Osmanlı Hikayeleri | ||
Abdestsiz nöbet
tutmam Adam Akibet görürsün hele Ferhat Aklıma gelmedi Aldığımız fiyata Alın terinde bereket vardır Ali Onbaşı Allah ne derse öyle olur Ancak İstanbul Kadısı Olursun Ancak ondan anlar Aptalların dalkavukluğu Artık göç vakti geldi Asil ruh Aşçılıktan yetişen vezir Ateşten bir yer talebi Atla ne konuştu Avustralya'nın İlk Resmi Savaşı Ayrılık çeşmesi Bana bir tüfek verin Bana burada iş yok Ben bir kasabayı alana kadar Ben nasıl biri iki eyledimse Ben siftah ettim Bendeniz biperva geçerim Benim dahi muradım odur Benim düğünüm gibi bir düğün Benim gözüm göreceklerini gördü Benim milletimin ocağı yanıyor Benim peygamberim beni kurtarır Benimle padişahımın arasına Beşyüzbeş kuruş Bir avuç bulgur Bir def-i hacete bile değmeyen Bir dirhem bal için Bir manastırın idaresi de iş mi? Bir Musa iki firavuna ne yapsın? Bir Efendiliği var ki Bir salkım üzüm Bir yüz karası Bizim cehaletimizi anlarlar Borcun vadesi Boynuzsuz koç Böyle Deftardar Gerekmez Bu Devlet-i Aliye öyle bir devlettirki Bu Ecel Teridir |
Bu Ne Müfsidane
Tekliftir Bulgar Pehlivanı Bunca pisliği neresinden çıkarıyor? Buyrun cenaze namazına Cami ve Kilise Can çekişme Casus her şeyi görsün Cesedi de Gregoryenlerin olsun Ciğer paresi ciğer yaresi Çal çoban çal Çapanoğlu gibi arkan var Darı Ekmek Değil bir yabancı için Değirmen Taşı Denize düşen yılana sarılır Derya üzre cami Devlet adamı iki yüzlü olmaz Dilekçesi Sırtında Din ve devlet uğrunda ölmeye geldiler Dörtyüz kese altın Doğru yoldan ayrılmamak Doğrusu bu ateş bin altına değer Doğum Dürüstlüğün bedeli Eğer biz padişah isek Ellisinide ona vurun Emniyetli bir kişisin Eşekler neyin nesi Fransızlar korkak ademdirler Gece yarısı doğurmasın Gelin Alayı Geri kalanları da say, vereyim Geri verilen yemin Git şu paşaya sor Hepbir ağızdan konuşmayın Hepsinden daha samimi Herkes yediğinden ikram eder İki haklı olursa İki arslan karşı karşıya İki Yusuf'un Hikayesi Kamil eşek Kamuoyu Kapı gıcırtısı Karınca Kaz Göndersem Yolarmısın |
Kavuk yerine
miğfer Kimin abdesti var ki Kolayı var Kuyumcudan sopa yiyen şehzade Macar Subayının Kızı Mahkemeye hazırım Masrafsız hayat Mumla ararsın Nasıl olsa gülemez Neden gülmemiş O Sahibine teslim oldu O su içerken bile besmele çekmez Okuyup yazma bilmediğin halde Okuryazar Osmanlı Donanması Osmanoğlunun Ölüsünden Böyle Kaçarsın Parlayan Kılıç Sakalını un çuvalı dibinde ağartmışsın Sen Bunu İte Yalattın Sen Yanlış Yere Gelmişsin Seni dervişliğe kabul etmem Senin Karlarını Uludağ'a Toplattım Sır Saklamasını Bilirmisiniz? Siz Henüz Kutunun Zarfını Açtınız Size Naklediyor muyum? Size de Yemin Ettirdi mi? Sultan Elimize Su Döküyor Şahitliği Kabul Edilmeyen Padişah Şehid Oldu İki Gâzi Tazıya Muska Töredir Han'ım Tövbe et çünkü ölümün yakındır Uğursuzluk Unutulmaz bir iftar çilesi Üçünüzü de Öldürsün de Bizi Kurtarsın Üstelik de kırmızı şemsiye! Valide Suyu Viyanaya Soralım Vükela Meclisinde de Böyle Oluyor Ya benim imzam onun yazısının altında ... Yemin Edeceğim Yoksa Sefir Olurdum Yunan Subayı ve Pir Emir Sultan Yunan Yerine Yunmayan Zağarlar |
Abdestsiz nöbet tutmam | ||
Sultan
İkinci Abdülhamid Han
zamanında, Sarayda gece gündüz nöbet tutan
hassa askerleri vardı. Bu nöbetçilerin geleneksel olarak
geceleyin bir
seslenişleri yankılanırdı etrafta: Padişah'ın dikkatini çeker. Bu ses, bir saat geçtiği halde değişmemiştir. Halbuki her saat başı nöbetçi değişmelidir. Bir müddet bekler ve tekrar sese dikkat kesilir. Hayret, ses önceki sestir. Nöbetçi niçin değişmemiştir? Sultan Abdülhamid Han, hemen ilgilileri çağırtır ve durumu öğrenmek istediğini söyler. Çünkü kendisine karşı düzenlenmiş müthiş bir bombalı suikasttan kıl payı kurtulmuştur. Ve bu olay daha çok yenidir. Acaba yine bir Ermeni oyunu mu tezgâhlanıyor? Biraz sonra saatinde değişmeyen
nöbetçi, Padişah'ın huzurundadır. Heyecan ve
korku ile yüzü yerde beklemektedir.
Mehmetçiğin bu inceliği
Sultan
Abdülhamid Han'ın çok hoşuna gider. Sabahleyin
hemen gusülsüz nöbet tutmayan askeri huzuruna getirtir.
Geceki davranışından
duyduğu memnuniyetini ifade eder.Padişah sorar: - Sen kaç saattir nöbettesin? - Bir buçuk saate yaklaştı, Hünkârım. - Niçin saat başında vazifeni devretmedin? - Hünkârım, benden sonraki arkadaş rica etti, onun yerine de nöbet tutuyorum. - Niçin? Neden usulü çiğniyorsun? O yiğit Mehmetçik utançla indirir mübarek başını. Ürkekliği iyice artar, söylemek istemez. Fakat Padişah'ın ısrarı üzerine şöyle konuşur: - Padişah'ım, benden sonraki nöbetçi ihtilâm olmuş. "Ben bu halde iken Halife-i Müslimîn'in korunmasında vazife alamam. N'olur, sen benim yerime de nöbet tut, sonra da ben senin yerine tutarım" dedi. Ben de kabûl ettim. |
||
Adam | ||
Ayasofya
Câmii’nin yanında kendi adına bir medresesi bulunan Câfer
Ağa, ahbaplarını evine dâvet etmek için uşağını birine
yollamış... Uşak adamın evine varmış, kapıyı sür’atle
çalarak.
-Kalk, kalk; hemen toparlan... Ağa seni istiyor!” şeklinde kaba davranışlarda bulunmuş, Adam: - Ağanın bana gönderecek bir adamı yok muydu ki, senin gibi bir eşeği yolladı? deyince, uşak cevabı yapıştırmış: - Câfer Ağa diğer adamlarını öteki “adamlara” gönderdi. Beni de “sana” yolladı! |
||
Akibet görürsün hele Ferhat | ||
Evliyaullah'a
pek yüksek bir hürmet ve bağlılık gösteren Yavuz Sultan
Selim Han'ın kendisi de
hiç şüphesiz babası gibi Allah'ın has kulu idi. o'nun,
Allah'a kurbiyetinden
dolayı keramet nev'inden pek çok davranışlar ortaya koyduğu
tarihi gerçekler
arasındadır. Şöyle ki: Yavuz, bir gün divandan içeri hiddetli bir şekilde girmişti. Elbisesini dahi değiştirtirmeden bir müddet odada dolandı ve kendisini kızdıran şeyi mırıldanıp durdu. Meğer Ferhat Paşa'nın İskender Çelebi'yi olur olmaz koruyup kayırmasından gazaplanmıştı. Çünkü aralarındaki dostluktan başka şeyler de sezinlemişti. Sonunda yüksek sesle şu sözleri sarfetti: -
Akibet görürsün hele Ferhat! Sen şimdi İskender'i
koruyup
duruyorsun, ama bu korumaktan ne fayda çıkacağını inşeallah
birbirinize karşı
asıldığınız zaman görürsünüz!.. |
||
Aklıma gelmedi | ||
-
Müslüman olduğunu niçin
söylemedin? diyince: |
||
Aldığımız fiyata | ||
27
sene süren kanlı savaşlarla alınan ve uğrunda 50.000’den fazla
şehid
verilen Girit Adasında, tam 200 sene sonra, Yunanlıların ve batılı
devletlerin
kış kırtmaları neticesinde isyanlar başladı. Hatta yerli Rumlar 2
Eylül 1866
günü adayı Yunanistan’a ilhak ettiklerini ilan ettiler. Bunun
üzerine Osmanlı
hükûmeti bu isyanı bastırmak için hemen adaya askeri
birlikler gönderdi. Bu
sırada Paris’te Milletlerarası fuar açılışı vardı ve bu
münasebetle Fransa
İmparatoru III. Napolyon, Sultan Abdülaziz’i de davet etmişti.
Abdülaziz Han,
bu daveti kabul etti ve Osmanlı tarihin de ilk defa yurt dışına resmi
gezi
yapmak üzere 21 haziran 1867 günü İstanbul’dan hareket
ederek vapurla
Fransa’nın Marsilya şehrine, oradan da trenle Paris’e gitti. Yanında
Sadrazam
Keçecizade Fuad Paşa da bulunuyordu. III. Napolyon,
Abdülaziz Han’ı büyük bir
merasimle karşıladı. Birkaç gün sonra padişahın şerefine
bir ziyafet verdi. Bu
ziyafet esnasında bir ara Fuad Paşa, III. Napolyon’a, Yunanlıların
Girit’te
alçakça hareketlerinden ve kanlı savaşlardan bahsedince
III. Napolyon: -Paşa Hazretleri, başınıza dert olan şu adaya müşteri bulup satsanız olmaz mı? diyerek nükte yapmaya kalkışınca, Fuad Paşa: -İmparator Hazretleri, bu güzel bir fikir, deyince III. Napolyon: -Öyleyse kaça satarsınız? dedi. Fuad Paşa, bu suale karşılık, İmparatorun suratına şamar gibi inen şu cevabı verdi: -Aldığımız fiyata Ekselansları...III. Napolyon beklemediği bu cevap karşısında şaşkına dönerek susmayı tercih etti. Çünkü Girit’in 27 sene süren kanlı savaşlarla Osmanlı’nın kanı pahasına alındığını biliyordu. |
||
Alın terinde bereket vardır | ||
Sultan
I. Mahmud boş
zamanlarında kuyumculuk yapar, yaptıklarını sattırır, elde ettiği
birkaç kuruş
kâr ile de ufak tefek ihtiyaçlarını temin ederdi. Bundan
da büyük bir haz
duyardı. Yine birgün kuyumculuk ederken vezirlerden biri onun
yanına yaklaştı
ve:
“Niçin böyle zahmet edersiniz?” deyince Padişah: “Bre
ne yabana söylersiz!
Milletin hazinesini, milletin ihtiyaçlarına sarfetmek gerekdir.
Saniyen, insan
olana durmadan çalışmak gerekdir. İnsanın çalışıp alın
teri dökerek kazandığı
paranın zevki başkadır. İçinde alın teri, göz nuru bulunan
kazanç helal olur.
Böyle kazancın tadı, beti ve bereketi olur” dedi.
|
||
Ali Onbaşı | ||
I.
Dünya
savaşında, Osmanlı Ordusunun savaştığı cephelerden biri olan
Galiçya’da,
Ruslarla burun burunayız. Meşhur 15 Eylül 1916 taarruzuna hazırlık
yapmakta
olan sahra bataryalarımızdan biri, eteklerini saran bodur
çalılıklar içinde
yükselen çam ağaçlarıyla dolu olan Ulu Dağın
tepesine bir gözcü göndermek
mecburiyetinde...
Gözcü,
bu tepenin arkasında mevzilenmiş olan Rus askerinin
durumunu, siperinden hücuma geçtiği takdirde uzanıp giden
sırtın üzerindeki
irili ufaklı tepelerin hangisinin arasından geçebileceğini,
dalları arasında
saklı bulunduğu bir çam ağacının tepesinden telefonla
bildirecek. Tabii,
kaderde tepenin arkasında mevzilenmiş ve her an dağın tepesinde bir
Osmanlı
hücumu için dikkat kesilmiş olan Rus askerinin kurşun
yağmuruna hedef olmak da
var. Batarya kumandanı sordu: -Bu
fedakarlığı, gönüllü olarak gösterecek? -Ben
hazırım kumandanım!.. Herkesten
önce ortaya atılan Kayserili Ali Onbaşı,
elindeki telefonu ve bir kucak kablosu ile, kumandanı ve arkadaşlarına
veda
ederek, öbür tarafı meçhul olan tepeye doğru tırmandı.
Her tarafı görebilecek
bir yere kadar tırmandıktan sonra, tepeye hakim bir çam ağacının
file kadar sık
dalları arasına yerleşerek telefonunu kurup, aşağıdaki bataryası ile
irtibatını
sağladı. Ne
var ki, Ali Onbaşı geç kalmıştı. Onun, dalları arasında
saklandığı
çamın üç yüz metre yakınına kadar tırmanmış
olan Rus bölüğü, birkaç dakika
sonra bulunduğu yeri tutacak ve Ali Onbaşıyı, hiç olmazsa
telefonunu kablosunu
görerek kıskıvrak yakalayacaklardı... Bu durumu olduğu gibi
kumandanına
bildiren Ali Onbaşı, Rus birliğinin yaklaştığını fakat yerini asla
bırakmayacağını telefonun ahizesine fısıldadı ve ilave etti: -Kumadanım,
şimdi
vereceğim mesafeye bataryanın namlusunu çevirin ve
bütün kuvvetinizle yüklenin.
Bana gelince, şu anda hayatımın en mesut dakikalarını yaşadığıma
inanıyorum.
Çünkü bu çam ağacının dalları arasında ben, iki
büyük şerefte birine namzedim;
ya şehid, yahut gazi olmak!.. Dağın
eteklerine kadar uzanan tarlaların içindeki
dikenlerin arasında saklı duran 4 bataryaya kumanda eden Yüzbaşı,
ona, gayet
sakin konuşmasını, hatta mümkünse sıyrılıp aşağı inerek
kendisini kurtarması
için daha emin bir yere gizlenmesini bildirdiyse de Ali Onbaşı: -Merak
etme
kumandanım, bu tehlike benim için asla mühim değil, dedi ve
şunları ilave etti: -Peygamber
Efendimiz şehidliği o kadar yüksek bir makam olarak ilan etmiş ki,
bizzat
kendileri bile vefat ettikten sonra yeniden dirilerek tekrar şehid
olmayı arzu
ettikleri ni beyan buyurmuşlardır. Ali
Onbaşının, Yüzbaşının gözlerini yaşartan
bu cümleleri burada kesildi. Ne kadar uğraşıldıysa da, tek kelime
ses
alınamadı. Bir müddet hayat işareti bile görülemedi.
Neden sonra Batarya
kumandanının telefonu arı vızıltısına benzeyen işaretini verdi: -Alo!
Kumandanım
siz misiniz? -Benim
Ali Onbaşı, ne oldu öyle birden susuverdin? -Kumandanım,
ben
sizinle konuşurken, dalları arasına saklandığım çamın dibine Rus
askeri
geldi. -Sonra? -Burada
birer sigara sardılar. Ne konuştuklarını anlayamadım,
fakat sizin durumunuzu çalıların arasından iyice tetkik
ettikleri muhakkak. Ben
de Alay Müftüsü dedemin yaptığı gibi Fetih suresini
okumaya başladım. Tam sure
biterken onlar da kalkıp, 200 metre sağımda mevzilenmiş olan Rus
birliğine
doğru gittiler. Zannederim, en çok yarım saat içinde
taarruza geçecekler...İşte
kumandanım! Rus bölüğü mevzilerinden çıktı bile,
kapalı ormanda ilerliyor.
Şimdi mesafe veriyorum, dikkat edin.. Ali
Onbaşı, müthiş bir soğukkanlılık
içinde, batarya toplarına mesafe tahminini bildirdikten sonra,
ortalığın
sessizliğini Türk bataryalarından bir topun
gürültüsü ansızın yırtıverdi. İlk
mermi, orman içinde sessizce ilerleyen Rus
bölüğünün önüne düşmüştü.
Rus
kumandanı bunu bir tesadüf sandı. Çünkü, bir
Müslümanın, hayatı pahası na da
olsa, hemen yanlarındaki bir ağaçta bulunabileceğini aklına bile
getirmemişti. Ali
Onbaşı tekrar mesafe verdi: -Kumandanım
elli metre daha uzatın! İkinci
gümbürtünün dağlara doğru yayılan aksi sadası
henüz bitmemişti ki, Ali
Onbaşının sesi tekrar duyuldu: -Kumandanım
tam isabet, bütün batarya aynı
hedefe!..O gün ikindiden sonra başlayan 15 Eylül taarruzu,
ortalığı karanlık
kaplayıncaya kadar devam etti. Ne var ki bir ara: -Kumandanım,
benim çamı
kollayın! Dediği duyulan Ali Onbaşıdan ses seda kesildi. En tehlikeli
anlarda
bile namazını bırakmayan, Alay Müftüsünün torunu
Ali Onbaşının akıbetinden
endişe eden kumandanı, onun için sabaha kadar gözyaşı
döktü. Henüz şafak
sökerken, bataryası ile birlikte allak bullak ettiği dağın
eteklerine doğru
tırmanarak onu aramaya başladı. Fakat az ileride onu görünce
büyük bir sevince
kapıldı. Kumandanı, Ali Onbaşıyı ne vaziyette buldu dersiniz? Bir
şarapnel
parçası darbesiyle elinden fırlayan telefon kutusunu kaybedince,
sabaha kadar
çam ağacının dalları arasında sabırla bekleyen Ali Onbaşı,
gözünün önü
aydınlanır aydınlanmaz, güllenin açtığı çukurların
birinden fışkıran sulardan
abdest alarak namaza durmuştu. O, bizim hissedemeyeceğimiz derin bir
manevi haz
ve huşû içinde sabah namazını eda ediyordu.
|
||
Allah ne derse öyle olur | ||
Çanakkale
harbinin devam ettiği günlerde bir Ramazan arefesiydi. Cephe
kumandanı Vehip
Paşa 9. Tümenin genç imamını çağırarak mahzun bir
şekilde istemeye istemeye
şöyle dedi: - Hafız!
Yarın Ramazan
Bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı
kılmak istiyor. Ne dediysem, vazgeçiremedim. Ancak böyle
bir şey pek tehlikeli,
yani düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imha fırsatı olur.
Münasip bir
dille bunu etrafa sen anlatıver!... İmam
Efendi, Paşanın
yanında henüz
ayrılmıştı ki karşısında nur yüzlü bir zat çıktı ve: - Oğlum
sakın ola
askerlere bir şey söyleme, gün ola hayr ola. Allah ne derse
öyle olur,
dedi. Ertesi
sabah herkesi
hayrette bırakan ilahi bir tecelli yaşandı.
Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allah'a
kulluk aşkıyla dopdolu olan
mü'min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle
gözleyen düşman kuvvetleri
artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabah
bambaşka ve
manevi bir heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan
gür tekbirler dalga
dalga semaya yükseliyordu. Nur yüzlü ihtiyar zat Fetih
Suresi'nden bir kısım
ayetleri tilavet ederken askerlerin gönüllerinden taşan
kelime-i tevhid sesleri
birer iman sayihası halinde düşman saflarından bile duyulmakta
idi. İşte bu
esnada İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa baş
gösterdi. Zira çeşitli
İngiliz sömürgelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş
bulunan bir kısım
Müslüman askerler yine kendileri gibi Müslüman bir
toplulukla savaştıklarını,
işittikleri tekbir ve tevhid seslerinden anlamış ve bunun üzerine
isyan etmişlerdi.
Ne yapacağını şaşıran zalim İngilizler, onların bir kısmını kurşuna
dizdi.
Diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldılar. |
||
Ancak İstanbul Kadısı Olursun | ||
Çivizâde,
1545 senesinde Rumeli kadıaskeri olunca, Şâh Muhammed
Çelebi'nin Sirâciyye
Medresesine tâyin edilmesi için pâdişâha arz
edip, onun iyiliğinden
bahsederken; -Bu
hakîrin
mülâzimi olmasından başka hiçbir aybı yoktur, dedi. Bunun
üzerine
pâdişâh, Çivizâde’ye iltifât edip; -Efendi!
Yalnız sizin
talebeniz olması ona şeref olarak yeter, dedi. Çivizâde
bunun üzerine; -Saâdetli
pâdişâhım, iki mülâzimim vardır. Biri Şâh
Muhammed Çelebi, diğeri de
Kınalızâde Ali Çelebi’dir. İki gözüm gibidirler.
İkisinin birbirinden farkı
yoktur, dedi. Kânûnî
Sultan Süleymân, Nahcivân seferine çıkacağı
zaman,
Mihrimah Sultan Medresesi ne Bağdâdîzâde Hasan
Çelebi’nin müderris tâyin
olunacağı arz edilince, kabûl etmeyip; -Bu
medrese, Şâh
Muhammed Çelebi’nin
yeridir. Başkasına verilirse kapatır veya dergâh hâline
getiririz, dedi ve Şâh
Muhammed Çelebi’ye iltifât etti. Şâh
Muhammed
Çelebi, bu medresede ilim öğretip
Kur’ân-ı kerîmin hakîkatlerini anlatmaya
çalıştı. Nakledilir
ki:
Bâzı
dostlarına; -İnşâallah
İstanbul kadılığına kadar ulaşacağım, derdi. -Nereden
biliyorsun? diye sorduklarında; -Yirmi
beş akçe
ile Sirâciyye Medresesinde
vazifeli iken, kadıaskerliğe mürâcaat etmiştim. O gece
rüyâmda, hocam
Çivizâde'yi gördüm. Dedi ki: -Düşündüğünden
vazgeç. Ancak İstanbul kadısı olursun. -
Merhumun sözünde hilâf ve vâdinde durmaması
olmazdı, dedi. |
||
Ancak ondan anlar | ||
II.
Abdülhamit zamanında
Enderun'da Tıfli lakabı ile meşhur bir zat vardı. Bir
gece körkütük
sarhoş olmuş ve
Karacaahmet mezarlığına giderek, ölen arkadaşının başında nara
atmış ve kahkalarla gülmeye başlamıştı. Ancak
bölgenin
güvenliğinden
sorumlu subaşı kendisini yakalayıp karakola götürür. Komiser Tıfli'yi şöyle bir süzdükten sonra sordu: -Gece yarısı mezarlıkta ne işin vardı? -Arkadaşıma üç ihlas, bir fatiha okuyordum, komiserim, dedi. Bu duruma öfkelenen komiser: -Ulan,
nara atarak ve kahkahayla fatiha okunduğu nerde
görülmüştür? deyince Tıfli şu cevabı verdi: |
||
Aptalların Dalkavukluğu | ||
Bir adam,
Venedikli meşhur ressam Bellini'nin de bulunduğu bir mecliste Fatih
Sultan Mehmed Han'ı bir takım uzun sözlerle ve parlak teşbihlerle
methetmeye başladı. Padişah bir sadaka vererek susturdu ve savdı.
Ressam Bellini, hemen bütün hükümdarların
istedikleri bu medihten neden hoşlanmadığını sorunca Fatih şu cevabı
verdi:
- Akılsız kimselerin yaptıkları medihler akıllı adamlar için asla hoş değildir. |
||
Artık göç vakti geldi | ||
Emîr
Sultan
çok gayret göstermesine rağmen, Tîmûr-Yıldırım
çarpışmasının önüne geçemedi.
İki Müslüman-Türk ordusunun birbirleri ile savaşmasını
istemeyen Emîr Sultan,
sonucun ne olacağını da çok iyi biliyordu. Ankara Savaşının
başlamasına çok az
bir zaman varken, hanımı Hundî Hâtun; -Niçin
babamı yalnız bırakıyorsunuz
yâ Emîr?" diye sordu. Emîr
Sultan; -Telâşın
boşunadır yâ Hundî! Bu
savaş bizim aleyhimizedir. Bunu muhteşem pederinize daha önce
arzettim,
deyince, hanımı; -Ne
olursa olsun. Şu anda babamın yanında olmanızı arzu
ediyorum, dedi. Hanımının
isteği üzerine Allahü teâlânın izniyle bir anda
cepheye vardı. Orada Sultan Bâyezîd Han ile
görüşmesine rağmen, kararından
dönmeye niyetli olmayan Pâdişâhı, savaştan
vazgeçiremedi. Emîr Sultan'ın îkâz
ettiği şekilde, savaş Yıldırım Bâyezîd'in aleyhine
sonuçlandı. Ankara
Savaşından sonra Tîmûr Hanın ordusu Bursa önlerine
gelip konakladı. Ordu uzun
süre burada kaldığı için, Bursa'da yiyecek tükendi ve
halk sıkıntı içine düştü.
Bunun üzerine halk Emîr Sultan'a gidip yardım istedi.
Emîr Sultan onlardan
birisine; -Tîmûr'un
ordusuna git, orada kumral sakallı, kırmızı yüzlü,
kimsenin yüzüne bakmayan, bizi yürekten sevenlerden bir
eskici var. Ona selâm
söyle ve bir aydan beri müslümanlar yiyeceksiz kaldı.
Göçmezler mi acabâ?
de! buyurdu. Bu
emri alan kişi, Tîmûr'un ordusun daki eskiciyi buldu ve
Emîr Sultan'ın sözlerini nakletti. Eskici
Baba; |
||
Asil ruh | ||
1854
senesi
kış aylarında Silistre kalesini muhasara eden Ruslar, bir avuç
Osmanlı askeri
karşısında zor durumlara düşmüşlerdi. Ağır kış şartlarında
erzakları tükenmiş,
çoğu açlık ve soğuktan kırılıyordu.
Zabitlerine: -Açız!...
ekmek, ekmek... diye
bağırdıklarında, zabitler: -İşte
kale... zaptedin, orada karnınızı doyurun...
diye cevap veriyorlardı. Nihayet
aç kalan Rus askerleri Osmanlı siperlerine
yanaşarak: -Ekmek...
diye cılız ve sararmış ellerini uzatıyorlardı. Osmanlı
askeri de asil ruhlarını isbat etmek için süngülerinin
ucuna ekmek takıp Rus
siperlerine uzatıyorlar ve kanlarına susamış olan Rusların aç
karınlarını
doyuruyorlardı. Bu iyiliklerine Rusların verdiği cevap ise şu oldu:
şehri
zaptedemiyeceklerini anlayınca yağlı paçavraları ateşe verip,
şehre fırlatarak
yangınlar çıkardılar. Bu yangınlar bir felaket halini aldı. Tam
bu sırada gelen
bir derviş: -Ey
Müslümanlar korkmayın!... Moskof Kadir gecesi kaçacak,
Müslümanlar muzaffer olacaktır, diyerek askerin maneviyatını
arttırdı. Hakikaten
ertesi gün Kadir gecesiydi ve Ruslar bütün ağırlıklarını
alarak, Silistre
muhasarasını bir müddet için bırakıp, mağlup bir vaziyette
gittiler. Silistre
müdafileri de kale burçlarından ezanlar okuyarak zafer
şenlikleri yaptılar.
|
||
Aşçılıktan yetişen vezir | ||
Fatih
Sultan Mehmed Han birgün veziri Mahmut Paşa ile tebdili
kıyafet geziyordu. Pazar yerinde bir yeniçeri aşçısının
her tarafa azar
savurduğunu işitti ve sebebini merak ederek Mahmut Paşayı, bunun
sebebini
anlaması için aşçının yanına gönderdi. Mahmut Paşa
adama yaklaşarak herkesi
azarlamasının sebebini sordu. Adam
anlatmaya başladı: -Sabahtan
akşama kadar
gezdim, dolaştım, bir okka et bulamadım ve yemek pişiremedim. Nasıl
geri
döneceğimi düşünerek hırsımdan, hiddetimden uluorta azar
ediyorum. Ne yazık ki
memleket işerine bakan yok. Muhtesip kendi safasında. Bu yüzden
her ne ararsan
bulunmuyor. Bu işi bana verselerdi dünyayı gıda maddeleriyle
doldururdum.
Herkes de ne aradığını bulurdu. Fakat elden ne gelir? Mahmut
Paşa durumu
padişaha anlattı. Fatih de bu adamın adını kaydetti ve saraya
dönünce onu
görmek istediğini söyledi. Hemen yeniçeri
aşçısını getirdiler ve huzura
soktular. Padişah da onu muhtesipliğe (Belediye Başkanlığına) tayin
ettiğini
söyledi. Adam hemen elini kolunu sıvayıp çalışmaya başladı.
İşi çok iyi idare
etti ve İstanbul’u kısa bir zaman içinde bolluğa kavuşturdu.
Onun
bu
muvaffakiyeti, doğru, dürüst bir adam olması
yüzündendi. Bunun neticesi olarak
süratle ilerledi ve günün birinde vezir oldu. Sonunda
Fatih onu Sadrazamlığa
tayin etti. |
||
Ateşten Bir Yer Talebi | ||
Uzun
müddet
açıkta kalan bir kadı, Emir Buhari Hazretlerine müracaat
ederek bir makama
tayini için kazasker efendiye bir tavsiyename yazmasını rica
eder.
Hazret-i Emir: "Peki!" deyip
derhal şu
mealde bir tezkire
yazar: |
||
Atla ne konuştu? | ||
Asıl
adı Mustafa olan İncili
Çavuş,
Nasrettin Hoca'dan sonra
en büyük Türk fıkra kahramanlarından biridir.
İncili Çavuş unvanını, Padişah IV. Murat'ın başlığına takdırdığı inciden almıştır. Şakacılığı ve hazır cevaplığıyla tanınmış olan İncili Çavuş, İran'a elçi olarak gönderilmişti Hediyelerle ve bir heyetle birlikte İran Şahı'nı ziyaret edip gerekli görüşmelerde bulunarak İran'daki programı tamamlamıştı. Artık İstanbul'a dönülecekti. İran Şahı, Türk elçilik heyetine görkemli bir uğurlama töreni hazırlatmış, ileri gelenleri ve halkı toplatmıştı. İncili Çavuş’a bir at hediye etmiş ve: "Bu küheylan benim sana hediyemdir. Yolculuk esnasında binersin.” demişti. Ama bu hu öyle bir attı ki; uyuz mu uyuz, cılız mı cılız, zayıf mı zayıf. Üf desen yıkılacak. Ayakta zor duracak kadar yaşlı. İncili
Çavuş adeta kendisiyle alay
edilircesine böyle bir at hediye edilmesi karşısında bozulmuş, ama
bozuntuya vermeden
ağzını atın kulaklarına götürerek bir şeyler söylemiş.
Sonra da kulaklarını
atın ağzına götürerek bir süre dinlemiş ve basmış
kahkahayı.
Başta
Şah olmak üzere
vezirler ve halk,
şaşkın şaşkın bu
manzarayı izledikten sonra Şah sormuş: -Atla
ne konuştun?
Sen ata ne dedin? At sana
nesöyledi ki,
böyle kahkahayla gülersin?
İncili
Çavuş şöyle
demiş: Şah: -Eee! At ne dedi? deyince, İncili Çavuş: -Valla, at bana şöyle dedi: Nuh da ne ki be gardaş Sırrımı kimseye etme faş Ben Hz. Adem'e taş taşımışam, taş." |
||
Avustralya'nın
İlk Resmi Savaşı |
||
Avusturalya
ilk resmi,
savaşını, İKİ TÜRK ile yapmıştır.. Yıl 1912, İngilizler Hindistan’ı işgal eder… Osmanlı 350 adet Levent ile Hindistan’a yardıma gider. Buradaki savaşlarda 40 kadar TÜRK esir düşer. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar. Esas hikaye bundan
sonra başlar… Gemiden Kaçan İki
leventden mesleği dondurmacılık
olan Abdullah ve mesleği kasaplık olan Mehmet Avustralya’da kendilerine
yeni
bir hayat Kurarlar. İşleri ve kazançları iyidir ama onların kulağı
sürekli Anadolu’da
ve memleketlerindedir… İşte Tam Bu sırada (1915) Avusturalya Hükümeti, İngilizlerle birlikte Çanakkale’ye asker çıkarmaya karar verir. Bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşarak, durum değerlendirmesi yaparlar. Biz Türk askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler. Alırlar kağıdı,
kalemi ve yazarlar: Sayın
Avustralya Yetkilileri….
(İngilizlerin sömürgesi olduğu için Dönemin Sömürge VALİSİ) Biz iki TÜRK askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki TÜRK askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız. Bu bir “Osmanlı Savaş Fermanı “ dır. Avusturalya’ya duyurulur. Avusturalyalı yetkililer Bu mektubu alırlar, okurlar ama ciddiye almazlar…… Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney’ in 250 km uzağında (Whıte Rock) Karlıdağlar denilen bölgede siper alırlar. Dondurmacı Abdullah’ın beyaz gömleği vardır, Kasap Mehmet’inde kırmızı önlüğü GÖMLEK VE ÖNLÜGÜ SÖKEREK 3 HİLALLİ BAYRAGI DİKERLER bu bayrak ile DÜŞMANA SAVAŞ AÇARLAR…Avusturalyalı Yetkililer, Tren ile asker toplayıp limanlara sevk etmektedir. Limanlara gelen Asker ve Mühimmat Gemilerle ÇANAKKALEYE sevk edilmektedir. İki Türk asleri önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar. Ne olduğunu bir türlü çözemeyen Avustralyalılar, sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye TREN ile 250 kadar asker gönderirler. İKİ TÜRK kendilerine savaş açmıştır… Bu savaş Avusturalyanın İlk resmi savaşıdır… Çaresiz Kalan Avusturalya devleti İlk resmi savasına girer, Karşı tarafta İKİ TÜRK……. Tren ile gelen 250 kadar Avustralya askerini Pusuya düşüren İki BABAYİGİT… Trene saldırır…. Ve iki Osmanlı askeri 60 kadar Avusturalya askerini öldürür… Çok şiddetli çatışmalar sonucunda, İKİ ANADOLU ASLANI bu karlı dağlarda şehit düşer…. İki askerin şu an mezarı Sidney’e 250 km uzakta (Whıte Rock) Karlıdağlar’da ve mezarlarında. NUR İÇİNDE YATSINLAR… Bu iki yigitin hakkını Teslim eden Avusturalya o bölgeye Türk Kayalıkları ismini vermiştir. |
||
Ayrılık Çeşmesi | ||
Devletin
içine
düştüğü
müthiş para buhranına çare aranır ve saraydaki altın
eşyanın paraya çevrilmesi düşünülürken
Abdülaziz’e bunu Fuat Paşa söylemiş ve Abdülaziz’in: - Demek ki saraylıların su içtikleri altın
tasları fazla görüyorsunuz? Demesi üzerine Paşa şu
cevabı vermek cesaretini göstermiştir: |
||
Bana bir tüfek verin | ||
Mâlum
Sultan Abdülhamid Han, hal'inden sonra Selânik'teki Alatini
köşküne hapsedildi. Bir gün Alatini Köşkü
muhafız kumandanı kolağası Rasim Celaleddîn Bey, sultan
Abdülhamid Han'la konuşmak için izin isteyerek
huzûruna gelip:
-Zât-ı hümâyûnunuzu rahatsız ettim. beni mâzur görünüz dört düvelle harp hâlinde olduğumuzu söylemem gerekiyor, deyince Sultan hayretle: -Dört
düvelle mi?.. Kim bunlar Rasim Bey? Hemen Allah ordu-yı
hümayuna nusret, kuvvet versin, inşaallah zafer bizimdir? diye
sordu. Rasim Bey başını yere eğmiş, ağlayacak gibi konuşuyordu: *Yunanistan,
Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan'la hâkanım ve maalesef yenilmek
üzereyiz. Sultan: -Dört düvel birleşir de haberimiz olmaz mı Rasim Bey? Bu nasıl bir gaflettir! Bu devletler birleşemezler ki!.. Aralarında kilise kavgası var... Yıllar yılı süren Makedonya boğuşmasını hatırlamıyor musunuz?..' diye sordu. Rasim Bey: -Kiliseler kanunu çıkararak Meclis-i meb'ûsan ve ayan bu ihtilafı hal etti. Başımıza bu işlerin açılacağım kim bilebilirdi ki? Selanik bugün yarın düşmek üzere... Sizi Istanbul'a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emlr aldım' dedi. Buna çok üzülen Sultan Abdülhamid Han büyük bir öfke ile: -Rasim Bey! Rasim Bey!..
Selanik demek,
İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede? Nasıl
bırakılıp da gidilir?.. Bırakıp gidersek tarih ve ecdad bizim
yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim hazretleri
buranın tahliyesine razı mı oldu?.. Hayır, ben razı değilim! Yetmiş
yaşımda olduğuma bakmayın... Bana bir tüfek verin, asker
evlatlarımla beraber Selanik'i ben son nefesime kadar müdafaa
edeceğim! dedi.
Fakat Sultan Reşad'ın selamı ve
ricası iletilince, bir Osmanlı hanedanı
mensubu olarak Padişah'ın iradesine boyun eğmek durumunda olan sultan
Abdülhamid Han, İstanbul'a nakledilmeyi kabul etti.
|
||
Bana burada iş yok | ||
Osmanlıların
yirmi ikinci
padişahı olan
Sultan II. Mustafa
1695-1703 yılları arasında hüküm sürmüştür. Bu
devirde İran Şahı bir nezaket
eseri olarak Osmanlı sarayına, iyi yetişmiş ve mesleğinde uzman olan
bir doktor
göndermişti. Osmanlı sarayına gelen hekim, sarayın sosyal yaşamını
soruyor.
Deniyor ki: -Burada acıkmadan sofraya oturulmaz ve tam doymadan sofradan kalkılır. Bunu öğrenen hekim: -Öyle ise bana burada iş yok, boşuna gelmişim." diyerek memleketine dönüyor. |
||
Ben
bir
kasabayı alana kadar |
||
Kanunı Sultan
Süleyman Han, bir
gün bir şehirde gezerken tanınmış bir şairi son derece
pejmürde bir kılık ile
görmüş. Her şair gibi bu şairin de sevgilisine
şiirlerinde bol keseden
beldeler ve şehirler bağışlamış olduğunu hatırlayan Padişah şaire
şöyle der:
-Eeee,
Şair efendi,
sevgilinin bir benine Semerkand ile Buhara'yı verecek kadar hovardalık
edenin
sonu işte budur. Ben bir kasabayı alıncaya kadar dünyanın
zorluğunu çekiyorum.
Sen her mısranda beşini-onunu birden harcıyorsun.
|
||
Ben nasıl biri iki eyledimse | ||
Sultan
Abdüllmecid zamanında 1853-1856 Kırım harbi sırasında Serdar-ı
Ekrem Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu Tuna boylarına sevk
edilmişti. Bu orduda buluna
Koca Halil ismindeki bir topçu neferi, Rus tabyalarını
döğmüş ve onları geri çekilmeye mecbur etmişti. Fakat
düşman ateşi esnasında bir şarapnel parçası karnına isabet
etti ve bağırsakları dışarı fırladı. Bir eliyle bağırsaklarını karnına
tepmeye çalışırken bir eliyle de koynunda asılı bir tüfek
mermisini çıkararak siper arkadaşı ve hemşehrisi Mehmed’e
vererek:
-Hemşerim, gördüğün bu kurşun, geçen Moskof harbinde babamı şehid etmiş. Ben o zamanları çocuktum. Babam bu kurşunu bana yadigar olarak göndermiş. Şimdi sen bu kurşunu ve benim kanımla boyanan şu gülle parçasını al ve sağ salim köye dönebilirsen, bunları oğluma ver ve de ki; -Baban dedi ki, Allah yolunda, vatan uğrunda ben basıl biri iki ettiysem, o da ikiyi üç etsin. -Artık gücü tükenen Koca Halil yere yıkıldı ve Kelime-i Şehadeti söyleyerek şehid oldu. |
||
Ben siftah ettim | ||
Fatih
Sultan Mehmed Han bir gün yiyecek maddelerinin kalitesini ve narh
durumunu
kontrol etmek gayesiyle kıyafet değiştirip çarşıya çıktı.
Bir dükkana girip
selam verdikten sonra; -Yarım
batman yağ, yarım batman peynir ve yarım batman bal
veresiz! dedi. Dükkan
sahibi yarım batman yağı tartıp parasını hesap ettikten
sonra; -Ağam,
sair isteklerinizi de karşı komşudan alasız. Zira onun malı hem
daha yeğdir, hem de siftah etmedi, dedi. Padişah
ikinci dükkana varıp oradan da
yarım batman peynir alınca, bu dükkan sahibi de; -Allah’a
şükürler olsun
siftahımı ettim. Hem de çocuklarımın nafakasını çıkardım.
Bundan sonrası
kârdır. Diğer isteklerinizi de komşumdan alasız. O daha siftah
etmedi, deyince
Fatih Sultan Mehmed Han; -Bu
milletteki ahlâkî istikamet yok mu, ona dünyaları
fethettirir. Milletin ahlâk-ı sâfiyetine halel getirenleri
Allah kahretsin,
dedi. |
||
Bendeniz
biperva
geçerim |
||
Sultan
Abdülaziz Han birgün, zaman zaman Sadrazamlığını yapmış olan
Fuad Paşa’ya, o zamanın devlet adamlarından Âlî Paşa ile
Rüşdü Paşa’nın kendisinden ne farkları olduğunu sorduğunda: |
||
Benim
dahi muradım odur |
||
Yavuz,
devlet
işlerinde hata edenleri hiç affetmezdi ve bu sebeple de bir
çok vezirinin boynunu vurdurmuştu. “Dilerim Allah’dan Yavuz’a
vezir olasın” sözü de bu devirde beddua idi. Buna rağmen
kadirşinas bir kişiydi. Fikrini açık söyleyenlerin
görüşü, kendi görüşüne aykırı olsa da,
kızıp söylenerek dinler ve hak sözü kabul ederdi.
Kendisinin şiddet ve gazabından korkan, her an ölüm tehlikesi geçiren Pîrî Paşa bir gün: -Padişahım, eninde sonunda bir bahane ile beni de idam ettireceksin. Heman, bir gün evvel halas etsen daha iyi olmaz mı? sözleriye korkusunu beirtince, bu sözlere bir hayli gülen Yavuz: -Benim dahi muradım odur, lakin senin yerini tutacak bir adam bulamadım. Yoksa seni muradına kavuşturmak gayet kolaydır, cevabını verdi. |
||
Benim
Düğünüm Gibi Bir Düğün |
||
Padişah
Kanuni Sultan Süleyman'ın kızkardeşi Hatice Sultan ile
Sadrazam İbrahim
Paşa'nın parlak düğünlerinden altı sene sonra
şehzadelere sünnet düğünü yapılmıştı.
Padişah, sadrazama hangi düğünün daha parlak
olduğunu sorunca Sadrazam şöyle
cevap vermişti:
-Sultanım, benim düğünüm gibi bir düğün şimdiye kadar yapılmamıştır ve yapılmayacaktır. Padişah: -Bu
nasıl olur, diye sadrazama sormuş. Sadrazam da: |
||
Benim gözüm
göreceklerini gördü |
||
18 Mart
1915 günü. İngiliz donanması en büyük savaş
gemileriyle Çanakkale boğazını geçmek için
zorluyor, yoğun topçu ateşi ile boğazın iki tarafındaki Osmanlı
tabyalarını hallaç pamuğu gibi atıyordu. O gün Boğaz
tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara
uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu. Sabahtan beri muharebenin en
şiddetli anlarında dahi iki sahil arasında gidip gelmekten
çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa,
tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman yine motora atlayıp
Çimenlik İskelesi’nden karşı sahile hareket etti. Cephaneliği
berhava olan tabyanın durumu hazindi. İstihkam yıkıntıları arasında
dolaşmakta olduğu sırada bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin
hali dikkatini çekti ve yanına gidip:
-Ne var evlat ?diye sordu. Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. Çünkü sesi tanımıştı. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu. - Gözlerine bir şey mi oldu oğlum? O zaman nefer tok sesiyle: - Üzülmeyin efendim, benim gözlerim göreceğini gördü,diye cevap verdi. Evet, düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve “Ocean” destroyeri hareket edemez hale getirilmişti. Fakat düşman mermilerinden birinin isabetiyle bu kahraman asker gözlerini kaybetmişti. Cevat Paşa sessiz
sessiz ağlıyordu. |
||
Benim
milletimin ocağı yanıyor |
||
Bir Ramazan gecesi herkes
uykuda iken
Yıldız Sarayı yanmaya başladı. O tarihlerde İstanbul’u işgal etmiş
bulunan İngiliz donanması itfaiyesi sevk edilerek yangın
söndürülmeye çalışlıyordu. Devlet ileri
gelenlerinden ve belediye zabıta ve itfaiyesinden hiç kimse
gelememişti. Çünkü saray tamamen İngiliz ablukası
altındaydı. Sadece Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa buraya ulaşmayı
başardı. Padişahın Cihannüma köşkünde olduğunu
öğrendi ve hemen oraya koştu. Zat-ı Şahane, sırtında gecelik
entarisi ve üzerinde pardesüsü olduğu halde
köşkün önünde ayakta duruyordu. Telaşlı değildi.
Köşkün bekçibaşısı hüngür hüngür
ağlıyordu.
Hünkar: -Benim milletimin ocağı yanıyor, ben onu düşünüyorum... kendi evim yanmış, ne ehemmiyeti var, dedi. |
||
Benim
peygamberim beni
kurtarır |
||
Oruç
Reis
esir edilmişti. Bir süre zindanda kaldıktan sonra
çıkartılarak bir gemide küreğe çakıldı. Papazlar ve
Şövalyeler, İtalyanca, Rumca ve İspanyolca bilen ve sözü
sohbeti yerinde plan Oruç Reis ile konuşmaktan zevk alırlardı.
Şövalyeler ona karşı hürmet duyuyorlardı. Sohbet sırasında
ona:
-Ey Osmanlı! Sen
güzel sözlü bir kişisin. Bizim lisanımızı da fevkalade
konuşuyorsun. Müslümanlıkta ne buldun? Gel bizim dinimize
geç! Adı sanı belli bir adam olursun. Büyük bir
şövalye kaptan yaparız seni,dediler. Oruç Reis: -Kâfirlerin iyiliği bu mudur? Dinimden dönüp hükümdar olmaktansa müslüman esir kalmayı tercih ederim. Şu duvarlardaki resimleri elinizle dizersiniz ve onlara taparsınız. Şimdi onları ateşe atsalar veya çölde bir kuyuya bıraksalar, veyahut balta ile pare pare eyleseler, kendilerini kurtarıp halas etmeye kadir değildirler, dedi. Şövalyeler: -Görelim senin Peygamberin neyler, işte halin malum, dediler. -Benim Peygamberim iki cihan fahridir. Bütün evliya ve enbiya ondan şefaat umar. Hepsine şefaati o eder. Hak teâlâ’nın avni ve inayeti ile gelip beni buradan kurtaracaktır, dedi. Şövalyeler gülerek: -Hele sen küreği çekmeğe devam et. Bu hava ile gönlünü hoş tut. Peygamberin seni kürek mahkumiyetinden kurtarsın, dediler. Aradan zaman geçti. Bir gün kürek çektiği gemi şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Dalgaların arasında ceviz kabuğu gibi sürükleniyordu. Bu hengamede Oruç Reis’in zincirleri de koptu ve kendisini denize bıraktı. Dalgalarla bir müddet boğuştuktan sonra sahile ulaştı. Daha sonra arkadaşları ile buluştu ve yeniden denizlere açıldı. Bir muharebe sırasında, kendisini esir etmiş olan Şövalyelerden birkaçı, şans eseri Oruç Reis’e esir düştüler. Onları görünce yanına getirtti ve şunları söyledi: -Ben sizlere demedim mi, benim Peygamberim gelir beni kurtarır diye! İşte geldi, kurtardı. Varın reisinize söyleyin, ben gene ona varayım, ne kadar demiri varsa vursun, Peygamberimiz bize, Allah’ın izniyle yine yardım eder. |
||
Benimle
Padişahımın Arasına Kimse
Giremez |
||
Sultan
Dördüncü Murat
Han'ın
sadrazamlarından Kemankeş Kara Mustafa Paşa, yazılarını padişaha
doğrudan
yazarmış ve hiç kimseye itimat etmezmiş. Padişahın musahibi
Silahtar Mustafa
Paşa, sadrazamın kendisini adam yerine koymayarak yazılarını
kendisine göndermediğinden
şikayet etmiş ve bunun üzerine padişah sadrazama, yazılarını
musahibe de
yazmasını emretmiş. Sadrazam bu emre şu cevabı vermiş:
"Padişahım, önce bu
kuluna
bildir; Silahtar kulunun senin saltanatında ortaklığı var mıdır, yok
mudur?
Eğer varsa emir padişahımın, her emri ona da yazmak lazım gelir. Yok
ise
padişahım yalnız sizi padişah bilirim, ancak size yazarım.
Böyle olunca
benimle padişahımın arasına kimse giremez."
Bunun
üzerine padişah emrini geri
almış. |
||
Beşyüzbeş Kuruş | ||
Çengeloğlu
Tahir Paşa,
cesur vatan evlatlarındandı.
Gençliğinde korsanlık etmiş, sonra donanmaya katılmıştı.
Mesleğinde süratle ilerleyen Tahir Paşa, bir süre
sonra Kaptan Paşa oldu. Akdeniz’deki adalardan bir kısmının
idaresi ona verildi. Paşa, adaların birindeki bir konsolostan memnun
değildi. Onu uzaklaştırmak için nazikane telkinlerde bulundu.
Adam oralı olmayınca, hiddetlendi, bir gün konsolosa:
- Beni, beşyüzbeş kuruştan çıkaracaksın, dedi. beşyüz kuruşa bir köle alıp seni öldürtecek, beş kuruşluk iple de herifi astıracağım. Ertesi gün konsolos adayı terk etti. |
||
Bir avuç bulgur | ||
Osmanlı
Sultânı Dördüncü Murâd Han, Bağdât
seferine giderken
Misâlî Baba'nın bulunduğu köyün yakınında bir
yerde ordusunu istirâhate
çekmişti. Bu sırada çevreyi dolaşan Sultan, onun
köyüne uğradı. Köyün alt
tarafında küçük bir kulübe gördü.
Yaklaşıp kapısını çaldı. Kulübenin kapısı
açılıp, Sultanı, nûr yüzlü bir zât
karşılayıp, tebessüm ederek içeri aldı. Onun
velîlerden olduğunu fark eden Sultan, hürmetle
huzûrunda oturup, bir müddet
sohbetini dinledi ve duâsını aldı. Ayrılıp giderken Sultana
birkaç avuç bulgur
ve bir torba da saman verdi. Sultan bunları alıp ordusuna
döndü. O gün yemek zamânı kendisine Misâlî Baba tarafından hediye edilen birkaç avuç bulgurun pilav yapılmasını istedi. O gün yemek zamânı kendisine Misâlî Baba tarafından hediye edilen birkaç avuç bulgurun pilav yapılmasını istedi. Sultanın emri üzerine bulgur, pilav yapıldı. Bu bulgur pişirilirken gitgide artıp çoğaldı ve kazanlar dolusu pilav oldu. Bütün ordu bu pilavdan yiyip doyduğu halde yine de arttı. Samanı da atlara vermişlerdi. Saman da artıp atları doyurdu. Sultan, Misâlî Baba'nın bu kerâmeti üzerine tekrar huzûruna gitti. Ona bâzı hediyeler verdi. Misâlî Baba, Sultanın hediyesine karşılık, elini koynuna sokup, daha yeni açılmış tâze bir gül çıkardı ve Sultana verdi. Sultan gül mevsimi olmadığı halde kışın böyle bir gül vermesinin de başka bir kerâmeti olduğunu görerek, bir müddet daha sohbetinde kaldı. Sonra duâsını alıp elini öptü vedâlaşıp ayrıldı. Bağdât seferine giden Dördüncü Murâd Han, Misâlî Baba'nın ve yol boyunca ziyâret ettiği velî zâtların duâsı bereketiyle târihte benzeri az görülen bir zafer kazandı. |
||
Bir
def-i hacete bile değmeyen saltanat |
||
Rivayet
olunur ki
Laleli Camii’nin şekillendiği günlerde Sultan III.Mustafa
inşaatı görmeye gelir. Ona civarda yaşayan bir gönül
ehlinden bahsederler,
“haydi gidelim hayır duasını alalım” deyip, kapısını çalar. Ancak milletin hikmetli sözlerini aktara geldiği pamuk sakallı ihtiyar, o gün derin bir sükut içindedir, sanki lisan-ı hal ile “bizim sustuğumuzdan anlamayan” der “konuştuğumuzdan ne anlar? Sultan Mustafa kendince bir zarf atıp, feyzli bir sohbete maya çalmaya çalışır, -Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir” diye sorar. Laleli Baba elini “boşveeer” gibilerinden sallar, Sultan Mustafa bu sade ve kestirme cevaba bozulur, ancaaak... Birkaç gün sonra kabızlığa yakalanır. Hekimin biri gelir, biri gider, derdine çare bulamazlar. Neden sonra aklı başına gelir “galiba boşuna uğraşıyoruz” der, “korkarım bu derdin ilacı Laleli Baba’da!” Laleli Baba “o iş kolay” der, “ama ne vereceksin karşılığında?" - Ne istersen vereyim, hatta ben kalkayım, gel sen otur tahtıma. -
Amaaan kalsın. Bir
def-i hacete bile değmeyen saltanat neye yarar? - Karnımın ağrısı dayanılacak gibi değil hocam. - Demek şuncağız karın ağrısı koca Sultanı bile kıvrandırıyor. Kabir azabı nicedir acaba?- Yalvarırım bir şeyler yapın. - Pazarlığımız bitmedi ama? - Bu camiye adınızı vereyim. Müminler ibadet ettikçe sizi hatırlasın, asırlarca Fatiha okusunlar. - Bak bu hiç de fena bir teklif değil. Duaya çok ihtiyacım var ve olacak da... Laleli Baba o bereketli nefesiyle bir şeyler okuyup sırtını sıvazlar, Padişahın ağrısı sızısı kalmaz. Bakın şu işe ki Eyyûb, Fatih, Ayazma, Laleli gibi muhteşem camileri yaptıran III. Mustafa, hiçbirine ismini koyamaz. Cenazesi
Lâleli Camii
yanında bulunan türbeye defnedilir, Efendimizin (sav)
kadem-i şerifini (mübarek ayak izini) bir çekmeceyle
başucuna koyarlar.
|
||
Bir dirhem bal için | ||
Sultan
II.
Mahmud’a, o zamana kadar
hiç yemediği keçiboynuzu”nu çok medhettiler.
Padişah da bu kadar övülen bu meyveyi merak etti ve:
-Getirin bakalım nasıl bir şeydir! dedi. Bu emir üzerine getirilen keçiboynuzlarından birini ağzına aldı, fakat biraz çiğnedikten sonra attı. Yanındakiler: -Niçin attınız efendimiz, diye sorunca: -Bir dirhem bal için beş çeki odun çiğneyemem! cevabını verdi. |
||
Bir
Manastırın İdaresi de İş mi? |
||
Kırkkilise
kadılığından azledilen bir memur, boş bulunan Manastır kazası
kadılığını ister. Kendisine:
-Orası mühim bir mevkidir, idare edemezsin." denilince, şöyle der: -Efendim,
kırk kilise yi idare eden adam, bir manastırı idare edemez mi?
|
||
Bir
Musa İki Firavun'a Ne Yapsın? |
||
Hasırcızade
Mehmed Ağa, memleketi Antep'te iken, oraya teftiş için bir vali
gelmiş. Dalkavuk
olan ahaliden iki kişi ise: "Ahaliden dalkavuk ve yaramaz iki kişiye çok yüz veriyor" diyerek kaymakamı şikayet etmişler. Vali
de
kaymakama söylenecek olmuş. Hasırcızade Mehmed Ağa valiye
hitaben: |
||
Bir Efendiliği var ki | ||
Moralı
Osman Efendi; vakur, şerefli ve
haysiyetli bir zâttı. Fakat devrinin affetmez pâdişah
müşâviri Hâlet Efendi’ye boyun eğmez, kavuk sallamazdı
bir türlü... Hâlet Efendi buna çok kızar; onu
İstanbul’da değil, taşra hizmetlerinde süründürmek,
küçük düşürmek isterdi. Osman Efendi ise ne
yapılsa vakarını bozmaz, ses çıkarmaz, ne iş verilse yapardı. Birgün Hâlet Efendi, İzzet Molla ile otururken Osman Efendi’nin geldiğini söylediler. Hâlet Efendi hemen sofaya kadar koşarak Osman Efendi’yi karşıladı. Giderken de merdiven başına kadar inip uğurladı. İzzet Molla şaşkın bir tavırla: -Bu adama etmediğiniz fenâlık kalmadı, şimdi bu kadar iltifâtınıza sebep nedir? diye sorunca, Hâlet Efendi’nin cevabı enteresandır: -Evet, ona çok fenâlık ettim... Elinden memuriyetini aldım, nüfûzunu kırdım. Fakat üzerinde bir Efendi’lik var ki, işte onu alamıyor ve kendisini gördükçe böyle hürmet etmek zorunda kalıyorum. |
||
Bir salkım üzüm | ||
Avrupa
hristiyanları,
Papa'nın kışkırtması ile bir araya gelip Osmanlı
topraklarına saldırmaya teşebbüs edince, yeryüzünün
sultânı Kanunî Sultan Süleyman Han, ordusu ile sefere
çıktı. Târihlere şan veren ordu ağır ağır ilerliyor,
hedefine bir an önce ulaşmak için gayret sarf ediyordu.
Havalar da iyice ısınmıştı. Bir Hristiyan beldesinden geçerken,
yolun dar olması sebebiyle, askerlerden kimisi üzüm
bağlarından yürümek mecburiyetinde kaldı. Olgunlaşan
üzümler susuzluktan dudağı çatlamış askerlere; "Al
beni, ye beni" dercesine duruyordu. Askerlerden biri dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm kopardı. Yerine de bir keseye koyduğu parayi bağladı. Üzümü de yedi. Çok geçmeden mola verildi. Ordunun arkasından, kan ter içinde Hristiyan bir köylünün geldiği görüldü. Köylüyü komutana götürdüler. Çok heyecanlı olan köylü, komutanın eline mi, ayağına mı kapanacağını bilemedi. Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para bırakmıştı. Bağında başka bir zarar yoktu. Böyle bir askere ve komutanına, elbette teşekkür etmeliydi. Ama komutan bu habere hiç sevinmedi. Bir askerinin başkasının malını izinsiz almasını bir türlü kabul edemiyordu. Tellâllar çağırtılıp, o asker bulundu. Bu arada Sultan da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o askerin ordudan atılmasını emretti ve; -Kursağında haram lokma bulunan bir askerin bulundugu ordu ile zafer ve nusret müyesser olmaz, demekten kendini alamadı. Hristiyan köylü, üzümü alan askeri taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki işin tersine döndüğünü arz edince, komutan; -Eger o asker parayı bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu. İşte o zaman, kellesi de giderdi. Parayı asmaya bağlamakla kellesini kurtardı. Ama sahibinden izinsiz mal almakla da, seferden men cezasına çarptırıldı, dedi ve kahraman ordu yoluna devam etti. Orduya Belgrad yakinlarinda bir yerde konaklama emri verildi. Askerler, çevredeki su ve çesmelerden istifâde edip, abdest tazelemeye, susuzluklarını gidermeye çalışıyorlardı. Çesmelerden birinin yakınlarında bir manastır vardı. Manastırın rahibi, Osmanlı askerinin durumunu öğrenip, haçlı askerlerini haberdâr etmek için, manastırdaki rahibelerden birkaçını süsleyip, ellerine verdiği testilerle çesmeye gönderdi. Rahibelerin geldiğini gören Osmanlı askerleri, hemen çesme başından ayrılıp, rahibelere sırtlarını döndüler. Rahibeler testilerini doldurup gidinceye kadar kimse dönüp bakmadı. Rahibeler gelip durumu anlatınca; koparılan üzümlerin yerlerine para bırakıldığını duyan Rahip, bu kadarını beklemiyordu. Bunlar ne biçim insanlardı. Malda mülkte gözleri yoktu, kadına kıza iltifat etmiyorlar, memleketlerinden günlerce uzak yerlere kadar geliyorlar, korkmadan ve endişe etmeden canlarını veriyorlardı. Hemen kâğıt kalem istedi. Osmanlı askerlerinin karşısına çıkmak için hazırlanan haçlı orduları komutanına şunları yazdı; "Ey haçlı kumandanları!.. Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bu insanlar canlarını düşünmeden, Allah yolunda komutanları emrinde çekinmeden can veriyorlar. Biliyorlar ki, gidecekleri yer Cennet'tir. Kadına kıza ehemmiyet vermiyorlar, yanlarına gönderdiğim rahibelere sırtlarını döndüler. Mala mülke de önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini terk ederek cihâda çıkıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey haçlı kumandanları!.. Siz, onlardaki bu hasletleri ortadan kaldırmadan karşılarına çıkıp savaşmaya kalkışırsanız, elinize binlerce askerinizin canına mal olacak acı bir tecrübeden baska bir şey geçmez." Buna rağmen haçlı kumandanları, kahraman Türk askerlerinin kılıçlarına yem olmak için adetâ birbirleriyle yarış ettiler. Türk askerine yeni yeni zaferler kazandırdılar. Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara aşıladıkları zaman, onları yenebileceklerini yıllar sonra anladılar ve faaliyetlerini bu yönde yoğunlaştırdılar. |
||
Bir yüz karası | ||
1897
Osmanlı-Yunan harbi esnasında, Manisa
havalisinden üç asker kıtalarında firar edip, omuzlarında
devletin verdiği silahlarla dağa çıkmışlardı. Bunlardan biri,
Yaya köyünde oturan eski bir şakinin, Bakırlı Şaban Efenin
tek evladıydı. Çakırcalı’dan ve Kara Ali’den evvel dağlardan
dolaşan o idi. Otuz sene devlet kuvvetlerine karşı durdu. Bazen iki
arkadaşıyla, yüz kişilik jandarma müfrezesini tarümar
ettiği oldu. Bazen tek başına o dağdan bu dağa geçtiği
duyulurdu. Köylüler onu hürmetli ve korkulu bir
muhabbetle severlerdi. Çünkü zengin ve kuvvetlilere
karşı bîaman, zayıf ve fakirlere karşı himayekardı. Bakırlı Şaban
Efe tövbe ettiği zaman elli yaşındaydı. Ancak bu yaşta evlendi ve
bir oğlu dünyaya geldi. Tam yirmi yıl unutmuş ve unutulmuş bir
halde uslu uslu köyünde yaşadı ve bir kahvenin çınarı
altında gah nargile çekti, gah uyukladı. Oğlu askerden
kaçıp da dağa çıktığı gün, yetmiş yaşında, ak
sakallı, sönük gözlü, yarı kamburlaşmış bir
ihtiyardı. Oğlunun askerden kaçtığı kendisine haber verilince
gayri ihtiyari elini silahlığına götürdü ve yerinden
davrandı. Uzun müddet bu vaziyette, hareketsiz, sessiz kaldı.
Fakat silahlığı da, kemeri de boştu. Sonra birden: -Yalan söylüyorsunuz. Mustafa bunu yapmamıştır, diye bağırdı. Dediler ki: -Yalan olamaz, biz tam yerinden duyduk. Üç gün oluyor, jandarmalar takibe çıktılar. Eli silahlığının yerine titreyen Bakırlı Şaban Efe, kısık bir sesle: -Nasıl olmuş, anlatın bakalım, dedi ve dizlerinin bağı çözülmüş gibi yığıldı kaldı. -Bir gece kışlanın kapısında seninki nöbetçiymiş. Diğer ikisi, Kasabalı Hafız’ın oğlu ile Narlıcalınınki, gündüzden edindikleri kurşunları ceplerine ve koyunlarına doldurmuşlar ve seninkine demişler ki; “haydi bakalım düş önümüze” O da zaten birkaç gün önceden haberliymiş, ovaya doğru çıkıp gitmişler. Bakırlı yine davranır gibi bir hareket yaptı. -Dur dediler, dahası var! İşin içinde bir de cinayet görünüyor. Seninkilerin firarı sabahı Doğanlar yolu üzerinde üç rençberin cesedi bulundu. Bunlardan ikisi ölmüş, diğeri de can vermek üzereymiş. Asker kıyafetinde üç kişinin onlara ateş ettiklerini ve atlarını alıp gittiklerini söyleyip ölmüş. Bakırlı Şaban Efe: -Yeter, yeter diye bağırdı ve sendelye sendeleye eve gitti. Karısı onu, suratı kıpkırmızı ve titrer bir vaziyette görünce: -Aman efem, sana ne olmuş, diye bir çığlık attı. -Duydun mu, Mustafa...dedi ve gerisini getiremedi. Boğazı hıçkırıklarla doldu. -Söyle şehid mi olmuş? -Keşke öyle olsaydı deli kadın, keşke öyle olsaydı. Kaçmış askerden kaçmış ve cinayet işlemiş. Ah yüzkarası rezil ah! Dedi ve minderin üstüne yıkılıverdi. Efe günlerce evden çıkmadı. Kendisini sormaya gelenlere kapıyı açmadı. “Âlemin içine nasıl çıkarım?” diyordu. Zaman zaman karısına: -Ben de senelerce dağlarda gezdim, ama askerden kaçmadım. Hatta Moskof muha rebesine gönüllü yazıldım ve aslanlar gibi döğüşüp memlekete olan borcumu ödedim. Fakat bu rezil, askerden kaçtı ve devletin silahıyla dağa çıktı, diye dert yanıp ağlıyordu.Bir hafta sonra Şaban Efe evden çıktı ve etrafına toplanan köylülere: -Bu yüzkarasını kendi ellerimle temizleyeceğim. Yarın kasabaya gidip binbaşıya müracaat edeceğim. Çok şey istemem, bana bir hayvanla bir silah versinler, Allah’ın izni ile beş on gün içinde ya ölüsünü, ya dirisini getirmezsem, bana da Bakırlı Şaban Efe demesinler, dedi. Köylüler, ihtiyar efenin bu sözlerine kıs kıs gülüyorlar ve: -Efe vazgeç bu işten, senin artık böyle şeylere karışacak zamanın geçti, diyorlardı. Bu nasihatler onu daha çok çileden çıkarttı ve ertesi gün soluğu kasabadaki zaptiye karakolunda aldı. Binbaşıya kararını, ayni azim ve metanetle söyledi. Fakat binbaşı, ihtiyarı şöyle tepeden tırnağa kadar süzdükten sonra acı ve alaycı bir şekilde: -Bu işler sana kaldıysa vay halimize...dedi. Binbaşının sözü Şaban Efenin kalbine bir ok gibi saplanmıştı. Bir müddet köye dönmekle, dağlara çıkmak arasında mütereddid kaldı. Kendini dinledi. Kollarını yokladı, yürüyecek, kımıldayacak hali yoktu. Çaresiz iki büklüm, köye dönmek üzere yola koyuldu. |
||
Bizim
Cehaletimizi Anlarlar |
||
Bir
gün
Mısırlı Mustafa
Fazıl Paşa'ya arkadaşı sormuş:
-Hürriyet
ve maarif
sayesinde milletin gözü açılırsa ne olur? Mustafa
Fazıl Paşa: |
||
Borcun vadesi | ||
Osmanlı
vezirlerinden
biri, fakir ve muhtaçlara devlet
hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne
zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında, "Padişahımız
ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu. Bu duruma şahid
olan bir adam, bir gün Padişaha: -Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor. Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek,diye gammazladı. Bunun üzerine padişah, vezirini Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu. Vezir, sıradan bir vezir değildi. Padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu: -Padişahım, söylenen doğrudur. Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum. Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum. Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder. Bu demektir ki borçlarını siz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir. Allahı katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır. Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir. |
||
Boynuzsuz koç | ||
Osmanlı
imparatorluğunda
yetişmiş bir iki kadın şairden biri olan Fitnat Hanım ile
çağdaşları olan Koca
Ragıp Paşa ve Şair Haşmet arasında geçtiği rivayet edilen bir
çok olay
anlatılmaktadır. Bu üç kişi ellerine fırsat düştüğünde birbirini kıyasıya iğnelemekten de geri durmazlarmış. Ragıp Paşa'nın da, Haşmet'in de Fitnat Hanıma aşk duyguları besledikleri de bilinmektedir. Bir
kurban bayramı
arefesinde, Fitnat Hanım kurbanlık almak için Beyazıt
çevresinde dolaşıyormuş.
Şair Haşmet de oradaymış. Haşmet gökte ararken yerde bulduğu
Fitnat Hanımı
görünce hemen önünde bir reverans yapıp bir emri
olup olmadığını sormuş. Fitnat
Hanım bir emri bulunmadığını, bayram için kurbanlık bir
koç alacağını söylemiş.
Haşmet takılmadan edememiş: - Maalesef olmaz, çünkü bu bayram boynuzsuz bir koç kurban edeceğim. |
||
Böyle
Defterdar Gerekmez |
||
Yeniçerilere
üç ayda bir ulufe denilen maaş dağıtılırdı. III. Murat
devrinde bir gün ulufe
dağıtılmış ve huzuruna gelen Sadrazam şöyle demişti:
“Hünkarım Leşker-i Hümayun'un ulufesini tevzi ettik. Lakin bir miktar akçe arttı. Ferman-ı Hümayununuz olursa, ihtiyat akçe olarak hazine-i hassaya koyup saklayalum ... " Bu
duruma öfkelenen Padişah ise; -Benim
vezirim, her zaman ulufe dağıtırken akçe genelde gelmez, artmaz
iken, bu
kez gelmesinin ve artmasının sebebi nedir? Belli ki, defterdarımız bize
yaranmak
için fazla akçe almış, hazinede fazla akçe
toplanmıştır. Padişaha yaranmak için
halka baskı yapıp zulmeden, halkın malını elinden alan defterdar
bize gerekmez, demiş ve defterdarı
kovmuştur.
|
||
Bu
Devlet-i aliyye öyle bir devlettir ki |
||
İnebahtı
felaketinde Osmanlı donanması, Haçlı donanması tarafından pusuya
düşürülüp imha
edildiği sırada, Uluç Ali Paşa, kendi kumandasındaki
birkaç gemiyi kurtarmayı
başarmış ve İstanbul’a gelerek bu faciayı haber vermişti. Bunun
üzerine Sultan
II. Selim Han onun bu kısmi başarısından dolayı onu Kaptan-ı Deryalığa
tayin
etti ve adını da Uluç Ali Reis’den Kılıç Ali Paşa’ya
çevirdi.
Diğer taraftan Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa, yeniden donanma inşası için, bütün devlet erkanını harekete geçirerek, Osmanlı ülkelerinin bütün imkanlarını seferber etmişti. Çalışmaları büyük bir titizlikle takibediyor, heryere girip çıkıyor ve işlerin aksamasına meydan vermiyordu. Yanına Kaptanı Derya tayin edilen Kılıç Ali Paşa’yı da alarak çıkıyordu. Kılıç Ali Paşa bu çalışmaları hayretle takibediyordu. Kendisi leventlikten yetişme olduğu için, bütün hayatı denizlerde geçtiğinden ve İstanbul’un ahvalini, devletin kudret ve imkanları hakkında faza bir bilgi sahibi olamadığından, bir gün Sokollu’ya: -Tekne icad ve ihdası mümkündür. Velakin bir kış içinde ikiyüz gemiye beş altı yüz lenger ve buna göre âlât ki, palamar ve ip ve her gemiye yelken asla tekmil ve tedarik olunma sına ihtimal yoktur. Bu sözleri işiten Sokollu Memed Paşa öfkelenerek: -Paşa, Paşa... sen bu Devlet-i Aliyye’yi henüz tanımamışsın. Bu devlet öyle bir devlettir ki, murad edinirse, cümle donanmanın direklerini altından, lengerlerini gümüşten, iplerini ibrişimden ve yelkenlerini atlastan etmekte güçlük çekmez. Gemilerin mutad olan aletlerini ve yelkenlerini yetiştiremez isem, gel benden al... Bu söz üzerine hatasını anlayan Kılıç Ali Paşa, Sokollu’nun elini öptükten sonra: -Tahkîk bildim ki, bu donanmayı siz tekmil edersiniz...dedi. Beş buçuk ay sonra... Osmanlı
devletinin muazzam imkanlarıyla, tam İKİYÜZELLİ gemi,
bütün teçhizatı, müthiş
silahları ve cephanesiyle harbe hazır olarak, Kılıç Ali Paşa’nın
kumandasında,
12 Haziran 1572 Perşembe günü, Hristiyan dünyasının
hayretleri altında
Akdeniz’e açıldı ve bir asır daha bu suları bir Osmanlı
gölü halinde tuttu. |
||
Bu ecel teridir | ||
Sultan II. Abdülhamid
Hân’ın, son
gününde, hayatında hiç bir sabah terk etmediği banyo
ve duşa girmesi hastalığını ağırlaştırmıştı. Son gününü
Müşfika Dördüncü Kadı-Efendi şöyle anlatıyor:
"O gün sabah banyosunu yaptı. Ben
çamaşırlarını giydirdim Fakat baktım ki sırtı durmadan terliyor. -Aman Efendiciğim, çok
terliyorsunuz,
dedim. -Kadın-Efendi, bu, ecel teridir,
cevabını verdi. Elbisesini giydi. Kahvesini
verdik. Hamamdan
sonra kahve içmek itiyâdında idi. Yarım bardak
sütlü maden suyu da içti.Oturduğu yerde iki rek’at
namaz kıldı. Bundan sonra ağırlaşmaya başladı.” Abdülhamid Hân hazretleri, 1
Kasım
1912’den vefât günü olan 10 Şubat’a kadar 5 yıl, 3 ay,
9 gün Beylerbeyi sarayında kalmıştır. Burada en
küçük oğlu Şehzâde Mehmed Âbid Efendi ve
en sevgili zevcesi Müşfika 4. Kadın-efendi ile yaşamıştır. Tahttan
indirildikten 8 yıl, 9 ay, 13 gün sonra 75 yaşını 4 ay, 19
gün geçe burada dâr-ı bekâya irtihâl
etmişlerdir.S. Abdülhamid Hân’ın vefât yılı, aynı
zamanda, Birinci Dünya Savaşı fâciasının da son yılıdır.
|
||
Bu ne müfsidane tekliftir | ||
Mercidabık
Seferi pahalıya patladığından, hazinenin paraya ihtiyacı olur.
Yavuz Defterdarından para bulmasını iser. Defterdar bir formül
teklif eder:
-Hünkarım! Hazinei Hümayündaki akçe darlığını izale itmek içün, bir fırsat zuhur itmişdur. Şam’ın en zengin adamı vefat etdi. Gerüye altı aylık bir oğlancuk ile külliyetli miktar akçe bıraktı. Çocuğun katli, meblüğın müsadere (el koyma) ile hazineye kaydı hususunda, ferman Hünkarundur.” Yavuz Padişah bunu duyar duymaz yerinden fırlıyor, müthiş bir öfke bulutu halinde kükrüyor: -Bre! Bu ne müfsidane bir tekliftir? Bilmez misin ki, biz buralara ahaliye baskı ve zulüm yapmağa değil, ahaliyi baskı ve zulümden kurtarub rahat ittirmeğe geldük; ahalinin malını mülkünü müsadereye değil, daha fazla zengin itmeğe geldük; milletin huzurunu bozmağa değil, huzur kaynağı olmağa geldük!” Derin derin nefeslendikten sonra, ekliyor: “Müteveffaya rahmet, malına bereket, oğluna afiyet, gammaza lanet.”" |
||
Bulgar Pehlivanı | ||
Kanuni spora meraklıdır.
Bir gün
saltanat kayığı ile dergahın iskelesine yaklaşır ve Yahya Efendi'yi
alıp, Yeniköy Çayırı'na götürür. Burada
güreşler vardır. Ancak hiç hesapta olmayan şeyler olur.
Nereden geldiği bilinmeyen Bulgar asıllı bir pehlivan bizimkileri duman
eder. Adam insan azmanıdır, bacakları kök salar çınar gibi.
Koca koca yiğitler çaresiz kalırlar. Bırakın yenmeyi, yerinden
kıpırdatamazlar. Adam her yıktığı Türkün ardından kahkahalar
atar, haçını öperek tamenna çakar. Yerli Rumlar
sevinçten çıldırırlar. Kanuni mi? Kahrolur tabii. Yahya
Efendi bakar Padişah çok üzülüyor, çıkar
meydana ve akıllara durgunluk bir pazarlık yapar. -Yenilen, yenenin dinini kabul edecek tamam mı? der. Bulgar pehlivanı bıyıklarını burarak güler, teklifi kabul eder. Ancak bu aksakallı ihtiyar karşısında eli ayağı tutmaz olur. Adalelerinde güç, derman kalmaz. Yahya Efendi onun sırtını yere vurur mu bilmiyoruz, ama nefsini ve kibrini yerden yere vurur. Gözünü ve gönlünü açar. Sayfa sayfa hakikatleri aralar. Pehlivan diz çöker, iman eder. |
||
Bunca
pisliği neresinden çıkarıyor? |
||
Şiir
yazmaya hevesli zengin
bir ağa, yazdığı şiirleri uşağı ile incelemesi için meşhur şair
Keçecizade
İzzet Molla'ya yollamış. İzzet Molla bakmış şiirlerin ipe sapa gelir
yanı yok,
ağaya, "Perhiz yapsın" diye haber göndermiş. Aradan zaman
geçmiş. Ağa
İzzet Molla'ya bir tomar daha şiir göndermiş. İzzet Mola yine "Perhiz yapsın, demiş. Bir müddet sonra ağa bir parti daha şiir yollamış. İzzet molla şiirlerin çokluğuna bakıp ağanın perhize devam etmesini isteyince uşak, -Efendim, ağam o kadar perhiz yaptı ki iğne ipliğe döndü, devam edecek hali kalmadı, demiş. İzzet Molla parlamış: -Ulan, ağan bu derece sıkı perhiz yapıyor da bunca pisliği neresinden çıkarıyor? |
||
Buyrun cenaze namazına | ||
Sultan
IV. Murad Han, koyduğu içki ve
tütün yasağının uygulanıp uygulanmadığını bizzat kontrol
etmek için geceleri tebdil-i kıyafetle dolaşır ve yasağa
uymayanları şiddetle cezalandırırdı. Yine bir gece şehri dolaşırken
kapıları kapalı bir kahvehaneden ışık sızdığını görüp oraya
yaklaştı. Pencere deliğinden içeri baktığında birkaç
kişinin içki ve tütün içtiklerini
gördü. Yavaşça içeri girdi ve masanın birine
ilişti. Kahveci, gelenin de tiryaki olduğunu zannederek yanına
yaklaştı. Sultan Murad kahveciye:
-İçki içmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?”dediğinde kahveci: -Erenler, uzun etme hadi sen de çek,dedi. Padişah sesini bira daha yükseltip: -Padişahın emrine karşı gelmenin ne demek olduğunu bilmiyor musun? diye tekrar sorunca kahveci dayanamayıp: -Beyzadem, adınızı bağışlar mısınız” dedi. Padişah da: -Murad, deyince, kahveci: -Sultanlığı da var mı? diye sordu. Padişah: -Evet, deyince, kahveci yandaki masaya yatıp bağırdı: -Öyleyse buyurun cenaze namazına! |
||
Cami ve Kilise | ||
Hazreti
Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam
ediyordu. Bir
seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an
meselesi
idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da
Türkler olduğu için
arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine
sığınmak, ondan
yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler
gönderdi. "Sırbistan
elinize
geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele
edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.
Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı: -Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz... Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü: -Biz Sırbistan'ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur. |
||
Can çekişme | ||
Büyük
vatan şairi Namık
Kemal, yazı ve konuşmalarında, İmparatorluğun sürekli gerileyen,
zayıflayan
durumunu anlatabilmek için sık sık "imparatorluk can
çekişiyor"
ifadesini kullanıyormuş. Bu ifade üzerine bazıları kendisine
sataşmışlar:
- Yıllardır "imparatorluk can çekişiyor" diye yazıp söylüyorsun, ama hala ayakta duruyor, yıkılacak gibi de görünmüyor... -
Benim dediğim bakkal Mehmet
ağanın can çekişmesi değil, koskoca imparatorluğun can
çekişmesidir. 600 yıllık
İmparatorluğun can çekişmesi elbette bir yarım yüz yıl
sürer. |
||
Casus herşeyi görsün | ||
Viyana seferine
çıkan Osmanlı
ordusu, Budapeşte önlerine gelmiş, şehri kuşatmıştı. O gün,
civarda dolaşan bir yaancı yakalandı ve doğruca Veziriazam İbrahim
Paşa’nın huzuruna çıkarıldı. İbrahim Paşa adama Hırvatça
sordu: -Sen kimsin? -Kralım
Ferdinand’ın subayıyım efendimiz. -Demek casusluk
niyetiyle geldin. Ne
öğrenmek istersin? -Vazifem,
ordunuz hakkında bilgi
toplamaktı. Yakalanan
casus, en azından hapsedilir.
Ama İbrahim Paşa gülerek: -Var istediğin
bilgiyi topla, dedi ve
emir subayına dönüp, casusa istediği her şeyin
gösterilmesini emretti. Alman subayı
böylece âdeta
misafir muamelesi gördü. Osmanlı ordugahını baştan başa
dolaştı, askeri birlikleri inceledi. Sonra tekrar huzura
çıkarıldı. İbrahim Paşa
onu salıverirken: |
||
Cesedi de Gregoryenlerin
Olsun |
||
Keçecizade
Fuata Paşa'nın sadrazamlığı zamanında ölen zengin bir Ermeni'nin
Katolikler Katolik, Gregoryenler Gregoryen
olduğunu iddia etti. Bu ihtilaf, kavgya kadar vardı. Her iki taraf
sadrazama müracaatla mezhep noktasından hasıl olan ihtilafın
hallini
istediler. Fuat
Paşa Katoliklere sordu: -
Ölenin Katolik olarak öldüğüne tamamen emin misiniz? Katoliklerden: -Tamamıyla
eminiz, cevabını alınca: -Demek
ki ruhuna siz sahip bulunuyorsunuz, değil mi? Katolikler: -Evet
efendim, dediler. -O
halde insaf edin, cesedi de Gregoryenlerin
olsun, dedi. |
||
Ciğer
Paresi Ciğer Yaresi |
||
Osmanlı’nın
son devir edebiyatçılarından olan, fakat derbeder ve serseri bir
hayat sürdüğü
için şiirlerini yayınlatamayan, bu yüzden de edebiyat
sahasında pek tanınmayan
Adana’lı Ziya Bey, Afyon Evkaf Müdürü iken, bir gün
İstanbul’a geldi ve
Sirkeci’de, cebi ve midesi boş bir şekilde dolaşmaya başladı.
Açlık canına tak
etmiş olacak ki, aç karnına düşünmektense, yok karnına
başına geleceklere
katlanmaya hazır olarak bir ciğer kebapçısına girdi. Kendisine
esaslı bir ciğer
ziyafeti çektikten sonra kebapçıya seslendi: -Bak
usta, cebimde tek kuruş yok.
Bu durumda herhalde döveceksin beni. Hadi elini çabuk tut,
hesabımı gör de
gideyim. -Yağma
yok, dedi kebapçı, seni dövmekten ne kazancım olacak. Ama
mutafağa geç, üç gün boyunca bulaşıkları yıka
da ödeşelim. Adam dediğini yapacak. Kurtuluş yok. Ziya Bey bunu anlayınca hemen kalemini çıkardı ve bir kağıt parçası bularak yazdığı şu beyti, garson yamağına verip, o civardaki otellerden birinde kalan bir arkadaşına gönderdi: Dağladı aşçı diliyle, ciğerim yâresiniCiğerim pâresi, gel ver ciğerin pâresini Az sonra para geldi ve Ziya Bey de bulaşık yıkamaktan kurtuldu. |
||
Çal Çoban Çal | ||
Yıldırım
Bayezid Han’ın en sevdiği oğlu Ertuğrul, Sivas’da vali olarak
bulunuyordu. Timur
Han bütün İran’ı ele geçirip bir kasırga gibi Doğu
Anadolu’ya girdi.
Osmanlı Devletinin o zamanki en uzak noktası Sivas idi. Timur,
hızla Sivas’ı
kuşattı ve teslim olmasını istedi. Fakat şehrin kumandanı olan Ertuğrul
bunu
reddedince şiddetli bir kuşatma başladı. İçeriden elde ettiği
adamları, şehrin
kapılarını gizlice Timur askerine açınca, Sivas Timur’un eline
geçti. Ertuğrul
ise bir avuç askeriyle çarpışa çarpışa şehid oldu. Bu
haber Yıldırım’a ulaşınca
acılar içinde kaldı. Bir yandan Ertuğrul gibi bir oğul, diğer
yandan Sivas gibi
bir kalenin kaybı onu çok sarstı. Bu yüzden efkar dağıtmak
için arasıra Uludağ
sırtlarına doğru gezintiye çıkıyordu. Yine
birgün yanında veziri olduğu halde
dağ eteklerine çıkmıştı. Biraz sonra, koyunlarını otlağa salmış,
sırtını bir
ağaca yaslamış bir çobanın, kavalıyla içli havalar
çaldığını duydular ve oraya
yöneldiler. Bir müddet gözyaşları içinde onu
dinledikten sonra Yıldırım Bayezid
Han: |
||
Çapanoğlu gibi arkan var | ||
Sultan
II. Mahmud
devrinde hakimiyetlerine son verilen Anadolu’nun meşhur derebeyi
sülalelerinden biri de Yozgat’taki Çapanoğullarıydı.
Bunlardan Çapanoğlu Süleyman Bey, diğer derebeylerin aksine
merhametli ve zayıfları koruyan bir beydi. Bir gün,
zayıflıktan iskeleti çıkmış bir eşek, Çapanoğlu konağının
önünde mecalsiz bir halde dolaşırken, açlıktan konak
kapısının ipini kemirmeğe başlar. İp sallanınca ucundaki
çıngırak da çalar. Kapıda biri var zannederek kapıyı
açan uşaklar, eşeğin bu haline acır ve bunda bir iş var diyerek
Çapanoğlu’na haber verirler. Hayvancağızı gören
Süleyman Bey, eşeğin sahibini buldurur ve adama okkalı bir sopa
attırdıktan sonra:
-Bu hayvana günde beş okka arpa yedirip tımarını yapacaksın ve her hafta bana getirip göstereceksin, der. Bu
esaslı bakım
sonunda hayvan çok semirir ve avazı çıkıtığı kadar
anırır. Eşek anırdıkça sahibi de mahzun mahzun şöyle der: -Anır
eşeğim
anır, Çapanoğlu gibi arkan var.
|
||
Darı Ekmek | ||
Padişahlardan
biri maiyetiyle birlikte bir gezintiye çıkmıştı. Yolu
üzerindeki bir köyde çok
yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu
gördü. İhtiyara
uzaktan seslendi: -
Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah
yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden herhalde
yiyemezsin. İhtiyar
cevap verdi: -
Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart
değil evlat. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların
meyvesinden
yedikse, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler
yer. Bu
cevap hükümdarın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın
verilmesini emretti.
İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmadı: -
Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz
fidanlar şimdiden meyve verdi. Bu
cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese
daha altın verilmesini emretti. Yaşlı köylü sıradan biri
değildi. Çarıklı
erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi: -
Evlat herkesin diktiği fidan
yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyva
verdi.
Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir
kese daha altın
verilmesini emretti. Ama bu defa vezir araya girdi ve
hükümdarı uyardı: -Aman
sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım. Bu ihtiyar bu gidişle
tarlasına fidan
dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek. |
||
Değil bir yabancı için | ||
Sultan
Abdülaziz
devri
devlet adamlarından İbrahim Edhem Paşa, Fransa’da talebe iken mektep
birincisi
olmuştu. Bunun için İmparator III. Napolyon tarafından şerefine
düzenlenen
yemeğe davet edildi.
İmparator,
İbrahim Edhem’i birkaç sözle tebrik etti. Edhem de
Fransızca olarak gayet güzel
bir konuşma yaptı. Fakat bir kelimede hata ettiğini anlayınca: -Ben bir
Fransız
olmadığımdan, yaptığım kelime hatasından dolayı affımı istirham ederim,
dedi. III. Napolyon
ayağa
kalkarak: |
||
Değirmen Taşı | ||
19.
yy. âlim ve şairlerinden
Gaziantepli Hasırcızade Mehmet Ağa, devrinin en nüktedan
kişilerinden biriymiş. Dönemin devlet adamlarından Fuat Paşa ile
de tanışıklığı olan Hasırcızade
Mehmet, Paşayla görüştüğü bir gün,
gözü onun parmağındaki yüzüğe takılmış. Fuat
paşa sormuş:
- Taşına mı bakıyorsunuz? - Evet Paşam. - Elmastır. - Ne faydası var, yani ne getirir? - Yüzük taşı ne getirecek Mehmet Ağa? - Benim de babadan kalma iki taşım var, senede yüz altın getirirler. - Yaa, ne taşı bunlar? - Değirmen taşı paşam. |
||
Denize düşen yılana sarılır | ||
Mısır
Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyanı büyüyünce
Sultan II. Mahmud çaresiz kaldı. Hatta Mehmed Ali Paşa ordusu
Kütahya yakınlarına kadar ilerledi. II. Mahmud Han, İngiliz ve
Fransızlardan ardım istedi ise de onlar bunu “Baba-oğul arasındaki
mesele” addede rek yardım etmediler. Başka yapacak şeyi kalmayan Sultan II. Mahmud bu sefer Ruslardan yardım istedi. Öteden beri Anadolu’da gözü olan Rus Çarı, bu isteği memnuniyetle kabul etti. Ruslardan yardım istenmesine tepki gösteren vezirlere, Usltan Mahmud:- Ne yapalım, denize düşen, yılana sarılır, diye cevap verdi. |
||
Derya üzre cami | ||
Kaptan-ı
Derya Kılıç Ali Paşa, bir gün zamanın padişahı III. Murad
Han’ın huzuruna
çıkarak, kendi adına bir cami yaptırmak için
müsaadelerini istedi. Fakat şair
ruhlu ve aynı zamanda nüktedan olan padişah:
- Sen ki deryaların serdarısın. Muktedir isen camiini derya üzre inşa et! Sana karada bir karış yer yoktur,diye ferman buyurdu. Kılıç Ali Paşa bu fermanı gayet soğukkanlı karşıladı ve: -Hünkarımız doğru derler. Bizim evimiz de, mekanımız da deryalar dır. O halde mabedimizin de derya üzre inşası münasibdir, deyip müsaade isteyerek huzurdan çıktı. Fakat deniz üzerine cami nasıl yapılacaktı? Hemen o devrin en büyük mimarı Koca Sinan’ın yanına vardı ve durumu ona anlatarak, bu eseri de kendisinin inşa etmesini istedi ve bunun için de, Tophane açıklarında bu inşaatın yapılabileceğini söyledi. Mimar Sinan’ın, inşaat yerini görüp beğenmesiyle hemen harekete geçildi. Kılıç Ali Paşa, kadırgalarla Anadolu sahillerinden iri kayaları taşıtarak Tophane açıklarında denizi doldurtmaya başladı. Böylece birkaç gün içinde burada küçük bir ada meydana geldi. Burada sahile kadar da ahşap bir köprü inşa edildi. Sonra da Mimar Sinan inşaata başladı. Eserini tamamlayınca o yüce mimar: -Deryalar kudursa ve azgın dalgalar kubbenin tepesinden aşsa, yine bu mabed kıyamete kadar kalacaktır, dedi.Sonraki asırlarda, sahil ile caminin bulunduğu ada arası doldurularak cami denizden içeride kalmıştır. |
||
Devlet adamı ikiyüzlü olmaz! | ||
Yusuf Kamil
Paşa ve
davetliler önceden bildirilen mükellef
yemekleri iştahla yedikten sonra, meyve faslına geçilir. Masaya
buzlu çilekler
gelir. İlk olarak uzanan Yusuf Kamil Paşa, çatalını sapladığı
iri bir çileği
ağzına götürürken kazara masadaki tuzluğun içine
düşürür. Ama ziyan olmasın
diye tuza bulaşmış çileği alıp yer. Berbat bir tat verdiği halde
bozuntuya
vermez ve masada bulunanlara:
- Arkadaşlar, tuzlu çilek hiç de fena olmuyormuş, isteyen deneyebilir, diye tavsiyede bulunur. Bunun üzerine birkaç kişi dener. Bunlar: - Paşam gerçekten nefis oluyor... - Bundan sonra çileği hep tuzlu yemek isterim. - Tuzlu çileğin lezzetini keşfetmekte geç bile kalmışız, gibi asılsız, Paşa’ya yaranma hedefi güden şeyler söylerler. Kamil Paşa, o esnada masada bulunan, yardımcılarından, yeri geldiğinde sözünü esirgememekle tanınan, Minas Efendiye de: - Arkadaşların görüşleri için sen ne dersin Minas Efendi, diye fikrini sorar. Minas Efendi kendisinden beklendiği şekilde cevap verir: - Paşam, bu adamlar özel hayatlarında bu düşüncelerini söyleseler üzerinde durulmaya değmezdi. Fakat devlet hayatında da böyle ikiyüzlü davrandıkları için, memlekette işler bu yüzden kötüye gidiyor!.. |
||
Devlet
ve din
uğrunda ölmeye geldiler |
||
1853
senesinde Rus ordusu, Tuna
kıyısındaki Silistre kalesini kuşatmıştı. Buraya yardım için
memleketin her tarafından akın akın gönüllü geliyordu.
Bunlar arasında Aydın’ın tanınmış efelerinden 100 kişi ile Isparta
eşrafından birçokları vardı. Gelenlerden en çok dikkat
çeken biri de 7 yaşında, mükemmel silahlanmış bir
çocuktu. Kale kumandanı bu çocuğa hayretle bakarak: -Bu kimdir? diye sordu. Babası selam vererek öne çıktı ve: -Oğlumdur efendim. Moskofa karşı harp açıldığını duyunca bir türlü yanımdan ayrılmadı. Din ve devlet uğrunda ölmeye geldi. Bu sahne bütün askerlerin gözlerini yaşarttı. Kumandan çocuğu okşadı. Harp başladıktan sonra bu Anadolu çocuğu babasının yanından ayrılmadı ve onunla beraber savaştı. Hatta bir hücumda babası esir düşerken onu kurtarmağa muvafak oldu. |
||
Devletin iki kanadı | ||
Orhan
Gâzî, Geyikli Baba
nâmıyla bilinen zâtın, Bursa'nın fethinde gösterdiği
hizmetlerin den dolayı çok memnun olmuştur. Bu sebeple bir
gün ziyaretine gelerek, minnettarlığını şöyle ifade eder: -Efendi Hazretleri, askerlerimizin arasında cihâda katılmakla bizi büyük bir zafere kavuşturdunuz. Gâzilerimiz ve biz, bu sebeple size minnettarız. Bu minnettarlığın bir ifadesi olarak da size İnegöl ve civarındaki yeşil yaylayı hediye etmek istiyoruz. Lütfen kabul buyurun ve şu andan itibaren üzerinize tapulu mülkünüz bilin. Geyikli Baba müteşekkir ve mütebessim... Şu karşılığı verir: -İhsânınıza teşekkür ederim. Lâyık olmadığımız şeyleri teklif buyurmaktasınız. Halbuki, bizler savaşan askerlerimizin arasına girerken, sadece i‘lâyı kelimetullahı asıl maksat yapmıştık. Bunun dışında en küçük bir maksat, zihnimize hulûl etmemişti. Şayet bu niyetimizde muvaffak olmuşsak ecrini almış, karşılığına kavuşmuşuz demektir. Başka bir mükâfata hakkımız yoktur. Eğer bu niyetimizde muvaffak olamamışsak, zâten ihsânınıza da lâyık değiliz demektir. Bununla beraber bize münâsip gördüğünüz yeşil yaylayı, tebaanızın göçebe olarak yaşamaya devam eden erenlerine ihsân ederseniz, bize vermiş gibi olursunuz. Allah dostu, mâneviyat eri Geyikli Baba'nın bu kanaat ve ihlâsı, Orhan Gâzî'nin iyice hayranlığını celp eder. Artık Geyikli Baba'dan duâ almaya, nasîhat dinlemeye yönelir. Nitekim bir ziyaretinde, gittikçe genişleyen devletin yıkılmaması için duâ etmesi isteği gelir aklına ve dileğini şöyle ifade eder: -Efendi Hazretleri, devletimiz her geçen gün genişlemekte, fetihlere muvaffak olup ilerlemektedir. Duânızı talep ediyorum; fetih durmasın, zafer dinmesin! Geyikli Baba'nın cevabı şöyle olur: - Her devletin madde ve mânâ olmak üzere iki kanadı vardır. Bu iki kanat sağlam olursa fetih durmaz, zafer dinmez. Yoksa kanadın biri kırılmışsa fetih şöyle dursun, boşlukta duramaz, kanadı kırık kuş gibi düşmekten kurtulamazsınız. |
||
Dilekçesi sırtında | ||
Ahmet
Vefik Paşa, deli-dolu bir insandı ama, bir o kadar da yardım yapmayı
severdi. Bir gün, kırk yıl çalıştıktan sonra, kadro darlığı
yüzünden işinden çıkarılan bir memur, Paşa’nın
karşısına çıkar: - Çok muhterem vâli Paşa’mız hazretleri, diyerek söze başlar. Dilekçe yazmak için gerekli kâğıdı ve pulu alacak param bile yok. Bendenizi münasip göreceğiniz bir vazifeye yeniden tâyin etmenizi arz ve istirham ederim. Adım, falan oğlu filan. dilekçemin tarihi de bugündür, diye sözlü dilekçesini vâli Paşa’ya sunar. Vâli adamı dinler. Hademeyi çağırır ve tebeşir ister. Adama da sırtını dönmesini söyler ve sırtına tebeşirle şunları yazar: “Dilekçe sahibine münasip bir vazifenin verilmesi için defterdar beye…” Sonra da adama, gidip defterdarı görmesini söyler. Adam sevinerek çıkar; ancak, çok geçmeden defterdar vâlinin makamında görülür. Adamın sırtındaki yazıyı okumuştur. Bunun şaka olup olmadığını bir de vâliye sorup, emri bir de vâliden duymak ister. Ahmet Vefik Paşa defterdara: - Bunun şakası-makası yok. Bîçâre adamın dilekçe yazacak ve buna pul yapıştıracak kadar bile parası yokmuş. Onun için dilekçesini sözlü okudu. Ben de bir seferlik pul parasını affettim. Kâğıdı olmadığına göre havâleyi de tebeşirle sırtına yazdım. Zavallı adamı hemen uygun bir işe yerleştiriniz, diye emir verir. |
||
Doğru
yoldan ayrılmamak |
||
Aylaklıktan,
başıboşluktan usanan, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp doğru
yola gelmeye
karar veren mirasyedi bir adam, padişaha çıkıp, doğruluktan
ayrılmadan,
dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol
göstermesini istedi. Padişah da adama ağzına
kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi. Bunu tek bir damla bile
dökmeden şehrin
bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir damla dahi
döktüğü takdirde hemen orada
boynunun vurulacağını söyledi. Yanına da kontrol için yalın
kılıç iki gözcü
verdi. Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde,
bütün gücünü, dikkat ve
zekasını kullanarak bir damla bile dökmeden şehrin bir başından
öbürüne
götürdü. Sonra geri dönüp kralın huzuruna
yeniden çıktı. Verilen görevi
eksiksiz yerine getirdiğini söyledi. Padişah,
adama sordu: -
Şehirde ne gördün,
neye şahit oldun? O
gün şehirde pazar kurulduğu, her yanın iğne atılsa yere
düşmeyecek kadar kalabalık olduğu bir gündü. Buna rağmen
adam şu cevabı verdi. -Efendimiz,
ucunda can kaygısı da bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek
için
öylesine bir dikkat içindeydim ki, bir an bile
gözümü fıçıdan ayırıp çevreye
bakamadım. Bu nedenle ne kimseyi gördüm, ne de bir olaya
şahit oldum. Padişah,
bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yaptı: -İşte,
yaptığın her
işte, sana verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine
verirsen,
Allah'ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan,
hiç bir zaman
doğru yoldan ayrılmazsın. |
||
Doğrusu bu ateş bin altına değer | ||
Kanuni Sultan Süleyman, Halkalı yakınlarında avlanırken çıkan bir fırtınada yağmurdan ıslanmışlar. Bir eve sığınmışlar. Sultan, ateşin karşısına geçip şöyle demiş: -Doğrusu bu ateş bin altına değer. Bir müddet sonra konakladıkları evden ayrılırken padişah ev sahibine borcunun ne kadar olduğunu sorar. Köylü şöyle cevap verir: -Bin bir altın efendim. Bu
cevaba çok şaşıran padişah, bu kadar fazla ücreti
istemesinin sebebini sorar. Köylü
bunada şöyle cevap verir:
|
||
Doğum | ||
Abdülhamid
Han'ın uzun yıllar
mâbeyn kâtipliğini yapmış Tahsin Paşa, hâtıralarında
anlatıyor: -Bir akşamdı. Mabeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektup, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertipleyip huzura çıkmak üzereyken bir telgraf geldi. İstanbul'da Laleli postanesi memurlarından birinin Yıldız'a çektiği bu telgrafta, karısının o gece doğum yapacağı, doğumun çok zor olacağına dair doktorlar tarafından dikkat işareti verildiği, elinde hiçbir vasıta bulunmadığı ve Merhamet-i Şâhâneye sığındığını bildiriyordu. Bu telgrafa kıymet vermedim ve onu listeye almadım. Huzurda Padişah, âdeti icabı her şeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti: -Başka bir şey var mı? Telgrafı söyledim ve arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı arzettim. Emir verdi: -Hemen getiriniz. Getirdim... Dikkatle okudu ve derhal mütehassis bir tabip ve bir yaverle doğru Laleli'ye giderek doğumu kontrol altına almalarını, benim de kendilerine refakat etmemi ferman etti. Gittik ve işimizi bitirip sabaha karşı döndük. Bir de ne görelim?! Hünkâr, bahçe üzerindeki odasında, ışıkları açık, cama vurarak bizi çağırmıyor mu? Sabaha kadar uyumayıp bizi beklediğini anladık. Neticeyi sordu. Doğumun zor olduğunu, fakat müdahaleyle kadının kurtulduğunu, çocuğa 'Abdülhamid' isminin verildiğini, 'ihsan-ı Şahane'nin de aile reisine teslim edildiğini ve adamın ağlayarak ömür ve devletlerine dua ettiğini anlattım. Bizi ayakta dinledi, sadece rahatladığını gösteren bir 'oh' çekti ve sabah namazına durdu. |
||
Dörtyüz kese altın | ||
Öküz
Mehmed
Paşa, Ulukışla’nın bir aşireti olan “Oğuz” aşiretindendi. Fakat
Türkmenler
arasında Oğuz kelimesi, Okuz olarak söylenir ve yazılırdı.
Buna
nisbetle Mehmed Paşa’nın adı Okuz Mehmed Paşa olmasına rağmen,
yazılırken yapılan
bir hata ile Öküz olarak meşhur oldu. Sultan I. Ahmed’in
damadıdır. Kızı
Gevherhan Sultan ile evlenmiştir. Mehmed Paşa’nın ilk vazifesi, Mısır
Valiliğidir. Daha 27 yaşında
iken Gevherhan Sultan ile evlenmiş ve hemen Mısır Valiliğine tayin
edilmişti.
Hatta padişah, kızına, kocasının önceden gidip yerleşmesinden
sonra, arkadan
kendisini gönderebileceğini söylemiş fakat Gevherhan Sultan,
kocası nereye
giderse onunla beraber olmak istediğini söylemişti. Paşa Mısır’a
gelip makamına
oturunca, onu tebrik etmeğe önce vergi tahsildarları geldi. El
öpüp yanyana
sıralandıktan sonra en yaşlıları geldi ve atlas keseler içinde
bir sandık
takdim etti. Mehmed Paşa bunun ne olduğunu sorunca: -Paşam,
her tayin edilen
valiye hediyemizdir. İçinde 400 kese altın vardır. Mesele
anlaşılır. Mısır’ın
muazzam vergilerini toplayanlar, bunun mühim bir kısmını da
kendilerine
ayırıyorlar, bu duruma ses çıkarmamaları için de her
gelen valiye rüşvet
veriyorlardı. Böylece halkı istedikleri gibi soyacaklardı. İşte o
anda kıyamet
koptu. Paşa yerinden fırladı ve salonu titreten bir sesle bağırdı: -Bre
vicdansızlar,
Bre reziller, Bre Allah’dan korkmazlar!... Sizlerde hiç mi ahlak
kalmamıştır?
Defolun!... Hepinizi azlettim. Sonra
da beraberinde getirdiği Hasan Çavuş’u
çağırdı ve: -Bu
altın keselerini hazineye irad kaydet ve bu rezilleri de derhal
sürgün et. Bir daha Mısır’a uğramasınlar! |
||
Dahiliye Nâzırı
Ahmet Reşit Bey
anlatır: 1902 yılı
Ramazan
ayının 15. günü Hırka-i Saadet'i ziyaretten dönen II.
Abdülhamid Hân, Hazine-i Hümâyûn'da bulunan
Sultan III. Mehmet'e ait murassâ
sorgucu ister. Sorguç, bir heyet tarafından yerinden alınır ve
Bağdat Köşkü'nde
padişaha takdim olunur. Hasan Şevkı Bey, huzurdan çıkınca,
Başmâbeynci Hacı Ali
Paşa'ya dert yanar: - Efendimizin
ulu
ecdâdı, Hazine-i Hümâyûnlarına birçok şey
koymuşlar, vermişler, fakat buradan bir habbe bile çıkarmamışlar
ve alamamışlardır.
Eğer şevketmeâb efendimiz bu sorgucu götüreceklerse,
doğrusu bu âcizi çok
mahzun edecekler. II. Abdülhamid
Hân, kızı Ayşe Sultan'a yaptıracağı taca örnek
tutmak için istemiştir sorgucu. İtiraz kendisine arz
edildiğinde, bunu geçici
olarak aldığını, bayramın birinci günü iade edeceğini
belirtir ve Hasan Şevkı
Bey'e teslim edilmek üzere, bir de senet imzalayarak verir. Ve
bayram gelir çatar.
Yıldız Sarayı'nda yapılan bayramlaşma töreninden sonra, Hasan
Şevkı Bey, söz
konusu senedi Başmâbeyncinin eline tutuşturur ve "iâdenin
temin buyurulmasını"
ister. II. Abdülhamid Hân da senedini geri alıp sorgucu
verirken şöyle
der: |
||
Eğer biz padişah isek | ||
Sultan II. Murad, “Oğlumu hâl-i hayatımda tahta geçirem, tâ ki gözüm bakarken görem, ne vechile padişahlık eder” diyerek 13 yaşındaki oğlu Şehzade Mehmed’i tahta geçirdi. Çocuk
yaşta
bir hükümdarın tahta çıkması Avrupalıları ümide
düşürdü. Osmanlılara karşı bir
haçlı seferi hazırlıklarına girişildi. Polonya Kralı Ladislas,
yanına
Macaristan kralı Yanoş Hunyad’ı da alarak 100.000 kişilik bir
haçlı ordusuyla,
Osmanlıları Balkanlardan atmak için sefere çıktı.
Veziriazam Çandarlızade Halil
Paşa, durumu Sultan Murad’a anlatıp derhal ordunun başına
geçmesi gerektiğini
bildirdi ise de kabul etmedi. Bunun üzerine genç padişah
II. Mehmed, hemen
babasına mektup göndererek şunları yazdı: -Eğer
padişah siz iseniz, bu müşkil
vaziyette devletinizin başında olmanız icab eder. Yok eğer padişah biz
isek,
size emrediyorum, hemen ordunun başına geçiniz! |
||
Ellisinide Ona Vurun | ||
Sultan
Üçüncü Murad Han'ın
müsahiplerinden biri huzurdan ayrılırken bahşiş
verileceği sırada padişaha şöyle der:
-Padişahım, bu gün altın istemem. Onun yerine bana yüz değnek vurulsun. Padişah yüz değnek vurulmasını emretmiş. Dayağın elli sopası vurulunca müsahip şöyle demiş: . -Durun, bir ortağım var, ellisini de ona vurun. Padişah ortağın kim olduğunu sorar: -Her gün beni davet eden Bostancı, seni ben çağırdım diyerek verilen bahşişin yarısını elimden alıyor. Bugün bana vurulan sopaların yarısı onun olsun. |
||
Emniyetli Bir Kimsesin | ||
Koca
Ragıp Paşa, bir gün
ansızın, yaptırdığı kütüphaneye gitti. Etrafı ve kitapları
toz toprak içinde
görünce kütüphane memurunu çağırdı ve ona: -Aferin Hâfız-ı Kütüb! Doğrusu pek emniyetli bir kimsesin. Sana teslim edilen eşyaya hiç el sürmüyorsun, dedi. |
||
Eşekler neyin nesi? | ||
Çevresindekilerce
gizliden gizliye "Öküz" olarak adlandırılmış olan Mehmet
Paşa'nın
komuta ettiği ve İran'a karşı düzenlenen bir seferde, ordu komuta
heyeti kışlak
çadırında toplanmış taarruz planlarını gözden
geçirirlerken, birliklerin iaşesi
ve taşıma işleri icin getirilmiş öküzlerden biri
çadırın aralığından kafasını
uzatıp gözlerini Öküz Mehmet Paşa'ya dikmiş.
Çevresindekiler gülmemek icin
kendilerini zor tutmuşlar, biraz tebessüm ederlerken, ökuz
gitmiş. Ancak bir
süre sonra tekrar gelip, başını yine içeri uzatmış ve yine
uzun uzun Öküz
Mehmet Paşa'yı süzmüş. Bu sefer çevresindekiler artık
kendilerini tutamayıp
kahkahaları basmışlar. Herkes gülmekten kırılırken, Ökuz
Mehmet Paşa,
-Bu
hayvan bana ne diyor biliyor musunuz?" diye sormuş. |
||
Fransızlar korkak ademlerdir | ||
19.yüzyılda
Almanya nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında
Almanlar, öbür
yakasında da Fransızlar oturuyordu.
Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı. O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar. Mektupta şöyle denmektedir: "Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in dehalifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın." Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar: "Fransızlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir." Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur: "Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir." Bu olay, Mülhaymli'lerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a bağlı Karlsruher Müzesi'ne koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlarlar. |
||
Gece yarısı doğurmasın | ||
Mora isyanı sırasında İstanbul’un bozulan asayişini düzeltmek maksadıyla maruf Çengeloğlu Tahir Paşa İstanbul inzibatına baş tayin edildi. Paşa, pek ziyade şiddet gösteriyor, fakat, İstanbul’da o zamana kadar görülmemiş bir huzur temin ediyordu. Bir gece emir hilafına sokağa çıkan bir adam yakalandı, ertesi günü huzuruna çıkarıldı. Paşa sordu: - Sen
geceleri sokağa çıkmanın yasak olduğunu bilmiyor musun? - Paşam biliyorum
biliyorum ama, bizim hanım doğuracaktı da ebe aramaya çıktım. |
||
Gelin Alayı | ||
Kanuni'den
sonra yerine
geçen II. Selim (Sarı Selim) ilk defa, ordunun başında sefere
gitme adetini
bozmuş ve eğlenceye başlamıştı. Böylece her alandaki
bozulmanın temelini de
atmış oluyordu. Zira mükemmel olan ilk on Osmanlı padişahından
sonra, Sarı
Selim'in çapı çok düşüktü.
İran Şahı, Sarı Selim'in padişahlığını tebrik etmek üzere Edirne'ye Şah Kulu adında bir elçi gönderir. Padişahın emriyle Şemsi Paşa da tertipli ve güzel giyinmiş küçük bir ordu ile, hediye kervanını uzak mesafeden karşılamaya çıkmıştı. Şah Kulu, Osmanlı askerindeki bu gösterişini çekememiş ve alaylı bir şekilde: -Uzaktan
askerinizi
gelin alayına benzettim, deyince, Şemsi Paşa derhal elçinin ağzının payını şu sözleriyle vermiştir: -Evet
haklısınız. Çaldıran'da da gelin almaya gelen bu askerdi. Bilindiği
üzere, 1514
Çaldıran Savaşı'nda Şah İsmail'in tacı, tahtı ve
hazinesiyle birlikte hanımı
da ele geçirilmiş ve İstanbul'a getirtilerek Tacızade Cafer
Çelebi'yle
evlendirilmişti.
|
||
Geri
kalanları da say,
vereyim! |
||
Bir
gün birisi,
Fatih Sultan Mehmed Han'ın yoluna çıkıp: -Yüz
yirmi
dört bin
peygamberin her birinin hakkı için bana bir akçe ihsan
eyle, demiş. Sultan: -
Yüz
yirmi dört bin
peygamberi, bana birer birer say, her biri için değil birer,
onar akçe vereyim,
diye cevap vermiş. Bu
kişi, ancak
on beş
kadar peygember ismi sayabildi. Sultan kendisine, bunların her biri
için onar
akçe verdi ve: |
||
Geri Verilen Yemin!. | ||
Yıldırım
Bayezid üzerine gelen Haçlı ordusunda en mükemmel cinsten on bin
Fransız
süvarisi vardı ve bunlara Burgondiya dukasının henüz yirmi iki
yaşındaki oğlu,
gayet mağrur Prens Korkusuz Jean kumanda ediyordu. Fransızlar: -Gök düşecek
olsa mızraklarımızın ucunda tutarız!" diyorlardı. Korkusuz Jean
da Yıldırım Bayezid'i esir edeceğini söylüyor; ona neler yapacağı
hakkında
yüksekten atıp tutuyordu. Niğbolu
Muharebesi Türk ordusunun zaferiyle bitti. I.Korkusuz Jean ve daha
birçokları
esir düştüler. Yıldırım,
onlara iyi davrandı. Memleketlerine gönderirken bir daha kendisine
karşı silah
kullanmayacakları hakkında yemin ettirdi. Bununla beraber Korkusuz
Jean'a dedi
ki: -Bu
yemini sana geri veriyorum. Eğer şerefli bir adamsan silahını yeniden
ve mümkün
olduğu kadar çabuk eline al; benimle harp için bütün hükümdarlarla
birleş. Bu
hoşuma gider, zira bana parlak bir zafer daha kazanmak fırsatını vermiş
olursun.
|
||
Git Şu Paşa’ya Sor! | ||
Ahmet
Vefik Paşa
Paris Büyükelçisi iken İmparator III. Napolyon’un yeni
yaptırdığı bir opera
binasının açılış törenine davet edilir. Tören
sırasında Ahmet Vefik Paşa,
Napolyon’a en yakın locaya kurulmuş, tavır ve davranışlarıyla
imparatora hiç
aldırmayan bir izlenim verir. Bu umursamazlığa içerleyen
Napolyon, Ahmet Vefik
Paşa’ya bir adamını göndererek:
-Git şu Osmanlı Paşasına sor, kendini hâlâ Kanuni devrinde mi sanıyor, der. Adam gelir ve Napolyon’un dediklerini aynen aktarır. Ahmet
Vefik Paşa bu soruya aynı umursamazlıkla şu cevabı verir: |
||
Hep Bir
Ağızdan Konuşmayın |
||
Sultan
Dördüncü Murad Han'ın, Bağdat seferi sırasında
kurduğu divanda müzakereler devam ediyordu. Herkes düşüncesini
söylemekte iken
bu sırada dışarıda ahırların birindeki eşekler de anırmaya başlamış.
Bunun
üzerine padişah şöyle demiş:
- Hep bir ağızdan konuşmayın, zira dışarıda zırlayanla içeride dırlayanı fark edemiyoruz. |
||
Hepsinden Daha Samimi | ||
Fatih
Sultan Mehmed Han, İstanbul'u fethettikten sonra, bir çok şair,
kasideler yazıp
fethi kutlamışlardı. Sultan da kendilerine bol bol hediyeler veriyordu.
Bir
gün, Anadolu'dan yeni gelmiş bir şair de şu ve vezinsiz beyti
Sultana gönderdi: Yediğin bal ile kaymak, güzergahın çayır olsun! Fatih Sultan Mehmed. Han'ın, bu şairi huzuruna davet ederek pek çok ihsanlarda bulunması yakınlarının merakını mucip oldu ve: -Efendimiz, bundan çok daha beliğ kasidelere daha az caize verdiğiniz halde, bu cahil herifin iki satırına acaba neden bu kadar kıymet verdiniz? diye sordular. Sultan
Mehmed Han şu cevabı verdi: |
||
Herkes
yediğinden ikram eder |
||
Yavuz Sultan Selim han
zamanında, İran şahı kıymetli mücevherlerle
süslü bir
sandık hediye gönderiyor. Sandık açılıyor. İçinden
çeşit çeşit değerli taşlar,
kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat bir de pis bir
koku yayılıyor.
Dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor. Neyse en alttaki
bohçadan insan
pisliği çıkıyooooor..
Yani
Osmanlıya acayip bir hakaret! Cihan padişahı emir veriyor, herkes
düşünsün,
buna ince bir şekilde cevap vermemiz gerekir. Ve cihan padişahı yine
çözümü
kendisi buluyor. Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla
süslü bir sandık
hazırlatıyor. İçine o zamanın imal edilen gül kokulu en
nadide lokumlardan bir
kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve
bir satır yazı. Gönderiyor. Şah
sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve
en altta bir kutu lokum. Anlam
veremiyorlar tabii. Bizim elçi yiyor önce, sonra
oradakilere ikram ediyor.
Kutunun içindeki pusulayı Şah okuyor:
"Herkes yediğinden ikram eder!!!" |
||
İki Haklı Olursa | ||
Bir
kadıya
sormuşlar:
- Davayı nasıl halledersiniz? - Haklıyı haklı, haksızı haksız çıkararak, demiş. - Ya ikisi de haklı olursa ne yaparsınız? Kadı
bu soruya
şu cevabı
vermiş: |
||
İki Arslan Karşı karşıya | ||
Bağdat'ın
eski
valilerinden ali Paşa av meraklısı idi. bir gün ava
çıkmıştı. Çölde bir aslanın hücumuna uğradı.
Paşa'nın yanındakiler çil yavrusu gibi dağıldılar. Arslan,
paşanın bindiği atıparçaladıktan sonra, çekilip gitti.
Perişan bir halde yara almadan Bağdat'a dönen Ali Paşa, kendisini
yalnız bırakıp kaçanlardan intikam almaya karar vermişti. Paşanın böyle arslan saldırısından ziyansız kurtulması, maiyetindekileri sevindirmekten ziyade korkutmuştu. Fakat istemiyerek de olsa, geçmiş olsun demeye geldiler. İçlerinden biri, ağız açmasına meydan vermeden hemen Paşa'nın eteğine sarıldı ve: -Kusurumuzun büyük olduğunu biliyoruz, fakat se, bizi mazur gör. İki arslan cenk ederken, bizim gibi kelplerin orada ne işi olabilirdi? |
||
İki Yusuf'un hikayesi | ||
1-18.
asırda, Osmanlı sarayında Vâlide Sultan olarak 40 yıla yakın
yaşamış olan 4. Sultan Mehmed Hân'ın annesi Turhan Sultan,
Ukraynalı bir köylü kızı idi. 9-10 yaşlarında Tatarlar
tarafından kaçırılmış ve Osmanlı sarayına Süleyman Paşa
isminde bir vezir tarafından verilmişti. Turhan Sultan, esircilerin
eline düştüğü zaman, köyünde 1 yaşında bir
erkek kardeş bırakmıştı. Bu çocuk da 8-9 yaşında iken Tatarlar
tarafından çalınıp İstanbul'da bir manava satıldı. Yusuf adı
verilen ve Müslüman olan bu çocuğu, manav, bir baba
şefkati ile büyüttü. Yusuf büyüyünce,
İstanbul'da Manav Güzeli lakâbı ile şöhret buldu.
Birgün bu dükkânın önünden geçen
Vâlide Sultan, Manav Güzeli'ni uzaktan görür
görmez kardeşi olduğunu anladı. Çocuğu saraya getirdi.
Vâlide Sultan kardeşini bulunca pek çok sevindi. Manavı
memnun edip, Yusuf'a devrin kıymetli hocaları elinde ciddî tahsil
yaptırttı, fakat devlet işlerine karıştırtmayarak kendisini kâhya
tâyin etti. Manav Güzeli Yusuf, ölünceye kadar
İstanbul'da zengin ve kibar bir hayat sürdü.
2-Dalmaçya'nın Nadin kasabasında Sancak Beyi'nin ahırında uşak olarak çalışan 13 yaşında bir çocuk vardı. Bu kimsesiz çocuğa bir dul kadın acıyarak, çıplak ayaklarına bir çift kocaman partal kundura giydirmişti. O sıra Nadin'den bir Kapıcıbaşı geçti. Bu çocuğun zekâ ile parlayan gözleri ve güzelliği dikkatini çekti. Çocuğu İstanbul'a getirdi. Onu saraya verdi. Enderun'a verdi. Çocuğa, güzelliğinden ötürü Yusuf adı verildi. Nadinli Yusuf kısa bir zamanda yükselerek Kaptan Paşa oldu. Birgün Nadin'e, Paşa'nın bir adamı geldi ve Sancak Beyi'ne mühürlü bir meşin torba verdi. Bu mektupta da şunlar yazılıydı: 'Falan yerde oturan Marya isminde bir dul kadın vardır; bu torba, eğer sağ ise, o dul kadına verilecektir.' Kadın sağ idi, çok fakir düşmüştü. Torba kendisine teslim edildi. Torbanın içinde bir çift kocaman partal kundura vardı ve içleri altın doldurulmuştu. Paşa, torbanın içine kısa bir mektup yazmıştı: 'Anacığım, bir kış günü, donmuş çıplak ayaklarına bu kunduraları giydirdiğin kimsesiz çocuk, ölünceye kadar seni unutmayacaktır.' |
||
Kâmil eşek | ||
Eşref,
İzmir'in kazalarından birinde kaymakam iken, İzmir valisi olan
Kâmil Paşa,
o kazaya teftişe gelmiş. Vali kazaya geldiğinde Eşref bir eşeğin
sırtında tur
atıyormuş. Eşref o halde gören Kâmil Paşa Eşref'in dikkatini
çekmiş: - Aman dikkat et Eşref, eşek seni düşürmesin! - Meraklanmayın paşa, eşek kâmildir. |
||
Kamuoyu | ||
Namık
Kemal, kötü bir havada
kayıkla Beşiktaş'tan Üsküdar'a geçiyormuş. Deniz bir
ara iyice azmış ve kayığı
alabora etmeye başlamış. Namık Kemal "ah" "vah" diye korku belirtileri göstermiş. Kendisine refakat edenlerden biri büyük şaire sitem etmiş: - Üstadım, biz de kayıktayız; bizimki de can. Yalnız siz niye telaş ediyorsunuz? Namık Kemal, yazı ve konuşmalarıyla milletin sesini duyurmaya çalıştığını hissettirecek şu karşılığı vermiş: -
Kendi canımı, sizin canınızı
düşündüğünüzün çeyreği kadar
düşünmem. Benim endişemin sebebi, bu kayık batarsa
onunla birlikte kamuoyunun da batacak olmasıdır.
|
||
Kapı gıcırtısı!.. | ||
Fuat Paşa, bu yüksek görevlerinden dolayı Avrupalı devlet adamları, politikacı ve diplomatlarla devamlı münasebet halinde olmuş, bu itibarla aralarında geçen birçok nükteli olay günümüze kadar gelmiştir. Fuat Paşa’nın nükteleri çok duyulmuş olsa da her konuşulduğunda zevk verecek kadar zariftir... Fuat Paşa, Batılı diplomatlarla görüşme yaptığı bir sırada, bulundukları yerde açılıp kapanan kapı gıcırtı yapar. Batılı bir diplomat bu gıcırtıdan hareketle Osmanlı Devletinin yönetim yeri olan Bâb-ı Ali’yi (Yüce Kapı) kastederek: - Kapı gıcırdıyor (imparatorluk sallanıyor), der. “Grese ihtiyaç var!” Fuat Paşa bu, durur mu? Anında cevabı yapıştırır: - Gres’e (Greece) (hem makine yağı hem de Yunanistan’ın Batı dillerindeki adı, bir anlamda yağlanmaya, bir anlamda Yunanistan’ın yeniden bize bağlanmasına) ihtiyacı var!.. |
||
Karınca | ||
Avrupalıların 'Muhteşem
Süleyman'
lakabıyla andıkları Kânunî Sultan Süleyman Hân,
'Muhibbî' mahlası ile çok güzel şiirler yazmıştır.
Şiirlerinden bir kısmı toplandı.Bir gün, saray bahçesindeki
ağaçların karıncalar tarafından istilâ edildiğini
görüp, karıncaların öldürülmesi hususunda,
zamânın Şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi'den
fetvâ istedi.
Suâli şiir şeklinde olup, şöyleydi: Dırahtı (ağacı)
sarmış olsa karınca Yarın divânına Hakkın varınca Süleyman'dan alır hakkın karınca. |
||
Kavuk yerine miğfer | ||
Osmanlı Devletinde en büyük yenileşme hareketlerini yapan Sultan II. Mahmud, bütün bu icraatları için Şeyhülislam Mehmed Tahir Efendi’den fetvalar almıştı. Bilhassa Yeniçeri ocağının kaldırılması için verdiği fetvaya çok memnun olan padişah, ona çok kıymetli bir elmas yüzük hediye etmişti. Yeniçeri ocağının
kaldırılmasından sonra kurulan Nizam-ı Cedid ordusunun kıyafetleri de
Avrupa’dan örnek alınmıştı. Bilhassa Yeniçeri kavuğu yerine
miğfer giyilmesi gerekiyordu. Bunun için de yine
Şeyhülislam’ın fetvası gerekliydi. Mehmed Tahir Efendi saraya
davet etdildi. Padişah, Şeyhülisamı, yüzü güneşe
karşı gelecek şekilde oturttu. İkindi güneşi, Tahir Efendi’nin tam
gözüne geliyor ve onu fazlasıyla rahatsız ediyordu. Bu
yüzden devamlı olarak eliyle güneşe karşı gölgelik
yapmaya çalışıyordu. İşte istediği fetvayı almak isteyen padişah
o esnada sordu:
-Efendi Hazretleri, görüyorum ki güneşe dayanamadınız, ya benim askerlerim, kafirlerle güneşe karşı nasıl harbederler, diye sorunca Şeyhülislam: -O halde kavuk yerine miğfer giyilebilir, şeklinde padişahın istediği fetvayı verdi. |
||
Kaz Göndersem Yolar mısın? | ||
Çok
soğuk bir kış günü
padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini
alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler.
Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış: - Selamünaleyküm ey pir'i fani... - Ve aleykümselâm ey serdar'ı cihan... Padişah sormuş: - Altılarda ne yaptın?" - Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor... Padişah gene sormuş: - Geceleri kalkmadın mı?" - Kalktık... Lakin ellere yaradı... Padişah gülmüş: - Bir kaz göndersem yolar mısın? - Hem de ciyaklatmadan... Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş: - Ne konuştuğumuzu anladın mı?" - Hayır padişahım... Padişah sinirlenmiş: - Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım. Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hâlâ orada çalışıyor. - Ne konuştunuz siz padişahla... Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş: - Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim. Baş vezir, yüz altın vermiş. - Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu. - Ben dericiyim. Onun
sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi. Vezir kafasını kaşımış. - Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek? Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış. - Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim. (32 ise ağızdaki dişten kinaye, boğaz) Vezir bir soru daha sormuş... - Geceleri kalkmadın mı ne demek?" Adam bir yüz altın daha almış. - Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim... Vezir gene kafasını sallamış. - Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek... Adam gülmüş. - Onu da sen bul... Bilgelik ömrümüze anlam
katmakla kalmayıp imtihanı kazanmamızı da sağlar. Makamlar gelip
geçicidir. Önemli olan bulunulan mevkiin hakkını verebilmektir.
|
||
Kimin abdesti var ki? | ||
Fuat Paşa
bir gün
Beyazıt Camii'ne
namaz kılmaya gitmişti. Namaza dururken arkasındaki yardımcılarına da
namaz
kılmalarını söyleyince, "kılamayız efendim," cevabını almıştır. Sebebini sorunca da: "Abdestimiz
yok."
dediler. Bunun üzerine Fuat Paşa: "Kimin abdesti var ki ... " dedi. |
||
Kolayı var | ||
İmparatorluk
dönemi
şairlerinin en esprililerinden biri olan şair Haşmet'in (18. yy.)
kendine göre
aptalca işler yapanların adını kaydettiği gizli bir defteri varmış. Kim
ahmakça, akılsızca bir iş yapsa adını oraya işlermiş. Haşmet'in böyle bir defter tuttuğundan haberdar olan padişah (3. Mustafa) bir yolunu bulup bu defteri elde etmiş. Padişah zevk ve merakla bu defteri karıştırırken, aptalca işler yapanların listesi demek olan bu defterde kendi adına da rastlamış. Hemen şair Haşmet'in huzuruna çıkarılmasını emretmiş. Şair karşısına çıkınca vakit kaybetmeden paylamaya başlamış: - Bu ne küstahlık! Sen nasıl oluyor da benim adımı böyle aptallar listesine kaydediyorsun? - Efendimiz sakin olunuz, izah edeyim. Siz geçenlerde baş seyise yüklü bir para vererek cins bir Arap atı almaya gönderdiniz. O kadar parayla Arabistan'a gönderilen kimse artık geri döner mi? Bunun için sizin adınız da orada bulunuyor. - Peki, ya baş seyis geri dönerse? - Kolayı var efendimiz, sizin adınızı siler onunkini yazarız.. |
||
Kuyumcu
Ustasından Bin Sopa Yiyen Şehzade |
||
Kanuni
Sultan Süleyman, şehzadeliğinde kuyumculuğu öğrenmesi
için babası tarafından
İstanbul'un en meşhur kuyumcu ustası olan Kostantin'in yanına
çırak olarak
verilmişti. Belli saatlerde ustasının yanına gider ve çıraklık
yapardı.
Henüz tecrübesiz olduğu ilk günlerinde ustasını kızdırmış ve Kostantin Usta yemin ederek Şehzade Süleyman'a: -Eğer
şu işleri iyi çıkarmazsan sana bin değnek vuracağım"
diyerek yemin
etmişti. Şehzade Süleyman da bunu annesi Hafsa Sultan'a anlatmıştı. Validesi, Kostantin Usta yı çağırarak, oğlunu affetmesini rica edip kendisine ihsanda bulunmuştu. Kostantin Usta ise, aldığı altınları, Şehzade Süleyman'a vererek: -Al bunları, eritip beş yüz tel çubuk haline getir!" dedi.Şehzade Süleyman söylenileni yaptı ve ustasına verdi. Kostantin usta onu dövmek için yemin etmişti ve bunu bir şekilde yerine getirmek istiyordu. Şehzade Süleyman'ı falakaya yatırdı ve elindeki beşyüz altın çubukla ayaklarına iki sefer vurdu. Bu suretle yeminini iki sefer vurduğu beş yüz çubukla yerine getirmiş oldu. |
||
Macar Subayının Kızı | ||
Sultan II. Murad
devri.
1441 senesinde Macaristan üzerine yapılan
bir akında, Akıncı birliklerimiz pusuya düşürüldü
ve bir çok asker ile birlikte Akıncı kumandanlarından
Rüstem bey de esir edildi. Rüstem bey, gayet yakışıklı ve
zeki bir gençti. Macar kumandanı ondan hoşlandı ve kendi
hizmetine aldı. Konağında ona bir oda verdi ve bütün şahsi
işlerini ona havale etti. Gayet dindar olan Rüstem Bey, şartlar ne
olursa olsun beş vakit namazını bırakmaz ve vakti girince hemen
kılardı. Her işin üstesinden kolayca gelmesi ve kıvrak zekası
sayesinde ibadetine kimse karışmıyordu. Macar subayının genç bir
kızı vardı. Gayet güzel ve zeki olan bu kız, Rüstem Beye aşık
olmuştu. Fakat bir Müslümana olan bu hislerini kimseye
söyleyemiyordu. Rüstem Beyi uzaktan takibeder, bilhassa namaz
kılarken gizlice onu seyreder, hayran hayran bakarak gözyaşları
içinde; “Allahım, bana da bu Osmanlının dinine girip, onun gibi
ibadet etmeyi nasib eyle!” diye yalvarırdı. Genç kız bu aşk ve
hasretten hastalanarak yatağa düştü. Hiçbir hekim onun
derdine çare bulamadı. Artık son anlarını yaşıyordu.
Bütün ailesi başına toplanmışlar, gözyaşları
içinde dua ediyorlardı. Kız bir ara gözlerini açarak; -Esirimiz olan o Osmanlıyı da görmek istiyorum, dedi. Rüstem beyi hemen çağırdılar. Kız, ona yaklaşmasını işaret etti ve yakınına gelince kulağına; -Bizim buralarda âdettir, bir kadın ölünce mücevherleriyle birlikte gömerler. Ben ölüyorum. Yarın mezarıma gel ve tabutumu aç, yanıma koyacakları mücevherleri al. Onları satarak parasını babama ver ve böylece hürriyetine kavuş, dedi. Biraz sonra da bir şeyler mırıldanarak ruhunu teslim etti. Yüzü nurlanmış, sanki gülümsüyordu. Ertesi gün mezarlığa giden Rüstem Bey, kızın mezarını açtı. Tabutun kapağını kaldırınca, gördüğü manzara karşısında şok geçirdi; tabutta yatan, kendi babasıydı. Fakat bu nasıl olurdu; kendi memleketi, buradan bir aylık mesafede bir Anadolu kasabasıydı. Rüstem bey biraz sonra kendini toparladı ve tabuttaki mücevherleri alarak mezarı kapattı. Ertesi gün çarşıya giderek mücevherleri sattı ve Macar subayına bu altınları vererek kendisini serbest bırakmasını istedi. Macar subayı; -Ben senin hizmetinden memnunum. İstersen burada hür olarak yanımda çalışmaya devam edebilirsin, istersen memleketine dönebilirsin, dedi ve bir emanname yazarak ona verdi. Rüstem bey hemen yola çıktı ve haftalarca yol giderek memleketine ulaştı. Bir akşamüzeri evine geldi. Kapıda oğlunu gören annesi, sevincinden az kalsın bayılıyordu. Bir müddet hasret giderdikten sonra Rüstem bey, babasını sordu. Annesi; -Oğlum baban sizlere ömür, geçen ay vefat etti, dedi. Rüstem beyin içine bir kurt düşmüştü. -Tam olarak gününü ve saatini biliyor musun anne? diye sordu. Aldığı cevap onu daha çok hayrete düşürdü. Çünkü babası, Macar subayının kızı ile aynı anda ölmüştü. Rüstem bey o gece mezarlığa giderek babasının kabrini buldu. Yanında getirdiği kürekle mezarı açtı. Bir de ne görsün! Mezarda yatan Macar subayının kızı idi. Bembeyaz kefene sarılmış, yüzü ay gibi parlıyor, sanki Rüstem beye gülümsüyordu. Daha taptaze duruyordu. Hemen mezarı kapatarak eve döndü. Ertesi gün annesinden, babası hakkında bilgi istedi; -Anne, babam nasıl birisiydi? -Oğlum, biliyorsun, baban hocaydı. Talebelere ilim öğretir, camide vaaz verirdi. Fakat kendisi bunları tam tatbik etmezdi. En mühimmi de, gece yarısı guslü icabettiren durum olunca, ‘Şu gusül olmasa ne iyi olurdu, gecenin bu vaktinde nasıl gusledilir, nereden çıktı bu’ diye söylenirdi.” Rüstem bey, o zaman bu işin hikmetini anladı. Namaza aşık olan bir kafir kızına son nefeste iman nasib olmuş, bir farzı lüzumsuz gören bir hoca da imansız ölmüştü. |
||
Mahkemeye hazırım | ||
III.
Selim Han gayet cesur, silahşörlükte de hüner sahibi bir
kimseydi. Zaman zaman tebdil-i kıyafet ederek halkın arasına karışır,
istek ve şikayetlerini öğrenirdi. Bir gün tersane kahyası
kıyafetiyle akşam vakti Sultanahmed civarına çıktı.
Maiyetindekiler de kalyoncu neferi gibi giyinmişlerdi. Sultanahmed
Camiinden aşağı Sokollu Mehmed Paşa yokuşundaki tenha yerlerden aşağı
inerlerken bir kadın feryadı işittiler. Hemen oraya yöneldiler.
Yeniçeri tulumbacılarından bir zorba, bir kadının yolunu
çevirmiş;- Yürü benimle! Diye zorluyordu. Kadın da; -Kardeşim! Ben ehl-i namus bir kadınım. Evim Küçükayasofya’da. Çocuğum hasta. Eczaneden ilaç aldım. İşte elimde. Evime dönüyorum. Bana ilişme. Mahalleme gel sor... diye feryad ediyordu. Tulumbacı ise sarhoş, gözü kararmış, küfürler savurarak bıçağını çekmiş, tehdide başladı. Kadın, o anda oraya yetişen, kalyoncu kıyafetindeki padişah ve maiyetini farketti ve onlara: -Aman kaptan ve kalyoncu din kardeşlerim!... beni bu herifin elinden halas edin diye yalvarmaya başladı. Bunun üzerine tulumbacı işi daha da azıttı ve yatağanına el atıp padişahın üzerine yürüdü. Fakat silahını henüz yarısına kadar çıkarmağa bile vakit bulamadan, Sultan Selim kılıcını çekerek adamı belinden ikiye böldü. Ertesi gün de Babıâlî’ye şu tezkereyi gönderdi: “Sokollu Mehmed Paşa yokuşunda maktul olan tulumbacıyı ben öldürdüm. Veresesi var ise şer’an mahkemeye hazırım” |
||
Masrafsız Hayat | ||
Abdülaziz
Fuat Paşa
ile beraber Paris’e gittiği zaman eski Şehremini muavini Ömer Faiz
Efendi de
maiyetindekilerle berabermiş. Hazret latifeci, nüktedan birisi
imiş. Fuat Paşa
Paris Şehreminine iadei ziyarete giderken Faiz Efendi’yi de belediyeci
olmak
münasebeti ile yanına almış. Laf arasında Paris Emini, İstanbul’un
nasıl
sulandığını ve masrafının ne kadar tuttuğunu sormuş. O zaman İstanbul
sokakları
sulanmazmış. Ömer Efendi Fuat Paşa’ya: - Paşam,
masraf yoktur; kahveci, berber, bakkal ve aşçıların himmetiyle
sulanır. Bunların nargile suyu, çirkefi varken masrafa ne gerek
var diyelim mi?
demiş.
|
||
Mumla ararsın | ||
Fitnat
Hanım, çok güzel,
henüz sakalı bile çıkmamış bakkal çırağı bir
delikanlıya âşık olmuş. Bu nedenle
bir bahane bulup sık sık bakkala, delikanlıyı görmeye gelirmiş.
Bunu duyanlar
delikanlıya,
-Fitnat
Hanım gelip sana dikkatle baktığı zaman: "çok
bakma
güzel, âteş-i
hüsnümle (güzelliğimin ateşiyle) yanarsın" de, diye
öğretmişler. Gerçekten
Fitnat Hanım gelip kendisine bakınca delikanlı bu
dizeyi söylemiş. Şair, hazır cevap Fitnat Hanım da hemen cevabı yapıştırmış: -Hattın
(sakalın) çıkınca sen
de beni mumla ararsın.
|
||
Nasıl olsa gülemez... | ||
Çok zengin ama geçimsiz, dirliksiz bir adam, bir cariye satın almak için esir pazarına gitmiş. Kendisine çok güzel bir cariye göstermişler. Adam beğenmiş. Fakat güldüğü zaman çirkin dişleri göze çarpıyormuş. Adam bu yüzden kararsızlığa düşmüş. Bu esnada yanında bulunan meşhur İzzet Molla bu geçimsiz adama akıl vermiş: -Efendimiz, bu cariyeyi kaçırmayın. Nasıl olsa devlethanenizde ona gülmek nasip olmaz. |
||
Neden Gülmemiş | ||
İstanbul'un
nüktedan kişilerinden
Ahmed Bey bir davette çok güzel bir fıkra anlatır.
Davette bulunan herkesi
güldürür. Yalnız mecliste bulunan Hasan Bey hiç
gülmez, Hasan Bey'in bir
arkadaşı:
-Birader,
Ahmed Bey'in
anlattığı fıkraya niçin gülmedin? |
||
O
Sahibine Teslim Oldu |
||
Sultan
İkinci Murâd Hanın otuz
bin
akçe değerinde bir atı vardı. At, yanına kimseyi
yaklaştırmıyordu. Birgün Sultan Murâd, Emîr Sultan'ı
ziyâret için gittiğinde; -Biz sizin için bir at almıştık. Siz nasıl isterseniz öyle yapalım. Atı getirecek birisini verin de atı size gönderelim. dedi. Bu arada Emîr Sultan'ın yanında bulunan talebelerinden, Hacı Baba denilen bir zât vardı. Sultânın sözü üzerine; -Ah! Hocam bu hizmeti bize verse de, atı alıp gelsem, atın timar ve bakım işlerini yapsam, diye kalbinden geçirdi. Emîr Sultan hazretleri ona dönerek; -Ey Hacı Babam! Gidin o ata, Senin şimdiki sâhibin, Allahü teâlânın emrine mutî olup, fermânına mahkûm olmuştur. Sen dahî sâhibine tâbi olup, Allahü teâlânın emrine itâat edip, kötü huylardan vazgeçer misin? deyin. Bakalım ne işâret eder? dedi. O da hemen atın yanına gidip, hocası Emîr Sultan'ın dediklerini söyleyince, at üç defâ başını önüne eğip kaldırdı. O, hemen hocasının yanına gidip durumu arz etti. Bunun üzerine Emîr Sultan; -Hacı Baba, o kötü huylarını terk etti. Siz ondan kaçmayın, onu tımar edin, dedi. Bunun üzerine, Hacı Baba, hiç korkmadan atı alıp, eve getirdi. Emîr Sultan hazretleri o ata binip, Cumâ günleri câmiye giderdi. Hacı Baba da, her gün o ata binerek pazar işlerini görürdü. O atı bir kenara bağlar, çarşıya giderdi. At, yanına yaklaşmak isteyen bâzı kimselere saldırır, onları öldürmek isterdi. Onlar, o attan canlarını zor kurtarırlardı. Daha sonra bu saldırdığı kimselerin bid'at, kötü îtikâd sâhipleri olduğu anlaşıldı. Atın yanından Ehl-i sünnet itikâdında olan biri geçse, ona başını eğip, sâkin sâkin dururdu. Bu hâli o kadar meşhûr olmuştu ki, çarşı halkı o atı görünce, bid'at sâhiplerine yanına yaklaşmamaları için tenbihte bulunurlardı. |
||
O
Su İçerken Bile
Besmele Çekmez |
||
Şeyhülislam
İbn Kemal
hazretIerine
birisi gelip, Şair İşretı'yi çekiştirmeye başlamış ve:
-Efendimiz, Şair İşretı şarap içerken besmele çekiyormuş. Bu küfür değil mi?" diye sormuş. İbn Kemal hazretleri de demiş ki: -Ben Şair İşretı'yi çok iyi tanırım. O su içerken bile besmele çekmez. |
||
Okuyup Yazma
Bilmediğin
Halde |
||
Valilikten
ayrıldıktan
sonra tekaüt
aylığına kudretli kaleminin hasılatını da eklediği halde maişet
sıkıntısından kurtulamayan Süleyman Nazif, bir gün Galata
Köprüsü'ndeki bir dilenciye: - Okuyup yazma bilir misin? diye sordu. Dilenci bilmediğini söyleyince Nazif hiddetlenmiş görünerek: Be adam, dedi, okuyup yazma bilmediğin halde dilenmeye utanmıyor musun? |
||
Okuryazar | ||
Meşhur
Hattat
Yesarizade
Mustafa İzzet Efendi’nin şöhretine güzel yazıdaki
büyük mahareti kadar basit
ilmi ve yalan derecesindeki mübalağaları da yardım etmişti.
Kendisi Keçecizade
İzzet Molla ile pek sıkı fıkı ahbap idi. Bir gün II. Mahmut, İzzet
Molla’ya bu
sıkı fıkılığın sebebini sordu ve şu cevabı aldı:
- Ben biraz okurum, fakat yazım fenadır. Onun da okuması kıt, fakat yazısı güzeldir. İkimiz bir araya gelince bir adam oluyoruz. |
||
Osmanlı Donanması | ||
Osmanlı donanmasıyla Venedik donanması arasında savaş çıkmış. Venedik donanmasının komutanı Andrea Doria imiş. Gözcü Osmanlı donanmasının yaklaştığını fark edince hemen Andrea Doria'ya haber vermiş: -Osmanlı yaklaşıyoor. Andrea Doria sormuş: -Kaç gemi var? Gözcü: -10-20 kadar. Komutan hemen emir erini çağırmış: Oğlum bana hemen kırmızı gömleğimi getir. Emir eri şaşırmış: -Niçin komutanım? Andrea Doria: -Savasırken
yaralanacağız. Kan izi belli olmasın ve de askerlerin cesareti
kırılmasın diye... Bu arada gözcüden yine ses gelmiş: Efendim 50 kadar oldular. Andrea Doria heyecanlanmış ve emir erine tekrar seslenmiş: -Gömleği
boşver.
Sen bana kahverengi pantolonumu getir... |
||
Osmanoğlunun Ölüsünden Böyle Kaçarsın |
||
Karamanoğlu 2. Mehmed Bey, Osmanlı Hükümdarı Çelebi Mehmed Han ile akraba olmasına rağmen, onunla sürekli savaşırdı. Bir defasında Osmanlı askeri Rumeli’de seferdeyken, 1413 senesinde Bursa’yı kuşatmış, fakat kaleyi savunan Hacı İvaz Paşa’yı teslime mecbur edememişti. Bunun üzerine kendi öz dayısı olan ve bütün dünya Müslümanlarının kahraman sıfatıyla tanıdıkları Yıldırım Bayezid Han’ın kabrini yakmak gibi akıl almaz bir harekette bulundu. Ağustos ayında, Edirne’de vefat etmiş olan Musa Çelebi’nin cenazesinin Bursa’ya getirilmekte olduğu haberini alınca, Bursa kuşatmasını bırakarak geri çekilme emrini verdi. Bu emri gururuna yediremeyen “Harman Danası” lakaplı bir subayın Karamanoğluna sorduğu şu soru, onun idamına sebep olmuştu:“Sultanım, sen Osmanoğlu’nun ölüsünden böyle kaçarsın, eğre dirisi gelseydi halin nice olurdu!” |
||
Parlayan Kılıç | ||
Venedik elçisi
Antonio Giustiniani, Yavuz Sultan Selim'in huzuruna girer. Yeri öpüp
itimatnamesini sunar, görüşmesini tamamlar. Ülkesine döndüğünde herkes,
adeta bir ütopya medeniyetinin sultanı gibi gördüğü, hayalinde
canlandırmaya çalıştığı Cihan Padişahı Sultan Selim Han'ın nasıl birisi
olduğunu sorar:- Göremedim, der Giustiniani... Merak ederler : -Odasına girdiğin, yanına kadar gittiğin halde nasıl göremedin? Giustiniani şu müthiş itirafda bulunmak zorunda kalır: -Kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım. Venedik elçisinin bu sözlerini duyan haşmetli hünkar: -Paşalarım, der. Osmanlı 'nın kılıcı parladığı sürece düşmanların başı daima öne eğik kalır. Amma Allah korusun, bu kılıç bir kınına girerde paslanmaya başlarsa, o zaman işte bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve bize birgün yukardan bakar. |
||
Sakalını
Un Çuvalı Dibinde Ağartmışsın |
||
Tarık
Gazetesi'ni, imzasını atamayacak kadar cahil olan Filip Efendi
çıkarıyordu.
Saraya yakın olduğu için de şımarıktı. Gazetesinde kendisinden
bahsedilirken
"Saadetlu Filip Efendi Hazretleri" yazılırdı. Hakkı da vardı,
Çünkü
ula rütbesini haizdi.
Ahmed Vefik Paşa 1882'de Bursa valiliğinden ikinci defa olarak sadrazam olunca Filip Efendi, Tarık Gazetesi'ne kinayeli bir bend yazdı. Molyer'in bütün eserlerini açık Türkçe ile tercüme eden sadrazamın Bursa'da iken tiyatro ile pek fazla meşgul olmasından, hatta sahnede suflörlük yapacak kadar tiyatroya düşkünlüğünden bahsederek imalı bir şekilde alay etti. Ahmed Vefik Paşa son derece sinirlendi. Filip Efendi'yi Bab-ı Ali'ye getirtti ve sorguya çekti: -Sen
nerelisin? dedi. -Karamanlıyım,
Efendimiz. -O halde, 'Karaman'ın koyunu, sonra çıkar oyunu' sözünü duymuş olacaksın. -Duydum Efendimiz. -O
sözün ne demek olduğunu anladın mı? -Hayır Efendimiz. -Sakalını un çuvalı dibinde ağartmışsın. İnsan kendi memleketini hatırlatan bir sözün aslını merak edip öğrenmez mi? Sana bir iyilik olsun diye şu eksiğini ben tamamlayacağım. Uşaklarını çağırarak emir verdi: -Yatırın şu katırı! Saadetlü Filip Efendi
Hazretleri Bab-ı
Ali sofasında ve kalem efendilerinin alkışları arasında tam yüz sopa
yer |
||
Sen Bunu İte Yalattın! | ||
Nükteleriyle büyük bir şöhret kazanan ve Keçecizâde Fuad Paşa’yla bile fıkra yarışına giren Hasırcızâde Mehmed Ağa, bir gün atının üstünde Antep caddelerini dolaşmaya başlar. Bir ara elinde yoğurt kâsesi taşıyan bir çocukla karşılaşır. Ağanın canı çekmiş olacak ki, kâseyi çocuğun elinden alır ve taze yoğurdun üst tarafından biraz yer. Bu sırada çocuk ağlamaya başlayınca Hasırcızâde şöyle der: - Evlâdım ağlama! Annene Hasırcızâde yedi dersen sana kızmaz. Elindeki kâseyle ağlamaya devam eden velet, söyleyeceğini söyler: -Annem inanmaz! "Sen bunu mutlaka bir ite yalattın" der ve beni döver! Hasırcızâde bu olaydan sonra, "Beni ilk defa işte bu çocuk mat etti” demiş. |
||
Sen Yalnış Yere Gelmişsin | ||
Azledilen
memurlardan
biri, Yedikule'deki Hacı Evhad
Tekkesi şeyhi Küçük Efendi'ye gelir, himmet rica eder.
Şeyh Efendi kendisine
şöyle der:
-Ey oğul! Bab-ı Ali denilen bir tekke vardır. Şeyhine Sadrazam derler. Vazife talebinde bulunanlar ona gidip himmet isterler. Sen buraya yanlış gelmişsin! |
||
Seni dervişliğe kabul etmem | ||
İstanbul
kuşatılmış, fakat bir türlü alınamıyordu. Fatih, hocası
Akşemseddin’e, dua etmesi için ricada bulunuyordu. Bir gece
Akşemseddin hazretleri çadırına kapandı, sabaha kadar dua etti
ve sabahleyin de padişaha, Edirnekapı tarafından büyük bir
hücum başlatılmasını tavsiye etti. Hemen hücuma
geçen asker, öğleye kadar surlara çıkmayı başardı ve
öğle den sonra İstanbul fetholundu. Bu hadiseden sonra Akşemseddin
hazretlerinin büyüklüğünü daha iyi anlayan
Fatih, hemen onun yanına geldi ve kendisini de dervişliğe kabul
etmesini istedi. Fakat Akşemseddin hazretleri bunu reddetti. Fatih
bunun sebebini sorunca: -Dervişlikte bir hal vardır ki, onun tadını tadan, dünya işlerinden ve saltanattan el çeker. Halbuki sizin böyle yapmanız, memleketin perişan olmasına sebep olur. O zaman siz de, ben de günaha girmiş oluruz. Padişaha lazım olan şey, güzel ahlak ve adaletperver olmaktır, cevabını verdi. |
||
Senin
Karlarını
Uludağ'a Toplattım |
||
Ahmed
Vefik Paşa vali olduğu sırada Bursa'da çok ağır bir kış olmuş ve
her taraf
karla dolmuş. Vali o zamanlar fermanlı olarak Uludağ'ın karlarını
toplayıp
satmak hakkına sahip olan buzcubaşıya emir salmış:
- Çabuk şehirden karları toplat, demiş. Buzcubaşı ise: - Pekela, sabah olsun toplarım, cevabını vermiş. Fakat o gece bir lodos esmiş ve bütün karları eritmiş. Ertesi sabah buzcubaşı valiye gitmiş ve: -Vali paşamız, hani benim karlarım? Onları sizden isterim, çünkü toplatmasaydım bana ceza verecektiniz. Şimdi zararımı ödeyin, ben onları toplatıp kuyulara dolduracaktım, yarın da satıp para kazanacaktım, demiş. Ahmed Vefik Paşa'da ona:- Senin karlarını Uludağ'a toplattım. Git oradan al, demiş. |
||
Sır
saklamasını bilir misin? |
||
Osmanlı
Padişahı
Yavuz
Sultan Selim Han, bir çok Osmanlı Padişahı gibi, sefer yapacağı
yeri saklı
tutar, kimseye söylemez, hatta askerleri bile nereye gittiklerini
bilmezdi.
Bir
gün
yine sefer hazırlıkları başlayınca paşalarından biri Sultan’ a nereye
sefer
yapılacağını sordu, cevap alamayınca da ısrar etti. Bunun
üzerine
padişah,
paşaya mânidar bir şekilde baktıktan sonra şöyle sordu:
- Paşa, sen sır saklamasını bilir misin? Paşa sesini iyice alçaltarak: -Evet padişahım, çok iyi sır saklarım! Bunun üzerine Sultan kaşlarını çattı ve öfkeyle bağırdı: - Yaaaa öyle mi? Ben de bilirim. |
||
Siz
Henüz Kutunun Zarfını Açtınız |
||
Estergon
kalesi ile
alakalı anlaşma müzakeresi için
Osmanlı ve Nemçe (Avusturya) elçileri bir Macar
generalinin mezarı yanında
buluşmuşlardı. Avusturya murahhaslarından Palffi, teşbihlerle
konuşmayı bir
adamdı. Türk elçilerinden tarihçi Peçevı
İbrahim Efendi de hazırcevaptı.
Palfibir aralık:
-Biz,
Müslümanları bizden öncekilerin
açmaya cüret
edemedikleri bir kutuya benzetiriz.Onlar: "Bunun
içinde ne vardır?" diyenlere "bu içi
dopdolu
yılan, çıyan, akreptir. Eğer bu kutu açılırsa bunlar
memleketimize yayılır,
halkı sokar ve öldürürler" cevabını verirlerdi.
Hepsi biribirinden
işiterek buna inanmışlardı. Bu kutu açılmasın, alem benim
zamanımda harap olmasın,
diye her imparatorumuz bir kilit daha vururdu. Şimdi lazım oldu,
kutuyu açtık.
Meğer bomboşmuş. Yazık o itikatIa geçen ömrümüze!
Peçevı İbrahim Efendi de ona sordu: -Ya şimdi o görüşte misiniz ki sizden öncekiler bunu bilmemişler ve hata etmişler" Palfi: "Evet"
cevabını verince, İbrahim Efendi: "-Sizden
öncekiler
yanılmamışlar, yanılan sizlersiniz.
Zira siz henüz kutunun üzerindeki zarfı açtınız.
Kutunun kapağını açmadınız.
Bundan sonra açılırsa o korkunç mahlukun zararını
görürsünüz!" cevabını
verdi.
Ve çok geçmeden Osmanlı ordusu Eğri zaferini kazandı. |
||
Size Naklediyor muyum? | ||
Abdülaziz
Paris’te
iken, III.
Napolyon bir gün Fuat Paşa’ya, Abdülaziz ile ilgili bazı
latifeler yapar ve
Paşa’ya da sıkı sıkı tembihte bulunarak:
- Sakın bunları padişah hazretlerine söyleme! der. Paşa da şu latife ile teminat verir: - Bu pek tabiidir haşmetmeap. Padişahımızın sizin hakkınızda söylediklerini de size naklediyor muyum? |
||
Size de Yemin Ettirdi mi? | ||
Sultan Üçüncü Mustafa
Han, nükteleriyle
meşhur Şair Haşmet'i merak edip görmek
istemiş ve bu arzusunu Koca Ragıp Paşa'ya söylemişti. Paşa da
"Efendim,
Haşmet hakikaten nüktedan bir
adamdır ve nedim olmaya layıktır. Ancak kendisi pek arsız ve aç
gözlüdür.
Korkarım ki, ihsanınıza kanmayarak sizi rahatsız eder. İstirham
ederim,
kendisine bir şey ihsan buyurmayınız!"dedi.i Haşmet huzura çıktı ve pek çok nüktedanlık yaptı. Sarayda üç gün kaldı, fakat hiç ihsan görmedi. Üçüncü günün sonunda tekrar huzura çıktı ve veda etti. Yine ihsan görmedi. Saraydakilerle vedalaştı, yine ihsan yok. Belki çıkışta verirler ümidiyle kapıya vardı, yine ihsan yok. Ağalara göründü, ihsan yok.. Geri döndü, huzura çıkmak için izin istedi. Padişah onu kabul etti: -Hayrola,
hani
gidiyordun,
niye geldin? diye sordu.
Şair Haşmet yer öptü, sonra pek müteessir bir halde: "Efendimiz", dedi.
Ragıp
Paşa beni buraya gönderirken bir şey istemememi
tenbihle yemin ettirdi.
Bende bir şey istemedim. Fakat
giderken de bir
ihsan çıkmayınca da merak
ettim,
acaba size
de, Haşmet'e ihsanda bulunmayın diye yemin ettirdi mi?"
Haşmet'in bu sözünden memnun olan padişah ona umduğundan da fazla ihsanda bulunur. |
||
Sultan
elimize su döküyor! |
||
Azîz
Mahmûd Hüdâyî bir
gün, Sultan I.Ahmed Hanla sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest
tâzelemek
istedi. İbrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh hocasına
hürmeten ibriği eline aldı
ve abdest suyunu döktü. Sultan Ahmed Hanın annesi de kafes
arkasında havluyu
hazırlamıştı.
-Hayret!
Bâzıları bizim
kerâmetimizi görmek isterler,
Sultan elimize su
döküyor, muhterem vâlidelerinin havlu hazırlıyor bundan
daha büyük kerâmet mi
olur? buyurdu.
|
||
Şahitliği
Kabul Edilmeyen Padişah |
||
Yıldırım
Bayezid Hanın bir mahkemede şahitlik etmesi gerekiyordu. Padişah
mahkeme ye
geldi ve herkes gibi o da ellerini önüne bağlayıp ayakta
bekledi. Devrin Bursa
Kadısı Molla Fenari, padişahı süzdükten sonra;
“Senin
şahitliğin kabul
değildir. Zira sen namazlarını cemaat ile kılmıyorsun. Elinde imkanı
olduğu
halde cemaate gelmeyen bir kimse, yalancı şahitlik edebilir demektir.” Bu
itham
karşısında herkes Yıldırımın hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o
boynunu büküp
mahkemeyi terk etti ve hemen sarayının yanına bir cami inşa ettirmeye
başladı.
|
||
Şehid Oldu İki Gâzi... | ||
Hasırcızade'den
bir gün
yeni Müslüman olmuş yoksul bir gayrimüslim için
yardım istemişler. Mehmet Ağa
da o zamanın en değerli parası olan iki tane "El-Gâzi" altını
yardımda bulunmuş. Fakat arkasından bir nükte savurmadan edememiş:
-Müslüman oldu bir Kâfir, şehid oldu iki Gâzi. |
||
Tazıya Muska | ||
Sultan
Bayezid, şehzadeliği sırasında ava olan merakından dolayı cins tazılar
besletirmiş. Maiyetinde bulunan sipahilerden birisi, şehzadenin
gözüne girmek
için cins bir tazı alır. Fakat ne talim yaptırdıysa, ne kadar
uğraşdıysa
nafile. Sipahinin tazısı bir türlü Şehzade Bayezid’in
tazılarının hızına ve
çevikliğine ulaşamaz. Sipahi, çareyi civarda yaşayan
Buharalı Mustafa Dede’nin
kapısında arar. Bir gün Kızılırmak’ta tuttuğu balıkları bir
söğüt dalına dizip
Mustafa Dede’nin kapısına dayanır. Kapıyı onbeş yaşlarında bir
delikanlı açar.
Bu, şeyhin oğlu Hamdullah’dır. Delikanlı
sorar: -Babam
evde yok, hacetiniz ne
idi? Sipahi
boyun büküp der ki: -Balıkları
babanıza hediye getirmiştim. Tazıma
muska yazdıracaktım. Hamdullah
bakar ki balıklar taze: -Ağam,
gam çekmeyin.
Muskayı ben de yazarım, babamdan ruhsatım var, der. Muska
yazılır, tazının
boynuna asılır. Artık sipahinin tazısı şehzadenin tazılarına göz
açtırmaz.
Nerede bir av varsa, ilk önce sipahinin tazısı avlar. Bayezid’in
emri ile tazı
huzura getirilir. Bakar ki boynunda bir muska asılı, emreder
açtırır. Muskada
şunlar yazılıdır: Tamah
ettim semeğe (balığa) |
||
Töredir Han'ım | ||
Bir
defasında da, Karacahisar'ın fethinden sonra kurulan pazardaki
esnaftan vergi
alınması yolunda, Osman Gazi'ye Germiyan'dan birisi gelerek teklif
verdi. Ve
şöyle dedi:
-Han'ım bu töredir, bütün memleketlerde vardır ki padişah alır. Osman Gazi sordu: -Allah
mı buyurdu? Yoksa beyler mi yaptılar? O adam: -Töredir
Han'ım. Geçmişten kalmıştır, dedi. Osman Gazi çok öfkelendi: -Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu? Kendi malı olur. Ben onun malına ne koydum ki bana akçe ver, diyeyim. Bre kişi, var git. Artık bu sözü bana söyleme de sana zararım dokunmasın." dedi. "Bizim vilayetimizde üç lokma helal vardır. Biri madenIer, biri vergi, biri de savaşlarda alınan ganimettir. Bizim askerimiz, gazi askeridir. Şimdi bunlara helal lokma gerektir. Kim askerine haram lokma yedire, o asker haram yiyen olur. Haram yiyenin de vefası olmaz, diye ekledi. İşte, Padişahın hak gelirden başkasına iltifat etmediği görülmektedir. Bu yaklaşım ise, Osmanlı'yı cihan devleti yapmıştır. |
||
Tövbe
et çünkü
ölümün yakındır |
||
Sultan
II. Murad Han vefatından önce bir gün gezmeye
çıkmıştı. Bir köprü aşında bir dervişe rastladı. Selam
verdi.
Derviş yaklaşıp: -Hey padişahım! Tövbeye niyetlen, çünkü vâden yakındır! dedi. Padişah, dervişe teşekkür edip dualarda bulundu. Kendisine ölümü hatırlatanı çok sever, Allahü Teâlânın rızası için yapılan nasihatleri can kulağı ile dinlerdi. Yanında bulunan İshak Beye dervişi sordu. Emir Sultan’ın müridlerinden olduğunu söyledi. Emir Sultan’ın adını duyan padişah da: -Bunda bir hikmet var” dedi ve tevbe-i nasuh etti. yanındaki bey ve paşalara dönüp: -Yarın mahşer gününde şahit olun. İşte bütün günahlarıma tevbe ediyorum, dedi. Dervişe izzet ve ikramda bulundu. Sonra geri dönüp sarayına gitti. Daha kapıdan girerken başına bir ağrı düşüp hastalandı. Her Müslüman gibi hazırladığı vasiyetnameyi çıkardı. Veziri Çandarlı’ya verdi. Vasiyetnamesinde, kendisinden sonra oğlu Mehmed’in Sultan, Çandarlı’nın da vezir olmasını arzu ediyordu. Vefat edince Bursa’ya götürülmesini ve orada medfun bulunan büyük oğlu Alâaddin Ali’nin yanına defnedilmesini istedi: "Vücudumu doğrudan toprağa gömün. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, yağmuru üstüme yağsın. Hükümdarlar gibi üstüme kubbe yapmayın. Mezarımın çevresinde Kur’ân-ı Kerim okuyanların oturması için yerler yapsanız yeter. Cuma günü defnolunmak arzumdur” dedi. Mekke ve Medine fukaralarına gönderilmek üzere ve türbesi için kendi öz malından bir miktar para ayırdı. Vasiyetinin sonuna doğru da şöyle dedi: “Ve dahi vasiyet eyledik ki, bir yakut yüzüğümüz vardır, bir yanında deliği olup 95.000 akçeye alınmıştır. Ağırlığı bir miskalden ziyadedir. Onu satıp kabrimiz yanın da Kur’ân-ı Kerim tilavet edenlere sarf edeler. Tâ ki tükeninceye dek. Ve dahi vasiyet ederim ki, bir elmas taşlı yüzüğümüzü dahi satıp günde 70.000 kere kelime-i tevhid çektireler. Bir nice yedi gün buna devam edeler. Sonra satıp borcumuzu ödeyeler”dedi. Vezirlerini şahit tutup her birine imzalandı. Üç gün hasta yattıktan sonra Hakk’ın rahmetine kavuştu. |
||
Uğursuzluk | ||
Avcı
Sultan Mehmet bir
gün adamlarıyla beraber akşama
kadar bir keklik bile vuramaz. Bunun sebebini de, sabahleyin
gördüğü bir
dervişin uğursuzluğuna bağlar. Solaklara seslenir. Saraydan
çıkarken, şu şu
tipte, sivri külahlı, sırtı kambur birinin önünden
geçtiğini söyler ve hemen bu
adamı bulmaları emrini verir. Tarife göre Bektaşi babalarından
ayyaş Hamza
Babayı yaka paça huzura getirirler. Sultan: - Bre uğursuz, nabekar! Bugün sabahleyin karşıma çıktın. Bu yüzden akşama kadar bir ava rastlayamadım. Bu ne uğursuzluktur. Vurun kellesini... Bektaşi bakar ki kelle elden gidiyor. Son bir dileğini açıklamak için söz alır: - A devletlim siz beni gördünüz bir keklik vuramadınız. Ama insaf ediniz, benim de bugün ilk gördüğüm sizdiniz ve kellemi kaybediyorum. Söyleyin, uğursuzluk hangimizde! |
||
Unutulmaz
bir iftar çilesi |
||
İlmiye
sınıfından
Şemseddin Efendi o
akşamüzeri köşe penceresinin önünde oturmuş iftar
saatinin gelmesini bekliyordu. Birden Rumeli Kazaskeri’nin at
üzerinde ve çevresinde adamları olduğu halde sokak başında
belirdiğini gördü. Allah Allah, bu civarda kimin konağına
gidiyordu bunlar? Şemseddin Efendi pencereye yapışmış ve gözlerini
daha da açmış bakarken, şaşkınlığı iyice arttı.
Çünkü, kafile onun evinin önünde durdu ve
kapı tokmağı vurulmaya başladı. Apar topar fırlayan ve önce hareme
dalan efendi, -Aman hanım! Rumeli Kazaskeri teşrif buyurdular. Ona göre sofrayı hazırlat! dedikten sonra merdiven başında gelenleri karşıladı. Ama o da ne! Daha misafirler yerine oturmamıştı ki, Anadolu Kazaskerinin maiyeti ile birlikte çıkageldiği haber verilmez mi? Şemseddin Efendi tekrar hareme koşmak için seğirtirken, Eski Rumeli Kazaskeri, onun ardından üçer beşer ilmiye ricali sökün etti. her seferinde “Şunlar da geldi ha! Bunlar da geldi ha!” ihtarlarından bunalan anımı isyan etti: -Ben bu sıkışıklıkta bu kadar adamı neyle, nasıl doyurayım? Bana ne, umduklarını değil, bulduklarını yerler!” dedi. Üstelik de akın devam etmekteydi. Şimdi de Şeyhülislam Hazretleri, öncekilerden daha kalabalık bir maiyetle kapıdan girmekteydi. Varın Şemseddin Efendinin halini gözünüzün önüne getirin. Nefes nefese, kan-ter içinde kalmış. Daha kötüsü, bu kadar misafiri ağırlamak mümkün olmadığı gibi, tepesinden aşağı kaynar sular dökülüp duruyor. Tıklım tıklım dolan evde, değil yemek yiyecek, otura cak yer bile kalmamış. Ve iftara birkaç dakika kala son misafir arz-ı endam ediyor: suratında gülümseme, tavırlarında meramına erişmiş bir kimsenin rahatlığı farkedilen Veliefendizade... Şemseddin Efendi onu görür görmez, başını duvarlara vurmaktan zor alıkoydu kendisini. Ama bütün gücüyle direnmesine rağmen gözyaşlarının akmasına mani olamadı. Demek böyle bir oyun oynanacaktı ha... Nitekim ilk iftar topu atılır atılmaz, Veliefendizadenin iki adamı topluluğa seslendi: -Buyurun efendiler gidelim!.. dışarı çıktıklarında, hemen bitişikteki konağın kapısı işaret ediliyor, orada bekleyen birkaç adam da gelenleri “Hoş geldiniz, safalar getirdiniz” sözleriyle içeri buyur ediyorlardı. Konağın odalarına ve sofalarına mükellef sofralar kurulmuş, göz kamaştıracak zenginlikte iftariyelikler hazırlanmıştı. Yatsı vaktine kadar bir sürü hizmetkar mekik dokuyarak çeşit çeşit enfes yemekleri taşıdılar. Sözün kısası, anlata anlata bitirilemeyecek bir iftar sofrasıydı bu. Peki nasıl hazırlanmıştı bu oyun? Yakın dostu ve komşusu Veliefendizade, o akşam misafirleri için iftar hazırlıklarını, günlerce önceden yaptı. Fakat, Şemseddin Efendinin ağzından ilmiye sınıfının bütün ileri gelenlerine davetiyeler yazdırdı ve fakirhanesindeki iftar sofrasını şereflendirmeleri ricasında bulundu. Şeyhülislama bizzat kendisi giderek, “Şemseddin Efendinin, huzurlarına çıkmaktan teeddüp ettiği” bu sebeple kendisinin aracı olduğu gerekçesini uydurarak... Bir ara Kazaskerlik makamında da bulunan Şemseddin Efendinin bu korkunç oyunu unutmadığı, affetmediği ve “O delinin kahrını çok çektim, hepsi helal olsun. Ama bana o akşam çektirdiği azaptan dolayı hakkımı asla helal etmeyeceğim” dediği rivayet olunur. |
||
Üçünüzü
de
Öldürsün de Bizi Kurtarsın |
||
Sultan Ahmed
Hanım imamı ve
hocası
Mustafa Efendi'nin "Hocazade" namıyla maruf oğlu Mesut Efendi
ilmiye
sınıfına girdiği sıralarda rütbesinin yükseltilmesi
için kardeşiyle beraber
Şeyhülislamı rahatsız eder ve saray adamlarına da devamlı surette
şefaat
ettirirdi.
Bunların baskılarına tahammülü tükenen Şeyhülislam Yahya Efendi bızar olduğundan: -Allah hoca efendiye rahmet eylesin ki bu çelebileri okutmamış. Bu halleriyle bizi aciz bıraktılar. Ya tahsil etselerdi bunlara kim cevap verirdi? dedi. Hocazade
Mesut Efendi bir
aralık
kendisinden büyük bir rütbeye nail olunca haset eden
kardeşi Ali Efendi, biraderini
öldüreceğini annesine söyler. Kadın bu sözden
ürkerek Şeyhülislam Yahya
Efendiye müracaatla: -Aman
efendim, Ali'ye de
biraderine verilen rütbeden ihsan buyurun, Mesut'u
öldürecek!" der. Yahya
Efendi birkaç kere: -Korkma,
öldürmez." derse
de hanımı kandıramaz. Söz
uzayınca: |
||
Üstelik
de Kırmızı Şemsiye! |
||
Nezir Ağa adlı biri, Boğaz’dan geçen elçi kayığını Sadrazam Daltaban Mustafa Paşa’ya göstermek amacıyla onun yanına gelir ve şöyle der: - Şu küstahlığa bakınız Paşam. Baldırı çıplak Frenkler, nispet yaparcasına Padişahımızın kullandığı iki kürekli kayığın aynısına binmişler. Üstelik de kırmızı şemsiye kullanıyorlar. Kadirşinas bir vezir nasıl olur da böyle bir rezalete sessiz kalır? Sadrazam, hemen emir çavuşuna çağırarak emreder: - Derhal denize açılarak şu gördüğümüz elçi kayığına yaklaşıp adamların başlarından şemsiyeyi, altlarından da kayığı çekip alın. Çavuş, korku dolu gözlerle Sadrazam’a bakarak endişeyle sorar: - Ama paşam, ya boğulurlarsa? Paşa, şöyle cevap verir: - Onu da ben düşünecek değilim ya, orasını da yüzmeyi öğretmeyen annesi ile babası düşünsün.. |
||
Valide Suyu | ||
Sultan
II. Osman zamanı. İstanbul’da Hacı Mehmed Efendi isminde bir
tüccar vardı. Günün birinde, dinine bağlı bir hanım ile
evlenmek istedi. Fakat alacağı hanımın şu üç şartı kabul
etmesini istiyordu: 1-Sırtına giydiği siyah örtü, öldükten sonra tabutunun üstüne örtülecek 2-Beş vakit namazını zamanında eda edecek, velev ki ben yemeksiz kalayım 3-Cenâb-ı Hak evlat verir de ölürse, üzerindeki gelinlik ile benim önüme gelecek ve müjdeleyecek. Bu şartlarla talip olduğu birinci hanım, ilk ikisini kabul etti ve üçüncüsünü kabul etmedi. İkinci olarak istediği hanım da ilk iki şartı kabul etmedi. Nihayet üçüncü olarak istemeye gittiği hanım, bu şartların üçünü de kabul etti ve Mehmed efendi onunla evlendi. Bu evliliğinden üç çocuğu oldu. Fakat üçü de daha yaşlarını doldurmadan vefat ettiler. Hanımı söz verdiği gibi, herbirinin vefatında da gelinliğini giyerek efendisini karşıladı. Hacı Mehmed efendi de Cenâb-ı Hakk’a şükür secdesine kapandı. Üçüncü çocuğunun vefatında hanımının sol gözünden bir damla yaş aktı. Çocuğun defninden sonra Mehmed efendi hanımına: -Ey hatun! Giy bakalım şu başörtünü, dedi. Hanımı da: -Aman Hacı efendi! Ben ettim, sen etme, diye yalvardı. Mehmed efendi: -Hayır hatun, kalbini bozma. Cenab-ı Hakk’ın izniyle şöyle ufak bir gezi yapacağız. Otakçılardan çıkarak Topçular tarafına geldiler. Burada hanım susadı ve Mehmed efendiden su istedi. Mehmed efendi de: -Ey Hatun! Ben acizim. Cenab-ı Hak’tan iste, dedi. Hanım da mübarek ellerini açtı ve gökten billur bir bardak içinde su geldi. İkinci defa tekrar istedi. Mehmed efendi, yine, ben acizim dedi ve hanım ellerini açınca gökten bir bardak su geldi. Üçüncü defa yine su isteyince, gökten bir nida geldi: -Ey valide! Önümde muazzam bir nehir verdır ki, geçmeme imkan yoktur. Mehmed efendi de bu sesi işitti. Hemen hanımına seslendi: -Hanım! Ayağının sağ topuğunu yere vur! Hanım, ayağını vurur vurmaz yerden su fışkırdı. Bu suya Valide Suyu denilir ve hâlâ akmaktadır. İçenler doyamaz. Fakat eve götürülürse birkaç gün sonra acılığından içilmez hale gelir. |
||
Viyana'ya Soralım | ||
Sinan Paşa,
Avusturya'nın,
vergilerini geç ödemesine kızar. Elçiyi çağırıp sebebini sorunca, elçi: -Viyana'ya soralım, der. Bunun üzerine, kızan Sinan Paşa: -Sizin gibi adi bir yazıcıyı elçi yapmak iktidarını Viyana kralına kim vermiştir? diye gürler. Ama elçi de
kızmış ve her şeyi
göze alarak şöyle demiştir: |
||
Vükela
Meclisinde
de
Böyle Oluyor |
||
Mithat
ve Şirvanizzade
Rüştü Paşa'lar, Yusuf Kamil
Paşa'nın Bebek'teki yalısında birlikte yemek yedikleri sırada
Menas Efendi gelir. Gösterilen müsaade üzerine bir
kenara oturur. Paşalar çilek yerken Kamil Paşa: -Çileği dalgınlıkla tuza batırıp yedim, pek leziz oldu dedi. Rüştü Paşa da çileği tuza batırıp yedikten sonra: -Hakikaten pek leziz oluyor, demesiyle Mithat Paşa: Menas Efendi işitiyor musunuz, deyince Menas Efendi: -Çilek meclisinde zarar yoksa da, vükela meclisinde de böyle oluyor! cevabını verdi. |
||
Ya
Benim
İmzam Onun
Yazısının Altında Çıksaydı |
||
Süleyman Nazif'in
bir yazısının altında yanlışlıkla "Filorinalı Nazım" imzası
çıktı. Buna pek sıkılacağını tahmin eden bir zat ona:
- Geçmiş olsun üstat, başınıza bir kaza gelmiş, dedi. Süleyman Nazif: -Evet, Allah'a şükür, ucuz kurtulduk doğrusu, diye cevap vermesi üzerine o zat hayretle: -Nasıl ucuz kurtuldunuz? Yazınızın altında onun imzasını bir felaket telakki etmiyor musunuz? diye sorunca Süleyman Nazif dedi ki: - Evet ama, düşünün, ya onun yazısı altında benim imzam çıksaydı. |
||
Yemin Edeceğim | ||
Koca
Ragıp Paşa
sadrazam iken bir gün ahbaplarına hitaben:
-Rüşvet
almadığınıza yemin edebilir misiniz? dedikten sonra,
oradakiler yemini
billah ederek rüşvet almadıklarını söylerler. Mecliste meşhur Haşmet de vardı ve bir köşeye çekilmiş sessizce duruyordu. Ragıp Paşa, -
Haşmet, Rumeli de
hayli mansıplarda bulundun. Sessizce
durup yemin edemediğine bakılırsa bir hayli rüşvet almışa
benzersin” deyince,
Haşmet: - Sultanım, Müslümanlarda, yalan yere yemin edenler çatlar diye bir itikat vardır. Şimdi ben efendilere bakıyorum. Eğer çatlamazlarsa ben de yemin edeceğim” demiş. |
||
Yoksa Sefir olurdum | ||
Eski Hariciye
mektupçularından Saffet Paşazade Refet Bey bir
sefirliğe tayinini pek arzu ettiği halde mümkün olamamış. Her
devletin de birinci rütbe nişanını da almıştı. Refet Bey sefirlik
ve nişan sözü açıldıkça içini
çekerek: "Göğsümdeki nişanların ağırlığı beni yerimden kımıldatamıyor. Yoksa sefir olurdum!" dermiş. |
||
Yunan Subayı ve Pir
Emir Sultan |
||
Bursa'nın
Yunan işgâli sırasında, bir Yunanlı asker, Pîr
Emîr'in türbesine girerek, ata biner gibi mezarın
üzerine çıkıp, kötü sözler söylemeye
başladı. O anda askerin ayakları kurudu. Feryâdı üzerine
arkadaşları tarafından türbeden çıkarıldı. Durum Yunan
komutanına bildirilince, Pîr Emîr'in türbesinin
bulunduğu çevre Yunan askerleri için yasak bölge
îlân edildi.Yine Yunan işgâli sırasında Pîr
Emîr mahallesine bakan korucu, bir gün elindeki sopası ile
Pîr Emir'in mezarı üzerine vurarak;
-Mâdem velîsiniz neden Yunanlıları Bursa dan kovmuyor sunuz? Bu nasıl velîliktir?..." şeklinde konuşunca, korucu rüyâsında Pîr Emir'i görür. Pîr Emîr ona; -Vatan ve iffeti korumak size âittir. Canlılar ne gün için var. Biz mi gerek, der. Sonra korucuya bir tokat atar. Sıçrayarak uyanan korucunun ağzı çarpılır ve kısa zaman sonra ölür. |
||
Yunan
Yerine Yunmayan |
||
Bütün
Ortaçağ Avrupa'sı gibi,
Yunanistan da en
basit sağlık ve temizlik
işlerinden mahrum bir ülkeydi. Şehirler açık
çöplük, evler ahırdan farksız,
insanlar alabildiğine kirli ve pasaklıydı
.
Fatih Sultan Mehmed Han, bir gün hocası Molla Gürani ile sohbet ederken, söz bir ara Yunanlılara gelince durumu bir kelime oyunuyla dile getirdi: -Hocam, bunlar hiç yunmamışlardır. "Yunan" yerine "Yunmayan" demek daha doğru olur." der. Yunmak: Yıkanmak, yemizlenmek manasına kullanılır.. |
||
Zağarlar | ||
1908
Meşrutiyet inkılabından sonra toplanmış olan Osmanlı Meclis-;
Mebusanı'nda
Malatya Mebusu Hacı Ahmed Efendi adında bir zat vardı. Bu,
etliye
sütlüye karışmaz, Meclis'te sessizce bir kenarda
otururdu. Sadrazam Talat
Paşa bunun ne düşüncede bir adam olduğunu öğrenmek
merakına kapılmış ve
birgün kendisine Meclis'in kahvehanesinde oturup bir
çay veya kahve içme
teklifinde bulundu. Oradan buradan kendisini yoklayan Talat Paşa'ya
Hacı
Ahmed Efendi: "-Paşa!." demiş. "Uğraşma, ben memleket işlerinden anlamam. Malatyalı bir çobanım!" Talat Paşa: "-Hayır. olamaz. Senin memleket meseleleriyle alakalı olarak birtakım görüşlerin olmasaydı bizim arkadaşlarımız (irtihat ve Terakkı erkanı) seni listeye yazıp mebus (milletvekili) seçtirip buraya göndermezlerdi. Senin de memleketin siyaset ve idaresi üzerine elbette birtakım düşüncelerin vardır." diye ısrar edince Malatya Mebusu Hacı Ahmed Efendi kendisine başından geçen şu vak'ayı anlatmış: -'Paşa" demiş. "Ben gençliğimden beri çalışarak bin koyunluk bir sürü meydana getirdim. Ancak kendim de ihtiyarladım. çocuklarımı çağırıp dedim ki: -Evlatlarım! işte size mükemmel bir sürü! .. Alın idare edin! Ben artık işle güçle alakadar olmayacağım." Onlar da elimi öpüp ayrıldılar ve sürüyle meşgul olmaya başladılar. Lakin bir kaç gün sonra gelip dediler ki: "-Baba sen hiç kurda koyun kaptırır mıydın?" "-Hayır" dedim ve sordum. "-Ne oldu, niye soruyorsunuz?'" -Baba biz her gece kurtlara bir veya iki koyun kaptırıyoruz." dediler. Kendilerine sürünün idaresinde ne değişiklik yaptıklarını sordum. Dediler ki: "-Baba!
Sen bize
sürüyü dört zağarla (çoban köpeği)
teslim ettin. Biz tecrübesiziz. Ola ki; bu dört zağarla
böyle kalabalık bir
sürüyü koruyamayız diye dört tane yeni zağar
aldık."
Onlara, geceleri uyumayıp bu yeni zağarları kollamalarını ve ne görürlerse gelip bana anlatmalarını tenbihledim. Ertesi günü gelip anlattıkları şaşılacak bir şeydi: "-Vadiye
bir dişi kurt geliyormuş. Onun uluması üzerine yeni zağarlardan
biri sürüdeki
yerini bırakıp gidip onunla düzüşüyormuş. Bu zağarın
bıraktığı boşluktan
istifade eden bir erkek kurt da gelip sürüden bir koyun
kaparak dişinin yanına
getiriyor ve birlikte afiyetle yiyorlarmış."
Kendilerine dedim ki: "-O zağarı vurup öldürün!'" Öyle de yaptılar. Lakin bu hikaye devam etti. Diğer yeni zağarlar. telef olanın yerine aynı işi yapıyormuş. Onları da bu suretle teker teker vurdurttum. Bu defa şaşılacak bir şeyoldu. Aynı işi bizim eski zağarlar yapmaya başlamış. O zaman anladım ki; bu zağarlar bu meraneti birbirlerine öğretip aşılıyorlar: Kendilerine dedim ki: "-Hiç kendilerine sürü emanet edilmemiş dört tane yeni zağar bulun. Onları bizimkilerin yanına getirmeden ayrı bir yerde tutun. Sonra bizimkiler; de teker teker vurup öldürün. Artık zağarsız kalmış olan sürüyü eski zağarlarla koklaşmamış olan o dört yeni zağara teslım edin." Böyle yaptılar. Mes'ele halloldu. " Bu sözleri dikkat ve .alakayla dinleyen Talat Paşa Malatya Mebusu Hacı Ahmed Efendi'ye şu tenblhte bulunmak ihtiyacını hissetmiş: "-Hacı Efendi! Ola ki Efendimiz (İkinci Abdülhamid Han) da seni çağırtıp memleket ahvali hakkında fikrini sorar. Sakın O'na bu hikayeyi anlatma !. .. " Kadir Mısıroğlu, İthaflı Fıkralar |