Atatürk Hikayeleri |
Geçmiş Olsun Genelgeyle Olmaz Geri Gönderiniz Gözlerini Görmek İçin İşte Benim Neslim Bunlar İşte Türk Askeri Budur Kabiliyetsiz Bir Milletin Başında Bulunsaydım Kamçısız Yönetim Kırk Asırlık Türk Yurdu Kim Olursan Ol Bekleyeceksin Mazhar Osman ve Atatürk Mekke'ye Şapka İle Gireceksin Millet Kendi Başına Yürümezdi |
|
||||
Aldırma Be Mıstık, Sen
Sağolasın Anadolu'yu Dinlediniz mi? Angarya Aradaki Fark Asil Bir Millet Askerle Güreş Atatürk ve Küçük Artin Atatürk ve Nine Atatürk'e Hakaret Eden Köylü Atatürkten Bir Vefa Örneği Babasının Tarlası Bayrak Çiğnenmez Ben Eğilmem Ben de Senin Gibiyim Beni Tanık Olarak Göster Benim Bulunamayacağım Yerde Eşim de.... Benimle Olmaz Bırakın Bu Milleti Bir Karış Sakal Bir de Onbaşım Görsün Bir Türk Cihana Bedeldir Biz Cumhuriyeti Anlatamamışız Beyler Bu Ayrıcalığı Hiç Beğenmedim Bu Millet O Kadar Zengin Değil Bu Millete Her Şeyi Öğrettim Bu Sensin Bugün Bizi Alkışlayan Bunu Zaman Gösterir Cevap Veremediği Tek İnsan Dağ Başını Duman Almış Düşmandan Kaçılmaz
|
Milletin
Sofrası Mustafa Kemal Nasıl ATATÜRK Oldu? Mustafa Kemal Olduğumu Biliyorsun da Ne Diyorsun Neler Yapılmaz Olsun Yenilir Ölmeyi Tercih Ederiz Radyo İle Yayınlanan İlk Mevlit Sana Hiç Kimse Benzemez Saygıyla Anacaksın Sen Bizim Gözümüzü Açtın Sen Buranın Sahibimisin Sevgisini Kaybetmekte Ne Anlam Var Size Küfür Etmiş Soramazdın Şimdi Anladım Suça Yeltenilmiştir, Ancak... Sultan Bacı Tahtakale Yangını Türk Askeri Türk Olarak Türk Orduları Başkomutanıyım Türkiye'ye Kin Yakışmaz Türkler Müslüman Olmasaydı Üzülme Arkanda Biz Varız Vatan Elden Giderse Vatan İçin Yalana Tahammülü Yoktu Yapacaklarımdan Söz Edin Yeni Harfler İçin Üç Ay Yeter Yere Düşen Bardaklar Zülüflü İsmail Paşa
|
|||||
"Aldırma be Mıstık, Sen Sağolasın…" | ||||||
Kemal
Arıburnu'nun
"Atatürk'ten Hatıralar" kitabından:
Mustafa
Kemal gençliğinde, Harbiye'deki bir
koltuk meyhanesine uğrar, her zaman aynı masada otururmuş.
Meyhane sahibi
babacan, şakacı
bir
adam! .. Mustafa Kemal bazen: -
Barba!.
.. Bu
akşam param yok! ... Dermiş. Meyhaneci de, genç subayın
omuzunu okşar ve daima teklifsiz
bir şekilde cevabını verirmiş: -
Mıstık sağ olsun, vre!. .. Yıllarca sonra,
Mustafa Kemal bir ahşam gençliğinde devam
ettiği bu meyhaneyi
hatırlamış. Arkadaşlarına: - Bu akşam
oraya gideceğiz!. .. Demiş. Cumhurbaşkanının
otomobillerle meyhaneye geldiğini gören ve bir kat
daha ihtiyarlannş bulunan
Barba, hemen Mustafa Kemal Paşanın eski yerini
hazırlamış ve masayı donatmış. Eski
bir gençlik hatırasının
tazelenmesi ile neşelenen Mustafa Kemal Paşa, ilk kadehten hemen sonra meyhaneciye dönüp şöyle demiş: - Barba!... Haberin
olsun, bu akşam
yanıma para almadım! ... Barba yerlere kadar
eğilerek,
duyduğu
onurdan ve edindiği şereften bahsederek konuyu değiştirmeye kalkmış. Mustafa
Kemal Paşa, biraz sonra yeniden seslenmiş: - Barba!. .. Sahi söylüyorum!. .. Yanımda
para yok!. .. Demiş. Barba
yine eğilmiş: - Aman efendim!. .. Paranın
lafı mı olur? Demiş. Fakat
Mustafa
Kemal
Paşa üçüncü
defa
olarak: -
Barba!.
.. Sen inanmıyorsun ama, Vallahi parasızım! ... Deyince, ihtiyar meyhaneci dayanamamış, tıpkı eskiden yaptığı gibi, büyük
bir teklifsizlikle,
elini Mustafa Kemal
Paşanın
omuzuna
koyarak: -
Aldırma be Mıstık!. .. Sen sağolasın!. .. Dedikten sonra
ilave etmiş: |
||||||
Anadolu'yu Dinlediniz mi? | ||||||
Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları toplantıda herkes, Türkiye’nin düştüğü acıklı duruma kendisine göre bir çare arıyor; Amerikan, İngiliz himayesinden dem vuruluyordu. Bir aralık, Mustafa Kemal Paşa’ya da sordular. Atatürk şu kısa yanıtı verdi: -
Efendiler, hepiniz konuştunuz, arzularınızı beyan ettiniz ve
birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat ... Anadolu’ya bir şey
sordunuz mu? Anadolu’yu dinlediniz mi? Ona da soralım, bir de onu
dinleyelim efendiler! |
||||||
Angarya | ||||||
Cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti, valiye: - Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz? diye sordu. Vali de anlattı. Bu yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış. Ata’nın kaşları çatıldı, oldukça sert bir dille: - Vali bey, dedi, “corvee” nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim; angarya demektir ve şu anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir şey yoktur. Kemal ARIBURNU, Atatürk |
||||||
Aradaki Fark | ||||||
Anadolu’ya
geçmek için hazırlıklarını tamamlayan Atatürk,
Yıldız Sarayı’na gitti. Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, onu çok
küçük bir odada kabul etti. Hemen hemen diz dize
oturdular.
Padişahın
sağında mini bir masa üzerinde güzel ciltlenmiş kalınca bir
kitap, bir Osmanlı Tarihi vardı. Pencereden Boğaz, Boğaz’ın mavi
sularında birbirine paralel dizilmiş ve toplarını saraya
çevirmiş olan düşman savaş gemileri
görünüyordu. Padişah,
ona dedi ki: -
Paşa, devletimize çok hizmet ettin; bunların hepsi artık bu
kitaba geçmiştir! Elini
Osmanlı Tarihi’ne koydu, bastı ve ilave etti: -
Tarihe geçti!... Sonra
dedi ki: -
Bunları unutunuz. Asıl bundan sonra yapacağınız hizmet şimdiye kadar
yaptıklarınızdan mühim olacaktır. Paşa, isterseniz devleti
kurtarabilirsiniz! Atatürk
cevap verdi: -
Bu yolda elimden gelen yapacağıma emin olmanızı rica ederim. Vahdettin: -
Muvaffak olunuz! diyerek ayağa kalktı. Ziyaret
sona ermişti. Padişah,
ondan düşmanların arzularını yerine getirmesini bekliyordu; elinde
hiçbir kuvvet kalmamış olan devletin ancak böyle,
düşmanların hoşuna giderek kurtulacağını sanıyordu. Bilmiyordu ki,
kuzuyu yemeğe karar vermiş olan kurt için bahane bulmak gayet
kolaydır. Atatürk
de devleti kurtarmak istiyordu; fakat düşmanlara yaranmakla değil,
milletin bitmez tükenmez hürriyet ve istiklal aşkını, cesaret
ve fedakarlık duygularını harekete geçirerek... İşte
Türk milletini anlamamış bir adamla, anlamış adamın arasındaki
fark... |
||||||
Asil Bir Millet | ||||||
Mustafa
Kemal 5. Ordu’da Arap ırkından
olan askerlere özel muamele yapıldığını ve Anadolu
çocuklarından üstün tutulduklarını
gördükçe üzülüyordu.
- Osmanlılığın telkin ettiği, bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız? diyordu. Aynı ızdırabı ben de duyuyordum. Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolu’lu kıt’a çavuşlarına kötü davranıyor yeni Arap erlere karşı ise gereğinden fazla tolerans gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu. Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı: - Bir gün Makedonyalı yüzbaşı kıt’a çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı. Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı, gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok mensup olduğu ırka hücum ediyordu: - Sen, diyordu, nasıl olur da yüce Arap ırkına mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin... Gibi
gittikçe manasızlaşan
sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe
yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım.
Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler
sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden
okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan
Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı.
Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından
döküldü. Dayanamadım. - Yüzbaşı efendi susunuz! Diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu. - Yoksa fena bir şey mi söyledim? dedi, ben de, - Evet, çok fena hakaret ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi bir çok bakımdan yüce olabilir, fakat senin de benim de, Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz ırkın da büyük ve asil bir millet olduğu, asla inkar edilemez bir gerçektir. Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı. Yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi: “Bu ve buna benzer olaylar, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.” Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Atatürk, Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir, milletine: “Ne mutlu Türküm diyene” hitabıyla seslendiği zaman, buna varlığı ve içtenliği ile inanmıştı.Ali Fuat CEBESOY, Sınıf Arkadaşım Atatürk |
||||||
Askerle Güreş | ||||||
Bir
gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik
gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu: - Sen güreş bilir misin? Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu: - Haydi, bir de benimle güreş! Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı: - "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?" Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı. |
||||||
Atatürk ve Küçük Artin | ||||||
Muhterem Erenli’nin “Başöğretmen Atatürk” adlı kitabından: Bir yaz günü Atatürk, Florya Köşküne giderken bir arıza nedeniyle otomobili Kumkapı semtinde duruverir.Şöförü onarım uğraşısı içindeyken, civarda oynayan çocuk grubu meraklı bakışlarını arabaya çevirmişlerdir. Aralarında bulunan 8/10 yaşlarında bir çocuk, Büyük Liderin simasını hemen tanır, sevinçle ilerleyerek, önünde selam durumunda ve tam bir ciddiyetle dikilerek saygısını gösterir. Atatürk küçük çocuğu daha yakınına çağırır ve sorar: _ Niçin bana selam veriyorsun? Sen beni tanır mısın? Çocuk bütün saflığı ile ve düşünmeden soruyu cevaplar: _ Elbette tanırım ya!...Sen hepimizin babası Atatürk değil misin? Atatürk tekrar sorar: _ Peki!...Ama sen daha önce beni hiç görmüş müydün? Çocuk cevap verir: _ Hayır!... Fakat benim annem yatağımın baş ucuna senin resmini yerleştirmiştir!...Benim gibi küçük ve fakir yetimlerin şefkatli manevi babası olduğunu her zaman anlatır. İşte seni o fotoğraf sayesinde tanıdım ve saygı borcumu yerine getiriyorum!... Atatürk, şöyle cevap verir: _ Evet!... Ben Atatürk’üm!... Fakat, sen kimsin!... Çocuk büyük bir safiyetle cevap verir: _ Benim adım Artin!... Ermeni bir yetim çocuğunun bile, kendisine bu derecede bağlı bulunduğuna, o anda Atatürk bile inanamaz. Durumu araştırmak için yanında bulunanlardan birini, yakında bulunan çocuğun evine kadar gönderir. Gerçekten çocuğun
anlattığı yerde, Atatürk’e ait kocaman bir
resim asılıdır. Çok duygulanan Atatürk, küçük Artin’i kucağına alıp, sever. Cömertçe ödüllendirdiği gibi, söylendiğine göre; çocuğun geleceğine bile yakın ilgi göstermiştir. Doğuş, Din, ırk, lisan farklılıklarını hiçe sayan insanı, insanlığı ön planda tutan emsalsiz deha, bu ve buna benzer görüşleri ve uygulamaları ile kendisini tüm ulusuna ve dünyaya daha çok sevdirmiş ve saydırmıştır. Hanri Benazus YAŞAMIN İÇİNDEN
ATATÜRK ANILARI
|
||||||
Atatürk ve Nine | ||||||
Gazi
Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık.
Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine Kadın Ata’nın yüzüne bakarak hafif bir sesle; - Merhaba dedi. - Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duraklayıp, - Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi? Paşa gülümsedi. - Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı. - Tabii söyleyeceğim, ben Sincan`ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindenim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angaraya geldim. - Muhtar niçin Ankara’ya gönderdi seni? - Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı. Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey. - Senin Gazi Paşa’dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti. - Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim
vatanımızı kurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin
mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun
sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün
köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü
görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem
gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım
ediver de Gazi Paşa’yı Atatürk’ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek: - Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum “anacığım” dedim, “sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.” Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk’ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk’e uzattı; - Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi; “Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne
götürün. Giderken de kendisine benim bütçemden üç inek verin armağanım
olsun.” |
||||||
Atatürk'e Hakaret
Eden Köylü |
||||||
Şükrü
Kaya (Eski Içişleri Bakanı)nın anılarından alınmıştır :
Atatürk'e hakaret etmekten sanık bir köylü hakkında gerekli işlemler yapılmaktaydı. Durumu bir defa da Atatürk'e anlatma gereğini duydular. Kendisi Antalya'da idi. Konu kendisine anlatıldıktan sonra, Atatürk merakla sordu: - Ben ne yapmışım ona? Köylünün dosyasını inceleyenler derhal bir açıklama yaptılar: - Gazete kağıdı ile sardığı sigarayı yakarken, kağıt tutuşmuş da ondan. Atatürk'e bu durumu nakleden bir Milletvekilidir. Atatürk o Milletvekiline döner ve sorar: - Siz, gazete kağıdı ile sigara içtiniz
mi? Milletvekili bu sorunun nedeni anlayamaz ve cevap verir: - Hayır, Efendim. Atatürk, Milletvekiline döner ve şöyle cevap verir: - Ben Trablus'ta
iken içmiştim,
bilirim. Pek berbat bir şey. Köylü bana
az bile küfretmiş. Siz bunun için
onu mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmesini sağlayın. |
||||||
Atatürkten
Bir Vefa Örneği |
||||||
Mustafa
Kemal’in dostları arasında İğneciyan adında bir de Ermeni vatandaş
vardı. Zengin bir kişidir. Sık sık Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde
ziyaret etmekte ve kendisine birçok yardımlarda bulunmaktadır.
Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra bir Ermeni örgütü ile ilgisi olduğu iddiasıyla İğneciyan’ı tutuklayıp Malta’ya sürüyorlar. Tüm servetine el konuluyor. İğneciyan Malta’dan döndükten sonra üzerinde bir elbisesinden başka hiçbir şeyi olmayan fakir bir kişi durumundadır. Bir de kızı vardır. Yedikule’de bir gecekonduya sığınmışlardır. Atatürk zaferi kazanmış, devlet başkanı olmuştur. Devrimler için geceli gündüzlü çalışmaktadır. Atatürk 1927’de ilk kez İstanbul’a gelmiştir. Bu İğneciyan için iyi bir fırsattır. Hem dostunu görmek, hem de uğradığı haksızlığı anlatmak için doğruca Dolmabahçe sarayına gider. İlgili memura başvurur: - Ben, Gazi hazretlerini görmek istiyorum. - Sen kimsin? - Ben İğneciyan... Gazi’nin eski bir dostuyum, arkadaşıyım. Memur,
İğneciyan’ı baştan aşağı süzer. Kılık kıyafeti pek güven
verici değildir. Bir bahane uydurarak atlatır. Birkaç kez daha
başvurur, fakat sonuç alamaz. Bir gün de kızını alıp birlikte saraya giderler. O gün sarayın önünde olağanüstü bir hal vardır. Motor sesleri, sağa sola koşturan insanlar. Bu, Gazi’nin bir geziye çıkacağına işarettir. Polisler ve muhafızlar oradan uzaklaşması için İğneciyan’a işaret ederler. O sırada Gazi de Saray’dan çıkmıştır. Etrafındaki insan çemberi arasında otomobiline doğru ilerlemektedir. O anda İğneciyan’ın kızı fırlayarak insan çemberini yarıp Gazi’nin karşısına sokulur. Gazi sorar: - Kim bu kız? Kız cevap verir: - Ben İğneciyan’ın kızıyım. - Nerede baban? - Dışarıda bekliyor, sokmuyorlar... Gazi hemen emir verir. İğneciyan’ı huzuruna alırlar. İki dost özlem içinde kucaklaşırlar. İğneciyan başından geçenleri anlatır. Gazi’nin gözleri dolu dolu olur. Emir verir. Gerekli soruşturma yapılır. İğneciyan’ın haklı olduğu anlaşılır ve alınan malları geri verilir. Yıl 1938... Kasım’ın 12’si... Atatürk’ün acı kaybına dayanamayan İğneciyan üzüntüsünden ölür. Bu ölümlü dünyanın en güzel şeyi karşılıklı vefalardır. Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.65-66 |
||||||
Babasının Tarlası | ||||||
Bir
gün bir köylü Atatürk’ün Orman Çiftliği
sınırları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi
sürüyordu. Onu gördüler. Uyardılar, dinletemediler.
Bunun üzerine Atatürk’e söylediler.
Atatürk denetlemeye çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek: - İşte budur, dediler. Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü; yaklaşınca sordu: - Burada ne yapıyorsun? Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi: - Tarlayı sürüyorum. - İyi ama, bu tarla senin midir? - Değildir. - Kimindir? - Atatürk’ündür!.. Köylü bu cevapları vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu: - İyi ama, sen başkasına ait bir toprağın ona sorulmadan ve izin alınmadan sürülüp ekilemeyeceğini bilmiyor musun? Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki: - Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır! Atatürk’ün kaşları çatıldı, büyük bir merak ve hayretle ona sordu: - Bu hakkı nereden alıyorsun? - Çok basit... Atatürk bizim babamız değil midir? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur? Atatürk’ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu; köylünün sırtını okşadı ve: - Haklısın!.. diyerek uzaklaştı. N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.99-100 |
||||||
Bayrak Çiğnenmez | ||||||
Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu: Bu, ipekten kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti: Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu: - Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir. Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. Çevresindekilere tatlılıkla baktı. - O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem. Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi. |
||||||
Ben Eğilmem | ||||||
Mustafa Kemal’in çocukluk yıllarına dair bir anı. Biraz belini bükmesini, başını eğmesini istiyorduk. O ise dimdik durmakta ısrar ederek bizi sırtından atlatmadı. On bir on iki yaşlarında var, yoktu… Evimizin bahçesi büyüktü. Sık sık mahalle arkadaşları toplanır ve o zamanlar Selanik’te pek moda olan “Mançık” oyununu oynardık. Bu bir nevi “Birdirbir” oyunu idi. Bir kişi eğiliyor ve diğerleri sıra ile üzerinden atlıyorlar. Oyuna iştirak etmezdi ama seyrine de bayılırdı. Hele içimizden düşenler filân olursa, keyfine payân olmazdı. Bir gün kararlaştırdık. Yaka paça zorla oyuna iştirak ettirdik. Sıra ile hepimizin üzerinden atladı ve sıra kendisine gelince, eğilmeden dimdik durdu ve: -Haydi atlayın! dedi. Biz başını yere doğru eğmesi için ısrar ettikçe, o: -Ben eğilmem! Böyle atlarsanız atlayınız! diyordu. Bir türlü razı edemedik. On bir on iki yaşlarında var, yoktu. Asaf İLBAY Sadun Tanju, “Ben Eğilmem”, Vatan Gazetesi,
Yıl:15, Sayı:4846, 10 Kasım 1954, Atatürk İlâvesi, s.2,4 |
||||||
Ben de Senin Gibiyim | ||||||
Atatürk
Milli Mücadele’nin buhranlı günlerinde, Ankara civarında
yaptığı bir gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya
rasgelmişti. Konuşurken, üstlerinden geçen uçağı
göstererek, sordu: -
Hocam, bu uçak nasıl uçuyor? -
Ne bileyim ben?.. Öğretmediler ki bize? -
Peki, sen ne bilirsin? -
Ne mi bilirim? Bu uçağa bin dersin, binerim, oradan kendini
aşağı at, dersin atarım... İşte ben bunu bilirim ama, bunu da senden
öğrendim, Paşam! Mustafa
Kemal, bu söz üzerine, yaşaran gözlerini hocadan
ayırmadan: -
Var ol hoca!.. Ama, şunu da bil ki, ben de senin gibiyim... Ben de,
milletin hiçbir arzusunu, hiçbir istediğini, hayatım
pahasına da olsa, yapmamazlık edemem!.. diyebilmişti. N.A.BANOĞLU,
Nükte ve Fıkralarla
Atatürk,
s.73-74 |
||||||
Beni Tanık Olarak Göster | ||||||
Atatürk
bir Balıkesir gezisinde, kendisine Milli mücadelede hizmetler
etmiş birinin başvurusu ile karşılaştı. Adam bir konuda yanlış
hüküm giydiğini söyleyerek yakındı.
Atatürk: - Haklısın, konuyu ben de biliyorum, dedikten sonra yanında bulunan bir adliye subayını çağırdı. Konuyu anlattı. Düzeltilmesini istedi. Müfettiş onu dinledikten sonra: - Efendimiz, dedi, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra tamamlanmıştır. Hükmün yerine getirilmesinden başka yasal yol yoktur, dedi. Atatürk: - Ama ben söylüyorum, bu iş haksızlık. Çünkü ben işin usulünü biliyorum, dedi. Genç Adliye müfettişi: - Efendimizin beyanı yasa önünde bir değişiklik yapamaz. Adliye Bakanlığı’nın da bir şey yapmasına olanak yoktur. O anda ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtınanın kopacağı sanılıyordu. Fakat Atatürk sakin bir şekilde sordu: - Peki bir adli hata olursa yasa bunun düzeltilmesini sağlayamaz mı? - Yeni bir delille mahkemenin yinelenmesi istenebilir. O zaman Atatürk başvuru sahibine döndü: - Beni tanık olarak göster. Onda yeni deliller bulunduğunu öğrendim, diye iddia et. Ben mahkemeye gider, sana tanıklık ederim, dedi. Sonra da Müfettişe döndü: - Size teşekkür ederim, dedikten sonra yeniden başvuru sahibine dönüp: - Neden zamanında başvurmadın. Zamanında gelir tanıklık ederdim. Boş yere mahkemeleri de meşgul etmezdin. Her vatandaş hatta Cumhurbaşkanı bile adalete saygı göstermek zorundadır. H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.110-112 |
||||||
Benim
Bulunamayacağım Yerde Eşim de Bulunamaz |
||||||
Gazeteci İsmail Habib Beyin anılarından: 12 Mart
1923 Pazartesi gece yarısı, Ankara
Garından özel trende Gazi Mustafa
Kemal ve
eşinin
gezisine, basından beni kabul
ettiler. Az sonra
kompartımamna girdim. Istiladan yeni kurtulan topraklarımızda
yolları henüz düzeltememişiz, tren ağır ağır gidiyor. Elektrik yok. Titrek bir mumun oynak gölgeli
ışığı altında anı defterime eğri büğrü satırlar sıralıyorum. Egemenliğine kavuşan yurdumda ilk gezim. Bunu yurdumu kurtaranlarla birlikte yapmaktayım. Ruhum öyle geniş, öyle geniş ki. .. Ertesi sabah Ajans Temsilciliği görevinin de bana verildiğini bildirdiler. Ama bu görev de dönüşte yapılacak. Biz bu gidişle Adana'ya Perşembe sabahı varmış olacağız. Ertesi geceyi Toros'un girişinde geçirdik. Çok soğuk var. Fakat Toros'u geçip de Çukurova'ya bakan Durak İstasyonunda durduğumuz zaman, hepimiz trenden indik. Yemyeşil avaya karşı, ılık bir güneş altında yüzümüzü ve sırtımızı ısıtıyoruz. Bir sabahın iki ucunda, iki mevsim,
iki iklim değiştirmişiz. Gazi Mustafa
Kemal da yanımıza geldi ve şöyle seslendi: - Ne güzel hava değil mi çocuklar? Ne güzel hava? Birkaç dakika sonra eşi Latife Hanım da geldi. Iki ay, bir hafta evvel sefarette kendilerinin bildirdiği "İzmirli Kız" ... Gazi, o akşam evlenme öyküsünü anlatırken şöyle diyordu: - Ben sadece evlenmiş olmak için, evlenmek istemiyorum. Yurdumuzda yeni aile yaşamım yaratmak için önce kendim örnek olmalıyım. Kadın dediğin böyle umacı gibi kalır mı? Mustafa Kemal ilk kez, kendi eşini, bu gezide "Peçesiz" bir yüzle ulusuna gösterecek. Yalnız balayı gezisi değil, devrim gezisi de ... Nitekim, Adana'da bir gurup hanım, eşi Latife Hanımı konuk almak üzere davet ettikleri zaman Gazi Mustafa Kemal onlara şöyle dedi: - Benim bıılunamayacağım yerde, eşim de bulunamaz··· |
||||||
Benimle Olmaz | ||||||
Bir gün müslüman memleketlerden birinde (Mısır’da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti. Kendisine: - Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz? diye sordu. Olabilecek bir şey değildi, ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal: - Yarım milyonun bu uğurda ölür mü? diye sordu. Adamcağız yüzüme baka kaldı: - Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya... dedi. -
Benimle olmaz, beyefendi hazretleri yalnız benimle olmaz. Ne zaman
halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o vakit gelip beni
ararsınız. |
||||||
Bırakın Bu Milleti | ||||||
Kız
ve erkek çocukların bir arada okumaya başladıkları sırada,
Karadeniz kıyılarında bir inceleme gezisine çıkan Atatürk,
19 Eylül 1924 Cuma günü Rize’de bulunurken Rize ve Pazar
müftüleri kendisine bir dilekçe verirler.
Atatürk, sunulan dilekçeye göz gezdirdikten sonra
biraz sinirli müftülere döner:
- Yaaa?... Demek medreselerin tekrar açılmasını istiyorsunuz? Bu millet, çocuklarını istediği gibi okutmayacak mı? Şimdiye kadar geri kalmamızda, en büyük etkinin ne olduğunu hala bilmiyor musunuz? Hayır, medreseler açılmayacak!.. der ve birdenbire kopan alkış sağanağı içinde sözlerine devam eder. - Geçiminizi mi düşünüyorsunuz? Rahat olun, ibadetinizle meşgul olun bırakın bu milleti!.. Bu kararı veren Meclis’te, sizden büyük alimler yok mu sanıyorsunuz? Millet, bildiği gibi yapacak... anladınız mı? Bu sözleri de sürekli alkışlarla karşılanırken yanıbaşındaki valiye dönerek: -
Bu adamlar, burasını ahundlar (İranlı Din Adamı) İran’ı gibi mi yapmak
istiyorlar? Falih
Rıfkı ATAY,
Çankaya
|
||||||
Bir Karış Sakal | ||||||
Tarihçi
Ahmet Refik, bir süre önce bir tartışma nedeniyle
Atatürk’le aralarında meydana gelen gerginliğin, yakın
çevresindekiler arasında bir dedikodu konusu yapıldığını
biliyordu.
Bir gece, birdenbire onu Atatürk’ün Yat Kulüp bahçesinde beklediğini söylediler. Ahmet Refik, Atatürk’ü bekletmiş olmamak için smokinini giymiş, fakat tıraş olmaya vakit bulamadan onun masasına gelmişti. Çevredekiler merakla izlerken Atatürk ona: - Buyurunuz beyefendi, dedi ve tam karşısında Nuri Conker’in yanına oturttu. Şakacı arkadaşı Nuri Conker, Ahmet Refik’i Atatürk’e gösterdi: - Paşa, çenesindeki şu bir karış sakala bakınız, dedi. Atatürk Ahmet Refik Bey’e dönerek: - Beyefendi, Conker’e bakmayınız. O, insanın başındaki kütüphaneyi görmez de çenesindeki sakalı görür. Böylece birkaç hafta önceki olayın gerginliği bir anda silinivermiştir. K. ARIBURNU,
Atatürk ve Anekdotlar,
Anılar
s.29
|
||||||
Bir de Onbaşım Görsün | ||||||
Bir
gün askeri bölgeye giderken otomobili bozuldu.
- Yürüyelim, otomobil yapılınca arkadan gelsin, dedi. Atamızla arkadaşları yürüdüler. İlerden Mehmetçik bağırdı: - Dur. Kimsin? Durdular, Mehmetçik geldi: - Buralara Atamız gelecek. Geçmek yasaktır. Ata güldü: - İyi bak, Atatürk bana benzer mi? Mehmetçik baktı, gözleri parladı. -
Benzemeye benzer ama, askerlik bu, bir de onbaşım görsün,
dedi. |
||||||
Bir Türk Cihana Bedeldir | ||||||
25
Ağustos 1925 Salı günü Atatürk, Mareşal üniformasını giymiş ve göğsüne
istiklâl Madalyasını takmış olarak ve beraberlerinde Kastamonu
Milletvekilleri Ali Rıza, Mehmet Fuat, Çankırı Milletvekilleri Talât,
Ziya, Kütahya Milletvekili Nuri, Rize Milletvekili Fuat Beyler, Paşalar
ve yaverleri ile Kastamonu kışlasına giderek askeri teftiş etmişlerdi.
Teftişte asker ve subaylara verdiği savaş görevlerinin iyi
yapılmasından memnun kalan ATATÜRK
“Gördüklerimden memnunum, iyi çalışmışsınız. Subaylarda çalışmış hepinize teşekkür ederim” demişti. Bu arada askerin ambar ve koğuşlarını gezmişti. Koğuşların gezisinde tank ve uçak modellerini gören Atatürk yanına iki asker çağırıp “Serbest dur konuşalım” diyerek tank ve uçaklarla ilgili sorular sormuş ve bu arada koğuş çıkışında “Bir Türk on düşmana bedeldir” levhasını görünce oradaki subayı çağırıp: -Öyle mi? -Evet Paşam! Atatürk başını dikleştirerek, -Hayır, bence öyle değildir. “Bir Türk Cihana Bedeldir!”
demişlerdir. Kaynak: Nazmi EĞDİRİCİ,
Atatürk’ün Kılık Kıyafet-Şapka Devrimi
ve İnebolu, s.100 |
||||||
Biz
Cumhuriyeti Anlatamamışız Beyler |
||||||
“Yıl
1936 Atatürk İstanbul’da Florya köşkündedir. Mevsimlerden
Sonbahar. Atatürk’ün köşkte halkla temas edememekten ötürü canı
sıkılmaktadır. Selanik günlerinden dostu Nuri Conker’e köşkten gizlice
kaçmayı teklif eder. Nuri Conker özel bir araba bularak ve Atatürk’de
kıyafetini değiştirerek köşkün kapısında bekleyen özel araba ile
Çekmece’ye doğru ilerlemeye başlarlar. Atatürk neşelidir. Refakette
kimse yoktur. Birden Atatürk’ün gözleri çift süren bir köylüye takılır.
Arabayı durdurur. Köylünün yanına gider, çiftin bir yanında öküz, bir
yanında merkep vardır. Ulu önder köylü ile konuşmaya başlar. Köylü onu
tanımamıştır. Atatürk çifte öküz yerine neden merkep koştuğunu sordu
Köylü vergi memurlarının sattığını bildirir. Atatürk muhtar ve
kaymakama neden şikayet etmediğini sorar, öküzün satılmaması
gerektiğini
bildirir. Köylü “onlar bilmez olurlar mı burada kuş bile uçmaz, şimdi
Atatürk’ümüz var başımızda” der. Atatürk, Valiye ve Başvekil İsmet
Paşa’ya derdini anlatmasını söyler. Köylü onlara derdini
işittiremiyeceğini bildirir. Nihayet Mustafa Kemal Paşa’ya derdini
anlatmasını tavsiye eden Atatürk’e köylü “O işinden gücünden başını
kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyütedecek, sen gönlünü rahat tut
beyim, biz işimizi koca oğlanla görürüz tasa etme” der.
Atatürk, Nuri beyle birlikte köşke döner, yaverine İstanbul’daki Bakan Milletvekili ve Başvekil İsmet Paşayı, İstanbul Valisi’ni çağırması emrini verir. Nuri beye de köylü Halil Ağayı köşke getirmesini bildirir. Nuri bey Halil Ağayı köşke bir çok uğraşıdan kendisi ile görüşen zatın zengin olduğunu öküz vereceği vaadini de yaparak, karısının ısrarı üzerine köşke getirir. Sofrada 25 kişi vardır. Atatürk bir ara hazır bulunanlara “Bu akşam soframıza efendimiz gelecek” der. Herkes şaşırmıştır, kimdir bu efendimiz? Atatürk Başyavere buyursun talimatını verir. Köylü Halil ağa girmemekte diretmektedir. Gevezeliğinin cezasını çektiğine inanır. Nuri bey köylünün koluna girerek salondan içeri sokar. Atatürk, Halil ağaya hoş geldin dedikten sonra“İşte beklediğimiz efendimiz” diye onu tanıtır. Atatürk orada bulunanlar huzurunda tarlada konuşulanlar ve Halil Ağa’nın herkes hakkında ne dediğini bir bir köylünün kendi ağzından tekrar ettirir. Halil ağa ikramdan sonra ayrılır. Atatürk hazır bulunanlara hitaben “Halil Ağa’nın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu, ya biz yaptık, ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak uygulama yapılıyor. Böyle bir kanun yaptıksa memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, eğer yaptığımız kanun böyle yorumlanıyorsa hükümet nasıl bir yönetim içindedir? “Biçiminde konuşarak” Biz Cumhuriyeti süs olsun diye kurmadık. Halktan yana bir idare kurmak için yaptık. Hükümetin müfettişleri, valileri, kaymakamları var. Bunların Halil Ağa’nın öküzünü satmanın ne demek olduğunu bilmeleri gerekir. Bir parti örgütümüz var, halkın içinde dirsek dirseğe yaşamaları gerekli, onlarda böyle bir uygulamadan söz etmiyorlar, ne demektir bu? Bizim halkla beraber ve halk için değil, halka rağmen bir sistem kurduğumuz sanılmaktadır. Asıl üzüldüğüm husus burası. Biz Cumhuriyeti anlatamamışız beyler, bundan bu çıkıyor.” Atatürk, başta Başbakan ismet Paşa olmak üzere hazır bulunanlara inkılapların yaşamasının bilinçli ve inkılapçı kuşağın yetiştirilmesine bağlı olduğunu, Halil ağaların başına gelenler Hükümet’e ve Büyük Millet Meclisi’ne ulaşmıyorsa tehlike olduğuna değinerek ilgililere gerekli talimatı verdi.” |
||||||
Bu
Ayrıcalığı Hiç Beğenmedim |
||||||
Atatürk,
bir sabah Florya’dan Dolmabahçe Sarayı’na dönüyor.
Yeşilköy İstasyonu’nun önünden geçerken
birdenbire otomobili durduruyor ve başyavere:
-
Sorunuz, tren var mı? diye emir veriyor. O
sırada tren hemen hareket etmek üzeredir. Hep birlikte otomobilden
inip emrindekilerle birlikte trene biniyor. Karar
ani verildiği ve uygulandığı için, bu trene biniş hemen hemen
kimsenin dikkatini çekmiyor. Bir
süre sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör, Ata’nın
bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce
çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor: -
Görevini yap!.. (Emrindekileri göstererek) Bu efendilere
niçin bilet sormuyorsun? Emrindekiler
cevap veriyor: -
Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat
ederiz!.. Ata
hayretle: -
Bu ayrıcalığı hiç beğenmedim, diyor. Çok ayıp ve acayip
bir usul. Çok güzel halkçılık!.. |
||||||
Bu Millet O Kadar
Zengin Değildir
|
||||||
Bir
tarihte Atatürk Ege Vapuru ile Mersin’e gitmiş. Dönüşte
vapur Fethiye’de durmuş. Kasabada halk şenlik yaparken, gemilerden de
havai fişekler atılıyormuş. Kendisine eşlik eden Zafer Torpidosu’nda
bulunan Atatürk, donanmanın şenliklerini seyrederken,
kumandanlardan biri, Zafer Torpidosu kumandanına bir torpil atmasını
söylemiş.
Torpido
Kumandanı: -
Hay hay efendim, demiş, yalnız bir torpilin değeri elli bir liradır. Bunun
üzerine Atatürk: -
Vazgeçin torpil atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir. Ve
torpido kumandanına dönerek: -
Sizi kutlarım, diye iltifatta bulunmuş. |
||||||
Bu
Millete Her Şeyi
Öğrettim |
||||||
İngiliz
Kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği
zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten
önce: -
Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen
birisini yahut bir aşçı bulunuz!... dedi. Sonunda
İngiliz sofra merasimini bilen bir kişiden öğrenerek sofrayı o
şekilde düzene koydular... Akşam Kral sofraya oturunca kendisini
kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek: -
Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de
zannettim, diyerek memnuniyetini bildirdi. Sofraya
hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi
heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere
yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler
utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a
eğilerek: -
Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim,”
dedi. Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran
oldular. Atatürk garsona da “görevine devam et” emrini verdi. |
||||||
Bu Sensin | ||||||
İzmir
yolunda ilerliyorduk. Köylüler, askerlerimizin girişini
seyrediyorlar, onlara kırık testilerle su taşıyorlar, yürekten
minnetlerini anlatmak için paralanıyorlardı. Tam yanlarına
vardığımız sırada, bir nakliye kolu geçmemize engel oldu.
Otomobil durdu. Atatürk istediği bir sigarayı yakmak üzere
gözlüklerini kaldırdı. O sırada otomobilin yanına sokulan
sakallı bir ihtiyar, koynundan muşamba rengini almış buruşuk bir kağıt
çıkardı. Önce kağıdı, sonra dikkatle Atatürk’ü
süzdü. Yine kağıda yine Atatürk’e baktı. Bu hareketi
üçüncü defa tekrarladıktan sonra, şimdi
hatırladıkça tüylerimi ürperten bir sesle:
- Bu sensin! diye haykırdı. Ve arkasını dönerek, köylülere bir mümin heyecanı ile bağırdı. - Mustafa Kemal, dedi... Mustafa Kemal!... Bu feryadı duyanların nasıl birbirine karıştığını düşünemezsiniz. Biz bütün gayretimize rağmen onların birbirini çiğneyerek otomobile dolmalarına engel olamadık. Çünkü onlar bilinci dışına taşmış bir sevgiden kuvvet alıyorlardı. Atatürk’ün yüzünü, ellerini öpüyorlar, çizmesinin tozlarına yüzlerini sürüyorlardı. Salih
BOZOK, Niyazi
Ahmet BANOĞLU,
Atatürk, Anekdotlar,
Anılar s.116
|
||||||
Bugün Bizi Alkışlayan | ||||||
Yaşadıkları
sürece yığınlara hakim olmuş, alkışlar ve takdirler toplamış nice
tarihi kişiler, hayatlarında veya ölümlerinden sonra zaman
çarkının dişlileri arasında kaybolup gittiler. Bunlar “Yalancı
Şöhretler’di ve yaptıkları köksüzdü, temelsizdi.
Bunun içindir ki, eserlerinin ömrü, kendi
ömürlerini aşamadı.
Bunların çoğu, lehlerinde yapılmış bir takım gösterilerin gururuna da kapıldılar. Ve bunları “ebedi yaşama”nın bir delili sandılar. “Zafer sarhoşluğu”nun uykusunda kaybolup gittiler. Atatürk’e 12 yıl yaverlik yapmış olan Sayın Naşit Mengü’nün çeşitli anılarını dinlerken, bir yandan da bunları düşünüyordum: Atatürk, kendisi hakkındaki büyük sevgi gösterileri karşısında nasıl duygulanıyor, neler düşünüyordu? Bu soruma Naşit Mengü şu cevabı verdi: - Yıl 1927... Atatürk, Anadolu’ya geçtikten sonra ilk defa İstanbul’a dönüyor. Bütün kent halkı sokakları ve denizleri kaplamış. Bayramların en büyüğünü yaşıyorlar. Kıyılardan, denizlerdeki sandallardan Atatürk’ün motoruna doğru eller uzanıyor, “Yaşa, Varol” sesleri kubbelerde yankılar yapıyordu. Atatürk de ayakta, mendil sallayarak bu sevgi gösterilerine karşılık veriyor. Ben, rahmetli Salih Bozok’la Ata’nın bir adım gerisindeyiz. Rahmetli Salih, halkın bu coşkun gösterilerinden çok heyecanlandı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Gazi’ye eğilerek: - Paşam, dedi, halkın şu coşkun tezahürlerine bakınız. Bu millet ebediyete kadar uğrunuza ateşe atılmakta tereddüt etmez. Atatürk, şu cevabı verdi: - Kendilerine faydalı olduğunuz, onlara müspet yolda hizmet ettiğiniz müddetçe milletin sevgisini kazanabilirsiniz. Vaatlerinizi yerine getirmez, milletin refahına hizmet etmezseniz bu gün bizi alkışlayan bu topluluk yarın yuhalar. Sadi BORAK, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, s.85 |
||||||
Bunu Zaman Gösterir | ||||||
Atatürk;
Milli Mücadele
Hareketine başlamak
üzere, daha kongrelerin düzenlendiği sıralarda ileride
yapacağı devrimleri de kafasında tasarlamıştı. O, bu devrimleri
önceleri gizli tutmuştu. Mazhar Müfit (Kansu) bunu şöyle
nakleder:
“O, hatıra defterime ve günü gününe her olayı not edişime hem memnun olur, hem de bazen şaka yapmaktan kendisini alıkoymazdı. - Hafızalarımız zayıfladığı zaman Mazhar Müfit’in defteri çok işimize yarayacak derdi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra : - Amma bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben , bir Süreyya, Bir de sen bileceksin, dedi,. Şartım bu ... Süreyya da, ben de : Buna emin olabilirsiniz Paşam ... dedik. Paşa bundan sonra : - Öyle ise önce tarih koy !... dedi. Koydum : 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Tarihi sayfanın üzerine yazdığımı görünce : - Pekala... yaz diyerek devam etti : - Zaferden sonra hükümet şekli Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha öncede bir sorunuz nedeniyle söylemiştim. Bu bir. İki : Padişah hanedan hakkında zamanı gelince gereken yapılacaktır. Üç : Tesettür (örtünme) kalkacaktır. Dört : Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir. Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden
düştü.
Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu,
gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan
konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. - Neden durakladın? Deyince : - Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var dedim, gülerek : - Bunu zaman gösterir. Sen yaz dedi. Yazmaya devam ettim. - Beş : Latin harfleri kabul edilecek. - Paşam yeter... yeter... dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile : - Cumhuriyetin ilanını başaralım da gerisi yeter diyerek, defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmayan bir adam tavrı ile: - Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam
edeceksiniz,
hoşçakalın diyerek yanından
ayrıldım. Gerçekten de gün ağarmıştı. Süreyya da
benimle beraber odadan çıktı. Fakat
burada ve bu anda olayların beni nasıl yanıltıp ve M. Kemal’i
doğruladığını daha doğrusu
Mustafa Kemal’in beni nasıl bir cümle ile mahcup ettiğini
itiraf etmeliyim.
Çankaya’da akşam yemeklerinde birkaç defa : -
Bu Mazhar Müfit
yok mu
kendisine Erzurum’da tesettür kalkacak, şapka giyilecek, Latin
harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim
zaman defterini koltuğunun altına almış ve bana hayalperest olduğunu
söylemişti” dedi. |
||||||
Cevap
Veremediği Tek İnsan |
||||||
Tarihimiz
sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş kaldırıp ne
memleketi imar edebilmiş, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun
sebebi, bizim suçumuz olduğu kadar düşmanlarımızın da
suçudur. Çünkü başta Ruslar olmak üzere
düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:
- Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler... Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, balkan milletlerini “İstiklal” diye kışkırtırlardı. Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler zenginleşirlerdi. Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile çok güzel açıklamıştır. Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret derek sormuş: - Bu köşk kimin? - Kirkor’un... - Ya şu koca bina? - Yargo’nun... - Ya şu? - Salomon’un... Atatürk biraz sinirlenerek sormuş: - Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarında bir köylünün sesi duyulur: - Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağlarında, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk paşam... Atatürk bu anısını naklederken: - Hayatımda cevap veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu. Niyazi Ahmet
BANOĞLU,
Atatürk’ün
Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, s.18 |
||||||
Dağ Başını Duman Almış! | ||||||
Yıl
1919… Ülke işgal altındaydı!
19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, İngilizlerin istediği gibi çalışmasına izin vermeyeceklerini gördü… Anadolu içlerine doğru ilerlemeye karar verdi. İlk durak Havza olacaktı. Yâverinden, hemen bir otomobil bulunmasını istedi. Araştırıldı, soruşturuldu… Sonunda, Benz marka, çok eski bir otomobil bulunabildi. Mustafa Kemal, “Tamam,” dedi. Arkadaşları, “Ama çok eski,” diyerek kuşkularını belirttiler. Mustafa Kemal, “Olsun,” dedi. Arkadaşları, “Her an arıza çıkarıp bizi yolda bırakabilir!” diye uyarmak istediler. Bunun üzerine Mustafa Kemal, “Başka otomobil var mı?” diye sordu. Arkadaşları, “Yok,” dediler. “Öyleyse bununla yola çıkacağız!” Samsun’dan çıkıp Havza’ya doğru gecenin karanlığında yol almaya başladılar… Korkulan sabaha karşı başlarına geldi. Motor su kaynatmaya başladı… Suyun soğutulması ve değiştirilmesi beklenirken, Mustafa Kemal, otomobilden indi. Şafak yeni sökmekte… Dağların bulutlara değen tepeleri yeni yeni pembeleşmekteydi. O anda, Mustafa Kemal, daha önce kimsenin duymadığı bir marşı söylemeye başladı: Dağ başını duman almış, Sesimizi yer, gök, su dinlesin, Bu gök, deniz nerede var? Falih Rıfkı Atay, Babanız Atatürk, Bateş Yay., İstanbul, 1980, s. 60 Kaynak: Süleyman Bulut, Büyük Atatürk’ten Küçük Öyküler, 20. Basım, Ocak 2013, s. 11-12-13 (Can Çocuk-Can Sanat Yayınları) |
||||||
Düşmandan Kaçılmaz | ||||||
Çanakkale Savaşı’nın en amansız günüydü. Mustafa Kemal 34 yaşında Arıburnu’nda İstanbul’u karadan çevirip almak isteyen düşmanların karşısındaydı. 25 Nisan günü İngilizler Arıburnu’na asker çıkarmaya başlamışlardı. Orada bulunan küçük birlik geri çekiliyordu. Bunu gören Mustafa Kemal, karşılarına dikildi: - Nereye gidiyorsunuz? - Efendim, düşman... - Nerede? - İşte 261 rakımlı tepede düşman çıkarma yapıyordu. Bizim birliklerden daha yakındı. Kaybedecek zaman yoktu. - Düşmandan kaçılmaz. - Kurşunumuz kalmadı. - Süngünüz var ya... Süngü tak!... İleri?... Mehmetçikler, büyük komutana uymuş, süngü takmışlardı. En uygun noktaya geldiler. - Yat... Düşman askerleri, karşılarında ateşe hazır Türk kuvvetlerini görünce sindiler ve ateşe başladılar. Zaman kazanılmıştı. Mustafa Kemal yanındaki subayı gerideki birliklere haberci gönderdi. Yetişen Mehmetçikler düşmanı püskürttü. Hadi
BESLEYİCİ,
Atamız Atatürk,
s.116-117
|
||||||
Ekmekle Oynamak Doğru Değildir | ||||||
Atatürk’ün
asla kini yoktur. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir süre
sonra affeder, olanları unutur, bir daha duymak bile istemezdi. Bu
yüzden civarındakilerden birçokları zaman zaman gözden
düşer, sonra yeniden affedilir, yeniden eski mevkiini alırdı.
Fakat, asla göz yummadığı şey, bir kimsenin ekmeğiyle oynanmasıydı. Yeni
harflerin kullanılmasının kararlılıkla takip edildiği dönemde bir
seyahati esnasında bir hükümet bürosuna girdi.
Açtığı bir defterde bir deste eski harflerle yazılmış notlar ve
kağıtlar buldu. Defterin sahibi yaşlı bir memurdu. Atatürk,
hayatında ender rastlanan bir hiddetle memurdan başladı, amirde
bitirdi, hepsini kovdu. Dışarı çıkarken de: -
Bunlar mikroptur, efendim! Milli bünyenin iyiliği namına
temizlenmeli!... diye bağırdı. Akşam
oldu, vilayet konağında bir ziyafet vardı. Bir aralık söz yine
yeni harflere geldi. Atatürk, valiye sordu: -
Bugünkü yobazlara ne yaptın? Vali: -
Görevlerine son verdim, paşam. Esasen ücretli hizmetlilerdi. Atatürk
durakladı, sonra usulca: -
O olmadı işte!... dedi. Bu adam, kabahatli, muhakkak!... Fakat,
çoluğunun çocuğunun suçu ne? Onları aç
bırakmaya hakkımız yok. Onu görevine usulca iade et!...
Biz adamları cezalandırmalıyız, ama ekmekle
oynamak doğru değildir!...
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla
Atatürk,
s.325-326 |
||||||
Geçmiş Olsun | ||||||
Yugoslavya
Kralı Alexander Atatürk’ü ziyarete gelmişti. Atatürk
kralla odalarına çıkarlarken, Kral Alexander: -
Size bir sırrımı söyleyeceğim, dedi. Biraz
sonra misafir odasında koltuklara oturdular. Kral: -
Eğer, bazı Avrupa devletlerinin vaadlerine inanmış olsaydık,
Yunanlıların yerine Anadolu’ya biz çıkacaktık... Atatürk
gülerek Kralın elini sıktıktan sonra: -
Geçmiş olsun Kral Hazretleri! N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.189 |
||||||
Genelgeyle Olmaz | ||||||
1924 yılının ilkbaharındaydı. Erzurum ve Pasinler’de depremde birçok köylerin evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler’e gelen Ata, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı: - Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Ata, ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: - Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, yöre ağzıyla: - Valle Padişeh bilir, dedi. Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: - Baba, padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım, zararın ne? İhtiyar tekrar etti: - Padişeh bilir!.. Bu cevap karşısında kaşları çatılan Ata, Kaymakama döndü: - Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi. Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan yazı işleri müdürü: - Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk’ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: -
Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz... |
||||||
Geri Gönderiniz | ||||||
1921
Haziran’ında Ankara’daki Milli Devlet, Birinci ve İkinci
İnönü Zaferlerini kazanmış, İngiltere ve Fransa ile
görüşmeler yapılmış; varlığını bütün dünyaya
tanıtmış bulunuyordu. O
zamana kadar saltanatı kurtarmak için düşmana yaranmak ve
bu amaçla Türk milletinin zincire vurulmasına bile razı
olmaktan başka çare görmeyen padişah şüpheye
düştü: -
Ya milli hükümet bu davayı kazanırsa? O zaman Osmanlı
sülalesi suçlu görülmeyecek mi? Her ihtimale
karşı bir şehzadeyi Anadolu’ya yollamalı, Milli Mücadelede Osmanlı
sülalesinin de payı olduğunu iddiaya hak kazanmalı!... Veliaht
Mecit Efendinin oğlu Şehzade Faruk, bir vapura bindirildi; İstanbul’la
Ankara arasında en kısa yolun başlangıcı olan İnebolu’ya
gönderildi. İleriyi
göremeyenler için bir şehzadenin Ankara’ya gelmesi,
Türk milletinin hiç olmazsa manevi kuvvetini artırırdı;
halbuki saltanat en büyük bela idi. Şehzadenin
geldiği Ankara’ya bildirildi; ne yapılacağı soruldu. İçişleri
Bakanı şu emri verdi: -
Şehzadeyi, layık olduğu tören ve saygıyla İnebolu’ya
çıkarınız! Şehzade
Faruk, Anadolu toprağına ayak bastı; onun şerefine İnebolu kasabası
bayraklarla donatıldı; her tarafta şenlik havası vardı. Atatürk
bunları öğrenince tehlikeyi sezdi; hükümet adına
verilmiş ve uygulanmış olan emre rağmen kendi imzasıyla İnebolu’ya şu
telgrafı çektirdi: “Şehzadenin
hemen vapura bindirilerek İstanbul’a geri gönderilmesi” Bu telgraf, mevcut tehlikeyi göremeyen ile ufkun ötesini görenin farkıydı. A.N. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.90-91 |
||||||
Gözlerini Görmek İçin | ||||||
Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu. Kocasını Yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu Balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de Büyük Muharebede şehit düştü. Birisi İkinci İnönü’den dönmedi. En son torununu da Sakarya’ya gönderdi. Bir gün haber aldı ki en son delikanlısı da Duatepe Muharebesinde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti. Çok ağladı. Fakat, Sakarya Savaşı kazanıldı haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı. Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara’nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara’ya geldi, doğruca gitti, Büyük Millet Meclisi’nin kapısı önünde durup çömeldi. Aradan biraz vakit geçti, sordular: - Nine, ne istiyorsun? - Hiç, hiçbir şey. - Ya neden burada duruyorsun? - Onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum. - O dediğin kim? - Gazi Paşa. Sonunda hikayesini anlattı ve dedi ki: - İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O, Millet Meclisi’nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi gözbebeklerinde bütün şehitlerimin gözlerini görür gibi olurum. Son içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim. İşte siperlerde evlat, torun gömmüş Türk Ninesi buna derler. N.A.
BANOĞLU, Nükte
ve Fıkralarla
Atatürk,
s.29-30
|
||||||
İşte
Benim
Neslim Bunlar! |
||||||
İzmir
Hakimiyeti Milliye Okulu’nda öğretmendim. Okulumuz bir
çocuk balosu hazırlamıştı. Çok mutlu bir rastlantı ile o
gün Atatürk de İzmir’de bulunmaktaydı. Onu da davet ettik.
“Acaba gelecek mi?” diye hepimiz heyecan içindeydik. Sonunda “Geliyor” denildi. Koştuk, karşıladık. Gülümseyen bir yüzle ellerimizi sıktı. Yanında yaverler, paşalar vardı. Koca salon heyecandan karmakarışık olmuştu. Büyük küçük herkes onu yakından görmek, sesini duymak için çırpınıyordu. Zorlukla ortalığa bir düzen verdik. Öğrencilerden Ali ortaya geldi. Çocuk heyecandan bocalıyor, bir şeyler bulup söyleyemiyordu. Derken küçük Ali coştu. Kendinden geçti. Kollarını ona doğru uzatarak içten gelen bir sesle: - Senin ismini andıkça, senin resmine baktıkça, seni karşımda görünce damarlarımda bir şeylerin kaynadığını duyuyorum. Ah! Seni doya doya öpmek istiyorum, diye haykırdı. O zaman o da kollarını açarak: - Öyleyse gel öp! dedi. Ali koştu, boynuna atıldı. Öteki çocuklar dururlar mı? - Biz de, biz de! Diye bağrışarak koştular. Kucağına atıldılar. Öptüler, öptüler. Heyecandan, sevinçten ağlıyorduk. Yaverler, paşalar ve hatta kendisi bile... Evet, yaptığı harblerin heyecanı, kazandığı zaferlerin sevinci belki onu ağlatmamıştır. Fakat bu bir avuç Türk yavrusunun içten gelen coşkunluğu onu sarsmış, heyecandan gözlerini bulandırmıştı. Gözlerine dolan yaşları tutmak için dudaklarını ısırdı. Sonra heyecandan titreyen bir sesle yanındakilere hiç unutamayacağım şu sözleri söyledi: - İşte benim neslim bunlar! Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.99-100 |
||||||
İşte Türk Askeri Budur | ||||||
Bir gün Atatürk’e Türk askeri hakkında ne düşündüğünü sormuşlardı. - Durun size bu konuda bir öykü anlatayım, diyen Atatürk, şu olayı anlatıyor: - Yıldırım Orduları kumandanı idim. Liman von Sanders Paşa da o sırada kıtalarımızı teftişe gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bir eri de nasılsa bölüklerin arasına karıştırmışlardı. Von Sanders: - Canım böyle adamları da niye burayar gönderirler? diye söylenerek hasta ve cılız eri göğsünden itti. Mehmetçik hemen yere yıkıldı. Alman generali davasını ispatlamış olmanın gururu ile: - İşte gördünüz ya, dedi. Düşmek için bahane arıyormuş... O sırada Von Sanders’e bir azizlik yapmak aklıma geldi. Erin yanına sokularak: - Ne kof şeymişsin sen, dedim. Dikkat etsene, seni yere yuvarlayan adam bizden değildi. Ne diye karşı durmadın. Şimdi yeniden yanına gelirse sıkı dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur. Sonra da Von Sanders’e dönerek: - Sizin güçsüz sandığınız er, boş bulunduğu için yere yıkılmış. Türk askeri amir karşısında dünyanın en uysal askeri olur. Kendisine söyledim: “Hele gelsin bak, bir daha beni yere yıkabilir mi?”, diyor. Von Sanders askerlerle şakalaşmasını severdi. Gülerek aynı askerin yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz, o güçsüz askerden göğsüne öyle bir kakma yedi ki, hemen sırtüstü yuvarlandı. Von Sanders Mehmetçik’in bu karşı koymasına kızmamış, bilakis Türk erine karşı hayranlığı artmıştı. O kadar ki yerden kalkınca ilk işi Türk erinin elini sıkmak oldu. Atatürk: - İşte Türk askeri budur, diyerek sözlerini bitirdi. H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk,
s.89-90
|
||||||
Kabiliyetsiz
bir milletin
başında bulunsaydım |
||||||
1937
yılında bir Eylül akşamı, on arkadaş iki sandala binerek Florya’da
geziyorlardı. Bir aralık deniz köşkünden bir sandalın
kendilerine doğru geldiğini farkettiler. Herkes
gürültüyü kesmişti. Ata’mızın gür, aynı
zamanda müşfik sesi duyuldu:
- Çocuklar, eğlentiniz çok hoşuma gitti. Aranızda bulunmayı arzu ettim. Gençler bu ani ziyaretten son derece memnun ve heyecanlı derhal Ata’nın bizzat kullandığı sandalı aralarına alıyorlar. Üç sandal mehtaba karşı yol alıyor. Ata: - Aferin çocuklar, Türk gençleri hem çalışmasını, hem eğlenmesini bilmelidir. Memleket sizindir. Çalışın ve eğlenin, diyor. Gençler hep bir ağızdan bütün millet gibi kendilerinin de minnettar oldukları bu güzel vatanın güzelliklerinden O’nun sayesinde yararlandıklarını tekrar tekrar söyleyince, Atatürk yine: - Çocuklar, diyor, ben bu inkılabı sizin babanızla, dayınızla, ananızla velhasıl bütün vatandaşlarınızla yaptım. Bu sizin hakkınız. Ancak, görüyorum ki, bana karşı güveniniz çok kuvvetli. Size bir soru soracağım: Kabiliyetsiz bir milletin başında bulunsaydım, bu inkılabı yapabilir miydim?.. İçlerinden Sadi adında biri atılıyor: - Atam, diyor, sen kabiliyetsiz bir milletin başına gelemezdin. Çünkü, kabiliyetsiz milletten böyle şef çıkmaz!.. Ata, heyecanla ayağa kalkarak bu gencin elini sıkıyor ve: -
Bunu söylemenizi bekliyordum, diyor.
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve
Fıkralarla
Atatürk, s.516-517
|
||||||
Kamçısız
Yönetim |
||||||
(Bir süre evli kaldığı eşi Latife Uşaklıgil’in anılarından). Evli bulunduğumuz sıralarda idi. İzmir’deydik. Doktorların önerisi gereğince sessiz, sakin bir hayat sürmesi, dinlenmesi gerekliydi: Bir türlü uyuyamadığı bir gece: - Latife, ben şimdi tramvaya binmek istiyorum, dedi. - Dinlenseniz olmaz mı? Vakit de oldukça geç, dedim. - Ben de vaktin geç olmasından yararlanıp tramvaya binmek istiyorum ya, diye karşılık verdi. Derhal gereken yerlere emir verildi. Bir atlı tramvay hazırlandı. - Tramvay hazır, emrinize amade... Yanlarına yaverlerini de aldılar. Hep birlikte tramvaya gittik. Bir sürücüden başka kimse yoktu. Atatürk sürücünün yanına yaklaşıp sordu: - Sen atları kamçı ile mi idare edersin? - Tabii Paşam, kamçısız idare edilir mi? - Neden idare edilmesin? - Biz görmedik... Ata sürücünün yanına oturdu. - Sen şu yerini bana ver de, kamçısız idare edeyim, dedi. Sürücü hemen yerini verdi. Atatürk dizginleri ele aldı. Tramvay atlarını kamçısız sürmeye başladı. - Nasıl idare edebiliyor muyum? - Benden daha güzel idare ediyorsunuz Paşam... - Ben de senin gibi bir idareciyim. Ben de yüzbinlerce insanı idare ettim. Onları ölüme giden yola seve seve sevkettim. Fakat bir tanesine bile kamçı kullanmadım. Hadi
BESLEYİCİ,
Atamız
Atatürk, s.88-89 |
||||||
Kırk Asırlık Türk
Yurdu |
||||||
1923 yılı Mart’ının On Beşi Pazar günüydü. Atatürk, Adana İstasyonu’nda trenden inmiş; sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları, “Yaşa varol!” sesleri arasında yaya olarak kente giriyordu. Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı; sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk’ün önünde durdular. Arkalarından bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın kişiliğinde henüz tutsak bulunan İskenderun’la Antakya’nın Türk olan bütün halkı: “Bizi de kurtar” diye yalvarıyordu. Herkesin gözleri yaşarmıştı, hıçkırıklarını tutamayanlar vardı. Atatürk’ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku bitince Atatürk’ün alnı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünde bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak: - Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz! dedi. On altı yıl sonra Hatay sorunun en heyecanlı günlerinde, hasta ve bitkin olmasına rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Adana’ya gitti. Dört saat ayakta durmak, birliklerin geçidini izlemek gibi olağanüstü bir dayanıklılık gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk’ü yitirdik. İsmail Habib, bu konuyu şöyle bitirir: “Hatay, Hatay! Seni kurtaran, aynı zamanda senin şehidin oldu!” A.H.PAR / M.A.ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak, s.83-84 |
||||||
Kim Olursan Ol
Bekleyeceksin |
||||||
Atatürk,
bir gün Dolmabahçe’den gizlice çıkar Topkapı Sarayı
Müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya
tanıtır, fakat kapıcı
Hiç
şüphe yok ki, kapıcı Atatürk’ü tanımamış ve bu
sözlere birden fazla muhatap bulunduğu için gelenin
Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu
anekdotta önemli
olan nokta Atatürk’ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar
etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların
gelmesini beklemesidir. |
||||||
Mazhar
Osman ve Atatürk |
||||||
Bir gün nüktedan ve renkli
kişiliğiyle tanınan Akıl ve Ruh Hastalıkları Uzmanı Ünlü Mazhar Osman
Atatürk'le sohbet etmektedir. Bu sohbet esnasında bir ara Atatürk,
Mazhar Osman’a sorar:
— Osman Bey, bu delilik nasıl bir şey? — Gazi Paşam az da olsa herkeste bir parça vardır, deyince Atatürk: — Ne demek istiyorsun, bende de mi var? Hoşsohbet ve sözünü esirgemeyen biri olan Mazhar Osman: — Ohooo... Sizde herkesten bin beteri var. İçeride ve dışarıda dört iklim yedi cihana kafa tutmak akıllı adamın yapacağı iş mi? Der. Atatürk bu söze dakikalarca gülmüştür... |
||||||
Mekke'ye Şapkayla Gireceksin | ||||||
Atatürk
sağ iken, büyük İslam kongrelerinden birine biz de
çağrılmıştık. Kongre Mekke’de toplanacaktı. Atatürk’ün
bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk.
Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl Türklerin bundan manevi bir hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri, ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı? Biliyordu ki Mekke’ye şapka ile gidilemez. Fakat daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştirileceğini zanneden bir toplum ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör’ü çağırdı: - Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türksün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Müslüman milletleri uygarlaşmaktan alıkoyan batıl inançları yıkmak için Mekke’ye şapka ile gireceksin. Kara taassup seni parçalamağa bile kalksa, başını vereceksin, fakat eğilmeyeceksin. Edip Servet Tör, Mekke’ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin en fazla itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye’yi efendice temsil etti. |
||||||
Millet Kendi Başına Yürümezdi | ||||||
Gazi
Paşa Olmasaydı Millet Kendi Başına Yürüyemezdi!
Tarih 30 Ekim 1925. Ahmet Ağaoğlu Bey Hakimiyeti Milli’ye
gazetesinde yazar: -Şapka giyeceksin! -Evet, giyeceğim. -Neden? -Gazi Paşa emretmiştir. -Etsin ne olur? -Yalnız Gazi mi yaptı?.. Millet olmasaydı Gazi Paşa tek başına ne yapabilirdi?.. -O sözün doğru efendi. Ulus gayret etti. Fakat Gazi Paşa yürüttü… Gazi Paşa olmasaydı millet kendi başına yürüyemezdi efendi! Kaynak: Nazmi Eğdirici, Atatürk’ün Kılık Kıyafet-Şapka Devrimi
ve İnebolu, s. 102 |
||||||
Milletin Sofrası | ||||||
Dolmabahçe Sarayı’nda bir akşam Dr. Reşit Galip eğitim sorunlarını eleştirirken sert bir dil kullanıyor. Atatürk: - Reşit Galip, Esat Bey benim hocamdır. Soframda hocam hakkında böyle konuşmanı istemem. Deyince Reşit Galip tereddütsüz: - Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Biz saraydayız ama, hocanız sultan hocası değildir. Cumhuriyette eleştiri serbesttir, diye başlayınca Atatürk: - Sofradan kalk! emrini veriyor, Reşit Galip hiç aldırmayınca, Ata: - O halde ben kalkarım, diye sofrayı terk ediyor. Sofradakiler de dağılmaya hazırlanırken, yaver şu emri getiriyor: - Cumhurbaşkanı hazretleri kendileri varmış gibi sofranın devamını rica ediyorlar. Ertesi sabah Reşit Galip, Ankara’ya hareket ediyor. Fakat aradan çok geçmeden Milli Eğitim Bakanı oluyor. N. A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.235 |
||||||
Mustafa Kemal Nasıl ATATÜRK Oldu? | ||||||
Mustafa, Mustafa Kemal olmakla kalmadı… Sonraki yıllarda yeni adlar almaya, yeni şanlar kazanmaya devam etti… Çanakkale Savaşı’ndan sonra rütbesi paşalığa yükseltilince, adı Mustafa Kemal Paşa oldu. Kısaca, Kemal Paşa diye anılmaya başlandı. Sarı Paşa diyenler de oldu. Sakarya Savaşı’ndan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi ona Gazi rütbesini verdi. Adı, Gazi Mustafa Kemal Paşa oldu. Bu unvan o kadar benimsedi ki, herkes ondan kısaca Gazi Paşa diye söz etmeye başladı. 21 Haziran 1934’te Soyadı Kanunu çıkınca, herkesin aklına, doğal olarak, ilk o geldi: Gazi Mustafa Kemal’in soyadı ne olacaktı? Herkese soyadı bulan Gazi, kendisine nasıl bir soyadı bulacaktı? Meclis’te, gazetelerde her gün ortaya yüzlerce öneri atıldı… Konuşuldu, tartışıldı, ama bir karara varılamadı. Günler, haftalar geçti… Sonunda, herkesin merakını gideren, üzerinde anlaştığı öneri, Saffet Arıkan’dan geldi. Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı da yapacak olan Saffet Arıkan, Atatürk soyadının nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatmaktadır: “1934 senesi, Dil Kongresi’nde Dil Tetkik Cemiyeti Başkanlığı’na getirildim. Kongreden bir müddet sonra, 26 Eylül tarihi dil bayramı idi. Bunun için bir nutuk hazırlamam lazım geliyordu. Bu Nutuk müsveddede görüldüğü gibi, ‘Ulu Önderimiz Atatürk Mustafa Kemal’ diye başlıyordu. “Atatürk o tarihe kadar, Soyadı Kanunu çıktığı halde henüz soyadı almamıştı. Nutku kendine gösterdim. Atatürk kelimesini görür görmez üzerinde durdu. Birçok kereler bu kelimeyi tekrar etti. ‘Çok güzel bir buluş ama çok iddialı,’ dedi. Ancak, müsveddede tashihler yaptığı halde, Atatürk’e dokunmadı. Müsveddenin sonlarında bir de ‘Türk Atası’ diye bir terkip kullanmıştım. Bunu daha fazla iddialı bularak Atatürk tarzında tashih etmemi emretti. Başka bir şey söylemedi. Ben
nutkumu verdikten epey sonra,
Gazi Mustafa Kemal, Atatürk’ü soyadı olarak aldı.” Derleyen: Kemal Arıburnu, Atatürk, Ankara, 1960, s.87 |
||||||
Mustafa Kemal Olduğumu Biliyorsun da | ||||||
İtalyanların
Habeş Harbi sıralarında idi. Ege kıyılarında kıta ve tahkimat
komutanları çok titiz davranıyorlar, kıtaya herhangi bir
yabancının sızması olasılığına karşı erleri sık sık uyarıyorlardı.
Bu
günlerin birinde Atatürk’ün teftişe geleceği haber
alındı. Atatürk beklenilen günde yanındaki erkanı ile geldi.
Kıtaları teftiş edip dolaşmaya koyuldu. Savunma
mevzilerinden birine giden yolun dönemecinde Atatürk
birdenbire durdu. Yanındakilere: -
Siz beni burada bekleyiniz, ben yalnız gideceğim, dedi. Yanındaki
komutanlar tereddütle birbirlerinin yüzüne baktılar.
Fakat, tabii bir şey söyleyemediler. Atatürk
patikanın kıvrımını döndü. Koruganın hakim bir noktasında
nöbet bekleyen Mehmetçiğe doğru yürüdü.
Uzaktan gelen bir sivilin kendisine doğru
yürüdüğünü gören Mehmetçik hemen
silahına davrandı. Daha fazla yaklaşmasına izin vermeden gür sesi
ile: -
Dur!... diye gürledi. Atatürk
bu kesin ihtar karşısında durarak: -
Sen beni tanımıyor musun? Ben kimim? -
Mustafa Kemal’sin komutanım. -
Peki sen benim Mustafa Kemal olduğumu biliyorsun da hala neden yasak,
diyorsun? Mehmetçik
bir an durakladı. Herhalde teftişten haberi vardı. Fakat onun bildiği
Atatürk, yanında kalabalıkla gelirdi. Böyle yapayalnız
gelmezdi. Bir an daha düşündükten sonra kafasını salladı
ve safiyetle yanıt verdi: -
Komutanım, Mustafa Kemal’sin Mustafa Kemal olmasına ama...
Düşmanların işine akıl sır ermez... Birini sana benzetir
içeri sokarlar... Gözünü seveyim sen şu bizim
yüzbaşıyı al birlikte gel, o zaman nereye istersen git! Atatürk,
geri döndükten sonra komutanlara bunu anlattı. Bu mert ve
uyanık eri çavuşluğa yükselttirdi. |
||||||
Ne Diyorsun | ||||||
Erzurum
Kongresi sırasında, İstanbul Hükümeti’nin yeni atanmış bir
valisinin kimliği üzerinde konuşurken Mustafa Kemal Paşa der ki:
-
Eğer işimize zarar verecek bir adamsa, Trabzon’dan İstanbul’a
çevirelim, başımıza iş açmasın. Konuşanlardan
Rize üyesi Hoca Necati atılarak “Paşam, üzülmeyin,
icabederse Kop Dağı’nda temizlenir” der. Mustafa
Kemal’in acı bir kızgınlıkla verdiği yanıt şudur: -
Hocam ne diyorsun? Yolları kestirip adam mı vurduracağız? Bu memlekette
hükümsüz vatandaş öldürülemez. Vatandaş
ancak mahkeme kararı ile cezalandırılır. Devlet adamının böyle
düşünmesi gerektir. Kemal
ARIBURNU,
Atatürk, Anekdotlar, Anılar |
||||||
Neler Yapılmaz | ||||||
Erzurum: 3 Temmuz
1919... Ilıca’da Mustafa Kemal’in ilk karşılanması sırasında: Konukların önemli
kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve
ak tüylerle örtülü elini geniş
göğsünün üzerine koyarak selamladı. Mustafa Kemal
Paşa, ta yanıbaşına kadar geldiği halde heykel gibi duran bu ihtiyarın
hatırını soruyor, o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle
teşekkür ediyordu. Mustafa Kemal’in sohbete başladığı ihtiyar,
Ruslar gelince göçmek zorunda kalıp Çukurova’ya
indiklerini, şimdi köyüne döndüğünü
kısaca anlattı. Mustafa Kemal, o günlerin bu dönüşe pek
uygun olmadığını işaretle:
- Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi, diye sordu. İhtiyar hemen karşılık verdi. - Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer, bir eken yüz biçiyor. Bize tarla verdiler, çayır da... Geçimimiz padişahta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki İstanbul’daki “ırzı kırık”lar bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu “namertler” kimin malını kime veriyorlar? Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses yine O’nun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine, ulus işi için, ulusla birlikte çalışmağa gelen bu büyük devlet adamı yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü: - Bu ulusla neler yapılmaz! N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.116-117 |
||||||
Olsun Yenilir | ||||||
Kurtuluş Savaşı başladığı sırada Atatürk’e dediler ki: - Nasıl mümkün olur? Ordu yok! Atatürk hemen cevap verdi: - Yapılır! - İyi ama, bunun için para lazım... O da yok? - Bulunur!.. - Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük, hem de çok! - Olsun, yenilir!.. O, dediklerinin hepsini yaptı. Yapamayacağı şeyi asla söylemedi. Bir liderin kendisini milletine sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil midir? A.N.BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.87. |
||||||
Ölmeyi Tercih Ederiz | ||||||
General Pershing’in kurmay başkanı olan General Harbord Sivas’ta Mustafa Kemal ile görüşürken der ki: - Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük komutanlar yetiştirmiş, büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim. Ama, bugünkü duruma bakalım. Başta Alman müttefikinizle bir dört yıl harb ettiniz, yenildiniz, dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi, bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri zaman zaman görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz? - Mustafa Kemal generale “Teşekkür ederim, dedi, tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat, şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalist pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkum olmaktansa babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.” General ve arkadaşları sessizce ayağa kalktılar. - Biz de olsak böyle yapardık! |
||||||
Radyo
İle Yayınlanan İlk Mevlit |
||||||
Sultanahmet Camii’nde dini bir
merasim düzenlenmiş büyük ilgi görmüştü.
Birkaç gün sonra Atatürk Hafız Yaşar Okuyan'ı çağırtıp,
- Sultanahmet Camii’ndeki dini merasim çok güzel olmuş ve halkta çok ilgi göstermiş. Bunu daha büyük bir camide yapıp (radyo ile) bütün ülkeye dinletelim, ne dersiniz?” der. Hafız Yaşar: - Emredersiniz Paşam, der ve hazırlıklara başlar. Hafız Yaşar Okuyan'ın koordinesinde 1932 yılı Ramazanın 26. Kadir gecesi olan gecede, o zaman cami olan Ayasofya’da yapılacak mevlit için hazırlıklara başlar. Altı kişilik hafızlar grubu, Hafız Yaşar Okuyan, Hafız Burhan, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Beylerbeyi Hafız Fahri, Muallim Hafız Nuri, Sultan Selimli Rıza olarak oluşur. Ayrıca, yirmi hafız daha seçilerek kadro tamamlanır. 1932 yılı Ramazan ayının 26. gecesi okunan mevlidi, Hafız Yaşar Okuyan şu ifadelerle nakleder: “Akşam namazından sonra kapılar kapatıldı. İçerde ve dış avluda benzerine az rastlanılan bir kalabalık vardı. Ancak polisin yardımıyla müezzin mahfiline kadar gidebildik. Teravih namazını Hacı Faik Efendi kıldırdı. Namaz sırasında ilahi ve ayin-i şerif okundu. Hoparlörler caminin her tarafına konulmuştu. Bu dinî merasim Türkiye’den ilk defa radyo ile bütün dünyaya yayılıyordu. Sıra mevlide geldi. Yirmi hafız iştirakiyle okunan mevlit pek muhteşem ve ulvi oldu. Perde perde yükselen bu ilahî nağmeler Ayasofya Camii’nin cidarlarından Türkiye sathına ve bütün dünyaya yayılıyordu. Cemaat sanki büyülenmiş, hoş olmuştu. Hele muazzam cemaatin de iştirak ettiği o tevhit sadaları, insana havalanacakmış gibi bir hafiflik hissi veriyordu, bu ulvi ve ilahî nağmeleri Atatürk de radyosu başında dinliyordu. Ertesi akşam huzuruna çağıran Atatürk bana şunları söyledi: “Dinî merasimi radyodan takip ettim. Çok memnun ve mütehassıs oldum. Arkadaşlarınız hafız beyleri yarın akşam saraya iftara davet ediyorum. Kendilerini haberdar ediniz. Atamın bu paha biçilmez iltifatları hayatımın en büyük manevi servetidir. Ertesi akşam hafızlar saraya geldi. Üst katta muazzam ve mükellef bir iftar sofrası hazırlanmıştı. Atatürk de sofrada bizimle beraber iftar etmek lütfunda bulundular. İftardan sonra hafızlara ayrı ayrı Kur’an okuttular. Hepsi teker teker iltifatlarına mazhar oldular. Huzurlarından ayrılırken hafızları Seryaver Bey’in odasına götürmekliğimi emrettiler. Orada hafızlara iki yüzer lira ihsanda bulunuldu. Sonra yine Atatürk’ün emri ile hafızlar otomobillerle evlerine kadar götürüldüler.” Yine
Vasfi Rıza Zobu hatıralarında Atatürk’ten bahisle anlatıyor: “…Kur’an’a
da
çok hürmeti vardı. Yanında üç hafız vardı: Hafız Yaşar, Hafız Hüseyin,
Hafız
Mehmet. Ben o hafızları, onun yanında Çankaya’da tanıdım. Saygıyla
dinlerdi. ”
|
||||||
Sana
hiç kimse benzemez |
||||||
Mustafa Kemal’in
ilk
Cumhurreisliğine seçildiği sıraydı. Bir sabah Çankaya sırtlarında
arkadaşlarıyla gezmeye çıkmıştı. Gazi yanına sokulan bir çocuğu
yakaladı. Çelik bakışlarıyla alemi büyüleyen gözlerini onun yüzüne
dikip gülümseyerek sordu;
-Adın ne senin bakayım? - Cemil - Çankaya’da mı oturuyorsun? - Yok. Ayrancı’da -Mektebe gidiyor musun? Çocuk başını öne doğru hızla eğdi -E… Ne okuyorsun mektepte? -Her bir şey okuyoruz. -Peki ben kimim Cemil? Çocuk zeki bakışlarını Ata’nın üzerinde gezdirdi: -Sen Gazi Paşasın. Ata gülümsedi. - Olmadı . Cemil ben senin Gazi Paşa değilim. Beni benzettin sen. - Yok benzetmedim iyi biliyorum, sen Gazi Paşasın. -Nereden biliyorsun? Çocuk kendinden emin bir tavırla. -Çünkü, dedi sana hiç kimse benzemez… Çelik gözler bulutlandı. O eşşiz kafanın içinden kimbilir ne düşünceler geçti o anda: Büyüdüğü zaman ne olacağını konuştular sonrasında. Sonra O’nu oyuna iade edip yoluna devam ederken yanındakilere döndü: - Milletin bağrında temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkamda kalmayacak dedi. Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk |
||||||
Saygıyla Anacaksın | ||||||
Büyük insan Atatürk’e, insan Atatürk’e bakınız. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Çanakkale bölgesine denetlemeye gidecek. Veda için ziyaret ettiği zaman Atatürk şöyle diyor: - Çanakkale’ye gittiğin zaman aziz şehitlerimizi de ziyaret edeceksin. Bu görevi yapacağına şüphe yok. Yalnız nasıl bir nutuk söyleyeceksin. Ben söyleyeyim. Burada yatan aziz şehitlerimiz! Sizi hürmetle, saygı ile anıyoruz, diyeceksin. Mehmetçik anıtının başında, bütün yeteneğinle konuşacaksın. Burada rahat ve huzur içinde yatınız, diyeceksin. Siz olmasaydınız, siz göğüslerinizi çelik kalelere siper etmeseydiniz, bu boğaz aşılır; İstanbul işgal edilir; vatan toprakları istilaya uğrardı, diyeceksin. - Evet, böyle konuşacağım! - Hayır, hayır... Sen böylenin üstünde, çok daha başka konuşacaksın. Dünyaya seslenircesine konuşacaksın. Orada, Çanakkale’de yalnız bizim şehitlerimiz değil, bu toprak üstünde kanlarını döken insanları da o kahraman askerleri de hürmetle, saygıyla anacaksın. - Paşam, ben bunları yapamam; çünkü bu sözler ancak sizin söyleyebileceğiniz yüksek sözlerdir. - Söyleyeceksin. Çanakkale’den dünyaya karşı böyle konuşacaksın. Senin böyle konuşman gerekir. Şükrü Kaya Atatürk’ün yanından ayrılıyor ve gece tekrar buluşuyorlar. Atatürk, Şükrü Kaya’ya uzun bir kağıt uzatıyor. Bu, Çanakkale’de söyleyeceği nutuktur. Atatürk bizzat hazırlamıştır ve Şükrü Kaya, bu nutku alıp Çanakkale’ye gidiyor. Orada Mehmetçiğin mezarı başında bu nutku söylüyor. Nutukta Şükrü Kaya’nın yabancı askerlere hitaben belirttiği cümleler şunlardır: “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve rahat içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak ülkelerden evlatlarını savaşa gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” Şükrü Kaya, Atatürk’ün toprağında yendiği milletlere karşı gösterdiği yüksek insanlık hislerinin ifadesini taşıyan cümleleri Çanakkale’de söylüyor, Ankara’ya dönüyor. Meğer Mehmetçik Anıtı’nın başında söylenen bu sözleri kaydeden birkaç gazeteci varmış. Onlar bu sözleri gazetelerine bildiriyorlar, nutuk dünyaya yayılıyor ve aradan hafta geçmiyor; Şükrü Kaya’ya telgraflar yağıyor. Ta Avustralya, Yeni Zelanda’dan günlerce sonra mektuplar geliyor. Gözleri yaşlı analardan, kardeşlerden, siyasi şahsiyetlerden, askerlerden. Şükrü Kaya, bu konuşmasından dolayı tebrik ediliyor, takdir ediliyor. Oysaki söz, büyük askere aittir. Ve O büyük asker, dün yendiği milletlere karşı düşmanlık hissi beslememekte, en insani, en medeni hislerle, dostluk elini uzatmaktadır ve bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı’na söyletmektedir. “Yurtta barış, cihanda barış”... Atatürk’ün bu sözünü dünya milletleri arasında düşmanlığın unutulmasından aldığı nasıl belli. Em.Tümg. M.ERENDİL, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, s.85-86 |
||||||
Sen
Bizim Gözümüzü
Açtın |
||||||
Atatürk,
sık sık memleketi dolaşan bir liderdi. Çiftçi ile,
işçi, sanatkar, esnaf ile konuşur; memleketin derdini arar
bulur, meclise getirir, milletvekillerinden, bakanlardan hesap sorardı.
İşte böyle yurt gezilerinden birinde Orta Anadolu’da tarlasında çift süren bir çiftçi ile karşılaşmıştır. - Kolay gele, bereketli ola ağa. - Allah razı olsun bey - Hayrola ağa, öküzün teki ne oldu? - Devlete borcumuz vardı bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık, koca öküzü satıp borcumuzu ödedik. -
“Sağlık olsun ağa” diyerek konuşmasını kısa kesmiştir.
Çiftçinin
adı Halil Ağa idi. Atatürk’ün yanındakiler, İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya, Salih Bozok, Kılıç Ali, Hüsrev
Gerede, Emir Subayı Resuhi Bey, daha birkaç yakını vardı.
Yürüyorlardı. Atatürk düşünceli idi. Salih
Bozok’u yanına çağırdı. Salih, yarın sabah git, Halil Ağayı bul,
bana getir. Benim kim olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve
içmeye çağırıyor de.
Ertesi gün Salih Bozok, Halil Ağa’yı bulmuş Atatürk’ün yanına getirmiştir. Atatürk ayağa kalkarak; “Buyur Halil Ağa” deyip bir sandalye göstermiştir. Zamanın başbakanı İsmet İnönü de salonda bulunuyordu ve olanlardan habersizdi. Atatürk Halil Ağa’ya dönerek: “Halil Ağa, anlat şu vergi işini bir daha” demişti. Halil Ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlattı. Atatürk kaşlarını çatarak, İsmet Paşa ve Şükrü Kaya’ya dönerek; “Arkadaşlar, biz İstiklal Savaşı’nı Halil Ağa’nın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi koruyacağız, gerekirse vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınmaz.” Halil Ağa “Sen Atatürk Paşamsın galiba, beni bağışla, kusur ettim” diye yalvaracak oldu. “Sana güle güle Halil Ağa, sen bizim gözümüzü açtın” diye Halil Ağa’yı ayakta uğurlamıştı. Atatürk Türk Köylüsünün borcu konusunda çok titiz davranmıştır. Noelle ROGER, Olaylar ve Atatürk, s.41-42 |
||||||
Sen
Buranın Sahibimisin |
||||||
Kadın Ata’nın yüzüne bakarak hafif bir sesle; – Merhaba dedi. – Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duraklayıp, – Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi? Paşa gülümsedi. – Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı. – Tabii söyleyeceğim, ben Sincan`ın köylerindenim bey, otun
güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindenim. Bizim
mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angaraya geldim. – Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da… Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı. Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey. – Senin Gazi Paşa’dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti. – Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki… O bizim
vatanımızı kurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin
mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun
sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün
köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü
görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem
gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım
ediver de Gazi Paşa’yı Atatürk’ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek: – Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır… Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum “anacığım” dedim, “sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.” Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk’ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk’e uzattı; – Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi; “Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine benim bütçemden üç inek verin armağanım olsun.” Kaynak:Araştırmacı Yazar Prof.İlknur Güntürkün Kalıpçı’nın
Derlemelerinde |
||||||
Sevgisini
Kaybetmekte Ne Anlam Var?
|
||||||
Bir
gün Çankaya yöresinde bir köylü evine
gitmiştik. Evde ihtiyar bir köylü karısı ile oturuyordu. Bize
ikram edilen kahveleri içerken Atatürk bana köylü
ile konuşmamı söyledi. Köylüye ilk aklıma geleni sordum.
-
Sen Gazi’yi tanır mısın? İhtiyar
beni saçma bir soru sormuşum gibi küçümseyerek
süzdü: -
Gazi’yi tanımayan var mı ki, dedi ve ekledi: -
Ben görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Camii şerifinde Cuma
namazı kılarmış. Taa göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi,
nur yüzlü, peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış... Gülmemi
zor tutarak Atatürk’ün genç ve tıraşlı
yüzüne baktım. O, kaşlarını çatarak kendisini
tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü
ve: -
Varsın, dedi, o öyle bilsin. Gerçeği öğrenmek belki
biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı
öldürüp de sevgisini kaybetmenin ne anlamı var. |
||||||
Size Küfür Etmiş | ||||||
Atatürk’e
hakaretten sanık bir köylü hakkında kovuşturma yapılıyordu.
Durumu Ata’ya bildirdiler.
- Mahkemeye veriyoruz, dediler, size küfür etmiş. Atatürk sordu: - Ben ne yapmışım ona? Soruşturma evrakını inceleyenler açıkladılar: - Gazete kağıdı ile sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş da ondan. Bunu söyleyen o zamanın bakanlarından biridir. Bakana şu soruyu yöneltmiş: - Siz hiç gazete kağıdı ile sigara içtiniz mi? - Hayır... - Ben Trablus’ta iken içmiştim. Pek berbat şeydir. Köylü gene bana az küfretmiş. Siz bunun için mahkemeye vereceğiniz yerde, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız. H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.95-96 |
||||||
Soramazdın | ||||||
Bir
halk toplantısında, bir genç O’na şu soruyu sordu:
- Paşam, size diktatör diyorlar, ne dersiniz? - Ben, diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın? Hadi BESLEYİCİ, Atatürk’ü Anlamak, s.129 |
||||||
Şimdi Anladım | ||||||
Büyük
Taarruz esnasında Gazi’nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan Kuvvetleri
Komutanı General Trikopis’in Başkomutan Çadırı’na nasıl
getirildiğini şöyle anlattılar:
Trikopis,
diğer esir kolordu ve tümen komutanları ile birlikte Gazi’nin
huzuruna çıkarıldıkları zaman, hepsi çok heyecanlı ve
bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli
için bu gibi yenilgilerin tarihte örnekleri olduğunu, sevk
ve idareyi eksiksiz yapmış iseler vicdanen rahat olabileceklerini
söylediği zaman, Trikopis: -
Askeri görevimi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl görevimi
maalesef yapamadım” diye intihar edemediğini anlatmak isterken, Gazi: -
O size ait bir düşüncedir” diye sözünü kesmiş
ve harita üzerinde: -
Şurada bir tümeniniz vardı. Niçin onu şuraya almadınız.
Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere sürseydiniz daha iyi olmaz
mıydı? Gibi bazı eleştiriler yapmış, Trikopis: -
Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki
Kolordu Komutanı’nı göstererek) bu yapamadı” demiş. Bu
görüşmeler olurken esir komutan yavaşça yanında
bulunan subaylarımızdan birine: -
Bizim ile konuşan bu general kimdir? diye sormuş, subay: -
Başkomutan Mustafa Kemal, deyince adam hayrete düşmüş: -
Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim Başkomutan İzmir’de
vapurda oturuyordu, diyerek derdini dökmüş. |
||||||
Suça Yeltenilmiştir, Ancak... | ||||||
Ölümünden
iki yıl önce Atatürk’ün canına kıymak için
düzenlenen bir suikast girişimi meydana çıkarılmıştı. Bu
girişimde bulunmakla suçlanan kimse “Milli Mücadele’den
beri Ata’nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış,
birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.
Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor “Nasıl olur, Nasıl olur!” diyordu, bir türlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu. Sanık tutuldu, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk’ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı, kimi “bu üzüntülü olayı anmak istemiyor” dedi; kimi de “bunun doğru olduğuna inanmıyor” diye düşündü. Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı. İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi: -
Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç buna kanacak
ölçüde kanıt bulmuş değildir. |
||||||
Sultan Bacı | ||||||
Atatürk,
İzmir zaferinden sonra ilk kez Adana’ya gelmişti. Ayağının tozuna
yüz sürmeyi adak edenleri zorla topraktan ayırabiliyorduk. O
genç, alçak gönüllü kurtarıcı, bu coşkun,
kendinden geçmiş halkı selamlaya selamlaya hükümet
konağına geldi. Biraz sonra evine dönecekti. Merdivenlerin
yarısını indiği sırada bir kucak sarı çiçekle bir
köylü kadınının nefes nefese, sıçrarcasına
merdivenleri çıktığını gördük.
Gazi Mustafa Kemal durdu, köylü kadını yanına kadar çıktı. Anlatılamaz bir hayranlıkla O’nun gözlerine tutuldu ve bir süre bu dalgınlık içinde yerinden kımıldanamadı, sonra bir ana sesindeki sevecenlik ve özlemle: - Ah benim çakır oğlum! Yolunu bir deli gibi bekledim. Sana bu çiçekleri tarlamdan yoldum. Eğ başını! O sarı saçlarını öpeyim... Bu benim adağım, umduğumu çok görme... Genç komutanın yüzüne bir huzur ve sevinç yayıldı, başını ona doğru eğdi. Köylü kadın bu sarı başı, bağrındaki sarı çiçeklerin üzerine bastırdı. Kokladı, öptü. Sonra da sarı fulyaları ayağının altına sererek: - Adağım yerini buldu, koca yiğit, tuttuğun altın, kılıcın keskin olsun; her muradın yerine gelsin, dedi. Bu köylü kadın bizim cephe arkadaşımız “Sultan Ana” idi. Arif Hikmet PAR – M.Agah ÖNEN: Atatürk’ü Anlamak, s.98-99 |
||||||
Tahtakale Yangını | ||||||
Ben
Hamza oğlu Mustafa, Muhafız Alayı İkinci Tabur Üçüncü
Bölükte 1929 yılında askerlik görevimi yapıyordum. O sene Ankara’da çok
büyük bir yangın oldu. Tahtakale yangını. Bu yangınla o zamanki
Ankara’nın büyük bir kısmı yanmış yüzlerce kişi evsiz kalmıştı.
Bu yangın kısmen söndürülmüş, kısmen de devam ederken hem emniyet açısından hem de her hangi bir yağma olmasın diye yangın yerini askeri birlikler 8-10 metre ara ile çepeçevre emniyete almıştı. İçeriye de kimsenin sokulmaması için kesin emir verilmişti. Aynı günün gecesi, sabaha karşı şimdiki Numune hastanesi istikametinden, arkasında birkaç atlı ile birisi geldi. Ben uzaktan onları fark ettim. Onlara doğru, “Yangın yerine yaklaşmak yasak, yaklaşmayın!” diye bağırdım. Onlar hiç aldırış etmeden bize doğru ilerleyince süngülü tüfeğimi çıkarıp tekrar bağırdım. “Yaklaşmayın yasaktır!” O zaman öndeki atlı, “Peki, peki evladım.” deyip atını Abidin Paşa tarafına yöneltip gittiler. O sırada yanımdaki er bana bağırdı, “Ne yaptın hemşehrim. Gelen Gazi Paşa idi, baksana” dedi. Ben de yandan bakınca Ata’yı karanlıkta tanıdım. Fakat olan olmuştu. O zaman gazeteler az, televizyon zaten yok. Bizler de Gazi Paşa’yı duyuyoruz, ama nereden tanıyalım? Hele karanlıkta tanımamız mümkün değildi. Beni bir korkudur aldı. Kendi kendime, “Ulan yarın bizi kurşuna dizerler.” diye düşünerek elim ayağı titriyordu. Nöbetim bittikten sonra koğuşa gidip yattım. Fakat sabaha kadar uyuyamadım. Yanımdaki arkadaşlar da önlerine gelene olayı anlatıyorlardı. Saklamam inkar etmem mümkün değildi. Öğleye doğru, “Seni teğmen çağırıyor” dediler. Teğmene gittim. Gittim ama ben değil, ölüm gitti. Yanına gidince komutan, “Sen miydin hamam önündeki iki-dört nöbetçisi?” diye sordu. “Evet bendim komutanım” dedim. “Seni binbaşı çağırıyor, bekle gideceğiz” dedi. Bekledim. Birlikte binbaşının yanına gittik. Fakat bende renk uçmuş, elim ayağım titriyordu. Düşüp bayılacaktım. Binbaşının huzuruna çıktık. Binbaşı da aynı şeyi sordu. “Hamamın yanındaki iki-dört nöbetçisi sen miydin?” dedi. “Evet komutanım bendim” dedim. Fakat baktım binbaşı öyle sinirli minirli değil, hatta güler yüzlü idi. “Ulan” dedi, “Akşam Gazi Paşa atla yangın yerini gezmeye gelmiş sen süngü takıp Paşa’yı yangın yerine sokmamışsın doğru mu?” “Vallahi tanımadım komutanım. Gece karanlıkta yüzünü bile görmedim. Tanısam bırakmaz mıydım?” dedim. “Aferin. Bu davranışın Gazi Paşa’nın çok hoşuna gitmiş, seni mükafatlandırıyor, on günde izin vereceğiz, git köyünde gez” dedi. Gidip vezneden 5 lirayı alıp on gün de izinle köyüme gidip bir güzel dinlendim. Muhafız
Alayı ikinci Tabur, Üçüncü Bölükten Er, Hamza oğlu
Mustafa’dan... Kaynak: Atatürk
Devrimleri
|
||||||
Türk Askeri | ||||||
Alfabe
toplantısında, 29-30 Ağustos 1928 Dolmabahçe. Şafak
söküyordu. Doğacak güneş 30 Ağustos sabahının
güneşi idi. Bütün İstanbul, bu büyük zafer
hazırlıklarını tamamlamıştı... Hep
birden kalkıldı. Atatürk’ü, Türk yurdunu ve Türk
ulusunu kurtaran en büyük zaferin
yıldönümünü kutluyorduk. Ulu
Önder, kutlamaları – derinlere bakan gözlerinin dalgınlığı
içinde - dinledi, dinledi: -
Bu zaferi kazanan ben değilim, dedi. Bunu asıl, tel örgüleri
hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan,
kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu
Türk süngülerine açan kahraman askerler
kazanmıştır. Ne yazık ki onların her birinin adını Kocatepe sırtlarına
yazmak mümkün değildir. Fakat hepsinin ortak bir adı vardır:
Türk Askeri. Kutlamalarınızı
onların adına kabul ediyorum. |
||||||
Türk Olarak | ||||||
Atatürk,
kendisinin insanüstü bir varlık olduğunu söylemelerini
hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in
sert şakalarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin
önünde tekrarlatırdı.
Bir gün sofradakilerden biri: - Paşam, demişti, kimbilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kimbilir ne eşsiz anılarınız vardır. Atatürk güldü ve Conker’e döndü: - Nuri anlatsın, dedi. Nuri Bey her zamanki şakacı diliyle: - Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, yanıtını verdi. Deminki soruyu soran kişi, sözün bu yola dökülmesinden fena halde ürktü. Soruyu ortaya attığına bin kez pişman oldu. - Aman efendimiz, diyecek oldu, Atatürk hemen sözünü kesti: - Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdedir.” Hadi BESLEYİCİ, “Atatürk’ü Anlamak”, s.117-118 |
||||||
Türk Orduları Başkomutanıyım
|
||||||
Afyonkarahisar'ın
hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak,
geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi,
Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz,
kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik
görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı.
- Binbaşı mısınız? - Hayır. - Albay mı? - Hayır. - Korgeneral mi? - Hayır. - Peki nesiniz? - Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi: - Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!.. General Sherril - Atatürk Nezdinde Bir Yıl Elçilik, 1935 |
||||||
Türkiye’ye
Kin
Yakışmaz!
|
||||||
İstanbul’un
işgali yıllarında bir Türk okulunu gezen Fransız generallerinden
M.Bramon, bir kızımızın yaptığı elişini beğenmişti. Generalin bunu
almak arzusu göstermesi üzerine, öğretmen elişinin
sahibine yaptığını armağan etmesi teklifinde bulunmuş, fakat
öğrenci buna son derece sinirlenerek:
-
Hayır, bir çöp bile vermem, diyerek bu teklifi şiddetle
reddetmişti. Aradan
yıllar geçtikten sonra aynı okula Atatürk gelmiş, aynı
öğrenci bu kez, düşman generaline vermediği aynı elişini
Atatürk’e armağan etmek üzere uzatmış ve heyecanla şöyle
demişti: -
Büyük Atam, bu değersiz hediyenin kabulünü rica
ediyorum. Bu işimi bir zamanlar hocam, memleketimin işgali zamanında,
Fransız Generali Mösyö Bramon’a armağan olarak vermemi rica
etmişti. Halbuki ben, bu arzuyu reddetmekle düşman ellerinde bir
çöpümü bile görmek istemediğimi
söylemiştim. Şu dakikada içimden gelen bir istek ve
sevgiyle armağanımı kabul etmenizi rica ediyorum. Ata’nın
bu sözler üzerine kaşları çatılmış ve sert bir sesle
şu cevabı verdiği duyulmuştur: -
Kızım, Türkiye’ye kin yakışmaz!.. Biz
herkesle dostuz. Çektiklerimiz, başımızda bulunan saltanat
devrinin büyük hatalarının neticesidir. Avrupalıların,
Türk kızlarının eserlerini hayranlıkla seyretmeleriyle fikirlerini
değiştirebilir miyiz? Sen onu o zaman verseydin, şimdi şanlı Türk
kızlarını temsil eden bir eser Avrupa duvarlarını süslerdi. Niyazi Ahmet BANOĞLU,
Nükte ve Fıkralarla
Atatürk, s.342-343
|
||||||
Türkler Müslüman Olmasaydı |
||||||
Ata’nın
tarih-dil konularıyla yakından meşgul olduğu devreydi. Zaman zaman
Çankaya’daki toplantılarında davetli olarak bulunuyordum ve
arzusu üzerine dil kurumunda aktif görev almıştım. Din ve
tasavvuf konuları üzerindeki hizmetlerimi biliyordu. Böyle
bir araştırma toplantısında birden bana hitap ederek:
- Sizden bir ricam olacak, bir ülkeye ve millete Allah katından bir peygamber neden gönderilir? Şu cevabı verdim: - O ülke ve millet veya kavim bilinen ve benimsenen ilahi emirler, ahlak nizamı ve iman şartlarını tamamen inkar ve dünya için olumsuz örnek olursa, onları doğru yola sevk için Allah tarafından görevlendirilir. Bütün semavi kitapların birleştiği gerçek budur. Nasıl derinden bir nefes aldığı, yüzündeki memnuniyet hatları, başıyla onaylar şeklindeki hareketleri hala gözlerimin önündedir. Dedi ki: - Evet... Çok haklısınız. İşte bu sebepledir ki yüce Tanrı Türk ülkelerine ve milletine, bir peygamber göndermek gereğini duymamıştır. Çünkü Türk milleti, İslamiyetten çok çok zaman önce vahdaniyet (Tek Tanrı) inancına sahipti ve hiçbir devirde ahlak yapısını bir peygambere muhtaç olacak kadar kaybetmedi. İnsanoğlunun yaptığı putlara da tapmadı. Biliyorsunuz ki biz Türkler, İslamiyeti Vahdaniyet (Tek Tanrı) inancını getirdiği için kabul ettik ve onun dünyaya yayılmasını biz sağladık. Eğer Türkler Müslüman olmasaydı, İslamiyet, Musevilik gibi bölgesel bir din olarak kalırdı. İslam dünyasına bu gerçeği anlatmak gerekir. Araplar topraklarında üç semavi din peygamberinin gelmesiyle övünürler ve üstünlük iddia ederler. Bizi de böyle bir nasipten mahrum olduğumuz için küçümserler. Aslında bizim ahlak ve insanlık benliğimizi hiçbir devirde bir peygambere muhtaç olacak kadar kaybetmemiş olmamızın ilahi takdir ve tasdikidir. Çünkü hangi peygamberin nerede insanlara doğru yolu göstereceği Tanrı’nın takdiridir. Bu
gerçekleri görebilmiş din adamlarımızın milletimize bunları
anlatarak o topraklarda aradıklarının asıl ilham ve güç
kaynağının kendi vatanı olduğunu, karşıdakilerin atalarının ayıbını
kapatmak için uydurduklarına inanmalarını sağlamaları asıl
görevleridir.
Velet
İzbudak ÇELEBİ |
||||||
Üzülme
Arkanda Biz
Varız |
||||||
Hatay
sorununda Fransızların zorluk çıkardığı günlerdeydi.
Atatürk, sofrasına çağırdığı Fransız Fevkalade Komiserine
içini döküyordu.
- Hatay işi, benim kişisel davamdır. Beni üzüyorsunuz. Korkarım ki, beni meseleyi başka türlü halletmek zorunda bırakacaksınız. Atatürk bu sözleri Türkçe olarak yüksek sesle söylüyor ve herkes dinliyordu. Hazır bulunanlardan Kazım Paşa da onun sözlerini Fransızca’ya çeviriyordu. Atatürk’ün “Beni Üzüyorsunuz” sözü salona yansır yansımaz arka sıralarda bulunan bir genç ayağa kalkarak: - Atatürk! Üzülme arkanda biz varız, diye bağırdı. Atatürk birden başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kaşları kalkmış, ürkünç bir çehre almıştı. Salon birden derin bir sessizliğe gömüldü. Herkes Atatürk’ün gence sinirlendiğini sanıyordu. Oysa tam bu sırada gözlerini gence diken Atatürk, onun bu sözüne karşılık olarak: - Biliyorum çocuğum, onu bildiğim için böyle konuşuyorum, diye karşılık verdi. Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.91-92 |
||||||
Vatan Elden Giderse | ||||||
Atatürk,
Kurtuluş Savaşı için Anadolu’ya geçtikten ve Erzurum
Kongresi’ni yaptıktan sonra Sivas’a dönmüş, orada ikinci
kongreyi açmıştı. Bu sırada lise binasında yatıyor; toplantılar
yapıyordu. En basit ihtiyaçlarını bile temin edecek halde
değildi; bazı geceler sabahlara kadar küçük petrol
lambasının cılız ışığında çalışıyordu.
Bir aralık lise binasına baskın yapılacağı ve Atatürk’ün yakalanıp asılacağı hakkında şehirde haberler dolaşmaya başladı. Atatürk’ün hizmetini basit fakat temiz ruhlu, fedakar bir Türk genci yapıyordu. Bu delikanlının babası gizli ve sık sık geliyor; oğluna: - Etme, eyleme; evine dön; bugün yarın şehir basılacak; Mustafa Kemal ve arkadaşları yakalanacak. Onlar her şeyi göze almışlar; sen aileni düşün, diyordu. Atatürk bu geliş gidişin farkına vardı; bir gün delikanlıyı yanına çağırdı ve sordu: - Sık sık sana gelen kimdir? - Babam!... - Ne istiyor? Delikanlı her şeyi anlattı. O zaman Atatürk, ona doğru biraz daha ilerledi; elini omuzuna koydu ve dedi ki: - Hizmetinden memnunum, fakat baba hakkı büyüktür. Madem ki razı olmuyor, git! Git, fakat babana söyle ki, vatan elden giderse evladın ne önemi kalır? N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.87-88 |
||||||
Vatan İçin | ||||||
Atatürk’ün
rahatsızlığının son günlerinde doktorları Atatürk’ün
devlet işleriyle uğraşmasını yasaklamıştı. Ancak,
ölümünden otuz altı gün önce Başbakan Celal
Bayar hazırlığı tamamlanmış “Üçüncü Beş Yıllık
Kalkınma Planı” dosyası ile birlikte Atatürk’ü ziyarete
geldi. Celal Bayar planla ilgili olarak bir iki temel konuda
Atatürk’ün düşüncelerini öğrenmek istiyordu.
Doktorları en çok beş dakika izin verdiler.
Bundan sonrasını Celal Bayar şöyle anlatır: “Sanki hasta değil, rahat bir uykudan yeni kalkmış gibiydi. Elimdeki dosyanın ne olduğunu sordu: - Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın son şekli, efendim, dedim. Eliyle işaret etti. - Şöyle, yanıma otur, anlat. Şezlongunu yükseltmelerini ve arkasına bir yastık konulmasını istedi. Göreceği yakınlıkta oturdum. Dinledikçe alakası artıyordu. Verilen beş dakika geçmişti. Genel Sekreteri Hasan Rıza’nın bana bunu hatırlatmak için içeri girdiğini hissetti: - Gel Soyak, sen de dinle, başbakan çok güzel şeyler anlatıyor, dedi. Sadece başlıkları okuyor, birkaç cümle ile o bahsi tamamlıyordum. Öğrenmek istediklerimi de öğrenmiştim. Yakın gelecekleri okurcasına: - Ufukta, yeni bir dünya savaşının bulutları var. Acele edin. Bunların çoğu ordu ve halk ihtiyaçları için şart olan tesisler, Allah muvaffak etsin, acele edin, dedi. Bunları söyleyen insan birkaç gün önce komadan çıkmıştı. Sağlığı ile ilgili tek kelime etmedi. Cemal KUTAY, Atatürk Olmasaydı |
||||||
Yalana Tahammülü Yoktu | ||||||
Eskişehir yoluyla Ankara’ya
gittim. Mustafa Kemal ile henüz tanışmıyordum. Kendisini Ankara’da
Mecliste buldum. Kapıdan içeri girilince solda ve cadde üzerindeki oda
riyaset odasıydı. Mustafa Kemal pencerenin yanındaki yazıhanenin
başında oturuyordu. Diğer sandalye ve koltuklarda da ziyaretçiler vardı.
Yanına sokularak kendimi: -Celâl, diye takdim ettim. Bana hemen yanı başında bir yer gösterdi. Kendisi bir taraftan da genç bir mülâzımın verdiği izahatı dinliyordu. Mülâzım hararetli hararetli: -Kıtamı üçe böldüm, ben merkezden ilerledim. Fakat ne çare ki geriye ancak yalnız dönebildim, şeklinde anlatıyordu. Mustafa Kemal bir ara mülâzıma hitaben: -Kâfi, gidebilirsiniz, dedi. Mülâzım dışarı çıktıktan sonra bana döndü ve: -Sanki bir başkumandanmış gibi konuştu değil mi? dedi ve arkasından ilâve etti: -Söylediklerinin hepsi yalan… İşte Atatürk’ün bana söylediği ilk cümle bunlar olmuştu. O gün anladım ki Atatürk kendisine yalan söylenmesine asla tahammülü olmayan bir insandır. Ona yalan söylememek, bu sebeple beceremediğimiz bir işi de itiraf etmek lâzımdır. Kendisiyle karşılaştığım o ilk gün edindiğim bir tecrübe ile seneler boyunca Mustafa Kemal’in yakın itimadını bu metod sayesinde kazandım. Celâl BAYAR |
||||||
Yapacaklarımdan Söz Edin | ||||||
Bir
soruşturma dolayısıyla, Atatürk'ün başardığı işlerden
Vasıf Çınar söz açmıştı. Kendisine Sordu: -Sizin en büyük eseriniz hangisidir? Atatürk'ün kısa cevabı şu olmuştu: -Benim yaptığım işler, biri ötekine bağlı gerekli olan işlerdir. Fakat,bana yaptıklarımdan değil, yapacaklarımdan söz edin. |
||||||
Yeni Harfler İçin Üç Ay Yeter | ||||||
Falih
Rıfkı Atay'ın
anılarından: Yeni Türk
Alfabesinin ilk biçimlerini
kendisine
gösterdiğim zaman, bu
konuda çalışmak üzere kurulan
komisyonun en aşağı beş yıllık
bir geçiş dönemi
düşündüğünü kendisine
söylemiştim. Bize göre, gazeteler önce birer
sütunlarını yeni harflere ayıracaklar, zaman içinde yavaş yavaş bu sütunların
sayısını artıracak ve sonunda
gazeteler yeni
harflerle çıkmaya başlayacaktı. Okullar için de, buna benzer basamaklı
yöntemler
düşünmüştük. Beni iyice dinledikten sonra, o masmavi gözlerini gözlerime dikerek bir
defa daha sordu: - Demek beş yıl düşündünüz. - Evet. Büyük bir
kararlılık ile sözüne devam etti ve şöyle dedi: |
||||||
Yere düşen bardaklar | ||||||
Atatürk, Boğaziçi’nde bir gazinoda dinlenirken halkın, okşayan bakışlarla sesini duymak için konuşmasını beklediklerini hissetti. Çevresindeki gençlerle sohbete başladı. Konu sanatın türlü dalları ile ilgili, akademik bir havaya bürünmüştü. Herkes, kulak kesilmiş, O’nun bu konular üzerindeki düşüncelerini dinlerken, köşedeki masaların birinde oturan bir beyin elindeki bardak o sessizlik içinde kulakları irkilten bir şangırtı ile yere düşüyor. Herkesin yerici bakışları, bu yakışıksızlığı yapanın üzerinde toplanıyor. Adamcağız neredeyse sakarlığın verdiği utançtan ölecek... Tam bu sırada ikinci bir şangırtı, bu kez bakışları kendi bardağını da yere bıraktıktan sonra eli henüz havada duran Atatürk’ün gülen yüzü ve hoşgörülük taşıyan gözleri üzerine çekiyor. Ve halk, bu davranıştaki inceliği kavradığını uzun, çok uzun alkışlarla anlatıyor.A.H. PAR, M.A. GÖNEN, “Atatürk’ü Anlamak”, s.99-100 |
||||||
Zülüflü İsmail Paşa | ||||||
Antalya’ya gidiş Yozgat’tan dönüş, kar,
kış... Çankaya Köşkü’nün rahat ve
sıcak salonlarına dönüşte Mustafa Kemal çevresindekilere şu hikayeyi
anlatır:
“Biz Harbiye’de öğrenci iken, okulun sobaları yanmazdı. Bütün kış, titreşir dururduk. Nihayet bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkarmak için seçtiler. Müdür, Zülüflü İsmail Paşa adında bir saray adamı idi. Müsaade aldık, huzura çıktık; önce Padişaha sonra müdüre dualarımızı arz ettik. Nihayet, maksada geldik, işi anlatmak istedik. Ama müdür, daha ilk cümlelerde kükredi: - Ne soğuğu be nankörler! Padişah nimeti gözünüze dizinize dursun. Görmüyor musunuz? Sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan! Gerçekten, müdürün sobası gürül gürül yanıyordu. Müdür, buram buram terliyordu, sıcaktan göğsünü bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün okulun sobaları da böyle yanar... Çocuklar, biz bu Çankaya Köşkü’nde, bazen, galiba bu Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi aldatıyoruz...” |