|
Elmalı Tefsiri
1-
Bu kitabın indirilişi Allah'tandır. Başkası veremez.
Zorlama ile yapmacık hareketlerle yapılamaz. Peygamberlik, kazanma ile
elde edilemez ve zorla alınamaz. Çünkü Allah öyle azîz, öyle hakîmdir.
"Azîz" iki
mânâya gelir: Birisi mağlup olmaz, galip ve
kadir, bir de ortağı ve benzeri yok, yalnız demektir. Allah Teâlâ
hakkında ikisine de uygun düşecek bir mânâ kastedilmesi lazım gelir.
Bilhassa bu iki vasfın söylenmesiyle hem Kur'ân'ın azîz, hakîm bir
kitap olduğuna dikkat çekmek, hem de anlatılacak tevhide bir
hazırlıktır.
2-
Hakkıyla; hak ile, hak olarak. mülabese, musahabe
veya sebebiye olmak üzere bunda birkaç yön muhtemeldir. Mülâbese
olduğuna göre hakka mülâbis, yani haklı olarak, hak olarak, iniş veya
kitabın tam hakkı verilerek demek olur. Sebebiyet olduğuna göre de bu
hak sebebiyle, hakkı açıklamak için veya hak hikmeti ile demek olur ki,
yerine göre bu mânâlardan biri tercih olunur.
3- 9-
İyi bil ki, hâlis din ancak Allah'ındır. Hiçbir
şirk karşılığı olmaksızın temiz ve halis tevhid dini, tam mânâsıyla
şüphesiz din. Halis ibadet ve taat ancak Allah'a yapılır ve
yapılmalıdır. Bunun doğruluğunu meydana çıkarmak için buyuruluyor ki
O'nun berisinden birtakım veliler edinenler de, Allah denince
kendisinden daha ilerisi, daha yükseği, daha ötesi mümkün olmayan en
mükemmel zat denilmiş olduğu için, Allah'ın üstünde bir ilâh iddiasına
kalkışılması bahis konusu olamaz. Şirk koşanlar, hep O'ndan aşağılardan
birtakım veliler, koruyucular tutmak isterler. İsterler ama O'ndan
başka velilere, emir sahiplerine tutunanlar, gerek "İlahları, bir tek
ilâh mı yapmış?" (Sâd, 38/5) diyenler gibi putlara, gerek meleklere ve
gerekse İsâ gibi şerefli kullara ilâh diye sarılanlar "Biz onlara
ancak, bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."
demektedirler. Böyle diyerek tutunmaktadırlar. Demek ki şirk batıldır.
Mabudluk, yalnız Allah'ın hakkıdır. Halis din ancak Allah'ındır.
(Maide, 5/69. âyetin tefsirinde sâbiîn hakkında geçen açıklamaya bkz.)
Üç
karanlıkta: Batın karanlığı, rahim karanlığı, döl
yatağı karanlığı
42-
Allah, o nefisleri ölümleri zamanı kabzeder, alır.
Bu âyetin gelişi, yukarı ile üç noktadan alâkalıdır.
Birincisi;
"kasır" ile sondaki "Sen onların üzerinde bir
vekil değilsin." sözüne bakmaktadır. Yani vekil sen değilsin,
Allah'tır. Çünkü o canları ancak Allah alır. Bu nokta daha ileride "O,
her şeyin üzerinde bir vekildir." (Zümer, 39/62) diye açıkça da
söylenecektir.
İkincisi;
hidayet ve sapıklığın, hayat ve ölüm ile bir
temsilini bildirir.
Üçüncüsü; ta
yukarıdaki "Sen elbette öleceksin, onlar da
elbette öleceklerdir. Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin
huzurunda birbirinizden davacı olacaksınız." (Zümer, 39/30-31) âyetini
bir nevi açıklama ile "Kim doğru yola gelirse, kendi lehinedir. Kim de
saparsa, sırf kendi aleyhine olarak sapar." (Zümer, 39/41)
hatırlatmasını zihinlere yerleştirmek ve ispat etmektir. Keşşaf sahibi,
burada "nefisler"den maksadın, ruh ile beden toplamı olduğunu
söyleyerek demiştir ki: "Nefisler olduğu gibi cümlelerdir (insanların
kendileridir). Alınması da öldürülmesidir ki, hisseden, anlayan bir
hayat sahibi olmasının sebebi olan parçalarının sağlık ve esenliği
cinsinden sebep ve şartların çekilip alınmasıdır. Çünkü sağlığı yok
edilince sanki kendisi yok edilmiş gibi olur. Çünkü Allah Teâlâ,
almayı, ölümü, uykuyu hep nefislere bağlamıştır. Halbuki akıl ve temyiz
kabiliyeti, ölüm ve uykunun kendisi ile vasıflanmış değildir. Ölen ve
uyuyan, ancak cümle (zat) mânâsına nefistir." Nefis, beden karşılığı
olarak ruh mânâsına da geldiği ve özellikle rûh-ı emrî (Allah'ın
emrinden olan ruh) denilen konuşan nefis yerinde kullanıldığı için,
diğer tefsirciler burada İbnü Abbas hazretlerinden gelen bir rivayete
göre akıl ve temyiz nefsi denilen konuşan nefisler ile tefsir etmişler
ve almayı da bedenle olan ilgi ve tasarrufunu kesmek suretiyle kabzedip
almak diye beyan etmişlerdir. Ölümde dıştan ve içten, uykuda da yalnız
dıştan ilgisinin kesildiğini söylemişlerdir. İbnü Abbas hazretleri
demiştir ki: Âdemoğlunda bir nefis, bir ruh vardır. Aralarındaki fark
güneş ile ışığı gibidir. Nefis, kendisiyle akıl ve temyiz yapılan, ruh
da teneffüs ve hareket yapılandır. Ölümde ikisi de alınır, uykuda ise
yalnız nefis alınır. Ruh denilince genellikle hayatın aslı
anlaşılageldiği gibi, hayat da çoğunlukla cismanî görünüş ile
anlaşıldığından, manevî hayatın e sası olan ruha nefis denmiştir. Güneş
ile ışığını misal getirmesi, gösterir ki, aralarında bir cevher farkı
anlatmak istememiştir. Bizim anladığımız şudur: Nefis, kendini duyan,
kendine ve kendindekine vicdanı olan, yani "ben" şuuruna sahip olan
zattır. Her nefiste böyle duyan ve duyulan olmak üzere çifte bir yön
vardır. Âyette geçen "teveffî" kelimesi, bir şeyi yeterli olarak, yani
kamilen ve tamamıyla almak, çekip çıkarmaktır. Bundan dolayı ruhun
Allah tarafından tamamıyla kabzedilip alınmasına "teveffî" ve ölüme
"vefat" denilmiştir. Emaneti yerine teslim ile tamamen vefa etmek
(yerine getirmek) gibidir. Nefislerin varlıkları, zorunlu değildir.
Onun için kendilerine dair bilgileri, kendi zatlarıyla olsa bile,
zatlarından dolayı değildir, Allah'tandır. Allah onları kendilerinden
alıp, kendilerinden geçirir. Bu mânâ "Allah kişi ile kalbi arasına
girer." (Enfal, 8/24) âyetindeki gibidir. İşte nefsin alınması, ölüm ve
uyku hallerinde olduğu gibi kendinden geçirilip, akıl ve temyiz gücünün
kendisinden alınmasıdır. Bu durumda mânâ şu oluyor: "O nefisleri,
konuşan nefisleri başkası değil, ancak Allah kendilerinden alır,
kabzeder, yok etmeksizin kendilerinden geçirir, şuur ve temyiz
güçlerini alır." Öldükleri zaman, yani bedene ait tasarrufları ve
ilgileri kesildiği zaman ölmeyenleri de uyudukları zaman alır da
üzerine ölüm hükmünü verdiklerini alıkor, tekrar dirilinceye kadar
tutar diğerlerini, henüz ölüm hükmü verilmemiş olan uykudakileri
salıverir belirli, takdir edilmiş bir süreye kadar ki, ölecekleri
zamandır. İşte böyle hem ölüm halinde, hem de uyku halinde o nefisler,
Allah Teâlâ'nın elinde bulunur. Burada şu soru hatıra gelir: Yukarıda
Secde Sûresi'nde "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, canınızı
alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz." (Secde, 32/11) buyurulmuş, daha
yukarıda, En'am Sûresi'nde: "Sonunda birinize ölüm geldiği zaman onu
gönderdiğimiz melekler vefat ettirirler. Onlar vazifelerinde kusur
etmezler. Sonra insanlar hak olan mevlâlarına döndürülürler." (En'am,
6/61-62) buyurulmuş olmakla bunlarda, alma, Allah'ın elçilerine ve ölüm
meleğine isnad edilmişti. Şu halde burada kasır ile "Allah alır"
buyurulması, bunlara aykırı olmaz mı?
Fahrüddin
Râzî tefsirinde buna şöyle bir cevap
verilmiştir: Gerçekte nefisleri alan (öldüren) ancak Allah Teâlâ'dır.
Şu kadar var ki, Allah Teâlâ sebepler âleminde her türlü işi,
meleklerden bir meleğe görev olarak vermiş, böylece ruhların alınmasına
da ölüm meleğini memur kılmıştır ki, o başkandır. Beraberinde tabileri
ve hizmetçileri vardır. Onun için o âyetlerde alma onlara nisbet
edilmiş, burada da gerçek olarak Allah Teâlâ'ya nisbet olunmuştur.
Bunun özü, Allah'ın görevlendirip gönderdiği elçilerin alması, Allah'ın
alması demektir. Yahut Allah'ın alması, doğrudan doğruya veya melekleri
vasıtasıyla olmaktan daha geneldir, demek oluyor. Bu cevap, aslında
doğru ve "Kullarının üstünde galip olan O'dur. Ve O, üzerinize muhafaza
melekleri gönderir. Sonunda birinize ölüm geldiği zaman onu
gönderdiğimiz melekler vefat ettirirler." (En'am, 6/61) diye "hatta"
ile kasrına bir bölüm oluşu da buna şahit ise de, burada daha önemli
bir nükte vardır: Dikkat edilmesi gerekir ki, zikredilen âyetlerin
birinde ölüm meleğinin alışından sonra "Sonra O'na döndürülürsünüz."
buyurulduğu gibi, diğerinde de "Sonra hak olan Mevlalarına
döndürülürler." buyurulmuştur. İşte buradaki alma işi, o döndürülme
anını açıklamaktır. Bunun izahı da şu olur: Ölüm meleği, bedenden
hayvanî ruh denilen cismanî hayat ruhunu alır, akıl ve temyiz ruhu
denilen konuşan nefisleri, Rabbin emri olan insanî ruhu ise "Ben
ruhumdan ona üfledim." (Sâd, 38/72) âyetinin ifadesince doğrudan
doğruya Allah üflediği gibi "Allah nefisleri alır" ifadesince,
kabzedilip alınması da doğrudan doğruya Allah'a aittir. buyurulması da
bu tahsisi bildirir. Şüphesiz ki bunda; bu olma, tutma ve salıvermede
düşünecek bir kavim için elbette ibretler vardır. Ki, Allah'tan başka
mabud olmayacağına ve sonunda hep Allah'a gidileceğine ve tekrar
dirilip, huzurunda muhakeme olunacağına ve Allah'a karşı yalan
söylemiş, zulmetmiş, küfretmiş haksızların, kâfirlerin varacakları
yerin cehennem olup; sadık, mümin, müttaki olup iyilik yapanların en
güzel mükafata ereceklerine, kısaca "Biz Allah'ınız ve yalnız O'na
döneceğiz." (Bakara, 2/156) meselesine delalet eder. (En'am, 6/60.
âyetin tefsirine bkz.)
Nefislerin,
uykudaki gibi kendilerinden geçirilmesi,
azabı duymamak itibarıyla kâfirlerin lehine olmaz mı? diye bir soru
hatıra gelebilir. Keşşaf sahibi bu soruya meydan vermemek için, konuşan
nefsin, ölümle vasıflanamayacağını söylemişti. Fakat bunun asıl cevabı
Hz. Ali'ye nisbet edilen şu kıt'adadır:
"Eğer biz
öldüğümüz zaman bırakılmış olsaydık, ölüm her
canlının rahatı olurdu. Fakat bizler öldüğümüz zaman tekrar
diriltileceğiz de ondan sonra her şeyden sorguya çekileceğiz."
Demek
meselenin asıl düşünülecek çözüm noktası bu alıp
tutmak ve salıvermekten Allah Teâlâ'nın mutlak tasarruf kudretini
anlayarak bu tutuşun, bu hapsedişin onları kaçırmayıp yeniden dirilmek
için bir hapis ve durdurma olduğu sonucunu çıkarmak ve tekrar diriliş
ile Allah'a kavuşmanın dehşetini, celal (büyüklük) ve cemalini
(güzelliğini) düşünebilmektir. Onun için Yâsin Sûresi'nde geçtiği üzere
sûr'a üfürülünce kâfirler "Bizi mezarımızdan kim diriltip kaldırdı?"
(Yâsin, 36/52) diyeceklerdir ki, aşağıya doğru bu mânâ burada da
açıklanacaktır. Yine bundan dolayıdır ki kâfirler "(Ey Rabbimiz!) Sen
bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin." (Mümin, 40/11)
diyeceklerdir.
43-52-Bütün
bu uyarılara karşı müşriklerin yegane
tutundukları tutamak şefaat davası olduğu için buyuruluyor ki: Yoksa
Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? Allah'a karşı yalan söyleyen,
"Biz onlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet
ediyoruz." (Zümer, 39/3) diyen, Allah çocuk edindi diyen o müşriklere
"De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi
(böyle yapacaksınız)?" (Zümer, 39/43) Bu önce putların şefaati davasını
iptaldir. Diğerleri hakkında da şöyle buyuruluyor: Bütün şefaat Allah
içindir. Onun da sahibi O'dur. O'nun izni olmaksızın huzurunda kimse
şefaat edemez. Şefaat izni verilenler de hep O'nun rızasını düşünerek
şefaat edebilirler. Çünkü "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur..."
53-
De ki; yani Allah tarafından şu hitabı tebliğ et. Ey
kendi nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım!
İSRAF, mal
sarfında meşhur ise de insanın yaptığı
herhangi bir fiilde haddini aşmaktır. Burada cinayet mânâsı da ilave
edilerek ile sılalanmıştır. Yani günahta aşırı giderek kendi
nefislerine karşı cinayet yapmış olan kullarım! "Allah'ın rahmetinden
ümit kesmeyin." Bu âyetin, Kur'ân'da en ümitli âyet olduğu
söylenir.
Bununla beraber dikkat edilmesi gerekir ki, bu ümit, günaha teşvik için
değil, en günahkar kimseleri bile bir an önce tevbe edip Allah'a
yönelmeye teşvik için olduğu, hemen peşinden gelen iki âyetten açıkça
anlaşılmaktadır.
Bunun iniş
sebebi hakkında birkaç rivayet vardır.
- Atâ
b. Yesar'dan olan rivayete göre Hz. Hamza'nın katili Vahşi hakkında
Medine'de inmiştir.
- İbnü
Ömer'den rivayet olunduğuna
göre de, demiştir
ki, Ayyaş b. Ebi Rebia, Velid b. Velid ve daha birkaç kişi müslüman
olmuşlardı. Sonra da kendilerine işkence edilmiş, fitneye düşmüşlerdi.
Biz bunlar hakkında, Allah artık bunlardan ebedî olarak hiçbir şey
kabul etmez; müslüman oldular, sonra da bir azab ile
cezalandırıldıkları için dinlerini terkettiler diyorduk ki, bu âyetler
indi. Ömer b. Hattab katib idi, bunları kendi eliyle yazdı, Ayyaş b.
Ebi Rebia'ya ve Velid b. Velid'e ve diğer birkaç kimseye gönderdi,
onlar da müslüman olup hicret ettiler.
- İbnü
Abbas'tan
rivayet edildiğine göre de Mekkeliler
şöyle demişler: "Muhammed, iddia ediyor ki, putlara tapan, Allah ile
beraber diğer bir ilâha dua eden ve Allah'ın öldürülmesini haram ettiği
bir insanı öldüren kimseler bağışlanmaz, o
halde biz nasıl hicret eder, müslüman oluruz? Putlara tapınmış, adam
öldürmüşüz, şirk ehliyiz."
Bunun
üzerine
Allah Teâlâ
"De ki: Ey
kendi nefislerine karşı israf eden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin." âyetini indirdi.
Bununla birlikte âyetin iniş sebebi,
kâfirlerin İslâm'a girmesi meselesi ise de, mânânın asilerin tevbesine
de şamil olduğunda şüphe yoktur. Demek ki
"Şüphe yok ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz." (Nisâ,
48) âyeti gereğince şirkin
bağışlanmaması, tevbe edilmediği
takdirdedir.
54-63-
"Azab size gelmeden önce" buyurulması da
ümitsizlik halindeki imanın fayda vermeyeceğini anlatır. Bir nefis
diyeceği için, yani dememesi için. "Ve O, her şey üzerine vekildir." Bu
ifade, ta yukarıdaki "Sen onların üzerine vekil değilsin." (Zümer,
39/41) hitabına karşılıktır. Yani üzerlerinde tasarruf yetkisi
kendisine ait olan, yahut görüp gözetecek, menfaat veya
sorumluluklarını tatbik edecek olan ancak O'dur. "Göklerin ve yerin
kilitleri O'nundur."
MEKÂLÎD,
"Mıklid" veya "mikled"in çoğuludur ki, kilit
veya anahtar demektir. "Kilid"in Arapçalaşmışı olan "ıklîd"in çoğulu
olduğu da söylenmiştir. Burada kilit veya anahtarlardan maksat, yer ve
gök hazineleri ve onlarda dilediği gibi tasarruf etmektir.
64-68-
Yer, kıyamet günü O'nun avucundadır.
Gökler de
kudretiyle dürülmüştür. Zemahşerî, Beydâvî,
Ebu's-Suud gibi belagatta tanınmış olan tefsirciler diyorlar ki, bu
âyet-i kerime, yüce Allah'ın son derece büyüklüğüne, kudretinin
kemaline ve zihinlerin hayret ettiği büyük fiillerin, O'nun kudretine
nispet edilince, çok küçük ve değersiz kalacağına bir tenbih ve kainatı
yıkıvermenin O'na göre pek kolay bir şey olduğunun, temsil ve tahyil
(hayal ettirme) yoluyla bir ifadesidir ki, "kabza" (avuç) ve "yemîn"
(sağ el) kelimelerinin hakikat veya mecaz olmaları yönü düşünülmeksizin
"gecenin zülfüne kır düştü" deyimi gibi topyekün bir tasvirdir. Diğer
bazıları da demişlerdir ki, kelamda asıl olan hakikattir. Fakat
hakikatin imkansız olduğuna bir delil bulununca da mecaza yorumlanması
vacib olur. "Avuç" ve "sağ el" kelimeleri, organlarda hakikattir. Allah
Teâlâ'ya âzâ ve organ isnadının imkansız bulunduğuna da aklî delil
vardır. O halde mecaza yorumlanması vacibdir. Çünkü "filan, filanın
avucundadır." denir. Onun yönlendirmesi ile emri altında demektir. "Sağ
ellerinin malik olduğu..." (Ahzab, 33/50) ifadesinden maksat da
kendilerinin milki olmasıdır. Şu ev filanın elinde, filanın avucunda ve
filanın eline geçti derler ki, halis milki olduğunu söylemek isterler.
Hem bunlar, kullanılan ve meşhur olan mecazlardır. İbnü Atiyye de
demiştir ki, kabza (avuç) kudretten ibarettir. Dilimizde de pek çok
kullanılan kabza kelimesi esasında "kabız"dan "masdar bina-i merre"dir.
Bir kabız, bir sıkma veya bir tutma demektir. Avuçla tutulan mikdara da
"kaf"ın zammesiyle "kubza" (tutam veya sıkım) denildiği gibi, "kaf"ın
fethasıyla "kabza" da denir. Demek ki kabza, bir sıkım, bir tutam veya
bir avuç mânâlarına olabiliyor. Burada "bir sıkım" diye ifade edilmesi,
kıyametin sıkıştırmasını anlatması itibarıyla daha açık olur.
YEMİN, sağ
demektir. Kuvvet ve kasem (yemin etmek)
mânâlarına da gelir. Burada kuvvet veya kasem demek olabileceği de
söylenmiştir. "O gün biz göğü, kitapların sayfalarını dürer gibi
düreceğiz." (Enbiya, 21/104) âyetinin ifadesince göğü dürmeye ahdetmiş
olduğu için tahkik itibariyle bu mânâ doğru ise de, önceki mânâ ile
kuvvet ve kudretin tasvir ve temsilinin daha kuvvetli, daha büyük bir
mânâ ifade ettiğini hatırlatmaya hacet yoktur. Sahih-i Müslim'de Hz.
Aişe'den rivayet edildiğine göre, yer ve göklerin bu sıkımı ve dürümü
sırasında insanların nerede olacağı Resulullah'tan sorulmuş, "sırat
üzerinde" buyurulmuştur.
Kıyameti
tasvir edip anlatmak için de buyuruluyor ki
"sûra üfürülmüştür." "Sûr"un mânâsı Neml Sûresi 87. âyetin tefsirinde
geçmişti. Görülüyor ki burada iki üfürüş açıklanıyor. Birincisi, yıkan
"nefh-ı saik"tir ki bu, birinci veya orta üfürüştür. İkincisi, kaldıran
"nefh-ı kıyam"dır ki, bu da ikinci veya üçüncü üfürüştür. Ve kıyamet
kelimesi, bu ikincideki kıyam (kalkış) mânâsından olmakla beraber,
birinciyi de başlangıcı olmak üzere kapsamaktadır. Onun için kıyametin
kopması en büyük yıkımı ifade eder. Buna saat, vâkıa, hâkka da denir.
69-70-SAİK,
yıldırım çarpmasında olduğu gibi bayılıp
düşmeye ve ölmeye denilir. Bu kalkıştan sonra din günü ve fasıl günü
denilen safhayı açıklamak üzere buyuruluyor ki: Ve yer parlatılmıştır.
Bu parlayacak olan yer kabızdan sonra "O gün yer, başka yere çevrilir."
(İbrahim, 14/48) ifadesi üzere, değişecek olan mahşer yeridir. Bir
hadisi şerifte şöyle gelmiştir: "İnsanlar, halis elenmiş un çöreği gibi
beyaz bir yer üzerinde haşrolunacaktır ki, üzerinde kimsenin bayrağı
yoktur." Rabbinin nuru ile, Kur'ân'ın birçok âyetlerinde Kur'ân'a,
bürhana (delile), hak ve adalete nur dendiği gibi, burada da nurun, hak
ve adaletin tecellisi demek olduğu söylenmiştir. Fakat Ebu Hayyan'ın
naklettiği üzere İbnü Abbas demiştir ki, burada nur, güneş ve ayın nuru
değil, diğer bir nurdur ki, Allah Teâlâ yaratacak da onunla yeri
aydınlatacaktır. Bu rivayet bizi öbüründen daha güzel bir mânâ ile
aydınlatmaktadır. Çünkü elektrik ile bir misalini tasavvur
edebileceğimiz parlak bir nurun, ilâhî bir nurun yaratılacağını bize
önceden haber vermiş oluyor. Bu nur ki, onunla büyük mahkemenin
kurulacağı mahşer yeri aydınlatılacaktır. Kitap ortaya konmuş. Burada
kitap, amel defteri ile tefsir edilmiştir. Ve peygamberlerle şahitler
getirilmiş, "O gün Allah, peygamberleri toplayacak ve: 'Size ne cevap
verildi?' diyecek." (Maide, 5/109), "Her ümmetten bir şahit
getirdiğimiz ve seni de onların üzerine şahit getirdiğimiz vakit,
bakalım onların hali nasıl olacak?" (Nisâ, 4/41) "O gün bütün insanları
önderleriyle çağıracağız." (İsrâ, 17/71) ifadeleri ortaya çıkmıştır.
Bununla birlikte burada "Nebiyyîn" kelimesi, muhbirler mânâsını da
ifade edebilir.
71-75-Ya
Rab! Bizi
de bu hamde eren
kullarından eyle.
|
|