|
Elmalı Tefsiri
1.
"Tozdurup
savuranlara andolsun."ZERV, tozutup
götürmek, savurmak, kırıp ufalamak demektir.
ZÂRİYÂT: Kırıp
ufalayan veya savuran, ya da toz duman edip götüren kuvvetler demektir.
Mesela toprağı ve başka şeyleri tozdurup savuran rüzgarlar, volkanları
püskürten, yaratıkları kırıp dağıtan ve yayıp açan melekler ve barut,
dinamit gibi sonradan bulunmuş ve bulunacak şiddetli patlayıcı, tahrip
edici ve yakıcı bütün sebepler bu kavrama dahildir. Beydâvî, "Bütün
yaratıkları savuran sebepler" demekle bu genelliği göstermiştir.
Müfessirlerin çoğunluğunun "rıyah" yani rüzgarlar ile yetinmesi Hz.
Ali'den gelen rivayete göredir ki bu tefsir "kavram" itibarıyla değil
bir "örnek ile tefsir" olsa gerektir. Yoksa kavram itibarıyla nesiller
dünyaya getiren doğurgan kadınlar diye de mânâ verilmiştir.
2- Sonra
bir
ağırlık yüklenenlere, yağmur yüklenen bulutlar, bulutları taşıyan
rüzgarlar veya gebe kadınlar veya bütün bunların sebepleri ki bunlar
öncekilerin aynısı da, başkası da olabilir. Önce tozdurur, sonra da
yüklenir, taşır, veya tozdurup savuran başka, taşıyıp götüren başka
olur, bir ordunun ağırlıkları ve ganimetleri gibi.
3- Sonra da
kolaylıkla akanlara, gemiler ve benzeri trenler, otomobiller gibi.
4- Sonra da
bir
emir taksim edenlere yemin olsun, yani bütün bunları idare etmek,
tozdurulan taşınan, götürülen şeyleri varacakları yerlere yetiştirmek
için yüce Allah'ın emrini ayırıp dağıtan meleklere, Cebrail, Mikail,
İsrafil, Azrail gibi emir meleklerine yemin olsun, bunlara yemin,
cezanın meydana gelmesinde özellikle hizmetlerini hatırlatmadır. Yani
sayılan bu kuvvetlerin önemlerine işaret ile kesin bir şekilde uyarıda
bulunur ki;
5- Size
vaad
olunan, muhakkak doğrudur. Kâf Sûresi'nde geçtiği üzere size yapılmakta
bulunan vaadler ve tehdidler, o yeni yaradılış, dirilme ve çıkma, girme
ve ebedilik hep doğrudur.
6- Ve din
mutlaka olacaktır, din yani ceza ve sorumluluk vardır. Amellerinin
cezası, iyiliğe çalışanlara iyilikle mükafat, kötülüğe çalışanlara
kötülükle ceza mutlaka olacak, herkes ettiğini bulacaktır.
7-
"Zatü'l-hubük" semaya yemin ederim. "Zatilhubük" niteliği, eşsiz bir
ifadedir. Bunun mânâsının ne olduğu hakkında çok şeyler söylenmiştir.
HUBÜK:
"Habike'nin de, "Hibâk"in de çoğulu olabilir. "Târika" "Turuk" "Misal"
"Müsül" gibi.
HABÎKE: Dikkat
ve özenle sağlam sanatlı dokunmuş yol yol, menevişli güzel kumaşa
denir.
HİBAK" de,
rüzgar hoş estiği zaman denizde veya kumda meydana gelen yol yol
kıvrıntılara denir. Saçların çok kıvırcıklığından meydana gelen
dalgalanmalara, yani ondülasyona hubük denir. Kelimenin kökü olan
"Habk" sıkı bağlayıp sağlam yapmak, ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde
sanat eseri ortaya çıkacak şekilde güzel bir zemin üzere dokumak
anlamına gelir ki aslı, "sefâkat" yani kumaşı sağlam ve güzel dokumak
diye özetlenmiştir. Birçok kimse, hâreli yollu yollu mânâsı ile
"yollara sahip" diye tefsir etmiştir. Bundan da bazı kimseler
yıldızların yörüngeleri mânâsına kendilerine özel yollar, bazıları da,
ilim ve bilgiye götüren ve yaratanın birliğine, kudretine, ilmine ve
hikmetine delalet eden aklî yolları anlamışlar, bazıları da saman
yolları, adına kehkeşan da denilen samanyollarını söylemişlerdir. Fakat
İbnü Abbas, Katade, İkrime, Mücahid, ve Rebî'den rivayet olunduğuna
göre de "güzel, düzgün yaratılışlı", Mücahid'den diğer bir rivayette de
"yapısı sağlam" diye tefsir olunmuştur. Mânâyı kısaca özetleyen bu
ifadeden biz şunu anlıyoruz ki gökyüzü, yıldızları ve türlü yörünge ve
yıldızların döndükleri yerlerle pek sıkı ve son derece sanatlı bir
biçimde dokunmuş güzel nakışları olan düzgün ve sağlam, üzeri menevişli
bir kumaşa benzetilmiş ve buna yemin ile, onun genel biçiminde tevhîde
delalet eden ve yaratıcısının birlik ve kudretini gösteren güzel ve
sağlam uyum ve ahenk hatırlatılarak sözleri değişik olanlara bir
yasaklamada bulunulmuş, görüş ayrılıklarının tevhide döndürülmesi
gerektiği anlatılmıştır. "Habk" kökü, hem yolları hem de sağlam ve
güzel bir dokuma mânâsını taşıması itibarıyla bunda, dağınıklıkları
birleştiren yüksek bir toplumun manzarasına da işaret vardır. Bunun
yedinci sema olduğunu söyleyenler olmuş ise de "sema cinsi" olması daha
uygundur. Şu halde mânânın özeti şudur:
8-O sağlam
ve
düzgün dokunmuş meneviş kumaşlı güzel ve yüksek semaya dikkatinizi
çekerek söylerim ki: Siz gerçekten farklı farklı ifadelerde
bulunuyorsunuz. Sözleriniz birbirini tutmuyor, bir hüküm altında
toplanmıyorsunuz. "Gökleri ve yeri yaratan Allah" dersiniz, sonra da
tutar başkalarına taparsınız. Çeşitli ilahlara taptığınız için,
gittiğiniz yollar ve amaçlarınız bir hedefte birleşmiyor, hakta
birleşmediğiniz için peygambere bazen sihirbaz, bazen kâhin, bazen şair
bazen de deli gibi birbirini tutmaz sözler söylüyorsunuz! Bir taraftan
dinin, yani cezanın olacağına inanmıyor, Hakk'a uymayan görüşleri
benimsiyorsunuz, bir taraftan da ileride bize şefaat ederler diye
putlara tapıyorsunuz.
9- Ondan
çevrilen çevrilir. O çeşitli görüşlerden dönmesi takdir edilmiş olan
döner, doğruya iman eder. İman etmeyenlere gelince "O kendi
tahminlerini ileri atanlar kahrolsun..." yahut hak yolundan
saptırılmış, sapıklık da tabiatı ve huyu olmuş bulunan çevirilenler, o
doğru ve gerçekleşecek olan vaad ve tehdide, ahiret ve cezaya iman
etmekten saptırılır, çeşitli görüşlere ve kanaatlere sürüklenirler.
10-11- O
kahrolası harraslar, yani sırf kendi zan ve tahminlerine göre atan,
fikir adına kendi heveslerini ileri süren yalancılar ki onlar bir
cehalet içinde, yani herşeyi kuşatan bir sel gibi kendilerini her
noktadan sarıp bürümüş olan batak, bir sarhoşluk veya bir cehalet
içinde şuursuzdurlar. Allah'ın emrinden gafiller, başlarına gelecek
felaketin farkında değiller.
12- O din
günü,
yani gerçekleşeceği haber verilen o cezanın günü ne zaman? diye
soruyorlar. İnanmadıkları için eğlenmek istiyorlar.
13- İşte
cevabı:
Onların ateş üzerinde kıvrandırılacakları gündür.
"FİTNE"nin asıl
mânâsı: Altın ve gümüş gibi herhangi bir maden cevherinin iyisini
kötüsünden ayırmak için ateşe atılmasıdır. Bundan meşakkate sokmak,
sınamak yani imtihan etmek, azdırmak , çok beğenip tutulmak gibi
fitnenin sonucu, lazımı olan mânâlarda da kullanılır.
14-16-Nitekim
"Tadın fitnenizi!" Azaba yahut azab ve meşakkate sebep olan küfür ve
fesat mânâsınadır. "Bu işte, sizin acele ile istediğiniz!" yani böyle
denecek. Yani nasıl olduğunu ve miktarını tayin ve takdir
edemiyeceğiniz Cennetler ve pınarlarda, Rablerinin kendilerine
verdiğini alarak, yani hoşnutlukla kabul edip razı ve hoşnud olarak.
Çünkü onlar ondan önce, yani dünyada iyi amel işleyen kimselerdedirler.
Güzel ameller yapar ve güzel yaparlardı, onun için mükafata ve sevaba
layık olmuşlardı, onu hoşnutluk içinde gülerek alırlar. Bu cümle
"Rablarının vermesi'nin sebebini gösterirken, takvanın da yalnız menfi,
eylemsiz bir mahiyette olmayıp aynı zamanda güzel işler yapmak
mânâsında müsbet bir mânâ ifade ettiğini anlatır.
17- Onun
için bu
da şöyle açıklanıyor: Geceden pek az uyurlardı. "Birazı hariç geceleri
kalk namazı kıl!" (Müzzemmil 73/2) âyetinin mânâsına göre amel ederler,
Allah şevki, ahiret endişesi ile gözlerine uyku girmez, ibadet eder,
vazife yaparlardı.
HUCU', az uyku,
ve özellikle gece uykusu, demektir. Âyet metnindeki ziyade veya mevsul
veya masdarlık bildiren bir harftir. Olumsuzluk bildiren bir harf
olarak şöyle de mânâ verilmiştir: "Bazı gece biraz bile uyumazlar,
hepsini ihya ederlerdi." Bir rivayette de "Az idiler, geceden
uyumazlardı." diye iki cümle olarak mânâ verilmişse de ağır basan şık
birincisidir.
18- Ve
seher
vakitleri onlar istiğfar ederlerdi. Yani geceleri öyle ibadet etmekle
birlikte sanki günah ile vakit geçirmiş gibi seher vakitleri de yatmaz,
kusurları için af dilerlerdi. Âyetteki zamiri ile ifadede kasır vardır.
Yani dua ve istiğfarın en güzel zamanı olan seher vakitleri öyle icabet
ve kabule şayan istiğfarı onlar, o iyi kimseler yaparlar.
19-
Mallarında
da dilenci ve mahrum için bir hak vardı.
SAİL, isteyen,
dilenen, MAHRUM, iffetinden dolayı zengin zannedildiği için sadakadan
dahi mahrum bulunan muhtaç demektir. Resul-i Ekrem (s.a.v)'den rivayet
edilmiştir ki: "Miskîn bir yemek iki yemek ve bir lokma iki lokma ve
bir hurma iki hurma, kendisini savacak olan değil" buyurmuş. O halde
miskin kimdir? demişler, "Miskin; öyle bir kimsedir ki, bulamaz ve
bilinip kendisine sadaka da verilemez." buyurmuş. İbnü Abbas'tan bir
rivayette: Kazanamayan bedbaht denilmiş, bazıları da rızık sebepleri
kendisine yaklaşmış olduğu halde uzaklaşmış, mahrum kalmış olan düşkün
diye tefsir etmişler ise de önceki daha kapsamlıdır. "Hak" deyimi
zahiren bunun vacib olduğunu ifade eder. Onun için Kâdî Münzir İbnü
Saîd, bunun farz olan zekat olduğu kanaatine varmıştır. Fakat bu
sûrenin Mekkî, ve zekatın Medine'de farz kılınmış olması dolayısıyla
çokları bunu nafile sadaka olarak anlamışlar, ve zekattan ayrı olarak
kendilerinin taahhüt ettikleri "bol bir nasip" diye tefsir etmişlerdir.
İslam toplumunun yükselmesinde çok büyük önemi olan bu noktanın
özellikle dikkat çekici olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur.
20-21-
Yeryüzünde de âyetler vardır, kesin bilgi edinecekler için
nefislerinizde de nice deliller vardır ki cezanın ve hesaba çekilmenin
olacağını ve dinin hak olduğunu gösterirler. Yeryüzünde dolaşan ve
yerküreyi inceleyenler iyi çalışanlarla çalışmayanların, korunanlarla
korunmayanların, tasdik edenlerle inanmayanların akıbetlerindeki farkı
gösterecek çok deliller bulurlar. Vicdanlarla başvurulması halinde de
iman eden herkes, yaratılmasının merhalelerinden Allah'ın kudretini ve
her günkü hayatında bile vazife ve sorumluluğunun varlığını anlar.
22- Semada
da
rızkınız, yağmur sıcaklık vesaire gibi rızık sebepleri ve size vaad
edilen şeyler var yahut mukadder. Bunun zahiri yukarıki gibi vaad ve
tehdidi içine alır. Fakat çoğunlukla sevap ile tefsir etmişler ve
cennetin yedinci semanın üstünde, Arş'ın altında olduğunu
nakletmişlerdir.
23- İşte o
sema
ve yer yüzünün Rabbine yemin olsun ki, O size edilen vaad mutlaka
haktır tıbkı sizin konuşmanız, söylemeniz gibi, yani sizin konuşmanız
nasıl kesin olan bir şey ise sorumluluğunuz, vaad olunan ceza ve
mükafaatınız da öylece olacaktır.
Yeryüzü ve
nefislerdeki bu deliller bazı örnekler ile açıklanıp peygamberliği
beyan etmek için buyuruluyor ki:
24- "Geldi
mi
sana?" Bu ifade, hikayenin büyüklüğü ve vahiy ile bildirdiği hakkında
bir uyarıdır.
HADİS, insana
gerek uyanıklık anında gerek uykuda vahiy veya işitme biçiminde gelen
söze denir. Biz bu gibi yerlerde "kıssa" diyoruz.
DAYF, aslında
misafire ikram ve ziyafetin kaynağı olan meyil mânâsına mastar olmakla
tekil ve çoğul anlamında kullanılır. Eski Türkçe'de buna "konuk"
derlerdi. Biz "misafir" diyoruz. Fakt biz bunu Arapça'da bilinen yolcu
mânâsı ile değil, Araplar'ın "dayf" dediği mânâ ile Türkçe bir kelime
gibi kullanıyoruz. Burada kelimenin mânâsı çoğuldur. Çünkü "ikram
edilenler" sıfatı ile nitelenmişlerdir. Bunlar Enbiya Sûresi'nde "Lütuf
ve ihsana mazhar olmuş kullardır." (Enbiya 21/26) buyurulduğu üzere
Allah katında ikrama eren şerefli meleklerdir. Hz. İbrahim de bunlara
eşi Sâre ile kendisi bizzat hizmet etmek ve ziyafet vermek suretiyle
ikram eylemiştir. Bir rivayette "on iki melek" bir rivayette de "üç
melek: Cebrail, Mikail, İsrafil" denilmiştir.
25- Selam
cümlesinden hafifletilmiş bir cümledir. "Sana selam verir selamet
dileriz." demek gibidir. Selam "aleyküm selam" demektir.
Merfu halinde
sübut mânâsı olması itibarıyla daha kuvvetli bir selam ile cevap
vermiştir. Münker, yani görülmedik, tanınmadık, acaib bir topluluk
dedi. İslâm'ın alameti olan ve o zaman bilinmeyen selam verişleri, hal
ve tavırları tuhafına gitmiş bu suretle kimliklerini gizleyerek
geldiklerini de sezer gibi olmuştur.
26- Derhal
bir
yolunu bularak eşine sıvıştı, yani misafirlere sezdirmeksizin önce
yemek tedariki için ailesine koştu, demek ki, misafire ikramın
adabından birincisi budur. Gitti ne yaptı ise yaptı. Çok geçmeden semiz
bir buzağı getirdi. Hûd Sûresi'nde kebap edilmiş, kızartılmış olduğu
(Hud, 11/69) geçmişti. Burada da semizliği anlatılıyor. Demişler ki
genel olarak malı sığır cinsi idi. Onun için en güzel ikram olmak üzere
semiz danayı seçti.
27- Hemen
onu
yakınlarına koydu yemez misiniz? dedi. Bunun yemeğe buyurun mânâsına
bir teklif veya ne için yemiyorsunuz? mânâsına bir soru olma ihtimali
olduğu söylenmiştir.
28- Bunun
üzerine onlardan içine bir korku düştü. "Yemeğe el uzatmadıklarını
görünce onlardan işkillendi." (Hud, 11/70) Çünkü düşmanlık ve tepkiye
delalet eden bir mânâdan uzak kalmaz. İbnü Abbas'tan rivayet olunduğuna
göre melek olduklarını sezdi, azab için gelmiş olmaları ihtimali
hatırına gelerek korktu. "Korkma" dediler, ve ona çok bilgili bir oğlu
olacağını müjdelediler. Hud Sûresi'nde açıklandığı üzere bu oğul
İshak'tır. Saffat'da, "İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile
müjdeledik" (Saffat, 37/101) âyeti ile müjdelenen İsmail idi. "Alîm"
yani büluğ çağından sonra çok bilgili olacak bir oğul ki peygamberlik
ile de tefsir edilmiştir. Bu vasıf ile müjde hem hayatını hem de
olgunluğunu beyan ile müjdelemedir.
29- Bunun
üzerine hanımı yüzünü döndü. Müfessirler diyorlar ki: Hanımı Sâre bir
köşede bakıyordu, o müjdeyi işitince utandı evine gitmek içini yüzünü
döndü.
SARRE, "Sarir"
kelimesinden türeme "haykırma" mânâsınadır. Yani, a... diye içini
çekerek bir çığlık kopardı da elini yüzüne çarptı ve kısır bir ihtiyar
kocakarı dedi. Yani ihtiyarlamış, bununla birlikte gençliğinde bile
doğurmamış kısır bir koca karı çocuk mu doğurur?
30-Buna
kar
dediler ki öyle Rabbin buyurdu, yani biz o söylediğimizi kendimizden
söylemiyoruz, yalnız Rabbinin kelamını haber veriyoruz. Şüphesiz ki O,
öyle Hakîm öyle Alîm'dir. Hikmetiyle dilediğini yapar ve nasıl
yapacağını bilir. Bundan dolayı O'nun dediği mutlaka olur.
31-Bu
şekilde
İbrahim (a.s) onların Allah tarafından gönderilmiş melek olduklarını
anladığı gibi görevli oldukları vazifenin bu müjdelemeden ibaret
olmadığını da sezerek Dedi: Şu halde "hatb"ınız nedir?
HATB, önemli bir
iş yani bir müjdeden sonra asıl gönderilmenize sebeb olan iş nedir? Ey
"mürseller", Allah tarafından gönderilmiş şanlı elçiler!
32-
"Günahkâr
bir kavme" yani Lut kavmi üzerlerine salmak için, memleketlerinin
altını üstüne çevirdikten sonra üzerlerine yağdırmak için
33-34-
çamurdan
taşlar, çamurdan taşlaşmış "siccîl" Rabbinin katında damgalanmış
nişanlanmış, hangisinin kime ve nasıl isabet edeceği takdir olunmuş,
belli edilmiş o müsrifler için, cürümde fasıklıkta ve günahta haddini
aşmış, aşırıya kaçmış azgınlar için alametleriyle tertib edilmiş,
hazırlanmış, mendud,
35- "Biz
orada
bulunan müminleri çıkardık." âyet metninde geçen "fâ" fasîha fâ'sıdır.
Mahzuf, yani zikredilmeyen cümleleri özetler. Yani diğer sûrelerde
beyan olunduğu üzere o kavmin köyüne vardıklarında, orada müminlerden
kim varsa çıkardık.
36-38-
Fakat
orada bir evden başka müslüman bulmadık. Yani bir evden başka mümin
yoktu, onun için bir ev halkından başka selamete çıkan bulunmadı ki o
ev Hz. Lut'un evi idi, karısından başka bütün ailesi mümin oldukları
için beraberinde selamete çıkmış kurtulmuşlardı. Demek Hz. Lût'un
açıkladıklarına daha başka iman eden bulunsaydı onlar da
kurtulacaklardı. Burada "müslimîn" (müslümanlar) "müminîn" (müminler)
eş anlamlı gibi kullanılmış olmakla birlikte selamet bulanlar mânâsını
da ifade etmektedir.
39-40-
yani bir
müjdeden sonra asıl gönderilmenize sebeb olan iş nedir? Ey "mürseller",
Allah tarafından gönderilmiş şanlı elçiler! "Günahkâr bir kavme" yani
Lut kavmi üzerlerine salmak için, memleketlerinin altını üstüne
çevirdikten sonra üzerlerine yağdırmak için çamurdan taşlar, çamurdan
taşlaşmış "siccîl" Rabbinin katında damgalanmış nişanlanmış, hangisinin
kime ve nasıl isabet edeceği takdir olunmuş, belli edilmiş o müsrifler
için, cürümde fasıklıkta ve günahta haddini aşmış, aşırıya kaçmış
azgınlar için alametleriyle tertib edilmiş, hazırlanmış, mendud, "Biz
orada bulunan müminleri çıkardık." âyet metninde geçen "fâ" fasîha
fâ'sıdır. Mahzuf, yani zikredilmeyen cümleleri özetler. Yani diğer
sûrelerde beyan olunduğu üzere o kavmin köyüne vardıklarında, orada
müminlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada bir evden başka müslüman
bulmadık. Yani bir evden başka mümin yoktu, onun için bir ev halkından
başka selamete çıkan bulunmadı ki o ev Hz. Lut'un evi idi, karısından
başka bütün ailesi mümin oldukları için beraberinde selamete çıkmış
kurtulmuşlardı. Demek Hz. Lût'un açıkladıklarına daha başka iman eden
bulunsaydı onlar da kurtulacaklardı. Burada "müslimîn" (müslümanlar)
"müminîn" (müminler) eş anlamlı gibi kullanılmış olmakla birlikte
selamet bulanlar mânâsını da ifade etmektedir. Ve orada bir âyet
bıraktık, yani o köylerin battığı yerde bir alamet kalmıştır ki
yerküredeki alametlerden birisidir.
İbnü Cerir,
"birçok istifli taşlar" demiş. Bazıları da bir kokar su demiştir.
Bununla birlikte, "Ankebût" Sûresi'nde "Andolsun ki biz, aklını
kullanacak bir kavim için oradan apaçık bir ibret nişanesi
bırakmışızdır." (Ankebut, 29/35) âyetinde geçtiği üzere âyetten murat,
"ayet-i kelamiye" yani sözlü ilâhî ayetleri olması da mümkündür ki, bu
olayın vahiyle inen ilâhî kitaplarda zikredilmesi ile dillere destan
olan bir ibret âyeti bırakılması demek olur. Bu şekliyle mânâ: Onlar
hakkında bir âyet de bıraktık demek olacağından bu mânâya göre "Musa'da
da.." ifadesinin hiçbir hazifsiz buraya atfı sahih olur. Önceki mânâda
ise, "Musa'da da kıldık." diye âmil yani fiil takdiri ile üzerine
atfolunur. Yahut "Musa'da da bir âyet vardır." takdirindedir. Bu
takdirde üzerine atfı caiz görenler olmuştur. Kuvvetli açık bir delil
ile, yani mucizelerle gönderdik de Firavun rüknü ile, yani bütün
kuvvetiyle veya kavminden dayanmış olduğu kuvvetine güvenerek yüz
çevirdi, Allah'ın âyetlerine iman etmedi. Kınanacak fiiller yaparken
yani küfür ve azgınlık ile cinayetler yapıp dururken. Müfessirlerin
gösterdiği bu mânâ, suda boğulmasından önceki halini beyan olur. Bir de
"nefsini kınayarak" demek olabilir ki suda boğulurken "Gerçekten
İsrailoğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka Tanrı olmadığına ben de
iman ettim." (Yunus, 10/90) diyerek gösterdiği pişmanlığı ifade eder.
41- Akîm
bir
rüzgar, hiç hayır ve faydası olmayan aşılama ve tozlaşma yapmaz bir
rüzgar.Gerçi "akîm" müteaddi yani geçişli de olabildiği için burada
akîm bırakıcı, helak edici mânâsına olması daha uygun olacaktır.
42-Nitekim
şöyle
tefsir olunuyor: "Uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu çürütüp
kül gibi ediyordu." Çürümüş kül gibi tozup dağılıveren
43-
"Onlara: Bir
zamana kadar istifade edin, denilmişti." Bunu Hûd Sûresi'nde geçen
"Yurdunuzda üç gün daha yaşayın." (Hud, 11/65) ifadesi ile tefsir
edenler olmuş ise de o, den sonra, bunun ise fâ'nın delaletine göre
utüv'den önce olması dolayısı ile daha önceden verilmiş bir fırsat
olması gerektiği söylenmiştir.
44-45-Yani
Salih
(a.s)'in gönderilmesi ile verilen fırsattan istifade etmediler de
Rablerinin emrinden kaçınarak azgınlık ettiler, onun için kendilerini
yıldırım çarpıverdi. Yani azab yakalayıverdi. Diğer sûrelerde "sayha"
haykırış, burada ise "sâika" yani "yıldırım" denilmiştir ki maksat aynı
musibettir. Bakıp duruyorlardı, üç gün denilmiş olduğu ve alametleri
görülmeye başladığı için azabı gözetmeye başlamışlardı. Azabı
beklemenin ise azabdan daha acı olduğu da unutulmamalıdır. Veya azaba
çarpılmış henüz can çekişirken birbirlerinin bütün felaket ve
korkunçluğunu görüp duruyorlardı.
Bakıyorlardı da
ne kendi kendilerine kalkmaya güçleri yetiyordu, ne de bir yardım
bulabiliyorlardı. Bu ifadeler herhangi bir suretle batmakta olan bir
kavmin bütün dehşeti ile manzarasını göstermektedir.
46-
Bunlardan
önce Nuh kavmini de helak etmiştik.
"Nuh kavmini
helak ettik." takdirindedir. Yahut deki üzerine atfedilmiş olarak o
mânâdadır. Çünkü o helak edilenler hep fasık birer kavim idiler. Onun
için helak edildiler. Bu şekilde bunlar yeryüzünde cezanın olacağına
delalet eden birer örnektirler. Bunu haber verdikten ve beyan ettikten
sonra yükselmeye davet için buyuruluyor ki:
47- "Bir
de
semaya bakın biz onu kuvvetle bina ettik." "İzmar alâ
şaritati't-tefsir"dir. Yani semanın âmili olan "fiil" gizlenmiş de
zamirine taalluk ettirilerek diye tefsir edilmiştir. Eserden, bunu
yapan müessirin çıkarılmasını ifade eden, bir üslubda lafız mânânın
muhtevasına terkibi ile de uyum sağlamıştır.
EYD, "yed"
kelimesinin çoğulu olabilirse de burada "Davud'u, o kuvvet sahibi zatı
hatırla." (Sâd, 38/17) âyetinde olduğu gibi teyidin aslı olan "kuvvet"
mânâsına olması daha ağır basar. Bu beyan "Allaha kaçın!" ifadesi ile
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."
(Zariyat, 51/56) âyetinin muhtevasına ve mânâsına önceden yapılmış bir
hazırlıktır. Nitekim "Şüphesiz rızık veren güç ve kuvvet sahibi olan
ancak Allah'tır." (Zâriyât, 51/58) âyeti ile teyid olunacaktır. Ve hiç
şüphesiz biz çok genişliğe malikiz. Bunun iki mânâsı vardır: Birisi,
kudret genişliğini ifade eder. Kudret ve kuvvetimiz öyle geniştir ki
semayı bina ile tükenmedikten başka onu daha çok genişletebilir. Bu
mânâ hem, "Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak ne de orada bize
bir usanç gelecektir." (Fâtır, 35/35), hem de "O'nun kürsüsü gökleri ve
yeri içine alır." (Bakara, 2/255) âyetlerinin mânâlarını andırır.
Birisi de zenginliği, nimet ve nimet vermede genişliği ifade eder, biz
darlıkları genişletiriz. Yalvaran darda kalmışlara icabet eden,
sıkıntıları açan, ihtiyaçları gideren, fakirleri zenginleştiren, nimet
vereniz, demek olur.
48- Yer
yüzünü
de döşedik, türlü nimetlerle donattık, döşek gibi altınıza serdik ki
üzerinde bir zamana kadar durup hayattan nasip alasınız. Daha da ne
güzel döşeriz, türlü nimetlerle döşenmiş olduğu gibi ilerde daha
güzelini döşeyecek, daha güzel nimetler verecek kuvvet ve kudret de
mevcuttur.
49- Her
şeyden
de iki çift yarattık. İbnü Zeyd gibi bazı zatlar, bunu her cins
hayvandan erkek ve dişi çeşitleri olarak anlamışlar ve açıklamışlardır
ki "Orada gönül açan her türden (bitkiler) yetiştirdik." (Kaf, 50/7)
âyeti gereğince bitkileri de buna katabiliriz.
Mücahid hareket
ve hareketsizlik, gece ve gündüz, gökyüzü ve yeryüzü, siyah ve beyaz,
sağlık ve hastalık, tad ve acı, sevap ve ceza, genel olarak birbirine
zıt olan şeylere ve birbirinin karşıtı olan herşeye işaret olunduğunu
söylemiştir. Diğer bazıları da eşyanın çeşitlere ayrılması ile tefsir
etmişlerdir ki, en azı iki çeşit olur. Bu çeşitlilik zaman zaman
çeşitli ifadelerle ve tasniflerle hatırlatılmak istenmiştir. Beydâvî
yalnız bu mânâyı göstererek "Her cinsten iki çeşit" diye tefsir
etmiştir. Bu mânâ öncekileri de içine alması açısından daha
kapsamlıdır. Ancak bu takdirde "Herşey"den maksat, sadece cins olmuş
oluyor. İfadenin zahiri ise her ferdi içine almaktadır. Onun için biz
bundan herşeyin dış alemde ve iç dünyada veya haricî ve zihnî olmak
üzere iki özelliğini ifade eden ve dış dünya ile iç alemi arasında çift
bir uyum ile tecelli eden idrak meselesine de bir işaret anlıyoruz.
Gerçi herşey bize iç alem dışındaki biçimini hikaye eden bir izlenim
ile tecelli eder ve hakikat bu iki şeklin bir diğerine uyumu ile
bilinir ki bunun birine "asîl" birine "zıllî" dahi denilir. Herhangi
bir şeyden hasıl olan her şuur yani algılama olayında bu ikilik
kaçınılmazdır. Bu ikilik içinde birleştirilmeden hiçbir şeyin varlığına
inanılamaz ve tefekkür edilip düşünülemez. "Düşünesiniz" buyurulması da
bunu destekler. Yalnız şunu dikkatten kaçırmamak gerekir ki buradaki
"Herşeyi" "Yarattık" karinesi ile ancak yaratıklara şamil olabilir.
"Şüphesiz O herşeye kadirdir." (En'am, 6/17)deki "şey" gibidir. Bu
"şey" kavramı içine yüce Allah dahil değildir. Çünkü O, "O'nun benzeri
hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) hükmü ile ifade edilen bir ilahtır.
Mahluk (yaratılmış) olmadığı gibi yaratık olan şey ile evlilik
ilişkisine girmekten de münezzehtir. O "Ehad"dir, "Samed"dir. "Onun
hiçbir dengi yoktur." (İhlas, 112/4), "O'nun eşi ne de çocuğu
olmamıştır." Onun kendi zatı hakkındaki ilmi, çalışmakla elde edilen
ilim kabilinden değil, bizzat olan "ilm-i huzurî" ile olduğu için zihin
suretine (ideye) muhtaç olmayan ve dolayısıyla zatına bir eş gerekmeyen
ezelî bir ilimdir. Allah'a da "şey" denilir diye "Fütuhat-ı Mekkiyye"de
Muhyiddin-i Arabî'nin buradaki "her şey"e O'nu da katar yollu
değerlendirmede bulunması doğru değildir. "Herşeyin yaratıcısı" (En'am
6/102) ifadesindeki "şey" kelimesine Allah dahil olmadığı gibi burada
da dahil değildir. Kısaca çift olmaktan maksat, yalnız dış dünyadaki
çeşitlilik ve eşyanın birbirinin karşıtı olması değildir, hem dış
alemdeki hem de zihinlerdeki, biçimlerle dış dünyadaki ve iç dünyadaki
çeşitlilik ve karşıtlığı da içine alır. Yüce Allah kuvvet ve kudret
genişliğini göstermek üzere semayı bina etmiş ve yerküreyi döşemiş ve
herşeyden çift çift yaratmıştır ki düşünesiniz, çiftler arasındaki
ilişkileri düşünesiniz de yaratanın kuvvet ve kudretini, yaratmasının
hikmetini, cezasının şiddetini, nimetinin genişliğini, bugünün,
yarınını dünyanın ahiretini, ahiretin ceza ve sevabını anlayasınız.
50- O
halde
düşünüp de hep Allah'a kaçın, O'nun cezasından o elîm azabdan korunmak,
Cennet ve pınarlar ile müjdelenen müttakiler içine girmek için iman ve
tevhid, güzel amel ve kulluk ile O'nun koruması altına girin. Haberiniz
olsun ki ben sizin için O'nun tarafından açıklayan bir uyarıcıyım, şirk
koşanlara ve isyan edenlere hazırlanmış azabı haber vermeye görevli bir
peygamber, hem de peygamberliği açık âyetler ve mucizelerle belli veya
anlatılması gerekli olan şeyleri güzel anlatan bir peygamberim.
51-Yani
"böyle
söyle ey Muhammed!" Ve Allah ile birlikte diğer bir ilâh edinmeyin. Bu
yasaklık ilk önce kaçınılması gerekli olan en büyük günahı ayrıca
hatırlatmaktadır.
52-Bu
böyledir,
yani; "Onlardan öncekiler bir resul gelince ya sihirbaz dediler, ya da
deli." Bu âyet Resulullah'a bir tesellidir.
53- Ona
vasiyetleştiler mi? Yani sihirbaz ve deli demeyi öncekilerle şimdikiler
hep birbirlerine tavsiye mi ettiler? Nerde edecekler, çoklarının
birbirlerinden haberleri bile yok. Hayır onlar, Peygamberler'e öyle
sihirbaz veya deli diyenler hep tuğyan etmiş, azgınlar zümresidir.
Hakk'a karşı azgınlık etmekte, azgınlık sıfatında görüş birliği içinde
oldukları için onun gereği olan sözleri de birbirlerine benziyor.
54- Onun
için
sen şimdi onlardan yüz çevir, zikrolunduğu üzere "Allah'a kaçın."
"Allah ile birlikte başka bir ilah daha benimsemeyin!" diye davete
tekrar edip tebliğ vazifeni yaptığın halde onlar inad ile azgınlıkta
ısrar ettiklerinden dolayı artık onlarla mücadele ve münakaşadan kaçın,
kendilerinden yüz çevir. O şekilde kınanacak sen değilsin, sende kusur
olmaz.
55- Onunla
beraber hatırlatmaya devam et, yani vazife ve sorumluluğu hatırlatarak
vaaz ve nasihata devam et. Çünkü hatırlatma müminlere menfaat verir.
Va'z ve nasihat ile vazifenin ve sorumluluğu hatırlatmanın müminlere
faydası olur. İman etmiş olanların unumamasına, gaflete düşmemesine,
imanlarının kuvvetlenmesine neşelerinin artmasına bilmediklerinin
öğrenilmesine hatta iman etme eğiliminde olanların imana gelmesine
sebep olur.
56-Hatırlatılması
gerekli olan vazifenin esasının ne olduğuna gelince; Ben cinleri ve
insanları ancak bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım. İşte
hatırlatılması gereken vazife budur. Cin ve insan cinsinin
yaratılmasının hikmeti Allah'ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir.
Bunun dışında başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi edilmiş
olur, onun için azabı hak eder. Bazıları "bana ibadet etsinler diye..."
ifadesinde "beni tanısınlar diye" şeklinde bir tefsir nakletmişlerdir.
Bunun mânâsı da "Beni mabud tanısınlar." demektir. Bu ise benim
emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibadet etsinler demeye gelir. İbadet
ve kulluk, isteyerek yapılan fiillerden olarak istenen fiil oldukları
için bazılarının bunu yapmaması insan ve cin cinsi için en mükemmel
gaye olmasına aykırı olmaz. Bundan yüce Allah'ın muradının geri kalmış
ve yerine getirilmemiş olması mânâsının çıkarılması da gerekmez. Çünkü
bu gibi yerlerde, Fıkıh bilginlerinin dedikleri gibi "Hikmet,fertlerin
herbiri itibarıyla değil, cins itibarıyla göz önüne alınır." Kısaca
bunun mânâsı ibadet ile mükellef olmak üzere yarattık demektir. Yoksa
hepsinin salih kullardan olmasını tekdir eyledik, demek değildir.
57-Böyle
ibadet
ve kulluğun yararının Allah'a ait olmayıp yine kulların menfaatleri
için olduğuna dikkat çekmek için buyuruluyor ki: Ve ben onlardan bir
rızık istemem, bana yemek yedirmelerini de istemem, yani diğer
efendilerin kullarından, uşaklarından bekledikleri gibi efendilerin
menfaatine kulluk değil.
58- Zira
Allah'ın
kendisidir o rızık veren ve kuvvet sahibi metin, yani kuvvetli
şiddetli, onun için O'na kulluk, O'nun kuvvetinden istifade ile
kullarına yararlı olmak ve o sayede vaad buyurduğu yüksek sevaba ermek
içindir. Onun için Allah'a kaçın, ve Allah'a kulluk edin.
59- Zira o
zulüm
edenlere, peygambere inanmayıp Allah'a kulluktan kaçan, şirk ve
azgınlık ile kendilerini ebedi azaba sürükleyerek nefislerine yazık
etmiş olan Mekke müşrikleri gibilere arkadaşlarının hisseleri gibi
dolgun bir hisse var.
ZENÛB, su
dağıtan sakaların su taksim ettikleri dolgun büyük bir küfedir ki
burada azabdan pay almak mânâsına istiare olunmuştur. Şimdi onu benden
acele istemesinler. "Bu tehdid ne zaman gerçekleşecektir?" (Yâsin,
36/48) deyip durmasınlar.
60- Çünkü
kendilerine vaad olunan o günlerinden dolayı vay o inkâr edenlere! Zira
sûrenin başında geçtiği üzere "Muhakkak o size vaad olunan her halde
doğrudur ve muhakkak ceza, şüphesiz olacaktır." (Zâriyât, 51/5-6) Bu
mânâ şimdi bir de Tûr Sûresi ile teyid olunacak, pekiştirilecektir.
|
|