı Allah insanlığa öyle bir şeref bağışlamıştır ki,
Âdem'in
meleklere değil, meleklerin Âdem'e secde etmesini emretmiştir.
Düşünelim ki bu
yaratma, bu biçimlendirme ve bu şereflendirme nimetlerinden sonra,
insanların
Allah'tan başkasına tapmaları ne büyük aşağılık ve ne büyük nankörlük
olacak ve
ne büyük bir sorumluluk doğuracaktır.
Evet
Allah, Âdem ile
insanlığı yaratıp biçim verdikten sonra, meleklere Âdem'e secde ediniz
dedi de
onlar da secde ettiler. Ancak İblis secde edicilerden olmadı. Olmadı da
ne
oldu?
12-
Allah ona "sana ne
engel oldu da ben emrettiğimde secde etmemeye cüret ettin!" buyurdu.
Böyle
azarlayıp sorguya çekti. Buna karşı İblis ne dedi bilir misiniz? Dedi
ki Ben
ondan hayırlıyım. Yani daha faziletli, daha yükseğim. Böyle olanın,
aşağı derecedekine
secde etmesi ise uygun değildir. Şu halde bu emir, akla uygun ve hoş
değildir.
İşte beni secdeden engelleyen, ondan yüksek olmam ve bu emri uygun
görmememdir.
Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın onu ise çamurdan
yarattın. O
davayı gerektirmek için bu mukayeseli çifte suğra (küçük önerme) şunu
içerir:
Ateş ise çamurdan hayırlıdır, hayırlıdan yaratılan da hayırlıdır. Şu
halde
ateşten yaratılan ben, çamurdan yaratılan Âdem'den hayırlıyım, bunun
için secde
etmedim. Demek oluyor ki bu zamana, yani Âdem'e secde emrinin gelmesine
kadar
yüce Allah, İblis'in duygularına dokunacak hiçbir emir ve teklif
yapmamış, bir
imtihan etmemişti ve onun o zamana kadar isyan etmemesi ve melekler
içinde
bulunması, olayların kendi istek ve eğilimlerine uygun gerçekleşmesiyle
de
ilgili bulunuyordu. Böyle bir durumda olan tâatin ise sadece emir ve
ilâhî
rızaya boyun eğmekten kaynaklandığı ortaya çıkamazdı. Çünkü Allah'ın
emrine,
hem de nefsin rızasına uygun gelen hususlarda asıl göz önüne alınıp
itaat
edilen mabud, Allah mı, yoksa nefis mi, bu belirlenemez ve açıklığa
kavuşamaz.
Ne zaman ki Âdem yaratılıp, meleklerin ve o arada İblis'in ona secde
etmeleri
emredilince, bu hepsi için bir imtihan olmuş ve bu imtihan, İblis'in
duygularına dokunmuş ve iç yüzünü ortaya çıkarmıştır. Ve o zaman
Allah'ın
bildiği gibi melekler ve Âdem tarafından da anlaşılmıştır ki, İblis'in
geçmişte
meleklere arkadaşlık ve benzerliği "Allah'ın kendilerine buyurduğuna
karşı
gelmeyen ve kendilerine emredilen şeyi yapan melekler vardır." (Tahrim,
66/6) özelliğine gerçekten sahip olduğu için değil, ilâhî emir ile
nefsin emri
çatışmadığından ve isyana sebep bulunmamasından dolayı imiş. Yoksa
İblis
gerçekte Allah'a değil, kendi zevkine taparmış. Nitekim "Âdem'e secde
edin" diye onun zevk ve rızasına aykırı ilk ilâhî emir yönelince,
İblis'in
ilk işi secdeden kaçınma ile isyan, "secde etmekten seni alıkoyan
nedir?" suâline karşı ilk sözü de kibir ilanı ile inkarını açığa vurma
ve
azgınlık olmuştur. Bu şekilde İblis "ben ondan hayırlıyım" derken,
öncelikle sadece kişisel duygularına uymuş fakat bunu bir de ilim
şeklinde
süsleyerek hakka dayandırmak için biri yalan "ben ondan hayırlıyım",
biri de doğru "beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" iki
mukaddimeyi birbirine bağlayıp doğru mukaddemenin içinde yanlış bir
takım kübra
(büyük önerme)ları gizleyerek iki suğra (küçük önerme) ile iki mantıkî
kıyas
şeklinde bir bozuk görüş yürütmüş ve doğru olan yaradılış önermesinden
yalan
olan kişisel davasını sonuçlandırmaya kalkışmıştır ki, âlemde şeytanlık
ve
İblisliğin ilk örneği olan bu sözde, şeytanlığın bütün özü ve aslı yer
almış
gibidir. Bu iki cümle tahlil edilip incelenecek olursa, bunda araştırma
âdâbı
ilmi, pisikoloji, ahlâk, istikraî (tümevarımla ilgili), istintacî
(sonuç
çıkarmak ile ilgili) mantık, hikmet-i tekvin (yaratma hikmeti) ve teşrî
(kanun
koyma) gibi nice ilimlere değinen açık ve gizli birçok suçlar, hile ve
oyunlar,
yanıltıcı sözler görülecektir ki, bununla şeytan ve şeytanlığın bütün
iç yüzünü
anlamak mümkün olacaktır. Bu cümleden olarak hayırdan geri durmayı
uygun görmek
için bilgisizlikle bilgiyi, yalan ile doğruyu, kötülük ile hayrı, kibir
ile
yüze gülmeyi, aldanmakla aldatmayı katıp karıştırarak, hayırlı olmayı
hayra
engel yapmak çelişkisini, ilmi bir gerçek ve mantıki bir sonuç şeklinde
tasvir etmek,
şeytanın birinci sıfatı olduğu anlaşılıyor ki, kişisel gururu ile fikir
ve zekâ
şeklinde görünmek isteyen bu ahmaklık ve cehaletin Hak hususunda ne
kadar
aşağılık bir durum olduğunu bir düşünmeli.
Şimdi
İblis'in bu dava ve
istidlâlindeki başlıca hata ve yanlış noktalarını da kaydedelim:
1-
Herşeyden önce İblis
soruya karşı durum ve görevini takdir edememiş, cevabı tariz ve çekişme
tavrına
dökerek bahis ve sözde makam gasbı sevdasına düşmüştür. İtiraf ve
bağışlanma
dileme yerine itiraza ve yanlış çıkarmaya kalkışmıştır.
2-
Nass (kesin ilâhî buyruk)
karşısında kıyas ve ictihada kalkışmış, açık emre karşı yaratılışın
delaletine
başvurmuştur.
3-
"Beni ateşten, onu
çamurdan yarattın." demesi, aslında doğrudur. Fakat İblis bu iki
yaratılış
olayını mukayese ile, bundan "ben ondan üstünüm" sonucunu çıkarmak
için görüşünde hata etmiştir. Çünkü bir taraftan yaratıcının
yaratmasını itiraf
ile ona dikkat çekiyor gibi görünürken, diğer taraftan hayır ve
üstünlükte
bakışını sadece madde ve unsurla sınırlamış, fâilin ihtisasının
nisbetine,
şekle, gayeye bakmamıştır. Âdem'in yaratılışında "İki elimle
yarattığıma
secde etmekten seni alıkoyan nedir?" (Sâd, 38/75) ilâhî buyruğuyla
hatırlatılan hususi üstünlüğü "Onu düzenle (yip insan şeklini ver)diğim
ve
ona ruhumdan üflediğim zaman (hemen ona secdeye kapanın)" (Hicr, 15/29)
ilâhî buyruğuyla hatırlatılan ruh ve sûreti "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım." (Bakara, 2/30) ilâhî buyruğuyla hatırlatılan gayeyi göz
önüne almayıp yalnız madde ve unsura itibar etmek isteyen İblis,
Âdem'de
topraktan, kendisinde ateşten başka bir özellik görmemiş ve diriden
ölü, ölüden
diri yaratan ve eşyanın özellikleri ve üstünlüklerini kereminden
bahşeden Yüce
Yaratıcı'yı maddeye mahkum gibi varsaymıştır. Hiç düşünmemiştir ki,
çamur ile ateşin
özündeki fark da sadece Yaratacı'nın tahsisine borçlu olan bir
yaradılış
farkından başka bir şey değildir. Bundan anlaşılır ki, âlim
geçinenlerin bir
çoğunda görülegelen sadece maddeye yöneliş (maddecilik) İblis'in
mesleklerinden
bir meslektir. İşte yukarda işaret edildiği üzere bu yanlış
görüşüyledir ki
İblis "Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." küçük
önermesi altında; "Ateş çamurdan üstündür, üstün olandan yaratılan da
üstündür." diye iki gizli büyük önermeye işaret ederek, bunları birer
açık
gerçek ve müselleme (yardımcı teorem) gibi varsaymış ve bundan "Ben
ondan
daha hayırlıyım." sonucunu çıkarmak istemiştir. Oysa ikinci önerme
toptan
doğru olmadığı gibi, birinci önerme de mutlak olarak doğru değildir.
Gerçekte
genellikle yaratılış bakımından ikisi de mahluk olmak ve yaratıcının
hükmüne
mahkum bulunmak bakımından eşit olduktan başka, özellik bakımından da
toprağa
mahsus özellikler, ateşe mahsus özelliklerden daha kapsamlı ve
üstündür. Hele
ahlâkî bir temsil ile düşünüldüğü zaman, ateşin hafifliğine, hiddet ve
şiddetine, telaş ve ızdırabına, kibire eğilimli ve yayılmacı olmasına
karşılık
toprağın vakar ve sakinliği, sabır ve dayanıklılığı, sebatı,
yumuşaklığı, haya
ve cömertliği, seçkinlik ve olgunlaşma yeteneği ne kadar yüksektir.
İblis gerek
bilgi edinme noksanlığından, gerek anlayışındaki bozukluktan, yani
bilgiyi
haktan değil nefsinden almak davasında bulunduğundan dolayı bunda da
yanlışa
düşmüştür. Ve yine bu yanlış iledir ki, Âdem'i sırf çamur, kendisini
sırf bir
ateş seviyesinde mukayese etmiş, çamurdan yaratılan Âdem'in Allah'ın
seçkin
kılması ile çamurdan büsbütün başka şerefli bir duruma yükseleceğini,
kendisinin de ateşten büsbütün başka bir lanete uğrayacağını
anlayamamıştır. Ve
yalnız Âdem'e karşı değil ilâhî sual ve emre karşı da gurur ve
bencillikle
deyivermiştir. Bunun üzerine:
13-
Allah buyurdu ki öyleyse
in oradan, o bulunduğun cennetten, yahut melekler toplumu içinden.
Çünkü senin
orada büyüklenip gururlanman olmaz. O yüce makam, haddini bilen taat ve
tevazu
sahibi kimselere mahsustur. O halde çık, sen artık küçülenlerdensin.
Kibirlenmek küçüklüktür; büyüyecek olan büyüklenmez, büyüklenen mutlaka
küçülür, alçalır, küçük düşürülür. Yücelik sıfatları kendisine ait olan
Yüce
Allah, bu emirle onu bulunduğu makamdan derhal azledip indirdi.
Kibirine
karşılık küçüklüğe ve hakarete mahkum etti. Aslının ateş olmasına
güvenerek,
hayırlılık ve fazileti kendisinde aslından intikal eden bir miras,
elinden
alınmaz bir kişisel özellik gibi varsayarak bu imtihan zamanına kadar
bulunduğu
o mutluluk makamından düşmeyeceğini zanneden ve bu zannıyla:
Yaratıcı'nın
emrini eleştirmeğe kalkışan İblis'e bu ilâhî emir, eşyanın bütün
özelliklerinin
sadece bir Allah vergisi olduğunu, bu şekilde bir defada fiilen
anlatıverdi.
14-Bu
öfke hitabı karşısında,
yaratıkların, varlığının hiçbir şey olmadığını anlayan İblis, derhal
yok
edilmesinden korkarak, zillet ve hakaretle olsun hayatı ölüme tercih
ederek
beni onların tekrar diriltilecekleri güne kadar geciktir ve süre tanı,
dedi.
Yani, Âdem ve soyunun ölümden sonra diriltilmeleri zamanına kadar
öldürme de
ecelimi geri bırak, diye yalvarıp yakardı ki o gün "Sonra ona bir daha
üflendi, birden onlar kalktılar, bakıyorlar." (Zümer, 39/68) buyruğunca
"O gün insanlar, âlemlerin Rabbi'nin Divanında dururlar." (Mutaffifin,
83/6) olan ikinci üfleme zamanıdır. Bundan anlaşılır ki, İblis aslında
Yüce
Yaratıcı'yı inkâr etmediği gibi, öldükten sonra dirilmeyi de inkâr
ediyor
değildir; o biliyormuş ki, Âdem'in nesli ve soyu olacak, bir müddet
yaşayacaklar, sonra ölecekler ve bir gün gelip diriltilecekler. Şu
halde
İblis'in küfrü Allah'ı ve ahireti inkâr şeklinde değil, emir ve
yükümlülüğü ve
amelin gereğini inkâr ile tartışma şeklindedir. Dikkate değer bir
husustur ki
İblis, bu dirilme gününe kadar zaman isteği içinde birinci nefha
(üfürme)
devresini atlatıp süresiz olarak ölümden kurtulmayı ve zillet ve
hakaret içinde
de olsa yok olmadan sonsuzluğa ermeyi arzu etmiş ve fakat bunu açıkça
söylemeyip, kurnazlık etmek istemiştir. Çünkü öldükten sonra dirilme
sonrasında
ölüm yoktur. Şu halde bu derece hayata yönelmek de İblis'in hissi
demektir.
Hiçbir
yaratığın herhangi
bir dilek ve duasını toptan reddetmek, şânından olmayan ve "göğüslerde
olanı bilen" yüce Allah, huzurundan kovduğu İblis'in bile ricasını
mutlak
suretle reddetmiyerek şüphelenme, sen munzarindensin. Yani eceli tehir
edilenlerdensin buyurdu. Fakat gayesine müsaade etmedi, aksine, Hicr ve
Sâd
sûrelerinde de geleceği üzere bilinen vaktin gününe kadar bir ecelle
geciktirdi
ki, "Sûra üflendiği gün, göklerde ve yerde bulunan kimseler, hep korku
içinde kalır. Yalnız Allah'ın diledikleri müstesna." (Neml, 27/87)
buyruğu
üzere ilk nefha (sûra üfürme) günüdür. Âdem'e secde emri İblis'in iç
yüzünü
ortaya koyan ve meleklerden ayırdeden bir imtihan olduğu gibi İblis'in
geri bırakılması
(zaman tanınması) da Âdem ve soyu hakkında bir imtihan olacaktır. İblis
isyandan tevbe ve kurtuluşu düşünmeyip zillet içinde hayat hırsıyla
ilgili olan
bu istek ve duasında, Âdem'in hemen tevbeye acele edip bağışlanma ve
rahmet
istek ve duasıyla kıyaslanınca, aradaki farkın ne kadar önemli olduğu
anlaşılır.
İblis,
dileğinin kabulünü
gördükten sonra, o uzun ömrünü tevbe ve şükür ile kurtuluşa kullanacak
yerde
şöyle dedi: Öyleyse beni azıtman, azdırma ve saptırmama izin vermen
hakkı için
elbette ben onlar için, o Adem cinsini azıtmak için senin doğru yoluna
oturacağım. Sana, senin nimetine götüren iman, İslâm ve doğruluk yolunu
kesip
pusuya duracağım.
Sonra
da mutlaka önlerinden
ve arkalarından, sağlarından, ve sollarından onlara varacağım, dört
yönden,
yani düşmanın saldırabileceği her taraflarından saldıracağım. Doğru
yoldan
çevirip sapıtmak, şaşırıp soymak için ne yapabilirsem yapacağım. Sen de
çoğunu
şükr eden, itaatkâr kimseler olarak bulmayacaksın. İblis, bu son kısmı
"Şüphesiz İblis, onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı." (Sebe,
34/20) âyetinin delaletine göre zannen söylemiştir. Çünkü insan
cinsinden
kötülük için birçok, hayır için bir başlangıç görmüştür. Bazı
tefsircilerin
nakline göre de bunu meleklerden işitip söylemiştir. Onun bu kötülük
azmine
karşı:
Allah
buyurdu ki çık oradan
yenilmiş ve kovulmuş olarak çık. And olsun ki, onlardan her kim sana
uyarsa,
sizden, sizin hepinizden Cehennem'i doldururum, buna asla şüpheniz
olmasın.
Demek ki İblis'e uyanlar ondan, onun uydularından oldukları gibi onun
âkıbetine
de mahkûmdurlar.
Görülüyor
ki Yüce Allah,
İblis'i önce isyanından dolayı kovuvermemiş, sorguya çekmiştir.
Sorgusunda özür
beyan etme yerine kibir ve gururla gösterdiği inat ve küfürden dolayı
da
bulunduğu makamdan indirmiş, yerinden çıkarmış "in oradan çık, artık
alçaksın, küçüksün" diye yerinden atıp düşürerek, aşağılamış ve
alçatmış,
birinci "çık" emrinin mutlak oluşuna göre o anda bu çıkarmanın henüz
ebedî bir kovma olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer İblis uslanıp edebini
takınsa,
düzelmeye yüz tutsaymış affı muhtemel bulunuyormuş. Nitekim, zaman
tanıma
ricası bir dereceye kadar yerine getirilmiştir. Fakat bunun üzerine
şükür ve
düzelme yerine bütün bütün şımarıp hak yola ve iman edenlere ve doğru
yolda
bulunanlara karşı kötülük etmeye ebediyyen, azmettiğini ortaya koyduğu
zamandır
ki emriyle tamamen kınanmaya, kovulmaya ve ahirette de kendisine
uyanlarla
beraber ebedî azaba mahkûm edilmiştir. Allah bunu, İblis'in kötülük
kararına
ceza olarak belirlemiş ve ona uyanları da ona katmıştır. Âdem'in
yaratılmasıyla
gerçekleşen bu imtihanda İblis'in kişisel duygularına tabi olarak,
melekler
içindeki mutluluk makamından bu bedbahtlık çukuruna düşmesi ne kadar
acı ise,
hiç şüphe yok ki, meleklerin secde etme şerefine kavuşan Âdem cinsinin
böyle
apaçık bir düşmanı bulunan yerilmiş, kovulmuş İblis'in izine, huyuna
uyarak, o
yüce makamdan düşmesi ve onun kötü sonuna ortak olması, ondan daha acı
olacaktır. İblis'in, yaratıcıyı ve ahireti inkar etmediği halde bu
düşme ve
bedbahtlığına sebep kibir ve gurur ile hissiyata tabi olması ve bu
şekilde
arzusuna uygun olmayan hususlarda, ilâhî emre sataşıp saldırma fikrinde
bulunması olmuştur. Onda bu hasletin ortaya çıkmasına da, insanın özel
bir
şeref ile yaratılması ve secde emrini kazanması sebep olmuştur. Buna
karşılık
İblis'in ecelinin tehir olunmasında da insanın düşmesine yakın sebep,
kendi
hatalarıdır. Fakat bu hataların karşılıklı olarak birbirleriyle ilgili
yönleri
vardır. Allah'a karşı serbest kalmak isteyen İblis insan ile imtihan
olmuş
bulunduğu gibi, İblis gibi serbest kalmak sevdasına düşecek olan
insanlar da
İblis ile imtihan kılınmışlardır. Şu halde yaratılışlarıyla İblis'in
düşmesine
sebep olmuş insanlar, kendi iradeleriyle onun akıbetine düşmemek için
yaratılışlarına bahşedilen bu ezelî nimetin şükür hakkını yerine
getirmeli ve
İblis'in izine gitmekten son derece sakınmalıdır. Ve bilmelidir ki, şu
kıssada
İblis'in gösterdiği huylardan hangisi bir kimsede varsa, onda şeytandan
bir huy
var demektir. Ve onun düzeltilmesine çalışmalıdır.
İnsanın
yaratılışının
aslındaki mevkii böyle yüksek ve naziktir. Melekler secde ettiler,
İblis etmedi
böyle oldu. Ve dedik ki, ey Âdem! Sen eşinle o cennette otur: İblis'in
kovularak çıkarıldığı o cennette dur. Bu cennetin Huld (ebedilik)
cenneti veya
gök cennetlerinden bir cennet veya yeryüzü cennetlerinden bir cennet
olması
hakkında bazı görüşler vardır ki, Bakara Sûresi'nde buna dair bazı
açıklamalar
geçmişti (Bakara, 2/35). Burada da şunu kaydedelim ki İblis'in emriyle
indirilip çıkarılan cennet hakkında İbnü Abbâs, (r.anhüma) "Huld
cennetinde değil, Adn cennetinde idiler." demiştir. Şu halde Adem'in
yerleştirildiği de Adn cenneti demektir. "Dâl" harfinin sükünuyla
"adn" ikâmet demek olduğuna ve "mâdin" kelimesinin de aslı
bu olduğuna göre "Cennet-i adn" ismi hilkat madeni ve aslî ikametgâh
olan cennet anlamına işaret eder. Bu ise Âdem'in ilk varoluş nimetini
kazandığı
yaratılış cenneti mânâsına işaret eder. "Cennet-i adn" dahi
Cennetü'l-Me'vâ, Cennetü'n-Naîm, Cennetü'l-Firdevs, Dârü's-Selâm,
Cennetü'l-Huld, Cennetü'l-Vesîle gibi ahiret cennetlerinden sayılmış
olduğuna
göre Âdem'in ilk meskeni olan Adn cennetinin ahirette Huld cenneti
geçidinde
ilk cennet olacağı ve bunda "İşte yaptıklarınıza karşılık size miras
verilen cennet budur." (Zuhruf, 43/72) âyetinin mısdakınca (dosdoğru
delaletince) başlangıç ile sonun bir kavuşma yeri bulunacağı
anlaşılabilir.
Daha iyisini Allah bilir. Oturunuz da, neresinden dilerseniz yiyiniz,
mübahtır.
Ancak bir şu ağaca yaklaşmayınız, ki zalimlerden olursunuz, haddinizi
tecavüz
ve kendinize yazık etmiş bulunursunuz. Demek ki Âdem ve Havva, cennette
diledikleri gibi hareket edebilecek ve istedikleri yerde istediklerini
yiyip
nimetlenebilecek bir serbestlik ve helâl kılma ile iskân edilmiş
olmakla
beraber bu yetki ve izin hiç sınırı olmayan sonsuz bir hürriyet ve mülk
edinme
olmayıp, bir sınıra kadar idi ki, şahsen veya cins olarak tek olan bu
ağaç ve
bunun meyvesi o sınırı belirlemiş ve ona yaklaşmak, kendileri için
yaradılışça
mümkün ise de dinen ve hukuken yasaklanmıştı. Malumdur ki ağaç örfte
yer
sınırlarından bir sınırı, onun meyvesinden yemek de, davranış
sınırlarından bir
sınırı gösterir. Bu nokta, Âdem'in cennette bile sorumluluktan
kurtulmuş
olmadığını ve bu ağaç civarı, aslında cennetten sayılmakla beraber,
Âdem ve
Havva için bir cennet değil bir imtihan alanı olacaktı. Ve her kim
olursa olsun
ona yüce Allah'ın tayin ettiği sınıra ve hukuk çizgisine tecavüz ederse
haksızlık ve böylece kendine zulmetmiş olacağından Âdem ve Havva'ya da
buna
yaklaşırsanız zalimlerden olursunuz buyurmuştur.
Bu
iskân ve tebliğ üzerine
şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen yerlerini meydana çıkarmak:
cinsel
organlarının bulunduğu yerleri açmak için ikisine de bir vesvese
(kuruntu,
şüphe) verdi. Âdem ve Havva, bu zamana kadar yaradılışlarında
kendilerini
utandıracak ve tiksindirecek çirkin pis şeylerin çıkmasına yer olacak
ve
çıkacak kötü yerlerini ne kendilerinden, ne de birbirlerinden
görmüyorlar ve
hatta bilmiyorlardı. Ayıbları örten yüce Yaratıcı başlangıçta onu
örtmüş,
kendilerinden gizlemişti. Bir rivayete göre bir nur ile görüşlerine
kapalı idi.
Diğer bir rivayete göre de tırnak çeşidinden bir örtü ile örtülü idi.
Anlaşılıyor ki insan ne kadar yüksek olursa olsun, bilkuvve ayıptan
uzak
değildir. Ve yaratılışın bütün kuvvetleri şöyle dursun, fiilen ihtiva
ettiği
parçalarına bile tamamen vakıf olamaz. Bu şekilde insanın yaradılışı
iyiye de
kötüye de yeteneklidir. Ve bu yeteneğin gelişmesi yaratılıştan sonra
Allah'ın
emir ve yasağıyla belirleyip sınırladığı faaliyet hududuna uyması
ölçüsüyle
orantılıdır. Şu halde yaratılışın öncesi, emir sınırıyla denk
olduğundan
yaratılış, ahsen-i takvim (en güzel biçim) üzerine olmakla beraber,
iradî
kuvvetin ortaya çıkmasından itibaren emre muhalefet imkân dahilinde
olduğundan,
o ahsen-i takvimin içinde bir de esfel-i safiline (aşağılar aşağısına)
düşme
yeteneği vardır ki, işte din ve ilâhî emirler, insanlığı bu düşüşten
korumaya
yönelik olduğu gibi, şeytanın azim ve kararı da bu insanlarda o
ayıpların ortaya
çıkarılmasıyla bu düşüşe yöneltmektir. Ve bunun için ilk yaratılış
gereğince
cennette olan Âdem ve Havva'ya, kapalı olan ayıp yerlerini açmak için
bir
vesvese vermiştir.
VESVESE
lugatte hışırtı,
fışırtı, fısıltı gibi gizli ses demektir. Bu münasebetle gönülde
birbiri
arkasından gelip tekrar eden gizli söze vesvese ve bir nefse böyle söz
bırakmaya da vesvese vermek denilir.
Şeytan,
Âdem'e ve Havva'ya
böyle bir vesvese verdi ve dedi ki: Rabbiniz sizi bu ağaçtan başka bir
sebeple
değil ancak iki melek olacağınızdan veya ebedî kalacağınızdan dolayı
men etti.
Yani bundan yerseniz, ya yemek içmek ihtiyacından melekler gibi
müstağnî
olursunuz (ihtiyaç duymazsınız), yahut ölüm yüzü görmez, ebedî
kalırsınız, diye
bir taraftan onları Âdem'e secde ile emredilmiş olan meleklere
imrendirmek, bir
taraftan da maddî sebebin, ilâhî takdiri değiştirebileceği şüphesiyle
ne olursa
olsun bir sonsuzluk ve devamlılık sevdasına düşürmek istedi. Burada
meşhur bir
suâl vardır: Şeytan cennetten kovulup çıkarılmış olduğu halde
cennetteki Âdem
ve Havva'ya nasıl vesvese verebilmiştir?. Buna karşı, bir yılan
aracılığıyla
girdi diye bir kıssa nakli şöhret bulmuş ise de, bunu büyük tefsirciler
uygun
görmemişler ve başlıca üç şekilde cevap vermişlerdir:
1-
Hasan Basrî hazretleri
demiştir ki: Yüce Allah'ın vermiş olduğu bir kuvvet ile, yerden göğe
veya
cennete vesvese ulaştırabilmiştir. Bu mânâya göre "hayye" (yılan)
tabirinin, insan için yılan gibi zehirli bir hayatî kuvvetten kinâye
olması
söylenebilir.
2-
Ebû Müslim İsfehânî: Bu
cennetin, yeryüzü cennetlerinden biri olduğu görüşünde olduğu için,
Âdem ve
İblis ikisi de cennette idi demiş. Ancak bunun suâle uygun olmadığı
açıktır.
3-
Diğer bir takım
tefsirciler de demişlerdir ki: "Âdem ve Havva, bazan cennetin kapısına
yakın gelirler, İblis de dışardan gözetir, yaklaşırdı; vesvese bu
şekilde
meydana geldi." Âyetlerin delaletine bakarak, İblis'in kovulması ve
çıkarılmasının, dört yönden vesvese vermesi imkânını yok eder bir
şekilde
olmadığı anlaşılıyor. Bunun için vesveseye imkân bulup o maksatla öyle
yaptı.
21-
Ve inanınız ben sizin
öğütçülerinizden, iyiliğinizi isteyenlerdenim, diye yeminleşti. Yani
yemin etti
de
22-
ikisini de aldatarak
sarkıttı. Âdem ve Havva, hiçbir kimse yalan yere Allah'a yemin etmez
sandılar,
aldandılar.
Şu
halde ne zaman ki o ağacı
tattılar, kendilerine kötü yerleri beliriverdi. İsyanın uğursuzluğu yüz
gösterdi, kapalı ve gizli olan cinsel yerleri açılıverdi, bunun üzerine
utançlarından derhal üzerlerine cennet yaprağından yamalar yamamaya
başladılar.
Denilmiş ki bu yaprak incir yaprağı idi. Rabb'leri yüce Allah da
kendilerine
şöyle seslendi: Ben sizi o ağaçtan men etmedim miydi? Ve mutlaka şeytan
size
açık bir düşmandır, demedim miydi? Ki birincisi yasağa karşı gelmekten
dolayı,
ikincisi de düşman sözüne aldanmalarından dolayı darılma ve
azarlamadır.
Şeytanın düşman olduğunun hatırlatılması, bu sûrede açıkça geçmemiş ise
de bu
sorunun gereğine ve Tâhâ Sûresi'nde "Bu senin ve eşinin düşmanıdır."
(Tâhâ, 20/117) âyetinin belirttiğine göre, demek bu hatırlatma da
yapılmıştı.
23-Bu
azarlamağa karşı Âdem
ve Havva bakınız ne dediler: Ey Rabbiniz, biz nefsimize zulm ettik,
kendimize
yazık ettik. Ve eğer sen bize mağfiret ve rahmet etmezsen, hüsrana
uğrayanlardan olacağımız şüphesizdir, dediler. Derhal durumu anlayıp
hatalarını
itiraf ve tevbe ve istiğfara teşebbüs ederek ilâhî rahmete sığındılar
ki, bu
yalvarış kelimeleri Bakara Sûresi'nde "Âdem Rabbinden birtakım
kelimeler
aldı (tevbe etti) bunun üzerine (Allah)
Onun
tevbesini kabul
etti." (Bakara, 2/37) âyetinde işaret olunan kelimelerdir. İlâhî suale
karşı İblis'in sözü geçen cevabıyla, Âdem ve Havva'nın bu cevaplarını
mukayese
etmeli (karşılaştırmalı) de bu kelimelerin derhal Âdem'in kalbine
gelmesi ne
büyük ilâhî bir lütuf olduğunu ve Âdem'in mizacı ile İblis'in içyüzü
arasında
ne büyük bir fark bulunduğunu anlamalı ki, İblis'in ateş ve çamur
kıyaslamasındaki cehaletinin sırrı bu noktada açıkça görülmektedir.
Denilmiştir
ki, Âdem beş şey ile bahtiyar (mutlu) oldu. Emre karşı gelmeyi itiraf
etmek,
pişmanlık duymak, nefsini kötülemek, tevbeye teşebbüs etmek ve
rahmetten ümidi
kesmemek, İblis de beş şeyle bedbaht (mutsuz) oldu. Günahını kabul
etmedi,
pişmanlık duymadı, kendini kınamayıp azgınlığını Allah'a bağladı ve
rahmetten
ümidini kesti. Bununla beraber ilâhî emir ve yasaklara karşı gelmekle
işlenen
herhangi bir günah affedilmiş bile olsa, günahı işleyeni nezâhet-i
mutlaka
(mutlak temizlik) mertebesinden indirmeğe sebep olacak demektir.
24-Çünkü
bu tevbe ve yakarış
üzerine Allah buyurdu ki: İniniz, bazınız bazınıza düşmansınız. Ve size
yeryüzünde bir vakte kadar bir yerleşme ve yararlanma var.
25-Yani
Allah dedi ki: Onda,
o yeryüzünde yaşayacaksınız, ve orda öleceksiniz, ve yine ordan
çıkarılacaksınız, öldükten sonra diriltilip toplanacaksınız. İşte
Allah, siz insan
cinsini yeryüzünde böyle yerleştirdi. Şimdi:
26-
Ey Âdemoğulları,
muhakkak ki biz üzerinize çirkin yerlerinizi örter, avret yerlerini
örter bir
elbise, bir de rîş (yani güzellik ve öğünmek giysisi yahut servet ve
refah)
indirdik. Yerle, gökle, içle, dışla, ferdle, toplumla, tabiatla,
sanatla ilgili
sebepleri yaratıp ihsan ettik. Âdem ve Havva cennette saklı ve gizli
otururlarken ayıpları açılarak yeryüzüne gelmiş oldukları gibi,
Âdemoğullarından her biri de ana karnında "döl yatağı" içinde saklı
ve gizli olarak rızıklanıp dururken çırılçıplak yeryüzüne indiler.
Sonra da
ayıplarını örtecek veya giyinip kuşanıp süslenecek şekilde fakirce veya
zengince iki çeşit elbise ile korunmaya ve örtünmeye ve hatta
güzelleşme ve süslenmeye
imkân buldular. Bu arada, takva elbisesi takva hissi veya takva duygusu
ile
giyim yani hayâ, utanma duygusu ve Allah korkusu ile giyilen ve
Allah'ın
izniyle maddî manevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden
koruyacak olan
korunma elbisesi yok mu, bu, mutlak hayırdır. Sırf faydadır. Elbise
nimetinden
faydalanma ve istifade asıl bununladır. Zira takva duygusu, korkusu ve
imanı,
hayâ ve irfanı olanlar zorunlu olarak çıplak bile kalsalar en az Âdem
ve
Havva'nın yapraklarla örtündükleri gibi ayıp ve örtülmesi gereken
yerlerini
örter ve muhafaza ederler. Fakat takva duygusu olmayan günahkârlar ne
kadar
giyinseler yine kıçları, açılmaktan kurtulamazlar. Çünkü bunlar, elbise
nimetinin ayıp ve örtülmesi gerekeni örtmek; sıcak, soğuk ve rahatsız
edici
çirkinliklerden, hastalık sebeplerinden korunmak, düşmandan sakınmak ve
nihayet
güzel bakışı cezbedecek ve kötü bakışı defedecek, hiç kimsenin ne
şehvetinin
heyecanına ve ne nefretinin gelişmesine sebep olmayacak faydalı bir
sima, edeb
ve vakar rahatlığı ile güzelleşme gibi gerçek fayda ve güzel
maksatlarını
düşünemezler. Şehvet, kibir ve gururla süslü püslü giysiler içinde
kibrini ilan
etmek isterken, bir taraftan en kötü yerini açar, hatır ve hayale
gelmez zarar
ve edepsizliğe düşerler. Bunun için süslü elbise, giysi, şeref ve
ihtişam dahi
hadd-i zatında ilâhî bir nimet olmakla beraber, birçoklarının gözlerini
kamaştıran görünür çekiciliğine rağmen hayır ve mutlak fayda değil, bir
gurur
metâıdır. Asıl hayır, takva giysisidir ki, örtülmesi gerekli yerlerin
örtülmesi
(setr-i avret), namusu korumanın ilk şartını teşkil eder. Bu, yani
elbise
indirilmesi, Allah'ın âyetlerindendir. İnsanlığa olan lütuf ve
yardımını, bağış
ve rahmetini gösteren delillerinden ve alametlerindendir. Umulur ki
bunu
düşünürler. Bundaki delalet vecihlerini, rabbânî hikmeti düşünür
Allah'ın
nimetlerini hatırlar, tanır veya uslanıp çirkinliklerden sakınırlar.
Rivayet
ediliyor ki, cahiliyye Araplarından bir takımları, bu cümleden olarak
Humus'tan
olmayan A'rab yani bedevîler Kâbe'yi çıplak oldukları halde tavaf
ederler ve
içinde Allah'a isyan ettiğimiz giysilerimizle tavaf etmeyiz, derlerdi.
Çoğunlukla erkekler gündüz, kadınlar gece tavaf ederler, kadınların
gündüz
tavaf ettikleri de olurdu. Kadın bütün göğüslerini ve
göğüslerindekileri açar
ve hatta büsbütün çırılçıplak olur, ancak cinsel organına şarap üstüne
sinek
konmuş gibi hafif, seyrek bir paçavra kor, "tavaf ederken beni kim
ayıplar", der ve şu:
"Bugün
bunun bir kısmı
veya hepsi açılır, açılanını da helâl etmem." beytini söylerdi. İşte bu
âyetler bu sebeple nazil olmuştur.
27-
Ey Âdemoğulları, sakının
şeytan sizi de belaya düşürmesin. Ebeveyninizin (babanızın ananızın)
kötü
yerlerini, (Mücahid'in tefsirine göre kendilerine fenalık veren
günahlarını)
kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak, üzerlerindeki takva
elbisesini
sıyırtarak cennetten çıkmalarına sebep olduğu gibi sizi de aldatıp
fitne ve
belaya düşürmesin, sakının. Çünkü o ve o kabilden olanlar sizi, sizin
onları
görmeyeceğiniz yönden görürler. İblis de cinden olduğundan, o şeytan ve
onun
hemcinsleri nesil ve insan askerleri gözünden gizlenebilen cin
güruhundandırlar. Ve hafiye ve casus gibi insanı görmediği tarafından
vurur
avlarlar. Tefsirciler demişlerdir ki, bundan insanın şeytanı hiç
görmeyeceği
sanılmamalıdır. Görülmeyecek yönden görebilmek hiç bir şekilde
görülememeyi
gerektirmez. Gerçekte bir insan bile diğer insanı göremiyeceği yönden
görebilir, şeytan da insanı böyle görmediği tarafından aldatır ve hatta
bazan
görünür de şeytan olduğunu sezdirmez, şeytan olduğunu gizlemiyerek
göründüğü de
olur. "Şeytan sizi belaya uğratmasın." yasaklaması da gösterir ki,
bir insan için şeytanın fitnesinden geri durmak ve çekinmek mümkündür.
Demek ki
şeytan, gözle görünmediği halde bile onun şeytanlık ve aldatma
noktaları
bilinebilir. Ve bilinemediği halde bile takva giysisi, iman ve korku
hissi onun
fitnesine en kuvvetli bir engel teşkil eder. İnsan dışıyla ve içiyle
maddî ve
manevî bakımdan silahlanmış olur. Takva elbisesi, ile içinden dışından
giyinmiş
bulunursa, şeytan ona görmediği tarafından, gördüğü halde bile etki
edip
aldatamaz. Şu halde şeytandan takva elbisesi ile sakının. Muhakkak ki
biz
şeytanları iman etmeyen imansızların dostları (velileri, âmirleri, iş
başları,
başlarına bela olmuş yakınları, arkadaşları) kılmışızdır. İmansızlıkla
şeytanlık arasında bir çekicilik vardır. Korusuz bahçeye haşerelerin
üşüştüğü
gibi "Muhakkak biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları günaha
sevkediyorlar." (Meryem, 19/83) âyeti delaletince imansız kalblere de
şeytanlar musallat olur. İmansızlar şeytanlığı sever, şeytana mahsus
hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer
kalkar,
eşkiyanın reisi, en büyük haydut olur. Bunun gibi imansızların bütün
eğilimleri
şeytanlıkta olduğundan önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar
geçer ve
artık onları diledikleri yere sevkeder, soydurur, soyarlar.
28-Bu
şekilde şeytanlara
düşkün olduklarından, o imansızlar bir edepsizlik yaptıkları zaman da:
biz
atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize böyle emretti,
dediler. Mesela
kötü yerleri açmak eski bir âdet ve bununla beraber Allah'ın bir emri
olduğunu
iddiaya kalkıştılar. Ey büyük Peygamber! Sen de ki: Muhakkak Allah
edepsizliği
emretmez. Edepsizlik, fenalık, günah eskiden beri bir âdet olabilir,
fakat
şurası muhakkaktır ki, Allah onu emretmez. Bir de tutup bilmediğiniz
şeyi
Allah'a karşı söylüyor musunuz? Bilmediğiniz şeyi biliyormuş gibi
tutturup
Allah'a karşı yalan ve iftiraya kalkışmak ne büyük cüret ve
cahillik!... Hiçbir
dinde, hiç bir peygambere hiç bir vahyde, hiç bir akılda Allah'ın
edepsizliği
emrettiğine veya edeceğine delalet edecek hiç bir şey yoktur. Ve iyi
bilmek
gerekir ki, insanları edepsizliğe, terbiyesizliğe, günaha davet eden
rûhî ve
fikrî dürtülerin, ilim ile, ilham ile, vahy ile ilgisi yoktur. O, bir
şeytan
vesvesesinden başka bir şey değildir.
29-
De ki: Rabbim, adaleti
ve itidali emretti, yani ifrat ve tefritten sakınıp orta halli ve
ölçülü olarak
hareket ediniz, ve her mescidde yüzünüzü ona doğrultun. Yani her secde
zaman
veya mekânında, her namaz veya namaz kılınan yerde yüzlerinizi dosdoğru
ona,
onun kıblesine dikerek ibadetine yöneliniz. Namaz vakti nerede
erişirse, orada
kılınız. Ve hepinizin yüzü bir düzende Allah'a dönmüş olarak sırf Allah
için
kılınız, kalblerinizde şirk eseri, yüzlerinizde ayrılık ve eğrilik
eseri
bulunmayarak muntazam bir şekilde kılınız. Ve Allah için dininizde
samimi
olarak Allah'a dua ediniz. Çünkü o size nasıl başladı ise yine öyle
döneceksiniz. Yani Allah Teâlâ siz insanları başlangıçta yaratıp, var
edip
dünyaya getirdiği gibi yine öyle iâde edecek, ahirete gideceksiniz.
Şüphe yok
ki iade etmek, başlamadan daha kolaydır. Bir defa olanın, yine
olabileceğinde
şüpheye yer yoktur. Bunun için tabiat davasına tutulup da ahireti inkar
edenler, ilk önce tabiat kanunlarının başı bulunan "olan yine olur"
kanununu düşünmeli ve yaratmaya gücü yeten Allah'ın iadeye öncelikle
kâdir
olduğunu anlıyarak ahirete inanmalıdırlar.
Şu
halde ikinci olarak
bilmelidir ki, bu dünyaya çırılçıplak gelip az çok türlü türlü giysiler
bulan
insanların hepsi sonunda bu dünya elbisesinden soyunup yine geldikleri
gibi
çırılçıplak olarak dönüp gidecekler ve amellerinin cezasını
bulacaklardır.
Üçüncü olarak şunu hiç unutmamalıdır ki, bu geliş gidişte, bu başlama
ve
dönüşte tecelli eden bütün hüküm ve kudret yalnız Allah'ın olduğunda
hiç şek ve
şüphe yoktur. Analar, babalar, hısımlar, akrabalar, eşler, dostlar,
efendiler,
beyler, hâkimler, krallar, devletler, milletler, insanlar, cinler,
kısaca bütün
yaratıklar bir yere gelseler, kendi kendilerine bir ferdi ne başlangıç
itibariyle canlandırmaya güçleri yeter, ne de sona erme itibariyle
iâdesine.
"İnsanı, insan yapar" diyen nice iddiacılar, "Ben de diriltilir
ve öldürürüm." (Bakara, 2/258) diyen nice Nemrud'lar gelmiş geçmiştir
ki,
bütün arzu ve iddialarına rağmen ne bir çocuk yapabilmiş, ne de
kendisini
öldürmeye gelen düşmanının canını alabilmiştir. Şu halde başlangıç ve
sona
hâkim yalnız Allah olduğu için her gün, her an ister istemez o sana
doğru
yürümekte olan ortadaki insan da dininde Allah için ihlas sahibi olmalı
ve
ancak Allah'a dua edip yalvarmalı ve bütün ihlas ve samimiyetle ona
yalvarıp,
ona çağırmalıdır.
30-Başladığınız
gibi
döneceksiniz, öyle ki bir kısmınızı hidayet etmiş, imana muvaffak
kılmakla
doğru yolu tutturmuş, bir kısmınızı da, üzerlerine sapıklık hak olarak
bırakıvermiş bir halde döneceksiniz. Çünkü onlar, o ikinci kısım
Allah'ı
bırakıp şeytanları dost edinmişlerdir. Bununla beraber kendilerini
doğru yolu
tutmuş hidayettedir, sanırlar. Üzerlerine sapıklığın hak olmasında ve
ebedî
dalalette bırakılmalarında bu zannın büyük önemi vardır. Bu zanları
olmasaydı
sapıklık üzerlerine hak olmaz, hidayete gelmeleri mümkün olurdu.
31-
Her mescid yanında
zinetinizi tutunuz. Yani gerek tavaf ve gerek namaz halinde elbisenizi
üzerinize alınız, en güzel hâl ve durumda bulununuz, çirkin yerlerini
açmak
insanın en büyük ayıbı ve rüsvaylığı olduğundan, esasen elbise, insanın
bir
zineti, süsüdür. Bu da yukarda açıklandığı üzere en az avret yerlerini
örtmekten "rîş" (güzellik ve öğünme elbisesi) derecesine kadar
farklıdır ve en hayırlısı takva giysisidir. Bunun için setr-i avret
(avret
yerlerini örtmek) insana her zaman farz olduğu gibi, özellikle namazda
ve
tavafta da farzdır. Ve bir müslümanın namazda mümkün olan en güzel
durum ve
şekilde bulunması sünnettir ki, cemaat ile namazda safların intizamı ve
câmiye
giriş çıkış ve oturuş duruşta edep ve hayâ, vakar ve ağırbaşlılık da bu
zinet
ve güzel sûret anlayışının işaretin de dahil olur. Nitekim önceki
âyetlerdeki
yüzleri doğrultma anlayışında da bu intizam işareti vardır. Aynı
şekilde âyetin
işaret ve eğiliminden şu da anlaşılır ki, bir islâm şehrinin güzellik
bakımından tanzim ve teşkilâtında câmi ve câmi civarları en güzel
yerleri ve
zinet merkezi noktaları edinilmelidir. Bununla beraber bütün bunların
içinde
mescitlerin asıl süsü, ibadet ile mamurluğu ve ibadetle ilgilenen
kimselerin
hâl ve tavırlarıdır. Fenalar, en güzel yerleri kirletir ve
çirkinleştirir.
İyiler, en kötü yerleri bile temizler, güzelleştirir. Bunun için asıl
istenen
insanların iyiliği ve güzelliği olduğundan buyurulmuştur ki: "Her
mescide
gidişinizde güzel giysilerinizi giyiniz." Ve yiyiniz, içiniz, bununla
beraber israf da etmeyiniz. Haramı helâl kılmak veya helâlı haram
yapmak veya
yemek ve içmekte, süs eşyasında hırs ve ifrat etmek gibi bir şekilde
orta hal
sınırını geçmeyiniz. Çünkü O, yani Allah israf edenleri sevmez,
işlerine razı
olmaz, bu muhakkak. Bunun nüzul sebebinde çıplak tavaf âdetinden başka
bir de
şu rivayet ediliyor ki: Âmiroğulları, hacc günlerinde yemek ve yağlı
yemezler,
ancak bayılıp düşmeyecek kadar kût miktarı (ölmeyecek kadar yiyecek bir
şey)
yerlerdi ve bu şekilde haclarını ulularlardı.. Müslümanlar da böyle
yapmak
istemişler bu âyet nazil olmuştur. Demişler ki bu âyette tıbbın yarısı
özetlenmiştir. Biz bunu bir kaç bakımdan anlıyoruz: Birincisi: Tıp
gerçi
başlıca hastalıkların ilim ile tedavi sanatında özetlenir. Fakat her
ikisinden
gaye sıhhattır. Şu halde sıhhati koruma baştan sona tıbbın en büyük
şartını ve
gayesini teşkil ettiğinden, tıbbın bir yarısı sıhhati koruma, diğer bir
yarısı
da hastalıkları tedavi demektir. Bu âyet ise sıhhati koruma (hıfzı's-
sıhha)nın
esasla ilgili şartlarını özetlemiştir.
32-
De ki: Allah'ın kulları
için çıkardığı zineti (mesela pamuk, keten gibi bitkilerden, yün ve
ipek gibi hayvanlardan,
zırh vb. gibi madenlerden çıkan ve insanları süsleyen giysiler gibi
Allah
zinetlerini). Ve rızık türünden temiz ve lezzetli şeyleri: (kısmet olup
lezzet
ve iştahla faydalanılacak, hoş hoş, temiz temiz çeşitli yiyecek ve
içecekleri)
kim haram kılmış? Bu bir inkarî istifham (soru)dır. Yani Allah'ın
çıkardığı bu
zinetleri ve tertemiz şeyleri haram kılmak kimsenin haddi değildir. Şu
halde bu
âyet yenecek ve giyilecek ve çeşitli süs eşyalarında aslolanın mubahlık
olduğuna delildir. İbnü Abbas ve birçok tefsir bilgini zineti,
giyilecek şeyler
ile tefsir etmişlerdir. Fakat diğer bir görüşe göre israf olmamak üzere
çeşitli
zinetlerin hepsini içine almaktadır ki, zahiri de budur. Şu halde her
yönden
bedeni temizleme, hayvanlar ve diğerlerinden üzerine binilen binitler
ve zinet
eşyalarının her çeşidi, zinet deyimi altında dahildir. Çünkü hepsi
zinettir.
Eğer nebevî hadiste erkek için altın, gümüş ve ipeğin haram olması
hakkında
özellikle nass (dînî delil) gelmemiş olsaydı bunlar da bu genele dahil
olurdu.
De ki o zinet ve temiz şeyler bu dünya hayatında iman edenler için
kıyamet
gününde halis olarak vardır. Yani o zinetler, o temiz şeyler, esas
itibariyle,
müminler içindir. Çıkarılmasının hikmeti müminlerin faydalanmasıdır.
Fakat bu,
dünya hayatında kâfirler de ona, tâbi olmak sûretiyle de olsa, iştirak
ederler.
Fakat kıyamet gününde onlar yalnız bu dünyadaki müminlere mahsus
olacak,
kâfirler asla ortak olamayacaklardır. İkinci olarak o zinet ve temiz
şeyler, bu
dünyada, her ne olursa olsun eksiklikten, tatsızlıktan, karışıklıktan,
kederden
uzak kalmaz. Kıyamet gününde ise her türlü kederlerden uzak olarak
vardır. O
zaman o özel zinet, ancak bu dünya hayatında iman etmiş olanların
olacak,
kâfirlere de sadece mahrumiyet ve acı kalacaktır. İşte bilecek olan bir
topluma
âyetleri biz böyle açıklarız.
33-
De ki: Rabb'im, ancak
şunları haram kılmıştır: Bütün fevahışi, yani çirkinliği açık, aşırı
olan
fenalıkları, özellikle kadın tenasûl uzvu ile ilgili olan
namussuzlukları,
fuhuş ve ahlâka aykırı olayları ki, gerek açık olanları olsun, gerek
gizli;
mesela nikâhı caiz olmayanı nikâh etmek, bâyin talâktan sonra nikâhı
yenilemeden karı koca muamelesini devam ettirmek gizli fuhşiyat (ahlâka
aykırı
olay) cümlesindendir. Ve günahı; bütün günahları, akıl ve şeriate
uymayan her
kötü fiili, bilhassa bilinen günahı yani sarhoş edici içki kullanmayı,
sarhoş
olmayı, haksız yere isyanı; haddini aşarak cana, mala, ırza, yani
haysiyet ve
hukuka tecavüzü ve zulmü. "Haksız yere" kaydı, isyanın mânâsını
açıklama ve te'kittir. Çünkü "hak yere" olan isyan olmaz. Allah'a hiç
bir delil indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı. Yani bütün
âlem bir
Allah'a delil olduğu halde Allah'a ortak koşmak için ilmî bir kudreti
olacak
hiçbir burhan, hiç bir delil yoktur. Müşriklik, delilsiz hüccetsiz
şeytana
uymaktan kaynaklanan bir cehalet ve aptallıktan ibaret bir nefsî
arzudur. Bütün
kötülüklerden, günahtan, isyandan daha büyük bir haramdır. Ve Allah'a
karşı
bilginiz olmayan şeyi söylemenizi, "Allah onu bize emretti" dediğiniz
gibi cahillik ve inkâr ile yalan söyleyerek din ve hükümler uydurmaya
kalkmanızı. İşte Rabb'im o zinet ve temiz şeyleri değil, bunları haram
kılmıştır .Ve ilim şânından olanlara böyle açıklamıştır. Artık ilim
ehli,
bunların içindeki mânâları istinbat eder, anlar, ona göre tatbik ve
istifade
ederler.
34-Şimdi
sakın biz bu
haramları yapageldik, bir felaketini görmedik, nice topluluklar da
yapıyor bir
şey olmuyor, demeyiniz. Çünkü her ümmet, az veya çok her topluluk,
küçük veya
büyük her toplum ve devlet için bir ecel; Allah katında tayin edilmiş
ve
kararlaştırılmış olan bir vakit ve mühlet vardır ki, azab veya
helakleri ona
bakar. Allah'a karşı peygamberlerini yalanlayanların, yalancıların,
dinsizlerin, müşriklerin, isyancıların, günahkârların, edepsizlerin
hepsi
dünyanın her tarafında ve her zamanında birden bire
cezalandırılıvermezler.
Çeşitli ümmetlerden her birine ve hatta her ümmetten her ferde mahsus
bir ecel,
bir müddet sonu vardır. Birini şu kadar müddet içinde mahveden bir
kötülük,
diğerini mahvetmek için daha az veya daha çok bir müddete dayanmış
olur. Şu
halde ecelleri geldi, mühletleri bitti mi, bir saat geri kalamazlar,
ileri de
gidemezler. Yani o eceli ne bir an ileri çekebilirler, ne de geri. Ne
uzatabilirler, ne kısaltabilirler. Biçilen vakti gelince ânı ânında
derhal
yakalanır, belalarını bulurlar. Bu müddeti ise ancak Allah bilir. Şu
halde bir
müddet devam eden bu müsaadeye aldanıp da sonsuza değin böyle gidecek
sanmamalı, fırsat elde iken hemen tevbekâr olup bir an önce isyandan
korunmaya
ve Allah'ın emirlerine yapışmak sûretiyle geleceği temine çalışmalıdır.
İbnü
Abbas ve tefsircilerin çoğunluğunun tercihine göre bu âyetteki ecel,
söz
gelişine göre mutlak ömür mânâsına olmayıp, "azab ve helak eceli"
demek olduğundan "her ümmetin bir eceli vardır" kanunu, fertleri
dinlerine bağlı olan bir ümmetin, dünyanın sonuna kadar yaşayabilmesine
engel
değildir. Bundan günah ve ahlâksızlık içinde koşan kâfir ve âsi
ümmetlerin bir
müddet nâil oldukları görünüşteki refah ve safaya bakıp da arkalarına
düşmemek
ve onları bâkî kalacak sanıp da ahlâk ve hareketlerini ve medeniyet
tavırlarını
benimsenecek bir örnek saymamak gerektiğini anlamalıdır.
Bunun
için buyuruluyor ki:
35-36-37
Yani insanlar
içinde Allah tarafından gönderilip Allah'ın âyetlerini tebliğ ve beyan
eden hak
peygamberlere karşı yalan uyduran, yalan yere peygamberlik taslayıp din
vazetmeye kalkışan sahtekâr ve yalancı iftiracılardan ve yahut
Allah'tan
gereğince korkan ve doğru müminlerin zıddına "Allah'ın âyetlerini
yalanlayan kâfirlerden daha zalim, daha haksız kim olabilir?" Bunlara
kitaptan nasibleri erer, ecellerine göre yazılmış, takdir edilmiş olan
rızıklarından, ömürlerinden, "İnkâr edeni az bir süre geçindiririm."
(Bakara, 2/126) âyeti delaletince aslında "az bir şey olan" dünya
nimetlerinden kısmetlerini alırlar ve asıl nasibleri olan yüzkarası ile
giderler... Yani nihayet böyle olurlar. Allah'tan gelen ölüm elçileri,
ölüm
veya azab melekleri karşısında Allah'tan başka taptıklarını kaybederler
ve
kendi kâfirliklerine kendileri şahitlik ederek can verirler.
38-O
zaman Allah der ve
hatta birçoklarına demiştir ki Cin ve insanlardan sizden önce geçen
ümmetler
içinde ateşe girin. Geçmiş ve gelenden her ümmet girdikçe hemşîresine
(arkasından gidip sapıklığa düştüğü din kardeşine) lanet eder. Böyle
bölük
bölük girerler. Nihayet hepsi orada, o ateşte birbirlerine
ulandıklarında
sonrakileri (arkadan gidenleri veya sonra girenleri), öncekiler
hakkında,
dünyada öne düşen öncüleri veya ateşe önce girenleri hakkında Allah'a
hitap
ederek derler ki: Ey Rabb'imiz, şunlar yok mu, işte bizi bunlar
şaşırttılar.
Onun için sen bunlara ateşten katmerli bir azab ver. Buna karşı Allah,
der ki:
hepinize katmerli: her an artan katlama usûlüyle artan katmerli bir
azab var.
Çünkü bir kerre, iki taraf sapıklıkta ortaktır. İkincisi öndekilerin
sapıtması,
sonrakilerin de bu sapıtmayı kabullenmeleri vardır. Uyan ile uyulan
birbirinden
karşılıklı kuvvet almıştır. Bu şekilde bir tarafın sapması ve
sapıtması, diğer
tarafın onları taklit ve küfürleri biri diğerinin günahlarını ve
azablarını
katlama artırır. Ve fakat siz bilmiyorsunuz. Herkes kendi acısını
tattığı için
bir bölüm diğerinin çektiğini bilmiyor. Yahut siz o katlamanın
ulaşacağı
sonsuzu birden bilmezsiniz. Şu halde o azabın miktar ve şeklini,
durumunu ve derecesini
bilmezsiniz. Onu, her ânını göre göre sonsuz zamanda takip edeceksiniz.
Ancak
şunu biliniz ki, hepinizinki katlamadır.
39-Bu
cevap üzerine
öncekiler de sonrakilere der ki: Anlaşıldı ya, sizin bize karşı bir
üstünlüğünüz, bir meziyet ve tercihe değer yönünüz yoktur. Azabı hak
etmede hep
eşitiz. Şu halde siz de o azabı, o katlama azabı tadın, o acıyı çekin,
çünkü
kazancınızdır.
40-41-
Şu muhakkak ki,
âyetlerimizi yalanlayanlar, hayır ve şerri, hak ve bâtılı, geçmişin
sonuçlarını, şimdiki zamanın ve geleceğin gereksinimlerini açıktan
açığa
gösteren delillerimizi ve işaretlerimizi yalan çıkarmaya çalışanlar, ve
onlara
karşı kibirlenenler, kendilerini daha yüksek sayıp, bunları nazar-ı
itibara
almaya tenezzül etmek istemeyenler yok mu, bunlara göğün kapıları
açılmaz,
ruhları yükselemez, biraz fırlasalar bile yükseklere nüfuz edemezler,
meleklerin sırlarına eremezler, düşerler, dua ve niyazları reddolunur.
Üzerlerine feyz ve bereket inmez, ve cennete giremezler, tâ deve
iğnenin
deliğine girinceye kadar. Diğer bir mânâ ile: "Halat, iğnenin deliğine
girinceye kadar". Çünkü (el-Cemel) kelimesi bilindiği üzere
"deve" mânâsına geldiği gibi, urgan ve halat mânâsına da gelir ki
(cümmel), (cümel), (cüml) ve (cümûl) de denilir. Bazı tefsirciler
halatın
ipliğe bir çeşit benzeyişine ve bundan dolayı iğneye deveden çok bir
ilgisine
göre ikinci mânâyı tercih etmişlerse de tefsircilerin çoğu birinci
mânâyı
tercih ederler. Zira her iki mânânın ikisine göre de bu bir darb-ı
meseldir ki,
bizim "balık kavağa çıkıncaya kadar" deyişimiz gibi bir şeyin mümkün
olmayana bağlanmasını ifade eder. Bu bakış açısından ise birinci mânâ
daha
belağatlıdır. Çünkü örf bakımından "iğne deliği" küçüklükte,
"deve" büyüklükte meseldir. Bir şeyin ufaklığında, inceliğinde
mübalağa edileceği zaman, "iğne deliği gibi" denilir. İrilikte
mübalağa için de "deve gibi" denir. Özellikle Arap dilinde bu çok
bilinir. "Halat" da misal olabilirse de, deve kadar mesel değildir.
Bu yönden olmayacak bir şeyi anlatmak için, irilikte mesel olan
devenin,
incelikte mesel olan iğne deliğine girmesiyle darb-ı mesel şüphesiz ki
daha
belağatlıdır. Bir de deve, girebileceği yere kendi girer. Halat ise
sokmaya
dayanmaktadır. Şimdi devenin iriliğinden başka bizzat hareketli bir
hayat
sahibi olması, sonra boynu, hörgücü, ayaklarıyla , özel şekliyle de
bütün eğri
büğrülüğü ve acaibliğiyle göz önüne getirildiği zaman iğne deliğine
girmesinde
uzaklık fikri ve mümkün olmayanı hayal etme öyle bir kuvvetle ortaya
çıkar ki,
bu kuvvet halatta yoktur. Hasılı her iki takdirde mânâ, o kâfirlerin
cennete
girememelerini bir müddet gayesi ile sınırlamak değil, onun mümkün
olmadığını
açık bir temsil ile anlatmaktadır. Şu halde devenin iğne deliğinden
geçmesi,
aslında mümkün müdür değil midir, diye bazı inkârcıların yaptığı gibi
boş yere
tartışmalara dalmaya lüzum yoktur.
42-45-
Ve cennet ehline
şöyle seslenilir: İşte o, bu cennet, yani dünyada vaad olunduğunuz
cennet,
gönlünüzdeki bütün kin ve nefreti silen, altından ırmaklar akan, içinde
böyle
hamd ederek dâim safa ile ebedî olacağınız bu cennettir. Siz buna varis
kılındınız. O sebeple ki, amel ediyordunuz. Dünyada güzel çalışıyor,
iyi işler
yapıyordunuz. Cennet ehlinin bu başarıyı kendilerinden değil, sırf
Allah'dan ve
Allah'ın yardım ve hidayetinden bilerek hamdetmelerine karşılık Allah
tarafından bu başarıları amellerinin sebebiyetine dayandırılarak böyle
seslenilmesi kulluk terbiyesi ile ilâhî lütfun ne büyük bir
tecellisidir. Şu
halde insan çalışmalı ve fakat başarıyı Allah'tan bilmeli, ameline
mağrur
olmayıp daima ilâhî hidayete sığınmalıdır. Amel, cennete girmenin
sebebidir,
fakat Allah'ın yardımı ile.
Mirasta
ölüden diriye geçme
mânâsı bulunduğundan, buradaki miras çoğunlukla "felan şey insana şeref
verir" deyiminde olduğu gibi mutlak verme mânasıyla tefsir edilmek daha
açık görülmüştür. Fakat bir hadis-i şerifte şöyle gelmiştir: "Hiç bir
kâfir ve hiç bir mümin yoktur ki, hem cennette, hem cehennemde bir yeri
olmasın. Ve şu halde cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme
girdikleri
zaman cennet, cehennem ehline kaldırılır gösterilir. Oradaki yerlerine
bakarlar
ve kendilerine, işte siz Allah'a itaat ederek amel etmiş olsaydınız,
bunlar
sizin makamlarınız idi, denilir. Sonra ey Cennet ehli, haydi
amelleriniz sebebiyle
siz bunlara varis olunuz, denilir. Şu halde onların yerleri cennet ehli
arasında bölüşülür".
Cennet
ehli, cehennem ehline
seslendi. Fahreddin Râzî'nin nakline göre âlimler demişlerdir ki, bu
âyetten,
mesafenin uzaklığının sesi idrak etmeye -genellikle- engel olmadığı
anlaşılır.
Bazı âlimler de özellikle şöyle demiştir: "Seste öyle güç, kuvvet
vardır
ki, yalnız uzaklık duyulmasına mâni olmaz." Kim bilir bu gerçek,
öncekiler
tarafından nasıl bir hayret ve uzaksama ile karşılanırdı? Fakat
zamanımızda
radyo ve televizyon keşiflerinin bu Kur'ân gerçeğini nasıl ortaya
çıkardığnı
görüyoruz.
46-47-
Cennet ile cehennem
arasında bir perde ve A'rafta bir takım kimseler vardır. Bu perde,
Hadîd
Sûresinde geçen "Aralarına kapılı bir sûr çekilir ki, onun içinde
rahmet
vardır, dış yönünde de azab." (Hadid, 57/13) ilâhî sözünde zikredilmiş
olan sûrdur.
"A'raf"
kelimesi
"arf"ın çoğuludur. Arf ise her hangi bir yüksek yer demektir ki, bu
münasebetle atın yelesine, horozun ibiğine "arf" denilmiştir. Buna
göre A'raf, meşhur görüşe göre cennet ile cehennem arasındaki perdenin,
sûrun
yüksek tepeleri demek olur. İbnü Abbas'dan "sıratın şerefeleri" diye
bir görüş de rivayet edilmiştir. Fakat Hasan-ı Basrî hazretleri
demiştir ki
A'raf, marifet (bilmek) kelimesindendir. Ve mânâ: "Cennet ehli ile
cehennem ehlini simalarından tanımak üzere bir takım kimseler vardır."
demektir. Kendisine bu kimseler, "iyilikleri ve kötülükleri eşit olan
kimselerdir", denildiğinde dizine vurmuş, ve "bunlar, demiş, Allah
Teâlâ'nın cennet ehli ile cehennem ehlini tanımak ve birbirinden
ayırmak üzere
tayin buyurduğu bir kavimdir. Vallahi bilmem belki bir kısmı
beraberimizdedir". Hasılı A'raf üzerindeki adamların tefsirinde başlıca
iki görüş vardır: Birincisi: Ebu Huzeyfe ve diğerlerinden rivayet
edildiği
üzere bunlar amelde kusur etmiş ve mizanda iyilikleri ve kötülükleri
eşit
gelmiş Allah'ı birleyen bir topluluktur ki, cennet ile cehennem
arasında bir
müddet kalırlar. Sonra Allah Teâlâ haklarında bir hüküm verir.
İkincisi:
Bunlar, peygamberler, şehidler, hayırlılar, âlimler veya adam şeklinde
görünen
melekler gibi dereceleri yüksek birtakım zâtlardır, denilmiş ki
birincilere
göre "henüz cennete girmemiş, fakat girmeyi arzu edenlerdir."
kayıtları, seslenen A'raf ehlinin halini beyandır. Yani cennet ehli,
cennete
girmiş, bunlar girmemişlerdir. Fakat arzu ve ümit ederler. Onlara
özenirler de,
"selâm ve selâmet size" derler. İkinciye göre ise, o sırada cennet
ehlinin hâlidir. Yani cennet ehlinin henüz cennete girmemiş ve girmek
ümidinde
bulunmuş oldukları sıradadır ki A'raf ehli onları selâmetle
müjdelerler.
48-51-
"Simalarından
tanıdıkları kimselere." Velid b. Muğîre, Ebu Cehil Âs b. Vâil ve
akranları: "Allah Selmân, Ammâr ve benzerlerini cennete koyacak da bizi
cehenneme atacak ha, böyle şey olmaz. Allah bizim hizmetçilerimizi,
çobanlarımızı bizden üstün tutmaz." derlerdi ki, işte A'raf ehlinin
"ne topluluğunuz, ne de büyüklük taslamanız size hiç bir şey
sağlamadı" diye bağırdıkları bunlar ve bu gibilerdir. Ve "bunlar
mıydı?" diye işaret ettikleri de onların küçümsedikleri Selmân ve Ammâr
gibi iman ehli kimselerdir.
52-
İlle onun te'vilini mi
gözetiyorlar? Onun te'vili geldiği (verdiği haberler ortaya çıktığı)
gün,
önceden onu unutmuş olanlar derler ki: "Doğrusu Rabbimizin elçileri
gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat
etsinler,
yahut tekrar geri döndürülmemiz mümkün mü ki eski yaptıklarımızdan
başkasını
yapalım?" Onlar, kendilerini zarara soktular ve uydurdukları şeyler
kendilerinden saptı, kaybolup gitti.
53-
O kâfirler, ancak
onun te'vilini gözetirler. TE'VİL, esasen bir şeyi sonucuna irca etmek,
varacağına vardırmaktır. Yani dünya hayatına mağrur olan o kâfirler bu
kitaba
iman etmezler de bakalım sonucu neye varacak, diye sonunu gözetirler.
İman
edeceklere bir hidayet ve rahmet olarak ilim üzere açıklanan ve gelecek
için
haber verilen vaad ve tehditlerin ilerde bilfiil tatbikatıyla vuku
buluşta
doğruluğunun ortaya çıkmasını beklerler. Kısacası işi ilerisine
atarlar,
ahirete inanmak için kıyametin kopmasını, ahiretin bilfiil gelmesini,
geleceğin
şimdiki hâl olmasını beklerler. Halbuki te'vili geleceği, o haberlerin
tatbik
olunacağı gün, o kıyamet günü, bundan önce onu unutanlar (hatırlarına
getirmek
ve ona göre amel etmek istemiyenler) şöyle diyeceklerdir: hakikaten
Rabb'imizin
resulleri hak emirle geldi, peygamberlerin dedikleri doğruymuş, olmaz
sandığımız oldu. şimdi acaba bizim şefaatçilerimiz var mıdır ki, bize
şefaat
etseler de azaptan kurtarsalar, yahut geri çevrilsek, dünyaya
döndürülsek de
yapageldiğimiz işlerden başkasını yapsak. Böyle diyecekler. Fakat o gün
kendilerini ziyan etmiş, ve iftira edegeldikleri şeyler; şefaatçi olur
diye
uydurup bel bağladıkarı putlar, o bâtıl tanrılar yanlarından kaybolmuş
gitmiş
bulunacaklardır. Ve bunun böyle olacağında hiç şüphe yoktur. Çünkü:
54-
Hakikaten Rabb'iniz
(Sahib ve hâkiminiz, işlerinizin kaynağı, efendiniz) ancak o Allah'tır
ki
gökler ve yeri altı günde yarattı. Başınız üstünde yükselen birçok
gökleri ve
ayağınızın altında çiğnediğiniz yeri, yücelikleri ve düşüklükleriyle
bütün bu
çeşitli şeylerden her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamânâ tahsis
ederek
hepsini ezel ve ebede göre ancak altı gün sayılacak kadar sınırlı
zamanlarda
yarattı. Sonra da Arş üzerine istiva eyledi. Alçaklı, yüksekli bu
çeşitli
yaratıkları, birbirine benzemeyen ve henüz bir tekrar ve birbirini
takip
devrine girmemiş olan ilk yaratılışlarıyla zaman zaman yarattıktan
sonra
hepsini hükmü ve tasarrufu altında tutarak, eşit bir şekilde hepsine
sahip ve
merci olarak, hepsi üzerinde dilediği gibi nizamlı ve muntazam bir
ritimle
hükümlerini de tatbike girişti. Yerden göklere, göklerden Arş'a
varıncaya kadar
bütün yaratıklar onun hüküm ve idaresinin altında ândan âna, halden
hale,
şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve
benzeyiş ile
değişip gitmekte; O ise son bulma ve bozulmadan, ıztırab ve değişimden
uzak tam
bir hâkimiyet ve tam mülkiyet ile hepsi üzerinde bir düze hâkim;
hepsinin
üstünde mutlak bir yücelik ile ulu, her şeyden üstün bütün
devletlerden,
saltanatlardan üstün, yüceliğin en yüksek misali olan Arş-ı âlâ (en
yüksek
Arş)'dan da üstün ve daima üstün. Ve bununla beraber birbirlerine karşı
mertebeleri ve dereceleri farklı olan bütün varlıklara "Biz ona şah
damarından daha yakınızdır." (Kaf, 50/16) âyeti gereğince nisbeti bir,
adaletli ve hikmetli. "O'nun hiç bir benzeri yoktur." (Şûrâ, 42/11),
"Her şeye şahit" , (Sebe', 34/47), "Her şeyi kuşatıcıdır" ,
(Secde, 41/54) tek ilâh olarak rablığını yerine getirmektedir ki, bu
hükümranlık kayıtsız ve şartsız ve devamlıdır. Yani Tevrat
tercemelerinde
denildiği gibi yaratmadan sonra çekildi, dinlendi değil, yarattığı
bütün
varlıklar üzerinde devamlı bir saltanat, hâkimiyet ve bir düze
yaratıcılık ve
rablık ile işleri idare ve hükümleri icra etmektedir.
SİTTETİ
EYYÂM Altı gün: Bazı
tefsirciler bu altı günün dünya günleri denilen, bilinen günler diye
kabul
etmişlerdir. Gerçekte lugat bakımından "yevm" denilince önce güneşin
yeryüzüne doğmasıyla batışı arasındaki zaman müddeti demek olan gün
mânâsı akla
gelir. Fakat henüz yer ve güneşin bulunmadığı yaratma sırasında bu mânâ
ile bir
gün tasavvur olunamayacağı açık ve Kur'ân'ın bir çok yerlerinde olduğu
gibi
"yevm"in vakit mânâsına geldiği ve dil bakımından bilindiğinden
burada da "altı gün"ün, "altı vakit" mânâsıyla tefsir
edilmesi lazım geleceği bir çok tefsirci tarafından hatırlatılmıştır.
Bunun
ölçüsünün ise bilinen güne eşit veya ondan kısa veya uzun olması
mümkündür.
Nitekim "Kim o gün, savaşmak için bir tarafa çekilme, ya da başka bir
birliğe katılmak dışında arkasını döner (kaçar)sa" (Enfâl, 8/16) âyet-i
kerimesinde "yevm" (gün) böyledir. "Sizin saydığınız (yıllar)
dan bin yıl kadar süren bir günde" (Secde, 32/5) âyetinde, bizim
saydığımız günlerle bin sene; diğer "Miktarı elli bin yıl süren bir
günde" (Meâric, 70/4) âyetinde ise, elli bin sene miktarı ile
açıklanmıştır ki, bunlar da "ahiret günleri" adıyla bilinir. Ve İbnü
Abbas, Kâ'b, Mücâhid, Dahhâk gibi büyük tefsirciler de buna uygun
tefsir
etmişlerdir. Buna göre, "altı günde" demek, miktarı binlerce seneye
varan "altı zamanda" demektir. Fakat açıklamadan kastedilen, bunların
uzama miktarı değil, bu miktarın ezele, istivâ (hâkimiyet)nın mutlak ve
ebedîliğine
göre altı gün denecek kadar sınırlı zamanlardan ibaret bulunduğunu
anlatmak
olduğundan "altı gün" buyurulmuştur.
Bununla
beraber dikkate
şâyândır ki, burada rablığın, biri yaratma, biri hâkimiyet olmak üzere
iki
tecelli mertebesi olup, âlemdeki varlıkların önce sırf olağanüstü olan
misalsiz
bir yaratma ile başlayıp, bundan sonra bir nizam seviyesine girdiği ve
her iki
durumda da Allah'ın hâkimiyeti altında bulunduğu anlatılırken, "altı
gün" ile özellikle gökler ve yerin âdet ve nizam dediğimiz tekrar etme,
benzeme ve birbirini takip ile devam ve uzama devirlerinden önce
bulunan ve
benzeşmeyen bir fark, örneksiz bir icad ile sırf olağanüstü olan ilk
yaratma
anları gösterilmiştir. Sırf olağanüstünün mutlak olan nizam ve
hâkimiyet
devirlerine nisbetle altı adedinin, sayıların derecelerine ve diğer
günlere
oranı gibi çok az olduğunun ifade edilmiş olması bakımından diğer bazı
tefsircilerin dediği gibi bu altı zamanın dünya günleri ölçüsüyle ve
hatta
ondan daha az bir müddet olarak düşünülmesinde daha uygun bir mânâ
vardır. Bu şekilde
iki yaratılma arasında geçen benzer devam anları hâkimiyet hükmünde
olmakla
dürülüp bükülerek ve soyutlanarak önce dumandan cisimlere, sıcak
ateşten
toprağa, topraktan suya, sudan hayata geçmek gibi yalnız ilk yaratılma
anlarının düşünülmesi gerekir. Sonra Fussilet Sûresi (9-12.
âyetleri)nde bu
altı gün hakkında bazı açıklamalar gelecektir, (oraya bak.) ki ona göre
bunun
ikisi göklere, dördü de yere ait görünmektedir. Bununla beraber
Müslim-i
şerifte rivayet edilen bir hadisin delaletine uyarak bazı tefsircilerin
tercih
ettikleri üzere "altı gün"ün yalnız yeryüzü ile ilgili olması da
muhtemeldir ki, bu takdirde mânâ: "Rabb'ınız ancak o Allah'tır ki
gökleri
ve altı günde yeryüzünü yarattı." demek olur. Hasılı iş bu altı günün
mahiyetinin tayini ve açıklaması hususları Allah'ın ilmine bırakılması
gereken
müteşabih bir mânâ olmakla beraber, bundan kesin olarak şu sonuçlara
ulaşmış
oluruz:
Birinci
olarak, âlem kadîm
(başlangıcı olmayan) değil, görüldüğü üzere bir olaylar toplamıdır ki,
varlığında da, devamlı olmasında da yaratıcı olan Allah'a muhtaçtır. Ve
yalnız
onun hükmü altındadır.
İkinci
olarak: Âlemin
toplamı ezelî olmadığı gibi, bir defada ve basit bir şekilde yaratılmış
da
değildir. Başlangıçta çeşitli zamanlarda birden çoğa giden, bundan
sonra çokluk
içinde bir terkib (sentez) ve toplanmaya dahil olan fakat sonu olan
derece
derece bir ilerleme ile yaratılmış ve sonra bu ilerlemeye değişim ve
benzeme
içinde tekrarlanma ve devam etme ile düzenli, bir şekil verilmiştir ki,
bu
düzenli şeklin birbirlerini takibinin devamı da bir seviyede kendi
kendine
sabit ve karar kılmış değil, Allah'ın hâkimiyeti altında değişmektedir.
Bu
derece derece ilerleme
(tedric) mânâsı münasebetiyle burada şu iki soru meşhurdur:
Birincisi
: Yaratmadaki bu
derece derece ilerleme (tedric) "Bizim buyruğumuz, yalnız bir tekdir,
göz
açıp yumma gibidir." (Kamer, 54/50) âyetinin delaletine aykırı değil
midir? İkincisi; bir defada yaratma, Allah'ın kudretine delalette daha
uygun
olmaz mıydı? Cevap: Hayır. Gerçi bir yaratma, bir haysiyetle hem bir
defaya
mahsus hem tedrîcî olmaz. Bir defada oluş, derece derece ilerlemeye
aykırıdır.
Bununla beraber bir defa oluş, tedrîcin şartıdır.
Dereceleme
çeşitli yaratma
anlarının sıralanma ve devamı demek olduğundan aralarında yorum
itibariyle zıtlık
bulunan bir defada oluş ve tedric arasında gerçekleşme itibariyle
mutlak umûm
ve husus vardır. Her tedricde bir def'aten oluş vardır, fakat her
defada tedric
yoktur. Gerçekte Cenab-ı Hak her neyin yaratılmasını veya yok
edilmesini
isterse "ol" der ve derhal isteği dilediği şekilde vâki olur. Bir
anda bir değil sayılamayacak ve hesap edilemiyecek şeyler yaratıp yok
edebilir.
Nitekim bir yağmur ânında ne kadar sayısız damlaların yaratılıp düştüğü
ve bir
doğma ânında hesabımıza sığmaz birçok hadiselerin bir anda vâki olduğu
görülür.
Ve Hakk'ın bütün işleri böyle tek olan bir vicdan bakışı ile görülür.
Fakat
bunun böyle olması, bakışların çoğalması ve devam etmesiyle, çeşitli
veya
birleşik yaratılışların çoğalma ve devam etme kudretini ortadan
kaldırmaz. Çünkü
ilâhî kudretin, hiç bir şekilde sona ermesi mümkün değildir. Şu halde
tek
emrin, bir anda pek çok şeyi yaratmaya kâfi gelmesi, buna karşılık
yaratmalar
arasında özel bir sıralama ile geliştirerek yaratma kudretine aykırı da
olmaz.
Hem dereceleme zamanlarının her birine göre "Bizim buyruğumuz yalnız
tekdir." (Kamer, 54/50) hükmü doğrudur. Hem de toplamına göre bir
dereceleme silsilesi ve sıralaması geçerlidir.
İkincisi:
Yalnız bir defada
yaratma, kudrete delalet etmede daha uygun da değildir. Çünkü bu
tahsiste bir
kudretin son bulması şüphesi vardır ki, ikinci bir yaratmaya imkân yok
sanılır.
Tertip ve terkib ile yaratma kudreti de durdurulmuş ve delilsiz
bırakılmış
olur. Evet Allah dileseydi bugünkü gökleri ve yeri bütün içerikleriyle
bir
defada yaratmaya gücü yeterdi. Fakat bu şekilde dünkü âlem olmaz, iki
yaratılmış arasında bir sıralanma ve devam etme düşüncesine imkân
kalmazdı.
Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat
ortaya
çıkmak şöyle dursun, gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan
insan bile
doğmazdı. Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz olursak onlar
olmazdı ve
yahut hepimiz olur, fakat ata evlat olmazdık ve şimdiki yaratmanın
imkânına
delil bulamazdık. Ve o halde o âlem, bu âlem olmazdı. Hiç bir tedricen
ilerleme
olmadan bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiç
biri
diğerinin yaratılışına şahit olamayacağından, hem yaratma delili
bulunmaz, hem
de eşyanın tabiatı ilâhî tasarrufa mahkûm ve emre âmâde kılınmış olduğu
anlaşılmaz; âlem, ezelî bir tabiat sanılırdı. Sonra "hiç bir derecelere
ayırma bulunmasın" demek, "rabblık, ilâhlık bulunmasın" demek
olduğundan da gaflet edilmemelidir. Şu halde bir çok def'aten
yaratılışları da
içine alan dereceleme ve sıralama ile yaratmanın kudret ve yaratıcının
ilâhlığına delaleti açısından pek büyük önemi vardır. Ancak bu
derecelemenin
ilk yaratılışta altı güne tahsisi meselesi kalır ki, bu da sırf ilâhî
bir irade
meselesidir. Bu tercih, fikrinde hür olanın seçimine aittir.
İSTİVÂ:
Râğıb der ki: "
(istevâ) fiilinin kullanılışı iki şekildedir. Birisi iki veya daha çok
fâile
isnad olunur. denilir ki "Zeyd ve Amr eşit oldu." demektir. Nitekim
"Bunlar, Allah katında eşit olmazlar" (Tevbe, 9/19), "Bilenlerle
bilmiyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/9) buyurulmuştur. Diğeri de bir
şeyin
kendi zâtında doğru ve ölçülü olmasına denilir. "Üstün akla sahip (olan
melek) doğruldu." (Necm, 53/6) gibi ki, "Onların sırtına binip
kurulmanız için" (Zuhruf, 43/13), "Sen ve yanında bulunanlar, gemiye
yerleştiğiniz zaman" (Müminûn, 23/28), "Gövdesinin üstüne
dikildi." (Feth, 48/29) aynı şekilde Arap kelâmında "filanın işi
mutedil oldu", "filan işçilerini idare etti" gibi ifadeler hep
bu kabildendir. ile müteaddî olmasında bir istîlâ mânâsını gerektirir.
ile
müteaddi olmasında da bizzat veya tedbirle son bulma mânâsını
gerektirir. Bu
şekilde istivâ lugatte, bir düze olmak, istikrar etmek yani karar
kılmak veya
kararını bulmak, ulûvvve isti'lâ yani yükselmek veya yüksek olmak,
diğer
deyimle üstün olmak, bir düze kurulmak, eşit veya benzer veya denk
olmak,
dosdoğru varmak veya kasdetmek, isti'lâ etmek mânâlarına gelir.
ARŞ
, esas itibariyle
"sakf" demektir ki, bir binanın veya yerin yüksek muhîtini teşkil
eder. Bir eve nisbette tavanı, tavanına nisbette üstündeki çatısı,
kubbesi,
tepesindeki köşkü, tahtaboşu, cihannüması (terası) hep Arş mânâsına
dahildir.
Buna ilave olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye
de
denir. Bu şekilde Arş anlayışının en kesin gereği ulvilik ve üstünlük
mânâsıdır. Bundan dolayıdır ki arş, hükümdarların oturdukları "taht"
anlamında meşhur olmuş ve tahtın gereği olan mülkten , izzet ve
saltanattan
kinaye de yapılmıştır. denilir ki, mülkün istilâ edildi, yıkıldı,
bozuldu
demektir. Mülkü kıvamında ve işi yolunda, emri muntazam ve ahenkli
olduğu zaman
da "Arşına hâkim oldu, mülkünün tahtına yerleşti." denilir. Bunlardan
başka bir işi ayakta tutan şeye, bir şeyin esasına ve bir toplumun
işlerini
idare eden başkanlarına ve "avvâ' " denilen kuzey tarafın alt yanında
Acûzü'l-Esed (arslan burcunun ucundaki takım yıldızları) ve
Avşü's-Simâk (biri
kuzey, diğeri güneyde iki parlak yıldız) da denilen dört küçük yıldıza,
tabuta
ve kuyunun dibinden adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar
yukarısına yaptıkları ahşaba, ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki
yumruca
tümseğe ve kuşun yuvasına da denilir. Ve birçok mânâlarda masdar da
olur.
Âyetü'l-Kürsî'de
açıklandığı
üzere bazıları, "O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır."
(Bakara, 2/255) âyetindeki Kürsî ile Arş'ın bir şey olduğunu kabul
etmişlerdir
ki, ikisini de "taht" mânâsından alınmış olarak düşünmüşler demektir.
Fakat çoğunlukla nakledildiğine göre Arş, Kürsî'nin de üstündedir. Bu
şekilde
Kürsî, taht mânâsıyla düşünülürse Arş onu kaplayan saray ve sarayın
tavanı gibi
veya bütün memleketin muhîti gibi düşünülür Ve Kürsî, "Mevzii
Kademi'l-Arş" (Arş'ın ayağının yeri) olduğu rivayetine göre
"başşehir" mânâsıyla düşünülürse, Arş da "taht" mefhûmuyla
düşünülür. Ve bu iki mânâ düşüncesiyle Arş, şeriat dilinde âlemin
hepsini
saran, sınırlamanın ve beşer aklının takdirinin dışında, hakikati
Allah'ın
ilmine bırakılmış bulunan yüksek bir muhît olmak üzere yaygın olmuştur
ki
gökler, cennet, sidre, Kürsî hep bunun altında tasavvur edilir. Bu bir
sondur
ki, âlem tasavvuru burada biter. Fakat Hakk'ın varlığı bitmez ve
Sidre-i
müntehâ geçilmeden Hak Teâlâ'nın cemalinin müşahedesine erilmez.
Nitekim
Resulullah (s.a.v) Mi'rac'da Sidre-i münteha'yı geçmişti. Birinci
düşünceye
göre Arş'ın ihatasının, mekâna ait bir ihata; ikinci düşünceye göre de
manevî
bir ihata (kuşatma) kabilinden olması gerekir. Şimdi bu mânâ şekilleri
ile
yüksek nazmından şöyle bir anlam ortaya çıkar: "....." Sonra da bir
dize taht üzerine kuruldu. "......." Fakat bundan ne anlamalıdır?
Burada
önce şunları dikkat
nazarından uzak tutmamak gerekir:
1-
Bilinen mânâsıyla
"taht", bir hükümdarın, hükumeti icra ederken üzerine kurulduğu özel,
mahdûd bir cisimdir. Fakat asıl önemi, cisimliğinde değil, gereği olan
hüküm,
izzet ve saltanatındadır.
2-
Bütün göklerin üstünde ve
bütün âlemi çevreleyen Arş'ın bilinen mahdut "taht" mânâsına, tamamen
hakiki lugat mânâsı olarak uyuşmuş olamayacağı şüphesizdir. Bundan
dolayı bunda
muhakkak mecazî ve kinayî bir mânânın bulunması ve daha doğrusu Arş ve
taht
cins ismi iken (el-Arş)'ın şer'î konumla bir özel isim gibi düşünülmesi
gerekir. Ve o halde bu Arşd'a cisim olma zarureti de iddia edilemez.
3-
Arş bir cism-i küll
olsun, fakat yön ve cisimliğin hepsi bunda son bulacağından, bunun
üstünde
cisim, mekân, yön tasavvuru çelişkili olur. Burada "Sidretü'l-
müntehâ" anlayışını iyi düşünmek gerekir.
4-
(Alâ) kelimesinin hakiki
mânâsında ne mekâna, ne zamânâ ait bir zarflık yoktur. Bu bir isti'lâ
ifade
eder. Gerçi ulûv (yükseklik) ve fevkiyyet (üstlük, üstte olmak) bir yön
anlatır. Fakat (el-Arş) anlayışı, bütün mekân ve yönleri kapladığından,
bu
isti'lâda yön de düşünülmüş olamaz. Ve bundan dolayı "Arş üzerine",
mekân üstü ve yön üstü, çok yüksek bir yükseklik ile isti'lâ ifade eder
ki,
asıl gerçek isti'lâ (Yükseliş) da budur. Bu, bütün izafetleri altına
alan öyle
bir isti'lâdır ki, hiç bir kayıt ve nicelikle şartlanmış olmadığından
ihata
mümkün değildir. Biz bu yüksekliğin ifade ettiği mâlûlûn izâfetini
illet
(sebeb)e, mahkûmun hâkime, netice itibariyle bütün varlığı mümkün
olanların,
varlığı vacib olana, bütün yaratıkların yaratana olan etkilenme ve
muhtaç olma
nisbeti olmak üzere kendi izafetimizle düşünebiliriz.
5-
İstivâ gerçekte sırf
cismanî bir anlam değildir. Bunun cismanî olup olmadığına, isnad
olunduğu fâili
veya medhûlü (dahil olduğu kelime) de bir karîne olur. Mesela "işine
hâkim
oldu" denildiği zaman bu istivânın cismanî olmadığında şüphe yoktur.
Aynı
şekilde "filan işine hâkim oldu" denildiği zaman da böyledir. Burada
ise fâil, "Kendisinin hiç bir benzeri olmayan" (Şûrâ, 42/11) Allah
Teâlâ'dır. Şu halde Arş üzerinde ilâhî istivâyı Allah ile Arş'ın
gerisindeki
yaratıklar arasında bir uzaklık, bir mekânî aralığı gerektiren cismanî
bir mânâ
ile düşünmeye imkân yoktur. Zira "Biz ona sizden daha yakınız, fakat
siz
görmezsiniz." (Vâkıa, 56/85).
6-
Bir hükümdarın tahtına
oturup kurulması anlamında bile asıl kastedilen mânâ, cismanî bir
oturuş değil,
hükümdarlık sıfatıyla nitelenmesidir. Bu öyle bir mânâdır ki,
hükümdarın taht
sayesinde değil, tahtın hükümdar sayesinde ayakta durmasını ifade eder.
Ve bir
hükümdarın tahtında devamlılığı, cismen taht üzerinde oturup kalması
değil,
hâkimiyetinde devamlılığı ve bâki olması demek olur. Fakat bu mânâ
diğer
hükümdarlarda ve tahtlarda tam, mutlak ve hakiki değil, geçici, nisbî
ve
ârızîdır. Bunun mutlak hakikati ancak Allah Teâlâ'ya mahsustur. Şu
halde
istivâdan bu mânânın Allah'da zâtî, tam ve hatta tamın üstü mutlak ve
hatta
mutlak üstü ve hakiki yani cismaniyet ve rûhâniyet gibi imkanî bir
vücud ile
değil, zarurî bir vücûd ile oluşmuş olduğunu anlamak gerekir. Bunu
anlayabilmek
için de varlığın gerçeğinin yalnız cisim ve cismaniyete mahsus
olmadığını ve
hatta cisimliğin gelip geçici ve izafî bir varlıktan ibaret bulunduğunu
ve
Hakk'ı bilmek için cisim ve ruhun üstüne geçilmek gerektiğini sezmek
şarttır.
Bunun içindir ki, cisimden başka varlık, cismanî yükseklikten başka
yükseklik
duyamayanlar, bu konuda şer'an bir dereceye kadar özürlü sayılırlar.
7-
İstivâ bir fâile isnat
edilmiş ve Arş'a da cer harfi ile bağlanmış bulunduğu için, bunda Allah
Teâlâ'nın Arş seviyesi ile eşitlik veya birliğine değil, tersine
Arş'tan üstün
yükseklik ve mutlak büyüklüğüne delalet vardır. Yani "Arş ile beraber
istivâ etti" değil, "Arz üzerine istivâ etti"dir. Bu ise
Allah'ı, âlemin kendisi ile birleştiren hulûl veya ittihat görüşlerini
red ve
iptal ile "her şeye şahittir", "her şeyi kuşatıcıdır",
"onun hiç benzeri yoktur" mânâlarının sonsuzluğunu hatırlatan nezih
bir tevhid ispat eder. Şu halde bunda bir teşbihi (benzetme) değil, pek
yüksek
bir tenzihi tasdik etmek gerekir.
Bunun
için bu meselede büyük
âlimler şu iki mezhepten biri üzerindedirler: Birincisi Selef
mezhebidir ki,
Allah Teâlânın mekân ve yönden yüksek olduğunu kesin bir şekilde tasdik
etmekle
beraber Arş üzerine istivâsı sıfatına da - Allah'ın irade ettiği
şekilde - iman
etmek ve tafsilatıyla te'viline dalmayıp, "Onun açıklamasını ancak
Allah
bilir." (Âl-i İmran, 3/7) âyetinin delaleti üzere hakikatini Allah'ın
ilmine bırakmaktır. Ehl-i Sünnetçe asıl tercih ve itimad edilmiş olan
da budur:
"Ey
dayımın oğlu,
Arş'ın Rabb'ı, Arşın üstündedir, fakat yerleşme vasfı olmaksızın".
İmam
Mâlik b. Enes
hazretlerine bir gün bir adam "istivâ nasıldır?" diye bu âyetteki
istivânın nasıl olduğunu sormuş ve İmam Mâlik de biraz başını eğip
murakabeye
daldıktan sonra vücûdundan şiddetli bir ter boşanmış ve demiştir ki:
"İstivâ malûm; keyf (nasıl), makul değil; buna inanmak vacib ve bu soru
bid'attır. Sanıyorum ki sen sapık bir adamsın". Bundan sonra emretmiş,
o
adamı huzurundan çıkarmışlar. Aynı mânâ selefin daha birçoğundan
nakledilmiştir.
Bizim Hanefilere göre asıl rivayet edilen de, "Arş üzerine istivâ,
Allah
Teâlâ'nın keyfiyetsiz bir sıfatı" olduğudur.
İkincisi,
sonradan ortaya
çıkıp istivâdan tecsîm (cisimlendirme) veya ittihat (birleşme) şüphesi
çıkarmaya çalışan ve selefin sözlerini bu konuda bir çeşit kapalılığa
sevketmeye kalkışan nefsine düşkün kimselere karşı müteahhirîn (sonra
gelen
âlimler)in tercih ettikleri doğru te'vil mezhebidir ki, aklî ve naklî
delillere
göre Allah Teâlâ'ya nisbeti caiz olmayan bâtıl ihtimalleri atarak caiz
olduğunda şüphe edilemiyecek doğru bir meâl araştırmaya girişmektir.
Bunda
başlıca üç, dört görüş hasıl olmuştur:
1-
Yukarda gösterildiği
üzere lisan örfünde "Arş'ı hükmüne aldı", "mülkünün tahtına
yerleşti" deyimleri, tam sahip olmakla işin intizamından kinâye olarak
kullanılır ki, "mülkü bozuldu"nun zıddıdır. Şu halde "sonra Arş
üzerine hükümrân oldu" âyetinde de en açık ve en olumlu mânâ "bütün
yaratıkları üzerinde devamlı emrini yürütmek ve muntazam bir şekilde
hükümleri icra
etmek sûretiyle eksiksiz kudretin nüfuzu ve iradenin cereyan
etmesinden"
kinaye olmasıdır. Bu mânânın gerçekte hakikatı şüphesiz olduğu gibi
devamında
"O, geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve
yıldızlar emrine âmâdedir." aynı şekilde Yûnûs Sûresinde "Sonra arş
üzerine hükümrân oldu, işleri nizama koyar." (Yûnûs, 10/3) buyurulması
buna bir karine veya tefsirdir. Hasan-ı Basrî hazretleri bunu "işine
hâkim
oldu" diye ifade etmiştir ki, aynı mânâyı mecazî isnat şeklinde
göstermiş
demektir. Yani istivânın Allah'ın zâtına nisbeti hakikatte fiil ve
emrinin
vasfı olması itibariyledir. "Sonra" buyurulması da buna bir karine
gibidir. İlk yaratma lahza (an)ları mukayesesi mümkün hiç bir denk ve
misal ile
geçmemiş olan ve hiç bir tekrarlama ve benzeme devamını içine almayan
çeşitli
yaratıklarını yeniden yeniye yaratılmaları ile cereyan ettiği, diğer
deyişle
altı gün henüz tekrar etme devrine girmemiş bulunduğu için ilk önce
yaratma hiç
bir devamlılığı içine almış olmayacağından o demlerde istivâ
düşünülemez. O vakitler
rabbânî tecellîler "Onun Arş'ı su üzerinde idi." (Hûd, 11/7) âyetinin
delaleti üzere hiç bir seviyede durmayan çeşitli bir cereyanı ifade
eder.
Mesela bir bulut, bir duman, ondan bir göksel cisim, ondan ateş, ondan
toprak,
ondan su, ondan bitki ve hayvan yaratılır giderken bu fiilde henüz bir
âdet,
bir devamlılık, bir istivâ yoktur. Hepsi olağanüstü, hepsi çeşitlidir.
Fakat
yaratma böyle soyut bir fark ve değişim cereyanından ibaret kalmamış,
değişim
içinde az çok bir benzeme ile bir düze tekrar ve devam etmiş, genel bir
değişim
ile değişen ve içerikleri başka başka bulunan yaratıklardan sonra cüz'î
değişim
ile çeşitli müttefik ve benzer yaratıklar da yaratılmış, yaratılanlar
değiştirilmeye ve düzeltilmeye, sonradan olma ve yok olma devam etmeye,
mesela
buluttan ateş ve su, su ile topraktan hayat bir defa değil birçok
defalar
yaratılmaya ve giderek bitki bitkiden, hayvan hayvandan, insan insandan
yapılmaya başlamış ve artık o zamandan itibaren zamanda bir devir,
çeşitli
işlerde bir tertip ve devamlılık tecelli etmiştir ki, buna
"sünnetullah" (Allah'ın sünneti), "âdetullah" (Allah'ın
âdeti) denilir. Bu istivâ vasfı bundan itibaren düşünülebilir. İşte
"yarattı, sonra istivâ etti" terâhî (gecikme)si de buna işaret eder.
Hasılı istivâ, ne bir fiil, ne de sırf değişme ile değil, bir
tekrarlama ve
benzeyiş nisbeti ile düşünülebilir. Bu ise zatında çoğalmadan,
artmadan,
değişmeden münezzeh olan Allah Teâlâ'nın ancak fiilleri arasındaki
uyuşma
nisbeti itibariyle bir fiilî sıfatı demek olur. Nitekim Süfyân-ı Sevrî
hazretleri bunu: "Arş'da bir iş yaptı ki, ona istivâ ismi verdi."
diye ifade etmiştir. Diğer bazı âlimler de: Yani hepsi Allah Teâlâ'nın
"Sonra göğe yöneldi ve onları düzenledi." (Bakara, 2/29) âyetinde
açıklanan düzenlenmesiyle muradı üzere istikamet aldı demiştir ki, bu
da
kinâyede anılan işin intizamı ile devamı, iradenin cereyanı mânâsının
diğer bir
ifadesi olarak fiil sıfatına işaret demektir. Ancak bunda istivânın
esas
itibariyle yaratıkların vasfı olması hususunu tercih şüphesi vardır.
Halbuki
âyet bu istivâyı Arş'ın da üzerine geçirmiş olmak itibariyle Allah'a
tahsis
eylemiş yani mahkûmun mahkûmiyete istivâsını değil, yalnız hâkimin
hâkimiyette
istivâsını anlatmıştır.
2-
İstivânın, istilâ
mânâsına olmasıdır ki, "Yarattıktan sonra da başından sonuna kadar
hepsini
kudret ve galibiyeti, velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu." demek olur.
Bunun "Her şeyi kuşatıcıdır" (Secde, 41/54) mânâsıyla münasebeti
açıktır. Bununla beraber istilâ, ihatadan daha şûmullüdür. Gerçi İbnü
Arabî,
"biz istilâ mânâsına bir istivâ bilmiyoruz" demiş ise de şâirin:
"Bişr,
kılıçsız ve kan
dökmeden Irak'ı istîlâ etti." beytiyle şahit getiririlerek buna cevap
verildiği meşhurdur.
3-
Arş'ın, mülk ve memleket;
istivânın, istîlâ mânâsına olmasıdır. Bu da öbür mânâlarla yakından
ilişkili
olmakla beraber, ayrıca bazı faydalara da işaret etmektedir. Birincisi:
nın
mânâsına özellikle bir dikkat nazarını celbedicidir. İkincisi: Allah
Teâlâ'nın,
kendilerini mutlak hâkim gibi sayan beşerî saltanatlar üstündeki yüksek
hakimiyetine öbür mânâlardan daha çok bir hatırlatmayı içine alır.
Üçüncüsü:
Allah Teâlâ'nın yalnız fiilî sıfatı itibariyle değil, bütün zâtî
sıfatıyla yüce
ve mutlak kemâlinde ısrar eder. Ve bu bakış açısından (sonra) nin
mânâsındaki
gecikme, yaratma ve istivâ arasında değil, beyan mertebesine ait
rütbeyle
ilgili bir gecikme olur.
4-
Bir de şöyle
"Arş'ı
istivâ
etti", yani Allah'a nisbette her şey eşittir. Hiç bir şey ona diğer bir
şeyden daha yakın değildir. Çünkü Allah Teâlâ bir mekânı bırakıp da,
diğer
mekâna giren cisimler gibi değildir" diye de tefsir edilmiştir ki,
ilâhî
nisbette, mesafeyi reddetme ve adaletin ispatı açısından bilhassa
dikkate şâyân
bir mânâdır. Yani Allah Arş üzerine öyle bir istilâ ile istivâ etmiştir
ki,
gökler ve göklerde bulunanlar ona daha yakın, yer ve yerde bulunanlar
daha uzak
bir mevki ve mesafede değil, hepsi eşit bir nisbettedirler. Bundan
istivânın
eşitlik mânâsına alındığı sanılmamalıdır. Zira maksat, eşitliğin lüzumu
veya
gereği olan zâtî veya nisbî bir vasıftır. Nitekim istivânın diğer
mânâları da
eşitlikten vazgeçmekle düşünülür. Bu mânânın mekânlıkta
düşünebileceğiniz
misali, eşit iki taraf arasındaki ortanın ve dairenin çemberine göre
merkez
konumundaki istivâ ve ortada olmaktır ki, bunda eşitlik oranı iki taraf
veya
çember noktalarına ait olur. Ve orta ve merkezde ancak bunlara bir
kararda
nisbet edilmiş olarak mânâsı düşünülür. Bu şekilde Arş ve Taht anlamı,
çevreleyen mânâsından başka, bir de merkezcilik fikrini telkin eder.
Fakat
unutmamak gerekir ki, muhît (çevreleyen)in gerisinde olan çeşitli
noktaların
merkeze oranı eşit değil, farklı uzaklıktadır. Halbuki "O, gökte de
ilâhtır, yerde de ilâhtır." (Zuhruf, 43/84) âyeti delaletince ilâhî
nisbette böyle bir farklılık da düşünülemeyeceğinden bu tefsir, ilâhî
istivânın
bu geometrik mânâya da ölçü olamayacağını ve bunu anlamak için bütün
uzaklık ve
mesafe kaydının da kaldırılması gerekeceğini özellikle anlatmıştır. Ve
gerçekte
mekan ve yön, uzaklık ve mesafe anlayışları da Arş'ın altındadır,
"Arş'ın
üzerinde" değildir. Allah, her şey üzerine bidüziye hazır ve nâzırdır.
Onun tıpkısına benzer hiç bir şey yoktur. Şu halde istivâsı da,
mahiyeti belli
olan hiç bir istivâ ile kıyas kabul etmez. İlâhî zatı ve sıfatı
hakkında varid
olan kelimelerin, yalnızca lugata ait gerçeklerin mânâlarıyla değil,
birer
şer'î hakikat olarak düşünülmesi gerekir. Bunun için burada Arş ve
Taht'ın ulvî
gerekleri olan hüküm ve saltanatın intizam, emir ve iradenin yerine
getirilmesi, istilâ (zaptetme) ve isti'lâ (yükselme)'yı, gücün sınırını
ve tam
adaleti unutup da istivâ kelimesinin lisanda oturma veya ayakta durma
ve
korunma ile istikrarda da kulanıldığından dolayı, Allah tıpkı bir taht,
bir
sandalye veya dam üstünde duran bir şahıs vaziyetinde Arş'a dayanmış
bidüziye
oturuyor veya dikiliyor veya yatıyor gibi bir düşünceye sahip olmak,
aklen ve
şer'an pek büyük bir cahillik olur. Böyle bir mânâya lafzın lugat
bakımından
müsaadesi varsa da şer'an ve aklen yoktur. Ve işte yukarda açıklanan
mânâlar
bilhassa bunu anlatmak ve öyle vehmi defetmek içindir ki, her biri
doğru bir
mânâdır. Yüksek nazmın da hepsine hem dil, hem din ve hem akıl yönünden
ihtimali ve müsaadesi vardır. Bununla beraber en doğrusu bunları
bütünüyle
düşünmek ve ihatası mümkün olmayan ilâhî istivânın hakikatinde durmak
lazım
gelir. Çünkü yaratma, gökler ve yer, altı gün, Arş mefhumlarında bile,
idrakimizi aşan bir esası vardır. O halde bütün bunların üzerine
taallûk eden
istivânın hakikati, idrak seviyemizden pek yüksek olduğunu itiraf
etmelidir. Bu
bakımdan iman edilecek tefsir Selef'in çoğunluğunun mezhebine göre
tefsirdir ki
şudur: Allah, gökleri ve yeri özel vakitlerde yarattı, sonra da hudûs
(sonradan
olma) ve yok olma, bir yer tutma ve yön şüphelerinden münezzeh olarak
murad
ettiği mânâ ile Arş üzerine istivâ eyledi". Fakat böyle demek, bu
yüksek
nazımda bizim anlayabileceğimiz hiç bir mânâ yoktur demek olmadığından
da
gaflet edilmemek gerekir ki, bu âyetin devamı açıklayıp izah edecektir.
Baksanıza:
Geceyi gündüze
bürüyor. İsti'lâ ve hâkimiyetin en geniş görünümlerinden olan bu iki
zıt
yaratığın birini diğerine ard arda kaplayıp duruyor. Âlemin idaresinde
ışığı
karanlığa giydirip örttürdükten sonra, bir de çevirip karanlığı ışığa
giydiriyor. Onu ona örtü yapıp sardırıyor. Burada hem "Geceyi gündüzün
üzerine doluyor." (Zümer, 39/5) hem "Gündüzü de gecenin üzerine
doluyor." (Zümer, 39/5) kavramlarına, biri ibaresiyle biri de
işaretiyle
olmak üzere delalet vardır. Iğşâ, babından olmak ve bunda birinci
mef'ûlün mânâ
bakımından fâil olması asıl bulunmak hasebiyle gecenin gündüzü gaşyetme
(örtme)si yani "Geceyi, gündüzün üzerine doluyor." (Zümer, 39/5)
kavramı ibaresiyle olması açıktır. Yani her akşam görülüyor ki, Allah
Teâlâ
âlemde ruhları ve nefisleri (objeleri ve subjeleri) isti'lâ etmiş
mulût-ı küll
(her şeyi kuşatan) ve hâkim-i küll (herşeye hâkim) gibi görünen gündüz
yaratılışının; mekân ve zamana bağlı yayılma ve devamıyla aydınlık
hissini, hem
göz gündüzünü, hem öz gündüzünü bir akşam emriyle dürüp karanlığın,
karanlık
hissinin içine sokar, gece yaratılışının isti'lası altına verir. Gün
ufuk ve
histen kaybolur, karanlık içinde his altında bir âleme girer, cihan
başka bir
cihan olur. Parlayanlar söner, sönenler döner, renkler ve şekiller
siyahlar
giyer, yayılan mekânlar dürülür bükülür, durmaz zamanlar tutulur
geçilir,
gözler kararır, gönüller daralır ve siz artık gündüzü ve onun emrindeki
her
şeyi ve kendinizi gece içinde, bir hayal altında sinmiş, gizlenmiş,
mağlub,
mahkûm, hapsedilmiş bulursunuz. Ve hatta öyle kendinizden geçer, uyur,
yokluk
karanlığına gömülürsünüz. Hem ne halde kendinizden geçirttirir? Bu, onu
aceleci
bir şekilde isterken, yani gündüz geceyi veya aksi takdirde gece
gündüzü teşvik
ile kandırılmış, heyecanlandırılmış bir tâlib gibi bütün sürat ve
hızıyle
aralıksız takip edip kovalarken, Allah teâlâ gündüzün bu aceleci
isteğinin zıddına
o mağlub ve mahkum geceyi getirir bir anda tepesine geçirir, bir anda
gâlibi
mağlub, mağluba gâlip kılar. Ve bu örtmeyi dilediği kadar devam
ettirir, bir
kerre değil devamlı yapar. İşte bunu yapan Allah'tır. Bu örtmede ilk
ânı
itibariyle bir yaratma müşahedesi ve bunun devam ve tekrarında bir
ilâhî istivâ
delili vardır. Bu şekilde ne gündüz geceyi geçip tamamen mağlub
edebiliyor, ne
de gece gündüzü "Ne de gece gündüzü geçer." (Yâsîn, 36/40) böyle bir
dönme hareketinin devam etmesiyle disiplinli bir idare altında alt,
üst, iç,
dış olarak döner döner giderler, bir düziye Allah'ın saltanatını ilan
ederler.
Gerek mekân ve gerek zaman, gerek âfâk (objeler) ve gerek enfüs
(subjeler)
açısından âlem ne yalnız bir gündüz devleti olur, ne de yalnız gece.
Aynı şekilde
bunlar âlemin bir kısmında daima biri, bir kısmında da daima diğer biri
sabit
ve devamlı olmak üzere iki bağımsız devlet de teşkil edemezler. Her
biri, her
an nöbetleşe karşılıklı olarak bir istivâ noktasından geçer, üst ve
adaletli
bir idarenin hüküm ve nüfuzu altında değişimle biri diğerini örtüp ve
kaplayıp
emri altına alarak devrederler. Öyle bir idare ile devrederler ki,
yalnız takip
etme ve birleşme ile kalmaz, karşılıklı olarak biri diğerini örtmekle
birbiri
içine de girerler. Gündüz gecenin ardında, önünde, halef ve selefi
(kendisinden
sonra ve önce geleni) olduktan başka, altında veya üstünde, içinde veya
dışında
memuru ve tâbii de olur. Dünkü gündüz, hem bu gecenin önüne geçmiştir,
hem de
içinde ve altında gizlenmiştir. Bununla beraber ne gündüz geceye
döndürülür, ne
de gece gündüze: Görünümleri saklı, değişimleri mazbut, fakat
isti'lâları denk
olarak ve nöbetleşe altı üstüne getirilmiş ve kararlı. Halbuki gündüzün
tabiatına ve aceleci talebine bakılınca, bir kerre nûr (ışık) karanlığı
çiğnedikten, gündüz geceyi örttükten sonra bir daha bırakmaması, daima
geceye
hâkim kalması, istîlâ ettiği yerde sönmemesi, yani istivâsına mutlak
bir
şekilde sahip olması gerekirdi. Aynı şekilde gecenin tabiatına
bakılınca da
gündüzün asla meydana çıkmaması, gecenin Arş'ın istivâsına sahip olması
gerekirdi. İkisine birden bakılınca da aralarında ne bir devir, ne bir
hareket
bulunmaması, her birinin diğerini eşit olarak durdurup faaliyetini
engellemesi
gerekirdi. Demek ki gece ve gündüzün talebi gibi yaratıklara nisbet
olunacak
bir devamlılık, bir tabiat yok değildir. Herhangi bir şey soyut olarak
kendine
ve kendi haline göre düşünüldüğü takdirde bir devamlılık vasfını
kazanır ki,
buna onun tabiatı veya zâtının gereği denilir. Fakat tabiat, kendi
kendine
etkileyici ve hâkim değildir. Nitekim gece ve gündüzü, tabiatlarının
gerektirdiğinin tersine mahkûm eden bu iş, her ikisinin ve tabiatın
üstünde bir
iştir. Şu halde hakiki gereklik (icâb) de icat gibi tabiat üstüdür.
Mesela
tabiat açısından bakıldığı zaman harekete getirilen her hangi bir
cismin uzayda
sonsuza kadar doğru hareket ile hareket edip gideceği düşünülür ki,
buna atalet
(tembellik) veya istishâb denir. Gerçekte bütün aklî hareketlerin
mantıkî gibi
tasavvur olunan ve tabiat gereği denilen ıttırat (birbirini takip etme)
kanununun hükmü budur. Halbuki incelendiği zaman âlemde böyle bir
hareket
yoktur. Bir zıddının karşı koymasına maruz olmayan ve tabiat gereği
durdurulamayan ve değiştirilemeyen hiç bir şey bulunmuyor. İşte bu öyle
bir
noktadır ki, bize eşyanın tabiatının hâkim değil, mahkûm olduğunu
gösterir.
Olayları tayin ve icab eden gerekli sebebin tabiat üstü olduğunu ve
istishâbın
ispat edici bir delil olmadığını ortaya çıkarır.
Şimdi
bütün âlemin mekân ve
zamanda, görünür ve görünmezde gece ve gündüz hükmünün dışına
çıkmadığı, âlemin
tamamen veya kısmen gündüz veya gece içinde bulunduğu, yani zaman
zarfı, mekân
zarfından daha geniş olup, mekân zarfının, ya gece veya gündüz halinde
bir
zaman zarfı ânına sığdığı, ışık ve karanlığın uzamasıyla gece ve
gündüzün de
zaman zarfı tabiatının iki karşıt sınırını çizdiği düşünülünce, ikisi
bütün
âlemi kaplayan ışık ve karanlığı, gece ve gündüzü birbirine katan ve
yaratılışlar üzerinde etkili olan bu örtme ve idare emri bütün âlemin
üstünde
Yaratıcı Allah'ın "O, her gün (her an) bir iştedir." (Rahmân, 55/29)
âyeti delaletince doğrudan doğruya, bir emir ve tasarrufun ve Arş
üzerine
rabbanî istivânın her gün tecelli eden görünen bir delili olduğu derhal
idrak
olunur. Aynı hüküm ve tasarruf, aynı idare, aynı delil, çekme ve itme,
hareket
ve sükûn, sıcak ve soğuk, yaş ve kuru, hayat ve ölüm, gam ve sevinç..
gibi
bütün çift zıtların karşılıklı ve nöbetleşe dönme ve hükümlerinde artı
ve eksi
elektrik gibi bütün çeşitli tabiatların çift oluşlarında ve hatta tek
tabiatın
şekillenmesinde bile cereyan eder. Bütün anlaşanların ayrılıkları,
ayrıların
birleşmeleri, zıtların dönme ve nöbetleşmeleri doğrudan doğruya
yaratıcı
Allah'ın yaratıkların tabiatı üzerinde hâkim olan istivâsını gösteren
birer
şahittirler. Fakat gece ve gündüz bunların hepsini içine aldığından
"gece
ve gündüzün örtünmesi" tabiatlar üzerindeki bütün bu tasarrufların
görünenlerde ve görünmezlerde en genel ve en açık bir resmî tebliği:
"bu,
onu aceleci bir şekilde isterken" âyetindeki zıt ilişkinin içine almış
olduğu bütün karşıt münasebetleri hatırlatmakla bu örtme ânında değişim
mukadderatına uğrayan iki zıddın tabiat bakış açısından bulundukları
hallerini
tasvir etmek ve bu hali tersine çeviren ve değiştiren örtme emrinin
tabiat üstü
olan ve doğru istivâyı gösteren karakterini açıklamak ve ortaya
çıkarmaktır.
TALEB:
Ayn veya mânâ
herhangi bir şeyin ele geçmesi için varlığını araştırma ve takip etme
demektir.
HASÎS
: masdarından fail
mânâsında feîl veya mefûl olarak veya mânâlarına gelir ki, burda biri
talib
(isteyen)in, biri de matlûb (istenilen)un hâlini gösterir. Hass ise
ilgi
göstererek ve teşvik ederek kandırıp kızıştırmak veya kanıp kızışmak
demektir
ki, müteaddî (geçişli) ve lazım (geçişsiz) da olur ve bir ısrarı,
aceleyi ve
sür'ati gerektirir. Bunun için "hasîs", sadece süratli veye
süratlendiren mânâsına da gelir. Bundan dolayı gündüzün geceyi hasîs
olarak
talebi de sürat ve ısrar ile aralıksız bir şekilde takip etmesi
mânâsıyla
tefsir edilmiştir. Bu takip ve sür'at hallerinin böyle hass ve taleb
gibi iki
ruhî kelimeyle ifadesi ise bir hayli ince nükteleri ve mânâları akla
getirir:
Önce:
bunda bu örtme ânının
önemini iyice düşündürmek için ruha ve ruhî olaylara bir dikkat
nazarını çekmek
vardır ki, bu da şu faydaları içerir:
Birincisi:
Gece ve gündüzün
hayat ve ruhâniyetle olan önemli ilgisini hatırlatır.
İkincisi:
Ruh ve ruhî
olaylarda olmadan mekân ve zamanda hiç bir takip ve hareket
düşünülemiyeceğine
işaret eder.
Üçüncüsü:
Gece ve gündüz
kavramlarının yalnız âfakî (nesnel) değil, enfüsî (öznel) haysiyetle de
düşünülmelerinin gereğini hatırlatır.
Dördüncüsü:
Bir gündüzün
devamı demek olan ve isteği ile ifade olunan hareket, gündüzün
kendisine isnad
olunması gereken bir fiil, yani güneş ışığının özel meylini ifade eden
bir
tabiî fiili olmakla beraber, bunun sırf kendi kuvvetiyle kalmayıp,
dışından
mün'akis, (tersine dönmüş) olan ve hass ile ifade edilen bu etkinin
te'yid ve
harekete geçirmesi ile de ilgili olduğu ve hatta bu tabiî fiilin mağlub
edildiği örtme sırasında bu dış etkinin fazlaca ortaya çıkmış
bulunduğuna
işaret edilirken, bu hareketin ne yalnız mekanik, ne de yalnız dinamik
olmayıp
iki hususu da içine aldığı anlatıldıktan başka, bunun birisinin
"taleb", birisinin de "hass" ile anlatılması her iki durumun
sırf şuurla ilgili değilse bile, şuur ile ilgili manevî bir emre râci
olduklarına ve anılan örtmenin bütün bunların zıddına olarak vâki
olduğuna
işaret edilmiş bulunuyor. Ve sonra bu işaretlerin sonucu olarak şu
anlatılmış
oluyor ki: Anılan örtme hem âfâkî (nesnel) , hem enfüsî (öznel)dir.
Gece ve
gündüzün örtmesi ânında ilâhî istivânın delili olan hakkın işi; mekânı
zamanda,
zamanı ruhta, ruhu bir emirde dürüp uçurarak zihni dışa uyuşturan bir
örtme
ânında yani "Bizim buyruğumuz yalnız biz tekdir, göz açıp yumma
gibidir." (Kamer, 54/50) âyetinin delaleti üzere rabbanî bir izafetten
ibaret olan bir emirde, özetle ortaklığı reddeden bir kabullenme
hükmünde
tecelli eder. Yoksa binlerce gece ve gündüz geçirip de ruhu
duymayanların bu
tecelliden ve bu delilden haberleri bile olmaz.
Şurası
bilinmektedir ki,
gündüz Güneş'in, gece de diğer gök cisimlerinin bir saltanatı görünür
ve bundan
dolayı gündüzün süratli ve hırslı talebi Güneş'in talebine döner. Şu
halde
gündüzün ısrarlı talebine rağmen geceye örtülüşündeki mağlubiyet,
Güneş'in bir
mağlubiyeti demektir. Gerçekte bununla Güneş istilâ etmiş olduğu bir
memleketi
bir anda terketmeye mecbur edildikten başka oraya sarfedip yaymış
olduğu
ışığının da derhal söndürülmüş olduğu şüphesizdir. Gündüzün geceyi
örtmesinde
de diğer cisimlerin hükmü böyledir. Bunun için gece ve gündüzün bu
örtmesinden
şu da sabit olur ki Allah, Güneş'i, Ay'ı ve bütün yıldızarı da emrine
müsahhar
(boyun eğdirilmiş) olarak yaratmıştır. İbnü Âmir kırâetinde okunduğuna
göre,
Güneş, Ay ve bütün yıldızlar onun emrine boyun eğmişlerdir. Hiç biri
varlık ve
fiilinde bizzat icad eden (mucid) ve gerekli kılan (mucib) değildir.
Hiç biri
Allah'ın emrine, irade ve tasarrufuna karşı direniş ve muhalefet
göstermez ve
gösteremez. Gerek gündüzün sultanı görünen Güneş, gerek gecenin
melikleri gibi
görünen Ay ve yıldızlar, "Ve her göğe emrini vahyetti" (Fussılet,
41/12) âyeti delaletince kendilerine verilen ilâhî emre itaat ve uymak
zorundadırlar. Yaratılışları, mahiyetleri, tabiatleri, aldıkları emre
uymaktan
ibarettir. Allah, göklere ve yere "İstiyerek veya istemiyerek gelin.
" (Fussılet, 41/11) buyurmuş, onlarda "İstiyerek geldik."
(Fussilet, 41/11) demişlerdir. Hiç biri kadîm (ezelî) olmadığı gibi,
mahkûmluktan azâde bir Arş'ın istivâsına sahip de değillerdir. Hepsi
yaratılmış
mahlûk, hepsi ilâhî iradeye tâbi, rabbanî saltanatın icabına boyun
eğdirilmiş,
onun tedbir ve hikmeti ile evirip çevirmesine göre cereyan eden
görevliler ve
memurlardır. Yürü derse yürürler, dön derse dönerler, dur derse
dururlar, parla
derse parlarlar, sön derse sönerler... Kendilerine ve kendi
mukadderatlarına
kendileri hâkim olmayan bütün bu cisimler, kendi kendilerine ve sırf
kendi
adlarına ne bir şey icad edebilirler, ne de bir şeye hâl ve şân icab
edebilirler.
İyi
bilmeli ki bütün
yaratmak da O'nundur, emir de.
Baştan
sona takdir etme ve
tekvîn (var etme) de O'nun, kabul etme ve şerîat koyma da. Şu halde
hacim ve
miktarı bulunan yaratıklar da O'nun mülkü, onlar üzerinde cereyan eden
hacimsiz
miktarsız emirler de. Yani yaratma da O'nun, yürütme de O'nun; cisim ve
cisimlikler, madde ve şekil, O'nun icad ve yapısı, onları yürüten
kuvvet ve ruh
O'nun tesir ve izafeti. O'ndan başkası ne yokluğa vücut verebilir, ne
de
mümkünlere vücub. Var etme O'nun, vacib kılmak O'nun, harika O'nun,
kanun
O'nun, bütün mâsivâ (Allah dışında her şey) O'nun hükmü altında yaratma
ve
emrinden ibaret. O ise her şeyi yaratan ve mutlak tasarruf sahibi,
gerçekte ne
O'nun icadına dayanmayan bir mevcut bulunabilir, ne de onun emir ve
icabına
uymayan emirler, emir olabilir. Allah, âlemlerin Rabbi, çok yüksek ve
çok
büyük. Hayır ve bereketine, yükseklik, şânına, kudretinin azametine
sınır ve
son yok. "Dikkat ediniz, yaratma da, emir de O'nundur." tenbih ve
özetlemesinden sonra akıl sahibi âlemlerinin diğer âlemlere üstünlüğünü
ifade
eden "âlemlerin Rabbi" vasfıyla özellikle akıllılar âlemi üzerindeki
ilâhî rablığa dikkat nazarının çekilmesi, hem âlemler içinde akıl
sahiplerinin
özel şerefini, hem de Allah'ın yücelik ve büyüklüğünün akıl üstü
olduğunu hatırlatmadır.
Yani gözü, özü olanlar iyi dikkat etmelidir ki, gökleri ve yeri vakit
vakit
yaratıp şu âlemin tümünü kuran ve hepsinin üzerine eşit olarak hâkim
olarak
duran, geceyi gündüzü birbirine katan, Güneş ve Ay'ı gezegenleri ve
sabitleri
ile bütün yıldızları emri altında dilediği gibi yakıp söndürerek muradı
üzere
yürüten, özetle bütün yaratma ve emir kendinin olan Allah Teâlâ yalnız
görünen
âlemin değil, akıllar ve ruhlar âleminin de Rabbidir. Ve bundan dolayı
ululuğu
ve yüceliği, Arş üzerinde istivâsı bütün cismanî yüceliklerin üstünde
olduğu
gibi, yerden göklere geçerek, alçak ve yüksek cisimleri ve ecrâmı,
uzaklıkları
ve mesafeyi, nicelik ve nitelikleri dolaşarak mekânı ve zamanı dürüp
toplayan
ve bir şuur ânında bu yücelik ve büyüklüğün tecelli ve inkişâfına şahit
olan
akıllar ve ruhlar âleminin de üstündedir.
Akıl
sahipleri, mârifetullah
(Allah'ı tanıma) yolunda hem akıllarının kıymetinden ve akıllar
âleminin
özelliğinden gaflet etmemeli, hem de akıla haddinden fazla kıymet verip
de
akıllar âleminin yüceliği üstünde yücelik ve hakimiyet yok
sanmamalıdır.
Kendisinden gaflet edip de yalnız makulüne garkolan akıllar bâtından
haberdar
olmaz, yalnızca dış tecellilere saplanır, Rabbını da sırf dışta görmek
ister ve
bütün ümidini dışardan bekler. Zanneder ki gökteki Güneş Rabb'ından
daha
açıktır ve o kendisinden daha yüksektir. Çünkü kendini duymayan Rabbını
da
duymaz. Buna karşılık kendini duyan ve fakat kendine tesir icra edip
duran
makulünden gafletle yalnız kendine düşkün, kendine mağrur ve kendi
âlemine
dalıp kalan akıllar da yalnızca bâtınî tecellilere saplanır. Gökteki
Güneş'i
kendinde farzeder. Rabbini de hep kendinde veya kendi cinsinden bir
akıl, bir
ruh olarak görmek ister ve bu şekilde kendini, üstünü yok bir ilâh veya
ilâh
cinsinden sayar. Çünkü kendi haddini bilmez, haddini bilmeyen de
Rabb'ini
bilmez. Hakkın akla hâkim olduğunu bilmez de, aklın hakka hâkim
olduğunu
zanneder. Bilmez ki hâkimiyet istivâsı, ve Güneş ve Ay âlemlerinin, ne
de
akıllar ve ruhlar âlemlerinindir. Her ikisinin üstünde Hak
Teâlâ'nındır. Allah
Teâlâ'nın akıllar üstünde öyle bir kudret ve kuvveti, öyle bir yücelik
ve
azameti vardır ki, geceyi gündüze geçirdiği gibi, akılları parça parça
eder.
Öyle bir rahmet ve bereketi vardır ki, parça parça olmuş sineleri
gündüzü
geceye geçirdiği gibi Güneş ve Ay'ın üstüne geçirir. Bunun için ey akıl
sahipleri:
55-
Rabb'inize dua edin,
yalvararak ve gizli olarak. Âsım'dan Ebu Bekir Şu'be kırâetinde okunur
ki, bir
çeşit korku ile demektir. Yani önce haddinizi bilip Rabb'ınızı
tanıyınız,
istivâ, yaratma ve emir, yücelik ve ululuk, bütün hayır ve bereket
O'nun ve
O'na mahsus olduğunu ve kendinizin gece ve gündüz içinde O'na her dem,
her
lahza muhtaç ve O'nun hükmü altında ve rubûbiyetinde yaratık ve memur
bulunduğunuzu ve hiç bir zaman O'ndan müstağni olamayacağınızı itiraf
ediniz.
İkinci olarak o yücelik ve ululuk karşısında O'na müracaattan ve
ihtiyacınızı
sunarak arzularınızı talep ve niyaz etmekten yasaklanmış olmadığınızı
ve
tersine doğrudan doğruya istek ve duaya izinli ve hatta emredilmiş
bulunduğunuzu,
Allah'ın lutuf ve ihsanında cimrilik olmadığını ve fakat yaratma ve
emir, hüküm
ve hâkimiyetin ona mahsus olduğundan isteklerinizi yerine getirmeye
mecbur
olmaktan uzak bulunduğunu biliniz de, ona göre O'ndan dilekler
dileyiniz, arzu
ve ihtiyaçlarınızı isteyiniz. İsteyiniz ama pervasızca veya bağırıp
çağırmakla
değil, tam tazîm ile yalvararak ve bütün bir ihlas ile gizli yalvarma
halinde.
Zira muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez. Herhangi bir şeyde ilâhî
emrin tayin
ettiği sınırı aşmak istiyenleri sevmez, haklarında hayır murad etmez.
Şu halde
kendilerini talep ve duadan ihtiyaçsız sayanları sevmediği gibi, duanın
sınırını aşanları da sevmez, dualarını kabul etmez.
DUA:
Küçüğün büyükten,
acizin güçlüden ihtiyaç ve arzusunu ciddi olarak istemesi ve rica
etmesi demek
olduğundan fiil, söz ve hâl olarak yalvarmak, ihlâs ve ciddilik, bir de
istenilen şeyin isteyen ve kendisinden istenilenin hâl ve şanlarına
layık ve
uygun olması, aralarındaki nisbeti bozucu olmaması duanın tarifinde
dahil
şartlarındandır. Bunun için duada yalvarma halinde bulunmamak varlığa,
pervasızlığa, bir çeşit çalıma delalet eder. Ufak bir saygısızlık
etmek, dua
sınırından emir veya iltimas sınırına geçen bir haddini aşma olayı
olduğu gibi,
duayı gizli bir şekilde yapmamak, bağırıp çağırmak da ihlas sınırından
gösterişe, dua sınırından şikayet ve davaya geçen bir hadsizliği
kapsar.
Nitekim sahih bir hadiste de şöyle vârid olmuştur: "Siz, ne bir sağıra,
ne
de bir gâib (ortada olmayan)e dua ediyor değilsiniz, şüphesiz bir
işitene ve yakına
dua ediyorsunuz." Şu halde dua gizlemek vacib değilse, en azından
mendubdur. Ne kadar ibrete şâyândır ki, Cenab-ı Allah gece ve gündüzde
mağlubun
örtü ve örtünme içindeki isteğine yardım eder, zafer bahşeder de
galibin
pervasızca olan değersiz talebini tersine çevirir ve başına geçirir.
Sonra
duada layık olmayan bir şey istemek, mesela harika (mucize) istemek,
peygamberlik mertebesi istemek ve yahut günah olan şeyler istemek de
duada
haddi aşma cümlesindendir. Bu son cümle, özellikle buna bir uyarıyı
içermektedir.
Aynı şekilde duada fazla söz söyleme ve uzatma da haddi aşma
cümlesindendir.
Nitekim İbnü Mâce'nin "Sünen"inde rivayet edilmiştir ki, Abdullah b.
Muğaffel hazretleri oğlunun "Allah'ım, cennete girdiğimde sağ
tarafındaki
beyaz köşkü senden dilerim." diye dua ettiğini işitmiş, oğlum, demiş,
Allah'tan cenneti iste ve ateşten ona sığın, ben Resulullah'dan
dinledim ki
"Bir kavim olacak duada haddi aşacaklar." buyurdu. İbnü Atıyye'nin ve
Zemahşerî'nin nakl ettiklerine göre bu hadiste Resulullah: "Allah'ım,
senden cenneti ve ona yaklaştıran sözü ve işi dilerim, ateşten ve ona
yaklaştıran söz ve işten de sana sığınırım." demesi kişiye yeterlidir,
buyurmuş ve "Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez." âyetini okumuş.
56-Kısaca
yalvararak ve
gizleyerek dua ediniz, haddi aşmayınız, ve yeryüzünde ıslahından sonra
fesat
çıkarmayınız. Allah Teâlâ yeri yaratıp nizamına koymuş, faydalarınıza
ve
iyiliğinize uygun bir şekle sokmuş. "Doğrusu biz yeryüzünde sizi
yerleştirdik, orada size geçimlikler verdik." ve "Sizin için yeryüzünde
belirli bir zamana kadar yerleşme ve geçim imkânı vardır." (Bakara,
2/36)
âyetlerinin delaletince sizi onun üzerinde yerleştirmiş ve kudret
vermiş, bir
vakte kadar onu size karargâh, geçim ve faydalanmanız için bir yer
yapmış,
fayda ve zararınızı onun düzelme ve bozulmasına bağlamış ve bundan
sonra sizi
bunun ıslah ve ifsadından sorumlu tutmuş. Şu halde siz isteyeceğinizi
emri
dairesinde Allah'tan isteyiniz de yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde
düşmanlık etmekle fesat çıkarmayınız, şirk ve isyana, azgınlık ve
düşmanlığa
sapmayınız. İstek hedefiniz, şirk değil tevhid, küfür değil iman, isyan
değil
itaat, ihtilal değil intizam, zulüm değil adalet, yıkma değil yapma,
kısaca
bozmak değil yapmak, fesat değil iyilik olsun. İnsan muhtaç olduğu her
hangi bir
şeyin, bir lokma ekmeğin, bir yudum suyun yokluğundaki fecaati
düşünmeli,
bastığı yerin nizamı bozulup çalkalanmaya başlamasındaki dehşetin
şiddetini
hesap etmeli de her çeşit bozgunculuktan sakınmalı, daha iyisini
yapamayacağı
hiç bir şeyi bozmamalı ve her nede tasarruf ederse bir iyilik fikri ile
tasarruf etmeli, faydasız yere bir dânenin bile bozulma ve yok
olmasından
sakınmalıdır.
Böyle
yapınız ve hem korku,
hem ümid halinde Rabbinize dua ediniz. Korku halinde ümidi, ümit
halinde
korkuyu bırakmayarak, daima ikisinin denklik noktasını gözeterek dua
etmelidir.
Çünkü Allah hem celâl sahibi, hem ikram sahibidir. Âlemde Allah'ın emri
altında
gece ve gündüz nasıl birbirleriyle yarış ederek gidiyorlarsa, korku ve
ümid de
öyledir. Bu iki ruh haleti insanın manevî yolda ilerlemesi (seyr ü
sülûkü)nde
iki kanat gibidir. Her hangisi atılsa insan yaralı bir kuş gibi
uçmaktan mahrum
kalır. Kalb ancak bunların karşılıklı çarpışmasındaki uygunluk ve
denklikten
doğrudan doğruya Hak yüzüne bakan bir yön alır. Duanın güzelliği de,
kalbin bu
istikametiyledir. Böyle dua edenler, duada ihsan mertebesine ermiş
muhsin
(iyilik sever)lerden olurlar. Şüphesiz ki iyilik edenlere Allah'ın
rahmeti
yakındır. Hiç bir hususta Allah iyilik yapanların ecrini zayi etmez.
Duada
iyilik edenlerin de dualarını kabul eder, yakında muratlarına erdirir.
57-
Ve O, o Allah'tır ki
rahmetinin iki eli arasında, yani önünde müjdecileri olarak birtakım
rüzgarlar
gönderir. Nâfi, İbnü Kesir, Ebu Amr, Ebu Cafer, Yakub kırâetlerinde ,
İbnü
Âmir'de okunduğuna göre rahmetinin önünde nâşir (neşredici)leri olarak
yaygın
bir takım rüzgarlar gönderir. "Büşr', "beşûr"in çoğulu;
"nüşr", "neşûr"un çoğuludur. "Resul" vezninde
"neşûr", "nâşir" (yayıncı) veya menşûr (neşredilmiş)
mânâsına gelir. Nun'un fethasıyla "neşir" de neşretmek, yaymak ve
ayırmak mânâsına masdar olduğu gibi, "güzel rüzgar" mânâsına ve
bundan bulutu yayıp döşeyen, hoş ve yumuşak rüzgar mânâsına isim de
olur. Bu
şekilde İbnü Kesir, Hamze, Kisâî kırâetlerinde okunduğuna göre de:
"Rahmetinin
önünde neşr halinde rüzgar gönderir". Yağmur yağdıracağı nimet ve hayat
neşredeceği zaman önce durgun havaları oynatır, sükûnlarını harekete
çevirir.
Hareketi berekete başlangıç, sebep, delil ve elçi, müjdeci ve nâşir
yapar,
yayar, fakat her hareketi değil, özel bir hareketi. Çünkü azap olan
hareketler,
azap habercisi olan rüzgarlar da vardır. Bu mânâ ile İbnü Ömer
(r.anh)dan
rivayet edilmiştir ki rüzgar sekiz şekildir; dördü azap, dördü
rahmettir. Azap
olanlar: Kasıf, âsıf, sarsar, akîm. Rahmet olanlar da: nâşirât,
mübeşşirât,
mürselât, zâriyattır. Bir nebevî hadiste de şöyle varid olmuştur: "Ben,
saba ile mansur oldum. Âd, debûr ile helak edildi, cenûb da cennet
rüzgarındandır." Hz. Ka'b'den de nakledilmiştir ki, Allah üç gün
rüzgarı
hapsetse, yeryüzünün çoğu kokardı. Hasılı korkulacak hareketler,
korkutucu olan
rüzgarlar da vardır. Fakat ilâhî rahmetin müjdecileri ve yayıcıları
mürselât ve
zâriyâtı da onlar içindedir. Bunun için ümidin korkudan, korkunun
ümitten
ayrılmaması gerekir.
Havanın
eserlerinden rih ve
rüzgar: Hareketli hava demektir ki, yönlerine, vasıflarına göre uyumlu
veya
uyumsuz bir çok kısımları ve çeşitleri vardır. Genel şekilde yönlere
göre dört
veya sekiz rüzgar esas gibi düşünülür ve rüzgarların oluşumunda ve
cereyanında
ilâhî tasarrufa delalet eden pek çok noktalar vardır. Rüzgar, hareket
eden hava
olmak itibariyle şüphesiz ki bir tahrik ile meydana gelir. Havanın her
hareketine de rüzgar denilmediğinden, rüzgar göndermek, havayı bir
noktadan
diğer noktaya özel bir şekilde hareket ettirmek mânâsını içerir. Bir
kerre bu
hareket, havanın tabiî bir fiili değildir. Zira hava sakin de olur.
Bunun için
tabiat bilgisinde rüzgarın oluş sebebi havanın aldığı sıcaklık, yani
soğuk ve
sıcak değişimlerine nisbet olunur. Şu halde rüzgarın oluşunun da gece
ve gündüz
meselesinde açıklanmış olunduğu üzere ısı tabiatı ile soğuk tabiatı
arasındaki
galibiyet ve mağlubiyet oranlarının tahvil (değiştirme) ve tasrif
(idare)ine
râcidir ki, bu da doğrudan doğruya ve tabiat üstü bir Allah emridir. Şu
halde
gerek bir kural altında esen muntazam bir rüzgar olsun, gerekse
nizamsız olsun,
ikisi de bir tabiatı diğer tabiata musallat etme demek olduğundan,
doğrudan
doğruya rabbanî bir tasarruf olduğunda şüphe yoktur. Şu kadar ki
nizamlı
rüzgarda âdet ve uyum, nizamsız rüzgarda harika (âdet üstülük)
galiptir. Onun
için Allah'ın kudretini yalnız harikada aramak gafletinde bulunanlar,
ilâhî
fiil ancak fevkalade rüzgarlardır zannederler. Bununla beraber burada
bahis
konusu olan yalnız ilk hareket ettiren delilini teşkil eden bu tahrik
değildir.
Bu tahrikin içermiş olduğu daha bazı özellikler ile beraber, bunun
sonuçta
hayat ve nimete, yağmur gibi bir ilâhî rahmete olan ilgisi başlangıç
delaleti
yani bundan sonra gelecek diğer bir ilâhî fiili haber verir bir şekilde
akıllar
âlemi peygamberlik çeşidini temsil etmesi, rüzgar olayının diğer bir
olay olan
yağmur olayını hazırlaması ve vuku bulmadan önce işaret etmesi durumuna
da
bilhassa dikkat nazarı çekilmiştir. Ve bu şekilde hem yaratma, hem
emir, hem
maddiyat, hem maneviyat açısından kudret ve ilâhî hikmet tecellileri
gösterilerek ahiret ve peygamberlik meselesini hatırlatacak ve
düşündürecek
misaller nakledilmiştir Özet olarak bir takım rüzgarlarda daha sonra
gelecek
olan ilâhî rahmeti müjdeleyen bir elçi, bir melek misali vardır. Allah
Teâlâ
bunları rahmetinin önünde müjdeciler ve yayıcılar olarak gönderir.
Şimdi
kudrete bakınız ki
nihayet o rüzgarlar (havadan) ağır ağır bulutları az ve hafif bir şey
gibi
kaldırıp yüklendiği zaman, yani rüzgarların fâidelerinden birisi de
bulutları
derleyip toplamak, yaymak ve yağmura muhtaç olan yerlere götürmek için
tepelerinde taşımaktır. Fakat bu taşıyışta gayet dikkate değer bir
husus
vardır. Çünkü hava hafif, bulutlar ise ağırdır. Hafifin ağırı
kaldırması ise
tabiatın tersidir. Gerçekte burada bu ağırlık ve ıklâl (yüklenme,
kaldırma)
ihtarının tabiat ilimleri bakımından pek büyük önemi vardır.
Zannedilirdi ki,
bulutlar havadan hafif su buharından ibarettir. Halbuki asıl bulut su
buharı
hali değil, bizzat su taneciklerinin toplu hali olduğu sonradan
farkedilmiş ve
suyun ise havadan ağır olduğu bilinmekte olduğundan, bulutların hava
boşluğunda
muallâkta durması Fizik ilminde bir mesele teşkil etmiştir. Ve izahında
iki
görüş hasıl olmuştur: Başlangıçta, "O su tanecikleri sabun köpüğü gibi
boş
ve içlerinde hava hapsedilmiş olup, bu hava dışardaki havadan fazla bir
ısı
derecesinde bulunduğundan hafif olarak üzerinde yüzüyor." denilmiş.
Sonra
bu görüş çürütülerek bulutları birleştiren su taneciklerinin içi boş
değil,
dolgun bulunduğu ve bundan dolayı her biri kendi hacmindeki havadan
ağır olduğu
halde aşağıdan rüzgarın tahrikiyle kum tanelerinin yukarı çıkması gibi
hava
boşluğunda muallâk kalarak sağa sola hareket ettiği kabul edilmiştir.
Öncekine
göre balon ve gemi gibi hafifin ağır üzerinde duruşu, ikinciye göre de
kuş ve
uçak gibi ağırın hafif üzerinde duruşudur ki "ağır bulutları kaldırıp
yüklendiği zaman" âyetinin hatırlatması da bunda açıktır. Evet havadan
ağır olan su taneciklerini daha sıcak hava ile doldurmakla köpük haline
koyarak
hafiflendirip küçücük baloncuklardan oluşan bulut donanmalarını hava
üzerinde
tutmakta da büyük bir sanat olduğu şüphesiz ise de su taneciklerinin
ağırlıklarını olduğu gibi muhafaza etmekle beraber, onlardan daha hafif
olan
havanın sırf hareketten aldığı kuvvetle o ağır bulut kütlelerini
kaldırıp
yüklenmesi daha çok dikkat çeken bir hadisedir ki, bunda hareketin
önemi ve
hareket emrini veren muharrik (hareket ettirici)in, yalnız hareketle,
hafiflik
ve ağırlık hükümlerini değiştiren ve tabiatlerin hükmünü tersine
çeviren ve değiştiren
mutlak bir kudrete sahip olduğu doğrudan doğruya ortaya çıkar. İşte bu
mânâyı
öğrenme sayesindedir ki, hareket ettirici kuvvet elde edilmesiyle
uçaklar
yapılmış ve kuş gibi hava üzerinde uçma başarısı elde edilmiştir. Bu
açıklamadan anlaşılır ki rüzgarları hareket ettirmekteki bu yüksek
kudreti
özellikle hatırlatan bu "ağır bulutları kaldırıp, yüklendiği zaman"
kavramında Muhammed aleyhisselâm'ın peygamberliğinin kesin
delillerinden birisi
olan ilmî bir mucize var demektir. Bir mucize ki, beşer ilmi bunun
doğruluğuna
bin seneden sonra vakıf olabilmiştir. Bununla beraber iş bununla
kalmıyor,
Allah rüzgara o kuvveti vermekle beraber onu onda atalet (cisimlerin
bir
hareket ettirici olmadan hareket edemiyecekleri) kuralı üzere bir
tabiat
istivâsiyle bırakmıyor. Bu noktada irade tecellisini anlatıyor ve kendi
istivâ
hakimiyetini gösteriyor. Onun için gıyab (üçüncü şahıs)tan tekellüm
(birinci
şahıs)e dönerek buyuruyor ki:
Tam
rüzgarlar, ağır bulutu
kaldırıp yüklendikleri zaman biz o bulutu ölü bir belde için sevk
ederiz de, o
suyu o beldeye indiririz, ve o su ile her türlü meyveleri çıkarırız ve
çıkaragelmişizdir. İşte ölüleri, kabirlerinden, böyle çıkaracağız,
şimdi siz
düşünebilirsiniz. Bunları düşünür anlayabilirsiniz ki, yaratmak da emir
de
kendisinin olan ve tahrik ve irade ile bunları yapmaya ve ölmüş bir
beldeyi
yeniden diriltmeye kâdir olan Rabb'ınızın ölüleri diriltebileceğinde
şüphe
yoktur. Fakat şunu da unutmamak lazım gelir ki, yağmur yağmakla her yer
eşit
olarak meyve vermez, her toprağın başlangıçta kuvveti bir olmaz.
58-Yağmur
yağar ve iyi
belde, toprağı iyi olan arazinin Rabbinin izniyle nebatı iyi çıkar.
Gerçi
Allah'ın izni, iradesi ve kolaylaştırması olmayınca hiç bir şey olmaz.
Fakat
Allah'ın âdetinde yaratma ile emir arasında uyum bulunduğundan hoş ve
iyi olan
toprağın mahsulleri de yağmurla - Allah'ın izniyle bereketli, güzel ve
kolaylıkla çıkar. Fena olanın ise, çıkmaz, çıkarsa da ancak zorla, pek
az ve
faydasız bir şey çıkar, yağmurdan da istifade edilmez. Şu halde insan
yerin
iyiliğindeki önemi iyi takdir etmeli ve onun iyilik ve kötülüğünde
kendisinin
de bir sorumluluğu bulunduğunu unutmamalıdır. İşte biz şükredecek her
hangi bir
toplum içindir ki, bu âyetleri böyle çevirip türlü türlü şekillere kor,
tekrar
ederiz, ve daha edeceğiz. Yani bu beyan ve tasvir, insanlar için bir
darb-ı
meseldir. Peygamberler, ilâhî rahmetin müjdeci ve yayıcıları, yüklenmiş
oldukları teklifler ve şeriatler, hayatın kendisiyle kâim olduğu saf su
ile
dolu ağır bulutlar gibi Kur'ân kalblerin âb-ı hayatı (hayat suyu), din
ve
mârifet (bilgi), ebedî bir hayat olan ilâhî rahmet; sorumlu ve muhatap
olan
insanlar da yağmurun indiği yerler gibi iki kısımdır: Topraklar gibi
insanların
ve insan topluluklarının da iyisi ve kötüsü, mümini kâfiri vardır.
İyiler iyi
düşünür, Allah'ın peygamberlerinden istifade eder, ilâhî âyetleri
düşünmek ve
anmakla ibret alır, iman eder, hayat bulur, Allah'ın nimetlerine
şükreder.
Ahiret için güzel ameller ile güzel semereler verirler. Yaratılış
âyetlerinde
ve şeriat koymada cereyan eden ilâhî tasrîf ve tasarrufların,
peygamberleri
gönderme ve Kur'ân'ı inzal etmenin hikmeti de bilhassa bunların
faydaları ve
şükranıdır. Çorak yer gibi fena olanlar ise Allah'ın nimetlerini ve
rahmetini
inkâr ve küfür ile karşılarlar, bu faydalanmadan mahrum kalırlar.
Onların meyve
vermelerine Allah'ın izni taalluk etmez. Zorluk ve mahrûmiyet içinde
felakete
yuvarlanır giderler. Nitekim peygamberlerin kıssaları ve milletler
tarihi buna
şahittir. Bunun için burada Âdem'in yaratılışından sonra başlayan ve
insan cinsinin
peygamberliğinde yerleşerek zamanı idare eden istivâ hükmü altında
peygamberlik
işinde ilk yaratmanın altı günü misali üzere harikaları içeren altı
devir
teşkil eden altı peygamberin peygamberlik kıssalarıyla yedincisinde
"Muhakkak ki zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü hâli gibi
devam etmektedir." hadis-i şerifin mânâsının da delalet ettiği üzere
Hz.
Muhammed'in peygamberliğinde tecelli eden peygamberlik hükmünü anlatmak
ve
açıklamak üzere yemin ile buyuruluyor ki:
85-87-
Sûrenin başındaki
"Nice memleketler var ki biz onları helak ettik..." (A'râf, 7/4)
tehdidinin tarihî şahidleriyle bir açıklamasına, Hz. Âdem'in
yaratılmasından
sonra bütün insan toplulukları ve çeşitli kavimler üzerindeki ilâhî
hakimiyyetin tecellisiyle peygamberlerin gönderiliş hikmet ve
neticelerine,
şeriat ve dinlerin seyr ve tekamülüne ve onlardaki maksatların ruhuna
yönelik
pek mühim hakikatleri açıklayıp aydınlatan ve bir çok sûrede çeşitli
ibret ve
ikaz bakış açısından genişçe anlatılacak veya işaret edilecek olan bu
kıssalardan, Kur'ân'ın letafet (güzellik), ciddiyet ve belağatına
bilhassa
itina gösterilerek okunduğu zaman bunlardan alınacak olan ibret dersi
ve ilham
o kadar yüksek, açık ve boldur ki, kütüphaneler dolusu tarih kitapları
okunup
araştırılacak olsa elde edilecek ders, yükselmek için bağlanılacak
ibret
düsturları bunlardan başkası olmayacak ve bunların verdiği açık ilhamı
vermeyecektir. Önceki kavimlerin bütün masalları, eski eserleri, kaleme
alınan
kitaplar ve meydana gelen olaylar incelenmiş olsa bunların ihtiva
ettikleri
bozukluklar ve hurafeler bir araya getirilerek insanlık hayatının
başlangıç ve
sonucu bakımından ifade edecekleri sabit hakikatlerin, Kur'ân'ın söz
konusu bu
kıssalarında özetle işaret edilen esasların hududunu aşamadıkları
görülür. Bu
kıssaların ihtiva ettikleri gerçekler, Kur'ân'ın indirilmesinden önce
dillerde
ve kitaplarda o kadar bozulmuş ve hurafelerle karıştırılmış idi ki,
insanlar
onları duyup dinledikçe dinî hisleri, bir çocuğun masal dinlemekten
aldığı
hayalî neş'e gibi bir şey zannedecek hale gelmişlerdi. Nitekim bugün de
dinler
tarihini ve edebiyatı bu ruh hali ile takip etmek isteyenler pek
çoktur.
Tefsircilerden bir kısmı, özellikle öncekiler bu kıssalar etrafında,
Kur'ân'ın
indirilmesinden önce anlatılagelen çeşitli rivayet ve hikayeleri nakl
etmişler
ve bununla Kur'ân'ın onlardaki bozulmaları nasıl bertaraf ettiğine ve
insanları
hayalden hakikate nasıl götürdüğüne dair bir mukayese dersi
vermişlerdir. Fakat
tefsir mütalaasına ehil olmayan bir çok kimse de bu nakilleri,
kıssaların
tefsiri gibi telakki etmiş ve Kur'ân'da anlatılan hususlardan ziyade bu
rivayetlerin arkasında koşarak Kur'ân'ın açtığı hakikat yolundan aksi
yönde
istifadeye kalkışmışlar ve dini, sünnetin dışında mücerred yorumlarda
ve garip
rivayetlerde aramak sevdasına düşmüşlerdir. Bunlara karşılık, sırf
tabii kalmak
isteyenler de, önceki insanları hiç hesaba katmayarak harika cinsinden
olan ve
dillerde destan şeklinde dolaşan bu nakilleri "öncekilerin masalları"
deyip geçmişler veya mutlak surette tabiate bağlama yolunu
seçmişlerdir. Kur'ân
ise, hakikatin bu ikisi arasında bulunduğunu anlatmak için söz konusu
kıssaları
ne kadar güzel tebliğ etmiş ve ne ciddi bir şekilde tasvirini
yapmıştır.
Dolayısıyla bunları her kıssanın mevzu ve gayesine, tasvir tarzı ve
münakaşasına, yani her peygamberin davetinin aslına ve davetinin tebliğ
biçimi
ve ispatına ve kavmiyle olan münakaşalarının üslubuna, soru ve cevabın
kapsadığı ilmi gerçeklere ve edebi kurallara, neticede iman ve küfrün
sonucuna
sonra bütün kıssalar arasındaki ortak değere, yükseliş ve gelişme
ahengine ayrı
ayrı ve birlikte göz atarak son derece ibretli bir tarzda okumalı ve
bunlardan
tarih sahnesinden silinen kavimlerin yaşantılarıyla düşüş ve
helaklerine yol
açan sebebleri çıkararak gelecek için ibret almanın yollarını
öğrenmelidir.
Görülecektir ki, bütün düşüş ve yok olma sebepleri, Hakk'ın emrini
dinlememeye,
Allah'ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemeğe ve
sonuçta
şükrün yerine nankörlüğü koymaya bağlıdır. Hak dini, insanlığın koyduğu
sosyal
bir kurum değil, sağlam ve mutlu bir sosyal kurumun aslını ve hareket
tarzını
teşkil eden ilâhî bir müessesedir. Ve her milletin hayat ve mutluluk
kabiliyyeti, kalbini verdiği yaratıcının şanıyla uyum içindedir. Onun
için
hepsi hiç, ancak Allah'ın dini haktır. İnsanlara gök kapılarını açacak
olan
kanun, Zeyd ve Amr'ın kanunları, arzu ve hırslı istekleri değil,
yaratma ve
emretme hakkı kendisinde olan âlemlerin Rabbi'nin kanunudur. Yoksa
dünya bir
tarafa toplansa, bir yaprağın tabi olduğu düşüş ve yükseliş kanununun
ilâhî
konumunu değiştirmeğe güç yetiremezler. Nitekim insanları bela
tufanlarından
kurtaracak olan kurtuluş gemisi de, Allah'ın kanunundan başkasıyla inşa
edilemez.
Peygamberlerin
hatibi Şuayb
(a.s)'ın bu tebliğine karşı:
88-91-
Hüküm ve hükümet
mânâsına gelen "fetaha"dan alınmıştır ve yukarıda geçen "Allah
aramızda hükm edinceye kadar sabredin..." (A'râf, 7/87) va'dini taleb
içindir. Cüsûm, "tavşanın ve kuşun uyuduğu şekilde iki bacağı el ile
kavrayarak göğsü üzerine yere çöküp yapışmaktır". Yani vatanlarında
öyle
sürçüp yüzü koyun çöktüler ki, kendilerinde hareketten hiç bir iz
kalmadı.
92-
Şuayb'ı yalanlayanlar
sanki bu beldede safa sürmemişlerdi. Şuayb'ı yalanlayanlar, onu ve
beraberindeki müminleri kentimizden çıkarırız diye tehdide kalkışanlar,
ona
uyarsanız mutlaka ziyana uğrayanlardan olursunuz diyenler kendileri
ziyana
uğradılar, Şuayb ve ona tabi olanlar değil.
93-
Bunun üzerine Şuayb,
onlardan yüz çevirdi. Ve dedi ki:
Allah
bilir ya ben size
Rabb'imin elçilik görevini tebliğ ettim, bu felaketten kurtulmak için
Allah'ın
bildirdiklerini anlattım ve emirlerini ulaştırdım. Ve size gereken
nasihatı
yaptım, iyilikseverliğimi gösterdim, vazifemi tamamen yaptım, ancak siz
dinlemediniz inkâr ettiniz. O halde ben şimdi kâfirler topluluğuna
nasıl
üzülürüm? Yani ilk önce Şuayb (a.s.) kavminin helak olmasından dolayı
bir
üzüntü duydu, fakat onların üzüntüye layık olmadıklarını ve
küfürleriyle azabı
hak etmiş olduklarını düşünerek onlarla olan bütün manevî ilgisini
kesti.
Kısacası "oh olsun" demedi, ancak "vah" etmenin de caiz
olmayacağını düşünerek ve böyle söyleyerek onlardan tamamen yüz çevirdi.
Böyle
şiddetli azab ile
kökleri kazınıp yerle bir olan bu kavimlerin söz konusu tarzda bir
sonucu hak
ettiklerini açıklamak ve altıncı kıssaya geçmeden önce bu beş kıssadaki
ibret
tablolarını öz olarak gözler önüne sermek, yani olayların
duyurulmasından
çıkarılıp düzeltilecek olan sebeplerin gayesini anlatmak suretiyle
buyuruluyor
ki:
94-
Hiç bir ülkeye hiç bir
peygamber göndermedik ancak şöyle: Yani anlatıldığı gibi mahvedilen
köylerin,
memleketlerin her hangi birine her hangi bir peygamber gönderdiysek
mutlaka
şunları yaptık: Önce halkını fakirlik, şiddet, hastalık ve ihtiyaçlarla
sıktık
ki yakarsınlar, kibirlerini atıp hakka boyun eğsinler, yumuşayıp
yalvarsınlar
(Bu konuda bilgi için En'âm, 6/43 âyetine bakınız).
95-
Sonra da kötülüğü
değiştirip yerine iyilik getirdik; hoşlanmadıkları darlık ve hastalık
yerine,
hoşlarına giden bolluk ve sağlık verdik. Yalnız peygamberin sözlü ve
ilmî
irşadlarıyla yetinilmeyip "... belki dönerler diye onları iyilik ve
kötülüklerle imtihan ettik." (A'raf, 7/168) âyeti gereğince hem acı hem
tatlı şeylerle fiilen imtihan da edildiler. İlk önce söz
dinlemedikleri, dik
başlılık ettikleri için, yumuşasınlar diye hem mal hem de beden yönüyle
darlığa
itildiler, ancak yine de yola gelmediler. Sonra da bu darlık, azab
verme ve
cezalandırmaya yönelik olmayıp terbiye maksadıyla olduğu için,
terbiyevî olan
herhangi bir darlığın devamı ise terbiye dışı olacağı ve darlığı takip
eden
genişlik ve nimetin zevki ve sevincinin son derece hissedilir ve
fevkalade
dikkat çekici olması yönüyle darlık, genişliğe dönüştürüldü.
Ta
ki arttılar,
"afiv" bazen çoğalmak, artmak mânâlarına gelir. sözü, "otlar
çoğaldı" anlamındadır. "...ve sana Allah yolunda ne vereceklerini
soruyorlar, de ki: Afv (yani ihtiyaçtan fazlasını) verin..." (Bakara,
2/219) âyetinde yer alan afvın fazla mânâsına olduğunu daha önce
belirtmiştik.
Bu mânâya göre tefsircilerin çoğu, âyeti şöyle tefsir etmişlerdir. Yani
onlar,
mal ve nüfusça çoğaldılar, sayı ve kuvvet yönünden fazlalaştılar.
Kâmus'da
beyan edildiği
üzere denildiğinde bununla "hayvan mer'ayı yakından otladı, uzağa
gitmeğe
lüzum görmeden yakından bol bol yedi" mânâsı kastedilmektedir. Buna
göre,
gerek bu mânâ, gerek afv'ın meşhur mânâsı nazar-ı itibâre alınarak
şöyle bir
anlam da verilebilir: Kötülüğü iyiliğe çevirmekle kendilerine o derece
refah
içinde bir hayat temin ettik ki, hatta hayvan gibi bol bol yakından
yediler,
otladılar ve nefislerini her türlü sorumluluk ve zorluktan muaf
tuttular, nimet
kendilerini şımarttı, darlığı unuttular hiç bir şeye aldırış etmediler.
Ve
muhakkak atalarımıza sıkıntılı ve ferahlı anlar dokunmuş dediler. Yani
gördükleri sıkıntı ve refah hallerinin Allah tarafından terbiyeye
yönelik bir
sebeb ve hikmetle alakalı olduğunu düşünmediler. Bunları, hiç bir
şekilde
uzaklaştırmak ve elde etmek mümkün olmayan tabii veya zorunlu işlerden
saydılar.
Adam sen de darlık, bolluk, fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık,
gamlı veya
sevinçli haller öteden beri olağan şeylerdir, dediler. Peygamberlerin
öğrettikleri gibi din ve ahlâk ile insanların iradelerini
kullanmalarıyla
bunlardan uzaklaşma ve onları elde etmenin mümkün olmadığı fikrini
benimsediler. Kısacası Taberî Tefsirinde de zikredildiği şekilde
"kötülüklerden tevbe etmek suretiyle sıkıntıdan kurtulmanın; nimete
şükretmekle refah ve güzellikleri devam ettirme ve artırmanın mümkün
olduğuna"
inanmadılar. Sözlü, fiilî acı ve tatlı ihtarlara önem vermediler. Yahut
öylesine rahata erdiler ki sıkıntıları, vaktiyle atalarının bazan
başlarına
gelmiş tarihi bir şey gibi gösterdiler. İşte tam o vakit biz de
kendilerini o
şuursuz hallerinde, hayallerine gelmeyecek şekilde birden bire tutup
bastırıverdik. Birden bire tutmaktan maksad, Âd ve Lût kavminde olduğu
gibi
yalnız helakin bir anda ve göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre
içerisinde
olması değil, Semûd kavminde olduğu gibi yakalamanın ansızın başlayıp,
helakin
bir müddet devam etmesi demektir. Bazı kavimler, birden yakalanıp
birden
mahvedilmiş, bazıları da birdenbire yakalanıp sürüne sürüne
mahvedilmişlerdir.
Bütün mesele, bu yakalama başlamadan evvelki uyanmadadır. Zira yakalama
başlayınca ".... Rabb'inin bazı işaretleri geldiği gün, daha önce
inanmamış, ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık
inanması bir
fayda sağlamaz..." (En'âm, 6/158) âyetinde ifade edilen gün gelmiş
çatmış
olur. İşte o kentlerin halkı böyle azabı hak etmiş olarak
mahvedildiler, hem de
en kuvvetli en keyifli anlarında birdenbire yakalanarak tarih
sahnesinden
silindiler.
96-
Eğer o mahvedilen
memleketlerin halkı iman ve ittikâ etmiş, yani peygamberlerin tebliğ
etmiş
oldukları şeylere inanmış ve onların gereğini yerine getirmek suretiyle
korunulması lazım gelen şeylerden korunup sakınmış olsalardı elbette
üzerlerine
yerin göğün hayır ve bereketlerini açardık. Her taraflarından azabın
yerine
bolluk ve bereket yağar, her işleri yolunda gider, mutluluk ve
refahları artardı.
ve fakat yalanladılar, inanıp korunmadılar. Bundan dolayı biz de
kendilerini
kazanıp durdukları küfür ve isyanlarıyla kısacası "... atalarımıza da
böyle darlık ve sevinç dokunmuştu... " (A'raf, 7/95) diyerek
lâubâlilikleriyle yakalayıverdik.
97-
Önceki kent ehlinden
maksat, helak edilmiş olan kent halkı idi. Burada zikredilen "netice
fâsı" ile, yaşayan bütün kent halkından söz edilmiştir. Gerçi bazı
tefsirciler bunu da, öncekilerle ilgili görmüşlerse de bu münasip
değildir.
Burada uygun olan mânâ şudur: Şimdi bütün kent halkı -başta Mekke halkı
olmak
üzere medeniyyyet hayatı yaşayan bütün halk kendilerine be'simizin
(şiddetli
azabımızın) uyurlarken gece baskını halinde gelivermesinden emin mi
oldular?
98-
Veya kent halkı kuşluk
vakti oynayıp dururlarken kendilerine azabımızın gelivermesinden emin
mi
oldular?
99-
Kısacası Allah'ın
tuzağından emin mi oldular? Allahın mekri (tuzağı) ifadesi, O'nun,
kullarını
yavaş yavaş ve umulmadık bir yönden cezalandırması mânâsına bir
istiâredir.
Eğer öyle ise Allah'ın tuzağına, hüsrâna uğrayan topluluktan başkası,
yani
tabiatlarında Allah'ın kendilerine bahşetmiş olduğu ibret kabiliyetini,
gerçek
delilleri düşünme ve delillere dayanarak sonuç çıkarma yeteneğini
kaybederek
nefislerini zayi etmiş olan hüsran ehlinden başkası emin olmaz.
100-
Şu yeryüzüne önceki
sahiplerinden sonra vâris olanlara, yani önceden bu vatanların sahibi
iken
helak olmuş bulunanların bugün yerlerini yurtlarını işgal ederek
onların
ardından gelenlere ve özellikle Mekke ve etrafındaki halka Allah şu
gerçeği
anlatmadı mı ki dilesek biz onları da o geçenler gibi günahlarından
dolayı
musibetlere uğratırdık. Evet şüphe yok ki diğer âyet ve delillere
bakmadan
kendilerini onlara vâris kılmış olmakla bu gerçeği anlatmıştır. Ve
fakat biz
kalblerini tab'eder, mühürleriz de onlar bunu ve bu çeşit gerçekleri
duymazlar.
101-
İşte o kentler, o
mahvolup yıkılan memleketler, Ey Muhammed! Onların önemli haberlerinden
bir
kısmını sana naklediyoruz ve edeceğiz. Yemin olsun ki onlara
Peygamberleri
beyyinelerle şekk ve şüphe götürmez açık ve kesin deliller ve
mucizelerle
geldiler de önce yalanladıkları hakikatlere delillerden sonra da iman
etmeleri
ihtimali olmadı, inad ettiler de ettiler Allah kâfirlerin kalblerini
işte böyle
mühürler, küfrü onlara böyle tabiat kılar.
102-
İşte o kentler, o
mahvolup yıkılan memleketler, Ey Muhammed! Onların önemli haberlerinden
bir
kısmını sana naklediyoruz ve edeceğiz. Yemin olsun ki onlara
Peygamberleri
beyyinelerle şekk ve şüphe götürmez açık ve kesin deliller ve
mucizelerle
geldiler de önce yalanladıkları hakikatlere delillerden sonra da iman
etmeleri
ihtimali olmadı, inad ettiler de ettiler Allah kâfirlerin kalblerini
işte böyle
mühürler, küfrü onlara böyle tabiat kılar.
103-104-Hz.
Musa kıssası
burada diğerlerinden daha fazla dikkate alınsın diye özellikle
ayrıntılı olarak
uzun uzadıya anlatılmıştır. Çünkü Hz. Musa'nın mucizeleri öbür
peygamberlerinkinden daha kuvvetli ve bundan dolayı Musa kavminin
cehalet ve
zulmü diğerlerinden daha baskındır.
Kelimesi
yukarıdan beri
görüldüğü üzere Kur'ân'ın pekçok yerinde geçen, siyaset ve sosyoloji
ilimleri
açısından çok dikkat çekici bir deyim olan bir kelimedir. Tefsir
âlimleri bunu
ileri gelenler ve eşraf anlamıyla tefsir ederler. Fakat maksadın, ileri
gelenlerin ve eşrafın ferdiyetleri bakımından olmayıp, onların
cemiyetleri ve
hükmî şahsiyetleri bakımından önemli olduğunun ve zaten önde gelmenin
ve
şerefin sosyal bir anlam ifade ettiğinin gözden kaçırılmaması, lazım
gelir.
"Kamus"un beyanına göre "cebel" vezninde "mele"
şu mânâlara gelir:
1-
Teşâvür; yani birbiriyle
müşâvere,
2-
Eşrâf ve ilye; yani bir
kavmin eşrafı ve büyükleri, önde gelenleri, gözdeleri, ileri gelen
yüksek
tabakası ki, halkın gözünü dolduranlar.
3-
Cemaat,
4-
Arzu etmek ve sanmak,
5-
Kavmin istişare edilen,
aklı eren ve sözü dinlenen heyeti, seçkinleri, temsilci heyeti. Yani
heyet,
delege.
6-
Tecemmu, toplantı
halindeki meclis,
7-
Hulk, yani huy.
Rağıb
da
"Müfredat"ında şöyle demiştir: "Mele'" bir rey üzerine bir
araya gelip şekil ve görünüşü gözleri, kıymet ve önemi gönülleri
dolduran
cemaat demektir ki bir çok âyette geçmiştir. Bir de mele' daha genel
anlamda
olmak üzere, güzel yüzlülerden meydana gelen halka denir. İlh... Bundan
da
anlaşılmaktadır ki, biri genel, öbürü özel olan bu iki mânâ, "mele'"
kelimesinin başlıca iki mânâsı olup, diğerleri bunların uzantılarıdır.
Esasında
dolgunluk anlamını içine alan bu kelime, toplantı, müşavere, güzel
heyet, şeref
ve yücelik, rey ve istek kavramlarıyla da ilişkisi yüzünden çeşitli
anlamlar için
kullanılmıştır ki, bütün bu mânâların hepsini içine alan en mühim mânâ
Rağıb'ın
açıkladığı birinci mânâdır. Görülüyor ki, bu mânâ, zamanımızda
Frenklerin
"sosyete" adını verdikleri cemiyet mânâsınadır ki, bunda bir maksat
üzere toplanmış olmak, bir de iyi anlaşma ve uzlaşma ve kıymet, en
esaslı
anlamı teşkil eder. Mesela bir dernek, bir kabine ve bir parlamento,
bir ordu
ve her hangi bir toplumun bütünü adına söz söylemeye yetkili kişilerin
bir
araya gelip bir heyet teşkil etmesi hep birer "mele' " demek olur. Ve
önde gelen eşrafa "mele' " denilmesi de bu yüzdendir. Yoksa önde
gelen eşrafın birbiriyle didişme ve çekişmelerini ifade eden dağınıklık
ve
kopukluk hâli ve tek tek her birinin durumu "mele' " tâbirinin anlamı
dışında kalır. Bundan dolayı âyetin mânâsı "Sonra da Musa'yı
âyetlerimiz
ve mucizelerimizle yüklü olarak Firavun'a ve onun etrafında toplanıp
halkın
gözünü dolduran tantanalı heyetine peygamber olarak gönderdik." demek
olur. Gerçi diğer bir âyette "Firavun'a ve kavmine" (Neml, 27/12)
buyurulduğuna göre Hz. Musa, Firavun'a ve bütün kavmine gönderilmişti.
Fakat
burada bilhassa şu incelik gösterilmiştir ki, Firavun kavminin geriye
kalanları, onun etrafında toplanmış olan esas meclise bağlı
olduklarından
fazlaca bir öneme haiz değildiler. Firavun ve etrafındakiler, kavmin
hepsini
temsil ediyorlardı.
İşte
Hz. Musa,
"âyetlerimizle" ifadesinin işaret ettiği birçok mucize ile herşeyden
önce bunlara gönderildi. Onlar da o âyetlere zulmettiler, yani Musa'nın
peygamberliğinin doğruluğuna alâmet ve belge olan o açık mucizelerin
hakkını
vermediler, onların kesin delaletini yalan sayıp inkâr ettiler ve
küfrettiler.
Hakikatı kabul etmeyip fesatlar çevirdiler. şimdi bak fesatçıların
akıbeti
nasıl oldu? İşte aşağıda geleceği üzere kıssalarını dikkatle oku,
hallerine bak
da ibret al:
Biz
gönderdik, Musa da varıp
dedi ki: Ey Firavun Ben hakikaten âlemlerin Rabb'i tarafından
gönderilen bir
peygamberim,
105-106-
Allah'a karşı hak
olandan başka bir şey söylememeye hak kazanmışım. Yani, hakkım ve şanım
ancak
doğruyu söylemektir. Nâfi kırâetinde okunduğuna göre; "Allah'a karşı
haktan başkasını söylememem kendi üzerime bir borçtur, bir görevdir."
Bir
peygamberin birinci özelliği ve görevi doğru söylemektir. Ben size
Rabbinizden
bir belge ile geldim. Yani sözüm kuru bir iddiadan, boş bir davadan
ibaret
değildir. Şüphe ve tereddüde meydan bırakmaz, açık, seçik ve kesin bir
bürhanım, belgem var, inanmazsanız ispata hazırım. İşte bundan dolayı
İsrailoğulları'nı benimle gönder. Hz. Musa'nın Firavun'a ilk tebliği
işte bu oldu.
Buna karşı Firavun: "Eğer, sen bir âyetle, bir mucize ile geldinse
haydi
onu getir, eğer o sadıklardan, (yani doğrulukları ile tanınan o
peygamberlerden) biri isen böyle yapman gerekir. Musa'nın tebliğine
karşı
Firavun'un bu sözleri usulünce yapılmış bir talep demektir. Bunda henüz
bir
haksızlık yoktur. Ancak "eğer, eğer" diyerek şart edatlarını sık sık
tekrar etmesinde bir nezaketsizlik ve bir telaş eseri söz konusudur.
107-Bunun
üzerine Musa hemen
asasını bırakıverdi, bırakınca ne görsünler o asâ kocaman bir yılan,
apaşikâr
bir ejderha oluverdi. Bir ejderha ki, işi hemen hallediyor. Bu konuda
birçok
rivayet vardır: Saîd b. Cübeyr'in, Abdullah b. Abbas'dan naklettiği
şekilde
işin özeti şudur: Hz. Musa, asâsını koyuverince kocaman bir yılan
olmuş, Firavun'a
doğru akmaya başlamış. Firavun, yılanın üzerine doğru gelmekte olduğunu
görünce
tahtından fırlamış, aman bunu zaptet diye Hz. Musa'ya yalvarmış, o da
onu
tutmuş...
Burada
şundan gaflet etmemek
lazımdır ki, bu gibi değişikliğe hakikatın tersyüz edilmesi denilmez.
Zira
gerçeği ve görünüşü asâ olan şey, gerçeğiyle ve görünüşüyle büsbütün
yılan
oluvermiş değildir. Gerçekle görünüş yani bu iki hakikat daima
bilgimizdeki
yerini korurlar, hiçbiri diğerine karıştırılmaz. Lâkin asâ maddesinin
asâ
suretinden çıkıp yılan şeklini alması ve o şekle bürünmesi veya dış
görünüşte
aynı şekilde asâ kendi varlığını koruduğu halde zihinde onun yok
edilerek
yerine yılan şeklinin konulması daima mümkündür. Nitekim biz bir mumu
bin şekle
sokarız, her şeklin kendi varlığı diğerlerinden farklı olur da mum,
yine mum
olarak kalır. "Hakikatın değiştirilmesi caiz olmaz." prensibini imkân
ve vücub gibi ezeli hakikatlere tahsis etmek meşhur ise de doğru
değildir. Bu
prensip tenakuz (çelişki) kanununun diğer bir ifadesidir ki, hiçbir
şeyi
özünden değiştirmek mümkün olmaz demektir. Mesela asâya asâ, yılana da
yılan
denir demektir.
108-
Musa bir de elini
koynundan çekip çıkardı, ne görsünler bembeyaz!... Bütün bakanların
hayret ve
şaşkınlığını gerektiren bir surette parıl parıl parlayan bir beyaz.
Yani
yaratılıştan beyaz değil, fakat öyle görünüyor.
Rivayet
olunuyor ki, Hz.
Musa biraz fazlaca esmer imiş, önce elini yaratıldığı şekliyle
gösterir, sonra
koynuna sokar çıkarırmış, eli bembeyaz, lekesiz bir şekilde parıl parıl
parlarmış. Tekrar bir daha koynuna sokar çıkarırmış, bu defa da eski
esmer
rengine dönermiş.
Biri
ilâhî gazap ve celâlin,
biri de Rabbani rahmet ve lütfun birer örneği ve tecellisi demek olan
ve
doğrudan doğruya O'nun ilk yaratıcı olarak kudretinden başka bir tesir
ile meydana
gelmesi düşünülemeyen bu iki alâmet, Hz. Musa'nın Allah tarafından
gönderilen
bir peygamber olduğunu ispata fazlasıyla yeterli birer mucize iken
nasıl
haksızlıkla karşılandı bilir misiniz?
109-
Firavun kavmi içinden o
mele', Firavun'un danışma meclisi olan o topluluk, o özel heyet "bu her
halde çok bilgiç, çok mahir bir sihirbazdır,
110-
sizi yerinizden,
yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şu halde ne emredersiniz?" dediler. Şuarâ
Sûresi'nde bu "ne emredersiniz" sözünü Firavun'un söylediği ifade
buyuruluyor. Demek ki, onun danışma meclisi, onun görüş ve tekliflerini
tasdik
edip destekleyerek gereğini müzakereye sunduklarından dolayı bu söz
yalnızca
başkanın sözü değil, aynı zamanda cemiyetin sözü olmuştur. Burada "siz
ne
düşünüyor, ne diyorsunuz, ne teklif ediyorsunuz?" yerine "ne
emredersiniz?" denilmiş olması, çok dikkat çekicidir. Dış görünüşüyle
bu
deyim, Firavun hükümetinin yönetim ve işleri yürütme yetkisinin bu
danışma
meclisinin elinde bulunduğunu gösterir. "O sizi yerinizden çıkarmak
istiyor." cümlesi de bu danışma meclisinin tamamen Mısır'ın yerli
halkından meydana gelmiş bir heyet olduğunu akla getirir. Ebussuûd
tefsirinden
anlaşıldığına göre; bazı tefsir âlimleri, meselenin halk oyuna
sunulduğunu ve
hitabın bütün Mısır halkına yapıldığını bile öne sürmüşlerdir. Yani bu
"Siz ne emredersiniz?" hitabının danışma meclisi tarafından Mısır
halkına söylendiğini beyan etmişlerdir. Buna verilen "Onu ve kardeşini
beklet." cevabı bizzat Firavun'a hitap olarak gösterilmiştir. Bu ise
muhatapların
doğrudan doğruya Firavun ile konuşabilir bir mevkide bulunan kimseler
olduğunu
açıkça anlattığından âyetin zahirine göre, meselenin kamuoyuna sunulmuş
olduğu
sabit değil ise de her halde Mısırlılar'dan meydana gelen bir cemiyetin
veya
heyetin istişaresine sunulduğu ve bunlara da: "Siz ne emredersiniz?"
denildiği kesindir. Böyle demek ise o cemiyetin Firavun hükümetinde
karar
yetkisine sahip olduğunu itiraf etmek demektir. Bu da "Ben sizin en
yüce
Rabbinizim." (Nâziât, 79/24) demekte olan Firavun'un güttüğü dava
açısından
en büyük bir çelişkidir. Demek oluyor ki Firavun, önemli bir olayın
sıkıntısı
altında kalınca tanrılık davasını geçici olarak da olsa bir tarafa
bırakıp,
kulları saydığı adamlarından ve memurlarından meydana gelen topluluğa
veya
kendi halkına karşı "ne emrediyorsunuz?" diyerek, emir sizindir, siz
benim amirim veya efendimsiniz dercesine sahte ve riyakârca bir
tabasbus tavrı
takınarak, sanki tehlike kendisiyle ilgili değilmiş de halkla
ilgiliymiş ve
bundan dolayı da söz sahibi onlarmış gibi göstermiştir ki, bunda
Firavun
sihirbazlığının önemli bir misali vardır. Hz. Musa'dan "Eğer
doğrulardan
isen haydi getir bakalım onu!" diye mucize talep ettiğine göre,
anlaşılıyor ki Firavun daha önce sadık peygamberlerin gelmiş ve
hepsinin de
mucizeler getirmiş olduğuna vakıftır.
Şu
halde demek ki, göz
önünde olup biten asâ ve "beyaz el" mucizelerinin de gerçekten birer
mucizeden başka bir şey olamıyacağını anlamamış değildir. Fakat
hakikatın
kabulünü kendi düşüncesine ve özellikle siyasi çıkarlarına aykırı
görmüş ve bir
de zamanında sihir ve hokkabazlık gibi tezvir ve gözboyama sanatlarının
çok
yaygın olması dolayısıyla kendi emrinde yanıltılmaya müsait bir sürü
halk
bulunduğundan halkın siyasi çıkarlarına ve vatanseverlik duygularına ve
damarlarına basarak Hz. Musa'yı bütün Mısırlılar'ı vatanlarından sürüp
çıkarmak
isteyen gizli bir düşman gibi göstermiş ve onun böyle bir art düşüncesi
varmış
da gizliyormuş gibi tanıtmaya çalışmıştır. Böylece Hz. Musa'nın hak
davasını
sihir, kendi çarpık görüşlerini de gerçekmiş gibi satmak istemiş ve bu
meseleyi
şûrânın müzakeresine o şekilde sunmuştur.
111-Buna
karşı o mele', o
danışma meclisi ve bazı kavle göre halk, "onu ve kardeşini beklet, yani
hemen birşey yapma da biraz oyala, bir müddet salla, ve şehirlere
toplayıcılar,
derleyiciler gönder,
112-
sihirbazlıkta bilgili
ve mahir ne kadar sihirbaz varsa hepsini sana bulup getirsinler."
dediler.
Derhal
bir saldırıya geçmeyi
münasip görmeyip bu şekilde bir tecrübe ve imtihan teklif ettiler.
Bundan
anlaşılıyor ki, ne olursa olsun müşaverenin, gerçeğin açığa çıkmasına
doğru
özel bir faydası vardır. Burada bir "ve kardeşini" ifadesiyle Hz.
Musa'nın yanında kardeşi Harun'un da bulunduğu gösteriyor.
"Medâin";
medeniyet kelimesinin aslı olan medinenin çoğuludur ki, büyük şehir
demektir.
Ve bu kelimenin iştikakında başlıca iki görüş vardır: Birincisi medine,
başındaki mîm harfi kelimenin aslından olmak üzere "feîle" vezninde
olup kökünden alınmış ve türetilmiştir. "Müdün" belli bir yerde
ikâmet etmek mânâsınadır. Fakat kelimeleri gibi çekimi terk edilmiştir.
Bu
şekilde medine insan hayatına ilişkin her türlü ihtiyacın
karşılanmasını içine
alan yer veya böyle bu özellikteki bir yerde ikâmet eden sosyal
topluluk
kavramıyla büyük şehirlere isim olmuştur. İkincisi başındaki "mîm"
harfi zâit ve "yâ" harfi asıl olmak üzere kökünden alınmış olup,
"ma'îşet" gibi "mef'ile" vezninde veya medyûnenin muhaffefi
olmakla aslında "mef'ûle" veznindedir. maddesi ise mülk ve taat, ceza
ve siyaset mânâsına olduğundan bu şekilde medîne, mülk ve taat yeri,
memleket
veya inzibat ve siyaset altında, memlûke anlamıyla büyük şehirlere isim
olmuş
olur. Birinci takdirde çoğulu hemze ile ikinci takdirde ise gibi yâ ile
olmak
lazım gelir. Halbuki kırâetlerin hepsinde hemze ile varid olmuş ve öyle
okunmuştur. Demek ki, tercih edilen birinci görüştür. Bazı müfessirler
tarafından denilmiştir ki, burada (medâin)'den murad, Mısır'ın Saîd
şehirleri
idi. Sihirbazların büyükleri ve en mahirleri Saîd içlerinde idi ve bazı
rivayetlere göre yetmiş kadar usta sihirbaz toplanmıştı.
113-116-
Toplanan
sihirbazlar Firavun'a geldiler...
Ne
zaman ki, onlar
atacaklarını ortaya attılar, insanların gözlerini büyülediler, aslı
olmadık
türlü hayaller gösterdiler. ve halka son derece dehşet verdiler, ve pek
büyük
bir sihir ortaya koydular.
Rivayet
olunduğuna göre, iri
iri halatları, uzun uzun sırıkları ve sopaları ortaya atıp bütün vadiyi
sanki
birbirine binmiş yılanlarla doluymuş gibi müthiş bir manzara içinde
gösterdiler. Denilmiş ki, bunun sırrı civa idi. Ağaçtan ve deriden
yapılmış bir
takım iplerin ve sopaların içlerine özel olarak doldurulmuş civa, yerin
ve
güneşin ısısıyla ısındıkça bunlar oynayıp kıvrılarak hareket ediyorlar
ve
ortada korkunç birçok yılan dolaşıyormuş manzarası arz eyliyorlardı.
117-
Biz de Musa'ya
"asanı bırakıver" diye vahyettik. Burada vahyin ilham mânâsına olduğu
hakkında Vâhidî'nin, İbnü Abbas'dan bir rivayeti vardır. Fakat gerçek
mânâda
vahiy olması daha açıktır. Bırakır bırakmaz, bir de ne görsünler, asa,
onların
uydurmalarını derleyip toplayıp yutuyor.
118-Böylece
hakikat olduğu
gibi ortaya çıktı, sabit oldu ve onların bütün yaptıkları batıl olup
gitti.
Gitti de
119-120-
Firavun ve adamları
mağlup oldular ve küçük düştüler, kendilerini küçük düşüren bir
yenilgiye
uğradılar. Çünkü sihirbazlar, o ümit bağladıkları usta sihirciler
yıkılıp
secdelere kapandılar ve gerçeğin etkisiyle imana geldiler, kendilerini
tutamayıp yüzü koyun yere kapandılar.
121-122-
"Âlemlerin
Rabbine, Musa ile Harun'un Rabbine, (yani Musa ile Harun'un davet
ettikleri
Rabbe,) iman ettik." dediler. Zira bu olayın, sihir sınırının üstünde
ve
ondan bambaşka ilâhî bir iş olduğunu iyice anladılar ve Hz. Musa'nın
Allah
tarafından gönderilmiş bir hak peygamber olduğuna hemen karar verip ona
iman
getirdiler. Rivayet olunduğuna göre; sihirbazların iman etmesiyle
İsrailoğulları'nın da pek çoğu iman ettiler.
Âlimler
demişlerdir ki, bu
âyet ilmin fazileti hakkında en büyük delillerdendir. Çünkü diğerleri
bilgisizliklerinden dolayı "Bu bir sihirdir." denilince şüpheye
düştüler, halbuki bu sihirbazlar sihrin sınırını ve ne demek olduğunu
bilmeleri
ve konuya vakıf bulunmaları sayesinde Hz. Musa'nın asâsı ile meydana
gelen
olayın sihirden bambaşka birşey olduğunu, bunun göz boyacılığı ve insan
gücüyle
olabilecek bir şey olmadığını hemen anlayıp, bunun ilâhî bir mucize
olması
lazım geldiğini anında farkettiler. Eğer bu hususta bilgileri ve
maharetleri
olmasaydı ve sihrin özüne hakkiyle vakıf olmasalardı, o zaman kendi
kendilerine
"Belki bu bizden daha iyi biliyormuş, onun için bizim bilmediğimiz ve
yapamayacağımız bir sihir yapmıştır." diyebilirlerdi. Fakat böyle
demediler ve bu hususta hiç şüphe ve tereddüde düşmediler ve
kendilerini
tutamayarak derhal küfürden imana geçtiler. Şu halde sihir ilminde bile
ihtisas
bu kadar faydalı sonuçlar verirse, Hakk'ın birliği itikadında ve tevhid
inancında ihtisas, insanlığın gelişmesine ne kadar yüksek faydalar
sağlar bir
düşünmeli.
123-
Bu şekilde küçük düşen
Firavun, davet ettiği ve pek mühim menfaatler vaad eylediği
sihirbazların bu
kadar kalabalık halk önünde Hz. Musa'nın peygamberliğini tasdik
edivermelerini
görünce, bunun kamuoyunda Hz. Musa lehine çok güçlü bir delil kabul
edileceğinden korktuğu için buna bir çare düşünmek ve bir şeytanlık
yapmak
istedi ve derhal halkın zihnine bazı şüpheler sokarak fikirlerini
bulandırmak
için sihirbazları azarlayıp tehdit etti. Dedi ki "ben size izin
vermeden
önce ona iman ettiniz öyle mi?" Vicdanlara baskı yapmak isteyen ve
fakat
kalblerin iman ve kanaatinin kendi hakimiyetinin sınırı dışında
kaldığını gören
Firavun hâlâ hakkı kabul edip ona teslim olmuyor, sihir meselesini
çözmek için
yetki ve ihtısaslarını beğenip takdir ederek topladığı ve böylece bir
bilirkişi
heyeti gibi başvurduğu sihirbazların kanaatleri kendisi için ölçü
olması
gerekirken, bu konuda kendisinin onlara uyması gerekeceğini hesaba
katmıyor ve
aslında onların iman etmelerine değil de bu işi kendisinden izin
almadan
yapmalarına karşı çıkıyormuş ve hakka iman etmek onun iznine bağlıymış
gibi
göstererek, iman için kendisinden izin alınmamış olmasını töhmet ve suç
sebebi
sayıyor. Ve böylece bütün meseleyi hükümdarlık şeref ve haysiyetinin
ihlâl
edilmesi ve şahsî gururunun çiğnenmesi noktasına toplayıp demiş oluyor
ki:
"Eğer siz iyi niyetle hareket etmiş olsaydınız, benim tarafımdan davet
edilmiş olmanız bakımından kanaatinizin sonucunu önce bana arzetmiş
olmanız ve
bunun ilanı için benden izin almanız gerekmez miydi? Halbuki siz benim
iznim ve
iradem olmadan birdenbire ona iman ediverdiniz. Şüphesiz ki, bu bir
hiledir,
bir oyundur. Öyle bir hiledir ki, siz bunu şehirde kurdunuz. Yani
müsabaka
meydanına çıkmadan önce Musa ile şehirde bir araya gelip
kararlaştırdınız ki,
asıl halkını Mısır'dan çıkarasınız diye bunu yaptınız."
Görülüyor
ki, Allah'a ve
peygamberine iman edilince haksızlık ve tahakküm yollarının
kapanacağını
anlayan Firavun, bu sözüyle kamuoyunu yanıltmak ve heyecan vermek için
siyasi
bir entrika çeviriyor ve tamamiyle aleyhine sonuçlanan bu yarışmayı
kendi
iddiasını ispat eden bir olaymış gibi göstermeye çalışıyor ve asıl
kendisi
sihirbazlık ve şarlatanlık yapıyor. Böylece Hz. Musa'nın
peygamberliğine olduğu
gibi, onu tasdik eden sihirbazların imanı ve davranışları hakkında da
yok yere
şüpheler uydurup ortaya atıyor ve kamuoyunu bulandırıyor. Her şeyden
önce diyor
ki: "Bunların böyle ansızın iman edivermeleri, gerçekten mucizenin
kuvvetini takdir etmekten doğan samimi bir iman değil, muhakkak önceden
hazırlanmış bir danışıklı dövüştür, bir hiledir. Bunlar çevre
şehirlerden
toplanıp Mısır'a geldiklerinde veya daha önce Musa ile gizlice
buluşmuşlar,
aralarında anlaşıp, uyuşmuşlar. Musa bunlara sihir öğreten büyükleri ve
reisleri imiş. Söz birliği etmişler ve halkı aldatmak için böyle
hareket etmeye
karar vermişler. Yoksa bunlar birbirlerine gerçekten rakip olsalardı,
benim
tarafımdan da bir izin ve irade olmadan böyle birdenbire secdelere
kapanarak
ona iman ediverirler mi idi?
İkinci
bir husus, bunları
böyle davranmaya sevk eden asıl maksatlarına gelince diyor ki: Bunlar
böyle
sihirbazlıkla hükümetin nüfuzunu kırarak memlekette ihtilâl yapacaklar,
İsrailoğulları'nı arkalarına alıp, Mısır'ın yerli halkını, yani Kıptî
ahaliyi
Mısır'dan sürüp çıkaracaklar. Hükümetlerini alaşağı edip, yerlerini
yurtlarını
zaptedecekler. Bütün dertleri budur."
İşte
Firavun, kamuoyunu
"vatan elden gidiyor" endişesine ve telaşına düşürüp Musa ve ona iman
edenler aleyhinde galeyana getirmek için halkın zihnine bu iki şüpheyi
fırlatıp
atmıştır ki, "İşte Allah, kâfirlerin kalblerini böyle mühürler."
(A'raf, 7/101) âyetinin delalet ettiği mânâ gereğince kalbleri
mühürlenmiş olan
ve Firavun tabiatinde bulunan kâfirler de onun mesleğine uyarak, hak
peygamberleri politikacı birer sihirbaz, mucizelerini de birer sihir
gibi
görmek ve göstermek isterler. Bu gün bile Hz. Musa'nın asâ ve "beyaz
el" mucizelerini, Firavun'un sihirbazlarının civa oyunları gibi göz
boyamaktan ibaret bir sihir sanatı veya bir hurafe gibi tanıttırmak
isteyen ve
Hakk'ın âyetlerine "tılsımlı yalan" diyen ne kâfirler ve karanlık bir
odada ellerini koynundaki fosfor tozuna batırıp çıkarmak suretiyle
parıldatarak
Hz. Musa'nın yed-i beyza (beyaz el) mucizesi taslamaya kalkışan ne
sahtekârlar
vardır. Bazıları da bunları tekzip vadisinde değil, te'vil vadisinde
yürüyerek
ilhada sapmışlar ve demişlerdir ki, Kur'ân'ın ve daha önceki din
kitaplarının
verdiği bu bilgiler doğrudur, fakat mânâsı herkesin zahiren anladığı
gibi
değildir. Bunlar kinayeli ve temsilî, diğer bir deyişle remzî bir takım
mânâlar
ifade ederler. Yani Musa'nın asâsı ve beyaz eli ayrı ayrı şeyler değil,
bir
şeydir. Bu şu demektir ki, Hz. Musa'nın Firavun'a karşı ortaya koyduğu
hücceti
(belgesi), pek açık ve çok ezici idi, bu mucize ortaya atılınca
muhaliflerin
sözlerini geçersiz kılmak ve fesatlarını açığa vurmak bakımından
batılcıların
dayanmak istedikleri bütün belgeleri ve delilleri bir anda yalayıp
yutan bir
ejdarha gibi idi ve haddizatında çok açık ve aydınlık olması bakımından
da bir
beyaz el özelliğiyle vasıflandırılmıştır. Nitekim "filanın falan ilimde
yed-i beyzası vardır" denilir ki bir güçlü mevkii, tartışma kabul etmez
bir bilgisi ve yetkisi vardır demek anlamına gelir.
Fakat
böyle bir te'vil esas
itibariyle tabiat fikrine saplanarak mucizeyi inkâr etmek ve ilk
yaratılış
olayını hesaba almamaktan kaynaklanmaktadır. Bunlar "bir asânın yılan
olduğunu gözümüzle görsek yine inanmayız, Firavun gibi, bir sihir deriz
ve
bundan dolayı da bir haber-i sadık ve bir tevatür ile böyle bir şey
işittiğimiz
zaman da onu te'vil eyleriz." demek istiyorlar. Bunların düşüncesine
göre,
güya Kur'ân Hz. Musa'nın hüccet ve belgesinin yalnızca kuvvetinden ve
parlaklığından, kâfirlerin de böylesine güçlü ve parlak bir belgeyi
bile kabul
etmediklerinden bahsetmiş de haddizatında o parlak belgenin neden
ibaret
olduğunu açıkça bildirmemiş ve tasrih etmemiş farz olunuyor. Daha
doğrusu
koskoca bir yılan yutulup yok ediliyor ve yalandır demek isteniliyor.
Bu
bakımdan burada şu suâlin çözüme kavuşturulması lazım gelir: Rivayeti
sabit
olan bir naklî delil karşısında aklın ve dirayetin yeri nedir? Hiç
şüphesiz ki,
nakli anlayacak olan da akıldır. Bundan dolayı akıl ve dirayet göz ardı
edildiği zaman ortada ne akıl kalır, ne de nakil. Lâkin aynı zamanda
unutmamak
gerekir ki, akıl gerçek bilginin yaratıcısı değil, alıcısı ve kabul
edicisidir.
O bilgiyi üretmez, alır. Bunun içindir ki, ilmin konusu soyut düşünce
değil,
olaylar ve onlarla ilgili haberlerdir. Nakle dayanan bilgi de işte o
edinilen
haberler cümlesindendir. Bu da akla bilmediği ve görmediği şeylerin
yeniden
yeniye bir akışıdır. Aklın elde ettiği ve edeceği şeyler de iki
türlüdür.
Birincisi eşi benzeri geçmemiş olan ve benzetmesiz, kıyassız alınan
şeylerdir
ki, aklın ilk elde ettikleri hep böyle bu yolla meydana gelir. Bunların
bir
kısmı bir daha tekerrür etmeksizin münferit olaylar olarak kalır, bir
kısmı da
tekerrür ederek çoğalır gider. Tekerrür ettikçe her biri kendi
benzerleriyle
birleştirilip bir araya getirilerek kıyas ve ölçü teşekkül eyler ve
bunlar
kendi hudutları içinde birer kalıp, birer ölçü birimi fikri
oluştururlar. Bu
suretle ikincisi de eşi ve benzeri geçmiş bulunan şeylerdir ki, bunlara
da
kıyasî ve fennî tabir olunur. Ve bu sayede bilinenlerden bilinmesi
gerekenler
de çıkartılır. Genellikle akıl denilince bu şekilde kıyas-ı fikrî
prensibi
anlaşıldığından akılla ilgili şeyler yalnızca bunlardan ibaret sanılır.
Halbuki
bunun kaynağı olan birinci kısım atılıverdiği takdirde akıl, kıyas ve
fen de
kökünden yok edilmiş olur. Bundan dolayı gözlem, haber alma ve nakil
esaslarını
alıp kabul etmek için bütün dirayetini yalnızca kendi kıyas anlayışı
ile
sınırlamaya kalkışacak olursa, o zaman İblis'in düştüğü hataya düşmüş
ve kendi
bilgi sermayesini kendi eliyle yakıp yıkmış olur. Bu durumda fevkalâde
özellikler taşıyan yeni bilgilerden üstün malumattan mahrum kalmış
olacağından
eşini, benzerini görmemiş olduğu tarihi bilgilerden herhangi biri
karşısında,
kendi aklı çelişkiye düşmedikçe onları tamamen kendi anlayışına göre
irca
ederek te'vil edecek derecede inkâr vadisine sapmamalıdır. Aklın mutlak
olarak
inkâra ancak bir noktada hakkı vardır ki, o da özünde çelişki bulunan,
yani bir
şeyin aynı anda hem var hem yok olmasını gerektiren şeydir. Allah'ın
eşi ve
benzeri bulunması mümtenî olduğundan, özünde çelişki olan her şey de
mümtenîdir. Özünde çelişki bulunmayan her şey de imkân ve mantık
açısından
mümkün ve caizdir. Onun benzeri olan olayların azlığı ve çokluğu, sık
sık
tekerrür eden veya ender görülebilen cinsten olup olmaması tamamen ayrı
bir
konudur. Bazı şeyler pekala mümkün olduğu halde hiçbir zaman vukua
gelmez.
Mesela kanatlı bir insan mümkündür, fakat vukuu hiç duyulmamıştır. Bazı
şeyler
mümkün olduğu halde nadiren meydana gelir. Bir sayı ve grup oluşturmaz.
Diğer
birçok şeyler de mümkün ve sürekli olur. İlmin başarılı olduğu alan da
bunların
alanıdır. Lakin böyle mükerrer ve mutad olan olayların bulunması, mutad
olmayan
nadir olayların inkârını gerektirmez, inkâra hak kazandırmaz. Şu halde
akıl,
gerçekten olmuş bir haber karşısında kaldığı zaman dirayet açısından
önce o
haberin sıhhat ve değerini tespit ettikten sonra şunu dikkate almak
zorundadır:
Nakledilen haber basit ve âdetlere uygun açıdan mı bahis konusu
ediliyor, yoksa
âdetlerin ve alışılmışın aksine bir açıdan mı bahis konusu ediliyor?
Eğer
alelâde olmak üzere naklediliyorsa bunda aklın dirayet açısından
görevi, onun
mümkün olup olmadığını araştırmak ve kendi açısından geçerli olan genel
ölçüye
vurmaktır. Genellikle ilmin ve fennin işi budur. Ve eğer nakil onu
harikulâde
olmak üzere kayd ve ilân ediyorsa o zaman dirayetin görevi, onu başka
olaylara
irca ve tatbik etmek değil, o şeyi kendisiyle mukayese ederek, onun
imkân-ı
zatîsini düşünmek ve kendi özünde bir çelişkiyi içerip içermediğini
aramaktır.
Çelişki bulunmadığı takdirde inkâr veya te'vile gitmeden, onu nadir ve
garip
bir olay olmak üzere kaydeylemektir. Özellikle nakle dayanan ilimlerin
bir
vazifesi de bu gibi nâdir ve özel olayları yitirmeden gelecek nesillere
haber
vermektir. İşte ilâhî kitaplar bizi bunların en sabit ve kesin
olanlarından
haberdar ederek fikirlerimizi boğan tabiat çemberinden kurtarır. İlim
ve fen zihniyetinde
(logique des csiences) şu prensip geçerlidir: Müsbet ilim, münferit ve
nâdir
olan vakaları ret ve inkar etmez, fakat onun asıl amacı, genelleme
yapmak
olduğundan genelde tekrar eden normal vakaları izler ve onların
müşterek
özelliklerini tanımaya çalışır ve müşterek karakterlerini bulup
kaydeder,
ilh... Bunun için mesela, tabiat kanunlarının dışında münferit ve nâdir
vakalar
olmaz veya olamaz demek, her şeyden önce ilim zihniyetine ters
düşmektir, ilme
iftiradır. Bir kısım yazarların edebiyat adına uydurdukları romanları,
hikâyeleri, hayal ve yalanları tarih kılığına sokarak halkın tarih
fikrini
bozmak ve karıştırmak istedikleri, sırf bu maksatla masal ve sihir
kitapları
yazdıkları bilinmektedir. Bazılarının da rivayetin sıhhatini dikkate
almaksızın
her işittiği garip ve acaip şeyi tarih namına kayd ve nakletmeleri
ilmin nakil
açısından güvenilirliğini ihlal eder, bozarsa, zamanımızda olduğu gibi,
bazılarının da tarih açısından sağlam ve sıhhatli haberlerle gelen
garip ve
harika olayları, şimdiki zamanda ve müsbet ilimde benzerine
rastlanmıyor diye
toptan ret ve inkâr etmeleri aynı şekilde sapıklık ve halk efkârını
tarih
feyzinden mahrum eylemektir.
Fahruddin
Razî der ki: Âdet
ve alışkanlıkların yolundan çevrilmesini caiz görmek zor ve müşküldür.
Akıl
sahipleri bu konuda ıstırap içindedirler. Ve bu konuda ilim ehli için
üç görüş
meydana gelmiştir:
Birincisi,
genel olarak caiz
görmektir. Mesela gerek insanın, gerek her hangi bir hayvan veya
bitkinin,
bunlardan herhangi birinin, ne madde, ne müddet, ne asıl, ne tohum, ne
terbiye
bulunmaksızın bir anda meydana gelmesini caiz görürler. Yine mesela tek
bir
cevherin, bünye ve mizaç, rütubet ve terkip hasıl olmaksızın âlim,
kâdir, âkıl,
kahir ve diri olabilmesini caiz görürler. Mesela gözü olan bir kimsenin
güpe
gündüz tepesinde duran güneşi görmemesini, bununla beraber Endülüs gibi
uzak
batıda yaşayan bir körün gece karanlığında uzak doğudaki ağlayan bir
çocuğu
görebilmesini mümkün sayarlar ki, bizim ve ashabımızın, yani Ehl-i
Sünnet'in
kanaati budur.
İkincisi,
genel olarak
imkânsız saymaktır, mümtenî kabul etmektir ki, bu da tabiatçı
filozofların
görüşüdür.
Üçüncüsü
de bir kısmını caiz
görüp, bir kısmını imkânsız kabul eylemektir ki, bu da Mu'tezile'nin
görüşüdür.
Bu arada en çok münakaşa konusu olan ikinci görüştür. Tabiatçı
filozoflar,
olağanüstülüklerin meydana gelebileceğine ihtimal vermezler ve imkânını
inkâr
ederler. Derler ki; asânın yılana dönüşmesini caiz görmek müsbet
ilimden
gereklilik prensibinin ortadan kalkmasına sebep olur. Çünkü küçük bir
asâdan
kocaman bir yılanın doğduğunu kabul ettiğimiz zaman bir saman çöpünden
veya bir
arpa tanesinden bir delikanlı insanın doğabileceğini de kabul etmiş
oluruz. Bu
kabul olunduğu takdirde ise şimdi gözlerimizle gördüğümüz şu insanın da
anasız
babasız olarak şu anda birdenbire meydana geliverdiğini de caiz görmüş
oluruz.
O halde şimdi gördüğümüz Zeyd'in dün gördüğümüz Zeyd olmayıp şimdi bir
anda
hasıl oluvermiş diğer bir şahıs olmasına ihtimal vermiş oluruz. İnsan
aklına bu
gibi ihtimallerin kapısını açanların ise gerçek akıl sahiplerinin
gözünde
delilik veya bunaklık ile mahkûm edilecekleri bilinen bir husustur.
Böylece
bunların olabileceğini caiz görseydik, dağların altuna, deniz sularının
kana,
çöplükteki toprağın una, evdeki unun tuza dönüşmesini de caiz görürdük.
Böyle
bir kabul ise zarurî olan ilimleri iptal eder ve geçersiz kılar, insan
aklının
safsataya dalmasını gerektirir ki, bu kesinlikle bâtıldır ve
imâansızdır. Şu
halde bu sonuca çıkan o caiz görmeler ve kabul etmeler de batıldır. Ve
bütün
bunların var olmaları ancak şu gördüğümüz şekilde ve belli kurallara
bağlı
olarak mümkün olur. Bu yolun ve bu kuralın aksine bir oluş mümkün
değildir.
İşte tabiatçı filozoflar bu düşünce ve bu istidlâl ile derler ki, biz
bu yolla
daha işin başlangıcında lazımgelen bilgisizliği ve olumsuzlukları
kendimizden
def ederiz. Yani eşyanın alışılmış olan yollardan var olacağını
değişmez
tanımakla ve olağanüstülükleri imkânsız saymak suretiyle kendilerini
şüphecilikten kurtardıklarını ve kesin bilgiye sahip olduklarını
sanırlar.
Halbuki bu düşünce ile kaçınmak istedikleri o ihtimaller, gerçekte öyle
lazım
gelmektedir ki, savuşturulması mümkün değildir. Şöyle ki:
Şu
kâinatımızda sürekli
olarak meydana gelen olaylar, ya müessir (etken) siz olarak meydana
geliyor
veya bir müessir (etken) ile meydana geliyor. Bunda üçüncü bir ihtimal
yoktur.
Her iki hâlde de zikr olunan ihtimallerin gerekliliği meydandadır. Zira
etkensiz denildiği surette bu kabul aklın sebeplilik prensibine açıkça
aykırı
olmakla susmaya mecbur edilmesi de kesinlikle gereklidir.
Çünkü
varlıkların etkensiz
ve yaratıcısız kendi kendine tesadüfen meydana gelivermesi caiz
görülünce, bir
insanın kendi kendine anasız, babasız olarak meydana gelemiyeceği,
dağların
altına, denizlerin kana, toprakların una, unun tuza dönüşüvermiyeceği
nasıl
sağlanabilir? Çünkü bazı şeylerin kendi kendine ve her hangi bir etken
olmaksızın, tesadüfen hasıl olduğunu caiz görmek, başkalarının da etken
olmaksızın meydana gelmesini caiz görmekten farklı değildir. Şu hâlde
bu
takdirde kendi fikirleriyle ve kabul ettikleri ilkelerle susmaya mecbur
edilmeleri kesindir.
İkinci
takdirde, yani
varlıkların bir etkenden dolayı meydana gelmiş olduğu fikrine gelince
ki,
tabiatçı filozofların çoğunun görüşü de budur: Bunda da iki ihtimal
vardır: O
etken ya zorunlu etkendir veya isteğe bağlı etken ve faildir. Zorlama
ile etken
olduğu takdirde bu zorlama ya hiçbir tercih ediciyle ilişkili
olmaksızın
etkenin bizzat zorlaması olacaktır veya bir tercih edicinin seçimine
bağlı
olarak yapılmış bir zorlama olacaktır. Fakat bizzat zorlayıcı olsa idi,
yani
vacibü'l-vücûd (varlığı kendinden) bizzat bir tabiat olarak etken olsa,
bütün
şu kâinattaki varlıkların kadîm olması ve âlemde hiçbir değişikliğin
bulunmaması gerekirdi. Çünkü kadîm ve daimi olan sebebin zorlamasının
doğrudan
bir değişken "hâdis"e (sonradan olana) sebep olması çelişkidir. Şu
halde söz konusu failin tercihsiz bizzat zorlayıcı olması ihtimali
ortadan
kalkar. O halde bizzat varlıklar arasındaki muhtelif durumlara göre,
bir tercih
edicinin bizzat icabına bağlı olması ihtimali kalır ki, buna icabiye
(determinizm) tabir olunur. Bu takdirde ise şöyle bir sonuca hükmetmek
lazım
gelir:
Bu
kâinatın olayları,
varlıklar arasındaki durumların ve orantıların, özellikle gök
cisimlerinin
değişen durumlarına bağlı olarak değişmektedir. Ve herhangi bir vakitte
meydana
gelen belli bir olayın o vakte mahsus kılınarak adlandırılması da bunun
içindir. Yani, daha önce meydana gelmiş olan olayların etkileri
sonucunda
ortaya çıkmış olan zarurî bir durumdur. Şu halde göklerde ve cisimlerde
garip
bir şekil ve çok özel bir durum ortaya çıkıp da yepyeni bir
değişikliğe, mesela
denizlerin yağ oluvermesine veya bir anda bir hayvan veya bir insan
zuhur
edivermesine sebep olmayacağı, böyle bir şeyi gerektirmiyeceği ne ile
temin
olunabilir? O halde zikr olunan gerektirici şart ve sebeplerin hepsi
bir anda
yeniden geri gelebilir.
Nihayet
etkenin dilediğini
yapar olduğu ve eserini kendi iradesiyle tercih ettiği takdire gelelim
- ki
doğrusu budur hiç şüphesiz bu takdirde de söz konusu ihtimaller yine
tamamen
mevcuttur. Kudretine sınır düşünülemeyen ve istediğini yapan, ne
dilerse onu
yaratabilir. Ve bundan dolayı tabiatçı filozofların kaçınmak
istedikleri
ihtimaller her durumda karşımıza çıkmaktadır. Yani, olağanüstülüğü caiz
görmekten doğan ihtimaller, ilim anlayışımızda bizi sofistliğe ve
şüpheciliğe
götürecekse o gibi ihtimallerin hiç bir durumda ortadan kaldırılmasına
imkân
yoktur. Olağanüstünün imkânsızlığını ispat edebilecek hiçbir delil de
mevcut
değildir ve bizim varlıklara ait bilgimiz nisbî ve izafî özellikte
alelâde bir
bilgi olmaktan ileri gidemez. Mutlak ve tam ilim Allah'a mahsustur.
Sofistlik
ve şüphecilik bâtıl, fakat varlıklar hakkında tam bilgi iddiası da
bâtıldır.
Zamanımız
felsefelerinde bu
mesele şu şekilde ele alınmaktadır: Tabiat ilimlerindeki bilgimizin,
kesinlik
açısından değeri nedir? Tabiat ilimlerinin konusunu meydana getiren
genel
kurumlar şaşmaz ve değişmez kânunlar mıdır, değil midir? Bunları şaşmaz
ve
değişmez zarurî ilkeler olarak kabul edenler varsa da bunlar bu konunun
esas
otoriteleri değiller. Böyle bir fikir tabiat ilimlerindeki gelişmeyi
inkâr
etmek ve bir takım yeni keşifler ile bu gibi temel kurallarda da
tadilat ve
değişiklik meydana gelebileceğine ihtimal vermemektir. Bunun için
bunlara
karşılık septik yani şüpheci ve ihtimalci bulunan niceleri vardır. Bu
ikisi
arasında en güzel çözüm, Alman filozofu Kant'ın getirdiği çözümdür.
Kant
demiştir ki, tabiat ilimleri gözlem ve deneyden alınmış, elde edilmiş
olduğu
için onun prensipleri zarurî değil, asertoriktir. Mantıkta "mutlaka-i
amme" adı verilen bu teoriler, bilfiil vâki olanı bildirirler. Yani
bunlar
deneyden elde edilmiştir ve deneyde böyle meydana geldiği için
böyledirler.
Yoksa böyle olmaları gerekli ve zorunlu olduğu için böyle değiller. Şu
halde bunların
daima ve zorunlu olarak böyle olması gerektiğine ve aksinin mümkün
olamayacağına hükm olunamaz. Yarınki bir deneyin bizi başka türlü bir
sonuca
götürmesi ve bugün görmediğimiz şeylerin meydana çıktığını
gösterebilmesi
olasıdır. Kant'ın bu çözümü, tabiat ilimlerinde kesinlik ve zorunluluk
bulunduğunu iddia edenlerle şüphecilik arasında orta yollu bir çözüm
olduğundan, İslâm kelâmcılarının da konuya yaklaşımlarına uygun
düşmektedir.
"Mevakıf"
ve
"şerhi"nde der ki; "Olağan dışı olayların ve mucizelerin meydana
gelişi, göklerin ve yerin ve ikisi arasındaki şeylerin ilk
yaratılışından ve
sonra bunların yıkılıp yok oluşundan daha garip ve daha acaip şeyler
değildir.
Olağandışılığı veya mucizeyi caiz görmek sofistlik, şüphecilik olur
demek bir
demagojidir. Bizim, olağanüstülerden bazılarının vukua gelmeyişine,
mesela dün
gördüğümüz bir dağın bu gün altın oluvermediğine hükmetmemiz, o dağın
haddizatında altın olma imkânına aykırı değildir. Nitekim elle tutulan
belli
bir cismin belli bir durumda bulunduğunu görür, onun varlığına
kesinlikle
hükmederiz. Bununla beraber o cismin orada olmayıp, yerinde başka bir
cismin
bulunduğunu düşünmemize onun durumu engel teşkil etmez. Gerçekten de o
cismin
hem orada olduğu kesin bilgimiz içindedir, hem de orada bulunmaması,
aslında
mümkün olduğu yine kesin bilgimiz içindedir. Ne kesin olay, aksinin
imkânını
ortadan kaldırır, ne de aksinin imkânı bizim gözlemimizi ve olayı ihlâl
edecek
bir şüpheyi gerektirir. İşte böyle âdet denilen tecrübe ve olağan
şeyler dahi,
duyular gibi bilgi sebeplerinden biridir. Şu halde duyularımızda olduğu
gibi,
âdet bakımından da biz, bir şeyin varlığına kesin gözüyle bakarız.
Bununla
beraber o şeyin aksi dahi her zaman için mümkün olur. Mesela, âdete
göre biz
kesinlikle biliriz ki, yılan yılandan olur ve belli bir süre içinde
olur. Fakat
bu bizim kesin bilgimiz, yer yüzünde ilk yaratılış olayında olduğu
gibi,
yılanın diğer bir şeyden meydana gelmesine, veya birdenbire
yaratılıvermesi
imkânına aykırı olmaz. Biz, birincisini vaki, ikincisini mümkün
biliriz.
Bundan
başka şu da
unutulmamak lazımgelir ki, âlemde mucize dahi her zaman olagelmiş olan
bir âdet
hükmündedir. Her asırda her zaman harikulâde yaratılışlar ve olaylar
bulunagelmiştir. Akıl ve insafı olanlar için bunları inkâr etmeye imkan
yoktur.
İlh...
Gerçekten
de kâinattaki
olaylar birbirine zıt iki cins oluşların dengesine bağlı olarak
mülâhaza
olunmaktadır. Bunlardan birisi olumluların uyumu, diğeri de
olumsuzların
uyumudur ki, her hangi bir şeyi bilmek bu iki uyumdan onun hissesine
düşeni tayin
eylemek, yani olumlu ve uygun özellikleri benzerlerine eklemek, olumsuz
ve
aykırı özellikleri de diğerlerinden ayırdetmektir. Eğer âlemde tabiat
dediğimiz, yalnız bir tek genel uyum olsa idi biz ne bir olay görebilir
ne de
varlıkları birbirlerinden ayırdedebilirdik. Halbuki her tanıma ve
ayırdetme,
âdet dediğimiz olağan oluşların bazı özelliklerinin ondan kopup
değişmesi ve
bir anlamda onda kısmî bir olağanüstülüğün oluşması sonucunda meydana
gelmektedir. Ve cinslerden türlere, türlerden fertlere kadar her şey,
fasıl,
mümeyyiz, müşahhas adını verdiğimiz bu olağanüstülük ve değişiklik
sebebiyle
ayırdedilebilmektedir. Bu olağanüstülük ve aykırılıklar sayesindedir
ki, biz
iki zıttan ikisinin de mümkün olduğunu bildiğimiz gibi, vâkı olunca da
onları
birbirinden ayırırız. Ve böylece kâinatta bir tek değil çok sayıda
değişik
âdetlerin ve tabiatlerin bulunduğunu biliriz. Birinin mümkün olduğunu
bilmemiz,
diğerinin vâkı olduğunu bilmemizi engellemez ve değişik âdetlere
ilişkin
değişik kıyaslarımız ve ölçü birimlerimiz vardır. Gerçi tabiatın uyumu
ve âdet
deyimleri, yaratılıştan beri sürüp gelen uyumlar için kullanılır ve
bundan
dolayı bu uyumun zıddı olan ayrıcalıklı olaylar da olağan dışı ve
harikulâde
vs. gibi adlarla bunlardan ayırdedilir. Lâkin uyumlar, genelden özele
doğru
çeşitli bölümlere ayrıldığı gibi, birbirine benzemeyen çeşitli
ayrıcalıklı
olaylar da değişik olmak bakımından kendi aralarında yine bir uyumu,
bir
ayrıcalık düzenini meydana getirirler. Bunlar da öbürlerinden bu
özellikleri
ile ayırdedilirler. Ve bundan dolayı fasıl, mümeyyiz, müşahhas,
müstesna,
nâdir, garîb, hârikulâde... gibi genel kavramlarla ifade olunabilirler.
İşte
peygamberlerin mucize denilen alâmet-i fârikaları da bu şekilde onları
başkalarından ayırdettiren ve davalarını tasdik ettirmeyi amaçlayan
ayırıcı
özelliklerindendir ki, bunlar da âlemde tehâlüf (birbirine benzemeyiş)
ve
tamâyüz (üstün olma) özelliğine sahip ayrıcalıklı bir ilâhî âdet ve
gelenektir.
İnsan, varlıkların sınıflandırılmasında canlılar sınıfını teşkil eden
olumlu uyumlar
içinde bir tür iken ayrıcalıklı olduğu aykırılık olayları açısından
bakıldığında canlılar sınıfının nasıl bir harikasını meydana getiriyor
ise,
peygamberlik olayları da insan türü denilen olumlu uyumlar içinde böyle
bir
harika teşkil etmiştir ki, bunların meydana gelişleri olağanlık fikri
ve kıyas
yolu ile anlaşılamaz. Ancak bizzat gözlem ve haber ile bilinebilir.
Nitekim
varlıkların sayımını ve istatistik dökümünü yapmadan soyut akılla ve
kıyasla
varlıkların sınıflandırmasını yapmaya kalkışmak bir cehalettir. Telgraf
ve
telefon keşfedilmeden evvel batıdaki bir adamın doğudaki biriyle bir
iki saniye
içinde haberleşebileceğini soyut akıl ve kıyas ile tayin etmek mümkün
olmazdı.
Fakat âdet olmayan böyle bir şeyin imkânına akıl ve fennin cevaz
vermiyeceğini
iddia etmek de akıl ve fen adına bir iftira olurdu. Çünkü bunun
olabileceğini
varsaymak ve mümkün görmek hiçbir çelişkiyi gerektirmez. Bütün bilgiyi
yalnızca
aklî kıyasa mahsus kılmak ve aklın kabiliyet ve görevlerini unutup,
aklî kıyas
ile şimdiki zamandan ileriye doğru kesin hükümler çıkarmaya çalışmak
nasıl bir
haksızlık ise aynı şekilde şimdiki zamandan geçmiş zamana doğru kesin
hükümler
çıkarmak ondan daha büyük bir haksızlıktır. Ve işte zamanımızda
bulunanların
"Biz her bakımdan eski insanlardan daha gelişmiş ve daha yükseğiz, şu
halde bizim ilim ve irademizin yapamadığı bir şeyi onların yapmasına
imkân
olmadığı öncelikle sabittir." gibi bir kişisel kıyasla hüküm çıkarmaya
ve
"semavî kitapların âyetleri ve ümmetlerin tevatürleri" ile
nakledilegelen eşsiz ve benzersiz olayları inkâr ve te'vile sapmaları,
ilme ve
beşeriyetin gelişmesine zarar veren bir zorbalıktan başka bir şey
değildir. ve
bunu yapanlar genellikle şu iki sınıfın içinde bulunurlar: Birisi
haddizatında
bir harika olan ilim ve irade olayına, âdet ve tabiat denilen şeyin
mutlak
hakim olmadığını gösteren çeşitli türlere ayrışmasına karşı kör bir
tabiatçılık
taassubunda ısrar eden donuk kafalı kendini beğenmişlerdir ki,
farklılıkları
sayılamıyacak kadar çok olan bütün âlemin en büyük olağan uyumunun, bir
hudüs
ve değişkenlik prensibine dönüştüğünü ve birer prensip olarak ele
alınan
çeşitli ve değişik oluşlardan her birinin daha önce benzeri görülmemiş
bir
sonradan oluş veya bir değişme harikasıyla başlayageldiğini ve bütün
tekamül
aşamalarının da hep böyle bir özel harika oluşla meydana geldiğini
düşünmezler.
Her gün, her lahza câmit denilen katı varlıkların hayata dönüşüp
durduğunu
görürler de gördükleri bu değişikliği şart ve mutlak sanırlar. Bu
anlayıştaki
bir tabiat davasının bâtıl olduğunu gösteren şey, aslında yine tabiat
olaylarının cereyan şeklidir. Tabiat davasının geçersizliğini ortaya
koyan asıl
değişme ve atılımları mümkün ve olağan tanırlar ve her değişikliğe o
değişkenin
tabiatı üzerine dışardan etki eden bir etkenin gerektiği konusunda da
tereddüt
etmezler de sonra o değişikliğin hızında ve süresinde bazı derece
farklarını
mutlak olarak imkânsız gibi görürler ve bunun imkânsız olduğunu iddia
ederler.
Düşünmezler ki, bir asânın süre aşımı ile çürüyüp kömür olarak uzviyet
değiştirmesi
olağan olduğu ve bu olayda hiçbir çelişki bulunmadığı gibi aynı
hadisenin
birdenbire ve daha büyük ölçüde olabileceğini tasavvur etmekte ve böyle
bir
olayı gözlem veya haber vermekte tabiatteki atılım açısından hiçbir
çelişki
yoktur. Buna göre öbürünü kabul ve itiraf edenlerin berikine mümkün
gözüyle
bakmaması akıldan değil, akılsızlıktan ve asıl hayatın sırrına
erememekten ve
ilk yaratılış olayındaki kudreti hesaba katamamaktan doğan bir
cehalettir.
Bunlar düşünmezler ki, toprak ve topraktan canlı üretmek tekniklerini
bilmeyenlerin "böyle şey olmaz" demeleri, bu normal oluşlar
karşısında bir taassuptur. Şüphe yok ki, insanın bütün ümit ve
beklentisini
mucizelere bağlayıp da yaratılıştaki normal akışı ihmal etmesi ve uzun
bir
tarihin sonucu olan bilimsel gözlem ve deneylerin ortaya koyduğu
sonuçları hiçe
sayarak, çalışıp elde etmenin, üretmenin, bilgi ve iradenin, eğitimin
ve şahsî
teşebbüsün feyzini, icaplarını hesaba katmadan, yaratılışta mevcut olan
bu
defineleri işletip yararlanmaya çalışmayıp da sırf gökten inecek bir
sofra
bekleyip durması, hasılı Allah Teâlâ'ya yalnızca harika ve mucize
açısından
tevekkül edip bel bağlayıp da normal âdet ve mantık açısından tevekkül
etmemesi
doğru yoldan ayrılmaktır. Bunun için Kur'ân, dikkatleri, harikalardan
ziyade
normalde cereyan eden sünnet ve âdetlere, kanun ve kurallara, şeriate
ve
ilkelere doğru çekmiştir. Sünnet-i seniyye de bid'atçılığı yermiştir.
Fakat
aynı zamanda âdetler ve sünnetler karşısında harikaların, genel ve
olağan
gidişatın kuralları dışında kalan bir takım garip ve nâdir olayların
mümkün
bulunduğunu, hatıra ve hayale gelmez açılardan umulmaz hadiseler,
ümitler,
korkular doğabileceğini bilmemek yani, Allah Teâlâ'nın olağan gidiş
dışında
birşey yaratmayacağını zannetmek de Yüce Yaratıcı'nın sonsuz kudretini
donuk ve
katı bir tabiat mantığıyla sınırlamaya kalkışmaktır ki, sebeplere ve
olaylara
öncülük eden ilk yaratışı unutma sonucu akıl ile mantığın durduğu
sınırda
imansızlıkla toptan bir karamsarlık içinde boğulup kalmaktır. Bunun
için
yukarıda "Rabb'ınız o Allah'tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı,
sonra emri Arş üzerine hükümran oldu. O, geceyi, durmadan onu kovalayan
gündüze
bürüyüp örter. Güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş
vaziyette
(yaratan O'dur). İyi bilin ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin
Rabb'i Allah
ne uludur!" (A'raf, 7/54) âyetinde ilk yaratış ile istivâ meselesine,
ilâhî yaratış ile işlerin yönetilişinin başlangıcına ve bunların
cereyan
şekline dikkat çekilerek, varlıkların gerek yaratılışında, gerek
akışında yönetici
gücün, eşyanın kendi tabiatı olmayıp hepsinin üstünde, Arş üzerine
mutlak
hükümran olan Allah Teâlâ olduğu ihtar olunduktan sonradır ki, bir
taraftan
harikaları, diğer taraftan sürüp giden olağan düzeni bunun izleyeceği
tekamül
seyrini içine alan peygamberler kıssalarına girilmiş ve ancak ilk
yaratış
misali ile tasavvur ve tasdik edilmesi gereken peygamberler mucizeleri
de bu
açıdan zikredilmiş ve bunları inkâr edenler hakkında "Allah kâfirlerin
kalbini işte böyle mühürler" (A'raf, 7/101) buyurulmuş ve bununla
tabiatı
putlaştırmanın bir kalb mühürlenmesinden, diğer bir deyişle kalbin,
daha önce
edindiği intibaların dışına çıkamıyacak ve artık yeni bir hakikat
duyamıyacak,
bilgide ve imanda hiç bir gelişme gösteremiyecek şekilde kendi manevî
hayatına
ve duyarlılığına son verilip, donmasından ileri geldiğine özel şekilde
işaret
edilmiştir.
Öneminden
dolayı biraz
uzatır gibi olduğumuz bu meseleyi, yani mucizenin mümkün olduğu
meselesini
çağımızın ilim ve fen zihniyetine göre özet olarak şöyle çözebiliriz:
Tabiat
kanunları denilen ve
varlıkların tabiatleri üzerinde hakim görünen genel kurallar, önce
gözlem,
sonra deney, daha sonra da sonuç olarak tespit edilip ortaya konulan ve
genelleştirilen tek düze ve uyumlu oluşlardır. Bunlar içinde en
önemlisi de sebepliliktir.
Bir olayın sebebi tecrübe ile ve aynı sebep ve şartlar altında tekrar
tekrar
denenerek aynı sonuca ulaşılabildiği takdirde bu deneysel bulgu zihnen
bütün
benzerlerine genelleştirilerek bir genel teori ortaya konur. Bu
genelleştirmeye
"istikra" ve o teoriye de "bir tabiat kanunu" adı verilir.
Lâkin tabiat ilimlerindeki bütün bilgiler henüz böyle sebep-sonuç gibi
teoriler
haline gelebilmiş değildir...
Bu
hale gelebilmiş olan
tabiat ilimleri ancak Fizik ile Kimya'dır. Onların da kendi alanlarına
giren
bütün olayları kapsadığı iddia olunamaz. Hayat ilmi ise henüz bu halden
uzaktır. Fizik ve Kimya'da da birçok olayların çeşitli sebeplerden
birine bağlı
olarak, veya birinin daha ağır basmasıyla meydana geldiği de
bilinmektedir.
Mesela bir fabrikaya, bir su hareket enerjisi verebildiği gibi, bir
buhar, bir
elektrik de verebilir. Bunlardan başka bütün bu sebepler olayları
meydana
getirebildiğinden dolayı sebeplerin sebepleri, sebeplerin sebepler
ilh...
birliğine bağlı olan bütün sebepler ve kuvvetler zinciri hesaba
katılmak ve ona
göre, tali sebepler konusundaki bilgimizin değeri ölçülmek gerekir.
Halbuki
illet ve sebepler konusundaki bütün bilgilerimizi inceden inceye
değerlendirirken şunu itiraf etmemiz gerekir ki, biz bütün olayların
sebeplerini bilmediğimizden bir olayın da bütün sebeplerini bilmiyoruz
demektir. Gerçekte bazı olaylar hakkında bildiğimiz ve tatbik ettiğimiz
sebepler, kuvvetler hem eksik, hem de zahirî ve nisbîdir. Ne küllî
illettir, ne
de mutlak ve hakîkî illettir. Hakikî ve mutlak sebep kökten bir yaratma
ve
icattır, küllî illet de herşeyi yaratan olmak lazımgelir. Şu halde
bizim en iyi
bilgimizi teşkil eden sebeplilik düzeni hakkındaki bilgimiz tam ve
mutlak
değil, cüz'î ve nisbîdir. Ve o halde bilgi alanımıza giren sebepleri,
âdi ve
sınırlı kuvvetleri inkâra hakkımız olmamakla beraber, bunlara birer
genel illet
ve sebep gibi bağlanarak "filan şey asla olmaz" demeye ve mutlak
kudreti âciz sanmaya da hakkımız yoktur. Meğer ki, o şeyin olmasını
farzetmek
onun yokluğunu gerektirecek bir çelişki olsun: Biri pozitif biri
negatif iki
elektrik akımının karşılaşmasında gördüğümüz gibi voltaj, bir anda
sıfıra
iniversin. Ruhu bir yana bırakalım, bir ışığın yanmasıyla sönmesi
arasındaki
hız bile bize ne kadar hızlı bir şekilde yaratma ve yok etmenin mümkün
olduğunu
gösterir. Fakat kalbleri donuk bir tabiat halini almış olanlar, bu
imkânları
görmezler de kafalarının durduğu her noktada mutlak anlamda
karamsarlığa
boğulur kalırlar. Bunlardan başka bir sınıf daha vardır ki, istek ve
çıkarlarına aykırı gibi görünen hak ve hakikatleri kabul etmek
istemezler ve
ona karşı direnip mücadele etmek için her haksızlığı göze almaktan da
çekinmezler. İşte Firavun bunlardandır ve bu gibi hallere Firavunluk
denilir.
Firavun,
Musa mucizesi
hakkında uydurduğu ve ortaya attığı sihir şüphesi üzerine yapılan
tecrübe ve
imtihan neticesinde hak ve hakikatın ortaya çıkmasıyla kendisinin
mağlup olup
küçük düştüğünü ve davet edip öne sürdüğü sihirbazların gerçeğe teslim
olarak
iman ediverdiklerini görünce, hemen bunun bir oyun ve hile olduğunu
ortaya
attı, arkasından şu tehdidi ekledi: Siz yakında anlayacaksınız, yani bu
hilenize karşı bakın size neler yapacağım;
124-
elbette ve elbette
ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazına kestireceğim, sonra da hepinizi
elbette ve
elbette çarmıha gerdireceğim." Gerçekten de sihirbazların imanı, hakiki
iman olmayıp da öyle oyun ve pazarlıklı bir iman olsa idi bu tehdit ve
bu ceza
kendilerine layık olurdu. Böylesine sert bir tehdit de üzerlerinde
etkili olur,
düşünce ve tutumlarından caydırabilirdi. Halbuki Allah'a, Resulüne ve
ahirete
imanı olmayan ve imansızlıktan dolayı hakka karşı savaş açmaya cüret
eden yol
kesiciler hakkında etkili olabilecek olan o gibi ürkütücü tehditler,
kalbleri
Allah sevgisi ile çarpan ve ahirete gerçekten iman ile hak yoluna giden
müminlerin, mücahitlerin kanaatlerini durdurabilmek şöyle dursun,
aksine zulmü
ve haksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik olan çaba ve azimlerini daha
da
arttırmaktan ve imanlarını güçlendirmekten başka bir sonuç vermez.
Zaten imanın
ciddiyeti ve gücü de bu gibi imtihanlarla kendini gösterir ve açığa
çıkar.
Sihirbazlar daha önce sihir konusunda bilgili ve mahir kişiler
olduklarından
dolayı imanlarında böyle bir hile ve oyun şüphesi büsbütün sebepsiz
sayılmazdı.
Böyle bir şüpheyi de ancak böyle bir imtihan silebilirdi. İlâhî hikmet,
Musa'nın mucizesinin bir sihir olmadığını her türlü şüpheden uzak bir
şekilde
ortaya koymak ve açığa çıkarmak istediği için böyle bir rekabet ve
tecrübe
ortamında secdelere kapanarak hakkı tasdik ediveren sihirbazların
imanları
hakkında da her türlü şüphenin giderilmesini, onların imanlarındaki
samimiyet
ve ciddiyetlerini kesinlikle ispat etmiştir. Allah Teâlâ, kendilerini,
hak ve
halk karşısında böyle bir imtihana tabi tuttu ve başarılı kıldı da
Firavun'un
bu tezvir ve tehdidi karşısında tam bir dirençle
125-
şöyle dediler:
"Şüphe yok ki, biz nihayet Rabbimize döneceğiz." Bu cümle şu mânâlara
gelebilmektedir:
1-
Biz nasıl olsa öleceğiz,
sen istesen de öleceğiz, istemesen de öleceğiz. Bu bakımdan başımıza
gelmesi muhakkak
olan ölüm, ölmek bakımından ha senin tarafından olmuş, ha olmamış,
bizce
aynıdır. Sebepler değişik olsa da ölüm bir ve muhakkak. Senin bizi
ölümden
kurtaramayacağın da muhakkak. Bundan dolayı senin bu tehdidin hükümsüz
ve
anlamsızdır.
2-
Sen bizi keser, asarsan,
biz şehid olur ve muhakkak Rabbimizin rahmetine ve sevabına kavuşuruz.
Binaenaleyh bu tehdidinden korkmak şöyle dursun, hak yolunda can
vermeyi cana
minnet sayarız.
3-
Biz ölüp de sen sağ
kalacak değilsin. Hiç şüphe yok ki, gerek biz ve gerek sen hepimiz ölüp
Rabbimizin huzuruna varacağız. Binaenaleyh o aramızda hüküm verecektir.
Haklıyı
haksızı, zalim ile mazlumu ayıracaktır.
126-
Halbuki sen bizden
hiçbir sebeple değil, ancak Rabbimizin âyetleri bize gelince onlara
iman ettik
diye intikam almaya kalkıyorsun. Yani, gerçeği ortaya çıkaran deliller
karşısında, batılı terkedip hakkı ikrar eylemek, kızılacak, cezayı
gerektirecek, tehdit ve korkutma ile vazgeçirilecek bir fenalık, bir
kabahat
değil, tam aksine iftihar olunacak, takdir ve tebrik ile örnek alınacak
en
güzel, en hayırlı bir fazilet olduğu ve vicdanlarımızdan silinip
çıkarılması
mümkün olmayan bir kesinlik ile sabit olan böyle bir imandan ve
idrakten, seni
memnun etmek için vazgeçmek de gücümüzün dışında bulunduğu halde, sen
sırf bu
imanımızdan, bu faziletimizden ve doğruyu söylediğimizden dolayı bize
suçlulara
kızıyor gibi kızıyorsun, intikam almaya kalkıyorsun ki, bu ne büyük
zulümdür!
Sihir ve dalaverede galip geldiğimiz takdirde en yakınlarından kılacak
kadar
ödüller ve armağanlar vaad ederken, bize bütün bunları bıraktırarak ve
sihirdeki meharetimize rağmen her türlü nefsaniyeti unutturup
yenilgimizi
itiraf ettirerek kalbimizi kazanan gerçeği dile getirdiğimiz zaman bizi
asıp
kesmeye kalkıyorsun. Bu ne büyük cehalet, ne büyük vicdansızlık ve ne
büyük
haksızlık!...
İşte
iman eden sihirbazlar,
Firavun'un tehditlerine karşı pek büyük bir ibret ve nasihati içeren ve
imanlarında hiçbir şüpheye yer bırakmayan bu kesin ve açık cevabı
verdiler. Ve
Allah'a yönelip Ey Rabbimiz, bize sabır yağdır, yani su gibi her
tarafımızı
kaplayacak, bizi şirk, isyan, küfür, hile ve sihir günahlarından
yıkayacak,
paklayıp arındıracak büyük ve feyizli bir sabır ver. Ve canımızı
müslüman
olarak al, diye dua ettiler. İmanlarındaki ciddiyeti, kararlarındaki
şiddet ve
kuvveti ölümü bile hafife alarak ispat eylediler. Bunun üzerine
Firavun,
tehdidini icra etti mi, etmedi mi? Bunda ayrı ayrı görüşler
bildirilmiştir.
Abdullah b. Abbas'dan naklen bazıları "Günün başında sihirbaz idiler,
sonunda şehid oldular." diye nakletmişler. Diğer bazıları da, bu
tehdidin
yerine getirildiği açıkça bildirilmediği için bunun icra edilmediğine
kâil
olmuşlardır. Lakin bizce âyetlerin siyakı bunun uygulandığını
andırıyor. Bu
insanlar imanlarında sebat göstererek ölmeyi cana minnet bilmişler ve
hak
yolunda şehid olmuşlardır. Ve bu uygulamanın neticesinin, Firavun'un
aleyhine
çıktığı kesindir. Musa'nın mucizesi bunların şehid olmasına neden engel
olmadı,
diye bir sual da sorulamaz. Zira Musa'nın mucizesi hakkındaki
şüphelerin
giderilmesi bununla mümkün olacaktı. Mucizenin amacı da Musa'nın
peygamberlik
davasındaki doğruluğunu ispat idi. En bilgili, en mahir sihirbazların
bu imanla
bilfiil canlarını feda etmeleri iledir ki, imanlarının ciddiyeti ve
Musa
mucizesinin sihir olmadığı tamamıyla ve kesin olarak ortaya çıkmıştır.
Fakat
bununla beraber Firavun'un oyunları, propagandası, zulmü ve korku
salarak
sindirme siyaseti kendi kavmi üzerinde etkisini sürdürdüğünü, şu halde
gerçekler açısından bakıldığında sihir ve dolambaçlı oyunların geçici
de olsa
bir etkisi bulunduğunu inkâr etmenin doğru olmadığını buradan
anlayabiliriz.
Nitekim:
127-
Firavun'un kavminden o
mele', o meclis üyeleri Musa'yı ve kavmini bırakacak mısın? Yani
sihirbazları
asıp kesip de Musa'yı ve kavmini, yani İsrailoğulları'nı bırakacak
mısın ki,
yeryüzünde fesat çıkarsınlar, ve bırakacak mısın ki, o Musa, seni ve
ilâhlarını
terk etsin" dediler. Böyle diyerek Firavun'u Hz. Musa aleyhine
körüklediler ve harekete geçirmek istediler. Bilindiği gibi, "Marife
olarak zikir ve marife olarak tekrarda ikinci kişi öncekinin aynıdır."
kuralına göre, buradaki kelimesinin yukarıda zikri geçen 'in aynı
olmasıdır. O
halde Musa'nın cezalanmasını isteyenler, daha önce Musa hakkında:
"Muhakkak ki, bu bilgili bir sihirbazdır." diyerek ona sihir isnad
edenlerdir. Ayrıca "onu ve kardeşini beklet, toplayıcıları şehirlere
gönder..." diyerek Firavun'u böyle bir tecrübe ve imtihana girmeye
teşvik
etmiş olan cemiyet erkânıdır. Anlaşılıyor ki, bunlar Firavun'un "bu
oyunu
siz daha önce, şehirde tasarlayıp hazırladınız" dediğini, arkasından da
"hepinizi asacağım!" tehdidini savurduğu ve bununla beraber Musa'ya
hiç ilişmeyip serbest bıraktığını görünce, bir taraftan sihirbazları
davete
sebep olduklarından dolayı suçun kendilerine raci olacağından
korkuyorlar.
Diğer taraftan Musa'nın serbest bırakılmış olmasından endişe ediyorlar.
Bu iki
korku ve endişe arasında Firavun'un mizacına hulul ederek mevkilerini
güçlendirmek ve sağlama almak istiyorlar. Gerçeğin açığa çıkmasına
sebep olan
önceki kararlarının sonucunu gözardı etmek için Firavun'dan fazla
Firavunluk
politikasına girişiyorlar: Firavun'un damarına basarak, onu, Musa ve
İsrailoğulları aleyhine tahrik ve teşvik etmeye başlıyorlar. "Şimdi sen
sihirbazları kesip de işin başı olan Musa'yı ve kavmini memlekette
bozgunculuk
yapsınlar diye mi bırakacaksın? Hem onların çıkaracağı fesat, yalnızca
Mısır
halkı aleyhine olmayacak, daha ziyade senin aleyhine olacak, bu halkın,
senin
hakkındaki düşünce ve inancını bozacaklar, seni ve ilâhlarını terk
edecekler,
milli bütünlüğü ortadan kaldıracaklar. Hiç bunlar bırakılır mı?"
dediler.
Burada
"seni ve
ilâhlarını" denilmesinde Firavun'un taptığı bir takım mabudlar varmış
gibi
anlaşılır. Bundan da eski Mısırlılar'ın tanrı diye taptıkları Bakara,
Güneş
v.s. gibi ilâhlar hatıra gelebilir. Halbuki Firavun kendisinden üstün
bir ilâh
kabul etmiyor, "Ben sizin en büyük Rabbinizim." diyordu. (Nâziât,
19/24). Şu halde "senin ilâhların" sözü senin taptığın, senin ibadet
ettiğin mabudların demek değil, senin hoşlanıp, kabul ettiğin, tapılsın
diye
izin verdiğin mabudlar, anlamında kullanılmış demektir.
Bununla
beraber bu mabudlar
da esas itibariyle Firavun'un arzu ve heveslerine râci olacağından
"seni
ve senden daha üstünü yok diye taptığın kendi heves ve arzularını terk
edecekler"
mânâsına anlaşılması da mümkündür.
Buna
cevap olarak Firavun
dedi ki: "oğullarını taktîl ederiz, kadınlarını da bırakırız, ve hiç
şüpheniz olmasın ki, biz onların üstünde kâhir hükümranlarız." Yani
onlara
daha önce yaptığımız gibi, dilediğimizi yine de yaparız, merak etmeyin.
Güya
Firavun, bu son cümle ile mağlubiyet endişesini ve ezikliğini silmek ve
adamlarına moral vermek istiyor. Fakat ne kadar dikkat çekicidir ki,
Musa
hakkında hiçbir şey söylemiyor. Zira asâdan öyle gözü yılmış, Musa'dan
öyle
korkmuş idi ki, ona saldırmak şöyle dursun, ismini bile söylemekten
çekiniyordu. Musa denildiği zaman, yerden göğe ağzını açmış, kendisini
yutmaya
hazır bir ejderhanın üzerine atıldığı hayali zihninde canlanıyordu.
Lakin bu
korkusunu gizlemeye ve konuyu karıştırıp başka taraflara çekmeye
çalışıyor ve
cevabında güya Musa'nın ismini bile anmaya tenezzül etmiyormuş gibi
görünerek
şu fikri ima etmeye çalışıyordu: Musa'nın şahsen hiçbir önemi yoktur.
Onun
bütün kuvvet kaynağı
kavmi ve kabilesidir, İsrailoğulları'dır. O ne yaparsa bunlarla
yapabilir. Biz
ise onları kahredici gücümüzle, ezici yönetimimizle istediğimiz gibi
ezeriz ve
ezeceğiz. Oğullarını çok çok katletmek, kadınlarını ve kızlarını
alıkoymak
suretiyle sayısal varlıklarını azaltacağız, güç ve kuvvetlerini yok
edeceğiz.
Çoğalıp başkaldırmalarına meydan vermeyeceğiz. Emin olun ki, biz
onların
tepesine binmiş olarak bunu her zaman yapabiliriz. Artık bu şartlar
altında
Musa ne yapabilir ki, onu kâle alıyor, endişeye kapılıyorsunuz. İşte
Firavun'un
ve Firavuncuların siyaseti budur. Buna karşılık:
128-
Musa, kavmine,
Firavun'un taktîl kararını işitip telaşa düştükleri zaman,
İsrailoğulları'na şu
iki emri ve iki müjdeyi tebliğ ederek, onları teskin etmek için dedi
ki:
Allah'a istiâne ediniz, yani Allah dilemeyince hiç kimsenin birşey
yapamayacağını ve bütün kuvvet ve kudretin Allah'ın elinde olduğunu
biliniz,
ümitsizliğe düşmeyiniz de Allah'dan yardım isteyiniz. Kalblerinizi,
fikirlerinizi, emellerinizi, kuvvetlerinizi ve varlıklarınızı Allah'ta
birleştiriniz
de öz ve söz birliğiyle Allah diyerek çalışınız, ve sabrediniz.
Firavun'un
sözlerinden telaşa kapılıp, Allah, bu adama neden yapacağını yapmıyor
diyerek
acele etmeyiniz, metanetli ve sabırlı olunuz. Muhakkak ki, yeryüzü
Allah'ındır.
Şu halde Mısır da O'nundur, onu, kullarından kime dilerse ona miras
yapar.
Babadan oğula kalan miras gibi, elden ele geçirir, âkıbet de
müttakilerindir.
Hayırlı son, başarılı sonuç, saygısızların şu veya bu kavmin değil,
korunanlarındır ki, Allah'tan istiâne ve sabır bu korunmanın ilk
şartlarıdır.
Şu halde siz ey İsrailoğulları, Allah'ın emrettiği şekilde korunursanız
âkıbet
sizindir, Mısırlılar korunursa onlarındır, hepiniz korunursanız âkıbet
hepinizin olur. Ve o zaman arada anlaşmazlık kalmaz. O halde hepiniz
korununuz.
129-Lâkin
Musa'nın kavmi,
mutlak anlamdaki bu iki müjdeden de teselli bulmadılar ki, Musa'ya Biz,
dediler, "sen bize gelmeden önce de eziyet görüyorduk, sen geldikten
sonra
da görüyoruz." Öncekiyle Hz. Musa'nın doğumundan önceki yapılan eziyeti
ve
erkek çocukların kesilmesi işkencesini, sonrakiyle de bu defa
yapılacağı
söylenen taktil v.s. tehditleri kastediyorlar. Gerçi
İsrailoğulları'nın,
Firavun ile adamlarının elinde köle sayılmaları, ağır işlerde
kullanılmaları,
çok ağır vergiler altında ezilmeleri gibi daha birçok çektikleri
eziyetler
vardı ve onların bu sözleri bütün bu çektikleri eziyetleri de içine
alıyor
olabilir. Fakat o eziyetler Musa yüzünden olmadığı için sözün asıl
hedefi
olamaz. Şu halde bu söz, biz şimdiye kadar senden bir fayda değil, hep
zarar
gördük gibi bir şikayeti ima etmekle beraber Firavun'un zulmüne karşı
şiddetli
bir acıyı ve bir kurtuluş arzusunu da dile getirir.
Musa,
kendi kavminin böyle
çaresizlik içinde sızlandığını görünce Umulur ki dedi, Rabb'iniz
düşmanınızı
yok eder, sizi de yeryüzünde halife yapar, ilâhî hükümlerinin icrasına
sizi
halifeler yapar da bakar, nasıl amel edeceksiniz, güzel işler mi
yapacaksınız,
çirkin işler mi? Bilfiil açığa çıksın da ona göre iyiye iyi, kötüye
kötü son
mükafatınızı veya cezanızı versin, işte böyle müjde verdi.
Acaba
bu müjde gerçekleşti
mi? Bundan sonra Firavun kavminin ve İsrailoğulları'nın halleri ne
oldu? Buna
gelelim:
130-
Gerçekten de Firavun
sülâlesini yıllar boyu, gelirlerini kısmak ile sıkmaya başladık. Sene
yıl
anlamına olduğu gibi, bilhassa şiddetli kuraklık ve kıtlık yılı
mânâsına da
gelir ki, burada böyle tefsir edilmiştir. Ve bu anlama göre "sinîn"
kelimesinde iki lugat vardır. En meşhuru, cem-i müzekker-i salim gibi
"vav" ile ve "ya" ile îrab olunup, ref' halinde ve nasb
haliyle cerr halinde okumak ve izafet halinde "nûn" un düşmesiyledir
ki, âyet bu lügat üzeredir. Diğeri, "ennecm" ve "eddeberan"
gibi çok kullanılan isimlerden olarak munsarif veya gayr-i munsarif
müfred
îrabiyle îrablanarak "ya" muhafaza edilir ve "nûn" izafette
de sabit kalır. Nitekim şair: demiştir. Bir hadisi şerifte de iki lugat
üzere
ve "Allahım, onlar üzerine, Yusuf'un kıtlık seneleri gibi kıtlık senesi
ver." diye vârid olmuştur ki, Kureyş müşrikleri aleyhinde bir
bedduadır.
Burada "Biz her hangi bir ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun
halkını
yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır."
(A'raf, 7/94) içeriğinin daha ayrıntılı olarak açıklaması vardır. Bu
suretle
Firavun kavmi hakkında da bu ilâhî sünnet uygulanmış ve ansızın helak
edilmemişlerdir ki, düşünebilsinler, uyanık olsunlar diye. Yani bu, bir
ihtar
ve uyarı idi ki, akıllarını başlarına alsınlar, çeşitli durumları
mukayese
etsinler, hadlerini bilsinler, Allah'ı düşünsünler de hakkın emrine
karşı
direnmekten ve azgınlıktan vazgeçsinler, küfürden ve zulümden tevbe
etmeye
imkân bulsunlar diye yapılmıştı. Zira bu gibi tasarrufatın ve tabiat
kuvvetlerine hükmetmenin insan gücünün üstünde olduğuna şüphe yoktur.
Ve bu
gibi afetleri normal ve olağan saymaya da imkân yoktur. Çünkü tabiat
olsa idi
ya daimi olarak bolluk veya tekdüzeliğe bağlı olarak sürekli kıtlık
olması
gerekirdi. Bu gibi olaylar ise tabiatın değişkenliğine ilişkin
olaylardır ve
bunların tabiatler üzerinde hakim olan Rabbanî kudretin iradesinin
eseri olduğu
açıktır. Bundan dolayıdır ki, nimet bolluğu ve refah içinde yaşayan ve
kendi
üstünde hiçbir kuvvet ve kudret tanımayan, tanımak istemeyen, hakka
karşı savaş
açmak isteyen mağrur bir kavmin iktisadi hayatına vurulan bu gibi
semavi
darbeler, henüz cürümlerinin cezası olmamakla beraber, kendilerine
hadlerini ve
durumlarını bildiren ve bu hallerine devam ettikleri takdirde aday
oldukları
akıbeti ihtar eden birer ilâhî uyarı olduğunu ve bunları başlarına
getiren
Allah Teâlâ'nın, kendilerini her zaman için mahvetmeye gücü yeten bir
mutlak
hakim bulunduğunu ve bundan dolayı ilâhî emirlere karşı direnmekten ve
inad
etmekten sakınmak gerektiğini ilan eden fiilî âyetler, tabiî
alâmetlerdir. Bir
musibetin bin nasihatten daha etkili bir terbiye aracı olduğu da
akıldan
çıkarılmamalıdır. Şimdi bu âyetten şu sonuçlar çıkarılabilir:
1-
İnsan hayatında ekonomik
şartların pek büyük önemi vardır. Bir toplum için ekonomik hayatın
sarsıntıya
uğraması veya kaybolması, bir helâk işareti veya başlangıcıdır. Genelde
üretim
yolunda olduğu zaman, ferdî anlamdaki sıkıntıların giderilmesine çare
bulunabilirse de, bütün iktisadi hayatın şartlarının bozulması,
bütünüyle
toplumun felaketine sebep olabilir. İktisadın şartları ise iki esasta
toplanır:
Allah'ın yaratılıştan verdiği zenginlikler ile o zenginlikleri işleyip
değerlendirecek insanların ahlâkı. İnsanların ahlâkının bozulması,
yaratılıştan
gelen feyiz ve bereketin kesilmesine sebep olabilir. Yaratılıştan gelen
feyiz
ve bereketlerin kesilmesi ise bütünün helâki demek olur. Şu halde
ahlâklılığın
özünün, ancak Allah Teâlâ'ya kullukta, yani insanların kendi heva ve
heveslerine değil, Hak Teâlâ'nın koymuş olduğu ilâhî nizama, hayır
nizamına
uymak ve bağlanmak, şer ve fesattan kaçınmak ve ittikada aranması
gerekir.
2-
Allah Teâlâ'nın
rahmetinin genişliğini anlamalı ki, Firavun kavmi gibi, her bakımdan
helâke hak
kazanmış olan bir kavmi bile hemen helâk etmeyip, onları daha önceden
sözlü ve
fiilî bir takım uyarılar ile kendine gelmeye davet ediyor. Şu halde
insanlar
Allah'ın rahmetinden mahrum kalmamak için hakkın âyetlerini tanımalı,
firavunları
ve onların sihirli oyunlarını bir yana bırakmalı, Allah adamlarının
nasihatını
dinlemeli, hiç olmazsa musibetlerden ibret almalı da sonuçta Allah'ın
aman
vermez kudretli eli uzandığı zaman, hakkın inkârcısı ve düşmanı halinde
yakalanmaktan korunmalıdır. İmanı olan hadisi şerifinde beyan
buyurulduğu üzere
bir delikten iki kere sokulmaz. Geçmişteki felaketlerden ibret alır da
tekerrürüne sebep olmazlar. Fakat kalbleri mühürlenmiş olanların bütün
ibret ve
intibah kabiliyetleri söner de şâirin:
Geçmişten
adam ibret alırmış
ne masal şey...
Üçbin
senelik kıssa yarım
hisse mi verdi?
Tarihi
tekerrür diye tarif
ediyorlar.
Hiç
ibret alınsaydı tekerrür
mü ederdi?
dediği
gibi tarihteki
felaketler şekilden şekile tekerrür eder, gider.
131-
Nitekim küfrü ve zulmü
huy edinmiş olan Firavun kavmi, bu ilâhî uyarılardan sonra uyanmadılar
da
kendilerine iyilik geldiği zaman, (refah geldiği sıralar) bu sırf bize
ait
dediler, ve kendilerine bir fenalık, bir kıtlık ve sıkıntı ve herhangi
bir
musibet gelirse Musa ile yanındakilere uğursuzluk isnad ederler,
tatayyür ve
teşe'üm eylerler onların uğursuzluğuna yorarlardı. İyi bak, onların
tâirleri
ancak Allah katındadır. Yani uğur veya uğursuzluk sayılacak kuşları,
bütün
talihleri, bahtları, yaratılıştan iyi veya kötü bütün nasipleri ancak
Allah
katındadır "hepsi Allah katındandır" (Nisâ, 4/78), ve lâkin çokları
bilmezler. Bilmedikleri için de şuna buna isnad ederler. Yahut
uğursuzluğun
sebebi ancak Allah katındadır. Başlarına gelen ve gelecek olan
musibetler ancak
Allah tarafındandır da çoğu bunu bilmezler. (İsra, 17/13. âyetin
tefsirine
bkz.) Cahiliye devrinde "ıyâfet-i tayr" denilen bir falcılık geleneği
vardı. Bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, kuş sağa giderse
uğur,
sola giderse uğursuzluk sayarlardı. Yine bunun gibi, karga ve benzeri
kuşların
çığlık atmasından da uğursuzluk anlamı çıkarırlardı. Bundan dolayı
herhangi bir
şeyden uğursuzluk beklemeye, yani uğursuzluk sayıp kuşkulanmaya
"tatayyür" denilmiş, gerek kuş, gerek başka şey olsun şom kabul
edilen şeylere de "tayr, tâir, tıyâre" adı verilmiştir. Gerçi esas
itibariyle uğur veya uğursuzluktan daha genel anlamlıdır. Fakat hep şom
olan
şeylerde kullanılmıştır ve tatayyür de daima uğursuzluk demek olmuştur.
Hz.
Peygamber (s.a.v.) "Uğursuzluk ve baykuş yoktur." hadis-i şerifi ile
"tıyereyi" yasaklamış ve iptal etmiştir. Bununla beraber cahiliye
âdeti olan bu tatayyür meselesine avam arasında çoğunlukla rastlanılır.
Mesela,
bizim ülkemizde baykuşla uğursuzluk düşüncesine kapılanlar pek çoktur.
Hatta
hüma kuşu mutlulukta, baykuş uğursuzlukta birer atasözü gibi
edebiyatımıza
girmiştir. İşte Arapça "tâir" deyimi de böyle baykuş gibi uğursuzluk
sebebi sayılan her hangi bir kuş veya hümâ gibi uğur veya baykuş gibi
uğursuzluk sayılan mutlak kuş mânâsından, istiare yoluyla şer sebebi
mânâsına
veya hayır sebebi mânâsına kullanılır ki, şer sebebi için
kullanıldığında
baykuş, hayır sebebi için kullanıldığında talih kuşu, baht kuşu demek
gibidir.
Bundan başka bir de Araplar "Malı kavim arasında uçurdum da her birine
kendi hissesi uçtu, yani nasibi erdi." derler. Nitekim bizim dilimizde
de
şuradan buradan keyfe göre gelen mallara da "tayyarat" denildiği
bilinmektedir. Bu açıdan ele alındığında bir kimsenin kaderden uçan
nasibi,
kısmeti, bahtı, talihi, şansı mânâsına gelir. Firavun kavminin bahtına
bakınız
ki Allah Teâlâ, onlara, Musa gibi ulu bir peygamber göndermiş,
başlarına böyle
bir devlet ve talih kuşu uçurmuş da onlar bununla kendilerini mutlu ve
bahtiyar
bilecek ve ona uyup huzur bulacak yerde tutmuşlar onu ve ona uyanları,
kendileri
için uğursuzluk sebebi saymaya kalkmışlar. İşte ilâhî takdirden kendi
hisselerine düşen nasipleri bu bedbahtlık, bu kalb katılığı olmuştur.
Bu şom
düşünce, bu anlayışsızlık, bu bozuk ruh hali, onların Allah katında
sabit olan
uğursuzluklarının esas sebebi olmuş, tairleri de böylece kendi
boyunlarına
takılmıştır. Bu ne bahtsızlıktır ki, uyansınlar ve kendilerine
gelsinler diye
Allah, kendilerini sıkıntıya düşürdükçe şomluğun sebebi kendi amelleri
olduğunu
bilmediler de Musa'dan bildiler.
132-
ve "Bizi büyülemek
için bize her ne âyet getirirsen getir, her ne mucize gösterirsen
göster, biz
sana yine de inanacak değiliz." dediler. Küfür ve inkârda bu kadar
kararlı
olmaktan daha uğursuz ne olabilir?
133-
Bunun üzerine biz de
onların başına tûfan, çekirge, haşereler, kurbağalar ve kan gönderdik.
"Tufan":
Basra
dilcileri "tufan" ın tavaftan geldiğini ve onun çoğulu olduğunu
söylediler. Kûfe dilcileri ise bunun aslında "rüchan" gibi masdar
olduğunu ileri sürdüler ki, mübalağa için tesmiye bilmasdar demektir.
İbnü
Atıyye'nin açıklamasına göre; tufan, tavaf eden her şeye şamil olur.
Ancak
şiddetli su ve yağmurda kullanıldığı daha çoktur. Zeccac demiştir ki,
tufan,
herhangi bir şeyin çok ve yaygın olanı ve bütün kavmi içine alacak
genişlikte
olanıdır. Nitekim birçok şehirleri kapsamına alan su baskınlarına tufan
denilir. Bunun gibi, katliam bir tufan ve silip süpüren ölüm, yani
süpürücü
ölet; kıran, salgın ölüm de bir tufan demektir... İlh. Mücahid ve
Vehb'den
nakledildiğine göre; Yemen lehçesinde tâûn hastalığına, yani koleraya
tufan
denilirmiş. Ebû Kılâbe dahi "cüderi" yani çiçek hastalığının ilk önce
Firavun kavminde meydana gelen bir salgın, bir tufan olduğunu
söylemiştir.
Velhasıl lugat açısından tufan kendi dilimizde de bilindiği ve
kullanıldığı üzere,
şiddetli yağmur, sel ve su baskını anlamına olmakla beraber, herhangi
bir şeyin
çokluğu ve bolluğu için de kullanılır. Fakat çoğunlukla bu mânâya, hele
tek
başına kullanıldığı zaman tamamiyle "sel" anlamına gelir. Bu şöhretin
sebebi de Nuh tufanıdır. Ve bunun için buradaki tufanın ne olduğu
hakkında
zikrolunan mânâlar çerçevesinde değişik nakiller yapılmıştır ve Hz.
Aişe'den
"mevt-i carif" yani süpürücü ölüm, diye bir rivayet nakledilmiş ise
de çoğunlukla tefsir âlimleri Abdullah ibnü Abbas'dan rivayet olunan
"boğucu
sel" felaketi mânâsını tercih etmişlerdir ki, bu da tufanın en yaygın
olan
kendi mânâsı demektir. Bu tufanın da bir hafta boyunca aralıksız yağan
şiddetli
bir yağmur veya Nil nehrinin olağanüstü bir taşması ile meydana gelen
büyük bir
sel tufanı olduğu hakkında iki ayrı rivayet vardır ki, bizce bu
ikisinin bir
arada olmuş olmasında çelişkili bir durum yoktur. Bu tufan Mısır
halkını evleri
içinde basıp ve tahrip etmiş, bununla beraber içlerinde bulunan
İsrailoğulları'na zararı dokunmamıştır.
"Cerâd":
Bilinen
ekin çekirgesidir ki, bütün yeşil ürünleri çok kısa sürede yer bitirir,
çırılçıplak eder. Bu demektir ki, tufandan sonra biten kuvvetli ve gür
ekinleri
yemiş bitirmiştir.
"Kummel":
Hakkında
bir kaç tefsir vardır: Birincisi henüz tohumundan yeni çıkmış ve
kanatlanmamış
çekirge yavrusudur ki, buna ve gayet küçük karıncalara dahi denilir.
İkincisi
buğdaya düşen güvedir ki, buğday biti denilir. Bu iki mânâ Abdullah b.
Abbas'dan rivayet edilmiştir. Üçüncüsü siyah renkli küçük böcekler,
yani başta
bit olmak üzere genellikle siyah kabuklu küçük haşereler ki bu mânâ,
Hasen ve
Saîd b. Cübeyr'den nakledilmiştir. Daha önceki görüşlerle birlikte ele
alındığında, aşağıda geleceği şekilde çeşitli tefsirlerin hepsini içine
almaktadır. Nitekim Habib b. Sabit, "cu'lan" yani bok böcekleri diye,
Ebu Ubeyde "hamnan" denilen bir nevi kurd ve kene diye, Ebu Atay-ı
Horasanî ve Zeyd b. Eslem, kummeli maruf, yani kehle dediğimiz bilinen
bittir,
kummel de kaml de birer lugattır, diye zikretmişlerdir. Ve İbnü
Zeyd'den hikaye
edilerek, pire olduğu da söylenmiştir. Hasılı "Kummel" Firavun
kavminin ya ürünlerine, ya bedenlerine veya her ikisine birden üşüşmüş
olan
çeşitli cinsteki küçük haşerelerdir.
"Dafadi'":
Dıfda'ın
çoğulu ki, kurbağa demektir. Başlarına kurbağa yağmış ve her
taraflarına
dolmuş.
"Dem":
Kan
demektir. Cumhurun kavline göre içecekleri su da kan olmuş Nil nehri
kan olarak
akmış. Fakat Zeyd b. Eslem gibi bazıları demiştir ki, bu kan ruaf, yani
burun
kanaması idi, Allah başlarına bu belayı sarmıştı.
Bu
çeşitli görüşler ve
rivayetler içinde pekçok tefsirci açıklamaları özet olarak şu şekilde
rivayetle
nakledilegelmiştir:
Sekiz
gün geceli gündüzlü
şiddetli bir yağmur yağmış, kimse evinden dışarı çıkamamış, seller
evlere
dolmuş, boğazlarına kadar su içinde kalmışlar, aralarında bulunan
İsrailoğulları'nın evlerine ise bir şey olmamış. Böylece bir hafta
boyunca
bütün Mısır bir deniz gibi olmuş, işten güçten kalmışlar. Bu boğulma
tehlikesi
altında Hz. Musa'ya başvurup "Rabbine dua et, bu belayı başımızdan
kaldır
da sana iman edelim." demişler. O da dua etmiş, tehlike savuşmuş, fakat
bundan sonra bitkiler öyle fışkırmış ki, arazide benzeri görülmemiş bir
feyiz
ve bereket ihtimali baş göstermiş. Bunu görünce "Bizim korktuğumuz şey,
bir musibet değilmiş, meğer bir büyük hayırmış." demişler, iman
etmekten
vazgeçmişler. Bunun üzerine Allah çekirge âfeti göndermiş, ekinlerini
ve meyva
bahçelerini yiyen çekirge sürüleri evlerine, tavanlarına ve
elbiselerine kadar
üşüşmüş, yine Musa Aleyhisselam'a koşup feryad etmişler, Allah Teâlâ da
bir
rüzgar göndermiş çekirgeleri sürüp denize dökmüş. Bakmışlar ki, geriye
kalan
ürünleri kendilerine yetecek "Eh bu kalan bize yetişir." demişler,
yine iman etmemişler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlara bitleri
musallat etmiş,
çekirgeden arta kalan ürünleri yemeye, elbise ve bedenlerine kadar
girip
kanlarını emmeye başlamış. Hz Musa'ya üçüncü defa gelip yine feryad
etmişler,
Allah'ın izniyle bu bela da başlarından uzaklaştırılmış. "Artık"
demişler, "senin bir sihirbaz olduğunda hiç şüphemiz kalmadı." Daha
sonra deniz tarafından gayet yoğun bir karaltı çıkmış ve başlarına
kurbağalar
yağmaya başlamış, öyle ki, yerleri yurtları kurbağa ile dolmuş. Her
hangi bir
örtüye veya yiyeceğe el atsalar, hemen bir kurbağa çıkar, ağızlarına,
burunlarına atılırmış. Dördüncü defa tekrar gelip yine yalvarmışlar, o
da
kendilerinden kuvvetli bir ant alarak Allah'a dua etmiş, Allah Teâlâ,
bu
kurbağa belasını da bir yağmurla sürüp denize dökmüş ve onlardan
uzaklaştırmış,
lakin onlar yine antlarını bozmuşlar, küfür ve fesattan vazgeçmemişler.
Bunun
üzerine de Allah Teâlâ kan göndermiş, içecekleri ve kullanacakları
sular kan
olmuş kalmış. Birisi bir İsrailoğlu'nun ağzından bir yudum su sormak
(emmek)
istese o bile kan kesilirmiş veyahut sürekli olarak burunlarından kan
fışkırırmış. Sonra bu âfetlerin her birinin süresi hakkında da çeşitli
rivayetler vardır. Bu arada Hz. Musa'nın sihirbazlara galip gelmesinden
sonra
Firavun kavmi içinde on sene kaldığı ve bu mucizelerini bu müddet
içinde
gösterdiği de rivayet olunmuştur. Fakat Ebu Hayyan'ın da hatırlattığı
şekilde,
şundan gaflet olunmamalıdır ki, bunların niteliği ve süreleri, yani ne
şekilde
ve ne kadar bir zaman içinde meydana geldiği hakkındaki haberlerin
kaynağı
İsrailiyat denilen İsrailoğulları'nın nakil ve rivayetleridir. Âyette,
nitelik
ve süre hakkında hiçbir bilgi ve işarete yer verilmeksizin ancak bu
gibi
felaketlerin onlara gönderildiği zikr olunmuştur ve buyurulmuştur ki;
Mufassal
mufassal âyetler
olarak, yani, her biri ayrı ayrı birer açık delil olarak gönderildi.
Onlardan
her biri Musa'nın hak peygamberliğine ve Allah'ın kudretinin
sonsuzluğuna ve
Firavun kavminin helâke doğru gittiğine, hak ve hakikatı anlayıp bir an
önce
Allah'a iman edip, yalvarmalarına, tevbe edip yola gelmelerine delalet
eden
açık, seçik belgeler idi. Onlar kibre kapıldılar, büyüklük tasladılar,
iman
etmeyi kibirlerine yediremediler. Ve bunlar böyle mücrimler,
günahkârlar sürüsü
bir kavim idiler. Öyle ahlaksız bir kavim ki, tepelerine bela indimi,
134-
"Ey Musa! Rabbine,
sana verdiği nebilik ahdi ile yalvar, bizim için O'na dua et, yemin
olsun ki,
eğer bizden bu belayı uzaklaştırırsan, kesinkes sana iman edeceğiz ve
İsrailoğulları'nı seninle birlikte mutlaka ve mutlaka göndereceğiz."
derlerdi.
135-
Erişecekleri bir vakte
(yani bir müddete) kadar, kendilerinden azabı kaldırdıkmı hemen
ahitlerini
bozarlardı. O ferahlığı ebediyyen sürecekmiş sanırlardı. Azabın biri
giderse,
arkasından bir başkasının gelebileceğini düşünmezlerdi, hatta kaç defa
tekerrürüne rağmen düşünmezlerdi. İlk fırsatta yine sözlerinden cayar,
yeminlerini bozarlardı. Böyle ahlâksız ve tutarsız bir kavim idiler.
136-
En sonunda biz de
onlardan intikam aldık, yani nimeti kaldırdık, büsbütün bela ve
musibete
uğramalarını irade eyledik de kendilerini denizde boğduk, garkeyledik.
Çünkü
âyetlerimizi inkâr ettiler ve bütün parlaklığına rağmen onları
görmezlikten
geldiler. Hep yalan diyorlardı, ders almak için bir kere olsun onları
dikkate
almıyorlardı. Uyanma kabiliyetleri bütünüyle tükenmiş idi. Şimdi
Allah'ın
kudretini düşünmeli ki, ilâhî âyetlere karşı bu kadar insafsız olan
zalim ve
bozguncuların ve kendi güç ve kuvvetlerine mağrur olarak,
İsrailoğulları'nın
nesillerini mahvetmek isteyen gafil ve kibirli mücrimlerin âkıbetleri
işte
böyle bir belaya uğramak oldu.
137-İşte
bunları gark ettik,
suda boğduk, ve kahır altında ezilmekte olan kavmi, -yani İsrail
kavminiş
yeryüzünün bereketle donattığımız doğularına ve batılarına mirasçı
kıldık. Daha
sonra İsrailoğulları, Firavun'un suda boğulduğu yerin doğusunda bulunan
Şam ve
batısında bulunan Mısır arazisinin büyük bir kısmına malik olmuşlardır,
Firavun'lardan ve Amalika'dan sonra oralarda diledikleri gibi tasarruf
etmişlerdi. Ve böylece ya Muhammed, Rabbinin o güzel sözü,
İsrailoğulları'na
karşı sabırları sebebi ile tamam oldu, yerini buldu. Kasas Sûresi'nde
de
geleceği üzere "Biz de istiyorduk ki, orada ezilmekte olanlara
lutfedelim,
onları önder yapalım ve kendilerini Firavun'un mülküne mirasçı
kılalım".
Onlara orada kuvvet ve üstünlük verelim de Firavun'a, Hâmân'a ve
ordularına
korktukları şeyi bir gösterelim." (Kasas, 27/5-6) diye beyan olunan ve
daha önce Musa'nın diliyle İsrailoğulları'na "Umulur ki, Rabb'i-niz,
düşmanınızı helâk eder de sizi yeryüzüne mirasçı kılar." (A'raf, 7/129)
diye müjdelenen ilâhî vaad İsrailoğulları hakkında tamamen gerçekleşti.
Şurası
çok dikkat çekicidir ki, sadece sabırları sebebiyle gerçekleşti.
Firavun'un ve
kavminin yapageldikleri sanat eserlerini, sanat diye ortaya koydukları
şeyleri
ve yükselttikleri, diktikleri köşkleri veya diktikleri bahçeleri yerle
bir
ettik, başlarına geçirdik. Medeniyetlerini ve mâmûrelerini, Hâmân'ın
köşkü gibi
yüksek binaları harebeye çevirdik. İşte özetle Firavun kavminin durumu
ve
âkıbeti!
Şimdi
de "bakacak ki,
nasıl yapacaksınız" (A'raf, 7/129) âyetinin hükmü uyarınca bundan böyle
İsrailoğulları'nın kıssasına geçelim, bir de onların neler yaptığını
izleyelim:
Firavun kavmini batırdık;
138-
Derken bir kavme
uğradılar ki, o kavim kendilerine mahsus bir takım putlara
tapıyorlardı, o
putlara önem veriyorlardı. Bu kavim Lahm ve Cüzam kabilesinden bir boy
olup Rif
kasabasında sakin bulunuyorlardı. Bunların Mısır'da deniz kenarındaki
meşhur
Rakka kasabasına, yani Mısır Rakka'sına kondukları söylenmiş, Hz.
Musa'nın
savaşla emrolunduğu Ken'ânîler'den bir grup oldukları da söylenmiştir
ki,
siyakına bu daha uygundur. Böylece bunların putlarının gerçekten Bakare
veya
taştan, ağaçtan vesaireden Bakare figürleri, yani inek şekilleri olduğu
da
zikredilmiştir. Fakat Kur'ân bize şunu anlatıyor ki, bu kıssada dikkat
çekici
önemli nokta her hangi bir kavim veya her hangi bir put olursa olsun,
genel
olarak ve mutlak anlamda putperestliğin batıl, temelsiz ve yok olmaya
mahkûm
bir şey olmakla beraber yine de bazı cahilleri çeken ve aldatan
yanlarının
bulunduğu kesindir. İşte böyle bazı fenalıkların sırf görenek yoluyla
avama
bulaşmasında, İsrailoğulları'ndaki altın buzağı fitnesine başlangıç
olan ilk
küfür meylinin böyle bir görenek yüzünden meydana gelmiş
bulunmasındadır.
Nitekim İsrailoğulları o kavmi görünce, Ey Musa, dediler, bunların
kendilerine
mahsus olan ilâhları gibi, bize mahsus da bir ilâh yap! Yani, içlerinde
böyle
diyenler oldu ki, bu da kurtuluştan sonra İsrailoğulları'nın küfre olan
ilk
meyilleridir. Buna karşı Musa "Kesinlikle siz cahillik ediyorsunuz"
dedi. Yapma bir ilâh istemek, şu veya bu kavme mahsus ilâhlar
olabileceğini
sanmak ve puta tapan bir kavmin putlarına imrenmek, cahillikten başka
hiçbir
şey değildir.
139-
O putlara tapanlar yok
mu, işte onlar, hiç şüphesiz, bunların içinde bulundukları, din diye
içine
düştükleri şey, parçalanıp yıkılmaya mahkûm ve ibadet diye yaptıkları
şeyler
bütünüyle batıldır, bir hiçtir. Maksatları onlarla Allah'a yaklaşmak
bile olsa,
yine de hiçtir, küfürdür.
140-
Ben, dedi, size
Allah'tan başka bir ilâh mı arayacağım, isteyeceğim? Bu mümkün değil.
Halbuki,
O, sizi bütün bildiğiniz âlemlere üstün kıldı. Başkalarına vermediği
nimeti
size verdi. Bunu size Allah'tan başka kim verebilir? Ve Allah'ın bu
nimetlerine
karşı nankörlük edip başka ilâh aramaya kalkışanların hâli nice olur?
141-Cahillik
etmeyin! Ve
Allah tarafından size yapılan şu uyarıyı hiç unutmayın: "Düşünsenize,
sizi
Firavun sülâlesinin elinden kurtardığımız zamanları, onlar size azabın
kötüsünü
ediyorlard"
142-
Bir de Musa'ya otuz
geceye vaad verdik ve onu bir onla tamamladık, böylece Rabb'inin mîkatı
tam
kırk geceye tamamlandı. Burada Bakara Sûresi'ndeki (âyet 51) âyetin
daha
ayrıntılı olarak bir anlatımı vardır. Rivayet olunduğuna göre, Musa
aleyhisselam, Mısır'da iken İsrailoğulları'na, Allah düşmanlarını helâk
ederse
kendilerine bir kitap getireceğini vaad etmiş ve Firavun helâk olunca
Musa, o
vaad olunan kitabı Allah'tan niyaz eylemiş, Allah Teâlâ da otuz gün
oruç
tutmasını emreylemiş idi ki, o ay Zilka'de idi ve Zilhicce'den
tutulacak on
günle kırk güne erişiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, ilk otuz gün tutulan
oruçla ve
daha başka Allah'a yaklaştırıcı ibadetlerle bir özel arınma ve bir
riyazat
olmuş ve sonraki o günde de Tevrat'ın nüzulü ve kelâm olayı meydana
gelmiştir. Bu
kırkın gündüzleri de mîkate dahil bulunduğu halde, yalnızca
buyurulması, gök
ayının geceden başlaması ve bundan dolayı da kırk gece hesabıyla tamam
olması
hikmetine bağlı olduğunu tefsir âlimleri beyan etmişlerdir. Bundan
özellikle
şunu anlayabiliriz ki, Allah ehlinin büyük bir aydınlığa ve tecelli
sabahına
erebilmeleri için geceler kadar karanlık ıstırap saatleri ile çile
doldurmaları
gerekmektedir. İlâhî feyizler daha ziyade geceleri vaki olur. Ve bütün
başarı
sabahları, ıstırap gecelerinin seherlerini izleyerek meydana çıkar. Hz.
Musa'nın bu çilesinde kırk sanki tek başına tam bir gece, son on da
onun seher
vakti gibidir. Bazı rivayetlerde dahi yer aldığı üzere bu seherin
fecr-i sadık
(doğru sabah) saatlerini andıran sonlarına doğru Hz. Musa, Allah
Teâlâ'nın
kelâmına mazhar olmuş ve şu tecelliye ermiştir:
143-
Vakta ki Musa,
kardeşini yerine halef bırakıp mîkatımıza, tayin ettiğimiz özel vakitte
geldi
ve Rabb'i kelâmıyle onu muradına erdirdi. Meleklere olan kelâmı gibi
aracısız
fakat perde arkasından ona söz söyledi "onu, özel konuşmak için
yaklaştırdık" (Meryem, 19/52) ilâhî sözü delalet eder ki bu kelâm
"mecvâ" idi. Musa aleyhisselam ilâhî kelâmı her cihetten işitiyordu,
diye bir rivayet vardır. Bu da gösterir ki, Allah'ın kelâmını işitmek,
mahlukatın kelâmını işitmek gibi değildir. Rabb'i onu, doğrudan doğruya
fakat
perde arkasından kelâmiyle mutlu edip, kelîm kılınca, Allah kelâmının
şevk ve
neşesiyle Musa'da Allah'ı görme arzusu uyandı ve galeyana geldi de Ey
Rabbim,
bana göster kendini, bakıp göreyim seni dedi. Yani perdeyi kaldır, bana
bizzat
tecelli et de didarını görmeyi nasibeyle diye yalvardı. Rabbi ona dedi
ki, beni
katiyyen göremeyeceksin, velâkin dağa bak, "eğer yerinde durabilirse
sen
de beni göreceksin. Bunun üzerine Rabbi, dağa tecelli edince, ki bu bir
izafi
tecellidir yani, zatındaki bütün azamet ve kudret-i mutlakası ile
değil, azamet
ve kudretinden bir lemha zuhur, emir ve iradesinden bir parçasının dağa
çarpmasıyla onu hurdahaş eyledi, unufak yapıp yerle bir etti. Hamze,
Kisaî,
Halef-i Âşir kırâetlerinde okunduğuna göre, "dümdüz ediverdi", yani,
dağ gidip, yeri dümdüz oluverdi, hörgüçsüz bir deve gibi oluverdi.
"Dekk":
Esasen
"dakk" gibi bir şeyi ezip unufak etmek mânâsına masdar olup bunun
ismi mefûlü olan "medkuk" mânâsına da gelir ki, burada mânâ böyledir.
ise hörgüçsüz deve veya gibi tepe ve sırt demektir. Birinci mânâya göre
dağ hiç
kalmamış, ikincisine göre de küçük bir sırt, küçücük bir tepe haline
gelmiş
demek olur. Meşhur olan kavle göre bu dağ Tûr-ı sîna idi, fakat diğer
bir dağ
olduğu da nakledilmiştir. Bunun "Zebiyr" dağı veya Medyen'deki
"Erriyn" dağı veya büsbütün yok olup gitmiş olan bir başka dağ olduğu
da söylenmiştir ki, Hz. Musa'nın üzerinde bulunduğu dağ değil, karşıdan
baktığı
bir dağ demek olur.
Hasılı
Rabb'inin tecellisine
dağ dayanamadı "dekk" yahut "dekkâ" oldu, Musa da şiddetle
baygın düştü. Söz konusu bu tecelli ile iki olay meydana geldi: Biri
dağın
parçalanıp ufalanması, diğeri de Musa'nın bayılıp yere düşmesi. Demek
ki Musa,
dağ dolayısıyla olan bir izafi tecelliye bile dayanamayıp bayıldı, tam
ve
mutlak bir zatî tecelli olsaydı, bütün dünya ve muhtemelen bütün kâinat
bir
anda yok olacaktı. İşte "Sen beni katiyyen göremeyeceksin."
buyurulmasının esas hikmeti de bu idi. Yoksa haddizatında Allah
tecelliden
kaçınmış ve lutufta cimrilik etmiş değildir, hâşâ, O'nda buhul ve
cimrilik
yoktur, mesele tecelliye tahammüldedir. Bu fenâ âleminde O'nu görmeye
tahammül
olunamaz. O halde bu ilâhî kelâmdan, ölüm ve fenâ âleminin sona erdiği
bekâ
âleminde, yani ahirette dahi Allah'ı görmenin mümkün olmadığını
anlamaya
kalkışmak doğru değildir.
Ne
zaman ki, Musa ayıldı,
Seni tenzih ederim, Sen sübhansın Ey Rabbim, dedi. Fani gözlerle
görünmekten
gerçekten de münezzehsin. Sana tevbe ettim, çünkü iznine uygun olmayan
bir
dilekte bulundum, ve ben müminlerin evveliyim, inananların ilkiyim. Bu
dünyada
"Sen beni göremezsin" tecellisine ilk iman eden benim.
Bunun
üzerine Cenab-ı Allah,
onu teselli etmek, gönlünü hoş eylemek ve peygamberlik vazifesini tayin
ve
tesbit etmek için:
144-145-
"Onun için o
levhalarda yazdık..." Önceki âyette zikr olunan peygamberliği beyandır.
O
yazılı levhaların sayısı, maddesi, boyutları hakkında çeşitli
rivayetler
vardır. Sayısı, on veya yedi idi veya iki idi denilmiş. Maddesi, yani
madeni,
Cibril'in getirdiği zümrüt veya yeşil zeberced veya kırmızı yakut idi,
yahut
ilâhî emirle Musa'nın yonttuğu bir taştan idi veya bir ağaç levha idi
denilmiş
ilh... Fakat doğrusu bu konuda ciddi bir delil yoktur. Kur'ân bu konuda
bilgi
vermiyor.
"Şimdi
onları kuvvetle
tut"! Bu ifade "Biz ona dedik ki; bunları kuvvetle tut!" demek
anlamındadır. Yani yazmıştık da bunları demiştik: onları kuvvetle tut,
iyi
sarıl, sıkı tut, diye söylemiştik. Kavmine de emret, en güzelini
alsınlar, yani
o levhalarda yazılanların hepsi güzeldir. Bununla beraber bir kısmı bir
kısmından daha güzel olanlar vardır. Mesela affetmek ve bağışlamak
kısastan,
farz ve vacipler mubahlardan daha güzeldir. Yine bunun gibi, çeşitli
mânâlara
ihtimali olanların bazı ihtimaller gözetilerek yapılan yorum ve
tefsirleri
diğerlerinden daha güzel olabilir. Şu halde senin kavmin daima daha iyi
ve daha
güzel olanı ve efdal olanı tercih etsin, efdali ihtiyar edip seçsinler
ki, size
yakın bir gelecekte fasıkların yurdunu göstereceğim. Bu hem bir müjde,
hem de
bir tehdit demektir: Bunda bir taraftan fısk u fücûr içinde ömür
geçiren
zorbalar kavminin diyarlarına girip onlara mirasçı olacaklarını vaad
eden bir
müjde vardır. Buna da ancak işlerin ve amellerin en güzeline
sarıldıkları zaman
erişebileceklerinden amellerin en iyisine sarılmaya teşvik ve terğib
vardır.
Diğer taraftan yurtlarına girince göreceksiniz ki, fasıkların
âkıbetleri ne
fecidir? diye fısk u fücûrdan uzak tutmaya veya İsrailoğulları'ndan
zuhur
edecek fasıklara işaret ve cehennemi ihtar vardır.
146-Bak
da gör fasıklara ne
olacak. Haksız olarak yeryüzünde kibre kapılıp büyüklük taslayanları,
âyetlerimden çevireceğim, men edip uzak tutacağım. Kalbleri öylesine
mühürlenecek ki, gerek yaratılışta, gerek kitapta olan, yani gerek
tekvinî,
gerek teşrî'î anlamda ilâhî âyetlerin ifade ettiği şan, şeref ve
saadeti
tadamayacaklar, onların içerdiği gerçekleri göremeyecekler, ve her bir
âyeti
görseler bile ona inanmayacaklar. Olgunluk ve doğruluk görseler de o
yolu
tutamayacaklar, sapıklık ve azgınlık yolunu görürlerse o yola
düşecekler,
hasılı bütün hisleri ve sağ duyuları tersine dönecek, o sarf veya o
kibirlenme
veya bu aksine gidiş şu iki sebeple olur: Âyetlerimizi inkâr etmiş
olmaları,
yani gidişlerinin fenalığını, hakkın aleyhlerinde olduğunu gösteren,
hayr ile
şerri, hak ile batılı ayırdetmek için indirilmiş bulunan âfakî
(objektif) ve
enfüsî (subjektif) delillerimizi, mucize ve alâmetlerimizi aslı olmayan
birer
hurafe gibi saymalarıdır. Yoksa ne kibre kapılırlar, ne de bu hale
düşerlerdi,
ikincisi de o âyetlerimizden gâfil olmalarıdır. Yani okuyup
araştırmadan,
anlayıp dinlemeden uzak kaldıkları âyetlerimizi âmellerinde dikkate
almamaları,
hem bilgi alanında, hem uygulama alanında onlardan gafil olmaları, uzak
kalmalarıdır.
147-
Halbuki âyetlerimiz ve
ahiretteki karşılaşmayı inkâr edenlerin, her işin sonunda bir hesap ve
ceza
gününün geleceğini inkâr eyleyenlerin bütün amelleri haptolur: Yani
fakirlere
iyilik ve zavallılara yardım gibi yaptıkları ne kadar iyi amelleri
varsa hepsi
boşa gider. Sonunda hiç birinin hayrını göremezler. Bütün emekleri
heder, bütün
âkıbetleri zarar ve felaket olur. Sonuç olarak bütün bunların böyle
olması,
mutlak bir kaderciliğin (cebr) gereği değildir. Ancak ötedenberi
yapageldikleri
amel ve işlerin, inkârın, küfrün, ve gafletin cezasını çekerler.
Nitekim.
148-
Musa'nın kavmi de
Musa'nın arkasından, (yani mîkatte iken,) süs takılarından bir buzağı,
daha
doğrusu böğüren bir buzağı heykelini put edindiler, yaptılar ve tutup
taptılar.
(Tâhâ Sûresi âyet 83-98'e bkz.)
"Cesed":
Eti ve
kanı olan cisim demek olduğundan, bazı tefsir âlimleri bunun et ve kana
dönüşmüş bulunduğunu söylemişlerdir. Lakin çoğunlukla müfessirler,
ruhlu veya
ruhsuz her hangi bir katı cisme "cesed" denildiğinden, bunun altından
yapılmış ruhsuz bir cisim, buzağı şeklinde bir heykel olduğunu
söylemişlerdir.
Henüz et ve kan gibi organik maddelerin insan teknolojisi ile
yapılabildiği
bilinmediğinden, biz de bunu böyle anlamak isteriz. Âyette cesedin
"icil" kelimesinden bedel yapılmış olması da buna işaret eder. Gerçi
puta tapanlar göreneğe, kendi heva ve heveslerine uyarak kapıldıkları
putlara
bağlılıklarını akla uygun göstermek için bir takım meziyetleri ve
özellikleri
onlara isnad ederler. Lâkin görmediler mi ki, o cesed, kendilerine ne
bir söz
söyleyebiliyor, ne de bir yol gösterebiliyordu? Şu halde bayağı bir
insan kadar
bile değeri olmayan bir cesedin tanrılıkla ne ilgisi olabilir? Hiç
şüphesiz onlar
bunun böyle olduğunu görüyorlardı, fakat onu ittihaz ettiler, onun
cazibesine
kapılıp, ona tapındılar, ve bunlar bir sürü zalimler idiler. Gerçeği
bulunması
gereken yerin dışına koyuyorlar, hakkın âyetlerinin hakkını
vermiyorlar,
gözlerini, kulaklarını, akıllarını yok sayıyorlar, Musa'nın verdiği
bilgilerden
gaflet ediyorlar ve bu suretle kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Hasılı bunu
yaparken zalim idiler ve bu iş, onların ilk yaptıkları bir haksızlık da
değildi.
149-
Bu cümle istiare veya
kinaye veya temsil tarikıyle şiddetli pişmanlık ifade eden bir
tabirdir. Bir
insan bir işe pişman olup aciz duruma düştüğü vakit denilir. Bunun
pişmanlık
veya aşırı pişmanlık ifade ettiği, bütün dil bilginlerinin üzerinde
görüş
birliğine vardığı bir husus olmakla beraber, tahlilinde ve ne gibi
anlam
ilişkilerinden dolayı bu mânâyı ifade ettiği meselesinde görüş
ayrılıkları
ortaya çıkmış ve birçok vecihler zikredilmiştir ki, biz bunlardan
önemli olan
bir kaçını dile getirmekle yetineceğiz:
1-
Pişmanlık duyan kimse
üzüntüsünden parmağını ısırır veya başını eğip çenesini iki elinin
arasına
alarak düşünür. Bu şekilde sanki o insan bütün pişmanlığı ile eline
düşmüştür,
eli de düşülen yer durumuna gelmiştir, meskutun fih olmuştur. Böylece
mechul
fiilin tahtinde müstetir olarak "hüve" zamiriyle, aynı fiilin masdarı
olan "sukut"a isnad olunarak, veya mef'ûlun fîhi mechûl fiilinin
nâib-i faili olarak cümlesi ellerine sukut vakı oldu veya ellerini
ısırdılar
anlamıyla aşırı pişmanlıktan kinaye yapılmış demektir.
2-
Araplar derler. Ve bu
şekilde kalbdeki bir hoşnutsuzluğu sanki el üzerinde veya avuç içinde
olmuş
gibi tasvir ederler ki, burada "yed" kelimesi kalb veya ruhtan
mecazdır. Bunun gibi ifadesinde dahi "yed" nefis mânâsına mecaz ve
nin naibi faili de tahtinde müstetir ve mahzuf fiiline raci olan bir
"hüve" zamiri olarak, bu cümle, istiâre bilkinâye veya temsiliyye
suretiyle "Gönüllerine pişmanlık düşürüldü." demek olur.
3-
Kırağı demek olan tan
alınmış olarak "kırağı düştü, kırağılandı" mânâsını ifade edebilir.
Bundan dolayı "karlandık, üzerimize kar yağdı" mânâsına
"sülicna" denildiği gibi, de "ellerine kırağı düştü" demek
olur. Kırağı hem soğukla ilgili, hem de az bir sıcaklık ile derhal
eriyiveren
bir şey olduğundan, eline kırağı düşen insan hem üzülmüş, hem de eline
birşey
geçmemiş demektir. Bu bakımdan bu deyim, sonunda eline hiçbir şey
geçmemiş ve o
zamana kadar yaptıkları boşa gitmiş ve pişman olmuş olanlar hakkında
bir darb-ı
mesel olmuştur. Ve ilk olarak Kur'ân'da varid olmuş bir mesel olduğu
söylenmiştir. Vahidi'nin naklettiği bu vecih, bizce "Keşşaf"
sahibinin tercih ettiği birinci vecihten daha açık ve daha güzeldir.
Buna göre
âyetin anlamı şu olur: Ne zaman ki, ellerine kırağı düştü ve
kendilerinin
sapmış olduklarını gördüler, işte o zaman Şayet Rabb'imiz bize merhamet
etmez
ve bizi bağışlamazsa biz hüsrana uğrayanlardan oluruz, dediler. Tâhâ
Sûresi'nde
(âyet 83-98) verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bu pişmanlık,
Hz.
Musa'nın Tur dağındaki mikattan döndükten sonra olmuştur. Fakat burada
yaptıkları işlerin bütünüyle pişmanlığa dönüştüğü topluca anlaşılmak
için önce
zikredilmiş, bu işin nasıl olduğu da bu âyetin bir açıklaması şeklinde
verilmiştir. Şöyle ki:
150-
"Esef": hem
şiddetli öfke, hem de şiddetli üzüntü ve hüzün anlamına gelir ve yerine
göre
her iki anlama da kullanılır. Nitekim "Bizi eseflendirenlerden, (yani
öfkelendirenlerden) intikamımızı aldık." (Zuhruf, 43/55) buyurulmuştur.
Esef, nefsin hoşlanmadığı bir kötü ve çirkin şey karşısında takındığı
tavırdır
ki, o hâl üstlerden gelirse hüzün ve sıkıntı, astlardan gelirse öfke ve
kızgınlık sebebi olur. Şu halde Musa'nın esefi, kavmine karşı şiddetli
öfke ve
gazap, Allah'a karşı da hüzün ve üzüntü demek olur. Her iki bakımdan
ele
alındığında burada kelime, bir yandan "şiddetli öfke", diğer yandan
"hüzünlü" mânâsıyla tefsir olunmuştur ki, birincisi Ebudderda'nın
kavli olarak birçok tefsir âlimi tarafından tercih edilmiştir. Zira
âyette
sözün gelişi "öfke" üzerinedir. Yani kızarak ve son derece kızarak,
demektir.
Hasılı
Hz. Musa'nın,
mîkattan dönerken, arkasında bıraktığı kavminin buzağıya taptığından
haberi
vardı. Allah tarafından bu bilgi kendisine verilmişti. Bundan dolayı
çok aşırı
bir öfkeyle dönmüş ve gelir gelmez kavmine demiştir ki; benden sonra
bana ne
kadar kötü halef oldunuz: Siz benim, sizi şirkten ve küfürden
uzaklaştırıp tek
Allah inancına bağlamak için ne yaptığımı, O'na nasıl ibadet ettiğimi,
sizi bu
yola nasıl sevkettiğimi, "onların ilâhları gibi bize de bir put yap!"
dediğiniz zaman size neler söylediğimi gördükten sonra, benim
yokluğumda benim
ahdime riayet etmeyerek, arkamdan ne fena şeyler yaptınız ve buzağıya
taptınız,
benim yerime geçen ve böyle fenalıkları önlemesi gerekenleriniz de bunu
önlemediniz ha! Halbuki haleflerin vazifesi, kendilerini oraya
getirenlerin
ahitlerine riayet etmek değil midir? Rabbinizin emrini ivdiniz mi? Yani
dinini
ve emirlerini acele edip hemen bırakıverdiniz mi? Yahut da Rabbinizin
bana vaad
ettiği kırk gecelik mîkat süresi dolmadan bu kadar acele ettiniz,
vaktinden
önce bitmesini istediniz, otuz gün geçer geçmez beni öldü farzettiniz
öyle mi?
Peygamberlerin ölümünden bir zaman sonra birçok ümmetin dinlerini
bozması gibi,
siz de acele edip hemen din değiştirmeye mi kalktınız? Ve yahut
alelacele
Rabbınızın sizi kahretmesini ve gazabını mı istediniz? Böyle dedi ve
levhaları
bıraktı. O levhalar ki, onlar hakkında "bunları kuvvetle tut," sıkı
sarıl "buyurulmuştu. Denilmiş ki, yere bırakılınca o levhalar kırılmış
ve
bundan dolayı içindeki bilgilerin yedide altısı yok olmuş, ancak birisi
kalmış.
Göğe çekilenlerde "herşeyin ayrıntılı olarak açıklanması" varmış,
geriye kalanlarda da "hidayet ve rahmet" varm
Lâkin
Kur'ân âyetlerinde, o
levhaların kırıldığını ifade eden her hangi bir bilgi yoktur.
Anlaşılıyor ki,
Hz. Musa, dinin temeli ve kendisi demek olan tevhid inancının böyle
kısa bir
zaman içinde sarsıntıya uğraması karşısında, esas meseleyi kökünden
halletmek
için ayrıntılara ilişkin olan hidayet ve rahmetin faydalı sonuçları
durumunda
bulunan levhaları geçici bir süre için bir tarafa bırakmış ve herşeyden
önce
kardeşini bütün gücüyle kendine çekmek teşebbüsünde bulunmuştur. Bu
olayda esas
tevhid inancında meydana gelen bir sarsıntı ve toplumsal bir bunalım ve
inanç
zaafı konusunda, ayrıntı ve teferruat sayılan tâlî meselelerin bir
tarafa
bırakılarak, sıkıyönetim ilanına misal olabilecek bir özellik var
demektir.
Musa
levhaları bıraktı ve
kardeşinin başından tuttu kendine doğru çekmeye başladı. Bundan şunlar
anlaşılır:
1-
Din işinde öz kardeşi de
olsa hatıra gönüle bakmıyor.
2-
Kardeşini kendi yerine
halef bırakmış olduğundan, her şeyden önce hesap sormaya ondan
başlıyor.
3-
Kardeş ile işbirliği
etmek en önemli iş olduğundan, önce kardeş ile işbirliği etmek
gerektiğini
gösteriyor.
Buna
karşı kardeşi ey anamın
oğlu, dedi. Hz. Harun, Hz. Musa'nın öz kardeşi yani ana-baba aynı olan
bir
kardeşi olduğu halde ona böyle hitap etmesi, ananın sevgi ve şefkatte
mesel
olması ve ana hakkının, özellikle Hz. Musa üzerinde daha büyük ve daha
önemli
bir yeri olması, bir de analarının mü'mine bulunması dolayısıyla
kardeşinin
şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirmek amacına yönelik bir
belagat
anlamı içerir. Yani Ey benim, ana gibi şefkatli ve merhametli olması
gereken
sevgili kardeşim, gerçekten de bu kavim, beni zayıf ve güçsüz gördüler,
öldürmeye kalktılar ve az kaldı öldüreceklerdi. Şu halde düşmanları
benimle
şematet ettirme yani bana, düşmanları sevindirecek bir şey yapma! Şâir:
"Yani,
ölüm düşmanların
sevinmesinden daha hafiftir." demiş. Ve beni o zalimler gürûhuyla
beraber
sayma. Yani, ben onlardan da yaptıkları işlerden de uzak kaldım. Ne
yaptıkları
işlere katıldım, ne de onları önlemeye çalışırken onlara söz
dinletebildim. Şu
halde ben onların hak ettikleri hesaba çekilmeye müstehak değilim. İşte
Hz.
Harun, kardeşinin şiddetli öfkesini böyle zarif ve belîğ bir
yumuşaklıkla
151-
"Ey Rabbim, beni
ve kardeşimi bağışla!" dedi. Evvela kendisi için istiğfar eyledi, sonra
da
kardeşine karşı yaptığı muamele, kardeşinin günahından dolayı
olmadığını itiraf
ederek, ona karşı bir özür dileme ve ona yapılacak sertlikten dolayı
sevinecek
düşmanlara karşı kardeşine sevgi gösterisi sayılacak bir davranışta
bulundu.
Ayrıca kardeşi adına da Allah'dan mağfiret dilemesi, o zalimler
topluluğuna
karşı savaşması gerektiği halde bu işi Musa'nın dönüşüne değin
geciktirmiş
olmasından dolayı onun da istiğfara muhtaç olduğunu açığa vurmak anlamı
taşır.
"Mağfiret edip bağışlamakla kalma, ayrıca bizi rahmetinin ve fazlasıyla
nimetinin ve ikramının içinde bulundur. Sen erhamürrahiminsin,
merhametlilerin
en merhametlisisin." Şu halde kuvvetle ümid ederiz ki, dünyada da,
ahirette de hep rahmetinin içinde bulunuruz.
152-
Buzağıyı ilâh
edinenler, tevbe edenlerin ve bu işten vazgeçenlerin hükmü bundan sonra
ayrıca
gösterilmiş olması karinesiyle yani, buzağı heykelini yapan Samirî ve
taraftarları gibi, bu fitneyi çıkarıp ortaya süren ve buna tapmada
ısrar
eyleyenler yok mu? Hiç şüphesiz ilerde bunlara ilâhî bir gazap, akıl
ermez
uhrevî bir felaket ve ceza gelecektir. Dünya hayatında da müthiş bir
zillete
düçar olacaklardır. Bu öylesine gariplik zilletidir ki, bütün dünyaya
darb-ı
mesel olmuştur ve o meskenettir ki, kendilerine ve evlatlarına şamil
olagelmiştir. Bu arada Samirî'ye mahsus olan bir zillet de vardır ki,
Tâhâ
Sûresi'nde geleceği üzere "temas etmeme" (âyet 97) iptilâsı ile halk
içine çıkmaktan ve insan arasına katılmaktan engellemedir. Ve işte biz,
bütün
iftiracıları böyle cezalandırırız. Allah'a karşı din uydurmaya
kalkışanları
sonunda hep böyle bir gazaba ve zillete uğratırız. Şu halde bunu
yalnızca
İsrailoğulları içindeki buzağıcılara mahsus ve münhasır
zannetmemelidir.
153-Bununla
beraber Kötü
işler yapanlar, hangi kötü iş olursa olsun yapıp da sonra arkasından
tevbe
edip, gerçekten iman edenler, yani söz konusu buzağıcılar gibi,
fenalıkta
diretmeyip cidden tevbe edenler, iman edip onun gereğini yerine
getirenler şunu
iyi bilsinler ki, Rabb'in tevbeden sonra elbette gafûrdur, rahîmdir.
Daha önce
yukarıda da geçtiği üzere "Şayet Rabb'imiz bize merhamet etmeyecek ve
bağışlamıyacak
olursa biz kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz." diyenlerin
dileklerine verilecek karşılık ve cevap da bunun içindedir.
154-
Ne zaman ki, Musa'nın
öfkesi dindi, gazabı söndü ve geçti, kızgınlığı sükûnete döndü, yani
sakinleşip
o hâl kendisinden gitti.
Burada
sükunet denilen
sakinleşmenin, "susmak" anlamına olan "sükût" deyimi ile
ifade olunmasında çok güzel ve zarif bir istiâre vardır ki, o da şöyle
bir
tasvir ifade eder: Gazap denilen öfke sanki Musa'nın üzerinde hükmeden
bir âmire
benziyordu ve ağzını açmış Musa'yı, durmadan şiddete sarılmaya teşvik
ediyordu:
Kavmine şöyle de, böyle söyle, şunu yap, bunu kes, levhaları bırak,
kardeşini
başından tut çek vs... diye emirler veriyordu, Harun'un yumuşak
başlılığı,
ihlas ve samimiyeti ve tatlı dili üzerine o gazap susuverdi ve o vakit
Musa
bıraktığı levhaları tekrar eline aldı ki, aldığı levhaların nüshasında,
yazısında bir hüdâ, yani bir hidayet ve hakkın beyanı, bir rahmet,
hayır ve
olgunluğa irşad eden bir nîmet vardı. Fakat bu herkese değil, Rab'leri
için
yüreklerinde korku taşıyanlara, yani Allah için günahlardan korkup
sakınanlara
mahsus bir hidayet ve rahmet vardı.
Bunun
üzerine şu şekilde
tevbeye başladılar:
155-
Ve Musa, kendi
kavminden mîkatımız için yetmiş adam seçti, en iyileri olmak üzere
yetmiş kişi
seçip ayırdı ve tayin ettiğimiz vakitte tevbe için onları aldı getirdi.
Bu
mîkata da, bundan önce geçen mîkata da konuşma mîkatı diyenler olmuşsa
da,
gerek Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaların hepsinin birlikte göz önüne
alınışına,
gerek bu konudaki diğer rivayetlere göre, bunun buzağıya tapma
olayından sonra
tevbe için yapılmış olan bir başka mîkat olduğu anlaşılıyor. Ancak
önceki
mîkatın otuz gece, bunun da döndükten sonra ona bir ek ve tamamlayıcı
olmak
üzere, on gece içinde meydana gelmiş ve böylece her ikisinin birlikte
tam kırk
geceye tamamlanmış olması da ihtimalden uzak değildir. Ebu Müslim'in
kail
olduğu bu görüşte diğer rivayetlerin uzlaştırılması var demektir.
Rivayet
olunuyor ki, Allah Teâlâ Hz. Musa'ya, İsrailoğulları'ndan seçilecek bir
takım
kimselerin gelip, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemelerini ve
geriye kalanların
da tevbelerinin kabul edilmesi için niyazda bulunmalarını emretmiş ve
bunun
için bir vakit tayin etmişti. Hz. Musa da yetmiş kişi seçmişti: Şöyle
ki, oniki
boy olan İsrailoğulları'nın her boyundan altı kişi seçmiş idi. Bu ise
yetmişten
fazla tuttuğundan, ikiniz kalsın diye de emretmiş, fakat kimlerin
kalacağı
konusunda uyuşamadıklarından, kalana da katılanlar kadar ecir var,
dedi. Kâleb
ile Yûşa' kaldılar. Musa da yetmiş kişiyle gitti. Onlara, oruç
tutmalarını,
temizlenmelerini ve elbiselerini de temiz tutmalarını emretti. Bunlarla
Tûr-i
Sîna'ya doğru yola çıktı. Daha yaklaştıklarında, dağı bir sis kapladı.
Musa da
onlarla beraber sisin içine girdi, hepsi secdeye kapandılar. Allah
Teâlâ,
Musa'ya dilediği gibi emirler veriyor ve yasakları bildiriyordu, onlar
da
işitiyorlardı ki, tevbe için nefislerini öldürmeleri gerekiyordu.
(Bakara
Sûresi'nde 54. âyetin tefsirine bkz.)
Yine
rivayet olunduğuna
göre, sis açılınca, onlar tuttular "Biz Allah'ı açıktan açığa
görmedikçe
sana iman etmeyeceğiz." diyerek Musa'ya kafa tuttular. İhtimal ki,
bununla
"Sen işittiğimiz bu sesin Allah'ın sesi olduğunu söylüyor nefislerinizi
öldürünüz diyenin Allah olduğunu bildiriyorsun, fakat biz Allah'ı
göremeyince
senin bu sözünün doğruluğunu tasdik edemeyiz." demek istiyorlar.
Nefislerini
öldürmek emrini ağır buluyorlardı. İnanamıyorlar ve inanmak
istemiyorlar, ona
inanmayı Allah'ı görme şartına bağlıyorlardı ve Allah'ı görmeyi,
kelâmını
işitmeye benzetiyorlardı. İşte o zaman bir "recfe"ye, bir sarsıntıya
tutuldular o sarsıntı bunları tutup sarsmaya başlayınca, yani Bakara
Sûresi'nde
geçtiği üzere (âyet 55, 56) onları yıldırım çarptı veya dağda bir
zelzele oldu,
onlar da düşüp bayıldılar ve belki öldüler. Bunun üzerine Musa Ey
Rabbim, dedi;
"dileseydin bunları daha önce, (yani buraya gelmeden önce, buzağıya
tapanlara engel olmadıkları sırada, görevlerini ihmal edip o sapıklara
karşı
koymadıkları ve onlardan uzak durmadıkları sırada da) helak ederdin,
beni de
öyle yapabilirdin, daha önce seni görmek isteğinde bulunduğum zaman
mahveyleyebilirdin.
Bu sözle önceki affı dile getirip, onunla sonraki affı da elde etmek
istemiştir. Yani, bizi günahlarımız yüzünden helâk etmek isteseydin, o
vakit
ederdin. Biz o zamanlar helâke daha çok müstehak idik ve bunu yapmaya
hiç bir
engel yoktu. Ancak Sen o zaman bizim helâkimizi dilememiş idin. O zaman
lutfettin, bizi helâk etmedin de şimdi içimizden bazı sefîhlerin,
kafasızların,
yani dinin hikmetini bilmez, ayağı kayacak noktalarda kendini tutamaz,
hafif
akıllıların, yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?
Etme
ya Rabbi Bu ancak Senin
fitnendir. Bu beyinsizlerin içine düştükleri fitne, sırf Senden gelen
bir
mihnet, bir imtihan ve iptiladır. Bu cihetle onlar bir anlamda mazur
sayılırlar. Zira onlara kelâmını işittirdin Sana meftun oldular,
duramadılar,
kendilerine hakim olamayıp, bir fasit kıyas ile daha fazlasına arzu
duydular da
Seni görmek istediler. Sen böyle fitneyle dilediğini şaşırtırsın, o
kendini
tutamaz olur. Dilediğine hidayet eder, bir hakikatı anlatırsın, onun
imanı
kuvvet kazanır da benzeri olaylarda sarsılmaz olur. Sen bizim yegane
velimizsin. Dünya ve ahiret işlerimizde hakimimiz yardımcımız,
koruyucumuz ve
sığınacağımız ancak sensin. Şu halde bizi mağfiret eyle, günahlarımızı
bağışla,
kusurlarımızı örtbas eyle, ve bize merhamet eyle, bizi rahmetine ve
nimetine
nail eyle, Sen, bizim velimiz olduğun gibi, mağfiret edenlerin, kusur
bağışlayanların en hayırlısısın, garazsız, ivazsız, karşılıksız en
güzel
mağfireti ancak sen yaparsın. Yani tekrar tekrar niyaz ederim ve
yalvarırım ki,
bize en hayırlı bir mağfiret ver, bu recfeden (sarsıntıdan) ve bu
helâkten bizi
kurtar.
156-
Ve bizim için bu
dünyada bir hasene yaz, bu sarsıntıdan kurtarmakla beraber bize nimet
ve afiyet
ihsan eyle, güzel işler yapabilecek güzel bir hayat ortamı ihsan eyle,
şiddetten, meşakkatten, fenalıktan arınmış, önü sonu temiz bir hayat
tayin ve
tesbit eyle, bize bu özelliklere sahip bir yaşayış tarzı takdir eyle,
onu yaz
da kolay kolay değişikliğe uğramıyacak şekilde sabit kıl da bize kendi
kendimizi öldürtme, ahirette de yine öyle yap, yani güzel bir âkıbet
takdir
edip, güzel güzel sevaplar yaz, ahiret yurdumuzun da cennet ve sırf
felah ve
mutluluk olması yazılsın ve hiç değişmez şekilde sabit olsun, çünkü biz
sana
döndük, yeniden hidayete geldik, tevbe ettik, yani sen, "kötülükler
yaptıktan sonra ardından tevbe edip inananlara karşı muhakkak Rabb'ın
(o tevbe
ve imandan sonra) elbette çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
(A'raf,
7/153) diye tevbeden sonra mağfiret ve rahmeti kesin olarak vaad
buyurdun. Biz
de tevbemizin kabulü için bütün kavmimiz namına sana başvurduk, sana
geldik. Şu
halde heyet halindeki bu müracaatımızı kabul eyle ve bizi mağfiret ve
rahmet
ile geri gönder, bize hem bu dünyada, hem de ahirette hasene, yani
iyilik yaz.
İşte
o sarsıntı üzerine Musa,
Rabbine böyle yalvardı, özür dileyip, bağışlanmayı istedi, dileklerini
ve
tevbelerini sundu , buna ne cevap aldı bilir misiniz?
Allah
buyurdu ki, azabım
benimdir, bununla kimi dilersem onu musibete uğratırım. Yani azabımın
özelliği
budur, onunla kimi dilersem cezalandırırım, ona azabımı mutlaka
ulaştırırım, o
da mutlaka isabet alır, kaçıp kurtulamaz, rahmetim ise her şeyi kapsamı
içine
almıştır. Dünyada mümin, kâfir, sorumlu, sorumsuz, hatta şey adını
alabilen her
varlık ve her ne varsa hepsini kaplamış, hepsini kuşatmıştır, onların
hepsine
şâmil olmuştur. İlerde meydana gelecek ve varlık âleminde zuhur edecek
olan
şeylerin hepsine şâmil olmak üzere rahmetim herşeyi kuşatmıştır.
Rahmetimin
özelliği de budur. Hiçbir şey yoktur ki, ilk varoluşundan itibaren
Allah'ın
rahmetinden nasibini almamış olsun. Rahmetin ona dar geleceği,
yetmiyeceği ve
yetişmeyeceği hiçbir şey yoktur. Onun rahmetinin dışında birşey
tasavvur etmek
dahi mümkün değildir. Ancak bunun böyle olması, her şeyin rahmetten
eşit pay
alması gerektiğini ortaya koymaz. İşin başında olduğu gibi sonunda da
aynı
rahmete mazhar olmasını gerektirmez. Rahmeti her şeyi kuşatmış olduğu
halde, o
her şeyi kuşatmış ve kaplamış olan rahmeti içinden her kimi azabına
uğratmak
isterse, ona azabını isabet ettirir, hükmüne ve iradesine kimse
müdahele
edemez, itiraz da edemez, azabı aynıyla isabet ve sevap olur. Şu halde
ya bu
azabda da o kimseler için bir rahmet vardır, veya o kimseler merhamete
layık
olmaktan çıkmışlar, azaba hak kazanmışlardır. Hasılı Allah'ın rahmeti
genel ve
her şeyi kapsamına alan bir rahmettir. Yaratılmış olup da bundan
nasibini
almamış olan hiçbir şey yoktur. Hatta bu sûrenin başında görüldüğü
üzere, İblis
bile önceleri cennette yaşamış ve "bana mühlet ver" dileği dahi bir
zaman için yerine getirilmiştir. Ancak bu genellikte ve genişlikte
zorunluluk
yoktur: Gelecek açısından herkes hakkında söz konusu rahmetin mutlaka
devam
etmesi mecburiyeti yoktur. İlâhî irade ve murad gerektirince kim olursa
olsun
azab ile isabete uğrar, onunla müptela kılınır.
Burada
şunları gözden
kaçırmamak gerekir:
1-
Azap ile ilgili beyanda
gelecek zaman kipiyle "isabet ettireceğim" buyurulduğu halde rahmet
konusunda geçmiş zaman kullanılarak "herşeyi kapladı" buyurulması
gösterir ki, rahmetin genişliği başlangıç açısından, azap meşiyyeti
(dileği) de
şimdiki zaman veya gelecek zaman açısından söz konusudur. Demek ki
rahmet işin
aslıdır, azap da ayrıntısıdır. Yani aslolan rahmet, yaratıcının zatının
gereğidir, azab ise kulların durumları gereğidir.
2-
Azabın ilâhî istek ve
iradeye bağlanması, rahmetin gelecek zamanda da yine ona bağlanmasını
gerektirir. Madem ki, kimi dilerse onu cezalandıracaktır, o halde
rahmetini de
kimi dilerse ona ihsan edecektir.
3-
"Azabımı, kime
dilersem ona isabet ettireceğim." karşılığıyla rahmetteki "rahmetim
herşeyi kapladı" genel hükmünü devam ve gelecek zaman bakımından da bir
tahsis anlamı vardır. ilerde azab görmesi murad olunanlar geçmiş zaman
kipinde
"herşey" kapsamı içinde iken, sonra çıkarılmış oluyor, İşin başında
rahmetin içinde iken sonra azabın sahasına giriyor ve azaba düçar
oluyor. Demek
ki, ilâhî rahmetin kapsamına girmeyen hiçbir şey yok, lakin azabı tadan
da
olacak, tatmayan da.
İşte
Hz. Musa, "bize
dünyada da güzellik yaz, ahirette de" diye dua etmekle kendi kavmine
dünya
ve ahiret hayatında iyiliğin ve rahmetin zorunlu kılınmasını ve böylece
azap
imkan ve ihtimalinin ortadan kalkmasını talep etmiş olduğundan, buna
karşılık
rahmet ümidi güçlendirilmekle birlikte onun ahiret azabının
kaldırılması
yolundaki zımnî talebi, işin başında gayet açık bir şekilde reddedilmiş
ve daha
sonra kısmen kabul edilerek şöyle buyurulmuştur:
Ben
o rahmeti, (silinmez bir
şekilde yazılmasını istediğin o haseneyi ilerde) o kimselere yazacağım
ki,
onlar takva ehli olacaklar, her türlü vazifelerini yapıp yerine
getirdikleri
halde isyandan ve şüpheli şeylerden kaçıp korunacaklar. Başlangıçta
olmasa bile
sonuçta elden geldiğince korunacaklar, ve zekatı verecekler, bu
ifadelerde Musa
kavmine çok önemli sitemler ve tarizler vardır. Yani şimdiki seninkiler
gibi,
takvayı ve zekatı önemsiz görmeyecekler, onları umursamazlıktan
gelmiyecekler,
harislik ve cimrilik etmiyecekler, ve onların hepsi bütün âyetlerimize
kesintisiz iman edecekler. Gösterdiğin bu büyük mucizelerden sonra şu
seninkilerin yaptığı gibi, inkâra ve nankörlüğe sapmayacaklar
"inandılar,
sonra inkâr ettiler, sonra bir daha inandılar, sonra yine inkâr ettiler
ve
küfürde aşırı gittiler" (Nisâ, 4/137) âyetinde buyurulduğu gibi
zikzakları
çizmeyecekler, o takva ehli müttakiler, o gerçek imanlılar kimlerdir
bilir
misin?
157-
İşte onlar o
kimselerdir ki, o ümmî resul'e, o okuması yazması olmayan ümmî
Peygamber'e
bağlanıp gönüllü olarak ona uyacaklar. İleride belli bir kitapla
göndereceğimiz
o bütün kavimlerin müjdecisine, okur yazar olmadığı halde baştan sona
bütün
bilgileri göğsünde toplayıp, ümmetine her şeyi haber verecek olan o
ümmî
peygambere, böyle olağanüstü özellikler taşıyan mümtaz mucizelerin
sahibi ahir
zaman nebisine can u gönülden uyup itaat edecekler, yani sözde, işte ve
inançta
onun arkasından gidecekler.
"Ümmî",
ism-i
mensubunda üç türlü nisbet ihtimal dahilindedir:
1-
Ana anlamına olan
"Ümm" nisbetidir ki, sanki "anasından doğduğu hal üzere
kalmış", yaratılışındaki safiyet ve fıtrat hiç değişmeden olduğu gibi
durumunu korumuş, sonradan yeni yeni değişikliklere uğramamış ve hiçbir
şekilde
bozulmamış anlamını ifade eder.
2-
Ümmete mensub olmak, yani
Arap Ümmeti'ne mensup olmak demek olur ki, "Biz hesap ve yazı bilmeyen
bir
ümmetiz." ifadesi uyarınca Araplar aslında hesap kitap bilmez bir kavim
olmakla tanınıyor idiler.
3-
Ümmül-kura'ya mensup,
yani Mekke'li demektir. Ve bu üç nisbenin üçünde de "ümmî" okuyup
yazmaya uğraşmamış mânâsına gelen bir vasıftır, bir özelliktir. Ümmîlik
sıradan
insanlar hakkında kullanıldığı zaman genelde ilim eksikliğini ifade
eden bir
noksanlık sıfatı iken, yani bir ümmînin okuyup yazanlardan daha bilgili
olması
Allah tarafından olağan durumun aksine olarak, çalışıp çaba göstermeden
ilâhî
bilgilerle donatılmış olması ve vehbî ilimlere sahip olması peygamber
için
fıtrat yüceliğine delalet eder. İlmî yüceliği ve kemâli, okuyup
yazanları aciz
bırakan bir peygamber hakkında "ümmî"lik, her türlü şüpheyi ortadan
kaldıran ve onun doğrudan doğruya Allah'tan gönderildiğini her türlü
şüpheden
arınmış olarak ispat eden harikulade bir üstün özelliktir, yani başlı
başına
bir mucizedir. Bu bakımdan "o resul, o ümmî nebî" vasfıyla anılması,
"o risaleti ve nübüvveti açık olan mucize sahibi peygamber" demekten
daha açık seçik bir belagat örneğidir. Nitekim Türk Şairi Fuzûlî, bunu
şu
beytiyle dile getirmiştir:
Bâki
mucizler ne hacet
vasf-ı hak isbatına,
Câhil
iken el, senin ilmin
yeter bürhan sana.
O
Resul, o ümmî Nebî ki, onu
onlar, (yani, ey Musa, senin kavminden onun zamanında gelecek olanlar,)
yanlarındaki Tevrat ve İncil'de onu yazılı olarak bulacaklar, ismiyle
ve
vasıflarıyla onun o olduğunda vicdanları şüpheye düşmeyecek, "onu kendi
oğullarını tanır gibi tanıyacaklar" (Bakara 2/146. Ayrıca Bakara,
2/133.
âyetin tefsirine bkz.)
Anlaşılıyor
ki, Cenab-ı Hak,
Hz. Musa'ya mîkatte ve Tevrat'ta âlemlere rahmet olan son peygamberi
bildirmiş
ve istenilen rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını vaad
ederek,
İsrailoğulları'ndan ona yetişeceklerin ona iman etmelerini ve
uymalarını
böylece teşvik ve terğip etmiştir. Tevrat'tan sonra ve Kur'ân'dan önce
İncil'in
geleceğini dahi böylece vahiy yoluyla haber verip açıklamıştır.
Tevrat'ta Mesih
ve İncil, Tevrat ve İncil'de peygamberlerin sonuncusu olan rahmet
nebisi Hz.
Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Kerîm, ismen olmasa bile vasıflarıyla ve
özellikleriyle yazılı idi ve yer almaktaydı. Hz. Muhammed peygamber
olarak
gönderildiği sırada Tevrat'ı ve İncil'i hakkiyle okuyup anlayan kitap
ehli, Hz.
Musa'nın duada istediği rahmet ve haseneye kavminin ancak Hz.
Muhammed'e uymak
sayesinde nail olabileceklerini ellerindeki kitaplarında yazılı olarak
buluyorlardı. "Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu hakkiyle okuyorlar
ve
ona iman ediyorlar..." (Bakara, 2/121).
O
Ümmî Nebî onlara marufu,
hakkı ve adaleti, aklın ve naklin güzel gördüğü hayırlı şeyleri ki
özeti
Allah'ın emrine saygı, yarattıklarına da sevgi ve şefkattir o işte bunu
emredecek, ve onları münkerden, (inkâr edilmesi ve sakınılması gereken
çirkin
şeylerden) nehyeyleyecek ki, takvanın özü de bu yüce hasletlerin
içindedir.
İyiliği emretmek, rahmeti gerektirir, kötülükten yasaklamak da azab
sebeplerini
ortadan kaldırmaya vesile olur. Ve onlara bütün o tayyibatı, (güzel ve
hoş olan
şeyleri) helâl kılarak "Yahudilerden haksızlık edenlerin zulmü yüzünden
kendilerine, daha önce helâl kılınmış olan güzel şeyleri de haram
kıldık."
(Nisâ, 4/160) âyeti uyarınca, Ey Musa, senin kavmine haram kılınmış
olan güzel,
hoş ve temiz nimetlerin hepsini, onlara helâl ve meşru kılacak.
"Allah'ın
size helal kılmış olduğu güzel şeyleri haram kılmayınız!" (Mâide 5/87),
"Yerdeki güzel şeylerden helâl ve hoş olarak yiyiniz!" (Bakara
2/168), "Kendilerine nelerin helal kılındığını sana sorarlar. De ki,
size
bütün güzel şeyler helâl kılınmıştır." (Mâide 5/4) ve "De ki,
Allah'ın kulları için ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş yiyecekleri
kim
haram kılmış?..." (Ârâf, 7/32) âyetlerinde müjdelenen bu hükümler tek
tek
yazılıp o kitapta yer alacak, gerçekten de temiz ve lezzetli olan
hiçbir şey,
içine bir murdarlık karışmadıkça o ümmete haram olmayacak, israf
edilmedikçe
yaratılıştan hoş ve lezzetli olan şeyleri yemek ve içmek günah
sayılmayacak ve
bunlar azap sebebi olmayacak. Ve bütün habis olan şeyleri üzerlerine
haram
kılacak, gerek leş, gerek kan, domuz eti, şarap v.s. gibi maddi
murdarlık ile
gerek kumar, faiz, rüşvet ve sahtekârlık gibi başkalarının hakkı olan
manevî
anlamda murdarlık ile murdar olmuş bulunan şeylerin hepsini haram ve
gayr-i
meşru kılacak. Zira murdarlığın her çeşidi yaratılıştan azab sebebi
olduğundan,
Allah'ın rahmetini kazanmak ancak bunlardan kaçınmakla mümkündür,
bunlardan
kaçınmaya bağlıdır. Herhangi bir cihetten bir murdarlığı bulunmayan
gerçek bir
güzel nimetin hiçbiri haram kılınmamış olmak ve haram kılınmış olan
şeylerin de
mutlaka bir açıdan murdarlığı bulunmak ne büyük rahmet ve böyle bir
hayat ne
kadar şükre layık bir güzel hayattır. Bunlardan başka ısrarlarını,
(ağır
yüklerini) ve üzerlerinde bulunan bağları, tomrukları sırtlarından
atacak, o
zamana kadar "Öyleyse haydi nefsinizi öldürün bakalım." (Bakara,
2/54) gibi mükellef bulundukları ve altında ezile geldikleri ağır
mükellefiyetleri neshedecek, külfetsiz, harecsiz, kolaylık ve müsamaha
üzerine
kurulu bir şeriat getirecek. Velhasıl şimdi senin kavmin için istediğin
rahmet
ve iyilik ancak o zaman bu şekilde yazılmış olacaktır. Şu halde o ümmî
nebîye,
(yalnızca senin kavminden değil, hangi kavimden olursa olsun, bütün)
iman
edenler ve onu düşmanlarına karşı müdafaa ile yüceltenler ve ona
yardımcı
olanlar, dini yaymak ve onun emirlerini uygulamak için hizmeti ve
yardımı görev
edinenler, ve onunla beraber indirilmiş bulunan o nura uyup arkasından
gidenler, yani hem onun peygamberliğiyle birlikte getirdiği Kur'ân
nuruna, hem
sünnet ve siretine, emrine ve nehyine cidden uyup arkasından giden ve
bu
vasıflarla ona gerçek birer ashab ve etbâı olanlar işte ey Musa, onlar
ve ancak
onlardır felah bulanlar. Yani, ancak o ümmî nebînin bütün bu evsaf ile
vasıflanmış olan ashab ve etba'ıdır ki, o senin haklarında yazılmasını
istediğini rahmete, o dünya ve ahiret iyiliğine kesinlikle erecek ve
azabdan
bütünüyle kurtulacaklardır. O rahmet, o hasene, o felah şimdi bilhassa
sizin
için değil, ileride genellikle bütün kavimlerin ve bütün insanların
girmesine
uygun düşen, bu özellik ve bu şartlar ile bir umumî rahmet olmak üzere
onlar
için yazılacaktır.
İşte
Rabb'i, Musa'nın o
duasına Bakara Sûresi'nin girişinde de kısaca yer alan bu cevabı verdi.
Nitekim
En'âm sûresinde de "O, kendi nefsinde rahmeti yazdı, muhakkak ki sizi
kıyamet gününde bir araya toplayacaktır." (En'âm 6/12) buyurdu. Demek
ki,
Hz. Muhammed'in (s.a.v.) peygamberliğine kadar "rahmetim her şeyi
kuşattı" önermesi ile "azabımı dilediğime isabet ettiririm"
önermesi karşılıklı denge halinde duran belli bir vakte kadar da
hükmünü
yürüten geçici bir durum idi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden
itibaren ona
iman ve ittiba şartiyle zorunlu ve genel bir kural oldu. Yani rahmet
önermesi
ile azab önermesi birbirinden ayrılarak bütün beşeriyet için dünyevî ve
uhrevî
rahmetin yollarını, şart ve gereklerini bütün açıklığıyla ve
kesinliğiyle
gösterecek ve azabdan ebediyyen kurtulmayı sağlayacak bir tevhid dini,
bir
umûmî şeriat yazıldı, kararlaştırılıp tespit edildi. Ve buna uymak,
yalnızca
rahmeti elde etmenin imkanlarını getirmedi, aynı zamanda azab
ihtimalinin önünü
kesen vücub-i rahmetin de şartı oldu. Binaenaleyh bu özellikleri
taşımayanlar
hakkında rahmetin mümkün olmadığı ve onlardan rahmetin büsbütün
kesilmiş olduğu
söylenemez. Bir kısmı için azab isabeti muhakkaktır, diğer bir kısmı
için de
özel bir rahmet ihtimal dahilindedir. "De ki, ey kendi kendilerine
yazık
etmiş olan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz! (Zümer
39/53)
buyurulmuştur. Musa aleyhisselam, bu vücub-i rahmet şeriatını o tevbe
mîkatında
özellikle kendisi ve kavmi için istemişti. Allah Teâlâ da bunun ancak
bütün
insanlığa gönderilecek ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve onun
şeriatına uymaya bağlı olduğunu buyurmak suretiyle bu müjdeyi umuma
mahsus
olarak vaad buyurdu. İşte Musa kıssasının sonuçta dönüp dolaşıp vardığı
nokta,
bu rahmet şeriatının ve ahir zaman nebisinin ileride geleceği
meselesidir.
Yukarıdan beri anlatılan diğer peygamber kıssalarının da esas maksadı,
ve son
hedefi budur. Ve işte bu altı peygamber kıssasının başında geçen
"Rabbiniz
o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşı istivâ
etti,
hükmü altına aldı." (A'raf, 7/54) âyetindeki ilâhî istivânın bu
oluşumda
bir tecellisi vardır. "Muhakkak ki, zaman, Allah'ın gökleri ve yeri
yarattığı günkü şekliyle dönüp dolaşmaktadır." hadisi şerifi gereğince.
Hz. Muhammed'in zamanından itibaren zaman, geçmiş zamanlardaki akışına
bir son
veriyor ve rahmânî bir istivâ ile yepyeni bir tarih devri açılıyor ki,
geçmiş
zamanların ilkel harikaları ve ufak tefek şeriatları bu dinde büyük,
dengeli ve
ahenkli bir genel düzen haline girecek, "kendilerine nimet verdiğin,
ihsanda bulunduğun kulların yolu..." her şeyden önce herkese açık olan
bu
ana cadde ile herkes ve her kavim için kesin bir rahmete ve kurtuluşa
yürümek
imkânı hasıl olacaktır. İşte Tevrat ve İncil'in içine aldığı o açıklama
ve o
vaad karşısında Hz. Musa'nın bir genel Resul, yani bütün insanlığa
gönderilmiş
bir peygamber olmadığı ve İsrailoğulları'nı, ahir zamanda gelecek
peygamberi
tanımaya sevk ve teşvik ettiği ne kadar açık olarak ortaya çıkıyor.
Bundan
dolayı, Musa kıssasının bu noktasında açık ve kesin bir rahmet vaadi
ile,
âlemlere rahmet olan Hatemü'l-enbiya'ya, bütün insanlığa peygamber
olarak
gönderildiğini ilan etmesi emrediliyor ve buyuruluyor ki:
Ya
Muhammed!
158-
Ya Muhammed de ki; ey
insanlar! Ey nâs adı altında toplanmış olan bütün beşer cemaati,
muhakkak ki
ben size, sizin hepinize Allah'ın resulüyüm, yani diğer peygamberler
gibi,
yalnız kendi kavmime mahsus bir risalet ve şeriatle değil, genel
peygamberlik
ile hepinize, insanlara ve cinlere gönderilmiş peygamberim. Tebliğ
edeceğim
ilâhî hükümler,, sadece bir kavmin kurtuluş ve saadetine değil,
hepinizin ve
dolayısıyla bütün yaratılmışların iyiliğine ve yararınadır. Ben öyle
bir Allah'ın
peygamberiyim ki, göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı O'nundur.
O'ndan
başka ilâh yoktur, hakikatte ilâh ancak O'dur, O'ndan başkasına
tapınmak
batıldır, geçersizdir. Çünkü hem can verir, hem can alır. Hayat da
O'nun
elindedir, ölüm de. Diriye de O hakimdir, ölüye de. O'ndan başkasının
hükmü
yoktur. Bütün korku ve ümitlerin tek kaynağı olup tapılmaya ve ibadet
edilmeye
layık olan ancak O'dur. Şu halde Allah'a ve Allah'ın o ümmî nebisi olan
peygamberine, yani Tevrat ve İncil'de yazılı olduğu gibi, ashab ve
uyanlarına
rahmet ve kesin kurtuluş vaad edilmiş bulunan Allah'a ve Allah'ın bütün
kelimelerine, kelâmlarına, kitaplarına, âyetlerine ve mucizelerine iman
eden
yani davetini her türlü şüphe ve tereddütten uzak, tam bir inançla
yapan
resulüne iman ediniz ve ona can u gönülden uyunuz ki, hidayete
erebilesiniz.
Yazılmış olan o rahmet ve kurtuluş yolunu dosdoğru tutmuş olasınız.
Artık
yahudilerin, "Muhammed aleyhisselam kendi kavmi olan Arab'a gönderilmiş
bir peygamberdir, İsrailoğulları'na ve diğer kavimlere gönderilmiş bir
genel
peygamber değildir, İncil'in de aslı yoktur, genel peygamber ancak
Musa'dır,
demeleri aslında Musa'yı tanımamaktır. Onların bu tutumları Tevrat'ı ve
Allah'ın kelâmını tahrif ve tekzip etmekten ibaret bir zulüm ve
ötedenberi huy
edinegeldikleri bir haksızlıktan başka bir şey değildir.
Bununla
beraber:
159-
Musa kavminden bir
ümmet, (üstün bir cemaat) var dı ki, hakkı gözeterek hidayet ederler,
halkı
irşad ederek doğru yola iletirlerdi, ve hakkı gözeterek adaletle
hükmederlerdi,
adaleti yerine getirirlerdi. Bunların kimler olduğu hakkında muhtelif
rivayetler vardır. Fakat âyetten açıkça anlaşılan şudur ki, ilk
zamanlarda Musa
kavmi içindeki Peygamberler ve onlara uyan adil hükümdarlar, hakkı ve
hukuku
gözeten rabbaniler, hahamlar ve yöneticiler, bir de halk arasından
bunlara uyan
bir kısım iyi insanlar ki, daha sonra son peygambere iman edenler bu
iyilerin
halefleridir. Şu halde Musa kavminin hepsi, yukarıda kötü halleri
bildirilenler
gibi haksız ve zalim insanlar değildiler. Çeşitli boylara, değişik
ümmet ve
cemaatlere ayrılmışlardır. Şöyle ki:
160-Önce
Biz, onları sibt
sibt oniki boya, oniki ümmete ayırmıştık ki, boylardan her biri bir
ümmet
halinde bir nakib ile idare olunuyorlardı. Bunların bütünü Musa'nın
idaresinde
bulunmakla beraber, kendi özel işlerinde ayrı ayrı birer cemaat
halindeydiler.
Ve kavmi Musa'ya istiska için yani, yağmur duası için müracaat ettiği
Bakara
Sûresi'nde geçtiği üzere "Musa da kavmi için su istediği" (Bakara,
2/60) zaman, kendisine şöyle vahyetmiştik: asân ile taşa vur! vurunca,
taştan
oniki pınar sızdı, derken fışkırmaya başladı. Nitekim Bakara Sûresi'nde
"fışkırdı" (2/60) buyurulmuştur. Böylece halkın her bir kesimi, su
içecekleri yeri kesinkes bildi. Her bir boy, kendilerine mahsus bir
pınara,
özel bir su kaynağına, bir nimete kavuşmuş oldu. Bildiler ki, daima ve
özellikle su içmek için yalnız yağmur duası yeterli değil, taşları
kırıp
pınarlar, kaynaklar bulup çıkarmak ve yapmak da lazımdır. Asıl su
içilecek
yerler böyle kaynaklar ve pınarlardır. Ve bildiler ki, Allah kuru
taşlardan
böyle pınarlar akıtmaya da kâdirdir. Bunun için ümmet denilen
yöneticiler iyi
yönetici olmalı ve başında da iyi bir başkan bulunmalıdır. İşte Musa
kavminin
oniki ümmete ayrılması ve aynı zamanda hepsinin başında Musa'nın
bulunması,
herbirinin aynı yerden çıkan ayrı ayrı pınarlara ve böyle özel
nimetlere
ermesiyle ilgilidir. Hepsi aynı kökten geliyordu, ama hepsinin meşrebi
bir değildi.
Bundan başka üstlerine bulutu gölgelik yapmıştık. Öyle ki, Tih
sahrasında
gittikleri yere birlikte gidiyor, durdukları yerde duruyordu.
Üzerlerine menn
ve selva, (yani kudret helvası ve bıldırcın) indirmiştik, size
verdiğimiz
rızıkların en iyisinden, en hoşa gideninden yiyiniz, demiştik. İşte
bunlar
aslında anlaşmazlığa yatkın idiler, Tîh sahrasında hayretle dolaşıp
duruyorlarken, beyinlerindeki hercü merce, haset ve didişmeye engel
olacak ve
bununla beraber onların özelliklerini büsbütün yok etmeyecek bir taksim
şekli
ve bir teşkilat ile oniki ümmet halinde bir kavim olarak Musa'nın
yönetimi ve
peygamberliği altında birleştirilmiş ve bu suretle hem özel, hem genel
nimetlerle ihsana uğramış idiler. Böyleyken çokları nankörlük ettiler.
ve buna
karşı zulüm ve nankörlük edenler bize değil, ve lâkin kendilerine
zulmeyliyor,
kendilerine yazık ediyorlardı. Şu halde bundan böyle de haksızlık
ederlerse
yine öyledir. Nitekim:
161-
Ey Resulüm! O vakti de
onlara hatırlat ki, hani bir zamanlar kendilerine, şu karyede sakin
olun
denilmişti...
Bakara
Sûresi'nde bu kıssa,
"giriniz!" emriyle (2/58) giriş açısından hatırlatılmış idi. Burada
ise "sakin olunuz!" emriyle iskan ve ikamet açısından hatırlatılıyor
ki,
aynı kıssayı bir başka bakımdan ele almak gerektiğini de ihtardır.
Bundan
dolayı da tekrar değildir, ayrıca bir başka açıdan düşünülmesi
gerektiğini de
belirtmedir. Kur'ân'da mükerrer gibi sanılan kıssaların ve âyetlerin
hepsinin
böyle birçok özel yönleri ve durumları bulunmaktadır.
162-
Sonra içlerinden bir
kısım zalimler, kendilerine söylenen sözleri, başka bir söze tebdil
ettiler,
değiştirdiler. Mesela onlara "hıtta" deyiniz, yani orada yükünüzü
yıkıp, ikâmet ediniz, Allah'tan bağışlanma dileyiniz, denildiği halde,
sanki
"hınta" yani, buğday deyiniz, denilmiş gibi diye bağırmaya başladılar
ve Tevrat'ı böyle tahrif ettiler. Lâkin bunu yapanlar o zalimler güruhu
idi.
Zalimler, o kavmin hepsi değildi, fakat içlerinden çoğu böyleydi:
163-164-
Bir de onlara,
denizin kıyısındaki veya denize nazır olan o karyenin hâlini sor. Yani
o kasaba
ahalisinin başına nasıl bir bela geldiğini İsrailoğulları çok iyi
bilirler. Sen
bir sor da kendileri söylesinler. (Bakara, 2/56. âyetin tefsirine bkz.)
Bu
kasaba Medyen veya Taberiyye denilmiş ise de çoğunluğun görüşü, Medyen
ile Tur
arasında bulunan "Eyle" kasabası olduğudur. Onlar o vakit Cumartesi
yasağını çiğniyorlardı. Dinleri gereğince Cumartesi günü bütün işleri
tatil
edip, ibadet edecek yerde balık avlıyorlardı, çünkü sebt yaptıkları
vakit, yani
Cumartesi yasağına uydukları gün, balıklar onlara açıktan açığa sürüler
halinde
geliyorlardı, zira o gün balıklar saldırıya uğramamaya alışmışlardı, o
gün
kendilerine dokunulmayacağını hissediyorlardı, kaçmıyorlardı.
Sebt
yasağına riayet
etmeleri balıkların bu suretle o civara ısınıp alışmasına da sebep
olmuş
oluyordu. Sebt yapmadıkları gün ise gelmiyorlardı. Yani, diğer günlerde
avlanmak korkusundan dolayı öyle gelmezlerdi. Cumartesi yasağına riayet
etmedikleri gün hiç gelmeyeceklerdi ve artık o kasabanın yeşilliğinin
ve
güzelliğinin sebebi olan ekonomisi ve ticareti sönecek, zenginliği
gidecekti.
Lâkin o fasık ve saldırgan halk, Cumartesi günleri balıkların öyle akın
akın
gelmesine imrendiler, hırslarını tutamadılar da dinlerinin emrini
dinlemediler,
yasak demeyip balıkları avlamaya başladılar. Ve böylece sebtin
kutsallığını
çiğnediler. İşte o vakit bunlar ne oldular, sor da söylesinler. İşte
biz onları
böylece, işledikleri fısk u fücurdan dolayı belaya çarptırdık. O
saygısız ve
saldırgan İsrailoğulları'nı, ötedenberi fısk edegelmeleri, Allah'ın
emirlerine
itaat etmekten kaçıp, açıkça yasakları çiğnemeyi alışkanlık haline
getirmeleri,
huy edinmeleri sebebiyle böyle imtihanlara çeker, belaya uğratırız.
Yoksa
fıskta ısrar etme âdetleri ve huyları olmasa idi, böyle ağır belalara
uğratılmazlardı.
"Onlardan
bir toplum
dedi ki:" Bu cümle cümlesi üzerine ma'tuftur. Ve o kasaba halkının
yasağı
çiğnemede sürekli ısrarı ve bu konuda söz dinlemeye yanaşmaması üzerine
içlerindeki bazı iyilerin hâl ve akıbetlerini beyandır. Yani o vakitler
içlerinden bir ümmet, iyiliksever bir cemaat onlara şöyle demişti.
Allah'ın,
helâkini murad ettiği, büsbütün helaklerini değilse bile, çetin bir
azap ile
cezalandırmayı murad ettiği böyle bir kavme ne diye va'z u nasihat edip
duruyorsunuz? Yani, o kasaba halkı iki kısım idi. Bir kısmı fasık ve
saldırgan
takımı idi, bir kısmı da dindar ve iyiliksever insanlar idi ki, bunlar
azınlıkta kalmış idiler, o saldırganlara söz geçiremiyorlar, onları
önleyemiyorlardı. Bu iyiler de iki gruba ayrılmıştı: O iyilerden bir
grup
uğraşmış, didinmiş, acı tatlı dil dökmüş, zor veya kolay her yoldan
giderek ve
her usulü deneyerek zahmetler çekmiş, nasihat etmiş, ama onlara söz
dinletememiş, nihayet bıkmış ve ümitsizliğe kapılmış, Allah'dan bu
halka bir
bela geleceğine karar vermiş, o halka kin ve öfke duymaya başlamış,
sesini
kesmiş, bir köşeye çekilip sinmiş idiler. Anlaşılıyor ki, bu bezginler
o
fasıklara göre sayıca az olmakla beraber, yine de ümmet denilecek kadar
bir
cemaat oluşturuyorlardı ve kendi aralarında bir takım toplantıları
vardı.
Bunlar içinde sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki, onlar
ümitsizliğe kapılmıyorlar, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü
zahmete
katlanarak, o söz dinlemez halka vaaz ve nasihata devam ediyorlardı.
İşte
bunlar, o azgın halkı yola getirmek için vaaz ve nasihate devam
ettikçe, söz
konusu o ümitsizler grubu da bunlara "Ne diye kendinizi boşuna
yoruyorsunuz? Niçin boş yere vaaz ediyorsunuz?" yollu uyarılarda
bulunuyorlar,
"Siz niçin Allah'ın helâk edeceği veya bela vereceği böyle azgın bir
kavme
vaaz ve nasihat edip duruyorsunuz?" şeklinde sözler söyleyip, onları
yaptıkları işlerden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Onlar halkı büsbütün
kendi
haline bırakmak, ne görecekleri varsa görsünler, demek istiyorlardı. Ve
böyle
derken bir "farz-ı kifâye"nin büsbütün terkedilmiş olması ile
hepsinin günahkâr olabileceklerini de düşünmemişlerdi. Lâkin onlar bu
farz-ı
kifâyeden; vaaz ve nasihat görevinden vazgeçmediler ve cevap vererek
şöyle dediler:
Rabbinize karşı bir mazeret olsun diye, bir de belki bir dereceye kadar
sakınırlar diye, yani bizim vaaz ve nasihatımız iki sebebe
dayanmaktadır:
Birisi ve birincisi sırf Allah'a karşı bir mazeretimiz olsun diye,
Allah
tarafından hesaba çekileceğimiz vakit, "niçin kötülükten vazgeçirme
görevinizi yapmadınız?" azarlamasına karşılık elimizde bir mazeret
bulunsun diye, Allah katında böyle bir ithamla karşı karşıya kalmamak
için.
Çünkü kötülükten vazgeçirme henüz hayatta olanlara son nefese kadar bir
farz-ı
kifayedir. İkincisi de yeis yani ümitsizlik, dünyada hiçbir hususta
caiz
değildir. Ve ne kadar günahkar olursa olsun halkın tevbe ve ittikasını
arzu ve
ümid etmek de bir vazifedir. Gerçi bu hâl böyle devam ederse sonucunun
bir
helâke veya azaba varacağı muhakkaktır. Fakat insanların hali
değişiktir,
kaderin sırrı da vukua gelmeden önce bilinebilen bir şey değildir.
Nereden
bilebilirsin, bu güne kadar söz dinlemeyen bu halk belki yarın
dinleyiverir ve
belki yaptıklarından vazgeçer, kötülüklerden sakınmaya başlar. Büsbütün
sakınmazsa bile kısmen sakınır, belki bu yüzden uğrayacakları azap da
hafifler.
Ne olursa olsun nasihate devam etmek, onu terketmekten daha iyidir.
Nasihatı
bütünüyle bırakmakta hiç bir ümit yoktur. Fakat nasihate devam etmenin
hiç olmazsa
azıcık da olsa sakındırmaya sebep olması umulur. Hiçbir tepki görmeyen
fenalık
her halde daha kolay yayılır ve kısa zamanda meydan alır. Herhangi bir
fenalığın kökünü kurutmak mümkün olmazsa, hızını kesmek de önemli bir
iştir,
bunu gözardı etmemelidir. Felaket mukadder ise nasihat görevini yerine
getirenler Allah katında mazur görülürler. Anlamalı ki, iyiler
kötülerden ne
çekmiş, ne kadar uğraşmışlar. Buna karşılık kötüler de ne kadar ısrar
etmiş,
her türlü nasihate rağmen kötülükte direnmişler.
165-Sonuçta
o kavim, o azgın
ahali Ne zaman ki, yapılan o nasihatları unuttular, hiç önem vermez,
sanki hiç
yapılmamış gibi hatırlarına bile getirmez oldular, işte o zaman
kötülükten
vazgeçirmeye çalışanları kurtardık, o zalimleri de, kötülüğü itiyad
ettiklerinden
dolayı çetin bir azapla yakaladık. Diğer bir mânâca; yoksullukla
kıvrandıran
bir azapla tuttuk muahaze ettik. Bundan sonra uslandılar mı? Hayır,
aksine
azdıkça azdılar, hiç bir günahtan çekinmez, hiçbir yasaktan sakınmaz,
her
fenalığı yapar oldular. Kendilerini engellemeye çalışanlara da düşman
olup, kin
duymaya başladılar.
166-
Ne zaman ki, o
yasaklandıkları kötülüklerde daha da ileri gitmeye başladılar, büsbütün
aşırı
gidip isyana koyuldular. işte o zaman biz de kendilerine, alçak, zelîl,
her
taraftan hoşt hoşt diye kovulan aşağılık maymunlar olun, dedik. Bir
tekvinî
emirle insanlıktan çıkarıp maymunlara çevirdik. "İşte bu kıssayı, o
zaman
hazır olanlara ve sonradan gelenlere bir ibret, müttakilere de bir öğüt
yaptık." (Bakara, 2/66) Bu olayın Davud aleyhisselam zamanında meydana
geldiği rivayet olunuyor. Nitekim "İsrailoğulları'ndan inkâr edenler
hem
Davud'un, hem de Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler..." (Mâide
5/78) âyetinde de zaten buna işaret vardır. (Ayrıca Mâide, 5/60. âyetin
tefsirine
bkz.)
167-Ey
Resulüm! Onlara işte
bu kıssayı sor, o vakti de an ve hatırlat ki, Rabbin, şuna izin vermeyi
gerekli
görmüş, yani şunu kesinlikle yerine getirmiş ve uygulamıştı ki, Elbette
onların, o bütün Musa kavmi'nin üzerine kıyamete kadar öyle bir kimse
gönderecek
ki, kendilerini azabın en kötüsüne peyleyecek. Daha önce Mısır'da iken
Hz.
Musa'nın İsrailoğulları'na ilk müjdesinde "Allah, sizi yeryüzünde
başkalarının yerine geçirecek ve bakacak ki, nasıl hareket
ediyorsunuz."
(A'raf, 7/129) buyurulmuştu. Süleyman aleyhisselam zamanına kadar
İsrailoğulları, aralarındaki kötülere pek hayat hakkı tanımazlardı,
onları
te'dîp ve ta'zîp ederek, gerekirse yok ederek cezalandırırlardı.
İyilerin bu
mücadele ve mücahedeleri sebebiyle ilâhî rahmet sayesinde yükselen ve
kalkınan
kavim, yeryüzünün büyük bir kısmına mirasçı olmuştu, ünü doğuyu ve
batıyı
tutmuştu. Süleyman aleyhisselam zamanından biraz sonra artık o parlak
dönem
sona ermiş, İsrail kavmi, bundan böyle başlarında iyi yöneticiler
bulunmasına
genellikle tahammül edemez olmuşlardı. Fasık ve zalim kimselere boyun
eğmeye
razı olmuşlardı. Bir kavmin böyle bir halde bulunması ise "Ey Rabbim!
Bizim başımıza azap ve bela getirecek kimseleri gönder." der gibi fiili
bir taleptir. İşte o vakit Hak Teâlâ, İsrailoğulları üzerine azap
eyleyecek,
onları belaya sürükleyecek ve nihayet kıyamete kadar en kötü azabı
uygulayacak
kimseler musallat etmeyi gerekli görmüş ve vacip kılmış ve şu halde
Buhtü
Nassar'a müsaade edip, İsrail kavmi aleyhine böyle bir azabı icap ve
icra
eylemiştir. Bu durum, artık onların hepsi hakkında bir ceza olmuştur.
Şüphesiz
Rabb'in, azabı süratli olandır, hızla ceza verendir. Onun azabı, O'nun
dilemesi
ile hemen geliverir. Nitekim bir gün geldi onlara Buhtü Nassar'ı
gönderiverdi
de devletlerini perişan etti, yurtlarını harebeye çevirdi, eli silah
tutabilenleri katliama uğratıp, kızlarını ve kadınlarını esir, geriye
kalanları
da ağır vergilere mahkûm eyledi. Onlar bu zillet altında kaldı gitti
ki, işte
dünyada azabın en kötüsü de budur. Yine de şüphe yok ki, O senin
Rabbin, daima
gafûrdur, rahîmdir. Tevbe edenlere ve sana uyanlara mağfireti ve
rahmeti
sınırsızdır. Rabbin böylesine gafûr, rahîm olmakla beraber, öylesine
cezası
hızlı geldiğinden üzerlerine o kimseyi gönderdik,
168-
ve onları, (o Musa
kavmini) yeryüzünde parça parça eyledik, birçok ümmetlere, cemaatlere
ayırdık.
Önceleri oniki boy halinde ayrılmış olmaları, Hz. Musa'nın
peygamberliği ve
yönetimi altında kavimlerinin birliğini ve bütünlüğünü bozmayan bir
teşkilat,
yükselmelerinin sebebi olan bir nimet idi. Ancak bu sonraki bölünme,
kötü
azaptan itibaren başlayan parçalanma ve çözülme, şevketlerine ve
devletlerine
son veren bir kader çizgisi oldu. Yeryüzünün her yanına perişan bir
surette
dağıldılar ve artık bir güç, bir kuvvet toplayamaz oldular. Bu dağılan
grupların içlerinden bazıları salah ehli, iyi insanlar idiler.
Medine'de gelip
Hz. Peygamber'e iman edenler gibi, yukarıda özellikleri anlatıldığı
şekilde
gerçekten "Hakka yönlendiren ve doğrulukla adaleti yerine getiren bir
ümmet idiler." İşte içlerinde böyle iyiler olduğu gibi, bazıları da
daha
aşağı durumdaydılar. İyiliğe çok yakın ve yatkın olanlardan tutunuz da
derece
derece ta alt basamaklara kadar alçalmış olan kimseler de bulunuyordu.
Demek
ki, İsrailoğulları'nın devletleri yıkılıp yurtları tarumar edildikten
sonra
böyle dağılmaları, içlerinde iyilerin hiç bulunmadığından değil,
kötülerin
çokluğundan ve genel olarak yönetimin ve işlerin kötülerin eline geçmiş
olmasından ve onlar tarafından temsil edilmelerinden dolayı idi.
Parçalandıkları zaman bile içlerinde bazı salih ve iyi insanlar vardı,
aşağılıkları da vardı. Ve Biz onları (yani parçalara ayrılmış olan
çeşitli
grupları), hem hasenat ile (yani sıhhat, servet ve refah ile), hem de
bunların
zıddı olan kötülükler (yani hastalık, kıtlık ve yokluk) ile imtihan
ettik.
Allah, onları İranlılar ve Romalılar gibi değişik kavimlerin eli
altında ibret
alınacak bir çok acı tecrübelerden geçirdi ki vazgeçeler, kötü
huylarından
döneler, küfürden ve günah işlemekten tevbe edip Hakk'a döneler, salaha
yüz
tutalar diye. Fakat içlerinden salaha yönelenler olduysa da pek çoğu
dönmediler. Hz. Muhammed'in asrından önce böyleydiler.
169-
Sonra onlara
arkalarından daha bozuk birtakım kimseler halef oldular. Bunlar iyice
dejenere
kimselerdi. Oysa kitaba mirasçı olmuşlardı. Tevrat, öncekilerden
bunlara miras
kalmıştı, bunların ellerine geçmişti, okumasını yazmasını
öğrenmişlerdi,
eğitim, öğretim, fetva ve hüküm verme mevkilerine geçmişlerdi. Lâkin
kendileri
kitaba sahip çıkmıyor, onun hükümlerine sarılmıyor ve uymuyorlardı,
ancak onu
diledikleri gibi, işlerine geldikleri gibi kullanıyorlardı. Bakınız
neler
yapıyorlardı? Şu ednanın arazını alıyorlar. Şu alçak veya en yakın
âlemin,
geçici çıkarlarını elde ediyor, hakkı değiştiriyorlardı, bir de ileride
bize
mağfiret edilecek diyorlar, nasıl olsa mağfiret olunacağız diye hüküm
veriyorlar, kendi yanlarından günah bağışlıyorlar. Ve böyle derken
şayet
kendilerine aldıklarına benzer bir başka fayda gelirse, bir rüşvet daha
sunulursa yine alıyorlar, tevbe etmiyorlar, tevbe etmedikleri halde
mağfiret
olunacaklarına hükmediyorlar da bu suretle bayağı servetler ve dünya
malı için
kitap ile oynuyorlar. Vaktiyle kendilerinden Allah'a karşı haktan başka
bir şey
söylemiyeceklerine dair o kitabın misakı alınmadı mı? Mirasçı oldukları
ve
mensup bulundukları o kitap gereğince, üzerlerinde böyle bir misak yok
mu? Evet
vardır ve alınmıştır. Ve onlar o kitaptaki bilgileri ders ettiler. O
misakı ve
bu gün inkâr ettikleri gerçekleri, o Resul, o ümmi Nebî, o ittika
konularını
vaktiyle tekrar tekrar okudular ve okutup öğrettiler. Yani Tevrat'ta
yazılı
olan bütün bilgileri çok iyi biliyorlar. Ve ey rüşvetçiler! Artık akıl
etmez
misiniz ki, ahiret yurdu müttaki olanlar için daha hayırlıdır, yani
öyle haksız
kazançlardan, rüşvetten ve irtikaptan sakınan, uzak durup korunanlar
için daha
hayırlıdır.
170-
O kitaba sıkı sıkıya
sarılanlar ve sarılmayı sağlayanlar, ve namazı kılıp kıldıranlar ise
muhakkakki, biz böyle iyilik yapanların ecrini, sevabını zayi etmeyiz,
yitirip
kaybetmeyiz.
İşte
bu öğütlerden ders
almayan ve kitaba sıkı sarılmaya yanaşmayan o bozuk kimselere, biri
İsrailoğulları'na özel olarak yapılmış zorlama misakı, öbürü genel
olarak bütün
insanlara şamil olan fıtrat misakı, her iki misakın da yeniden ilan ve
ihtarı
emriyle Hz. Peygamber'e buyuruluyor ki:
171-
Natk : Bir şeyi hızla
çekmek demektir ki, bunun sonucu olarak, bir şeyi yerinden koparıp
atmak
anlamıyla da tefsir edilir. Nitekim erkekten zürriyet tohumunu çekip
koparan
rahime denilir. Ve bir hadisi şerifte buyurulmuş ki, "Bakireler ile
evlenmeye özenin, çünkü onların rahimleri daha çekici ve ağızları daha
temizdir
ve aza en fazla kanaat edenler de onlardır." demektir. Diğer yerlerde
"üstlerine Tûr'u yükselttik" buyurulmasına göre burada
"nakt"ın da bu anlama gelmesi gerekir ki, o zaman şöyle demek olur:
Ya Muhammed! Kendilerine verilen kitaba sıkı sarılmayan o Yahudi
soyuna, o
vakti de hatırlat ki, hani o dağı şiddetle çekerek bir dam gibi
üstlerine
kaldırmıştık, Onlar da onu gerçekten üstlerine düşecek zannetmişlerdi.
Yani,
yola gelmedikleri takdirde o dağın tepelerine düşeceğine öylesine
inanmışlardı
ki, sanki dağ düşmüş de altında kalmışlar gibi korku ve acı içinde
kalmışlar,
hemen yerlere kapanmışlardı. İşte böyle bir tehdit ve tazyik altında
kıvranırlarken, kendilerine şöyle demiştik: Size verdiğimizi kuvvetle
tutun,
gönderdiğimiz kitaba ciddiyetle, samimiyetle, bütün zorluklara
katlanarak,
azimle sarılın, onu sımsıkı tutun. Veyahut haydi bakalım, tepenize
indirmekte
olduğumuz bu dağı, bu korkunç mucizeyi ellerinizle tutun, önlemeye
gücünüz
yeterse bunu durdurun. Ve haydi bundaki mânâyı (yani kitaptaki veya bu
dağ
mucizesindeki mânâyı, emirleri, nehiyleri, vaatleri, ve tehditleri)
anın,
belleyin, hiçbir zaman da hatırınızdan çıkarmayın ki, fenalıktan
korunabilesiniz, böyle zorla ve zor ile kendilerinden itaat misakı
alınmıştı
ki, buna "ilcai = zorla misak" adı verilir. Ve genellikle rivayet
şekli de şudur:
Tevrat
hükümleri ağır ve
çetin olduğundan dolayı İsrailoğulları, bunları kabule yanaşmamışlar,
Allah da
Tûr'u üzerlerine kaldırmış, kabul ederseniz ne âlâ, yoksa bu dağ
tepenize
inecek denilmiş, dağın durumunu görünce hepsi düşüp sol kaşları üzerine
secdeye
kapanmışlar ve secdede de dağın üzerlerine düşme korkusundan sağ
gözleri ile de
bir taraftan dağa bakarlarmış. İşte bunun için Yahudiler secde
edecekleri zaman
böyle yaparlar ve "Bu secde bizi cezadan kurtaran secdedir." derlermiş.
(Bakara Sûresi, 2/63, Nisa Sûresi, 4/145. âyetlerin tefsirlerine bkz.)
İsrailoğulları'nın
aykırılıklarını, zor ve baskı görmeyince hakka boyun eğmeme huylarını
anlatan
bu kıssanın hatırlatılmasındaki mânâ, Allah'ın hükmüne ve kudretine
karşı
koymanın mümkün olamıyacağını, gönül rızasıyla itaat etmeyenlerin,
nihayet
zorla boyun eğmeye mecbur olageldiklerini ve o dayanılması mümkün
olmayan
zorlama ve baskı mucizesinin hükmü unutulmamak gerektiğini
bildirmektir. Çünkü
o ve onun gibi ilâhî baskıların her zaman mümkün bulunduğunu ve asıl
insanlığın, o duruma düşmeden, hürriyet içinde ve gönül rızasıyla
hakkın emrine
boyun eğmede ve kitaba sarılmada olduğunu anlatmaktır. Gerçi her
isyanda dağlar
yerinden oynayıvermez, her vakit Hz. Musa'nın mucizesi gibi bir mucize
olmaz,
fakat Allah'ın emrini tanımayan ve hakkın koyduğu ahkam ile mücadele
etmek
sevdasında bulunanların şunu bilmeleri gerekir ki, Allah Teâlâ, her
zaman için
dağlar kadar belaları insanların başına yıkmaya kâdir bir yücelik
sahibidir.
Cisimler
arasındaki çekim
kuvveti bir anda değişebilir, O'nun emri ve iradesiyle değil dağlar,
dünyalar
bile yörüngesinden çıkabilir. Aklı olanlar herhangi bir zelzelenin, bir
volkanın nasıl bir gücün eseri olduğunu ve bu gücün ne demek olduğunu
unutmamalılar. Bir takım insanlar, bunların insanların işlediği
günahlarla hiç
ilişkisi yoktur diye bilir bilmez konuşur dururlar ki, bu gerçekten çok
yanlıştır. Çünkü yerin ve göklerin melekûtu yalnızca Allah'ın
elindedir, O'nun
irade ve idaresindedir.
Gerçi
bütün tabiat olayları
beşerin günahlarına ceza değildir. Lakin hepsinin insan hayatıyla
yakından
ilgili olduğu, ufak bir sis olayının bile insanları etkilediği
kesindir. Hiçbir
olay yoktur ki, insanların isyana cüret ettiği Allah Teâlâ'nın
kudretini
göstermiş olmasın, yine hiçbir olay yoktur ki, insanlar için karşı
konulması
imkânsız bir ilâhî kudretin azametini, yüceliğini göstermesin. ibretle
bakanlar, böyle bir kudretin sahibine karşı nasıl bir tutum ve davranış
içinde
olmaları gerektiğini görürler ve kendilerine çeki düzen verirler.
Tabiat
kuvvetleri nasıl karşı konulmaz bir özelliğe sahipse, Allah'ın insan
hayatı
için koyduğu din kuralları da öyle bir kesinliğe sahiptir. Çünkü her
ikisi de
aynı şekilde ilâhî iradenin eseridir. Ben burada kendi işimle gücümle
meşgul
iken filan yerde bir dağın çökmesi, zelzelede binlerce insanın hayatını
kaybetmesi, benim günahımın, veya orada yaşayanların günahlarının eseri
değilse
bile, bana, onu yapan kudrete karşı günahlarımın tehlikeli sonuçlarını
ihtar
eden bir uyarı, bir tehdit olduğunda, o kudretin bana karşı da bir
zorlamayı
içermiş bulunduğunda şüphe mi vardır? Bundan başka Allah Teâlâ'nın,
doğrudan
doğruya insanların işledikleri kötülüklerle ilgili olan o kadar
âyetleri vardır
ki, kendi gücünün sonsuzluğunu gösteren âyetleri de o kadar çoktur ki,
bunlar
sayıya gelmez. İşte bütün âyetler, kendi gönül rızasıyla Allah'ın
emrine itaat
etmeyenleri, fenalıktan korunmak istemeyenleri, Allah Teâlâ, herşeyden
önce bu
cebrî âyetlerle ve tedbirlerle ittikaya davet eder. Hür iken esir
eyler. Bununla
da yola gelmeyenleri ebedi azabına çarptırır. Bunun için insanların, şu
fıtrî
misakı akılda tutmaları icab eder:
172-
Ey Resulüm! Onlara o
vakti de hatırlat ki, hani Rabbin, Âdemoğulları'ndan, (şimdikilerden
tutunuz da
nesilden nesile ta Hz. Âdem'e varıncaya kadar Âdem oğullarının zürriyet
sahibi
olanlarından zincirleme olarak her birinin) bellerinden zürriyetlerini
aldı,
yani kudret eliyle seçip ayırdı, vücuda getirdi. "ve onları kendi
kendilerine karşı şahit tuttu," şahit yaptı, kendi varlıklarından bile
habersiz olan o şuursuz hücrelere "Ben" ve "Ben ötesi"
şuurunun, bilfiil mebdeini verdi: Her birine şuhud ve şehadet
fıtratını, kendi
varlığında hakkın etkisini duymak ve duyurmak, itiraf etmek, tanıklık
eylemek
yaratılışını, insanlık ruhunu verip, hepsini varlığına ve birliğine
şahit kıldı
da kılarken Rabbiniz değil miyim? Dedi. Üzerinizde dilediğim gibi
tasarruf eden
ve etmek hakkı bulunan yegane malikiniz, mürebbiniz, yetiştirip
geliştireniniz,
yaratıcınız ve hakiminiz olduğuma şahitsiniz, şahitlik edeceksiniz
değil mi?
diyerek, hitab-ı nefsîsi ile hitap eden ve emanetini yükleyen rablığını
ikrar
ettirdi. Hepsi de "evet dediler," evet pekala Rabb'imizsin, biz buna
şahidiz dediler. Terbiye ve emaneti kabul edip şahitliği taahhüt
eylediler. Hasılı
insan hiçbir şey değil iken, âlemlerin Rabb'ının, rablığının gereği
olarak, bir
üreme ve gelişme kanununun etkisi altında yaratmasının ve terbiyesinin
eseri
olarak şuursuz zerreler halinde meydana çıkarılıp bütün duyguları ve
zevkleriyle şuurlu birer insan fıtratına geçtiler, birer insan kimliği
ve
kişiliği aldılar, hiçbir muhalefette bulunmadan ve bulunamadan ilâhî
takdire
uydular, o vakit onlarda inkâr, küfür ve inat yoktu, dış dünyadan
hiçbir şey
tanımıyorlardı. İşte böyle kendileri hiçbir şey değil iken bir zürriyet
halinde
sulb (bel)den alınıp, ana rahminde döllenme ve büyümeye atılan ve
mutlak
"Ben" ve "ben ötesi" ilişkisi içinde zaruri bir şahitlik ve
görüntü, bir etki-tepki ilişkisinin sonucu olan bir şuur fıtratına
girip,
mükemmel bir akıl ve idrak, bir anlama ve anlatma, bir irade ve hür
seçim
hayatının gelişmesine doğru giden, bütün oluşum süreci içindeki
faaliyetlerinde
yalnızca
O'nun
emrine, kanununa boyun
eğiyor ve ancak O'ndan yardım ve destek alıyorlar. Ve gerektiğinde
bunun böyle
olduğunu söylemeyi, şahitlik edip dile getirmeyi de bir boyun borcu
biliyorlardı. İşte Âdem'in ilk evladından itibaren herkes Rabbinin
verdiği ve
emrettiği insan fıtratını, O'nun verdiği vücuda şuhudu alıp kabul
etmekle
Rabb'i ile kendisi arasında böyle bir icap ve kabulün sonucu olan bir
fıtri
akit (doğal bir sözleşme) altına girmiş ve kendi varlığında Rabb'ine
şahitliği
ve O'na kulluğu taahhüt etmiştir. İşte bu mukavele ve fıtrî misak,
insanlığın
dindarlığının başlangıç noktasıdır. Bu nokta dindarlığın olduğu kadar,
hukukun,
ahlâkın, sosyal hayatın ve medeniyetin de başlangıç noktasıdır,
çekirdeğidir.
Birçok tefsir âlimi, demişlerdir ki, burada bu şahit tutma ve misak
alma olayı,
temsili bir mânâdadır. Allah Teâlâ bütün insanları fıtratlarının
başlangıcında
tevhid inancına ve İslâm'a kabiliyetli olarak yaratmış, objektif ve
subjektif
delillerle Allah'ın rablığını algılayabilecek şekilde ve İslâm'a yatkın
olarak
halketmiş olduğunu böyle bir temsilî istiare (sembolik bir ifade)
yoluyla
tasvir etmiştir. Şöyle ki: Allah Teâlâ'nın beşer varlığına akıl ve
basireti
yaratılıştan ihsan etmesi ve bunlar için iç dünyada ve dış dünyada bir
takım
deliller meydana koyması ve böylece onları mükemmel bir şekilde donatıp
kendi
Rablığını bilmeye, tanımaya yöneltmesi, diğer taraftan insanların da
doğuştan
gelen bu donanımlarla Allah'ı tanımaya yönelmiş olmaları, Allah
Teâlâ'nın
onları emir ve hitap yoluyla itirafa sevketmesi, onların da tereddüt
etmeden
bunu kabul ve icabete koşmaları şeklinde benzetme ve istiare olarak
tasvir
buyurulmuştur. Nitekim "Daha sonra gök ile yere buyurdu: Her ikiniz de
ister istemez gelin, dedi, onlar da isteyerek geldik, dediler."
(Fussilet,
41/11) âyetinde de emre icabet böyle bir temsilî yolla ifade
buyurulmuştur.
Bunda da bilinen şekliyle ve gerçek hayatta olduğu gibi karşılıklı
konuşma ve
sözleşme şeklinde bir mukavele düşünmek gerekli değildir. Sanki öyle
denilmiş
ve karşılığında öyle cevap alınmış gibi hukukî geçerliliği olan
kuvvetli bir
fıtrî misak vardır. Yani, bu sözleşme dille söylenmiş, sözlü ve ikrara
dayanan
kelâmi mahiyette bir misak değildir, bir marifet kuvvetinin, bir tanıma
olgusunun doğal durumu açısından bir fiilî misak demektir. Kur'ân'da ve
diğer
semavi kitaplarda bunun gibi temsilî anlatımların bulunduğu herkesçe
bilinen
bir şeydir. Bu türlü anlatımlar herkes tarafından kolay anlaşılmayı
sağlar.
Kelâmcılar da hep bu görüşü savunmuşlardır. Fakat dikkat edilirse
burada başka
önemli bir nokta vardır. Asıl mesele insanların yalnızca iç dünya ve
dış
dünyadaki delillerden hareketle Allah inancına kavuşmaları değil,
insanın
yaratılış olayının bilfiil bu delillerden biri olması, her insanın,
bizzat
kendi varlığıyla ve cinsinin varlığıyla Rabbin varlığına ve birliğine
şahitlik
etmekte oluşu, kendi varlığının Rabbin varlığına delil oluşudur. Henüz
bu
şahitliği kendisi aklı ve dili ile yapmamış olsa bile, bizzat
yaratılışıyla
bunu deruhte etmiş oluşudur. Başka bir deyişle insanlar için Allah'ı
tanıma,
Rabbin birliğine inanma, hakka boyun eğme meselesi, yani iman ve İslâm
meselesi, yalnızca bilimsel delillerle elde edilecek sırf nazari bir
bilgi
meselesi olmayıp, kendi fıtratında yaratılıştan var olan ve şuhud-i
nefsî (iç
gözlem) denilen kendi içini duyma ve genel olarak kendisinin kendisi
olduğunu
tanıma şuuru ile birlikte kendi varlığında, daha doğrusu varlığının
özünde
gerçekleşmiş olan kesin bir tanımadır. Şu kadar ki, kendi varlığının
farkında
olma gibi açık seçik değildir, kendini tanımanın altında yatan bir
gizli
şuurdur ki, açık bilinç ile duyulup farkına varılması dikkatini kendi
içinde
keskinleştirmeye veya içten ve dıştan gelen bir uyarıcıya muhtaç olan
bir
farkına varmadır. Zira insanın böyle sezgi yoluyla duymuş olup da
bilinç
yoluyla farkına varamadığı bir takım derin olguları vardır ki, bir veya
mükerrer uyarıcılar sayesinde onun farkına varır. İşte Allah inancının
temeli
olan içimizdeki ilâhî sezgi de mutlak anlamıyla "benlik ötesi"
bilinci gibi, böyle şuhudî bir tanımadır. Nefis fıtratı içinde
merkezleşmiş bir
içgüdüdür. Daha sonra bu şahitliği eda ve ifa etmeyen, yani ikrar edip
yerine
getirmeyen, hatırlatma ve uyarılara rağmen inkâr ve küfürde ısrar
edenler, ya
kendi vicdanına karşı direnmiş ya da fıtratı bozulmuş, kendilerinde
yaratılıştan ihsan edilen bu tabiat kalmamış olan, yani kavlen veya
fiilen bu ahdi
bozmuş ve kendilerine yazık etmiş olan zavallılardır. Nitekim Fransız
filozofu
Auguste Comte, insan üç hâl geçirir: "Birinci devirde ilâhî, ikinci
devirde tabiatüstü, üçüncü devirde de tabiî olur." dediği zaman önce bu
fıtratı hissedip itiraf ediyor, sonra da kendinde o fıtratın bozulmuş
ve
bozukluğun kesinleşmiş olduğunu ilan eylemiştir ki, bu durum onun bütün
insanlığı görmesinde değil, yalnızca kendi nefsindeki değişmeyi ve
fıtrat
bozukluğunu görerek, bütün insanları da haksız yere kendine kıyas
etmesindendir.
Halbuki terakki ve tekamül, fıtratın bozulmasında değil, gelişmesinde
ve
inkişaf etmesindedir. Zaten fıtratın bozulması "Sonra onların yerini
dejenere olmuş bir nesil aldı." âyetinde de görüldüğü gibi, bir
gerilemedir. Şimdi mesele "marifetullah" denilen Allah'ı tanıma
duygusunun, öyle bir fıtrî bilgi ve insanın buna şahitlik etme görevini
yüklenmiş bir fıtrî şahit olması açısından ele alınınca, bu misakın
sırf
tekvini (yaratılışla ilgili) olmayıp, aynı zamanda emri ve kelâmı, yani
söze bağlı
bir özelliği de bulunduğunda şüphe etmemek gerekir. Zira mesele
yalnızca ilk
yaratılış anını ilgilendirmiyor, aynı zamanda hayatta olduğu müddetçe
bunu
insanın kendi içinde hissetmesi olgusunu da ilgilendiriyor. Mesele
bilinç ve
içgözlem ile de yakından ilgilidir. Yalnızca yaratılışa ait tekvini bir
olay
olsa idi, daha sonra bu şehadeti eda etmeyen hiç kimse bulunmamak
gerekirdi. Ve
nefse ait şahitliğin söz konusu olduğu her hangi bir bilinç olayı ise
her hal ü
kârda lafzî kelâm ile değilse de, nefsî kelâm ile ilgili olmaktan uzak
kalmazdı. Çünkü ruh, bir ilâhî emir olduğundan bütün ruhsal olayları ve
bilinçle algılanabilen şeyleri, farkına varılabilen olaylardan sayılmak
gerekir. Her şuurda ruhsal bir tebliğ vardır ki, kelâmın da özü odur.
Şuur ile
ilgili olmayan oluş ve sezgilerde bu tebliğ yoktur. Bundan dolayı bir
ruhun,
bir şuur gücünü yaratması, aynı zamanda onu kendisine duyurması, yani
ifadeye
zorlamasını da gerektirir. Şu halde söz konusu misak tekvinî olmakla
beraber,
ruhsal ve sözel özelliği de haiz olduğundan, buna mukavele demek de
doğru olur.
Ancak bu hitap lafzî kelâm ile değil, meleklere olduğu gibi, nefsî
kelâm ile
yapılmış bir tebliğ şeklinde algılanmalıdır. Alış bir tekvin, şahit
getirme ise
ruh üflemeyle ilgili bir tekvin ve tebliğ "Rabbiniz değil miyim?"
hitabı benlik ötesinden bir takrir, buna karşı "Evet Rabb'imizsin" de
bu tekvin, şahit getirme ve takrire mutlak bir boyun eğme, ruhsal bir
kabullenme ve gereğini yerine getirmeyi taahhüt etmedir. Her insanın,
insanlığının özünü oluşturan "ben" ve "ben değil"
bilincinin içinde işte bu taahhüt yatmaktadır. "Ben sizin Rabbiniz
değil
miyim?" hitabının başında "dedik ki" veya "diyerek"
şeklinde bir müteallâkın bulunmayıp bunun mukadder (gizli) bırakılması
da bunun
bir lafzî kelâm değil, nefsî kelâm olduğuna işaret eder. Sonra
bilinmektedir
ki, şer'î ve hukukî anlamda bir sözleşme akdinin hakikatı bir icap ile
bir
kabulün arasındaki bağlantıdır. Bu icap ve kabulün, her zaman lafzî
kelâm ile
olması da şart değildir. Asıl akit, iki kişinin bir maksatta
birleşmesi, fikir
birliği etmesidir. Taraflardan rızaya, yani itirazın terkine delalet
eden her
hangi bir hareket de icap ve kabul olabilir. Şu halde bu misak, sırf
akıl ve
istidlal gücünün tekvinî anlamda dahi olsa şeriat ve hukuk açısından
geçerli olan
hakiki bir akit ve misak demektir.
Ancak
bu bakımdan söz konusu
mukaveleye, mukavele diyebilmek yine de temsilî ve mecazi bir anlam
taşır.
Fakat açıkladığımız mânâ ile bu tekvinin ruhi olması ve bir nefsi kelâm
özelliğini de taşıması bakımından buna mukavele adı verilmesi dahi
hakikat
olur. Nitekim ilk devir tefsir âlimleri de bunu bir temsil değil, bir
hakikat
olarak rivayet ve izah etmişlerdir. Bundan dolayı formülü sadece bir
temsil
değil, aynı zamanda bir hakikattir.
Gelelim
bu misakın ne vakit
meydana geldiğine: Bu hususta da üç görüş vardır:
1-
Birçokları zürriyetin,
baba sulbünden ilk yaradılışında ve daha ana rahmine konulmadan önce
meydana
geldiğini söylemişlerdir ki, bunlar âyetteki şahit tutma ve hitaba
mazhar olma
zamanının bu zaman olduğunu söylemişlerdir. Bu "ahiz" (olma) zamanı,
zürriyetin sulbden ana rahmine konduğu zaman değil, zürriyetin baba
sulbünde
varlık alanına çıkması, ilk meydana gelmesi demek olduğunu
savunmuşlardır.
Gerçekten de zürriyet, nesil ve evlad demek olmakla birlikte, bunun
asıl mânâsı
gayet küçük karınca demek olan "zerr"den veya saçılmak mânâsı gayet
küçük karınca demek olan "zerr"den veya saçılmak mânâsına
"zürur"dan alınmış olarak üreme suyu içindeki canlı zerreciklerdir
ki, hem tekli anlamıyla, hem çoğul anlamıyla kullanılır. Şu halde bu
görüşe
göre, bu şahid tutma (işhad) ve "elestü" hitabı, babanın sulbünden
çıkan bu zerrelere, ilk çıktıkları sırada, yani yaratılır yaratılmaz
yapılmıştır. Bu da bu zürriyetin bütün insan varlığını kapsayan bir
canlı, yani
büyümeye aday bir insancık olduğunu kabul etmekle mümkün olur. Lâkin
bizim
açımızdan bu böyle değildir. Ve hatta "Biz onu şekilden şekile sokarak
yarattık." (Müminun 22/14) ve benzeri Kur'ân âyetlerine de zahiren ters
düşmektedir. O zerrecikler bilfiil insan değil, bilkuvve bir insancık
sayılabilir, ancak döllenme sonucunda bir insan olabilmeye aday bir
hücrenin ve
belki henüz hayvani hayat haline gelmemiş bitkisel hayatta bulunan bir
tohumcuğun, bundan insan yaratılacaktır ihtimaline binaen, insan
sayılması ve
insan yerine konulması bizce doğru değildir. Buna henüz insanî ruh bile
üflenmemiştir. O halde bunların kendi nefislerine şahit tutulmaları ve
hitaba
muhatap olmaları uzak bir temsil ihtimalinden başka bir anlam ifade
etmez. Bu
arada bazıları daha da ileri giderek, demişlerdir ki, zürriyetler
üzerindeki bu
misak, kendi babalarının değil, ta Âdem aleyhisselamın sulbünden
çıkarıldıkları
zaman yapılmıştır. Çünkü bu mânâda rivayet olunmuş bazı hadisler vardır
ki,
bunlardan birinin özet olarak anlamı şudur: Allah Teâlâ Âdem
aleyhisselamın
zahr(sırt)ından kıyamete kadar yaratacağı zürriyeti çıkardı ve onlara
"Ben
Rabbiniz değil miyim?" dedi, onlar da "evet Rabbimizsin" dediler
ve o gün takdir kalemi kıyamete kadar olacak şeyleri yazdı, bitirdi.
Yani,
"Kıyamete kadar ne kadar insan gelecekse hepsi Âdem'in sulbünden çıkan
zürriyetlerle yazılıp takdir edildi ve bundan böyle beşerde üreme ilâhî
bir
kanun oldu." Bütün insanlar zincirleme olarak o zürriyetlerden gelecek
onların sülâlesi zürriyetlerden olacak ve bunun dışında Âdem'in
yaratıldığı
gibi başka âdemler, kıyamete kadar bir daha yaratılmayacak. Âdem'in
sulbünden
çıkan zürriyetlerden her biri böyle kendi sülâleleri olacak olan
zürriyetleri
de zincirleme olarak ve üreme özelliğini de bir potansiyel kuvvet
halinde kazanmış
olarak yaratan ve terbiye eden yüce yaratıcının hükmüne ve kanununa
zorunlu bir
şekilde uymuş bulunarak meydana gelecekler. Nihayet O'nun birliğini ve
Rab'lığını tanıyıp itiraf eylemek üzere bir terbiye, bir özellik
kazanmak
suretiyle belli bir taahhüde ve misaka bağlanmışlardır. Bunun için bir
kısım
tefsir âlimleri, âyetteki misakı da hadisi şerifteki bu misaktan ibaret
gibi
anlamışlar ve misak vaktinin Âdem'in sulbünden zuhura geldikleri sırada
olduğuna hükmeylemişlerdir. Lâkin hadiste "Âdem'in sırtından" âyette
ise "Âdem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini (almış) ve onları
kendilerine şahit tutmuş." (A'raf, 7/172) buyurulmuştur. Ayrı ayrı
mânâlar
ifade eden bu değişik kelimelere iyice dikkat edildiği zaman aradaki
farkı
görmemek mümkün değildir. Hadis, beşerin üreme kanununun ilk uygulama
alanına
konduğu zaman meydana gelen ilk zürriyet kapsamında bir potansiyel
kuvvet
olarak gerçekleşmeye başlayan türün toptan misakını açıklıyor. Âyet ise
bu
kanun uyarınca bilfiil meydana gelen zürriyetin her birinin kendine
mahsus olan
ferdî misakını ifade ediyor. Bundan dolayı hadis, âyetin ayrıntılı
olarak
açıkladığı kanunun başlangıç şeklini, âyet de hadisin zımmen (kapalı
bir
şekilde) ve topluca ifadesinin her nesilde ayrıntılı olarak nasıl
meydana
geldiğini açıklayıp ifade etmektedir. Bunun için âyet ile hadis,
karşılıklı
olarak birbirini izah etmekle beraber ifade ettikleri şey tıpatıp
birbirinin
aynı ve eşiti değildir. Genel olarak ve topluca insan türünün misakı
Âdem'in
sulbünden başlamış, fakat ayrıntılı olarak kişilerin misakı da bilfiil
kendi
babalarının sulbünden başlamıştır. Yani Zeyd'in misakı, Amr'ın misakı
değildir,
anaların ve babaların misakları da evlatların misakı değildir. Fakat
tür olarak
birbirine benzer ve hepsi de bir köke bağlı ve aynı rablık ilkesine
racidirler.
Aslında taahhüdün mahiyeti de bu terbiyenin mürebbisi, bu kanunun
koyucusu olan
yüce yaratıcının nimetine şükürdür. O'nun koyduğu hükümlere boyun
eğmek,
birliğini ve rablığını itiraf ve ilan eylemektedir ki, İslâm budur. Şu
halde bu
âyet gereğince herkesin kişisel taahhüdünün başlangıcını, türün
taahhüdünün
başlangıcı olan Âdem'in sulbünden saymak doğru değildir. Bir de türün
bütün
fertleriyle toptan varlığı, sırf vücud-i zihnî (zihni varlık)
kabilinden olduğu
ve bu bakımdan Âdem ismi türün bir temsilcisi sayılması açısından
hadisteki
ruhi misak Âdem'le birlikte bütün beşer türünün bir misakı diye ifade
edenler
de olmuştur. Nitekim Kâ'b-i Kurazî'den böyle bir rivayet de vardır. Bu
rivayetten, haksız yere ruhların tenasühü (reankarnasyon) fikrine
sapanlar da
olmuştur. Halbuki âyet, tenasüh fikrinin tamamiyle karşısındadır.
2-
İbnü Atıyye'nin ifadesine
göre, bazıları da bu misak ve teahhüdün zamanının, büluğa erme çağı
olduğuna
kail olmuşlardır. Zira bir zürriyetin nefsine tamamiyle şahitliği,
kendisinden
zürriyet çıkmaya başladığını gördüğü buluğ zamanında meydana gelir. Ve
tam
anlamıyla kendini tanımaya başlaması da o vakittir. Âyette ise "ahz"
(alma) ve "işhad" (şahit getirme) söz konusu edilmiştir. Bundan
dolayı bulûğa ermeyenlerin henüz taahhütleri yok demektir. Ve âyetten
bu mânâyı
anlamak hususunda iki vecih vardır: Birisi zamirleri zürriyete irca
olunmakla
beraber, zürriyete tam ve kamil veled, "ahze" de ıstıfa-yı bâliğ
(ergenin seçmesi) mânâsı vermek ve bu suretle ahz ve işhad zamanını
birleştirmek veya "ahz" zamanı ile "işhad" zamanını ayırıp,
misakın evvelini, "ahz" vaktinden "işhad" vaktine kadar
devam eden bir süre içinde başlamış ve "işhad" vakti olan bülûğ
zamanında taahhüdüyle tamam olmuş diye anlamaktır. İkincisi bu
zamirleri
zürriyete değil, "Beni Âdem"e irca etmektir ki, bu suretle âyetin
mânâsı, Âdemoğulları'ndan her biri sulblerinden zürriyetlerin çıkmaya
başladığı
ve bu suretle nefislerini duyup kendilerine karşı kendi öz gerçeklerine
ve
Allah'ın nimetleriyle terbiyesine şahid oldukları sırada bu
bülûğlarıyla diye
Allah'ın nimetini ve terbiyesini kabul edip, O'nun rablığına boyun
eğip,
birliğini tasdik ile Allah'ı tanımayı ve O'na kulluk etmeyi taahhüt
ettiler.
Bülûğ hükmü gelince "baliğ olmayız ve bu zevki duymayız demediler"
demek olur. Bu güzel bir mânâdır, fakat bülûğ vakti bu misakın akti ve
taahhüdü
zamanı değil, bilfiil icrası zamanı olduğunu da unutmamak lazım gelir.
Bunun
için:
3-
Birçok tefsir âlimleri,
bu misakın başlangıcının, zürriyetin baba sulbünden çıkıp ana rahmine
düşmesiyle başlamış ve orada alak (kan pıhtısı), mudğa (bir çiğnem et),
ızam
(kemik) ve etlenme aşamalarından ve terbiyelerinden geçerek yaratılışı
belirgin
hale gelip "Sonra onu başka bir yaratılışla meydana getirdik."
uyarınca ruh üflenerek insan şeklini aldığı zaman taahhüdünün meydana
gelmesiyle tamam olmuş olduğunu ve büluğ zamanı gelince de bu taahhüdün
bilfiil
icrası vaktinin gelmiş olacağını, yani teklif ve vazifenin başlangıç
zamanı
bulunduğunu söylemişlerdir. Fıkıh Usulü'nde beyan olunduğu üzere her
ferdin
insani şahsiyeti, hukukî ehliyeti bu misak ile bu taahhüt zamanından
başlar ve
bülûğ zamanına kadar gelişmesini tamamlayıp tekemmül eder. Bülûğdan
başlayarak
da görevler ve sorumluluklar teveccüh eyler. Bunun ilk hukukî sonucu
hayat
hakkıdır. Çocuk ana karnına düştüğü andan itibaren ana-babasına ve
topluma onun
hayat hakkını gözetmek bir vazife olur. Bundan dolayıdır ki, düşük
yapmak bir
suçtur. Ve bunun içindir ki, çocuk düşürmeye sebep olanların diyet
ödemeleri
gerekir. Ana karnındaki cenîne irs (miras) ve vasiyet sahih ve
geçerlidir ve
söz konusu cenînin büluğuna kadar lehine olan bütün tasarruflar da yine
geçerlidir. Bundan evvel, yani çocuk ana rahmine düşmeden önce ise
zürriyetin
insani şahsiyeti ve hakları belli değildir. Ancak baba sulbünde zuhura
gelmesiyle birlikte müphem ve şüpheli birtakım hakları vardır. Mesela,
azil,
din açısından mekruhtur. Şimdi âyetin içine aldığı bazı imaları da
hesaba
katarak meâlini şöyle ele almalıyız: zamirleri zürriyete raci' olmakla
birlikte
babaları olan Âdemoğulları'na veya hepsine de rucûu ihtimali vardır ve
"sizin Rabb'iniz değil miyim?" sorusunun anlattığı minnet mânâsı,
sözün gelişi dolayısıyla bu uyarı şu anlamları hatıra getirmektedir:
Bilindiği
üzere insan, insan olmadan önce kendini duymazken, sonra duyar ve
tanımaya
başlar "ben benim" der. İşte bunu diyebilmek, onu ona veren Rabb'ine
gizli bir duygu ile boyun eğmeyi ve kendi içinde O'na şahitlik etmeyi
gerektirir.
İnsanın bütün varlığıyla kendi benliğini tanıması ve müşahede etmesi de
bülûğa
erdiği andan başlar. Âdemoğulları'ndan bir babanın sulbünden bir
zürriyetin
alındığı anda Rabb'inin bu hükmüne öyle bir zevkle boyun eğmesi ve
uyması,
O'nun rablığının işine öyle bir şahitliği vardır ki, bu anda bütün
heyecanıyla
nefsini duyarken adeta kendinden geçer de Rabb'ının verdiği nimetin
zevkine
gark olur. Kendisinin baba sulbündeki halini kendisine hatırlatan bu
anda, o
babanın nefsinde Rabbinin "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına
"evet Rabbimizsin" demekten başka hakim bir duygu yoktur. Ve her
insan bülûğ anında bu zevki ve heyecanı kendinde duyar ve müşahede
eder. Bunu
müşahede edebilmesi de daha önce Rabbinin emrine uyup insanlık ruhunu
almasının
bir sonucudur. Şimdi babadaki bu zevk ve neşve de hakikatte ondan
alınan
zürriyet dolayısıyla kendini hatırlayıp Rabb'ine taahhüdünü yerine
getirmesi
içindir. O zürriyetin baba sulbünde ilâhî yaratma ile belirlenip sperma
hücreciklerinin yine Allah'ın yönlendirmesi altında bir birleşme
sonucunda
şevkle ana rahmine geçmek için harekete geçirilmesi yüzündendir. Her
insan
aslında böyle bir zürriyet iken Rabb'ının terbiyesine uyarak ana
rahminde
takdir edilen rızıklarla beslenip alâk ve mudğa aşamalarından geçerek
belli bir
şekle büründürülmüş ve en sonunda "sonra onu başka bir yaratışla
yarattık" gereğince sırf Rabbani bir emir olan ruh üflenmek suretiyle
kendisine mahsus bir yapıya ve şahsiyete sahip kılınmıştır. İşte
Rabbinin
hitabını kendi nefsinde duyup kendi varlığına karşı yaratıcısını itiraf
etmiş
O'nun birliğine ve rablığına şahitlik etme görevini üstlenmiş bir kişi
olarak
insan şahsiyeti kazanmıştır. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
hitabına "evet Rabbimizsin" demiştir. Her insan yaratılıştan gelen bir
bilinçle böyle bir taahhüdün altındadır. Kendini tanıma nimetinin
gereği,
kişinin haddini bilmesi ve kendisini yaratana şahitlik ederek O'nun
hükmüne
boyun eğmesidir. Şu halde kendini tanımanın tekemmül ettiği bülûğ
çağından
itibaren Allah'a karşı bu şehadet görevini ve kulluğunu yerine
getirmesi
insanın vazifesidir.
Biz
şahitlik ettik, yani
Âdemoğullarının sulbünden alınıp kendi özüne karşı şahit olabilir
gerçek bir
insan fıtratı verilen her zürriyetin üzerinde yaratılıştan böyle bir
taahhüt
bulunduğuna Biz azimuşşan şahitlik ettik: "Allah şahitlik etti ki,
kendisinden başka tanrı yoktur. Buna meleklerle birlikte ilim sahibi
olanlar da
adalet ve hakkaniyetle şahitlik ettiler." (Âl-i İmran, 3/18) âyetinin
hükmü gereğince şahitlik ettik. O şahitlik alma, "elest" ve
"belâ" vaktini onlara âyetimizde hatırlattık ki, ey kâfirler, kıyamet
gününde, işin sonucu bütün boyutlarıyla ortaya çıkınca, biz bundan
kesinlikle
gafil idik demeyesiniz. Kendi nefsimizi duymak, ruh ve şuur sahibi
olmak, hakkı
kabul etmeyi ve kendimiz üzerinde Sen'in rablığını ve birliğini tasdik
eylemenin bir taahhüt olduğunu ve kendimizi duymanın, kendi
varlığımızın Senin
varlığına, birliğine ve Rablığına bir şahit bulunduğunu gerçek bir
bilinçle
açıkça duymuyorduk, gizli olan bu taahhüdü bize açıkça hatırlatıp
anlatma
lütfunda bulunmadın diye itiraz etmiyesiniz.
173-
Veya şirki daha önce
atalarımız yaptı, onu biz değil, fakat onlar çıkardılar. Ve biz
onlardan gelen
bir zürriyet idik. Kendimizden haberimiz yok, yol ve delil bilmez,
atalarımızın
istedikleri yere sürüklenmiş atılmış, şuursuz, aciz, buna mecbur kalmış
kimseler idik, günah bizim değil, onlarındır. Bu günah mecburi olarak
bizim
üzerimizde kalmış olan bir mirastır. "Şimdi o iptalcilerin yaptıkları
günah ve suçla bizi sorumlu tutup helâk mi edeceksin, demeyesiniz."
Zira
size o kıyamet günü gelmeden haber verildi ki, her zürriyetin kendi
başına bir
taahhüdü vardır. Evvela zürriyetler babalarının sulbünden alındı,
çıkarıldı,
ayrıldı, onlardan ayrı bir fıtrat ve görev verildi. Öyle sırf zürriyet
olarak şuursuz
bırakılmadı. Kendi nefisleri kendilerine duyuruldu. Kendilerinden de
başka
zürriyetler çıkarıldı ve bu suretle kendiniz kendinize karşı,
Rabbinizin
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına doğrudan doğruya şahit
oldunuz lâkin şahitliğinizi yerine getirmediniz ve şirke gittiniz. Şu
halde
sizler babalarınızın taahhüdünden değil, bizzat kendi taahhüdünüzden ve
kendi
suçunuzdan sorumlu olacaksınız.
174-
İşte Biz âyetlerimizi
böyle açıklar, ayrıntılarıyla böyle ortaya koyarız, ve bu ayrıntılı
açıklamayı,
o taklitçiler belki gerçeğe dönerler diye yaparız.
175-Ey
Resulüm, onlara
hatırlat. ve kendilerine şu alçağın kıssasını da oku ki, o alçağa
âyetlerimizi
vermiştik, ilmî ve dinî haysiyeti vardı. İşte o alçak, âyetlerimizden
sıyrıldı
çıktı da onu şeytan kendisine uydurdu, o da sapıklardan biri oldu.
176-
Ve eğer dileseydik hiç
şüphesiz Biz onu o âyetlerle yükseltirdik. Lâkin o alçak, yere
saplandı, dünya
ve sefalete meyletti, kendi heva ve hevesine uydu da o âyetlerden
sıyrıldı,
dinden çıktı, alçaldıkça alçaldı. Demek ki, yükselmesine ilâhî irade
meydan
vermedi, kendi haline bırakıldı da bu düşüşten kurtulamadı. Bunun Hz.
Musa
zamanında İsrailoğulları âlimlerinden Bel'am b. Ebr veya Ken'anîler'den
Bel'am
b. Baura namında birisi olduğuna veya Araplar'dan Ümeyye b. Ebissalti
Sakafî
hakkında nazil olduğuna dair bir kaç rivayet vardır. Bel'am'ın bazı
ilâhî
kitaplara bilgisi vardı, duası makbul bir veli iken Arz-ı Mukaddes'e
girme
meselesinde Hz. Musa'nın veya Yuşa'nın aksine dünya sevgisi ile
zorbalara arka
çıkmıştı. Ümeyye b. Ebissalt da bazı din kitaplarını okumuş ve bir
peygamberin
geleceğine inanmıştı, o gelecek peygamberin kendisi olması ümidine
kapılmıştı.
O sırada Hz. Muhammed'e peygamberlik verilince hasedinden dolayı küfre
sapmıştır. Diyebiliriz ki, asıl kıssa Bel'am olduğu halde nüzul sebebi
Ümeyye
olmuştur. Fakat âyet şunu gösteriyor ki, kıssadan maksat herhangi bir
şahsın
tarifi değil, onun halini dile getirmek ve karakterini söz konusu
etmektir.
Madem ki, o heva ve hevesine uydu, dinden sıyrılıp çıktı ve insanlık
bakımından
alçaldı, işte artık onun temsili bir köpek temsili gibidir, sen onu
sevketsen
de kehler, bıraksan da kehler, yani onu yorsan da dilini çıkarıp solur,
kendi
haline bıraksan da dilini çıkarıp solur, hiçbir zaman ıstıraptan,
acıdan
kurtulamaz. Köpeğin en aşağılık hali de başka hiçbir hayvanda
bulunmayan bu
soluyuştur. İşte o kimsenin halindeki düşüş, köpeğin mesel olmuş olan
bu
aşağılık hali gibidir. Yani alçalmanın en son kertesidir. "Onları
uyarsan
da, uyarmasan da birdir." (Bakara, 2/5). İşte bu mesel âyetlerimizi
inkâr
eden o kavmin meselesidir, ki onlar, "Tevrat'ı miras alan ve onu şu
alçak
dünyanın çıkarlarına değişen o bozuk nesildir." O inkârcı kavimdir.
İşte
sen onlara bu kıssayı anlat ki, belki biraz düşünürler. İçlerinde
bundan ders
alacaklar bulunur. Yani sen, bu ihtimali de hesaba katarak anlat.
177-
Bak ne çirkin mesele
mazhar o kavim ki, âyetlerimizi inkâr ettiler ve üstelik kendi
kendilerine
zulmediyorlardı. Kendilerinde azıcık düşünce olanlar, kendilerinin bu
çirkin
hallerini ve bu çirkin mesellerini bir kere düşünüp de utanmaz mı?
178-Fakat
Allah kimi
hidayete erdirirse hidayeti bulan o olur. Kimi de dalalette bırakırsa,
hüsrana
düşenler de işte onlardır.
179-
Gerçekten de yemin
olsun ki cinlerden ve insanlardan bir çoğunu da cehennem için yarattık,
ki
bunlar hüsranlarına haklarında ezeli hüküm verilmiş mahluklardır. Lâkin
sırf
cebir tarikiyle ve kendilerinin yaptıkları ve sebep oldukları şeyler
hesaba
katılmadan ve dikkate alınmadan cehennemlik olmuş değillerdir. Aslında
başlangıçta
"ahseni takvim", yani en güzel biçimde yaratılmış, şuur fıtratını
taahhüt etmiş iken sonra "esfeli safiline" düşmüş ve cebren
kurtarılmalarına ilâhî meşiyetin ilgisiz kalmış olması bakımındandır.
Allah
Teâlâ ezeli ilmiyle biliyordu ki, bunlar ileride irade ve hürriyet
sahibi
oldukları zaman taahhütlerini yerine getirmeyecekler ve görevlerini
yapmayacaklar, fıtratlarındaki emaneti, şühudu ve marifeti ve diğer
güçlerini
hak yolunda kullanmayacaklardır, "Alçaklığa saplanıp kalacaklar ve
heveslerine
uyacaklardır." İşte o zaman Allah, onların kalplerini ve ruhsal
melekelerini mühürleyecek, hakkı duymak kabiliyetleri kapanacak, bundan
böyle
onlara öyle bir yaratılış ve huy verecek ki, artık sırf cehennemlik
olacaklar.
Allah bunun böyle olacağını, son durumlarının cehenneme varacağını bile
bile
onları yarattığı için ta başlangıçta, sonu cehennemlik birçok halk
yaratmış
oluyordu. Bu ise Allah Teâlâ'nın onları doğrudan doğruya cehenneme
zorlaması
değil, cennete zorlaması, sonu bir taraftan cennete, bir taraftan
cehenneme
giden, kârlı olabileceği gibi, zararı da olan bir hayata, kâr yolunu
taahhüt
ettirerek atması fakat taahhütlerinin yerine getirilmesini kendilerine
bırakması ve onların üstlerine yüklemesidir. Şüphe yok ki, bu taahhüdün
yerine
getirilmeyeceğini bile bile o yüklemeyi yapmak, sonuç olarak onların
lehine
değil, aleyhlerine olan bir durumdur. Allah dileseydi onları
taahhütlerini
yapmaya zorlayabilirdi ya da hiç yaratmazdı. O zaman da yokluk ve
zorunluluk
kendileri hakkında hayat ve hür seçimden daha hayırlı olurdu. Bu onlar
açısından belki hoşlanılmayan bir şeydir, ama sonuç bakımından daha
hayırlı
olduğu kesindir. Bunu Allah neden dilemedi? Bu nokta sırf O'nun
iradesine
bağlıdır ve hiçbir şekilde münakaşa edilebilir bir şey değildir. O'nun
iradesine
müdahele olunamaz. O ne mecburdur, ne de sorumludur. "Yaptığından
sorumlu
değildir." (Enbiya 21/23), başına buyruk ve ortaksızdır. O'na bir şeyi
vacip kılabilecek veya iradesine sınır koyabilecek hiçbir şey yoktur.
(En'âm
Sûresi'nde 25. âyetin tefsirine ve yine aynı sûrenin 112. âyetinin Cin
ve İns
hakkındaki açıklamasına bakınız.)
Burada
mutlak zorunluluk
(cebr-i mahz) olmadığına dikkat çekilerek buyuruluyor ki, onların
kalbleri
vardır. Kendilerine duyacak bir kalb verilmemiş ve fıtrattaki misaka
bağlanmamış
değillerdir. Lâkin bu kalblerle fıkıh etmezler, yani işi derinden
derine
anlamazlar. Kendi vicdanında duyulması ve farkına varılması gereken
şeye dikkat
etmezler, gereği gibi duyup anlamazlar, gözleri de vardır. Lâkin
bunlarla
görülecek şeyi görmezler, kulakları da vardır. Lâkin bunlarla
işitmezler,
işitilecek şeyi dinleyip duymazlar. Hasılı Allah'ın akıl ve duygu
kuvvetlerini
insan gibi ve gerektiği şekilde kullanmazlar. İşte bunlar en'âm
(hayvan)
gibidirler. Gönüllerinde, gözlerinde ve kulaklarında insanlığa mahsus
olan mânâ
ve şuur bulunmaz. Hayvan gibi sadece bir gövde ve ses ile insan olunur
sanırlar
ve yalnızca görünüş ile ilgilenirler. Veya bütün duyguları ve idrakleri
münhasıran bu dünya hayatındaki geçim sebeplerine yöneliktir. Belki
bunlar hayvandan
da daha aşağı, daha şaşkındırlar. Çünkü en'âm denilen aşağı canlılar,
yaratılıştan ve doğuştan gelen amaçlarından sapmazlar, seçebilecekleri
kadar
menfaat ve mazarratlarını seçerler, onları elde etmeye gücü yettiği
kadar çaba
gösterir, tehlikelerden korunmaya çalışır. Hiçbir uzvunu yaratılış
gayesinin
dışında kullanmaz, ileri gitmese de geri de kalmaz, yaratılışını
değiştirmez.
Onlar ise aksine gelişmeye ve ebedi mutluluğa aday olan
yaratılışlarından
gereği gibi yararlanmazlar, yararlanmak şöyle dursun onun bozulmasına
sebep
olurlar da ebedi azaba götüren bir yola girerler.
Ve
işte onlar o gafillerin
ta kendileridir. Tam anlamıyla gafil diye işte bunlara denilir. Zira
beyinleri
ve kalbleri var, fakat şuurları yoktur. Nefislerine karşı şahit
olmuşlardır da
kendi özlerinden haberleri olmaz, fıtratlarındaki misak ve taahhüdü
duymazlar,
aldırmazlar. Kendi iç gözlemleriyle, fıkh-ı nefsî denilen kendi iç
dikkatleriyle duymadıkları gibi, dışarıdan gözlerine sokulan âyetlerin,
kitabın
ve kulaklarına okunan hak kelâmının verdiği haberlerin şahitliğiyle de
duymazlar. Vücud var, vicdan namına bir şeyleri yoktur. Dini, bir
vehim;
kitabı, bir eğlence; ilâhî kelâmı, bir musıki diye karşılarlar. ilâhî
işlerle
dünya işleri arasındaki inceliğin farkına varmaz, kimin kulu
olduklarını, neye
veya kime tapacaklarını bilmezler. Gönülleri boş heva, gözleri şekil ve
resim,
kulakları anlamsız sesler, müsemmasız isimler peşinde dolaşır durur.
Kendilerine kalb, göz, kulak verip yaratan, yaratılıştan kendilerini
rablık
mîsakına taahhüt ettiren, Semî (işiten), Basîr (gören) ve eşi-benzeri
olmayan
Allah Teâlâ'ya türlü türlü şirkler koşarlar, gafletlerinden dolayı
Allah'ı
anmazlar, anarlarsa bile O'nun münezzeh şanına layık olmayan isim,
sıfat ve
özelliklerle anarlar.
180-
Halbuki Allah'ın esma-i
hüsnası (güzel isimleri) vardır. En güzel isimler O'nundur. Gerçi Allah
zatında
birdir (ehaddir) ve zatının ismi Allah'dır. Fakat sayı olan bir gibi
eşi ve
benzeri bulunabilecek şekilde bir birlikle değil, eşi ve benzeri
bulunmayan
üstün bir birlikle birdir. Zatında yalnızca vahid değil, ehaddir: Cemâl
ve
celâliyle, bütün sıfatlarındaki kemaliyle vahid ve her şeyin Rabb'i
olan bir
Samed'dir. Bundan dolayı zati, izafi, sübutî, selbî, fiilî ve manevî
özellikleri ve bu özellikleri dile getiren isimleri vardır. İlâhî
hitapta yer
alan "Biz, şehadet ettik, yarattık." gibi çoğul kiplerindeki azamet
ve ihtişam, işte ilâhî sıfat ve isimlerin bir araya gelmesinden doğan
azamet ve
yüceliği dile getirir ki, Allah yüce ismi, bütün bu sıfat ve isimlerin
hepsini
içine alan bir yüce isimdir. Allah ismi, Allah'ın kendisi gibi, eşi ve
benzeri
olmayan bir isimdir. Sıfat ve isimlerin çokluğu, zatın çokluğunu
gerektirmeyeceğinden o isim ve sıfatların her biri Allah'ın eşsiz
özelliklerinden birine delalet eder. Âdem'e öğretilen de isimlerin en
güzelleridir. Daha doğrusu en güzel isimler Allah'a mahsustur. Öyleyse
ey
müminler, O'na o isimlerle dua ediniz, O'nu onlarla çağırınız veya O'nu
bu
güzel isimlerle adlandırıp anınız. Ve O'nun isimlerinde ilhad (yani
yamukluk) edenleri
terk ediniz. Mesela bedevîlerin "Ey ikram ve yüceliklerin babası, ey
akyüzlü, ey kurtarıcı!" demeleri gibi, yanlış düşünceye ve kötü zanna
sebebiyyet verecek bozuk ifadelerden ve hadd-i zatında herhangi bir en
üst
düzeydeki kemali de ifade etmeyen isimlerden uzak durunuz. Veya
"Rahmân" ismini tanımak istemeyen müşrikler gibi, sapık düşünceyle
esmâ-i hüsnanın (güzel isimlerin) bazılarından yan çizmek isteyen,
mesela
Kur'ân'da yer alan "Güçlü, intikam alan, büyüklük sahibi, zorlu" gibi
azamet ve sonsuz kudret ifade eden ilâhî isimlerin güzelliğine itiraz
etmeye
kalkışan, ya da Allah'a mahsus olan esmâ-i hüsnayı Allah'dan başkasına
da aynen
ıtlak edip vermeye kalkan, veyahut Arap müşriklerinin yaptığı gibi,
Allah'ın
isimlerinden bazısını alıp müennes sigasıyla Allah isminden el-Lât,
el-Azîz
isminden el-Uzza şeklinde kendi putlarına isim koydukları gibi bir
çeşit isim
türetme yoluna sapan, mesela şuna buna ilâh, (müzik ilâhı, gençliğin
ilâhı,
futbol ilâhı vs.) "ilâhe, mabud, mabude, rezzak, hallâk diyen
dinsizlere
bakmayınız, onlara uymayınız, onların inkârlarını kendilerine
bırakınız. Onlar
yaptıklarının cezasını göreceklerdir.
181-Cehennem
için yaratılmış
olan böyle gafillere, böyle dinsizlere karşılık yarattığımız
kimselerden öyle
bir bir ümmet, öyle üstün bir cemaat de vardır ki, hakka sarılarak
rehberlik
ederler ve yol gösterirler ve hakkiyle adalet eylerler. Şu halde
bunların oy
birliğiyle ortaya koydukları kararlara uymak, arkalarından gitmek
hidayettir ve
bütün bunlar Allah'ın âyetlerindendir.
182-183-
O inkârcılara
bilmiyecekleri bir taraftan istidrac yaparız.
"İstidrac",
aslında derece derece çıkarmak veya indirmek demek olup, bir kimseyi
arzusuna
göre bir noktaya kadar tedricen götürüp haberi olmayacak bir şekilde
felakete
atmak anlamına bir deyim olmuştur ki, o kimse onu kendi yararına bir
terakki,
hayırlı bir gelişme zanneder, gerçekte onun için o durum, bir anlamda
uçuruma
sürüklenmek demektir. Allah Teâlâ'nın istidrac yapması da uzun süre bir
kimse
hakkında hayırlı olmayan nimetler verip onun da bunu lütuf olarak
görmesi ve
kendi tuttuğu yolun kendisi için hayır olduğunu sanması, bundan dolayı
da gitgide
gurur, kibir ve taşkınlığını arttırması ve en sonunda da bütünüyle
hayal
kırıklığına uğrayıp en acı ve en feci bir şekilde hakkında azab
hükmünün
gerçekleşmesidir ki, bu çok çetin bir azap olur. Dış yüzüyle lutuf gibi
görülen
o nimetler, işin iç yüzü açısından gerçekten bir kahırdır. İşte bundan
dolayı
buna bir keyd (hile, oyun) adı verilmiştir. Bu bir zavallının
başvurduğu bir
hile bir keyd değildir, Kâdir-i Mutlak olan Allah'ın, o kulun azabını
şiddetlendirmek için lütuf şeklinde ortaya koyduğu bir kahır ve hesaba
çekme
yöntemidir. Görülüyor ki, bu istidracta manevî bir zorlama vardır.
Fakat kulun
inkârına bağlı bir ayrıntı ve o inkârın bir cezası olan, yani kulun
kendi hür
iradesi ile yaptığı bir seçime ilişkin olan ve ömrün belli bir
noktasından başlayan
bir zorlama (cebr) şekli olduğundan, esas itibarıyla bir mutlak cebr
değildir.
184-
Bir defa olsun
düşünmediler mi ki, arkadaşlarında, yani ne zamandan beri bir arkadaş
olarak
görüşüp konuştukları ve her bakımdan çok iyi tanıdıkları ve
dostluğundan
yararlanıp durdukları Muhammed'in şahsında cinnet namına bir şey
yoktur. O bir
uyarıcıdan başka biri değildir.
Hasen
ve Katâde'den rivayet
olunmuştur ki, Hz. Peygamber bir gece Safa Tepesi'ne çıkmış, Kureyş'i
boy boy,
oymak oymak çağırmış, Allah Teâlâ'nın azabından sakınmalarını
hatırlatarak
nasihat etmişti. İçlerinden birisi "Bu adam iyice delirmiş, sabaha
kadar
bağıracak." demiş. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuş.
185-186-
Göklerin ve yerin
melekûtüne hiç bakmadılar mı? Göklerin ve yerin melekûtü demek,
göklerin ve
yerin memleketini yaratan ve yöneten hayret verici rablık ve saltanat
gücü
demektir. Yani âyetlerimizi inkâr edip, yalan sayanlar bütün bu
âlemlerin
düzenine ve Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye -bir kere olsun hiç
bakmadılar
mı? Bakıp da bunun ne büyük bir kudret olduğunu, bütün varlıkları ve
her şeyi
yaratan, ayakta tutan ve yöneten Allah'ın kudretinin ne büyük bir
kudret
olduğunu ve bütün bunlarda sürüp giden rabbanî düzenin akışını bir an
olsun
düşünmediler mi? Kâinat varlıklarından gerek her biri ve gerek o
varlıkların
bütünü birden yüce yaratıcısının varlığına delalet eden bir delil ve
O'nun
birliğini dile getiren bir kitap değil midir? Bunlara dikkat etmek ve
bir insan
ile bunlar arasındaki bir bakışın nasıl bir bütünlük, nasıl Hakk'a
götüren bir
bağlantı ve nasıl bir tevhid âyeti olduğunu iyice düşünmek insan
olmanın bir
gereği değil midir? Bütünüyle kâinatın ve büyük küçük her şeyin gözlere
sunduğu
ve sunacağı bu melekûtî manzara, Allah'ın birliğine ve Kur'ân
âyetlerinin de
dile getirdiği rablığın işlerine yanılmaz bir şahit olduğuna şüphe mi
vardır.
Onlar buna bir kere olsun bakmadılar mı? Ve şöyle bir göz atıp
düşünmediler mi?
Şöyle bir tehlike vardır: Olabilir ki, kendilerinin eceli yaklaşmıştır.
Başlarına kıyamet kopmak üzeredir. Artık bundan -bu âyetleri de inkâr
ettikten
veya ecelden- sonra, hangi söze inanacaklar?
187-
Resulüm! sana o saati
soruyorlar, onun demiri ne vakit atılacak? diyorlar. Yani kıyametin
kopacağı
zaman ne vakittir, "bu iş ne zaman olacak?" diyorlar. Bir rivayete
göre, yahudilerden, bazıları Hısl b. Ebi Kuşeyr, Şemuyil b. Zeyd Hz.
Peygamber'e gelmişler. Onu imtihan için "Ya Muhammed, eğer sen
peygamber
isen bize kıyametin kopacağı vakti haber ver, çünkü biz onu biliyoruz,
doğru
söylersen sana iman edeceğiz." demişler. Ancak belli bir vakit
söyleyecek
olursa onu yalanlamaya da kararlı imişler. Bunun üzerine işte bu âyet
nazil
olmuş. Bir başka rivayette Kureyş'den bazıları gelmişler "Ya Muhammed,
seninle bizim aramızda bir yakınlık var, bundan dolayı bize özel olarak
onun
vaktini lütfen bildir." demişler. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuş.
Âyetlerin toplam ifadesinden şu anlaşılıyor ki, bu olayların ikisi de
olmuştur.
Çünkü âyette iki kere "sana sorarlar" buyurulması da bunun iki kere
olduğuna işaret sayılabilir. O göklerde ve yerde, (yukarılarda ve
aşağıda,
yükseklerde ve alçakta, dış dünyada ve iç dünyada), ağır geldi.
Ağırlığı
hepsinin tahammülünün dışında ve dayanılmaz boyutta oldu. Onun
şiddetine ne yer
dayanabilir, ne de gökler. Onun koptuğu sırada etrafa saçtığı korkuya
ne gök
ehli dayanabilir, ne de yeryüzündeki canlılar. Kıyametin vaktini, yani
ne zaman
kopacağını keşf ve belirleme işi o kadar ağır ve güç bir mesele ki,
bunu Allah'tan
başka bilen bulunmaz. "O size olsa olsa ansızın gelecektir". Başka
türlü gelmiyecektir. Sanki sen, bunu pekçok söz konusu etmişsin,"
ısrarla
ve itina ile araştırıp keşfetmişsin, uzun uzadıya sora sora öğrenmişsin
gibi,
ya da peygamber olman dolayısıyla mutlaka bilmen lazım gelirmiş gibi
durmadan
soruyorlar. Kıyametin ne zaman kopacağından kesinlikle haberdar imişsin
veya
bunu bildirmek lütfunda bulunabilirmişsin veya bununla böbürlenirmişsin
gibi
sana soruyorlar. " De ki, onun bilgisi Allah katındadır" . Velâkin
insanların çoğu bunu bilmezler, yani bunun böyle Allah katında
olduğunun
bilgisine sahip değiller, çünkü insanların çoğu ilim ehli değiller. Bu
meselenin bilgisinin ancak Allah katında olduğunu bilmezler ve
insanların
bilebileceği şeylerden olduğunu sanırlar da o yüzden sorarlar. Bilir
bilmez
konuşurlar, kıyamet ha bugün, ha yarın kopacak, yok daha kopmayacak,
çünkü
yerin tebeddülüne, güneşin sönmesine, göklerin dürülüp bükülmesine daha
milyonlarca sene vardır veya bunların hiçbirinin aslı yoktur gibisinden
konuşur
dururlar.
188-
De ki, ben kendi
kendime ne bir menfaat sağlamaya, ne de zarar vermeye malik değilim,
ancak
Allah dilerse o başka, O'nun dilediğinden başkasını yapamam. Ve eğer
ben kendi
kendime gaybi bilebilseydim, daha çok hayır yapardım, ve bana o
kötülük, (o
dokunabilen elem ve zarar) dokunmazdı. Yani benim durumum şimdiki gibi
bir
beşer, bir kul hali olmazdı, Rab olmam lazım gelirdi. Bu ise muhal olan
bir
şeydir. Ben, bir uyarıcıdan başka birşey değilim, iman eden bir kavim
için de bir
müjdeciyim. Uyarmak ve müjde vermek için gönderilmiş bir kulum, haşa
rablık
davasında değilim. Demişlerdir ki, ilim başka şey, kudret başka şeydir.
Yalnızca
bilgi, tek başına
bilenden her türlü zararı bertaraf etmeye yeterli değildir. Şu halde
gaybı bilmek
rablığı gerektirmez. Buradaki yani kötülükten maksat, bilgi sayesinde
bertaraf
edilmesi mümkün olan zarar anlamınadır. Lâm-ı tarif, cinse değil, ahde
hamledilmiştir. Nitekim "bana hiçbir zarar dokunmazdı"
buyurulmamıştır, "bana o zarar dokunmazdı" buyurulmuştur. Burada şuna
da dikkat etmek gerekir ki, burada söz konusu edilen şey, bütünüyle
gaybı
bilmektir. Bütün gaybı bilmek, vacip ve mümkün olan kısımlarıyla gaybın
hepsini
bilmek demektir ki, bunun içinde mümkün olan her şeyi yapabilmek de
dahildir.
Yani kendisi için, kendi kendine ve kendi illiyetiyle bütün gaybı
bilmek,
vacibülvücud ve mutlak kudret sahibi olmayı da gerekli kılar.
Şimdi
burada yaratılış
misakının ve nefislerin şahit tutulmasının biraz daha açıklanması
sadedinde
sûrenin sonunu başlangıcına, bir nevi ayrıntılı olarak bağlamak ve son
olarak
sûrenin maksadını bir kere daha özetlemek üzere buyuruluyor ki:
189-
O Allah ki, sizi bir
tek nefisten yarattı. Yani siz, "anılır bir şey" değildiniz, yoktunuz
ve hiç biriniz, hiç yoktan kendi kendinize ve kendi gücünüzle
olmadınız. Her
biriniz iptida bir nefisten, bir zürriyet olarak yaratıldınız. Hiç
birinizin
bizzat iki tane babası da yoktur, iki tane benliği de. Fert fert,
kabile
kabile, boy boy, soy soy, hepiniz bu şekilde bir insan nefsinden
yaratılmış
birer sülâle, birer silsile olarak bir çeşit mahluksunuz.
İşte
sizi böyle
niceliğinizle ve niteliğinizle ölçüp biçip yaratan Kâdir-i Mutlak olan
o
yaratıcıdır ki, bütünüyle gaybı bilen O'dur. Allah Teâlâ, önce bir
nefis, bir
beşer olarak Âdem'in şahsını, ondan da sizi yarattı, hepinizi bir tek
tür
yaptı.
Görülüyor
ki, "nesf-i
vahide" nekredir. Bir ferd-i münteşire delalet eder. Bundan dolayı, her
şeyden önce insan türünün başlangıcı olan Âdem'in şahsı için geçerli
olduğu
kadar, sonuç itibariyle muhatapların sınıflarına göre, zürriyet babası
olan her
kişi için de geçerlidir. Yani, ifade yalnızca geçmiş zamandaki Âdem'i
değil,
şimdiki zamandaki olayları da tek tek içine alır. (Nisa Sûresi'nin
birinci
âyetine bkz.) Bunun için kıssanın baştarafı Âdem ile Havva'nın doğrudan
doğruya
şahıslarıyla ilgili iken sonu evlatlarının şirk halini tasvirle son
bulacaktır.
Nitekim bundan dolayı, buradaki tek nefisten murad, Kureyş'in atası
olan Kusayy
olduğu da söylenmiştir ki, bu da kıssanın Kureyş müşriklerine
uygulanmasıdır.
Hasılı
âyetin anlamı;
"Ey Kureyş, ey Arap kabileleri, ey Arap ve Arap olmayan Âdem soyları ve
ey
Âdem evlatları! Allah sizin hepinizi bir sülale, bir tek cins, bir
cemiyet, bir
ümmet olmak üzere bir nefisten, bir tinet ve ruhtan yarattı. Şimdi siz
"Biz bir nefisten değil, iki nefisten, bir baba ile bir anadan, bir
Âdem
nevi ile bir Havva nevinden yaratıldık" mı diyeceksiniz? Bu size doğru
gibi gelebilir. Fakat Allah, o nefsin eşini de ondan kıldı. Âdem nefsi,
veya
beşerî nefis veya insani nefis denilen o bir tek nefsin eşi olan
dişisini de,
yani Havva'yı da ondan yaptı ve onun cinsinden kıldı. Aynı bir
nefisten, onun
parçası veya eşi olarak hem erkek, hem dişi yarattı. Tabiattaki
tekdüzeliğin
zıddına olarak aynı kökten ikinci bir tür yaratıp öbürüne çift, yani eş
yarattı. Ve bu suretle onun eşini de kendi cinsinden kıldı. Erkekleri
Âdem'den
yaratıp da kadınları başka bir kökten başka bir cinsten yaratmadı.
İnsanın
eşini yine insandan yaptı. Şu halde erkek bir nevi insan, kadın bir
nevi insan
olmakla beraber ikisi de aynı kökten, aynı cinstendir. İkisi de
insandır, ikisi
de beşerdir. Ve biri öbürünün tamamlayıcısı, eşidir. "Size sizin
nefisleriniz cinsinden eşler kıldı." (Nahl 16/72) Bundan dolayıdır ki,
siz
erkeğiniz ve dişinizle iki ayrı nefisten değil, bir nefis
cinsindensiniz. Allah
onun eşini de onun nefsinin cinsinden kıldı ki, o erkek nefis, o dişi
nefis
olan eşine sükun bulsun diye. Onda kendinden bir özellik görüp onunla
ünsiyyet
etsin ve aralarında izdivacı sağlamak suretiyle heyecanını yatıştıracak
bir
sevgi ve itminan bulsun da ondaki emanet bunda karar kılsın. Bunun
içindir ki,
izdivactan sonra aralarında uyum ve sükun bulunmadığı, öfke ve nefret
bulunduğu
zaman boşanma ve ayrılma meşru kabul edilmiştir. Zira ilâhî hükme göre
karı-kocalığı geçerli kılan şey aralarındaki uyum ve sükûndur. Bir tek
nefisten
erkek ve dişi nevilerinin yaratılmış olmasının hikmeti de budur. Bundan
dolayı
erkek ile dişi birbirine nikâhlandı. Bunun üzerine ne zaman ki, erkek
dişisini
iyice bürüdü o zaman kadın hafif bir yük yüklendi, bir hücrecik alıp
bir
zürriyet yüklenmiş oldu, bununla bir süre gitti, derken yavaş yavaş
ağırlaşmaya
başladı, ne zaman ki, o yük büsbütün ağırlaştı, onun doğumu yaklaştı,
işte o
vakit Allah Teâlâ'nın rablığının eserini açıktan açığa hissettiler ve
bunun
sonunun iyi de, kötü de olabileceğini, bu ağırlığın bir nimet de, bir
felaket
de olabileceğini sezdiler ve bütün tesirin Allah'tan olduğunu
anladılar. Hasılı
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" ilâhî hitabının anlamını bizzat
kendi ruhlarında duyup anladılar ve yaşadılar. İkisi de Rableri Allah'a
dua
ettiler ahdimiz olsun ki, ey Rabbimiz, eğer sen bize bir salih
yaraşıklı eli
ayağı düzgün, yaşamaya ve kendi cinsimizden nesiller üretmeye elverişli
herhangi bir nesil ihsan edersen biz, baba, ana ve gelecek olan evlat
ve
nesillerimizle hepimiz birden mutlak ve muhakkak olarak şükredenlerden,
senin
verdiğin nimetlerin hepsine şükretmeyi huy edinen kullarından olacağız,
dediler. Bu hâl Âdem ile Havva'da böyle olduğu gibi, gerçek bir izdivac
ile bir
araya gelmiş eşler, yani bütün ana ve babalar da doğumun yaklaştığı
anlarda
duyulan ağırlık sırasında aynı sevinç, neşe, telaş ve endişeyi
yaşarlar. Fakat
işin ilerisi böyle değildir.
190-
Sonra Allah Teâlâ o
ana-babaya bir salih nesil verdi, tam istedikleri gibi sağlam ve
sıhhatli bir
çocuk verdi, sonra o çocuk büyüdü, sağlam biri olduğu bilfiil ortaya
çıktı ve
gerçekleşti, evlendi ve onun da çocukları oldu ve bunlardan da analar,
babalar
yetişti, çoğaldı. O zaman o ilk ananın ve ilk babanın evlatları veya
torunları
olarak onların yerini alan ana ve babalar, erkekli ve dişili bir çok
çiftler
Allah'ın kendilerine verdiği evlatta Allah'a bir takım şerikler koşmaya
başladılar. Bazan Allah'ın rablığını unutup, "bu bir tabiat olayıdır"
diyerek tabiatı Allah'a ortak koştular. Bazan da çocuklarına Abdüşşems,
Abdüllat, Abdüluzza vb... isimler koyarak, esasen bir tek cins, bir tek
ümmet
olan insanları bu şekilde ayrı ayrı cinsler haline getirdiler
("İnsanlar
bir tek ümmetten başka değildi" âyetinin tefsirine bkz. Yunus, 10/19).
Hasılı
ilk yaratılışta şirk
yoktu, onu daha sonraki nesiller uydurdular. Bununla beraber o kadar da
eski
bir gelenektir ki, onlar onu Âdem ile Havva'dan başlamış bir ilk günah
sandılar. Anlaşıldı ki, Allah müşriklerin şerik tuttukları şeylerin
hepsinden
uzaktır. Yukarıdan beri koyduğu hükümlerdeki hikmet ve kudreti,
eserleri ve
nimetleri ayrıntılı olarak anlatılan yüce yaratıcının büyüklüğü ve
birliği ne
kadar açıktır ve bizzat beşerin yaratılışı olayında ne kadar
belirgindir.
Yukarıdaki tesniye (ikil) sigasından sonra burada diyerek çoğul kipi
kullanılması şirkin faillerinde izah ettiğimiz kullanılışa bir işareti
dahi
içermiş olduğundan gaflet edilmemelidir. Böyle bir yüce yaratıcıya
karşı onları
mı ortak koşuyorlar ki, onlar hiçbir şey yaratamaz, hiçbir şeyin
yaratıcısı
olamazlar kendileri yaratılmışlardır, mahlukturlar ve sürekli olarak
benzerleri
yapılır durur.
191-
Sonra Allah Teâlâ o
ana-babaya bir salih nesil verdi, tam istedikleri gibi sağlam ve
sıhhatli bir
çocuk verdi, sonra o çocuk büyüdü, sağlam biri olduğu bilfiil ortaya
çıktı ve
gerçekleşti, evlendi ve onun da çocukları oldu ve bunlardan da analar,
babalar
yetişti, çoğaldı. O zaman o ilk ananın ve ilk babanın evlatları veya
torunları
olarak onların yerini alan ana ve babalar, erkekli ve dişili bir çok
çiftler
Allah'ın kendilerine verdiği evlatta Allah'a bir takım şerikler koşmaya
başladılar.
Bazan Allah'ın rablığını unutup, "bu bir tabiat olayıdır" diyerek
tabiatı Allah'a ortak koştular. Bazan da çocuklarına Abdüşşems,
Abdüllat,
Abdüluzza vb... isimler koyarak, esasen bir tek cins, bir tek ümmet
olan
insanları bu şekilde ayrı ayrı cinsler haline getirdiler ("İnsanlar bir
tek ümmetten başka değildi" âyetinin tefsirine bkz. Yunus, 10/19).
Hasılı
ilk yaratılışta şirk
yoktu, onu daha sonraki nesiller uydurdular. Bununla beraber o kadar da
eski
bir gelenektir ki, onlar onu Âdem ile Havva'dan başlamış bir ilk günah
sandılar. Anlaşıldı ki, Allah müşriklerin şerik tuttukları şeylerin
hepsinden
uzaktır. Yukarıdan beri koyduğu hükümlerdeki hikmet ve kudreti,
eserleri ve
nimetleri ayrıntılı olarak anlatılan yüce yaratıcının büyüklüğü ve
birliği ne
kadar açıktır ve bizzat beşerin yaratılışı olayında ne kadar
belirgindir.
Yukarıdaki tesniye (ikil) sigasından sonra burada diyerek çoğul kipi
kullanılması şirkin faillerinde izah ettiğimiz kullanılışa bir işareti
dahi
içermiş olduğundan gaflet edilmemelidir. Böyle bir yüce yaratıcıya
karşı onları
mı ortak koşuyorlar ki, onlar hiçbir şey yaratamaz, hiçbir şeyin
yaratıcısı
olamazlar kendileri yaratılmışlardır, mahlukturlar ve sürekli olarak
benzerleri
yapılır durur.
192-
Üstelik ne onlara,
(yani tapınanlarına) bir yardımda bulunabilirler, ne de kendi
kendilerini
kurtarmaya güçleri yeter. Yüce yaratıcıya şerik tutulup mabud edinilen
o
yaratıklar, o putlar, ne kendilerine tapan putperestlerine yardım
edebilmek, ne
de başlarına gelecek felaketi önleyebilmek durumundadır. Bu bir yana,
kendilerine yönelik tehlikelerden kendilerini kurtaracak durumda bile
değiller.
İbadet edilen bir mabud, haddi zatında kendisine saldırılması mümkün
olmayan
bir durumda olmalıdır ve kendisine tapınanlara yardım edebilmelidir.
193-194-Onların
başkalarına
yardım edebilmeleri şöyle dursun ey müşrikler siz onları hidayete davet
edecek,
doğru yola ve iyi bir maksada çağıracak olsanız size tabi olmazlar
davetinize
uyarak arkanıza düşmezler, dualarınıza da icabet etmezler. Onlara karşı
ha dua
etmişsiniz, ha susmuşsunuz, eşittir. Çünkü sizin Allah'tan başka
yalvarıp
durduğunuz o putlarınız (veya tanrı yerine koyduğunuz kimseler) hiç
şüphesiz
sizin gibi kullardırlar.
195-Yani
sizin
gibi akılsız,
şuursuz heykeller, ya da heykel gibi bedenlerdir. Bu tabir, müşriklerin
tıpkı
kendileri gibi, memlûk (köle) durumunda olan bir takım insanlara
taptıklarını
da işaret yoluyla ifade ederse de asıl murat bu değildir, kendilerinin,
taptıkları put ve fetişler gibi eşya cinsinden olan o varlıklara
benzediklerini
başlarına vurmaktır ki, bu mânâyı da "Onların yürüyecek ayakları mı var
ki
onunla yürüsünler, onların tutacak elleri mi var ki tutsunlar..."
ifadeleri açıklamış olur.
Ey
Muhammed! Sen o
müşriklere de ki, haydi bütün ortaklarınızı (veya Allah'a ortak tutarak
taptıklarınızı) çağırınız, sonra hepiniz elele verip hep birlikte bana
karşı ne
hile yapabilirseniz, ne tuzak kurabilirseniz kurunuz, elinizden geleni
arkaya
bırakmayınız, bana bir an bile mühlet vermeyiniz, süre de tanımayınız.
Bana
karşı yapmayı düşündüğünüz şeylerin bence hiç önemi yoktur.
196-Çünkü
muhakkak
olan şu
ki, benim velim, yardımcım, koruyucum ve kurtarıcım Allah'tır. O ki, bu
kitabı
indirmektedir. Sizin hiçbir şey yapamayacağınızı ve kendisinin bana
veli
olduğunu ve bana yardım edeceğini bildirmektedir. Ve O, bütün iyilere
veli
olur, sahip çıkar.
197-
Sizin, onun
dışında
öteki yalvardıklarınız ise ne size yardım edebilirler, ne de kendi
kendilerine
bir faydaları dokunur. Ne sizi kurtarabilirler, ne de kendi
kendilerini.
198-
Ve siz onları
hidayete
çağırsanız (yani doğruluğa veya herhangi bir konuda size yardımcı
olmaya veya
sizi hakka iletmek için rehberlik etmeye davet ederseniz), sizi
işitmezler
bile. Ey dinleyici! Sen onları sana bakıyorlar görürsün halbuki
görmezler.
Karşılarında duran ve görülebilen varlıklara bakarlar, ama görmeleri
yoktur,
basiretleri de yoktur. Keşşaf müellifi gibi, bazı tefsir âlimleri bu
ifadelerin
yalnızca putlara ait olduğunu sanmışlar ve demişlerdir ki, putlarına
bir takım
kıymetli taşlardan, inci boncuktan göz manzarası veren şeyler
takıyorlardı. Bu
takdirde ise âyette bir tekrar şaibesi söz konusu önceki benzerinin
sadece
tekrarı, başa vurmak gibi bir tekid olacağından önceki âyet sırf bir
başa
vurma, ikincisi ise tapılması caiz olanla olmayanı fark ettirmek
amacına
yöneliktir demişlerdir. Fakat doğrusunu isterseniz âyetlerde tekrar
yoktur.
Çünkü o müşriklerin ortakları yalnızca taptıkları cansız putlardan
ibaret
değildir. "Onlar da sizin gibi kullardır." âyetinde de ihtar olunduğu
üzere, önceki âyet, müşriklerin taptıkları cansız putlar açısından, bu
kısım
içindeki benzer âyet, müşriklerin taptıkları ve tanrı yerine koydukları
reisleri açısından geçerlidir. Gerçekten de Mücahid, Hasan Basrî ve
Süddî,
buradaki "ted'ûhüm"ün "hüm" zamirlerinin küffara ait olduğunu
söylemişlerdir ki, zahir olan da budur. Bunlar hakkında "işitmezler,
görmezler" buyurulması da kulaklarına laf girmez, gözleri görse de
akılları ermez demektir. Bu noktada biz bir mânâ daha seziyoruz ki, o
da şudur:
Allah'tan başka kendisine tapınılan şeylerin hiç birisi, karşısında
kendisine
ibadet eden bir kulun iç dünyasında çalkalanan acılarını, gönlünden
geçen arzu
ve isteklerini, ümit ve dileklerini işitmez ve görmez. Bir hasta yatar
kıvranır, karşısına bütün sevdikleri toplanır, ona bakarlar, fakat o
hastanın
neler çektiğini ve gönlünden neler geçirdiğini gerçek yönüyle ne
görürler, ne
de anlarlar, ne de gerçek anlamda ona yardım edebilirler. Şu halde
karşılarındaki o hastayı gerçek anlamda görüyor ve işitiyor
değillerdir. İşte
Allah'tan başka tapılanların hali budur. Bu açıdan onların hepsi birer
put ve
heykel gibidirler. Hiçbirinden doğrudan doğruya bir yardım gelmesi söz
konusu
değildir. Allah ise, semî ve basîrdir, gaybların bilicisidir yani,
hakkiyle
gören, işiten ve gaybleri bilendir. Bundan dolayı Allah'tan başkasına
tapınmak
boştur, batıldır ve hiçtir. Allah da her şeyin Rabbi olmakla beraber,
iyilere,
yaratılıştan gelen fıtrî özellikleri ve kabiliyetleri bozulmamış olan
iman ve
güzel huy ehline dost olur. Bundan dolayı şirk geleneğinin, fıtrat ve
akıl
açısından nasıl tutarsız bir şey olduğu açıkça ispat edildikten sonra
en büyük
kurtuluşu ve bütün ahlâk güzelliklerini içine alan şu âyetle Hz.
Peygamber'e
buyuruluyor ki:
199-
Affı ele al,
insanlar
ile ilişkilerinde evvela hoşgörü ve kolaylık tarafını gözet; insanların
işlerinden, önce sana kolay gelenleri al ve kolayca yerine gelecekleri
yap.
Kendilerine zor gelecek, zorluk verecek şeyleri isteme, şiddet ve
zorluk
taraftarı olma. Ayrıca affedici ol, herkesin eksiğine, kusuruna bakma,
kusurları
bağışlamak, özür dileyenleri affetmek senin önde gelen hasletin, en baş
özelliğin olsun. İnsanlardan vergi alacağın zaman halka zorluk ve
sıkıntı
vermeyecek şekilde hayatî ihtiyaçlarından fazla olan mallardan vergi
al. Örfe
uygun olanla emreyle yani, affedici olayım, affı gözeteyim derken, örf
ile
emretmeyi terketme, fakat emredeceğin, bir emir vereceğin zaman örf ile
emret.
Emrettiğin iş örfe uygun olsun, Allah'ın kitabında veya kendini bilen
akıl
sahipleri katında maruf, yani yapılması ve yerine getirilmesi gerekli,
varlığı
yokluğundan hayırlı, olması olmamasından faydalı olduğu kabul edilen,
güzel ve
yararlı bir şey olsun.
"Urf,
Ârife,
Mâruf": "Yani, yapılması gerekli olan, olması olmamasından hayırlı
bilinen her bir iş örftür." Başka bir deyişle "güzel ve faydalı olan
her iş" demektir. Örf diye de tarif edilir ki, "insanlarca iyiliği
bilinen ve kabul olunan şeydir." Bu demektir ki, insanlar arasında
birbirlerine karşı ötedenberi iyilik olarak yapageldikleri ve iyilik
olarak bildikleri,
gereğine inandıkları ve faydasını kabul ettikleri, itiraf eyledikleri,
ürküp
böyle şey mi olurmuş diyerek reddetmeye ve karşı koymaya
yeltenmedikleri
şeydir. Bu da, yukarıda tarif ettiğimiz öbür anlamların içinde ise de
onlardan
bir anlamda daha özeldir. Burada şu iki noktadan gaflet etmemek
gerekir:
birincisi, örf ile emretmek demek "her örf", veya "her
mâruf" emredilmesi gerekli olan şey demek değildir. Yani her emrin örfe
uygun olması gerekir, fakat her örfün mutlaka emredilmesi gerekli
değildir.
İkincisi insanlar arasında yayılmış, şuyû bulmuş, iyi kötü her şey, her
âdet ve
gelenek örf demek değildir. Bilgisizlik ve sapıklık sayesinde veya
zorba
yöneticilerin zoruyla halka kabul ettirilmiş ve alışılmış bir takım
kötü
alışkanlıklar ve gelenekler vardır ki, bunların çoğu batıl ve çirkin
şeyler
olduğundan hadd-i zatında emredilmesi değil, onların nehyedilip
yasaklanması ve
ortadan kaldırılması gerekir ki, bunlar aslında kötü şeylerden
sayılırlar.
Hatta bunların bir çoğu sahiplerinin gözünde bile çirkindir. Kendi
nefislerine
uygulanmasını istemezler ve inkâr ederler.
Yukarıdan
beri Kur'ân'da
anlatılıp açıklandığı üzere, kâfirlerde, zalimlerde, fasıklarda âdet
olmuş ve
alışkanlık haline gelmiş nice kötü âdetler ve gelenekler vardır ki,
şirk ve
puta tapmak âdeti bunların başında gelir. Hz. Peygamber bunları
emretmek değil,
bunlarla savaşmak için gönderilmiştir. Şu halde yukarıdan beri bütün bu
fena
âdetlerin, Kur'ân tarafından kınanan çirkin geleneklerin kötülenmesi ve
yasaklanması istenirken, özellikle şirk âdetinin yaratılıştan gelmeyip,
daha
sonra ortaya çıkmış bir şey olmasıyla çirkinliklerden bulunduğu ispat
olunarak
iptali için "örf ile emret" buyurulurken, örfün soyut bir kavram
olarak ele alınıp her türlü örf ve âdet demek olabileceğini sanmak çok
yanlış
bir şey olur. Her maruf olan şey emredilmeye layık olmadığı gibi, her
âdet ve
gelenek de örf demek değildir, her örf de âdet değildir.
Örf,
marifet ve itiraf ile
ilgili olduğundan dolayı "örf ile emret!" ifadesi şuna da işaret eder
ki, emrolunacak şey, ya emredilir edilmez fıtraten kabul ve itiraf
edilebilecek
bir şey olmalı, yani haddi zatında bilinen ve kabul edilmiş olan birşey
olmalı,
ya da önce genel anlamda ne olduğu iyice tarif edilip tanıtıldıktan
sonra
emrolunmalıdır. İnsanların kafasına girmeyen, havsalası almayan veya
almak
ihtimali bulunmayan karmaşık şeyler halka emredilmemelidir. Nitekim
Fatiha
Sûresi'nde ve Bakara Sûresi'nin baş taraflarında önemli ilkeler iyice
açıklanıp
belirlendikten sonradır ki, ilk emir olarak "Ey insanlar Rabbinize
ibadet
edin!" (Bakara, 2/21) hitabına yer verilmiştir. Yine böylece Mekke
devrinde nazil olmuş olan sûrelerden İslâm'ın temel ilkeleri, fıtrata
uygun
olan ana esasları iyice tarif edilip açıklandıktan ve bu suretle ehli
İslâm'ın
ruhunda bir müşterek değerler ve inançlar ortamı oluşturduktan, yani
bir kamu
vicdanı ve şer'î örf meydana getirdikten sonradır ki, ibadet ve öteki
görevlere
ilişkin emirler Medine devrinde nazil olan sûrelerde peyderpey
emredilmeye
başlamıştır. Hasılı bir emir, bir iyiliği ve faydayı içermeli veya
amaçlamalıdır. Emrolunan iş, ne derece maruf olursa o derece geçerli
olur, o
derece kabul görür. Herkese şamil olan emirler de herkesin bilgi ve
anlayış
derecesine uygun olmalıdır ki, yanlış anlaşılmaya veya istismara meydan
vermeden kolaylıkla uygulanabilir olsun, halkın karşı koymasına, red ve
inkâr
etmesine meydan vermesin, ya da halka baskı yoluyla uygulanmasına gerek
kalmasın. Bu âyet ahlâk ilmi, kanun yapma ve yönetim bilgisi
açılarından o
kadar geniş kapsamlı bir düsturdur ki, bunun inceliklerini ve
ayrıntılarını
sayıp dökmeye imkân yoktur.
Bununla
beraber o müşrikler
gibi cahillik edenlere gelince: cahillerden yüzünü çevir. O kendini ve
Rabbini
bilmez cahillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine misliyle
mukabelede
bulunmaya kalkışma. İşte bütün ahlâk yüceliklerini içine alan bu âyeti
kerimenin bir tefsiri gibi olmak üzere şu hadis-i kudsi de varid
olmuştur:
yani, "faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni senin arayıp
sorman, seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman ve sana zulmedeni
senin
affetmendir." Yine rivayet olunmuştur ki, bu âyet nazil olunca
peygamber
efendimiz; "Gazap gerçekleşmiş iken bu nasıl olur ya Rabbi?" deyince,
arkasından şu âyet nazil olmuştur:
200-
Ve eğer
şeytandan bir
gıcık seni gıcıklayacak olursa, yani seni emrolunduğun şeyin tersine
yönlendirmek için kızdırmak veya başka bir yolla galeyana getirecek
şeytani bir
tahrik karşısında bulunacak olursan, onun şerrinden hemen Allah'a
sığın.
Allah'ın nimetinin büyüklüğünü ve cezasının şiddetini düşünüp yardım ve
korumasına
iltica ederek, gönlünden O'na sığın veya dilinle ve gönlünle O'na
sığınmada
bulun, muhakkak ki, Allah işitir ve bilir. Kalbinle de yapsan kendisine
sığındığını bilir.
201-
Muhakkak ki,
müttaki
olanlar kendilerine şeytandan bir tayf çok az bir hayal eseri bir şey
dokunduğu
vakit bile hemen durup düşünürler, Allah'a sığınmak gerektiğini
hatırlarlar ve
hemen gözlerini dört açarlar, kendi hatalarının nerede olduğunu ve
şeytanın
hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Bu
âyet Resulullah'a
olan bu hitabın, bütün müminlere genel anlamda bir hitap olduğuna
işaret eden
bir tenbih niteliğini taşır.
202-
Şeytanların
kardeşleri
olanlar, yani gizli şeytanların, insan cinsinden olan şeytanların
kardeşleri
olanlar ise onlara (yani o cin şeytanlarına) iğvada yardımcı olur imdat
ederler. Sonra da kendilerini kısamazlar, müttakiler gibi kötülükten
çekip geri
tutamazlar, kötülükten vazgeçip kendilerini çekip çeviremezler.
Bundan
dolayı şeytanlara
kapıldıkça kapılırlar, aldandıkça aldanırlar, saptıkça saparlar, helâk
bataklığına batar giderler.
203-Nitekim
sen
onlara bir
âyet getirmediğin zaman, yani zaman zaman olduğu gibi vahiyde belli bir
süre
kesinti olduğu zaman, o şeytanların kardeşleri demek ki, derleyip
toparlayamadın ha, derler. Böyle demekle öbür âyetleri de Hz.
Peygamber'in
şuradan buradan derleyip toparladığını, kendi hesabına şuradan buradan
toplayıp
söylediğini ima ederek, onun peygamberliğine sataşmaya ve dil uzatmaya
çalışırlar. Bu ise şeytandan bir tayf'a, bir hayale ve bir gıcıklamaya
misaldir. Resulüm de ki; ben Rabbimden bana vahyolunandan başka hiç bir
şeye
uymam. Bu Kur'ân Rabb'iniz katından gelen basiretlerdir. Tıpkı
kalblerde hakkı
görmeye, doğruyu anlamaya yardımcı olan basiretler gibi Rabb'inizin
ihsanıdır.
Ve iman edecek olan her hangi birkavim için bir hidayet rehberi ve bir
rahmettir. Şu halde saygısızlık etmeyin, iman edin.
204-
Ve ey
müminler hatta ey
insanlar! Kur'ân okunduğu vakit namazda, hutbede veya herhangi bir
yerde ve
mecliste hemen kulak verip onu dinleyin, ve ağzınızı tutup susun ki,
rahmete
erdirilesiniz, rahmete erdirilmeniz arzu edilsin. Zira susmak iyice
dinlemeye,
iyi dinlemek de basirete, o da iman ve salih amellere, iman ve ameller
de ilâhî
rahmete ve nimete ermeye sebep ve yoldur.
Görülüyor
ki, buradaki
"dinleme ve susma" ile ilgili emirler okunmaya bağlı olarak şart
kılınmıştır. Kırâet (okumak) ise bir ihtiyari iştir ki, akıllı ve
konuşan bir
insanın ağzından çıkanı anlamaya ve anlatmaya yönelik bir maksat
taşıyan sesli
olarak okumak demektir. Nitekim vahiy meleği olan Cebrail'in işi bile
aslında
bir kırâet (okuma) değil bir ikra, yani okutmaktır. Allah'ın yaptığı iş
ise
vahyi indirmek ve kırâeti yaratmaktır. Bundan dolayı akıllı olmayandan
ve
cansız varlıklardan sadır olan seslere kırâet denilemeyeceği gibi,
aks-i
sadadan, yani sesin yankılanmasından meydana gelen işe de kırâet
denilemez.
Bunun içindir ki, fakihler bir kırâetin yankılanmasından hasıl olan
yankıya
kırâet ve tilâvet hükmü terettüp etmiyeceğini ve mesela tilâvet secdesi
azım
gelmeyeceğini beyan etmişlerdir. Bir kitabı sessiz olarak okumaya
kırâet
denilemiyeceği gibi, çalan veya çınlayan yankı yapan bir sesi dinlemek
de
kırâet dinlemek demek değildir, bir çınlamayı dinlemektir. Şu halde
Kur'ân
okuyan bir okuyucunun sesini aksettiren gramafondan veya radyodan gelen
sese de
kırâet denilemez. Bu gibi sesler bir kırâet değil, bir kırâetin yankısı
ve
yansımasıdır, bunlara dinleme ve susma emrinin hükmü terettüp etmez.
Yani
dinlenilmesi ve susulması vacip olan Kur'ân, gramafonda çalınan Kur'ân
değil,
bir insan tarafından okunan Kur'ân'dır. Bununla beraber dinlenilmesi
vacip veya
müstehap olmamaktan, bunun dinlenilmesinin caiz olmadığı veya
dinlenilmemesinin
vacip olduğu sanılmamalıdır. Zira Kur'ân'ı gramafonda çalmak başka bir
iş,
çalınan Kur'ân'ı dinlemek de başka bir iştir. Kur'ân'ı gramafonda
çalmak, onu
öteki çalgılar arasına sokmak caiz görülemiyecek bir iş olduğu açıktır.
Nitekim
Kur'ân'ı okumak, Allah'a yaklaştırıcı büyük bir ibadet olduğu halde,
ona
gerekli saygının gösterilmediği bir yerde veya bir mecliste okumak bir
kabahattir. Fakat okunmuş bulunursa onu dinlemek kabahat değildir,
dinlenmemesi
kabahattir. Mesela, hamamda Kur'ân okuyan günaha girer de onu dinleyen
günaha
girmez. Nerede olursa olsun okunan Kur'ân'ı dinlemek sevaptır,
dinlememek sevap
değildir. Bunun gibi, bir ses yankısı dahi olsa gramafonda çalınan veya
radyoda
çalınan bir Kur'ân'ı dinlemek vacip değildir diye onu dinlememek
vacipmiş gibi
zannedilmemelidir. Zira tam anlamıyla bir kırâet değilse bile yine de
kırâet
benzeri bir şeydir.
Çünkü
nefsî kelâma delalet
etmektedir. Şu halde dinlenilmesi vacip veya müstehap değilse bile en
azından
caizdir, evladır ve hatta ona da saygısızlık etmek caiz değildir. Öyle
bir hâl
karşısında bulunan bir müslüman, layık olmayan yere konmuş bir Kur'ân
sahifesi
karşısında bulunuyormuş gibidir ki, ona karşı lâubalilik etmemesi ve
elinden
geldiği kadar onu oradan alıp layık olduğu yere kaldırması
dindarlığının
gereğidir.
205-İşte
ey
Muhammed! Onları
söyle ve nefsinde Rabbini zikret, bir tazarru ve yakarış ile ve bir
nevi korku
ile yani korkarak, çekinerek ve yalvararak, yakararak, kalben ve fikren
sesli
olmayan bir söz ile, yani sırrî olanın biraz üstünde, yalnızca kendin
işitecek
kadar, kırâet veya dua veyahut dil ile yapılan zikirlerden güzel
tefekküre
engel olmayacak şekilde sabahları ve akşamları, (işte böylece) içinden
Rabbini
zikretmeyi kendine vird et, ve gafillerden olma. Kalbin daima uyanık
olsun ve
Allah'ı zikretmeye devam et.
İnsan
varlığında ruh ile
bedenin çok tuhaf bir ilişkisi vardır ki, düşünce ile duygu, vicdan ile
akıl
insanın ruhsal varlığında bir bütünlük teşkil eder. Bu ilişkide
şahsiyet
bütünlüğü meydana gelir. Bu birlik Allah'ın birliğini tanımaya doğru
açılan bir
pencere durumundadır. Bu ilişki sebebiyledir ki, ruhta meydana gelen
bir etki
bedene de etki eder ve bedende meydana gelen bir etkinin ruhta da bir
takım
sonuçları görülür. Çok sıradan bir misal olmak üzere ekşi bir şey hayal
ettiğimiz zaman bile ağız sulanır, bir faciayı anlatırken bile baş
ağrısı,
heyecan veya baygınlık meydana gelebilir ki, bunlar ruhtan bedene gelen
etkinin
göstergeleridir. Aynı şekilde bedende meydana gelen bir takım yara ve
hastalıkların acısı ruhta duyulur veya bedende tekrarlanan bir takım
işlerin
etkisiyle ruhta kuvvetli bir meleke meydana gelir ki, bunlar da
bedenden ruha
gelen etkinin izleridir. Böylece insanda güzel tefekküre engel
olmayacak
şekilde ve kendi kendisinin duyacağı kadar diliyle zikir alışkanlığı
yerleştiği
zaman bu zikirden hayal âleminde bir eser meydana gelir. Ve bundan ruha
bir nur
yükselir, sonra bu nurlar ruhtan tekrar dile, dilden hayale yansıyarak
akıp
gider. Karşılıklı aynalar gibi sürekli olarak birbirini takviye eder ve
destekler. Bunun sayısal artışına da sınır yoktur ve bu sonsuz denizin
yüce ve
kutsal makam ve mertebeleri nihayetsizdir. Marifet yolculuğu işte bu
sınırsız
denizde Hakk'ın rızasına doğru yürümek ve yol almaktır.
Bu
yolculuğun yegane gemisi
nefis yeğane dümeni de Allah'ı zikirdir. Tam gaflet mutlak tehlikedir
ve herbir
gaflet anı bile bir tehlike ihtimalini içerir.
206-
Hiç şüphesiz
Rabbinin
huzurundakiler, "Meleklerin de Arş'ın etrafını çepeçevre kuşatmış
olarak
Rablerine hamd ile tesbih ettiklerini görürsün." (Zümer 39/75)
buyurulan
Mukarrabin Melekleri ki, mele-i âla denilen yüce meleklerdir. O'na
ibadette
büyüklük taslamazlar. O'nu tesbih ederler ve hepsi O'na hamdederler,
secde
ederler. Şu halde sen de öyle yap.
İşte
bu mânâ sebebiyledir
ki, bu âyet okunduğu vakit tilâvet secdesi yapmak meşru kılınmıştır.
Hz.
Peygamber (s.a.v.) efendimizden öylece rivayet olunmuştur ki; "Âdem
oğlu
secde âyetini okuyup da secde ettiği zaman Şeytan ağlayarak çekilir ve
kendi
kendine "vay!" diyerek hayıflanır, bu adam, secde ile emrolundu,
secde etti, ona cennet var, bense secde ile emrolundum isyan ettim,
bana da
ateş var". Demek ki, bu zikir, ibadet ve secde iledir ki, Â'raf'tan
Cennet'e yol açılacak ve Cennet ganimetlerine oradan erilecektir.
|
|