|
||
Ayeti Kerimenin İndirdiği İftar Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin küçük yaşta hastalanırlar. Hz. Ali ile Hz. Fatıma çocuklar iyi olunca, ikisi de oruç tutar. Birinci gün, iftar için hazırladıkları yemeği, o esnada kapılarına gelen yetimlere vererek, iftar etmeden, ikinci günün orucuna başlarlar. O akşam iftarlığını da, yine o saatte kapıya gelip, (Allah için bir şey verin!) diyen fakir ve miskinlere verdiler. O gece de, iftar etmeden, üçüncü günün orucuna başladılar. O akşam dahi, kapılarına gelen esirleri boş çevirmemek için iftarlıklarını bunlara verdiler. Bunun üzerine, Ayet-i Kerime indi. Ayet-i Kerimenin Meal-i Alisi şöyledir: "Bunlar,
adaklarını yerine getirdiler. Uzun ve sürekli olan kıyamet gününden
korktukları için, çok sevdikleri ve canlarının istediği yemekleri
miskin, yetim ve esirlere verdiler. Biz bunları, Allahu Teala'nın
rızası için yitirdik. Sizden karşılık olarak bir teşekkür, bir şey
beklemedik, bir şey istemeyiz dediler. Bunun için, Cenab-ı Hak,
onlara Şarab-ı Tahur içirdi."
(İnsan, 7-9, 21) Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |
||
Beşikte
Oruç Abdulkadir Geylani Hazretleri, henüz iki-üç aylıkken görülen kerametlerini annesi söyle anlatır: "Oğlum
henüz birkaç aylıktı. Mübarek Ramazan ayı geldi. Birinci gün şafak
söktükten güneş batıncaya kadar bütün gün hiç süt emmedi. İkinci gün de
ayni durum tekrar edince anladım ki Abdulkadir oruç tutuyor.
İkinci
sene Şaban ayının sonuna doğru hava fazla bulutlu olduğu için halk Ay'ı
göremedi. Ramazanın başlama tarihini tespit edemediler. Abdulkadir'in
bu meziyetini bilenler hemen annesinin yanına
gidip onun süt emip emmediğini sordular. Gerçekten o gün Abdulkadir
şafaktan beri süt emmemişti. Daha sonra o günün ramazanın birinci günü
olduğu anlaşıldı.
Beşikteyken oruç tuttuğunu şu beyit ile dile getirir. "Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi. Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi. Allah ona ayağını veli kullarımın omuzlarına koy derken sebebi bu olsa gerek ... Kaynak: Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |
||
Bir Ramazan Masalı Bir varmış, bir yokmuş. Adı bilinmeyen uzak dağların ardında, hiç kimsenin duymadığı bir ülke varmış. Bu ülkede insanlar büyük büyük işler yaparlarmış; daha doğrusu öyle olduğunu zannederlermiş. İşleri büyük olunca, her anları çok yoğun olurmuş. Artık kimse kimseyi görmez olmuş ülkede... Sabah erkenden uyanan halk, işbaşı yapar; akşama kadar işinin başından ayrılmazmış. Dedik ya; büyük işlerin adamlarıymış onlar!.. O yüzden, ne doğarken, ne de batarken; onları hiç ilgilendirmezmiş güneş... Ne bahar geldiğinde kırlarda açan papatyalar, ne sonbaharda dökülen yapraklar dokunurmuş yüreklerine... Onlar papatyaların suyunu şifa diye satmayı, sonbaharda kış öncesi yakıt giderini azaltma planları yapmayı severlermiş. Kıyıda köşede kalmış hastalar, fakirler ve yaşlılar; kıyıda köşede kalırmış onlar için... "-Hayat,
bu işte!.." derlermiş. "Hastalanırsan devre dışı
olursun. Yaşlılık pilin bitmesi, iş gücünün azalmasıdır." Fakirler içinse kimse tek lâf etmezmiş. Onlar, hiç yokmuş bu ülkenin gündeminde... Gel zaman git zaman; bir gün sokaklarda tellâllar bağırmışlar. "-Duyduk duymadık demeyin! Padişahımız ağır bir hastalığa dûçâr olmuştur. Herkes, şifası için elinden geleni yapsın; duâsı makbûl olanlar el açsın; şifâdan anlayan hekimler saraya adım atsın!.." Pek
duâ eden olmamış ama; "Nasıl şifa oluruz?" diye düşünen hekimler,
ülkenin dört bir yanından saraya akın etmişler. Bir de ne görsünler;
padişah
kocaman olmuş!!! Masal bu ya; padişah yemek yemeye çok çok düşkün bir
adammış. "-Ülkeyi
yöneten adam öyle mi olurmuş?" demeyin, masal işte! Padişah yemek yiye yiye hasta olmuş; vücudu kocaman olmuş. Artık ne oturabiliyor, ne kalkabiliyormuş. Hiç kımıldamadan öylece yatıyormuş padişah!.. Sanki midesi dağ olmuş. Öyle büyümüş ki, midesi, bedeninde kalbine hiç yer kalmamış. İşe bakın siz, mide büyüyünce, kalp küçülür, katılaşırmış. Hekimler, padişaha ilaçlar yapmışlar. Az yesin diye midesini küçültmeye çalışmışlar, ama kâr etmemiş. Hele kalbi için kimse bir şey yapamamış. Belki beslenir de büyür diye, gözyaşı takviyesi yapmışlar damarlarından. Nâfile, o da işe yaramamış. Padişahın
yakınları ümîdi kesmişler. Ama kalbi sağlam bir hekim: "-Allah'tan ümit kesilmez!.." demiş. "Bu sözümü yabana atmayın! Ümit, kulların en sağlam ipidir." Onlar da, ümitlerini yeniden yeşerterek beklemeye başlamışlar. Bu güzel ve mânâ katılmış bekleyiş, ben diyeyim beş gün, siz deyin beş ay, devam etmiş. Bir gün, ülkenin sınırlarından içeriye yaşlı bir adam girmiş. Yaşlı dediysem, âsası olanlardan değil, gözü ve gönlü yaşlı olanlardan... Lâkin, kimse bilmezmiş gözünden çıkan yaşları, gönlündeki sızıyı... O, dimdik, dupduru gezmeye başlamış, Allah'ın yol verdiği bu ülkede. Az
gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Geçtiği dereler-tepeler
şenlenmiş.
Yol boyu ağaçlar, serçeler ve karıncalar fark etmiş, bu adamda bir
başkalık
olduğunu... Ağır ağır yürüyormuş adam; karmakarışık bir hayata alışık
ülke
insanlarına inat, her âna anlam katıyormuş. Güneşe gülümsüyor,
karıncalara yol
veriyormuş. O yürüyor, ardından bir "huzur" rüzgarı bırakıyormuş efil
efil... Böyle bir huzura alışık değilmiş insanlar. Ve onlar da durup
derin
derin içlerine çekmişler huzur rüzgarını. Hayat yavaşlamış ülkede. Bir
adam,
tek başına nasıl değiştirebilirmiş bunca şeyi, sözsüz, kelâmsız?!
Şaşırmışlar... Nihayet; yolunu kesip adını sormuşlar. Durmuş adam,
tebessüm
etmiş: "-Ramazan..." demiş. Ramazan'ın yürüyüşü devam ediyormuş. Ünü her yere yayılmış, saraya kadar ulaşmış. Ümidi kuşanmış saray halkı, Ramazan'ı bir lutuf saymışlar ve saraya dâvet etmişler. Saraya giren Ramazan, lükse, şatafata hayret etmiş. O geldiğinden beri çoktan ülke gündemine düşmüş gerçi fakirler... Ama, bu israf kanına dokunmuş; üzülmüş, kalbine yaşlar inmiş. Onu alıp götürmüşler, hasta padişahın huzuruna... Ramazan, içeri girince bir daha sızlamış kalbi, yine ıslanmış. Kocaman bir bedenle, kımıldamadan yatan padişaha yaklaşmış; eğilip kalbini dinlemiş. Ne cılızmış kalbi; ah ne zayıf!... Padişahın yakınlarına dönmüş Ramazan; "-Bu hastalığın hekimlik dilinde adı; şişmanlıktır. Mânevi âlemde ise biz buna «ağır ruh hastalığı» diyoruz." "-Peki, çare nedir?" diye sormuşlar. "-Çare Allah'tır, Allah'tandır. 30 gün, 30 gece kalacağım bu ülkede... İlan edin halka; 11 ay bedenler doymuştur; bir ay ruh doyacak! Fakirler kardeş bilinecek, duâları alınacak. Ve zamanın kıymetini bilecek bütün insanlar. Seheri, sabah bilecek; «vaktin oğlu» olma yarışına girecekler!" "-Vaktin oğlu mu?" demişler, şaşırmışlar. "-Biz ona «ibn-ül vakt» deriz. Ancak bu hâle erişenler, aldıkları nefesi hissedebilirler, ciğerlerinin her köşesinde... Böylece, kalbin her atışı bir hayra alâmet olur." Sonra padişaha dönmüş, Ramazan: "-Sen de biraz iyilik yap. Hâl-hatır sor güle, böceğe!.. Tâ ki, kalbinin ‘tıp tıp'larını duyasın..." Bunlardan
sonra, saraydan çıkmış Ramazan. Ardında, rüzgarını bekçi bırakmış.
Ülkenin her şehrini, sokağını, yaylalarını, ırmaklarını, ovalarını
dolaşmış.
Bir ay sürmüş yolculuğu... Bir akşam ezanı vakti, terk etmiş ülkeyi.
Bir dahaki
seneye niyetlenmiş; yine gelmeyi, yine düzen, yine sekînet getirmeyi... "-Bu masalda hiç mi kötü yok?" diye sormayın. Ramazan bir yere geldiğinde; bütün kötüler, esir edilirmiş bilinmez bir yerlerde. Gökten üç rahmet inmiş; biri padişahın cılız kalbine; biri "vaktin oğlu" olabilenlere, biri de Ramazan'ın rüzgârını yüreğinde hissedenlere... Kübra AkbetŞebnem Dergisi, Sayı 20 |
||
Bizzat Şeytan
Uğraşıyor
Bir Ramazan günü Abdulkadir Geylani Hazretleri dostları bir çölden geçiyorlardı. Hava oldukça sıcaktı. Tuttukları oruçtan dolayı açlık onların takatini kesmiş ve onları halsiz bırakmıştı. Buna rağmen, yollarına devam ediyorlardı. Bu sırada karşılarında bir ışık belirdi ve onlara şöyle seslendi: -Ben sizin rabbinizim Ramazan'da yemek içmek size haramdır. Ama şimdi size helal kıldım. Yiyiniz içiniz. Bu ilginç durum karşısında heyecana kapılan bazıları, hemen su kaplarına ve yiyeceğe el attılar. Tam bu sırada Abdulkadir Geylani hazretleri dostlarını uyardı: -Sakın oruçlarınızı açmayın! Sonra sesin geldiği tarafa dönüp: - "Euzu billahi mine'ş-şeytani'r-racim. Euzu billahimine şerri zalike" kovulmuş şeytandan Allaha sığınırım. Bu görünen şeyin zararından Allaha sığınırım, der demez nur görünen şey bir anda kapkara kesildi! Şeytan kendisini süslü göstererek onları aldatmaya yeltenmiş ama oyunu çabucak ortaya çıkmıştı. Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |
||
Cehennem
Korkusu
Sofra kurulunca; Haccac etrafa bakın fakir birisi varsa getirin beraber yiyelim dedi. Hizmetçiler yakınlarda üzerinde bir hırka olan birini gördüler. Onu uyandırıp; Seni Haccac çağırıyor, dediler ve adamı Haccac'ın yanına götürdüler. Haccac: -Gel beraber yemek yiyelim, dedi. Adam yemem diyerek Haccac'ın teklifini reddetti cevaba şaşıran Haccac sebebini sorunca: -Beni senin sofrandan daha iyi. bir yere çağırdılar. -Nereye çağırdılar? Deyince adam: -Allah'ın misafirliğine çağırdılar. Ben oruç tutuyorum deyince, Haccac
böyle sıcak günde oruç mu tutuyorsun? Deyince adam şöyle cevap verdi: |
||
Çoban ve Elma Ağacı
Yaşlı
çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma
ağacının
altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: "Hadi
bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık". Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu. Çoban,
bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de
büyükçe
bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma
ağacının
kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip
meyve
vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir
uzandı
mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl
içinde beli
bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere
yükselmişti.
Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir
evlat
sevgisiyle okşarken : "Ver
yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi." Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan. Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi. Yaşlı
adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını
istedi.
Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense birşey düşmemişti. Sonra bir
daha,
bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu.
Gözyaşları,
yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken,
ağacın
altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve
verdiği
günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her
zamankinden
fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu.
Hayvanlarını
usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her
zamankinde daha
nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden
doğmuştu
sanki çoban. Birşey hatırlamıştı. Çocuklar
gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken : "Canım"
dedi, hıçkırıp ağlayarak. |
||
Ebubekir
(r.a.) Oruç Açıyor Hazreti
Ebubekir kavurucu bir yaz günü oruç tutmuş ve akşam iftar
sofrasında sadece bir tas soğuk su vardır İftar vakti gelince soğuk su
ile orucu nu açmak için bardağı ağzına götürdü. Fakat bardağı ağzına
götürmesiyle bırakması bir oldu. Ve hıçkırıklara boğuldu bir oldu.
Yanındakiler Hz. Ebubekir'in bu haline bir anlam vermediler. Hz.
Ebubekir kendine gelince neden bir anda hıçkırıklara büründüğünü
sordular.
Hz. Ebubekir şöyle cevap verdi: Bir gün Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile otururken eliyle hareketler yapıyordu. Sanki karşısında birisi varmış gibi ona git diyordu sordum. -Ya Resullailah elini iter gibi hareket yapıyordunuz? Diye sordum. Şöyle cevap verdi; Dünya yanıma geldi kendini bana kabul ettirmek istedi, git dedim kendini bana kabul ettiremezsin dedim. -Yeminler olsun sana, sen benden kaçıp kurtulsan senden sonrakiler benden kurtulamayacaklar kendimi onlara kabul ettiririm. Hazreti Ebubekir: -Bende bu soğuk suyu içerken dünyayı kabul edenlerden mi oldum diye ağladım. O soğuk su içerken bunu düşünüyorsa biz soframıza inip kalkan yemekler için ne demeliyiz? Dünyanın kullarıyız dersek doğru olur mu? Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |
||
Gıybet Dinledim Orucum
Bozuldu Allah
dostlarının orucu akşama kadar sadece aç kalmak değildir. Onlar orucu
kendini
değil
haram ve mekruhlara onlar kendini şüpheli olan şeylere karşı
bile kendini kapatmaktır. Onların
derdi sadece akşama kadar aç kalmak değil,
tuttukları oruçla Rıza-i
ilahiye kavuşmaktır. Onlar için
yılın her
ayı ramazan ayı gibi yaşıyorlardı. Sürekli oruç tutardı.
Bir gün oruçlu iken yanında Hindistan sultanı çekiştirilip, gıybeti yapılınca; Dıhlevi hazretleri; "Eyvah orucum bozuldu" dedi. Yanındakiler; "ama efendim gıybet yapan siz değildiniz" deyince; "Gıybeti yapan da dinleyende ortaktır." hadisi şerifi ile karşılık verdi |
||
Hayvanlar
Oruç
Tutmaz
Son Asrın Evliyalarından Hacı Cemal Öğüt Fatih Camiinde, bir Ramazan gününde vaaz ediyor. Dışarıda oruç tutmayanları, başı açıkları, namaz kılmayanları görüyor, onlara bir şeyler demesi lazım, ama direkt olarak bir şey de söylemek istemiyor. Konuya şöyle giriyor: Şu Hacı Cemal var ya, bu saf hanımla nasıl yaşayacak, nasıl idare edecek, bilemiyorum." Diyeceksiniz ki: " Senin hanım çok mu saf?" Aman sormayın, o kadar saf, o kadar saf ki, isterseniz bir saflık örneği vereyim de bakın anlayın. Hacı Cemal'in de bu saf hanımla nasıl yaşayacağını siz düşünün. Efendim, öğle namazından önce abdestimi aldım, cübbemi giydim, kapıya da çıktım, buraya vaaza gelmek üzere ayakkabılarımı giyerken bizim hanım da mutfakta iftarlık yemek hazırlıyordu. Birden feryadı bastı. "Eyvah, bu da mı gelecekti başıma?" Hemen ayakkabılarımı çıkardım/mutfağa doğru koştum, baktım, mutfakta bir şey yok. Dedim ki: "Hanım, yangın alarmı verir gibi ne bağırıyorsun öyle? Ne var?" Dedi ki: "Görmüyor musun kediyi?" "Görüyorum, kediye ne olmuş?" “Daha
ne olacak? İftarlık pideleri yiyor" demez mi? Tepem attı. "Hanım sen de ne kadar cimrisin. İnsan bir pide için bu kadar çığlık atar mı? İşte camiye gidiyorum. Ne kadar pide istersen alır getiririm, hem de tazesinden" deyince, hanım bu sefer saf saf bana baktı, dedi ki: "İlahi hoca, asıl saf olan sensin! Ben pideye mi acıyorum? Görmüyor musun, şu mübarek Ramazan gününde hayvan oruç tutmuyor, oruç? Şapur şupur pide yiyor. Ben hayvanın oruç yediğine kızıyorum, ona üzülüyorum." Tepem iyice attı. Ben de dedim ki: "İlahi hatun sen bilmiyor musun ki, hayvanlar oruç tutmaz, sen bilmiyor musun ki hayvanlar namaz kılmaz, sen bilmiyor musun ki, hayvanlar açık yerlerini örtme ihtiyacı duymazlar" Cemal Hoca cemaate döner: “Nasıl bizim bu saf hatuna iyi söylemiş miyim?" Cemaatte gülüşmeler, mesaj alınmıştır. |
||
Huzura
Oruçlu Gitmek Ramazan ayının ilk günlerindeydi. Bir gece oturduğu evden dışarıya çıkan Nasuhi Efendi, dergahın bahçesinde dolaşıyordu. Onun bahçede dolaştığını gören hanımı, bahçeye çıkarak yanına yaklaştı ve "Muhterem Efendim! Bu gece vakti bu bahçede niçin gezinip durursunuz?" diye sordu. O
da; "Allah Teala bilir ama bu bayramı burada geçireceğiz. Şimdiden kendime yer hazırlıyorum." buyurdu. Hanımı
bunu işitince üzüldü; "Niçin
böyle söyleyip yüreğimizi yakıyorsunuz." dedi. Nasuhi
hazretleri; "Takdir-i
İlahi böyledir."
cevabını verdi. Aradan günler geçti. Ramazan-ı Şerif ayının orta sına geldiğinde, sevenlerini etrafına toplayıp, yerine oğlu Alaed din Efendiyi halife tayin etti ve vasiyetini bildirdi. Muhammed Nasuhi Hazretlerinin talebelerinden Şami Ahmed Efendi, vefat edeceği gün hocasını ziyaret etti. Muhammed Nasuhı Efendinin hastalığı iyice artmıştı. Şami
Ahmed Efendi ona; "Efendim
biraz az oruç tutup ilaç kullanırsanız rahatsızlığınız iyileşebilir."
deyince, Nasuhi
Efendi; "Oğlum!
Cenab-ı
Hakk'ın inayetiyle otuz senedir farzları değil
nafileleri dahi noksan yapmadım. İnşallah
bu gece dergah-ı
izzete
oruçlu giderim." buyurdu. Muhammed
Nasuhi
hazretleri vefat ettikleri gün ikindi namazından sonra hizmetinde olan
dervişlere; "Bu
gece Cüneyt-i Bağdadi, Abdülkadir-i Geylanı, Molla
Hünkar
Celaleddın, Maruf-i
Kerhı, Seyyid Yahya Şirvan, Sultan
Şaban-ı Veli ve Hocam Ali Atvel hazretleri
teşrif buyuracaklardır. Onlara hizmette kusur etmeyin. "İftar
vaktinde
Derviş İbrahim, Nasuhı hazretlerinin yanından odanın kapısına varıp
iki lokma ekmek yedi. Üçüncü
lokmayı yerken Nasuhi
hazretleri
bir defa; "Hu"
diye seslendi. Derviş İbrahim ekmeği bırakıp içeri girerken tekrar; "Hu" diye Allah Teala'nın ismini zikredip ruhunu teslim etti.- Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |
||
Mecusinin
Affı Bir Ramazan günü idi.
Müslüman
mahallesinde oturmakta olan
ateşe tapan bir Mecusi'nin küçük çocuğu Müslümanların arasında ekmek
yiyordu. Hemen babası
çocuğun bu halini fark etti:
-Oğlum Müslümanların
arasında yemek
yenir mi onlar bu günlerde
oruç tutarlar onlarca muhterem günlerdir, diyerek çocuğu azarlayıp eve
gönderdi.
Her faninin başına gelen
ölüm O'nu da
alıp götürdü ölümünden sonra
şehirde bulunan bir Allah dostlarından birçoğu Mecusi'yi rüyalarında
cennet'te gördüler. Halbuki
hayatında Allah diye ateşe
ibadet eden bir kimsenin, cennete girmesi adli ilahiye mugayirdi.
-Nasıl oldu da bu nimete eriştin! Biz seni imansız bilirdik. Hatta öldüğünde cenazen namazını bile kılmadık. Dediklerinde O şu cevabı verdi. -Evet! Doğru
söylüyorsunuz. Ben Mecusi
idim. Fakat bir gün küçük
oğlum Müslüman mahallesinde, onlar oruçlu olduğu halde ekmek yiyordu.
Ben çocuğun onların
gözleri önünde ekmek yemesine müsaade etmedim. Müslümanların hürmet
ettiği bir şeye bende
hürmet ettiğim için Cenabı-ı Allah benim ruhumu bir Müslüman olarak
aldı. Ölüm anında başıma biri
geldi. Bana "Eşhedü enla
ilahe illalah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resuıühu." dedirtti
ve ondan sonra
ruhumu teslim ettim, o sebepten bu gördüğünüz mükafata kavuştum, dedi.
Hikayenin işaret ettiği
nokta şudur. Bir
Mecusi Ramazan ayına gösterdiği
hürmetten dolayı imanın tadını alırsa, inanarak oruç tutan ve dilini
dudağını bağlaması,
şehevati nefsaniyeyi gemleyen
bir mümin ve Ramazan ayına hürmet edenin durumu nasılolacaktır, Siz
düşünün.
Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |
||
Nefse
Paye Yok
Beyazıt Bestami sultanul arifin adıyla anılır. Bir gün nafile oruç tutar ve ikindiye doğru nefsinin artık orucu kabullendiğini ve artık tutmak istediğini anlayınca Sultan-ul Arifin hemen ağzına bir kaç üzüm tanesi atar ve orucunu bozar ve kendi kendine: -Ne sana ne de bana olsun derdi. Nefsinin feryat edip; -Beni niye zararlı çıkardın? Diye çıkıştığını hissedince -Ne sen kazandın nede ben diyordu. Anlaşılan tuttuğu oruca Allahtan başkasını ortak etmek istemiyordu. Saf halis sadece onun rızası için yapmak istiyordu.Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |
||
Onlar
Oruç
Tutmadılar Peygamberimiz bir gün ashabına oruç tutmalarını emrederek: - Ben izin vermeden kimse orucunu açmasın, buyurur. Herkes orucunu tutar. Akşam olunca, teker teker
müracaat edenlere, iftar müsaadesi verir. Bu arada bir adam gelerek: - Onlar oruç tutmadılar. Bütün gün insanların etini yiyenler, nasıl oruçlu olurlar? Git onlara söyle: Oruç tuttularsa, istifra etsinler bakalım, buyurdu. Adamcağız gitti, gerekeni söyledi. Onlar da denileni yaptı ve kan parçaları kustular. Adam Resülullah Efendimize dönerek vaziyeti bildirdi. Bunu üzerine Peygamberimiz (s.a.v.): - Nefsim kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki; eğer kusmayıp bu kan parçaları midelerinde kalsaydı, onları cehennem ateşi yerdi. |
||
Onların
Ameli Yok
Allah Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem bir gün ashabıyla otururken bir an kıyametten bahsetmeye başladı. Anlatır ... anlatır, kıyamet günü kulun amellerine konu gelir. Kıyamet günü birçok kimse Tehame kadar sevapla gelir. Allah Teala onların amellerini boşa çıkarır. Bu dehşetli tablo karşısında ürperen Salim Mevla Huzafe Hazretleri atılarak; -Anam babam sana feda olsun ya Resulullah, Biz o kavmi nasıl tanıyacağız? -Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben onlardan olmaktan çok korkuyorum. -Ey Salim! Onlar oruç tutarlar namaz kılarlar ama kendilerine haramdan bir şey teklif edildiği zaman Allah Teala'dan korkmadan haram işlerler. İşte Allah onların amellerini kabul etmez. |
||
Orucu Bazen Bozmak Gerek Muhammed Bahauddin Şah Nakşibend (k.s.) Hazretlerine pişmiş bir balık hediyesi geldi. Dervişler de yanında bulunuyorlardı. Aralarında bir abid, zahid genç vardı. O gün oruçluydu. Şah Nakşibend Hazretleri o gence şöyle dedi: -Arkadaşlarına uy, orucunu aç. O
genç, böyle bir
emri kabul
etmedi; orucunu açmadı. Şah Efendimiz ona şöyle dedi: -Sen bugün orucunu aç, arkadaşlarınla ye. Ben sana, Ramazan ayında tutulan bir günlük oruç sevabı bağışlayacağım. O
genç, yine
bu emri kabul
etmedi; orucunu açmadı. Bu sefer de, Şah Hazretleri şöyle dedi: -Sen şimdi bu orucu aç, gelen şu balığı kardeşlerinle birlikte ye. Ben sana Ramazan günlerinde tutulan oruçlar kadar oruç sevabı bağışlayayım. O genç
bunu da kabul etmedi,
orucunu
bozmayacağını söyledi. Bunun üzerine, Muhammed Bahauddin Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle dedi: -Senin gibi biri ile Sultan'ül-Arifin Bayezid-i Bestami de karşılaştı; Allah ondan razı olsun. Sonra şu emri verdi: -Bunu bırakınız; zira bu, Hak'tan da, hakikatten da uzaktır. Zira o gibi kimseler, Allah'ın veli kullarının emirlerini küçümsemişlerdir. Bundan sonra Allahu Teala onu, beladan belaya çarptırdı. Dünyada uğramadığı felaket kalmadı. İçinde bulunduğu ibadet saadetinden de oldu. Zühdü de eridi; iyi hali de. |
||
Oruç
İman Ettirdi Budist bir bayan turist
2003 yılı Ramazan ayında Türkiye'ye gelir.
Birkaç günlük gezisi sırasında
kimsenin gündüz bir şey yememesi
dikkatini
çeker. Bir gün bir lokantaya girer yemek ister, burada
da bir ilginçlik vardır. Yemeğin verildiği yer dışarıdan görünmüyordur.
Bunun sebebini sorunca garson:
-Ramazan abla Ramazan, der. Turist
bayan bir şey anlamaz. Ertesi gün tanıştığı rehberini
yemeğe
çağırır o da "Ramazan" deyip geçiştirir. Merak eder
sorar, Nedir bu Ramazan rehberi bu ayın Müslümanlar için kutsal
bir ay olduğunu, bu ayda Müslümanların gündüz bir şey yiyip
içmediğini uzun uzadıya anlatır. Neden aç kalıyorlar? Niçin nasıl
gibi sorular ardı arkasına gelir ve bayan otele gider. Nasıl olurda
sadece yaratıcı yemeyin diyor kimse yemiyor şeklinde düşüncelere
dalar hem bu tanrı budaya hiç benzemiyor. İslamiyeti araştırır
ve şu kanaate varır sadece yaratıcı emrediyor diye yeme
içme gibi temel ihtiyaçlardan vazgeçiliyorsa bu fedakarlıklara
katlanılıyorsa,
bu din batıl olamaz diyerek iman ediyor ve Müslüman oluyor.
Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |
||
Oruçlu
musunuz, Değil misiniz? Senusi Hazretleri, Allah
korkusunun
fazlalığı kendisinin devamlı Allah tarafından gözetilme şuuru ve
tefekkür halinde olmak gibi sebeplerden dünyada sanki hapiste gibiydi.
O günlerini bir gün
oruçlu bir gün oruçsuz geçirirdi. Kendisini bir şey verilince yer,
verilmezse talep etmezdi. Oruçlu olduğu bazı günlerde,
-Oruçlu musunuz yoksa
değil misiniz? Diye sorulunca; -Ne oruçluyum ne de değilim derdi. Oruca niyetli olduğu için
"oruçlu.
değilim" diyemezdi. Ama kendini hakiki oruç tutanlardan oruç ıbadetinin
hakkını verenlerden saymadığı için "oruçluyum" da diyemezdi, soranlar
böyle söylemesindeki inceliği
anlamayıp:
-Oruçlu olup
olmadığınızı bilmiyor musunuz? diyenlere cevap vermez sadece tebessüm
ederdi.Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |
||
Padişah, Kölemin Kölesi Devrin
birinde padişahın biri Ramazan ayı geldiği vakit, ikindiden sonra
akşama kadar
davulcuların şenlik yapmalarını ve çalgılar çalmalarını emrederdi.
Bununla
hem günün tez geçmesini ve hem de açlığın tesirini anlamamasını
sağlamak,
isterdi. Çünkü
oruç ekseriye ikindiden sonra insana şiddetle tesir eder.
İşte yine bir Ramazan ayında padişah oruçtan fazla incinmemek için bu
şekilde
emretmişti. Bir
gün böyle vaziyette iken oradan bir kamil Şeyh geçer. Bakar
ki çalgılar çalmıyor, davullar vuruluyor, adeta kıyamet kopuyor. Kendi
kendine
şu kötülüğü kaldırmalıyım ve bu padişahı bu gafletten uyarmalım. Çünkü
bu an
iftar anıdır. Rahmet
ve mağfiretin coştuğu bir zamandır. Bu
zamanda
bu çeşit hareketler Müslümanlara gerekmez der.
Padişahın sarayına gider, çalgıları susturmak ve neşelerine son vermek ister. Padişah da onu o anda saraydan seyreder. Padişah ihtiyarın yakalanmasını emreder, adamı huzuruna çağırtır ve kendisine şöyle sorar: -Şu
münasip olmayan işi niçin işledin? İhtiyar: -Bu iş kötü bir iştir. Biz kötü işleri kaldırmakla memuruz der. Padişah: İhtiyar; -Senden
bana gelecek olan şeye
sabrederim.
Nitekim Allah Teala Kur'an'da "sana gelen şeye
sabret" buyurdu. Ben
senden asla korkmam. Çünkü sen kulumun kulusun. Padişahın
etrafımdakiler: İhtiyar: Birincisi; nefsi mağlup, kendisi galip alandır ve nefsini istediği tarafa çevirebilir. İkincisi ise: Nefsi kendisine galip ve üzerine amir kimsedir. Ey padişah! Şimdi düşün, sen bunların hangisindensin?" Padişah: -İkincisiyim, der. İhtiyar: -Nefis kölemdir, sen de nefsin kölesisin. Yani sen kölemin kölesi oldun, der. İhtiyarın bu sözleri üzerine padişah son derece müteessir olarak derhal tevbe edip pişman olur. İhtiyara da birtakım ikramlarda bulunur. |
||
Recep
Ayında
Oruç Basra'da yaşayan abide bir kadın vardı. Evliya kadın ölümü yaklaşınca oğluna: - Oğlum Recep ayında oruç tutup namaz kıldığım elbiselerimle beni defnet dedi. Bir süre sonra o evliya
kadın öldüğünde
oğlu vasiyetini unutup normal
bir kefen ile defnedip eve geldiğinde annesini sardığı kefeni evde
bulur. O an aklına annesinin
vasiyeti gelir Recep ayında
ibadet ettiği elbiseleri gelir. Evi arar elbiseleri bulamayınca oturup
hayretler içinde düşünür, ama bir
şey anlayamaz.
Gaybden bir ses gelir. O
ses "kefenini
al biz onu Recep ayında oruç
tuttuğu elbiselerle" defnettik. Çünkü biz Recep ayında oruç tutanı
mezarda bile olsa üzüntülü bırakmayız.
Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |
||
Sabrın
Zirvesi Allah Dostlarından
Hazreti Rabia Hayatını ibadete adayan bu yolda evlenmeyi dahi
düşünmeyen yüce kametin hayatında orucun yeri bambaşkaydı. Sık sık
nafile oruç tutardı bir defasında yiyecek bir şey bulamadı sekiz gün
böyle geçmişti ve yiyecek bir iftarlık kuru bir ekmeği bile yoktu.
Açlık iyice şiddetlenmiş ve kendi kendine acaba nefsime zulüm mü
ediyorum diye düşünürken derken kapı çalınır. Komşusu bir tabak yemek
getirmiştir.Ortalık
karanlıktır. Onu alıp yere koyar. Işık aramaya gider. Işığı yakınca
kedinin yemeği döktüğünü görür. Ne yapayım bari iftarı su ile açayım
diye düşünür. Bu sırada ışık söner ve bardağı alıp
su içecekken bardak düşüp
kırılır. Elini açar:
-Ya Rabbi! Bu zavallı kulunu deniyorsun, fakat acizliğimden sabredemiyorum. Diyerek bir ah çeker. Bu sırada gaybden şöyle bir ses duyulur: -Ey Rabia! İstersen dünya nimetlerini üstüne saçayım. İstersen üzerindeki dertleri kaldırayım. Fakat bu dertler ile nimetler bir arada bulunmaz. Bu sözü işitince Hazreti Rabia: -Ya Rabbi beni kendin ile meşgul eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma diye dua eder. Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007 |