|
Sihir nedir? |
"Süleyman'ın
hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup
söylediklerine
tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar
kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile
Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki
melek,
herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da
kâfir
olmayasınız, demeden hiç kimseye öğretmezlerdi. Onlar, o iki
melekden,
karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler,
Allah'ın
izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda
vereni
değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların
ahiretten
nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında
kendilerini
sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!" (Bakara
Suresi /102)
Sihir,
insanlara yönelik olarak tabiat üstü gizli güçlerin yardımı ve
aracılığıyla belli bir maksadı gerçekleştirmek ve belli bir gayeye
ulaşmak
için uygulanan ve etkili olduğu kabul edilen eylem; bir şeyin veya
olayın
gerçek huviyetinden uzak olarak başka bir halinin gösterilmesidir.
Sihir, İslam'ın kesin olarak yasaklayıp redettiği bir inanç ve
işlem olup tabiat kuvvetleriyle insanlara bir takım etkilerin yapıldığı
söylenen ilkel bir anlayış ve olgudur.
Cenab-ı
Hak buyuruyor:
"Siz atın" dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini
büyülediler, onları
korkuttular ve büyük bir sihir gösterdiler."
(Araf suresi /116)
"...Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları,
kendisine
gerçekten koşuyor gibi görünüyor."
(Taha Suresi /66)
Esrarengiz,
gizli sebep ile incelik, dış görünüşü itibariyle çekicilik
ve bir de kötü maksat sihrin niteliğini belirler. Sihir,
herşeyden
önce kendi özünde bir harika değildir. Sebebi herkes için
bilinmediğinden,
olay bir harika gibi tahayyül olunmaktadır. Bunun içindir ki, sebebi
herkes
için bilinmeyen herhangi bir gerçek dahi, halkı aldatmak için
kullanıldığı
zaman bir anlamda sihir olur. Bu sebebin nazarî olarak açıklanabilir
bir
halde bulunması şart da değildir. Az çok taklit ile meydana
getirilebilmesi
de kafidir.
İmansızlık,
ahlâksızlık ve aldatmak sihrin köküdür. Sihirbazlar
ilimlerden, edebiyattan, felsefeden, teknolojiden, hatta tabiattaki
garip
ve acîp yaratılışlardan sû-i istimaller ve istismarlar yaparak
yararlanmasını
bilirler. Bu suretle gerçekleri gizlemek için yazılmış nice felsefeler,
nice romanlar, nice tarih kılıklı hezeyanlar vardır. Vaktiyle hikmet
ehli
kimselerin "Sakın domuzların boynuna inci gerdanlıklar takmayın!"
şeklindeki
nasihatları, ilmî gerçekleri ve yüksek hakikatleri, bu gibilerin
istismarından
korumak içindi.
|
Çağdaş Dünyada büyü |
19.
yüzyılda sanayi devrimi, bilgiye daha kolay
şekilde erişebnilmesi, maddeciliğin ön plana çıkması büyücülüğü batıl
inançların
rafına iyice yerleştiriyor. Metafizik bir gündem varsa -ki vardır- o
gündem,
daha aydın, daha kültürel ve felsefi yaklaşımlarla daha çok
içeriklikte,
Estoizm'de odaklanıyor. İki Dünya savaşı geçiren 20.yüzyıl, oldukça
şaşırtıcı
-ama anlaşabilen- bir şekilde büyücülüğü yeniden gündeme getiriyor.
Tahminlere
göre bugün İngiltere'de beş ile on bin faal (ve yasal) büyücü vardır.
ABD'de
bu sayı en azından ikiye katlanıyor.
Her
ne
kadar
Batı, büyücülüğü 16. ve 15. yüzyıllarda arıyorsa
da gerçek ve yakın kökenlerini, Prof. Margaret Murray'ın The Witch Cult
in Western Europe adlı kitabında ve İngiliz Gerald Gardner'in
çalışmalarında
bulabilirz.
Murray'ın
kuramları bugün bir hayli tartışılıyor, Gardner ise halen
çağdaş büyücülüğün bir dönüm noktası sayılıyor. Her iki çizgide ise
ağırlık
kazanan Ak büyü ve cadıcılığın, eskilerden kalma, bir çeşit karşıt
inanç,
alternatif inanç ve öncü feminist hareketi olduğu düşüncesidir.
Ruhçuluk,
antropoloji ve folklor ile ilgilenen emekli gümrük memuru
Gardner, 70 yaşında iken yayınladığı Withcraft Today, 1954 kitabında
hem
Murray'ın tezine bağlanıyor hem de büyücülüğün halen mevcut olduğunu,
kendinin
de bir örgütün üyesi olduğunu açıklıyor. 50'li yıllarda Gardner'in
yazdıkları
bir çeşit zincirleme tepki yaratıyorlar, konu ile ilgilenenler
git
gide artıyorlar. Ak büyüye yönelik örgütler ve bireysel çalışmalar
artıyor,
ayinler sürekli düzenleniyor ve "Eski Din" 20.yüzyıla yerleşiyor.
20.yüzyılın
teşkilatlandırılmış büyücülüğü Ak Büyüye odaklanıyorsa da,
tercihen, kara ve kızıl tonlamalar hiç eksik değildir. Özellikle 70'li
ve 80'li yıllarda Avrupa'nın birçok büyük kentinde, Londra'da,
Paris'te,
Milano'da mezarlıklar basılıyor, mezarlar açılıyor, tabutlar kırılıyor,
cesetler, kemikler ortaya dökülüyor. İbadete kapalı, eski, kısmen yıkık
kiliselerde siyah mumların ışığında ayinler düzenleniyor, kara kediler,
kara horozlar kesiliyor, kanlar akıtılıyor.
Dünya'da
büyücü örgütlerinin sayısı kabarıyor, dergilerde, gazetelerde
büyücüler, falcılar, medyumlar sahife dolusu ilanlar veriyorlar ve
televizyon
ekranlarında "resmi" cadılar program yapıyorlar, kitaplarını
tanıtıyorlar.
Ak, kara veya kırmızı her türlü büyücülük gündemde yerini
koruyor,
medyatik oluyor, şu veya bu şekilleri ile pagan gelenekleri
çağdaşlaşıyor.
En çok göze batan, dikkati çeken bugünün cadılarıdır: genç, güzel,
alımlı
ve çoğunlukta çıplak.
Ne
yazık ki,
toplumların birçok katmanlarında insanın en eski
devirlerinden kalma bir alışkanlık, dinlerin yasaklarına ve bilimin
uyarılarına
rağmen, Çağdaş Dünya da sürmektedir.
Kaynak : Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre
Büyü,
Giovanni
Scognamillo & Arif Arslan, Karizma Yayınları, 2000
|
Eski Topluluklarda
Büyü |
Büyü,
muhtelif kavimlerde mevcuttu. Keldânîler'de,
Keldânî büyüsü, her yere dağılmış olan perilerin tabiat hadiselerini
vücuda
getirdikleri itikadına dayanıyordu. Bazı yaratıklar şeytanî bir
kuvvetle
mücehhez idiler. Bununla beraber, bu kuvvet erkekten ziyade kadında
bulunuyordu.
Cadılar ve şeytanlar insanların bedenine girmek gücüne sahip idiler.
Mısır'da:
Musa (a.s.)'dan evvel Mısırlılar, kanunen caiz olan bir büyü kabul
ediyorlardı. Ancak kanunen yasak olan büyünün her türlü icra
usullerini daha az bilmez değillerdi.
Sihirbazların
hayata ve ölüme
tasarruf
ettiklerine, iyi veya kötü cinleri yardım için çağırma gücüne sahip
olduklarına
ve tabiat kuvvetlerini diledikleri gibi kullanabileceklerine
inanıyorlardı.
Uzak
Şark'ta:
Çinliler büyünün her türlüsüne karşı derin bir alâka besliyorlardı.
Konfüçyüs'ten önceki dönemlerde Wu denilen bir tür cadı, devletin
sosyal
yapısında resmi bir mevki sahibi idi. Büyü usulleri arasında geleceği
bilerek
geleceğe ait hususları söylemeye, cinleri uzaklaştırmaya alışıyorlardı.
Yunan-Roma'da:
Görünmez kuvvetleri beşerin iradesine mahkûm kılmak sanatı,
Yunan-Roma
medeniyetinde Şark'ta olduğundan daha az rağbet bulmuş değildi. Yunan
sihirbazları
daha çok kendilerine hizmet edebilecekleri ümidiyle yabancı ilâhlara
müracaat
ediyorlardı. Tesalya kıtası gizli sanatlara mensup en meşhur adamları
yetiştirmekle
meşhurdu. Büyü, imparator Ogüstüs zamanında, büyük bir ehemmiyet
kazanmıştı.
Yahudilik'te:
Sihre itikat pek revaçta idi. Perileri davet etmek, şeytanları insanın
iradesine mahkûm kılmak, her türlü harikalar, hulâsa medeniyette şöhret
bulmuş itikatların bütünü Yahudilik'te mevcuttu. Yahudiler büyü
formüllerinde,
eski zamanlardaki geleneklerden yahut yabancı dinlerden gelen cin ve
peri
isimlerini almışlardır.
İslâm
toplumlarında:
Müslümanlardan bazıları büyüde Yahudilerden, Suriyeliler'den,
İranlılar'dan,
Keldânîler'den ve Yunanlılar'dan ders almışlardır. Tütsü, tılsım,
muska,
cadılık, fala bakmak vs. hep oralardan gelmiştir. Müslümanlar cinlere
inandıkları
için bu inanç sihre inanmaya da yolaçabiliyordu. Rasûlullah (s.a.s.)
"isabet-i
ayn"a, yılan sokması ve genellikle hastalıklara karşı rukyayı yani
duayı
caiz görmüştür. Fakat büyü ile Hz. Peygamber'in (s.a.s.) duası arasında
hiçbir ilişki yoktur. Bir takım fal kitapları vardır ki kelime ve
harflerin
suretiyle geleceği bilmeye çalışırlar.
Batı
dünyasında: Bütün milletlerin
arşivleri tetkik olununca, büyüye müteallik bu türlü
inançlara rastlanır. Keltler, Tötonlar, İskandinavlar, Finler, Doğu
milletleriyle
bu konuda bir çok esaslı benzerlikler göstermektedirler. Bugün akıl ve
mantığın ilerlemesiyle büyünün ortadan kalktığına inanmak pek cesur bir
davranıştır.
Kaynak: Şamil İslam Ansiklopedisi
|
İslam da Büyü |
Sihir,
bedenlere ve gönüllere tesir eden, insanı
hasta yapan, hatta öldüren, karı ile kocanın arasını açan bazı
düzenlerdir.
Bunun Türkçe karşılığı "büyü" dür. Büyü
vardır,
yani tesir edebilir. Ancak haramdır. İslam büyü ve büyücülüğü
yasaklamıştır. Büyü öğrenenler hakkında Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:
"Kendilerine
zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı"
(Bakara Suresi 102)
Allah
Resulü, aralarında şirkin de bulunduğu yedi büyük günah arasında
büyü yapmayı da saymıştır.
Büyünün
islami hükmü şöyle verilmiştir: Eğer yapılan büyüde imanın şartlarından
birini inkar etmek varsa o büyü küfrü gerektirir. Yoksa gerektirmez.
Mesela
birisi, büyücülerin herşeyi yapabileceğine inanırsa, Allah'a şirk
koştuğundan
kafir olur. eğer ölüm veya hasta yapma veya karı-koca arasını açma
yaparsa
fasık olur. Bazı müçtehidlere göre her ikisi de öldürülür.
Kur'an-ı
Kerim ve peygamberimizin hadislerinden bazı şeyler okuyarak
yapılmış büyüleri bozmak caizdir. Allah Resulüne yapılan büyü Felak ve
Nas sureleri okunarak bozulmuştur.
Bazı
büyüler
göz boyamaktan ibarettir, hokkabazlıktır. bunların gerçek
bir yanı yoktur. Bazı büyüler ise insanı gerçekten etkiler. Bu ikinci
tip
büyü ile meşgul olan büyücülerin yaptıkları zındıklıktır. Bunun için
mutlaka
dünyada cezalandırılmaları gerekir.
Kur'an-ı
Kerim, bize büyücülerin şerinden Allah'a sığınmamızı öğretmiş
ve bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden Allah'a sığınırım de" (Felak
Suresi 4)
Büyü
ve
büyücülükle ilgili Kur'an-ı Kerim'de diğer âyet'i kerimeler
şunlardır:
"Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece
bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflah
olmaz."
(Taha suresi :69)
Peygamber
Efendimiz Buyuruyor:
"Büyü yapan kişi küfre girmiştir."
"Muhabet için efsun yapma, ipliğe okuma, büyü yapmak şirktir."
"Büyücüye, müneccime, gaibden haber veren kimseye inanan kişi Kur'an-ı
inkar etmiştir."
Kaynak:
1) Büyük Kadın
İlmihali, Rauf
PEHLİVAN
2) Şamil İslam
Ansiklopedisi
|
Büyü
Nasıl Teşhis
Edilir? |
Sihir
ancak alametlerinden anlaşılır ve ona göre
tedavi edilir. Hasta sebepsiz yere baş ağrısı çeker, sebepsiz yere
ağlar,
sihir çözen ayetler okununca ağlar; bazen de görünür hiçbir alamet
olmaz...
Uykuda Gözüken Rahatsızlıklar
Uzun
zaman
sağa sola dönme, uyuyama. Ancak iyice dinlendikten sonra uyuyabilme
Sebepsiz
yere üzüntü, gece boyunca devamlı sıkıntı
Bazı
insanları görünce onlardan sıkılma, korkma, bir yerde bekleme ve yardım
görememe
Çok
korkunç
rüyalar görme
Dişlerini
sıkma
Uykuda
çok
ağlama, gülme veya çığlık atma
Yüksek
bir
yerden düşüyor gibi olma
Garip
insanlar görme
Uyanık Halde Görülen Rahatsızlıklar
Sebepsiz
yere baş ağrısı
İbadet
etmede zorlanma
Beyin
yorgunluğu
Kasılma
ve
sinirlenme
Tembellik
Doktorların
sebep bulamadığı ağrı ve sancı
Ancak,
bunlara bakıp da herkes kendisini büyülenmiş sanmasın.
Kaynak : Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü,
Giovanni
Scognamillo
& Arif Arslan, Karizma Yayınları, 2000
|
Büyü Nasıl Yapılır? |
Büyü özellikle
ip,
saç, tırnak ve
elbiselerden yapılır.
Büyü de en
önemli faktör büyü yapanın kalbini bağlaması, yapacağı işin tesir
edeceğine inanması ve şeytandan yardım dilemesi ve nefes
olayıdır.
Nefes etme
üflemektirki, tükürüklü veya tükürüksüz
olabilmektedir.
Büyü yaparken
kutsal
kitaplardan konuyla ilgili bölümler okunmakta,
üflenmektedir.
Yapılacak büyüye
göre
günün ve ayın farklı zamanlarında yapılması
gerekmektedir.
Ancak şunu
unutmamalı,
büyü yapmak kadar, büyücüye gitmek ve onların
çoğalmasına
da sebep olmak da suçtur ve günah bakımından bu işi yapanla, sebep olan
arasında çok fazla bir fark yoktur.
|
Büyü yapan veya yaptıranın iman durumu nedir? |
Sihir (büyü), bedenlere, ruhlara, gönüllere tesir eden,
insanı hasta bırakan, öldüren, karı ile kocanın arasını açan, bir takım
dökümlerden, yazılardan, dualar ile efsunlardan ibarettir ki bütün
müçtehid âlimlerce kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fâsık kimselerin
ellerinde meydana gelebilir. Hattâ bazı müctehitlere göre sihri öğrenip
başkalarına öğreten kimseler, dinden çıkmış olurlar. Şu kadar var ki,
caiz olmasına inanmaksızın sadece kendisini fenalığından korumak için
sihir yapmayı öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz.
“Büyücüler, şeytanlar, her istediklerini yaparlar” diye itikat edilmesi
de kâfir olmaya sebep olur.
Sihir, büyü şirk ehlinin amelidir. Zîra faydalı şeylerin elde edilmesi
ve zararlı şeylerin uzaklaştırılması ancak Allah'tan bilinir, O'ndan
istenir. Düğümlere üflemek suretiyle faydalıyı elde etmek veya
zararlıyı defetmek düşüncesi, Allah'a inanıp O'na tevekkül eden kimseye
yakışmaz, ancak müşriklere yakışır.
Kişi bu davranışıyla sihrin gerçek tesirinin olacağına inanmışsa bu
şirk olur. Çünkü Allah’tan başka hakiki tesir eden yoktur.
Kaynak: Dini Meseleler, Mehmet Talu
|
Melekler Sihir
Öğretir mi? |
Melek
sihir öğretmez, fakat meleklerin hayır için öğrettikleri ve ilham
ettikleri gerçekler, küfür ehlinin ve şeytanların elinde şer ve fitne
çıkarmak
için sihir olarak da kullanılabilir. Nitekim bunu evvela Bâbilliler
yaptılar.
Anlaşıldığı kadarıyla bunlar, bu iki meleğin ilhamiyle keşfedip
belledikleri
semavî ve arzî, ruhanî ve cismanî kuvvetleri ve bunların
kaynaştırılmasından
meydana gelen bazı teknikleri, yıldızlara ve tabiata isnad ederek küfre
girdiler.
O zamanın
İsrailoğulları
bunları onlardan öğreniyorlardı ve
milletler arasında bu sihirle uğraşmayı kendilerine bir yol, bir meslek
edinmişlerdi. En nihayet Hz. Muhammed'in peygamberliği üzerine
Kur'ân'ın
i'cazı karşısında Allah'ın kitabını arkalarına atarak büsbütün bu
şeytanlara
uydular. Bu Yahudi zümresi, o kâfir şeytanların izlediği ve öğrettiği
bu
iki çeşit sihir kitaplarından karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler
öğreniyorlardı. Bu tabir, sihrin en yüksek derecedeki tesirini ifade
içindir.
Yani bunlar bu yolla karı ile kocanın arasını bile ayırabilecek
fesatlar
çeviriyorlar, bu tesiri meydana getiren sihirlerle cemiyet içinde ne
büyük
fitneler çıkarılabileceğini artık siz kıyas ediniz. Karı ile kocanın
arasını
ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir sevgi bağını kıranlar, bir topluma
neler
yapmazlar; komşular ve hemşehriler arasında ne fitneler çıkarıp, halkı
birbirine mi düşürmezler? İhtilaller mi çıkarmazlar?
Kaynak: Elmalı Tefsiri
|
Rukye ve Dua İle
Tedavi |
Rukye
okuyup üflemedir. Sihir karışmayan, yani
şer ve şeytanlık için olmayıp da ondan korunmak ve bir hastalık veya
âfete
Allah'tan şifa niyazı için kendine veya diğerine hulûs-i kalp ve salih
niyet ile bir duâ veya âyet okuyup üflemek kabilinden olan nefesler
caizdir.
Çünkü bunda kimseye zarar vermek veya sapıtmak veya Allah'tan başkasına
sığınma ve iltica mânâsı yoktur.
Resulullah'ın
kendisine ve diğerlerine bu şekilde okuyup üflediği ve
böyle hayır için rukye (üfleme)'ye müsaade ettiği sabit ve bu sebeple
gerek
ruhanî ve gerek cismanî nice hastaların şifa bulduğu da vâki olmuş ve
görülmüştür.
Bununla
beraber mutlaka okuyup üfleme ile koruma ve yardım isteme, yani
okumakla tedavi caiz olup olmayacağı hakkında da ihtilaf edilmiştir:
Şüphe
yok ki herkesin Allah'a sığınarak kendisi ve diğerleri için duâ etmesi,
okuması, sadece meşrû değil, dince emredilmiştir. Lâkin bunun tedâvi
için
kendine okutmak denilen mânâ ile rukye denilen tarzda yapılmasında,
Razî'nin
beyan ettiği üzere ihtilaf edilmiştir. Bazıları rukyeyi, yani okuma ile
tedâviyi yasaklamışlardır. Bunlar, şu hadis ile istidlâl etmişlerdir.
"Allah'ın birtakım kulları vardır ki, kendilerine ne keyy (yarayı
dağlama),
ne de rukye (okuyarak tedavi) yaptırmazlar, yani
dağlanmazlar ve başkalarının nefesiyle tedavi istemezler ve ancak
Rab'lerine
tevekkül ederler."
Bir
hadiste de "Allah'a tevekkül etmemiştir dağlanan ve okunmak
isteyen."
buyurulmuştur.
Bunun izahı Buhârî'nin ve daha geniş olarak Müslim'in Husayn b.
Abdurrahman'dan
senetleriyle rivayet ettikleri şu hadistedir: Saîd b. Cübeyr'in
yanında
idim.
-Dün gece düşen yıldızı hanginiz gördü? dedi.
-Ben, amma, ben bir namazda değildim, böcek sokmuştu, dedim.
-Ne yaptın? dedi,
-Rukye ettirdim, okuttum..
-Seni ona ne sevketti?
-Şâbî'nin bize haber verdiği bir hadis.
-Şâbî size ne haber verdi?
- Büreyde b. Husayb Eslemî'den "Gözden veya sokmadan başkasında rukye
yoktur." dediğini bize haber verdi.
- İşittiğini tutan iyi yapmıştır. Fakat İbnü Abbas bize Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den şöyle haber verdi:
- Peygamber buyurdu ki:
'Bana ümmetler gösterildi, peygamber gördüm yanında bir toplumcuk,
peygamber gördüm yanında bir iki adam, peygamber gördüm yanında kimse
yok.
Derken bana bir büyük kalabalık gösterildi, zannettim ki benim ümmetim,
derken bana denildi ki:
- Bu Musa ve kavmidir, lâkin ufuğa bak, baktım ki yine bir büyük
kalabalık,
derken bana denildi ki: Diğer ufuğa bak, baktımki bir büyük kalabalık.
- İşte denildi bu senin ümmetin, beraberlerinde hesapsız ve azapsız
cennete girecek yetmiş bin vardı.
Peygamber bunu söyledi, sonra kalktı evine girdi. İnsanlar bu hesapsız
ve azapsız cennete girecekler kimler olduğu hakkında konuşmaya
daldılar. Bazıları:
"Bunlar Resulullah'la sohbet edenler olsa gerek." dediler. Bazıları
da:
"Bunlar İslâm'da doğup da Allah'a hiç şirk koşmamış olanlar olsa gerek"
dediler, daha birtakım şeyler söylediler. Derken Resulullah (s.a.v.)
çıktı:
"Neden bahsediyorsunuz?" dedi, durumu haber verdiler, buyurdu ki:
"Onlar, o kimselerdir ki, rukye yapmazlar, rukye istemezler, tetayyûr
yani uğursuz da görmezler ve ancak Rablerine tevekkül ederler."
Fakat Buhârî'de, Mesâbih'de ve Meşârık'da yoktur ve hadis
şöyledir:
"Onlar, o kimselerdir ki, uğursuzluk saymazlar, okunmak istemezler,
dağlanmazlar ve ancak Rab'larına tevekkül ederler." Bu, daha sahihtir.
Bu
hadis
İhlâs Sûresi'nde "Samed"in mânâsını izahta geçtiği üzere sebeplere
gönül vermeyen, elemler ve musîbetler karşısında sarsılmayarak tevekkül
makamının en yüksek mertebesinde bulunan "nefs-i râdıye" sahibi Allah
ehli
olanların büyükleri hakkında olduğu açıktır. Onun için bunlardan
uğursuz
sayma ve okunmayı istemenin terkedilmesinin daha iyi olacağına istidlâl
olunabilirse de herkes için mutlaka men edilmesi ve yasaklanmasına
istidlâl etmek uygun olmaz. Yine Buhârî, Müslim ve diğer sahih hadis
kitaplarında
okunup üflemeye müsaade eden hadisler de çoktur.
Bu
cümleden
olarak Câbir b. Abdullah hadislerinde demiştir ki:
Benim
bir
dayım vardı, akrep sokmasına okuyup üflerdi. Resulullah (s.a.v.)
okuyup üflemeden yasakladı. Onun üzerine, vardı
-Ey Allah'ın Resulü! Sen okuyup üflemeyi yasakladın, ben ise akrep
sokmasına rukye ederim dedi.
Resulullah da:
-Sizden her kimin kardeşine bir menfaat etmeye gücü yeterse yapsın,
buyurdu.
Avf
b.Mâlik
Eşceî hadisinde de demiştir ki:
Biz câhiliye zamanında okuyup üflerdik. Dedik ki:
-Ey Allah'ın Resulü onun hakkında ne buyurursun?
-Rukyelerinizi bana arzediniz, rukyelerde bir sakınca yoktur, onda
şirk olmadıkça." buyurdu.
Ebu
Saîd
Hudrî hadisinde:
Resulullah'ın ashabından birtakım kimseler seferde idiler. Arap
obalarından
birine uğradılar. Onlara misafir olmak istediler, misafir etmediler.
-İçinizde bir rukye eden (okuyucu) var mı? Zira obanın efendisi ledig
(yani yılan veya akrep sokmuş)dir" dediler.
Ashab içinden bir adam -ki Ebu Saîd kendisidir
-Evet, dedi.
Vardı onu Fatiha Sûresi'yle okudu üfledi, bunun üzerine adam iyi oldu.
Ona bir bölük koyun verildi, o, onu kabul etmek istemedi,
-Peygamber (s.a.v.)'e arzetmeden almam, dedi ve Peygamber'e vardı
anlattı,
-Ey Allah'ın Resulü, vallâhi yalnız Fatiha Sûresi ile okudum.
Resulullah tebessüm etti de:
-Sen onun rukye olduğunu ne bildin? Onu onlardan alın, bana da sizinle
beraber bir hisse ayırın, buyurdu."
Daha
bunlar
gibi hadisler delâlet ediyor ki, yasaklanmış olan rukyeler
hakikatleri bilinmeyen, sihir ihtimâli ve şirk mânâsı bulunan
rukyelerdir.
Bazıları
da üflemeyi yasaklamışlardır.
İkrime
demiştir ki:
Rukye eden (okuyan)
üflememeli ve sıvazlamamalı ve düğüm yapmamalıdır.
İbrahim Nahaî'den de
selef;
okunmalarda üflemeyi mekruh görürlerdi,
diye nakledilmiştir.
Bazısı da demiştir ki:
Dahhâk'ın yanına gittim
ağrısı vardı, sana tâvîz okuyayım mı ey Ebu
Muhammed! dedim. "Peki velâkin üfleme." dedi, ben de Muavvizeteyn'i
okudum."
Halîmî demiştir ki:
"Rukye edenin
üflememesi ve
sıvazlamaması ve düğüm yapmaması gerekir."
diye. İkrime'den rivayet olunan söz, sanki bu husustadır.
O, şuna kâni olmuştur:
Allah Teâlâ düğüme
üflemeyi
sığınılacak şeylerden kılmıştır. Şu halde
yasaklanmış olması vacip olur. Fakat bu istidlâl zayıftır. Çünkü ancak
ruhlara ve bedenlere zarar veren büyü olduğu zaman kötülenmiş olur. Ama
bu üfleme, ruhları ve bedenleri ıslah için olursa haram olmaması vacip
olur.
Bununla beraber
Nesaî'de
Ebu Hüreyre'den şu
hadis de
rivayet edilmiştir:
Resulullah
(s.a.v.) buyurdu ki:
"Her kim bir düğüm bağlar da sonra ona üflerse sihir yapmıştır,
sihir yapan da şirk etmiştir. Her kim bir şeye
takılırsa (bir menfaati olur veya zararı defeder diye gönül takar,
inanırsa veya o itikad ile muska ve nazarlık gibi bir şey takınırsa)
ona
havale edilir.
"
Yani yalnız Allah'a sığınmayıp da o şeye bağlandığı, ondan umduğu,
halbuki Allah'ın izni olmayınca hiçbir şeyin ne faydası, ne zararı
olmayacağı
için o takıldığı şeyden hiçbir fayda görmez, Allah'ın yardım ve
lütfundan
mahrum olur.
Her
şeyin
bir devası (ilâcı) vardır." hadisi gereğince rûhî hastalıklara
rûhânî, cismanî hastalıklara cismanî sebeplerle tedavi meşrû olduğu
gibi,
karışık olanlara da karışık tedâvi elbette meşrû olur. Şu şart ile ki,
tesir, sebeplerden değil, Allah'tan bilinmeli ve hepsinde de
entrikadan,
sihirbazlıktan, şarlatanlıktan, aldatma ve zarar vermeden
sakınılmalıdır.
Bu cihetle bedenî hastalıkların tedâvisinde bile gerek doktorun ve
gerek
hastanın ahlâk ve inanç itibarıyla ruh hallerinin dahi özel önemi
bulunduğundan,
ruhanî kıymet, iyi niyet ve itikat selameti hepsinin başında gelir.
Yoksa
tıp ilmi adına yapılan zararlar, afsunculuk, üfürükçülük adıyla yapılan
zararlardan az değildir. Özellikle bunları Allah için insanlara hizmet
ve menfaatten çok, sırf mal kazancı için vasıta yapan ve çok fazla
ücretler
almak üzere alış veriş akidleri yapmadan bir nefes sarfetmek bile
istemeyen
doktor taslaklarının, şarlatanların zararları, hiçbir zaman cinciliği,
üfürükçülüğü sanat edinenlerden aşağı kalmamıştır. Böylelerinin de de
dahil
afsunculardan sayılması gerekir. Hatta yalnız tıp ilminde deği, her
meslek
ve sanatta hak ve hayır fikrinden ayrılarak insan aldatmak, şer saçmak
için nefes sarfedenlerin hepsi de bu mânâda dahil olan, şerlerinden
sığınılması
gereken üfürükçülerin nefeslerinden olduğunun da unutulmaması gerekir.
Bunların böyle olması ise karşılığında sırf hak ve hayır için ciddiyet
ve doğrulukla Allah yolunda nefes sarfedenlerin varlıklarını ve
kıymetlerini
inkâra sebep teşkil etmez. Bundan dolayı, halis niyet ve temiz
nefeslerle
Allah'a sığınarak, Allah'tan şifa niyaz ederek okuyup üflemeyi de
mutlaka
sihirbazlık gibi kabul etmek doğru olmaz. Onun için rukye (okunma)yi
caiz
görenler Sıhah'ta rivayet edilen bir hayli hadis ile istidlâl
etmişlerdir
ki, Razî bunlardan şunları kaydetmiştir:
1-
Resulullah (s.a.v.) biraz rahatsız olmuştu. Cibril Aleyhisselâm ona
okuyup üfledi de
"Bismillâh okur, rukye ederim sana seni inciten her şeyden, Allah da
sana şifa verir." dedi, diye rivayet edilmiştir.
2- İbnü Abbas demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bize bütün ağrılardan
ve hummadan korunmak için şu duayı öğretirdi:
"Kerim olan Allah'ın adıyla, ben her kanı akan damarın şerrinden ve
cehennem ateşinin şerrinden ulu Allah'a sığınırım."
3-
Peygamber
(s.a.v.) buyurmuştur ki:
Bir kimse eceli gelmemiş bir hastanın yanına girer de yedi defa ,
"Niyaz ederim o ulu Allah'a, O yüce Arş'ın Rabb'ine ki sana şifa
versin."
derse şifa bulur.
4-
Resulullah (s.a.v.) bir hastanın yanına girdiğinde şöyle derdi:
"Gider o sıkıntıyı, insanların Rabb'i, ona şifa ver, sensin şifa veren,
senin şifandan başka şifa yok, bir şifa ki dert bırakmaz."
5-
Resulullah (s.a.v.), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyn'i şöyle sığındırırdı:
"İkinizi de Allah'ın
tam
kelimelerine sığındırırım, her şeytandan,
kötü kazadan ve kötü gözden." derdi ve buyururdu ki: "Babam İbrâhim de
oğulları İsmail ve İshak'ı böyle sığındırırdı."
6-
Osman b.
Ebi'l-Âs Sakafî'den, demişir ki:
Resulullah'a vardım ve bende ağrı vardı, beni az daha öldürecekti.
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sağ elini onun (ağrıyan yerin) üzerine
koy ve yedi kere şöyle
de: "Allah'ın adıyla, ben bulduğum şeyin şerrinden Allah'ın izzet ve
kudretine sığınırım." ben de yaptım,
Allah bana şifa verdi." Bu dikkate şâyandır ki Resulullah ona okumamış,
onun kendisine okutmuştur.
7-
Peygamber
(s.a.v.) sefere çıkıp da bir yere konduğu zaman şöyle derdi:
"Ey yer! Benim Rabbim, senin de Rabbin Allah'tır, Allah'a sığınırım
senin şerrinden ve sendekinin şerrinden ve senden çıkanın şerrinden ve
senin üzerinde debelenenin şerrinden, Allah'a sığınırım arslandan, kara
yılandan, zehirli yılandan, akrepten, beldenin sâkinlerinin, doğuranın
ve doğurduğunun şerrinden."
Bunlarda üflemeye dair bir işâret yoktur ve bunların meşrû sayılmaları
için başka delile ihtiyaç olmaksızın Ku'rân'daki duâ ve sığınma
emirleri
ve bu sûreler yeterlidir. Bununla beraber Resulullah'ın üflediği ve
sıvazladığı
da sâbittir.
8- Resulullah (s.a.v.) her gece muavvizâtı (İhlâs, Felâk ve Nâs
sûreleri) okur ellerine üfler, yüzüne ve vücuduna meshederdi.
Bundan başka yine Hz. Âişe'den Sıhah'ta rivayet edilmiştir ki:
"Resulullah (s.a.v.) ailesinden birisi hastalandığı zaman ona
Muavvizâtı
(İhlâs, Felâk ve Nâs Sûreleri) üflerdi. Vefat ettiği hastalığında da
ben
okuyup üflüyor ve kendi eliyle kendisini sıvazlıyordum. Çünkü onun
mübarek
elinin bereketi benim elimden çok büyük idi."
Bununla
beraber Resulullah'ın kendisine başkalarının okumasını istemediğini
anlatan şu rivayet de çok mühimdir. Yine
Sahîh-i Müslim'de: Hz. Âişe demiştir ki:
Resulullah (s.a.v.) bizden bir insan rahatsız olduğu zaman onu sağ
eliyle mesheder (sıvazlar), sonra şöyle derdi:
"İnsanların Rabbi olan Allah'ım o sıkıntıyı gider, şifâ ver, sen şifa
vericisin, senin şifandan başka şifa yok, senin şifân dert bırakmaz."
Ne zaman ki Resulullah (s.a.v.) hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini
tuttum, onun yaptığını yapmak istedim, elini elimden çekti,
sonra
"Allah'ım, beni affet, beni Refîk-ı alâ ile beraber kıl." dedi, ben
baka kaldım, ne göreyim iş tamam olmuştu (yani vefat etmişti).
Bunlardan
başka Resulullah'ın harpte ve diğer zamanlarda yaralananlara
okuyup dokunmasıyla derhal şifa hasıl olanlar da çoktur. Fakat onlar
onun
peygamberlik özelliğinden olan mûcizeler kabilinden olduğu için
diğerleri
hakkında delil olmaz. Bununla beraber yine Hz. Aişe "Resulullah
(s.a.v.),
Ensar'dan bir ehl-i beyte humeden, yani akrep
gibi zehirli hayvan sokmasından okuyup üflemeye ruhsat verdi." demiştir
ki, bu da Câbir hadislerini teyid etmektedir. Bunda emmek tıbben de
faydalı
olduğuna göre, tükürmenin de
bir yönü düşünülebilir.
Bundan başka bir de gözden okuyup üfleme
(rukye)ye
izin verilmiş olduğu ve bu sebeple "Göz değmesi ve
sokmadan başkasına rukye (okuyup üfleme) yoktur."
denildiği
de zikredilmiştir. Göz
değme olayı bir
nefsânî durum olması hasebiyle bunda da ruhanî
bir nefes ve telkinin faydası açıktır demektir.
Şimdi bütün
bunlardan
hasıl olan sonuç da şudur ki:
Sihir
şâibesi olmamak üzere ruhî ve bedenî kurtuluş için tesirli
dualarla
rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla beraber, istirkâ yani kendini
başkasına
okutmak, okuyup üfleme talep etmek, Allah'a sığınmak ve dua etmek için
başkasının aracılığını dilemek mânâsını içine almış olması itibarıyla
dinen
hoş görülmüş değildir. O yukarıda zikrolunan hadisler gereğince
Allah'ın
hesapsız ve azapsız cennete girecek has kulları ondan sakınırlar.
Bundan
dolayı Hanefî fıkhında bu mesele şu şekilde yazılmıştır: Şifa veren
ancak
Allah Teâlâ olduğuna ve şifaya onu sebep kıldığına itikat ettiği
takdirde
tedavi ile meşgul olmakta bir sakınca yoktur. Amma şifa veren ilaçtır
diye
inanırsa değil.
Karşılığında
bir şer ve zarar düşünülmedikçe mümkün olan en zayıf bir
fayda ihtimalinden dahi insanları yasaklamak doğru olmaz. Yüzde yüz
değil,
binde bir, milyonda bir misâle dayanan bir ihtimâl dahi olsa
karşılığında
bir zarar ihtimali bulunamayan bir fayda mülâhazası yalnız kuruntu
değil,
az çok delilden doğan bir şüphe demek olduğundan, ihtiyaç halinde daha
kuvvetlisi bulunamayınca onunla amel caiz görülür ve öyle bir
tesellinin
mutlak şekilde yasaklanması da makûl olmaz. Fakat insanların
sihirbazlara,
şeytanlara kapılması da en çok bu gibi şüpheli durumlar içinde meydana
gelir ve onun için zarar ihtimâllerinin de iyi düşünülmesi gerekir.
Bu
esas
üzere Fıkıh'ta da, şifa, Allah'tan bilinmek şartıyla tedavinin
kesin olanıyla amel vacip, korku zamanında terk edilmesi haram; maznun
(galip zan) olanıyla amel câiz, durumlara ve şahıslara göre bazan
yapılması,
bazan da terkedilmesi daha
uygun; mevhûm (kuruntu) olanıyla da amel etmek yasaklanmış değilse
de, terk edilmesi daha uygun denilmiş, rukye (okuyup üfleme) de mevhûm
(kuruntu) kısmından sayılmıştır. Kuruntu olmasının sebebi de dua olması
itibarıyla değil, okuyanın nefesinde sebeplik düşüncesi itibarıyladır.
Şu halde bu
açıklamadan anlaşılır ki okuyup üfleme ile tedavi halkın
pek çoğunun zannettiği gibi dindarlığın gereği ve dinin emrettiği bir
şey
değil, nihayet bir izindir. Asıl dindarlığın gereği onu terketmek
sûretiyle
Allah'a dayanmak ve ancak Allah'a sığınıp O'na kendisi doğrudan doğruya
duâ etmek ve duâsına başkalarının aracılığını istememektir. Müminin
mümine
gerek huzurunda ve gerek arkasından duâsı meşrû ve müstahsen ve hatta
dinî
görevi bulunduğunda ve "Duâ ibâdetin iliğidir." hadis-i şerifi
gereğince
duâ ibadetin, dindarlığın iliği olduğunda şüphe yok ise de, duâ etmek
başka,
okuyup üflemek, başkasının nefesinden medet beklemek
yine başkadır.
Allah
Teâlâ duâyı emretmiş
"Bana
duâ
edin, duânızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60)
"Ben (o kullara) yakınım. Bana duâ edince duâ edenin duâsına karşılık
veririm." (Bakara, 2/186)
"De ki: Duanız olmasaydı Rabbim size ne değer verirdi?" (Furkan, 25/77)
Fakat
şirkten kendinden başkasına duâ etmekten yasaklamış,
"Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam, de."
(Cin, 72/20)
Aynı şekilde
Kur'ân'da ve Resulü'nün diliyle en güzel duaları öğretmiş
bütün şerlerden doğrudan doğruya kendisine sığınılmasını emretmiştir.
Okuyup
üfleyecek olan bunları bellesin, her zaman kendine cankurtaran edinsin.
Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edildiği üzere her gece ve her
ihtiyacında
temiz kalp ve itikat ile okusun, kendine üflesin, mümin kardeşlerine de
hem dua, hem tavsiye etsin, temiz nefesle dua edenlerin dualarının
bereketlerini
de inkâr etmesin. Buna söz yok, fakat Allah Teâlâ böyle dua ve icabet
(kabul
etme) kapısını herkese açtığı, ona genellikle herkesi çağırdığı,
herkesin
doğrudan doğruya sığınmasını istediği ve şirk ayıbını kabul buyurmadığı
halde; ona doğrudan doğruya dua ve ibadet ile sığınma ve ilticayı
bırakıp da, "Ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi
de bilemem." diye dua tellalı aramaya ve onun nefesinden meded ummaya
kalkışmak
dindarlığın gereği değil, câhiliyye adetidir. İnsanlar bundan gafil
olup
kendisine okutup üfletmeyi dindarlık gereği sandığı için burada bu
genişçe
anlatım ile sözü uzatmaya lüzum görüldü. "Muvaffak edici Allah'tır."
Kaynak:
Elmalı Tefsiri, Felak Suresi
|
Sihrin Sekiz
Çeşidi |
Buraya kadar
gördüklerimizden de anlaşılıyor ki, sihir çeşitlerini belirlemek
kolay değildir. Bununla beraber Fahreddin Râzî
tefsirinde sihrin sekiz çeşidini saymıştır. Bazı açıklamalar ile
oradaki
bilgilerin özeti şöyledir:
1- "Gildânî
Sihri" ki, sem avî kuvvetlerle yeryüzüne ait güçlerin karışımı
yoluyla meydana getirildiği söylenen ve tılsım adı
verilen şeylerdir. Gildânîler eski bir kavim olup, yıldızlara taparlar
ve bu yıldızların kâinattaki olayları yönetip yönlendirdiğine, hayır
ile şerrin, mutl u luk ile bedbahtlığın bunlardan kaynaklandığına
inanırlardı. Bunların tılsım adı verilen bazı acaip şeyler
yaptıkları söylenmektedir. İbrahim Peygamber, bunların bu batıl
inançlarını
düzeltmek için gönderilmişti ki, bunlar başlıca üç fırka idiler: Bir
kısmı
kâinatın ve yıldızların kadîm (öncesiz) olduğuna ve kendiliğinden var
olmuş
bulunduğuna kanî idiler ki, bunlar
bilhassa "sâbie" adıyle tanınmış idiler. Zamanımızın deyimiyle kâinatın
ezelî olduğuna inanan bir nevi materyalistler demektir.
Anlaşıldığına g ö re gök ve tabiat bilimlerinde bir hayli ileri
gitmişler
ve bazı sanayi gariplikleri meydana getirebilmişlerdi. Diğer
bir kısmı, feleklerin ulûhiyetine kâil olmuşlar ve her bir felek için
bir heykel yapmışlar ve bunlara tapmışlardı. Üçüncü bir kısmı da
feleklerin
ve yıldızların üstünde ve ötesinde her şeyi yaratan fail-i muhtar
(istediğini
yapabilen) bir yüce yaratıcının varlığını kabul ederler, fakat o yüce
yaratıcının,
o yıldızlara bu âlemde etkileyici bir kuvvet bahşetmiş ve kâinatın
yönetimi
için onları
görevlendirmiş bulunduğuna inanırlardı. Bu inanç şekli de çoğunlukla
tabîiyyûn mezhebine (rabîiyyeciler = naturalizme)
benzemektedir. Bize kalırsa, bu sihirde tabîiyyat ile ruhiyatın eski
zamanlarda keşfedilmiş bazı garip özellikleri birleştirilerek
uygulanmış olduğu anlaşılmaktadır.
2- Evham
sahiplerinin ve kuvvetli kişilerin sihirleridir. Bunlar öyle
sanırlar ki, insanın ruhu terbiye ve tasfiye ile kuvvetlenir ve
tesir gücünü arttırır. İdraki, gizli kapalı şeyleri algılayacak
derecede
gelişir, iradesi de kendi dışında birtakım olayları etkileyecek
derecede güçlenir. O zaman istediği birçok şeyleri yapar,eşyada,
canlılarda
ve diğer insanlarda kendi bedenindeki gibi tasarruf eder. Hatta o
dereceye
varır ki, bir irade ile bünye ve şekilleri değiştirebilir: İsterse
öldürür
ve yeniden diriltir, varı yok, yoku var edebilir. Gerçekten de beden
terbiyesi
gibi ruh terbiyesinin de birçok faydası olduğu inkâr edilemez. Fakat
ruhun
bu derece
güç kazanması, bir ilâhî ihsan olmadan, yalnızca çalışmayla elde edile
b ilir bir şey olduğunu farzetmek evhamdan öte bir şey
değildir. Birtakım kimseler, riyazat, havas, rukye, muska, uzlet ve
benzeri bazı yollara başvurarak, ruh ilminin bazı garip olayları
ile uğraşırlar ki, manyatizma, hipnotizma, fakirizm ve diğerleri bu
c ü mleden şeylerdir. Sihrin en aldatıcı ve en tehlikelisi de
budur.
3-
Ervah-ı
ardıye (cinler)den yardım görme yoluyla yapılan sihirdir
ki, azâim ve cincilik dedikleri şey budur. Mutezile ve son
devir filozoflarından bazıları cinleri inkâr etmişlerse de bunlar kısa
görüşlü ve inkârda aceleci kimselerdir. Sanki kâinatta ruhanî ve
cismanî
hiçbir gizli kuvvet kalmamış da hepsi keşfedilmiş ve sınırları
belirlenmiş
gibi "cinlerin aslı yoktur" diye inkârı bastırmak, ilmî bir davranış
olamaz.
Bu inkârcıların bir kısmına "dünyada daha bilmediğimiz gizli kapaklı
nice
tabiat kuvveti vardır" deseniz, bunlar "evet" demekte tereddüt etmezler
de aynı mânâda olmak üzere "cin vardır" deseniz, hemen inkâr ederler.
Bunun
için filozofların büyükleri cinleri inkâr etmemiş ve "ervah-ı ardıye"
adıyla
anmışlardır. Fakat bunlarla belli sebepler altında insanların ilişki ve
bağlantı sağlayıp sağlayamıyacakları ilmî bir şekilde tetkik edilip
ortaya
konmadan buna henüz hüküm verilemez. Lakin bundan dolayı bu yolla
yapılan
ve yapılac a k sihirlerin varlığını inkâr değil, kabul etmek gerekir.
Hatta
bu günün ispirtizmacılarını bu cinlerden sayabiliriz. İşte sihrin en
meşhurları
buraya kadar saydığımız bu üç kısımdır.
4-
Tahayyülât, yani gözü yanıltmak ve el çabukluğu denilen sihirlerdir
ki, bunlara sihirden ziyade hokkabazlık ve şa'beze adı
verilir. Bunun esası duyuları aldatmadır. Bu tıpkı vapurda ve trende
giderken sahili hareket ediyor gibi görmeye benzer. Buna
Arapça "ahız bil'uyûn", bizim dilimizde de "göz bağcılık" denilir.
Bun u nla beraber göz bağcılığın daha gizli birtakım ruhî etkiler
ile de ilişkisi olabilir.
5-
Hiyel-i
sanâyi ile yapılan, aletlerden istifade ederek acaip şeyler
göstermek sûretiyle ortaya konan sihirdir ki, Firavun'un
sihirbazları böyle yapmışlardı. Rivayet olunduğuna göre, bunların
ipleri,
değnekleri civa ile doldurulmuş, altlarından ısı verilince
veya güneşin etkisiyle ısınmaya başlayınca ısınan ipler ve değnekler
hemen harekete geçip kaymaya ve yürümeye başlarmış.
Zamanımızda
fen ve tekniğin gelişmesi, gerek mekanik, gerek elektronik
açıdan bunlara birçok misaller vermeye elverişlidir.
Sinemalar
bunun çok canlı bir misalidir. Bunların halk üzerindeki
hayalî
olan etkileri bir sihir tesirinden daha az değildir. Hele işin
aslını bilmeyenler için...
6-
Ecsam
(cisimler) ve edviyenin, yani birtakım kimyasal maddelerin
ve ilaçların kimyevî özelliklerinden yararlanarak yapılan
sihirlerdir.
7-
Ta'lik-i
kalb (kalbi çelme) suretiyle yapılan sihirdir. Sihirbaz
şarlatanlık yaparak, türlü türlü övünme ile kendini satarak,
muhatabını kendine çeker, bir ümit veya korku altında onun kalbini
çeler, kendine bağımlı kılar, duygu ve düşüncelerine etki
ederek, telkin altına alır ve yapacağını yapar. "İsm-i azam duasını
bilirim" der, "cin çağırırım" der, "kimya biliri m, simya bilirim"
der, icabında hünerden, sanattan, paradan, kudretten, nüfuzdan,
kerametten,
ticaretten ve menfaatten bahseder, karşısındakini
dolandırır. Telkin yoluyla kalbleri çelmenin işleri yürütmede, sırları
gizlemede çok büyük tesiri vardır. En adi s inden en
maharetlisine kadar çeşitli dolandırıcılıklar hep buna bağlıdır. Sihrin
öteki türlerinin etkili olması da aşağı yukarı sihirbazın bu
konudaki becerisine bağlıdır denilebilir.
8-
Nemmamlık
(koğuculuk), gammazlık (fitnecilik) gibi el altından yürütülen
gizli fitne ve tezvirat; akla, hayale gelmez
bozgunculuk, vasıtalı veya doğrudan tahrikler ve aldatmalar ile yapılan
sihirdir ki, halk arasında en bol ve en yaygın kısmı da
budur.
Buraya kadar
saydığımız sekiz kısım sihir, dönüp dolaşır iki esasta
toplanır: Birincisi sırf yalan, dolan ve sadece saçmalama ve
iğfal olan söz veya fiil ile etki yapan sihir, diğeri de az çok bir
gerçeğin sû-i istimal edilmesiyle ortaya konan sihirdir.
|
Sihir Kitapları |
Süleyman
(a.s.)ın mülkünde fitne zuhur edip, hükümetini
yitirdiği zaman, insan ve cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlik çok
ileri
gitmişti. Fitneyi çıkaran ve daha sonra Süleyman (a.s.)'a mağlup düşen
ve onun emrine girip, hükmüne tabi olan bu şeytanlar "bennâ', ğavvâs ve
âherîn" namiyle üç ayrı sınıftır.
Bunlar
içinde birtakım desiseci sanatkarlar da vardı. Vahiy kaynağından
uzak olan bu şeytanlar, meydana gelen ve gelecek olan olaylar hakkında
kulak hırsızlığı ile birtakım bilgiler edinirler ve bu bilgilerin her
birine
yüzlerce yalan ve pislik karıştırarak gizli gizli yaymaya çalışırlardı.
Bu işlere alet etmek için kahinleri seçerler ve onlara çeşitli
telkinlerde
bulunurlardı.
Bu
cinlerin
bazı haberleri doğru çıktıkça kahinler bunlara güvenir,
ancak onlar bunun yanında binlerce yalan dolan da yayarlardı. Derken bu
kahinler, bu bilgileri kaleme aldılar, bu konularda kitaplar yazdılar.
Cin çağırma, sihir yoluyla gönül çelme hakkında türlü türlü sihir ve
efsun
(büyü) kitapları meydana getirdiler. Bu arada geçmiş ve gelecek olaylar
hakkında habere benzer efsaneler, masallar, yalanlar ve dolanlar
yaydılar.
Tarih olayları ve gerçekleri tahrif olunarak, halkın duygu ve
düşüncelerini
yanlış yollara sevk edecek hurafeler yayınlanır ve bunlar arasına bazı
bilimsel gerçekler ve hikmetli sözler karıştırılarak, konular çok kötü
bir şekilde istismar edilirdi. Bu suretle cinler gaybı biliyor diye
birtakım
kanaatlar genellik kazanmıştı.
Bu
şeytanların yalan ve dolanları yüzünden fitne çıkmıştı. Hz. Süleyman'ın
hükümdarlığı ve devleti bir müddet elinden çıkmıştı. Nihayet Allah'ın
izni
ve yardımıyla Süleyman Aleyhisselâm bunlara galip geldi ve üstünlük
sağladı,
hepsini hükmü altına alıp, tam anlamıyla kendisine bağlı olarak
birtakım
hizmetlerde kullandı ve o zaman bütün bu kitapları toplatarak tahtının
altında bir mahzene kapattı.
Hz.
Süleyman'ın vefatından bir müddet sonra hakikati bilen âlimler de
kalmayınca şeytanlardan insan suretinde birisi çıkıp "Ey insanlar!
Bilmiş
olunuz ki, Süleyman b. Davut, bir peygamber değil de bir sihirbaz idi,
cinleri, şeytanları, rüzgarları hep sihirle büyüler ve kullanırdı. O
neye
erdi ise hep sihir bilgisi sayesinde erdi. İnanmazsanız, sakladığı
kitaplarını
bulur, anlarsınız." dedi, o kitapların saklı olduğu yeri gösterdi.
Orayı
açtılar, gerçekten de birçok kitap çıkardılar. O kitaplar sihir ve
efsane
kitapları idi. Bunun üzerine "Süleyman sihirbaz imiş, hükümetini sihir
ile idare edermiş." diye yalan ve iftiralar yayılmaya başladı.
Zaten
Mısır'dan beri İsrailoğulları arasında sihir ve hokkabazlık bilinirdi.
Fakat durum bu sefer bambaşka bir renk almıştı: Bir taraftan siyasî ve
ictimaî entrikalarla Süleyman (a.s.)'ın devleti aleyhine işletilmiş,
diğer
taraftan onun dünyayı hükmü altına alışı, bu sihir ilmi sayesinde
gerçekleşmiştir
diyerek, yine onun namına iftira edilerek sihir teşvik edilmeye
çalışılmıştır.
O derece ki, daha sonra gelen İsrailoğulları, ona bir peygamber değil
de
çok iyi sihirbaz olan bir hükümdar gözüyle bakarlarmış.
Bundan
dolayıdır ki, İsrailoğulları özellikle devletlerini kaybettikten
sonra, diğer milletler arasında gizli yollarla bu çeşit yayınları
teşvik
ve terviç etmekten ve hüner şeklinde sihirbazlıkla meşgul olmaktan geri
kalmıyorlardı. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve
iftira
yoluna saptılar, sihirbaz bir hükümdardı, fakat yaptığı sihirleri
mucize
gibi gösterirdi." diye ona iftiralar ettiler. Buna göre Hz. Süleyman'ın
-haşâ- kâfir olması lazım geliyordu. Çünkü sihrin bu derecesinin küfür
olduğunda şüphe yoktur. Halbuki Süleyman kâfir değildi, fakat önce ve
sonra
ona sihirbaz diyen o şeytanlar kâfir oldular, ki insanlara sihir
öğretiyor,
sihir tâlim ederek yoldan çıkarıyorlardı.
Kaynak:Elmalı
Tefsiri
|
Sihir Şeytan
Melek |
Şeytanlar
sırf kendi uydurmaları olan sihri
ve bir de Babil'deki Harut ve Marut adında iki meleğe indirileni,
insanlara
ve o zamanki İsrailoğulları'na öğretiyorlardı. İşte böyle
yapmakla
kâfir olmuşlardı. O iki meleğe indirilen aslında bir sihir değil, fakat
fesat ehlinin elinde küfre vesile olabilecek bir şey iken, bu şeytanlar
bunu yalnızca sihir için öğretmişlerdir. Halbuki Harut ile Marut bunu
öğretecekleri
zaman "Biz bir fitneyiz, yani bu öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir
ve kötüye kullanılması da küfürdür. Şu halde sakın sen bunu belleyip de
küfre girme!" demedikçe ve bu yolda nasihat etmedikçe kimseye bir şey
öğretmezlerdi.
Gelişigüzel herkese belletmezler, sû-i istimalden, küfürden, sihirden
yasaklarlardı.
Bu şeytanlar ise öyle yapmadılar, tam aksine bunlarla herkese sihir
öğretiyorlar.
Bu iki melek ve bunların öğrettikleri hakkında birçok sözler söylenmiş,
çeşitli görüşler ve bahisler ortaya konmuştur. Bilindiği gibi,
meleklerin
insanlara öğretileri ya vahiy veya ilham demektir.
Harut ile Marut'un
Cibrîl
gibi vahiy meleklerinden olduklarına dair
herhangi bir delil yoktur. Onlar bilgi getiren melekler değil, bilgi
gönderilen
meleklerdi. Öğretileri de peygamberlere gelen vahiy derecesinde
olmayıp
ilham cinsindendir. İlham ise herkese olabilir.
Eski bir medeniyet
merkezi
olan Bâbil şehri ahalisinden birtakım
kimseler,
iki şekilde, böyle iki ilahî kuvvet ile ilhama mazhar olmuşlar, bu
sayede
hilkatteki gizli sırlardan bazı harika ve acaip şeyler öğrenmişler ve
öğrenirken
bunların şerre de müsait olduğunu, şu halde kötüye kullanılmasının
küfür
olacağını da öğrenmişlerdir. O halde bu iki meleğe indirilen ve Bâbil
halkından
bir çoğuna ilham yoluyla öğretilen bu şeyler hadd-i zatında sihir değil
idi. Fakat sihir olarak da kullanılabilir ve böyle kullanılınca da
katıksız
küfür olurdu. Aslında her bilgi böyledir.
Hakikatin kendisi olan
hak
dini ve doğru yolu isbat ve destek için
Allah tarafından lutfedilen mucizeler ve kerametler, diğer ilimler,
hikmetler
ve fenler bahane edilerek âlemde ne kadar küfürler, ilhad ve melanetler
yayılmıştır. Aslında bunların hepsi küfür ve haram olan sihir cinsine
dahil
edilebilir. Bu ise ilmin, bizzat kendisindeki ilmî niteliğinden dolayı
değil, ortaya çıkardığı pratik sonuçları dolayısıyladır.
İlimler
iyiye kullanılırsa zehirlerden ilaç yapılır, kötüye kullanıldığı
takdirde de ilaçlardan zehir elde edilir. Hatta bundan dolayı, birçok
din
âlimleri, genel olarak ilim hakkındaki âyetlerden şu sonucu
çıkarmışlardır: Özünde haram olan hiçbir ilim yoktur. Hatta şerrinden
korunmak
için sihir bile öğrenmek haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve hatta
küfürdür. Bunun öğretimi de bu şarta bağlı bulunmak gerekir.
Sihir tatbikî bir ilimdir, bir şer ve tezvir sanatıdır. Bu sanat
pratikte
ve tatbikatta bazı hakiki bilgilere dayalı olabilir ve o bilgilerin
kötüye
kullanılması ile sihir yapılır. Mesela; bugün elektrik konusu önemli
bir
bilim dalı, çok önemli bir tekniktir. Bunun kötüye kullanılmasından ve
şerre alet edilmesinden dolayı tatbikatta bundan birçok sihirler
yapılabilir.
Lakin bunun böyle olmasından dolayı, elektrik ilminin hadd-i zatında
bir
sihir olması lazım gelmez.
İşte Babil'de Harut ile
Marut'a ilham
ile öğretilen şeyler de buna
benzer şeyler olduğu anlaşılıyor. Bunlar esasında meleklere mahsus
kıymetli
şeyler olarak gösterilmiş fakat öğretim ve öğrenim şekliyle ve
uygulamasında
fitneye de müsait bulunmasından dolayı şeytanî olan sihre dahil
edilmiştir.
Demek
ki,
sihir sırf şeytanî bir şeydir ve bu başlıca iki kısımdır:
Birisi şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları pisliklerdir. Diğeri
ise Bâbil'deki gibi, esasında meleklere mahsus olan bazı yüce
bilgilerle
acaip tekniklerin şeytanca kötüye kullanılmasıdır.
Kaynak:
Elmalı Tefsiri
|
Sihirin Tesiri |
Sihrin en
büyük tesiri ruhlar üzerindedir; fikirleri
bozar, kalbleri çeler, ahlâkı perişan eder, toplumların altını üstüne
getirirler.
Sihrin aslı yoktur diye aldanmamalı ve böyle
sihirbazlardan
sakınmalıdır. Bununla beraber bunları yapanlar, Allah'ın izni olmadıkça
kimseye bir zarar veremezler. Çünkü gerçek tesir ne sihirde, ne
sihirbazda,
ne tabiatte, ne ruhta, ne yerde, ne gökte, ne şeytanda, ne melektedir.
Hakiki müessir ancak ve ancak Allah'dır. Fayda ve zarar denilen şey de
ancak O'nun izni ile meydana gelir. O halde her şeyden önce Allah'dan
korkmalı
ve Allah'a sığınmalıdır ve bunlara karşı koymak için de Allah'ın
kitabına
sarılmalıdır. Allah'ın kitabını arkalarına atan bu sihirbazlar çok iyi
bilirler ki, Allah'ın kitabını verip de sihri satın alan bir kimsenin,
elbette ahirette hiçbir nasibi yoktur. Bunun sonu açıkça hüsrandır.
Celâlim
hakkı için bunların, uğruna kendilerini sattıkları şey ne kötü şeydir,
amma keşke bunu biliyor olsalardı. Gerçi bunlar sihrin sonunu ve onu
yapan
sihirbazın ahiretten nasibi olmadığını ve sihre aldananın sonunun
sadece
hüsran olduğunu bilirler. Fakat yine de bu bilgilerine uygun hareket
etmedikleri
için davranış biçimleri cahilanedir. Diğer taraftan ahiret
nasipsizliğinin
ne kadar korkunç bir şey olduğunu bilmezler. Aslında sihrin asıl zararı
başkalarından çok yapanlaradır. Ömürlerini nasıl çirkin şeylerle
geçirdiklerini
bilmezler.
Kaynak:
Elmalı Tefsiri |
|