|
Elmalı Tefsiri
1-2-
Elif, Lâm, Râ. (Bunun anlamı için Yunus ve Bakara Sûrelerinin ilk
âyetlerine bakınız.) Allah bilir, bakınız ağızlarından tek tek çıkan o
hece harfleri nasıl ilâhî sırlarla doludur. Bunlar, bu hece harfleri
veya bu harflerle başlayan bu sûre, o mübin kitabın âyetleridir.
Mübin:
Hûd Sûresi (11/6) nde de geçtiği üzere den ismi faildi ki, lazım ve
müteaddi olarak her ikisi için de kullanılır. Lazım anlamıyla "mübin"
kendi özünde açık, seçik ve aydınlıktır. Yani haddi zatında kendisinin
ne olduğu açık ve belli, kendisinin ne olduğunu tanıtmaya kendisi
yeterli olan demektir Müteaddi (geçişli) fiil olarak anlamı ise beyan
edici, açıklayıcı, açığa çıkarıcı, ayırt edici demek olur. Bir de dili
ve ifadesi gayet güzel, muradını ve maksadını gereğine göre dilediği
gibi anlatır, fasih ve beliğ mânâsına gelir. İşte Kur'ân-ı Azimüşşan
"hüda", "nur", "furkan" isimleriyle anılan bir hikmetli kitap, bir
tafsilatlı kitap olduğu gibi, aynı zamanda her yönüyle bir "mübin"
kitaptır.
Birincisi:
Herşeyden önce bütün Arap edebiyatçılarını, şairlerini ve
belagatçılarını, hatta bütün insanları ve cinleri icazıyla aciz
bırakmış, Allah tarafından mucize olarak nazil olmuş bir kitaptır.
Bundan dolayı hak ve Haktan olduğunu, kendisinden başka hiçbir delile
ihtiyaç bırakmayacak şekilde, bizzat kendi varlığıyla isbat etmiş olan
bir kitaptır. "Bu ne sırf şarka, ne de sırf garba ait olmayan bir
ağaçtan tutuşturulur. Onun yağı kendisine hiç ateş dokunmasa bile ışıl
ışıl ışıldar." (Nur, 24/ 35) âyetinin zevkiyle bu, bizatihi beyyin,
tecrübeyle sabit, hiç şüphe götürmez bir mucizedir.
İkincisi:
Ahkam ve şeriat kuralları, mülk ve melekute ait gizlilikler, gaybe ait
haberler, kıssalar ve mev'izalar gibi, dinin usul ve mearifini
açıklayan, beyan eden bir kitaptır.
Üçüncüsü:
Hakkı batıldan, hayrı şerden, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırt
eden bir kitaptır.
Dördüncüsü:
Dilin ifade güzelliği, beyan gücü bakımından da gayet parlak bir
kitaptır ki, bunun da üç sebebi vardır:
a.
Dilinin Arapça olmasıdır. Arapça ise hece harflerindeki güzellik ve
sağlamlık, kelimelerindeki uyum ve ahenk, anlamlarındaki genişlik,
iştikaklarındaki asalet ve çeşitlilik, kinayelerindeki müenneslik ve
müzekkerlik ve daha başka özellikleri ile icaz içinde vuzuha hizmet
eden ince ayrıntıları, edatlarındaki insicam kabiliyeti, pek çok
faydalı bağlantıları ve bilhassa terkip ve irabındaki incelik va
parıltılı yönleri bakımından ifadei meram etmeye yarayan diller içinde
en kuvvetli ve sağlam bir beyan aracı olarak dikkat çeker.
b.
Kur'ân bu dilin, en açık, en güzel, en seçkin lehçeleri üzere nazil
olmuştur.
Arabî:
Arab'a mensup demektir. Arap da Arabî'nin çoğuludur. "Ebu Hayyan
Tefsiri"nde ihtar olunduğu üzere, bir de "Arabe" ismi vardır ki, Hz.
İsmail Aleyhisselam'ın diyarı olan Mekke ve çevresinin ismidir. Nitekim
şair: "Yer yüzünün bir nahiyesi vardır ki, insanlardan zekası keskin,
dili tatlı (olan Resululah) dan başka hiç kimse onun haramını helal
kılmamıştır." diyerek Hz. Peygamber'in Mekke'yi fethini anlatmış ve
şiir zaruretiyle Arabe'nin "ra"sını sakin kılarak, "arbe" yapmıştır.
İşte bu kelimenin de nisbesi" Arabî"dir. Buna göre Kur'ân'ın Arabî
olması, doğrudan doğruya buna da nisbet edilebilir ki, Arabe diyarının
lehçesiyle inmiş demek olur.
c.
Kur'ân'ın nazmı, Arap diline öyle yüksek bir insicam, salabet ve
halavet ihsan etmiş, öyle güzel bir beyan ve ifade üslubu kazandırmış
ki, onun Allah kelâmı olmasından kaynaklanan bu bedi'î üslup ve fıtrî
beyan, Arap şair ve belagatçılarını bir benzerini getirmekten aciz
bırakma konusunda başlı başına rol oynamıştır. İşte Kur'ân, beyan ve
ifadesinde böyle çok yönlü bir kuvvet, katmerli bir güç, seçkin bir
güzellik bulunması açısıdan da bir mübin kitaptır.
Aslında
birinci mânâ, dördüncü mânânın bu şıkkındaki mânâyı da zımmen içine
almakta ise de hadd-i zatında bu husus, Kur'ân'ın üstün bir özelliğini
teşkil ve sırf kendisine mahsus olan müstakil bir mânâdır. Velhasıl
Kur'ân, bütün yönleriyle eşsiz ve benzersiz olan bir kitaptır.
Demek
ki, "İşte bunlar hikmetli kitabın âyetleridir." diye başlayan Yunus
Sûresi ile onu "Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri hikmetle donatılmış,
sonra da habir ve hakim olan Allah tarafından açıklanmıştır." diyerek
söze başlayan Hûd Sûresi'nden sonra, yani Kur'ân'ın hikmet özelliğiyle
yakından ilgili olan âyetlerinden sonra, tevil ilmini öğreten böyle bir
sûrenin gelmesi, o hikmetlerin nasıl ve ne yönde açıklanması
gerektiğine güzel bir misal verecek olan bu sûre de onlar gibi, ezelî
güzelliklerden bir remz ve sembol olan harflerle başlamaktadır. Yusuf
Sûresi de Kur'ân'ın daha ziyade güzel anlatım demek olan "beyan"
özelliği ile ilgili âyetlerindendir. Bundan dolayı buyuruluyor ki:
Muhakkak
ki biz, onu Arabî bir Kur'ân olarak indirdik. Yani yalnızca mânâsını
değil, lafzını da Arabî olarak vahy-i metluvv (okunan vahy) olarak
indirdik. Ki aklınızı kullanıp anlayasınız diye. İyi anlayasınız veya
aklınızı kullanasınız da şimdi ihtar olunacağı üzere bunun Allah'dan
olduğunu bilesiniz.
3-Ya
Muhammed! Bu Kur'ân'ı sana vahyetmemizle en güzel kıssayı, sana biz
anlatıyoruz.Yani, bu sûre, kıssaların en güzelidir. Yusuf kıssası,
"Yusuf'da ve kardeşlerinde sual edenlere âyetler vardır." (Yusuf, 12/7)
uyarınca, haddi zatında çok ibretli ve güzel bir kıssa olduğu gibi,
bunun en güzel anlatımı da bu sûrede, bu Kur'ân'dadır. Hiçbir kitapta,
hiçbir eserde bu kıssa bu kadar güzel nakledilip anlatılmamıştır. Arabî
bir Kur'ân olarak indirilen bu Kitab-ı mübinin âyetlerinden bir bölüm
olan bu sûre de sana Kur'ân vahyi ile, yani sözleri ve mânâsı ile
birlikte vahyedilmiş bir Kur'ân olduğu ve Kur'ân'ın beyan güzelliği
açısından benzersiz ve eşsiz bulunduğundan dolayı en güzel kıssa bu
Kur'ân'ın vahiy diliyle sana anlatılmıştır ki, bunu anlatan ancak
Allah'dır. Yoksa, şurası bir gerçek ki, bundan, bu vahiyden önce, sen
elbette bundan habersizdin. Bu kıssadan haberin yoktu. Buna dair hiçbir
bilgiye sahip değildin. Ne aklına gelmişti, ne hayaline, ne işitmiştin
ne de düşünmüştün, tamamen habersizdin. Bu ne başka bir kaynaktan
alıntı olan bir nakil, ne de senin tarafından tasavvur ve tasvir
olunmuş hayali bir romandır. Senin hiç haberin yokken birden bire
gayıbtan vahiy yolu ile gelmiş olan gayb haberlerinden bir haberdir.
Böylesine güzel bir anlatım, böylesine bir vahy-i metluvv, (okunan
vahy) böyle yüce bir gayb haberi hiç şüphe yok ki, ancak bir Allah
vergisi olabilir.
İmdi
her biri apaçık birer burhan ve belge olan söz konusu üç burhan ile, bu
âyetin ifade ve ihtar ettiği bu hakikatleri düşünecek ve güzel beyanı
dinleyip anlayacak olanlara sûrenin sonunda açıkça ifade edileceği
üzere, aklen ve naklen iyice açıklık kazanır ki, bu sûre "İşte bu, sana
vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" (12/102). Bu Kur'ân "Uydurulmuş
herhangi bir söz değildir." (12/111)
Ahsenü'l-kasas:
En güzel anlatış veya en güzel kıssa, öykü, menkıbe anlamına mef'ul-i
mutlak veya mef'ul-i bih olur.
"Kâf"ın
fethi ile "kasas" aslında mastardır. Ve sözlükteki anlamı bir şeyin
izini sürerek arkasına düşmektir. Nitekim (Kehf, 18/64) âyetinde de
geçtiği üzere, "İzlerini takip ederek geriye döndüler" demektir.
"(Musa'nın) kızkardeşine 'onun izini takip et' dedi." (Kasas, 28/11)
âyetinde izini, takip et, arkasını bırakma, demektir. İkinci olarak
yine bu anlamdan alınıp izlemeye değer bir haber nakletmek, bir hikaye
anlatmak mânâsına gelir ki, Türkçe ayıtmak ve bazı lehçelerde ayırtmak
denilir. Üçüncüsü, o anlatılan haber veya hikayede mef'ul anlamında
mastar olarak, yani maksus mânâsına kasas, yahut kıssa denilir ki,
"kaf" ın kesri ile "kısas" bunun çoğulu olur.
Kıssa
da esasen izi sürülmeye değer hâl ve durum mânâsınadır. İşte bundan
dolayı şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde dolaşan destan ve
hikayelere de kıssa adı verilir ki, buna farsçada destan veya efsane
denilir. Ancak bizim dilimizde destan deyimi şöhreti yaygın olmak
bakımından, efsane deyimi de inanılmayacak gibi acaipliği bakımından,
kıssa da ibretli özelliği bakımından kullanılır. Demek ki, bir haber
veya hikayenin kıssa adını alabilmesi izlenmeye değer ve yazılmaya
değer bir özelliği taşımasına bağlıdır. Bunun içindir ki, edebiyatta
kıssanın özel bir yeri ve önemi vardır. Bir hikayenin dillerde
dolaşacak bir destan veya efsane halini alması, kalıcı bir güzelliği
ifade eden bir olağanüstülükle ilgilidir. Güzellik ise çok yaygın bir
şey olmadığından gerçekten de kıssa denilebilecek hikayeler çok nadir
olur. Kıssaların gerçeği de, hayalisi de vardır. Şüphe yok ki, en güzel
kıssalar, hakiki olanlardır: Yani, gerçek bir olayın, kalıcı güzelliğe
delalet eden bedi'î nüktelerle tasviri ve belagatlı bir şekilde
anlatılmış olanlar arasındadır. Zira hakiki güzellik, daima hayallerin
ötesindedir. Ve ideal güzellik, ancak gerçek güzelliğe bir sembol, bir
misal olması bakımından önem taşır. Bir masum güzelliğin en mükemmel
bir macerası olan ve ebedî güzelliğin gerçek yüzünü görmüş bir gözün,
geçici güzelliğin cilvelerine nasıl bir küçümseme ile baktığını anlatan
Yusuf Kıssası, gayb âleminden müteşabih bir sembol ile tecelliye
başlayıp, git gide gelişerek meâlini bulmuş bir hakikatın belagatlı bir
anlatımı ve aynı zamanda Muhammedî güzelliğin ezelî bir simgesi ve
nişanıdır.
Hz.
Yusuf'un rüyası, onun masum güzelliğinin gelecekte gelişecek olan
olaylara ve mukadderatına ilâhî gayb âleminden nasıl bir sembol ve
misal olmuş ise, bütün ayrıntılarıyla Yusuf Kıssası da Muhammedî
güzelliğin en yüce anlamına öyle bir başlangıç simgesi ve sembolü
olarak nazil olmuş olan bir gaybî hakikattır. Ve bilhassa bu açıdan ve
bu özelliğinden dolayı en güzel kıssadır.
Şöyle
ki:
4-6-
Ve işte böyle, rüyada gördüğün gibi, o yüksek ve parlak gök
cisimlerinin sana secde etmesi misaline benzer bedi' bir seçişle Rabbin
seni seçecek, Cenab-ı kibriyası için kendine ayıracak, derleyip
toplayıp seçerek halkın en şereflileri, en yüksek makamda bulunanları
arasına katacak, parlak bir makama getirecektir. Yani, gördüğün rüya
kendi geleceğinin bir misalini görmektir. O misal âleminde o büyük ve
yüksek yıldızların sana secde halinde görünmeleri, temsil ve teşbih
yoluyla şuna delalet eder ki, ileride Rabbin sana peygamberlik verecek
ve büyük büyük adamları sana, senin emrine bağımlı kılacak, sana boyun
eğdirecek. Ve sana haberlerin yorumu ile ilgili ilim öğretecek. Düşünce
olarak ortaya konan ve vakıa olarak meydana gelip gelmeyeceği belli
olmayan sözlerin, vakıa olarak ne anlama geldiğini tayin etmek, yani
rüya tabir eylemek veya vahiy ve ilâhî işaretlerin muammalarını,
ledünnî hakikatlerini anlamak veyahut olayların en sonunda alacağı
şekli ve ondan hasıl olacak sonuçları anlamak ilminden bir şanlı hisse
verecektir. Şu halde sen de benim bu söylediklerimin hak ve gerçek
olduğunu göreceksin. Kesbi ilimler ile değil, vehbi ilim ile böyle
doğru tabirler, teviller ve yorumlar yapıp şan alacaksın. Hem sana, hem
de Yakup soyuna nimetini tamamlayacak, daha önce iki atan İbrahim ile
İshak'a tamamladığı gibi. Ki peygamberlikte muvaffak kılmış, dünya ve
ahiret hayatında tam bir şeref ve şana mazhar eylemiştir. İşte o
rüyanın kısaca tabir ve tevili budur.
Ayrıntılı
olarak teviline gelince, o da ileride bilfiil meydana gelecek olaylar
ile olacaktır. Şüphe yok ki, Rabbin âlimdir, hakimdir. Herşeyi bilir,
olmuşu da, olacağı da bilir; her yaptığını ilim ve hikmetle yapar.
Bundan dolayı kimin seçilmeye layık olduğunu da yine O bilir. Rüya
hadisesinde dahi mutlak bir ilim ve hikmet vardır. (İleride bu sûrenin
43. âyetine bakınız).
Gerçekten
de:
7-
Yusuf ve kardeşleri kıssasında ki, rüyada onbir yıldız ile temsil
olunduğu gibi, kardeşleri onbir tane idi, soranlara (yani genel olarak
ibret arayanlara, ibret almak için birçok ipuçları bulunduğu gibi,
bilhassa yukarıda anlatıldığı üzere, İsrailoğulları'nın Mısır diyarına
ne sebeple geçtiğini soranlara, Mekke müşriklerine ve onlara akıl
hocalığı yapan yahudi bilginlerine, Hz. Muhammed'in hak peygamber
olduğunu anlatacak) alâmetler vardır.
Çünkü
Yusuf'un kardeşleri, kendi aralarında:
8-14-
Usbe: Sıkı, birbirine bağlı, tutkun ve mutaassıp bir topluluk demektir.
Hani
bir vakitler dediler ki, hiç şüphesiz Yusuf ve kardeşi... Hepsi kardeş
oldukları halde "Yusuf ve kardeşi" deyip de "kardeşimiz" dememeleri,
Bünyamin, Yusuf'un ana-baba bir kardeşi olmasından dolayıdır. Bundan da
anlaşılıyor ki, diğer on kardeş bu ikisinin yalnızca baba bir, anaları
ayrı kardeşleri oluyorlardı. Üvey kardeş olduklarından ve biraz da
kıskançlıkları yüzünden bu ikisini kendilerine kardeş saymayarak
aralarında böyle söylemişlerdi. ilh...
19-21-
Mısır'dan
onu satın alan adam ki, biraz sonra
görüleceği üzere bu adam
Aziz idi ve rivayet olunduğuna göre adı da "Kıtfîr" veya "Itfîr" imiş,
zürriyeti yokmuş, eşi ise bakireymiş, adı da "Ra'îl" yada "Züleyha"
imiş.
Demişlerdir
ki, insanlar içinde uzağı gören en ferasetli üç kişi en başta gelir:
Bunlardan
birisi, Yusuf'un ilerde büyük adam olacağını kestiren Aziz. Birisi, Hz.
Musa'yı çoban tutması için babasına "Bu adam güçlü ve güvenilir biri"
diyerek, onu kiralatan Şuayb Aleyhisselam'ın kızı. Birisi de Hz. Ömer'i
hilafete aday gösteren Ebu Bekir.
22-
Ne zaman ki, o eşüddüne erdi, yani beden ve kuvvetinin tam güçlendiği
kemal çağına geldi erişti. Biz ona seçkin bir hüküm ve ilim verdik,
yani olağanüstü bir nüfuz ve kavrayış üstünlüğü ve bir vehbî ilim
verdik. Ve işte biz, muhsinlere, yani, güzel iş yapanlara böyle mükafat
veririz. Ona suikast düzenleyenlerin elinden kurtarır, yeryüzünde
güvenilir bir yere yerleştirir, onu daima korur, ayrıca hüküm ve ilim
veririz. Yani, Ey Muhammed! Sana da işte aynen böyle yapıyoruz.
Gelelim
Yusuf'un bundan sonra başına gelenlere:
23-O,
öyle erişti, olgunluk çağına geldi, ve evinde bulunduğu hanım, Yusuf'un
nefsinden murad almaya kalktı, ve bütün kapıları kilitledi, ve haydi
beri gelsene, dedi. Fakat Yusuf'dan ne karşılık aldı bilir misiniz?
Yusuf dedi ki: Allah korusun! Doğrusu o, benim efendimdir,
veliyyinimetimdir, bana güzel baktı, yer yurt ihsan etti. Benim için
"ona güzel bak!" dedi . Allah saklasın, onun iyiliğine karşı hiç böyle
şey olur mu? Doğrusu zalimler iflah olmazlar. Yani efendinin yatağına
hainlik, iyiliğe karşı kötülük, ihsan ve ikrama karşı nankörlük zulüm
ve haksızlıktır. Genel olarak zalimler felah bulmazlar, iflah olmazlar.
Şu halde biz şimdi senin dediğini yaparsak ikimiz de zalimlerden oluruz
ve asla iflah olmayız.
24-
Hanım ona cidden niyet etmişti. Maksadı Yusuf'un iffetli ve namuslu
biri olup olmadığını denemek veya şaka yapmak değildi. Ona gönül vermiş
ve bütün himmetiyle onunla olmaya azmetmişti. O da, (yani Yusuf da) ona
meyletmiş gitmişti, fakat Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı. Yusuf
ona aynı şekilde karşılık vermedi, hanımın isteğine ve teklifine
uymadı, amma bu onun erkeklik hissinin eksikliğinden veya gücünün
zayıflığından dolayı sanılmamalıdır. Öyle olsa idi, Yusuf'un iffetli
olmasının büyük bir anlamı kalmazdı. Bu başka hiçbir sebepten değil,
yalnızca onun olgunluğundan kaynaklanıyordu.
Durum
öylesine uygun bir durum idi ki, doğal şartların hükmünü icra edip,
sonucun Züleyha'nın isteği doğrultusunda meydana gelmesi için herşey
tamam idi. Ancak Allah korkusundan başka hiçbir engel yoktu. Eğer bu
fiil helâl olsa idi, o da zaten kendini kaptırmış gitmişti. Fakat
Yusuf'un iffet, ismet ve nezaheti o kadar yüksek idi ki, öyle bir anda
bile Rabbinin burhanını görüyordu: Haram'ın çirkinliğini bütün
çıplaklığı ile aynelyakın görüyordu.
Ona
işte böyle yani yukarıda açıklandığı gibi, burhanını gösteriyordu ki,
ondan her fenalığı, özellikle iyiliğe karşılık kötülüğün, hıyanetin
çirkinliğini ve fuhşu defedelim diye. Zira o, bizim gerçekten ihlaslı
kılınmış kullarımızdandı. İsm-i meful olarak "lâm"ın fethi ile
"muhlas", sırf Allah'a itaat için seçilmiş, lekesiz demektir. "lâm" ın
kesri ile "muhlis" de dini yalnızca Allah'a tahsis eden, dindar
yalnızca Allah rızasını gözeten ihlaslı demektir ki, burada her iki
şekilde de kırâet vardır.
30-34 Yusuf'un
iffetli, namuslu ve nezih kişiliğini
anlamalı ki, böyle bir
baskı ve tehdit altında bile bu işe yanaşmamıştır. Dedikodunun çevreye
yayılması ve şehrin ileri gelenlerince duyulması, bir iki günlük bir
mesele olmasa gerek. Buna bakarak Yusuf'un aylar süren bir baskı
altında, sürekli olarak hanımı tarafından bu işe zorlandığını düşünmek
gerekir. İşte Yusuf Aleyhisselam, böyle uzun süreli bir baskı ve tehdit
karşısında:
35-42-
Bazı yorumcular demişlerdir ki: Yusuf, o arkadaşına "Beni efendinin
yanında an" ki, belki beni buradan kurtarmaya yardımcı olur diyerek,
bir kuldan meded ummayacaktı. Eğer Allah'a yönelip "Ya Rabbi, beni
buradan bir an önce kurtar" diye yalvarsaydı, o zaman araya şeytan
giremeyecek ve Yusuf da daha önce kurtulmuş olacaktı. Yusuf durumunda
olan takarrüb ehline yakışan şey, her beklentilerini Allah'dan
istemektir.
Fakat
Allah, onun kurtulmasını murad ettiği zaman bakınız nasıl bir sebep
yarattı. Ve onun zindan kurtuluşu Allah'ın yarattığı bu sebep yüzünden
oldu.
43- Ey
toplum! Yani, hükümdar o rüyayı görmüş. Hatta
ifade muzari sigasıyla
olduğu için"gördüm" demiyor, "görüyorum" diyor. Buna göre aynı rüyayı
üstüste birkaç defa görmüş olduğu anlaşılıyor. Sonra meseleyi ciddiye
alıp meşhur danışma meclisini topluyor. İçinde meşhur bilginlerin ve
hikmet sahibi kimselerin de bulunduğu bu meclise gördüğü rüyayı
anlatıp, onlara diyor ki: Rüyam hakkında bana bir fetva veriniz. Yani
bu rüya benim için önemli bir mesele halini aldı, bunu tabir edip, ne
anlama geldiği hakkında beni aydınlatın. Bu müşkülümü halledin. Eğer
siz rüyaya geçebilirseniz, yani rüya tabiri ilminde işin derinliğine
inebilirseniz, bu konuda mahir ve nüfuz sahibi kimseler iseniz, bunu
yaparsınız, yapınız.
44-
O meclistekiler, o heyet dediler ki, bu senin rüya dediğin şey bir
"adgâsü ahlam"dır. Yani yaşı ve kurusu birbirine karışmış ot demetleri
gibi, eskisi ile yenisi birbirine karışmış yığın yığın uyku hayalleri,
hakikatte hiçbir mânâsı olmayan eski ve yeni birtakım vehimlerle
hayallerin karışımından ibaret şeylerdir. Biz ise, böylesine karma
karışık hayallerin tevilini bilmeyiz. Yani ahlamın anlamı yoktur ki
bilebilelim.
Görülüyor
ki, burada rüya ile ahlam birbirinin karşıtı olarak kullanılmış, ilim
ve hikmet ehlinin çözümünden aciz kaldığı ve çözemedikleri için de
birçoklarının inkâra kalkıştığı rüya olayında esas olan çok önemli bir
nokta aydınlığa kavuşturulmuştur. Yani, rüyadan bahsedilirken şu iki
kelimenin hakikatte farklı olduğu unutulmamalıdır: Rüya ve hulüm.
Bunlar birbirlerine benzerliği dolayısıyla birbirine karıştırılır ise
de Kur'ân ihtar edip uyarıyor ki, rüya denilen şey, ahlamdan başkadır.
Rüya tek başına enfüsî bir hadise değildir. Onun altında, girilip,
deşilecek ve özüne vakıf olunabilecek hakiki ve gizli bir mânâ
yatmaktadır. Hulüm ise gerçekte hiç anlamı olmayan boş bir vehim ve
hayalden ibarettir ki, haddi zatında bir dış tesir ile meydana gelmiş
olsa bile afakî bir hakikat ifade etmez. Bundan dolayı da tabiri ve
tevili olmayan bir ihtilam olayı gibi, sırf nefsani bir hadise veya
şeytani bir hayal olmaktan ileri gitmez. İşte böyle değişik ahlamın
birbirine karışmasına da adğâsı ahlam adı verilir. Demek ki, hakikat
dilinde rüya, sadık olanların adıdır. Yalan olanlarına da ahlam
denilmelidir. Bunların her ikisi de uyku halinde enfüste temessül eden
hayali birtakım şekil ve suretler olarak görüldüklerinden dolayı,
dışyüzünden bakıldığında rüya, bir hulüm, hulüm de bir rüya gibi
sanılabilir. Bundan dolayı da avam arasında her ikisine rüya denilir.
Oysa gerçekte bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Rüya, görmek
anlamına gelen "rüyet" kökünden alınmış olduğu için bunda hayalin
ötesinde bir hakikat görülmüş olur ki, rüyanın asıl ilişkisi de o
hakikat iledir. Görülen hayal, o hakikatın, insanın iç dünyasında
temessül etmesidir. İşte bundan dolayıdır ki, rüyanın haddi zatında bir
anlamı ve tabiri vardır. Rüya tabiri veya tevili demek de o görülen
hayalden bir ipucu bularak onun arkasındaki hakikate geçebilmek
demektir ki, bunda en önemli olan nokta, o hayalî görüntünün enfüsî
olan özelliği ile afakî olan özelliğini ayırabilmektir. İşte bu anlam
lügatte geçirmek mânâsına gelen tabir fiilinden ziyade "ubur" veya
"ibare" mastarıyla ifade olunur ki, bir yerden bir yere geçmek
demektir. Yani "Rüya tabiri" çok kullanılan bir deyim olmakla beraber
"ubûrü'r-rüya" veya "ibaretü'r-rüya" denilmesi Arapça'da daha fasihtir.
Bundan dolayı Kur'ân'da sülasi mücerredden ifade buyurulmuş, tef'il
babından buyurulmamıştır. Bununla beraber Türkçe'de "tabir" deyimi
yayılmış ve tutunmuştur.
Yukarıda
gördüğümüz üzere "rüya tabiri" bilgisi, "te'vil-i ehadis" ilmi olarak
ifade edilmişti.
Ehadis:
Hadis kelimesinin çoğuludur. Hadis söz veya hadis, yani hadise demek
olabileceğine göre, esas itibariyle "tevil-i ehadis" tamlaması, ya
nefisteki sözün realitedeki anlamının veya nefsin ilişkili olduğu
hadiselerin ileride varacağı akıbeti ve nihaî anlamı anlamak demek
olur. Demek ki, rüya tabir etmek ya sözü veya hadiseyi tevil etmek
mânâsında bir anlayıştır, Bunların her ikisini de birbirine irca etmek
mümkün olur. Çünkü söz anlamak bir enfusî hadise olan sözden dışarıya
intikal ile onun ötesinde bir olayı anlamak demek olduğu gibi;
olaylardan, olayların gidişinden onların ileride alacağı şekli;
onlardan çıkacak mânâyı ve sonucu anlamak da, dışarıdaki bir olayı
idrak ile onun anlamı olan bir sözü, kendi düşüncesinde hissetmek ve
anlamak mânâsına gelir. İşte söz olaya, olay da söze böyle geçişlerle
irca olunabilir. Bilinmektedir ki, genel olarak duyuların gerçeği ve
sahtesi bulunabildiği gibi sözün de doğrusu ve yalanı vardır. Doğru
sözün zihindeki anlamından başka, bir de dış dünyada ifade ettiği
gerçek bir anlamı bulunur. Yalan söz ise gerçekte dış dünyada ifadesi
ve karşılığı bulunmayan soyut bir hayalî hadiseden ibaret kalır. İşte
uyanıkken doğru bir söz veya hakiki bir duyu ile yalan bir sözün veya
aldatıcı bir duyunun, yanlış bir idrakin farkları ne ise, rüya ile
ahlam arasındaki fark da o demektir. En sonunda iş doğruya ya da
yanlışa dönüşür, oraya raci' olur. Şu halde rüya, bir benliğin hak
tarafından duyduğu ve algıladığı bir doğru sözün benzeri, ahlam ise
onun duyduğu bir yalan sözün benzeridir. Sözün hakikatı, mecazisi,
sarihi, kinayesi, iyi tanınmışı, garibi, imalısı, remzisi olduğu gibi,
rüya da öyledir. Şu kadar var ki, genellikle rüyalar toplumsal
geleneklere ve âdetlere bağlı olarak değil, daha ziyade kişinin kendi
iç dünyasındaki, kendi benliğindeki gizli şuur algılamaları
özelliklerine göre söylenen bir muamma, bir lügaz ve bir bilmece
niteliğinde bir hayal ve garip bir temsil ile meydana gelirler.
Velhasıl gibi ledunnî birer remiz, ilâhî birer semboldürler. Bundan
dolayı onların te'vili de kesbî ilimler ile değil, vehbî ilimler ile
bilinir ki, bunun en aşağı derecesi feraset ve ilhamdır, zirvesi ise
vahiydir. Ve bundan dolayı peygamberlerden başkasının rüyası ya da rüya
tabiri, ilm-i yakîn ifade etmez. Ancak görenin ve görüşün özelliklerine
göre basit bir vehimde başlayarak yüzde yüz kesinlik ifade eden cezme
kadar varabilecek çeşitli mertebelerde ferdi anlamda bir bilgi husule
getirir. Ve rüyanın asıl tabiri meydana gelen olaylar ile açıklık
kazanır. Bazı rüyalar aynen görüldüğü gibi çıkar. Bazılarının tabiri de
rüya ile beraber görülür. Bazı rüyalar da gören kimsenin vicdanında
tabir olunamamakla beraber, onun sadık bir rüya olduğuna dair mücmel ve
fakat kesin bir kanaat hasıl olur. Sözkonusu Mısır hükümdarının rüyası
da işte böyle bir rüya olduğundan "Rüyam hakkında beni aydınlatın, eğer
siz rüya tabirini biliyorsanız" demiştir. Ve gördüğü şeyi hep "rüya"
olarak adlandırmıştır. Çünkü gördüğünün kendince gerçek bir rüya
olduğuna kanaat getirmiştir.
İslâm
âlimleri, rüya hadisesini üç sınıf olarak tasnif etmişlerdir:
Birincisi, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek
aracılığıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve
gerçek olan rüya budur. İkincisi, benliğin kendinden kendisine yapılan
telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra
birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz.
Üçüncüsü ise, şeytanî bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüdür
ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir, fakat yalan
bir tedai ve tehayyülden ibaret olur. İşte bu ikisi ahlam veya adğâsü
ahlam adını alır. Bununla beraber bütün bunlar nefiste bilgi değeri
olmasa bile, hissî bir heyecan uyandırmaktan geri kalmazlar. Şu halde
yalnızca bilgi değeri açısından değil, duyguların halden hale geçmesi
açısından da düşünüldüğü zaman görülür ki, ahlam denilen kısmın bile
psikolojide hesaba katılmaya değer önemli bir yeri vardır. Gerçekten de
Hz. Peygamberin hadislerinde rüyaların hem bilgi değeri, hem de
duygusal önemi üzerinde durulmuş, her iki faydasına da ayrı ayrı işaret
buyurulmuştur. Bu arada şunu da hatırlatmalıyız ki, hadis-i şerifte
"Rüya, peygamberliğin kırkaltı cüz'ünden bir cüz'dür" yani, kırkaltı
parçasından bir parçadır buyurulmakla, onun ilmi değerine işaret
edilmiştir. Ayrıca yine hadisi şerifte "Peygamberlik kesildi,
mübeşşirat kaldı" buyurulmuştur. Bu da daha ziyade işin duygusal
tarafına aittir. Hiç şüphesiz nübüvvetlerin ekmeli, Hz. Muhammed'in
nübüvvetidir. Hatemü'l-enbiya (son peygamber) efendimizin vefatına
kadar vahiy aldığı peygamberlik süresi yirmi üç sene idi. Ve bu yirmi
üç senelik sürenin ilk altı ayında aldığı vahiy, hep sabah aydınlığı
gibi zuhur eden rüyalar şeklinde olmuştu (Fatiha Sûresi'ne bakınız).
Yirmi üç senenin ise kırk altı tane yarım sene, yani kırkaltı tane
"altı ay" demek olduğu hesaba katılırsa, ilk altı ayda rüyalar şeklinde
gelen vahyin, bütün vahiy süresinin kırk altıda biri ettiği ve onun
kırk altı parçasından bir parça olduğu anlaşılır.
Burada
rüya meselesini biraz da zamanımızın felsefi görüşleri açısından ele
almak da faydadan halî olmayacaktır. Psikoloji ve genelde ruhsal
bilimlerle meşgul olanların bildiği gibi, uyanıkken bize belli bir şeyi
tanıtan, mesela "bir buğday başağı gördüm veya bir ses işittim"
dedirten herhangi bir görme ve işitme, tek başına o anda meydana gelen
basit bir duyumdan ibaret değildir. O anda aldığımız o duyu ile
birlikte hafızamız da ona benzer bir hızla hemen harekete geçer
kendisinde daha önceden ona benzer bütün görüntüleri yoklar, varsa
aynını bulur, onunla karşılaştırır ve o anda onun buğday başağı
olduğuna karar verir. Gördüğü yeni duyu ile daha önce edindiği
idraklerin bütünleşmesinden yeni bir tanıma elde etmiş bulunur. Böylece
her yeni bir duyudan aldığımız yeni bir görüntünün anlamını, daha
önceki hafıza arşivimizden yararlanarak aradaki aynîliğin veya
yakınlığın derecesine göre kendimize söyleyebiliriz: Mesela, "şurada
bir yaprak gördüm" diyebilir. O andaki bir duyuyu, hafızamızdaki
benzerleriyle tedai ve hatırlama yoluyla bir geçit resmine tabi
tutarız; ancak o gördüğümüzle daha önce hafızamızda bulunan görüntüler
arasında bir aynîlik veya bir benzerlik bulamadığımız zaman da "birşey
görüyorum, amma ne olduğunu seçemiyorum" deriz. Çünkü biz hiçbir eşini
ve benzerini bilmediğimiz büsbütün yeni olan bir şeyi tanıyamayız.
Durum dış gözlemlerde böyle olduğu gibi, iç gözlemlerde de
böyledir.Mesela "düşünüyorum, başım ağrıyor" diyebilmemiz için bile,
daha önceden benzeri şekilde düşünmüş ve yine daha önceden başımızın
ağrımış olması gerekir. Çevremiz veya kendimiz hakkında edindiğimiz
bütün bilgiler, yeni bir duyu ile hafızamızda önceden mevcut benzer
birikimlerin elele verip yardımlaşması sayesinde meydana gelir. Bütün
bilgiler dış duyularla hafızadaki idrak kalıntılarının işbirliği
etmesine bağlıdır. Halbuki benliğimiz, uyku halinde de içeriden veya
dışarıdan etki alır. Ve kendi kendisiyle konuşabilir, geçmişi çağrışım
yapıp hatırlayabilir. Böylece rüya veya ahlam denilen zihinsel olay
meydana gelebilir. Ve uykudaki, bir benlik iradesine hakim olamadığı
için artık bunlar, benliğin kontrolü dışında başıboş bir şekilde akar
gider. Ve bundan dolayı bu tedailerin ilk çıkış noktalarına
bağlantıları, benliğin dikkatinden gizli kalacağından bütünün temsil
yoluyla toptan ifade ettiği gizli anlam, tefsire ihtiyaç gösterecek
şekilde kapalı kalır. Eğer bu tedailer yeni bir etki ile ilgili olmayıp
da gerek eğri, gerek doğru yalnızca geçmişteki hatıraların tekrarından
ve karışımından ibaret olursa, o zaman ahlam veya edğasü ahlam olmuş
olur. Hak tarafından gelen bir etki sebebiyle cereyan eden tedailer de
rüyayı sadıka olur. Şu halde görmek, bir basit duyu ile hafızadaki bir
tedai zincirinin akışı sayesinde olduğu gibi; rüya olayı da, bir etki
ile bir tedai akışının altındaki mânâdır. Görme olayında çağrışımın
ayniliğinden veya benzerliğinden o şeyin ne olduğu anlaşıldığı gibi;
rüya olayındaki tedainin görüntüsünden de, o etkinin altındaki anlam
anlaşılacaktır. Fakat görme olayı, ne kadar zorunlu olursa olsun, onda
benliğin bakmak ve dikkat gibi kendi kesbiyle ve iradesiyle ilgili olan
hür seçiminin bir hissesi, bir rolü vardır. Hatta görmenin netliği
dikkatle doğru orantılı olur. Onun için göze iliştiği halde dikkatten
kaçan birtakım şeyler bulunur ki, ya hiç görülmez veya belli belirsiz
göze ilişmiş olur. Rüya olayı ise benliğin tamamen dikkati ve iradesi
dışındadır, soyut olarak ve zorunlu olarak cereyan eder. Binaenaleyh
rüyanın altında yatan anlamı dile getiren görüntü, benliğin iradesine
yabancı ve dikkatine gizli kalmak bakımından, bizzat görme olayındaki
gibi net ve kesin olmasa da; diğer taraftan benliğin irade ve
dikkatiyle ilgisizliği açısından, rüyanın doğrudan doğruya ilâhî bir
tasarruf ve hak tarafından bir gaybî telkin olması, bizzat görme
olayından daha net ve daha geçerli bir olgudur. Bundan dolayıdır ki,
insanlar rüyalarının çıkmasında, gözle gördüklerinin gerçekleşmesinden
daha ziyade bir ilâhî burhan görürler. Ve hiç şüphe yok ki, sadık
rüyaya, milyonda bir bile rastlansa, yine de olayın gerçekliğine ve
önemine asla halel gelmez. Şunu da hatırlatalım ki, rüya olayı yalnızca
uyku haline bağımlı bir hadise değildir. Uyanıkken, özellikle karanlık
bir yerde veya gözler yumulmuş olarak bir dalgınlık halinde de, bir
sinema şeridi gibi görülen birtakım misaller ve manzaralar meydana
gelebilir ki, bunlar sıradan hatıralar ve hayaller gibi sönük ve
bulanık değildir, tıpkı canlı ve gerçek bir görüntü gibi, parlak, net
ve açık seçiktirler. Ve görülenler tıpkı bir rüya gibi misal olarak
veya bazı hallerde aynen tabir ve tevil edildikleri gibi, daha sonra
tahakkuk da ederler. Bunu kendi hayatlarında yaşamış olanlar şuna
inanırlar ki, soyut manevi âlem ile madde dünyası arasında ortada bir
misal ve eşbah âlemi vardır. Mânâ maddede, madde mânâda bu misal âlemi
yardımıyla temessül eder. Gerek uykuda ve gerek uyanıkken rüya, belli
bir hakikatin, soyut olarak bu misal âleminden ruha görünmesidir.
Bundan dolayıdır ki, rüya olayı sıradan hatıraların çağrışımından ve
ahlamdan başka bir keşif hadisesidir. Rüya tabiri ilmî ve vehbî ve
keşfî ilimlerden olduğu için düşünce ve mantıkla çözülmez.
Çözülemediğinden dolayı da zahir ehli için gerçek rüya ile ahlam adı
verilen şeyin ayırt edilmesi zor ve müşkül bir şey olur. Hatta gaybî
sırlardan büsbütün gafil olanlar, âlemlerin Rabb'inin alîm ve hakîm
olduğunu bilmeyenler, genel olarak bütün rüyaların ahlamdan ibaret
olduğunu iddia edecek kadar ileri giderler. İşte Firavun'un danışma
meclisinin söz konusu üyeleri de ya böyle bütün rüyaları ahlam kabul
ederek veya eğer inkârcı değillerse de rüya ile ahlam arasındaki
inceliği fark edemeyerek, tabirini bilmedikleri için, bilgisizliklerini
ve aczlerini örtbas etmek gayesiyle "Biz, ahlamın da tevilini bilecek
değiliz ya" dediklerinde:
45-46-
O ikiden kurtulmuş olan da yani Yusuf'a rüya tabir ettirmiş olan o iki
zindan arkadaşından kurtulup çıkmış olan sâkî de uzun bir zaman sonra,
bu vesile ile hatırlayıp dedi k: "Size haber vereceğim..." Yusuf ona şu
cevabı verdi:
47-49-Hükümdar
Yusuf'un bu tabirini öğrenince:
50- Melik
de onu bana getirin, dedi. Yani, o sâkî gelip
gerçek yorumu haber
verince, hükümdar Yusuf'un ilmini ve faziletini anladı ve zindandan
çıkarılıp kendisine getirilmesini emreyledi.
Fakat
aldığı emir üzerine elçi kendisine varınca yani Yusuf'u zindandan
çıkarıp, hükümdara götürecek olan adam, o görevli kişi, Yusuf'un yanına
varınca, Yusuf hemen zindandan çıkıvermedi de o görevliye dedi ki: Sen
şimdi efendine geri dön, git de ona sor bakalım o ellerini kesen
kadınların maksatları ne imiş? Hiç şüphesiz benim Rabbim, (O yüceler
yücesi Allah'ım,) onların keydlerini, oyunlarını ve hilelerini bilir. O
kadınların bana ne oyunlar yapmak istediklerini bilir. O, bilmek,
öğrenmek için sormaya muhtaç değildir. Fakat başkaları işin içyüzünü
bilmez. Onun için efendine söyle, sorsun, araştırsın, tahkikat yapsın,
yaptırsın da benim sırf kadın hilesi ile ve haksız yere hapse atıldığım
herkesçe bilinsin ve anlaşılsın; namusum, iffetim ve suçsuzluğum gereği
gibi açığa çıksın da ben de onda sonra buradan çıkayım, diye ayak
diretti. Ve çok dikkat çekici bir şeydir ki, asıl suçlu olan kendi
hanımının adını vermedi, "ellerini kesen o kadınlar" diyerek ortaya
konuştu. Bu kadar sene zindanda kalan Yusuf, zerre kadar sarsılmadıktan
başka böylece büyüklük üstüne büyüklük göstererek, yine de nezaketten
ayrılmadı. Bunu takdir eden hükümdar da bizzat tahkikata girişerek,
kadınları huzura çağırıp sorguya çekti:
51-Bundan
sonraki iki âyetin (52. ve 53. âyetler) yukarıdaki âyetlerin gelişine
göre Yusuf'un ağzından söylenmiş olması gerekirse de bir önceki âyete
olan bağlantısı sebebiyle yine hanımın ağzından söylenmiş olduğu açıkça
belli oluyor. Yani hanım sözünü bu kadarla bitirmiyor ve şöyle devam
ediyor: Meâl-i Şerifi 52. (Yusuf dedi ki): İşte bu şunun içindir:
Bilsin ki, ben ona arkasından hainlik etmedim. Gerçekten Allah
hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz.
52-Bununla
beraber:
53-
Bununla
beraber ben kendimi temize çıkarmak,
(nefsimi terbiye etmek)
çabasında değilim. Yani Yusuf'un arkasından kendisine hıyanet
etmediğimi bilsin diye hakkı söylerken, hakikatı itiraf ederken,
kendimi büsbütün tezkiye ve terbiye edip, temize çıkarmıyorum. Böyle
bir şeyi söylemem, çünkü daha önce söylediğimi söyledim ve suçumu
itiraf ettim. Ne yaptıysam onun gözü önünde yaptım, arkasından, yani
yokluğunda ona hainlik yapmadım. Şu kadarını da söylemeliyim ki,
Gerçekten de nefis, hep kötülüğü telkin ve emreder. Haddi zatında
beşerin nefsi daima fenalık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü
telkin eder. Yani genel olarak beşer nefsinin tabiatında şehvete,
günaha ve kötülüğe meyil vardır: nefis kendi gücünü ve emrindeki
araçları o yönde kullanır. Ve onun böyle bir özelliği vardır. İşte
bundan dolayı insan sırf kendi nefsine kalırsa fenalığa sürüklenir,
Ancak Rabb'imin rahmet ettiği müstesnadır. Yani, ancak Rabbimin,
koruyup kayırdığı nefisler, yani, Yusuf'un nefsi gibi Allah'ın lutfu ve
rahmetiyle kötülükten arındırılmış nefisler bunun dışındadır. Onlar pak
ve masum nefislerdir. Yahut ancak Rabbim rahmet ettiği vakit, rahmânî
kuvvet, nefsanî kuvvete üstün geldiği vakit, onun emrini hükümsüz kılar
ve gücünü kırar. Veya nefis ilâhî emre uyar da kendi emrini terkederse
fenalıktan uzak kalır. Şüphe yok ki, Rabb'im ğafurdur, rahîmdir.
Mağfireti ve rahmeti büyük, çok büyüktür. Şu halde birçok hallerde
nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyilleri ve istekleri,
Rabbülalemin kendi mağfiretiyle örttüğü ve önlediği, onların fiil
alanına çıkmasını engellediği, rahmetiyle koruyup kayırdığı için,
günahını itiraf edip bağışlanma dileyenlere de mağfiret ve rahmet eder.
Bunun için nefsi emmaremi temize çıkarmayarak hakikatı itiraf ettiğim
ve doğruyu söylediğim için de Rabbimin mağfiret ve rahmetini niyaz ve
ümid ederim. İşte Aziz'in hanımı böyle itiraf ve istiğfar ederek,
gerçeği ıkrar ve Allah'a olan imanını da açığa vurdu. Yusuf'un da Allah
katında bilinen iffeti ve nezaheti halkın gözünde böyle parlak bir
şekilde ortaya çıkmış oldu. Düşünmeli ki, ilâhî aşk, nefsanî aşka üstün
geldi, onu nasıl yendi. Kin, öfke ve ihtiras ile dolmuş düşmanları bile
nefsaniyeti bir yana bırakarak, gerçeği söyledikleri ve böyle güzel
güzel şahitlikten kendilerini alamadıkları bu temizlik, bu iffet ve
fazilet ne büyük, ne kutsal bir mertebedir. Bakınız hakkın tecellisi
ile ihtiraslar nasıl sönüyor, gayzlar ve öfkeler nasıl siliniyor,
bencillikler nasıl ortadan kalkıyor da hak aşkından başka ayakta
kalabilecek hiçbir şey kalmıyor.
İşte
hakikat böyle açığa çıktı:
54-
Hükümdar dedi ki, getirin bana onu, yani Yusuf'u,onu kendim için
istihlas edeyim, yani halis olarak kendime mahsus kılayım. Özel
danışmanım yapayım.
Arapçada
"Aziz" dahi "Melik" mânâsına kullanıldığından, bazıları bu meliki, daha
önce adı geçen ve Yusuf'u satın alan Aziz'in kendisi sanmışlarsa da
Kur'ân'ın zahiri ifadesine uygun düşmemektedir. Zira o takdirde Aziz'in
"onu kendime özel danışman yapayım" demesi anlamsız olacağı gibi,
birine Aziz, diğerine "Melik" diye ayrı ayrı isimler verilmesi de
bunların ayrı arı kişiler olduğunu açıkça belli eder. İşte bundan
dolayı Aziz, Mısır hükümdarlarına yakın en büyük yetkiye sahip bir
vezir veya emir, "Melik" de hükümdar demek olduğu anlaşılıyor. Nitekim
bazı rivayetlerde Aziz'in adının "Kıtfîr", Melik'in adının da "Reyyan"
olduğu nakledilmiştir.
Eski
Mısır'ın hükümdarlarına "Firavun"
denilmesi meşhur olduğu halde buna
"melik" denilmesi herhalde şu
iki inceliği hesaba katmaktan dolayı olsa
gerektir:
Birincisi:
"Firavun" ünvanı zulum ile şöhret bulmuş ve öyle tanınmıştır. Üstelik
"Firavun'un emri reşid değildir" (Hûd 11/97) buyurulmuştur. Oysa
Yusuf'u özel danışman seçen bu Melik'in övülmeye layık güzel vasıfları,
rüşdü ve seçme yeteneği vardır. İşte bundan dolayı bu Melik'in
karakteri itibariyle bir Firavun olmadığına işaret edilmek istenmiş
demektir. Nitekim Mücahid'den bu
Melik'in hak din üzere olan bir melik
olduğu da rivayet edilmiştir.
İkincisi:
Esasen Firavun lakabının dil ve soy itibariyle Mısırlı olduğuna göre,
bu Mısır Melik'inin, söz konusu Firavun soyundan ve Mısır kıbtilerinden
olmadığına böylece işaret olunmuş demektir. Nitekim bazı tarih
kaynaklarında Amalika'dandı denilmiştir ki, Mısır tarihinde "Hiksoslar"
adı verilen ve Arabistan tarafından geçip dörtyüz sene kadar Mısır'da
hükümranlık sürdükleri söylenen sülâleden olacaktır. İsminin "Reyyan"
olduğuna ilişkin rivayet de bunun Arabî olduğuna işaret eder. Bakara
Sûresi'nde (âyet 49, 50) de geçtiği üzere bazıları, bunun Hz. Musa
zamanına kadar yaşadığını ve o Firavun'un da bu Reyyan olduğunu
zannetmişlerse de bu, Kur'ân nassının zahirine uygun düşmemektedir.
Çünkü Kur'ân'da buna "Melik"
denilmiş, "Firavun" denilmemiştir. Musa'nın mücadele ettiği
Mısır hükümdarının Firavun olduğu Kur'ân nassı
ile belirlenmiştir. Bu Melik, Hakk'ın âyetlerine değer vermiş ve
üstelik Yusuf'u en yakınları arasına alarak, ona büyük yetki vermiştir.
Firavun ise bunun tam zıddını yapmış, Musa'nın gösterdiği bütün
mucizeleri ve âyetleri inkâr etmiş, Musa'ya ve Musa'ya iman eden
sihirbazlara yaptıklarıyla tam anlamıyla Firavunluk yapmıştır.
Velhasıl
burada söz konusu edilen Melik, kadir kıymet bilen bir zattır. Hz.
Yusuf'u henüz görmeden, yaptığı rüya tabiri ile ilmine ve faziletine
hükmedip, hemen zindandan kurtarmıştır. Onun eşsiz bir ilim ve fazilet
ehli olduğuna karar verip, getirilmesini emretti. Sonra onunla
konuştuğunda, yani, Melik'in emri derhal yerine getirildi, Yusuf geldi,
Melik onunla konuştu. Böylece Melik, Yusuf'un konuşmasını da gördü.
İşte o vakit dedi ki: Sen cidden bu gün, yani bu günden, seninle
konuştuğumuz şu andan itibaren katımızda, yanımızda mekin, büyük bir
mekanet mevki ve mertebe sahibisin, yetkili kişisin, bir emin kişisin.
Her hususta güvenilir, itimat edilir ve itibar edilir bir kimsesin.
Rivayet
olunur ki, o görevli, Yusuf'u zindandan almaya gelen o elçi, kendisine
geldiğinde Yusuf ayağa kalkmış, zindanın kapısına "burası belalar
konağı, diriler kabri, düşman sevindiren, dostlar sınavıdır" diye
yazmış ve çıkmış, atalarına dua etmiş, yıkanmış ve yeni elbise giymiş
ve Melik'in huzuruna girerken, şöyle dua etmiş: Allahım! Senden senin
hayrınla bunun hayrını dilerim, bunun şerrinden ve başkasının şerrinden
Sen'in gücüne ve kudretine sığınırım". Melik'in huzuruna girince Arapça
selam vermiş ve İbranice bir dua etmiş. Melik "Bu ne dili?" demiş, o da
"atalarımın dili" diye cevap vermiş. Melik, birçok dil bilirmiş,
bildiği dillerin hepsinden konuşmuş, Yusuf da o dillerden tek tek
cevaplar vermiş. Bunun üzerine Melik hayretler içinde kalmış ve "Arzu
ediyorum ki, rüyamın yorumunu bir de senden dinliyeyim" demiş. Yusuf da
onun rüyada gördüğü sığırları ve başakları tek tek yerleriyle ve
renkleriyle tavsif ederek anlatmış. Bunun üzerine Melik, onu kendi
seririne oturtmuş ve fikrini sormuş. Yusuf da "Benim düşüncem odur ki,
bu bolluk senelerinde çok ekin ektirirsin ve depolar bina edersin, elde
edilen ürünleri o depolarda muhafaza edersin, kıtlık seneleri gelince
bu fazla ürünleri satarız, böylece hazineye büyük gelirler sağlanmış
olur" demiş. Melik "Fakat bana bu işi
kim yapıverecek?" demiş. İşte
o
vakit Yusuf kendini öne sürerek:
55-
Beni, dedi, bu arzın hazineleri üzerine tayin et. Yani, bütün bu Mısır
diyarının hazinelerinin yönetimini, gelir ve giderinin yetkisini bana
ver, bununla beni görevlendir. Doğrusu ben bir koruyucuyum, uzman ve
bilgili bir kişiyim. Hakkı hukuku gözetirim, emanetleri iyi korurum,
hazineleri haketmeyenlerin çarçur etmesinden iyi korurum ve tasarruf
yollarını çok iyi bilirim. Yusuf'un
yaptığı bu teklif misal
gösterilerek, adaleti ve
görevin gerektirdiği hususları hakkiyle ifa
edeceğine güvenen bir insanın valilik ve yöneticilik talebinde
bulunması ve kendi kabiliyetini açığa vurması, hatta kâfirden
bile
yöneticilik alması caiz demişlerdir. Fakat âyette bu Melik'in
küfrüne
delil sayılabilecek bir şey yoktur. Aksine bunun müslüman olduğu
Mücahid'den nakledilmiştir.
Bir
de "Beni bütün hazinelerin başına getir" diyen Hz. Yusuf, aslında
Melik'ten tam
yetki talebinde bulunmuştur. Bu söze bakarak bazı
müfessirlerin dediği gibi, Melik Hz. Yusuf'un emri altına girmiş ve
onun reyine tabi olmuş demektir. Bu da, bütün konularda değil, yalnızca
malî işlerde geçerlidir. Şu halde bu şekilde görev kabul etmenin
sorumluluğu doğrudan doğruya ahkamı icra etmenin sorumluluğuna dönüşür.
Talep meselesine gelince, onun da fıkhî hükmü şudur: Ehliyet
ve
liyakatları olmayanlara valilik ve yöneticilik vermek haramdır.
Bunun
talep eden açısından talebi de haram, görevlendiren
açısından görev
verilmesi de haramdır. Ehliyeti olanlara kabul caiz,
talep mekruhtur.
Meğer ki, o işe ondan başka ehil biri
bulunmasın. İşte o vakit talep vacip bile olur. İşte bir peygamber olan
Hz. Yusuf, Allah tarafından görevli olduğu hak ve adaletin ahkamını
icraya bir yol bulmak, bir vesile bulmak için bu talebiyle o vecibenin
ifasına çalışmıştır. Acaba onun bu talebi kabul edildi mi?
56-
Ve işte bu suretle, böyle hıfız ve ilim ile onu temayüz ettirerek,
gönülleri büyüleyen şanlı bir emniyet ve yetki ile hazinelerin başına
geçirmek suretiyle Yusuf'u o ülkede temkin ettik. Mısır diyarında
yüksek bir nüfuz ve iktidarla yerleştirdik.
Burada
görülüyor ki, Yusuf'un teklifine Melik'in ne dediği açık seçik
bildirilmemiş, sadece sonuç olarak "İşte böyle onu o ülkede yetkiyle
donattık ve yerleştirdik" meâlinde bir durum bildirilmiştir. Sözün
gelişi, zaten onun yaptığı teklifin reddedilmesi bahis mevzuu
olamıyacağını anlatmakta ise de kabul edildiği de kesin olarak ifade
edilmemiştir. Ancak fiilin doğrudan doğruya Allah'a isnad edilmesi şunu
ifade eder ki, Yusuf'u bu şekilde iktidara getiren Melik değildir,
Allahu Azimüşşan'dır. Allah bütün sebepleri hazırlamış, Melik'i de ona
müsahhar kılmış, onu da Yusuf için aracı kılmış ve âlet etmişti.
Rivayet
olunuyor ki, Melik, Hz. Yusuf'a bir tac giydirmiş, devlet mühürünü
çıkarıp parmağına geçirmiş, kılıç kuşatmış ve onun için inci ve yakut
işlemeli altından yapılmış bir serir yaptırmıştır. Hz. Yusuf da "Bu
serir ile mülkünü sağlamlaştırırım. İşte bu mühür ile de işleri tedbir
ile yürütürüm. Fakat bu tac, bu benim giyeceklerimden değil atalarımın
giyeceklerinden de değil" demiş, sonra o serire oturup işleri yürütmeye
başlamış, adalet ve hakkaniyetten ayrılmamış, erkek dişi yediden
yetmişe herkes kendisini sevmiş, ülke bütünüyle onun sözünden çıkmaz
olmuş. Bu arada Aziz vefat etmiş, zevcesi Rail, diğer adıyla "Züleyha"
Melik tarafından Yusuf'a nikahlandırılmış Gerdeğe girdiğinde Yusuf
Züleyha'ya "Nasıl bu senin istediğinden daha iyi değil mi?" demiş ve
Züleyha'yı bakire bulmuş, daha sonra ondan iki oğlu olmuş: Efrayim ve
Menşa adlarını koymuş...ilh.
Bununla
beraber âyette Melik'in kabul şeklinden söz edilmemiş, orası meskutun
anh olarak geçilmiş, ayrıca Hz. Yusuf'un teklifinin derhal yerine
getirildiği de anlatılmamış olduğundan orası da pek anlaşılmıyor. Ancak
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz'den nakledilen bir hadisi şerifte "Allah
rahmet eylesin kardeşim Yusuf, "Beni bu ülkenin hazinelerinin başına
getir" demeseydi o anda iş başına getirilecekti ve lakin bu söz onu bir
sene geciktirdi" buyurmuştur. Demek ki, haddi zatında bu iş için Hz.
Yusuf tek aday idi, fakat taayyün etmiş olmasına rağmen kendisine talep
farz değildi.
Zira
birinci derecede önemli olan şey gelecek kıtlık yılları için tedbir
almak idi. Böyle bir göreve bir an önce başlamak evla olmakla birlikte
biraz gecikmeyle bu fırsat büsbütün elden kaçacak değildi. Oysa
zindandan çıkar çıkmaz hazinelerin başına geçmek isteyişi hakkındaki
güveni sarsabilirdi. O talip (isteyen) değil, matlup (istenilen)
olmalıydı. Allah Teâlâ onu daha büyük bir nüfuz ve yetkiyle iş başına
geçirecekti. Binaenaleyh talip durumunda olmasa daha iyi olacaktı,
derhal aranan bir adam sıfatıyla işe tayin edilecekti. Lâkin Melik'e
karşı "Beni iş başına geçir" dediğinden dolayı Allah'ın hikmeti, işin
bir sene gecikmesine sebep olmuş. Böylecce Allah onu, o vaziyetten
kurtarıp yüksek yetkilerle Mısır ülkesine hazineler nazırı yapmıştır.
Öyle ki: O, o ülkenin neresinde isterse orasında makam tutuyordu. Yani
ülkenin her yerinde sözü geçiyor, dediği yapılıyordu. Öyle bir emniyet
ve asayiş sağlamıştı, öyle bir sevgi ve itibar kazanmıştı, öyle büyük
bir nüfuz ve iktidara ulaşmıştı ki, bütün ülkeyi tasarrufu altına
almış, şehirleri, kasabaları, köyleri ve mezralarıyla bütün Mısır
ülkesi sanki onun evinin bahçesi haline gelmişti. Dilediği yerde ikamet
ediyor ve hiçbir niza olmadan işleri yürütüyordu, istediği hazırlıkları
yaptırıyordu.
Öyle
ya. Biz kime dilersek rahmetimizi yağdırırız. Dilediğimizi yaparız.
Hiçbir şarta bağlı olmayarak, sadece dilememizle istediğimizi dünyada
veya ahirette veya her ikisinde birden olağanüstü devletlere, nimetlere
mazhar kılarız. Binaenaleyh bu öyle bir rahmânî rahmettir ki, kulun
kesbinin hiçbir müdahalesi olmayarak, sırf ilâhî takdirin bir zorlaması
ve cilvesi ile meydana gelir. Yusuf herşeyden önce işte böyle bir ilâhî
rahmete mazhar idi: Ona verilen ilim ve hikmet, nübüvvet ve
muvaffakiyet işte böyle sırf vehbî olan bir rahmet eseri idi. Ve
muhsinlerin ecrini zayi etmeyiz. Yani iyilik seven ve Allah için işini
güzel yapanların ecrini, mükafatını zayi etmeyiz. Özellikle kulun
kesbine bağımlı olan ve binaenaleyh bir şeriat ve kanun çerçevesinde
cereyan eder rahimiyyeti vardır. Dilediğine dilediği gibi rahmetini bol
bol gönderen Allah Teâlâ, iyilik yapan kullarının ecrini de zayi etmez,
tamı tamına öder. Hatta fazlasıyla ihsan eder. Yani, şu akla gelmesin
ki, dilediğine rahmetini bol bol gönderen Allah, acaba iyilik
yapanların haklarını, mükafatlarını ödeme konusunda da dilediği gibi
tasarruf mu edecektir? Hayır kimsenin, hele iyilik yapanların
mükafatlarını öderken, onların hakkını zayi etmeyecek. İşte O, böyle
iyiler iyisi, muhsinler muhsini bir Allah'dır. Faili muhtar olmakla
beraber, meşiyyetinin rahmet ve ihsan ile sürekli beraberliği vardır.
Demek ki, ihsan hasleti, ilâhî rahmetin en pekiştirmeli ve geniş
kapsamlısıdır. Böylece iyilik yapanlar biri ihsan hasleti, öbürü de
mükafat ve ecir hasleti olmak üzere ilâhî rahmetin her iki hasletinden
de yararlanacaklar. Ve şu halde ilâhî rahmet denilince "Doğrusu
Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara yakındır" (A'raf 7/56) müjdesi söz
konusudur. İşte Yusuf aleyhisselam da halis muhlis muhsinlerden olduğu
için, Allah ecrini zayi etmemiş, şanı ve şerefiyle onu zindanlardan
çıkarıp, böyle devletler üzerinde iktidar ve yetki sahibi yapmıştır.
Binaenaleyh böyle şey olur mu? Bu kadar büyük devlete ve nimete erilir
mi, dememeli. Üstelik Yusuf gibi iyilik sahiplerine vaad olunan ve asıl
hesaba katılması gereken mükafat yalnızca bundan ibaret de değildir.
Yani, böyle lezzeti elemle karışık dünya devleti ve dünya hazineleri
gibi haddi zatında sınırlı ve fani olan dünya ecrinden ibaret
sanılmamalıdır. Çünkü:
57-
Ve elbette ahiret ecri daha hayırlıdır.Yani, dünya ecri ne kadar
hayırlı olursa olsun, ahiret ecri, ahiret sevabı daha hayırlıdır. Çünkü
kalıcı, ebedî, zahmetsiz, halis ve katıksız hayırdır. Fakat iman edip,
takva yolunda gidenler için; yani, Allah'ı bir, Hz. Muhammed'i hak
peygamber olarak tanıyıp, dinin emir ve yasaklarına titizlikle uyan
muhsinler için ahiret sevabı elbette daha hayırlıdır. Şu halde ibret
ehli, Yusuf'un dünyada nail olduğu o geçici devlete ve nimete değil de
asıl ahirette ereceği sonsuz ve sınırsız mükafata imrenir.
Onu
dikkat nazarına alır da öyle kamil bir imanla takva ve ihsana sarılır.
İşte
Yusuf, Mısır'da öylece iktidar makamında yetkiyle görevlerini
yürütürken:
58- Bir
de Yusuf'un kardeşleri geldi. Yani, daha önce
haber verdiği kıtlık
seneleri gelmiş çatmış olmakla her taraftan zahire almak için Mısır'a
geliyorlar ve Yusuf'a müracaat ediyorlardı. Kardeşleri de Mısır'a
geldiler, sonra da huzura girdiler Yusuf onları hemen tanıd" Elbette
Yusuf'un huzuruna girecekleri zaman hüviyetleri tesbit edilmiş,
kendilerinin kim olduklarını haber vermişlerdi. Demek ki, şekil ve
kıyafetlerinde de tanınmayacak bir değişiklik yokmuş, zaten içlerinden
birini tanımış olsa hepsini tanıyacağı belli idi. Onlar ise onu
tanımamışlardı. Çünkü o, çocukken ayrılmış, büyümüş, değişmiş ve
tanınmayacak bir makamda bulunuyordu. Şu halde sûrenin baş tarafında da
geçtiği üzere, Yusuf kuyuya atıldığı zaman kendisine vahyedilmiş olan
"Sen onlara bu yaptıklarını hiç beklemedikleri bir sırada haber
vereceksin" (âyet 15) ilâhî vaadi gerçekleşmeye başlıyordu. Onlar, onun
huzurunda garibane bir şekilde hallerini arzettiler. O da kendini
tanıtmadan aşağıda geleceği üzere onlara ikramda bulundu, yüklerini
hazırlattı.
59-
Ne zaman ki, onların yüklerini hazırlattı. Bütün ihtiyaçlarını
düşünerek özellikle ve titizlikle hazırladı, donattı, onları tam
uğurlayacağı sırada dedi ki, bana, babanızdan olan öbür kardeşinizi de
getirin. Bu kardeş daha önce yukarıda da geçtiği üzere, "Yusuf ve
kardeşi babamıza bizden daha sevimli" (âyet 8) demiş oldukları Bünyamin
idi.
Demek
ki, gelenler daha önce Yusuf'u götürüp kuyuya atanlar idi ve bunlar
arasında Yusuf'un ana-baba bir öz kardeşi olan Bünyamin yoktu. Bu
sırada veya daha önce kim olduklarını arzettikleri sırada bir
kardeşleri daha olduğunu söylemiş olmalılar ki, Yusuf onlara yakınlık
gösterdiği halde yine de bu sözden, bu istekten bir anlam çıkarıp onu
tanıyamamışlardı. İhtimal ki, onlar, bunu haklarında başka yollardan
yapılmış bir tahkikat ve istihbarat olarak değerlendirmişlerdi. Bu
yüzden farkına varamamışlar, gösterilen bu derin aşinalıktan büsbütün
hayrete düşmüşlerdir. Yusuf bunu söylerken "Kardeşinizi" demeyip de
"babanızdan olan sizin öbür kardeşinizi" demesi de çok anlamlıdır. Bunu
böyle söylemekle, onu hem tanımıyormuş gibi davranmış, hem onun yalnız
kaldığını işaret etmiş, hem de kendi kardeşliğini kastetmeye uygun bir
imada bulunmuş ve böylece ilk önce sevgili öz kardeşini yanına
getirtmek istemiş. Bu isteğin yerine getirilmesini sağlamak için de
demişti ki:
Görmüyormusunuz
ben keyli hakkıyle ölçüyorum. Görüyorsunuz ya benim tutumum, haksızlığa
ve suistimale, yolsuzluğa hiç meydan vermiyor; tam ölçüyorum, kimseye
eksik vermiyorum, aynı zamanda ben hayrülmünzilin bir kimseyim. Allah
için çok iyi ve emsalsiz bir misafirperverim.
Bundan
anlaşılıyor ki, onların yükleri ve ihtiyaçları techiz edilip
hazırlanıncaya kadar onları kendi hanesinde ağırlamış, ziyafetler
verip, ikram ve ihsan da bulunmuş. Bunu da başa kakmak ve minnet
yüklemek maksadıyla değil, daha fazla zahire veremediği için mazeret
olarak söylemiş, bir kişi daha olsaydınız size bir kişilk daha fazla
zahire verebilecektim demek istemiş ve kardeşinin getirilmesini
sağlamak için söylemiş ve bu konuda ısrarlı olduğunu da şöyle
belirtmiş:
60-
Eğer onu bana getirmezseniz artık size benim yanımda hiçbir kile
yoktur. Yani paranızla bile benim yetkim altında Mısır topraklarının
hiçbir yerinde bir tek ölçek bile zahire alamazsınız, almanız ihtimali
bile yoktur bilesiniz, bana da yaklaşmayınız... Yani, benden yardım ve
iltifat ummak şöyle dursun, semtime bile uğramayınız, gözüme
görünmeyiniz, ülkeme ayak bile basmayınız.
61-Yusuf'un
bu ısrarlı isteğine karşı onlar şöyle cevap verdiler: Dediler ki:
Varınca onun için babasına müravede edeceğiz. Yani, onu babası yanından
ayırmak istemez, amma biz kandırmak için bir yolunu bulmaya
çalışacağız. Ve kesinlikle biz bunu yaparız.
62-Diğer
taraftan Yusuf: uşaklarına, (yani zahireleri ölçen ve yükleri
hazırlayan emri altındaki görevlilere) tembih etti: Sermayelerini,
yüklerinin içine geri koyuverin, dedi. Zahire almak için sermaye diye
getirdikleri para veya altın gümüş cinsinden kıymetli eşyaları zahire
çuvalları içine koydurtmuş ve el altından onlara böyle gizli bir
ihsanda daha bulunmuştu, "ki, geri gelsinler diye". Çünkü yurtlarına
varıp yükleri açtıkları zaman, yeni bir sevinç daha duyacaklar ve
ellerinde hazır bir sermaye bulacaklar ve dediği gibi, kardeşlerini
alarak dönüp geleceklerdi, Tekrar gelmeye can atacaklardı.
Burada
denilebilir ki, bunlar çok güzel ve ince şeyler, ancak Yusuf için ilk
fırsatta kendisini tanıtması, babasına açıkça durumunu bildirip, onu
bir an önce yanına davet etmesi daha uygun olmaz mıydı? Meseleye
dışardan bakıldığı zaman, bu herkesin aklına gelebilecek bir şey gibi
görülür. Doğru olan da böyle yapmak sanılabilir. Fakat o zaman aniden
gelen böyle bir sevinç ile yaşlı babası nasıl olacaktı? Acaba
gelebilecek miydi? Genel durum ne idi, siyasi şartlar nereye kadar
müsait idi? Ailesini Mısır'a nakletmek mümkün olacak mıydı?
Demek
ki, ledunnî hikmet açısından ilk önce getirilmesi gereken öbür kardeşi
idi. Bunu getirtmeden, Yusuf'un hicranına Bünyamin'in hicranı ve
hasreti eklenmeden belki Yakup Aleyhisselam için vuslat şartları
tekemmül etmeyecekti. Yusuf'un kalbinde kuyu ve zindan yaralarının
izlerine karşılık, Yakub'un kalbi bu iki hicranla sızlanmadan meydana
gelecek kavuşmayı, ruhlar aynı zevk ve aynı şevk ile duyamıyacaklardı.
Görülecek parlak hatimenin, mutlu sonun ledunnî neşvesi tamam
olmayacaktı. Unutmamak gerekir ki, Yusuf'un bu muameleleri kendi
iradesiyle değildir. Biraz sonra gelecek âyetlerde de görüleceği üzere,
hepsi Allah tarafından gelen vahiy emriyle olmuştur.
İşte
Yusuf, kardeşlerini böylece tembihlerle ve geri dönmeleri için gerekli
teşviklerle uğurladı:
63-
Ey babamız, dediler, kile bizden engellendi. Yani gelir gelmez, daha
yüklerini bile açmadan, babalarına gördükleri ihsan ve ikramdan söz
etmeden, ilk ağızda böyle acı bir haber ile söze başladılar. Yusuf'un
ileriye dönük bir şart olarak öne sürdüğü bu sözü, onlar mutlak anlamda
kullanarak istekte bulunmaya başladılar. Gerçi maksatları "Eğer
kardeşimizi götürmezsek bundan böyle Mısır'dan zahire alabilmemiz
yasaklandı" demekti. Fakat onlar bunu babaları üzerinde etki aracı
olarak kullanmak için sanki elleri boş gelmişler, bütün zahmetleri boşa
gitmiş gibi mutlak anlamda bir yasaklanma şeklinde ifade etmişlerdir.
Bu sözün arkasından da asıl maksadı üzerine basa basa vurgulamışlar: Şu
halde kardeşimizi bizimle gönder ki zahire alabilelim, bize güven, emin
ol; biz onu elbette muhafaza ederiz, koruruz.
64-Babaları
onların teklifini red ile kabul arasında bir cevapla karşıladı: Dedi
ki: Onu size emanet edeyim mi? Yani, etmem, nasıl edebilirim? Ancak
bundan önce kardeşi hakkında güvendiğim gibi güvenmiş olurum. Yani bu
güvenmem, layıkıyle bir güvenme olmaz. Olsa olsa kardeşini güvendiğim
gibi güvenmiş olacağım. Bu ifade hem sitemi, hem de reddi ifade eder.
Biliyorsunuz ya! Bundan önce Yusuf'u size emanet ettim de ne oldu? Onun
hakkında da böyle bastıra bastıra "Muhakkak ki, biz onu koruruz" (âyet
12) demiştiniz de ne yaptınız? Koruyabildiniz mi? Artık bunun hakkında
"onu biz elbette koruruz" demenize güvenebilir miyim? İmdi Allah'dır en
hayırlı koruyucu. Korursa O korur. Allah korumayı istediği takdirde
mutlaka korur ve Allah koruyanların en hayırlısıdır. Korumayı murad
edince, nerde olsa, nasıl olsa korur ve en mükemmel, en hayırlı bir
şekilde korur. Her türlü tehlikelerden kesinlikle uzak tutar ve korur.
Onun için onu Allah'ın korumasına emanet etmek daha hayırlıdır. Ve O,
erhamürrahîmdir, merhametlilerin en merhametlisidir. O'nun rahmetinden
ve kereminden beklenir ki, onu korur da bir musibet, bir acı daha
vermez.
65- Ne
zaman ki yüklerini açtılar, sermayelerini
kendilerine iade edilmiş
olarak buldular. Demek ki, babalarıyla konuşmaları daha yüklerini
açmadan önce, gelir gelmez olmuştu. Demek ki, ilk iş olarak
kardeşlerine babalarından izin koparmak peşinde idiler. Böylece
Yusuf'un bu ikinci tedbiri, ümit ettiği gibi, ikinci bir teşvik unsuru
olmuştu: Babalarına "daha ne isteriz?" diye bunu da bildirdiler...
66-Ancak
babaları bununla da yetinmiyerek: Onu kesinlikle sizinle
göndermeyeceğim, ta ki, Allah'dan bana bir and ve misak verirseniz.
Yani, Allah'a yemin ederek bana söz vermedikçe onun sizinle gitmesine
kesinlikle izin vermeyeceğim. Allah'a yemin ederseniz, ki, onu muhakkak
bana geri getireceksiniz, ancak hepiniz ihata edilmiş olursanız o
başka. Yani hepiniz, her bakımdan yenik düşmüş ve çaresiz kalmış,
hepiniz helak olmuş, gücünüz tükenmiş bir vaziyete düşmedikçe, onu bana
geri getireceğinize dair Allah'a yemin ederek bana söz vermeden onu
sizinle göndermem.
Kaderin
ne kadar dikkat çekici bir cilvesidir ki, yemini son derece sağlam
surette ifade olunan bu istisna ile Yakup Aleyhisselâm, ileride
başlarına gelecek ihata (kuşatılıp çaresiz kalma) durumunu sanki
bilerek önceden açığa vurmuş ve sanki öyle bir durumdaki
mesuliyetsizliği belgelemiştir. Onun için demişlerdir ki, Yani, "bela,
dile dayalıdır." Ağızdan çıkan başa gelir.
Bunun
üzerine ne zaman ki babalarına misaklarını verdiler, o da bu
söylediklerimize Allah vekildir dedi.Yine çok dikkat çekicidir ki
"Allah şahit" veya "Allah kefil" dememiş de "Allah vekil" demiştir.
Demek ki, maksadı yalnızca şahitlik değil, icraattır. Demek ki, bu
konuda kefalete de ihtiyaç yoktur. "Muhakkak ki, O, herşeye vekildir"
(En'âm, 6/102; Hûd, 11/12) âyeti ise bu konuda kesin ve mutlaktır.
Yani, O'nun tevfiki olmadan biz bu sözleri, bu teahhütleri yerine
getiremeyiz. Bizim hesabımıza bunları icra ediverecek, gerçekleştirecek
irade ve kudret ancak O'nundur. Bu konuda muvaffakiyeti O'ndan dileriz.
Ayrıca şunu da tembih etti:
67-
Ey oğullarım, dedi, hepiniz tek kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı
kapılardan giriniz!
Demişlerdir
ki, bu tavsiyenin sebebi, toplu bir şekilde girince göze çarpacaklar,
dikkat çekeceklerdi. O zaman da bir haset yüzünden belki başlarına bir
iş gelebilecekti. Onları böyle bir duruma düşmekten sakındırmak için bu
tavsiyeyi yapmıştır. Çünkü birinci seferinde oğulları Mısır'da tanınmış
ve Yusuf'dan gördükleri ikram ve ilgi yüzünden özellikle görevliler
tarafından tanınan, bilinen kişiler olmuşlardı. Anlaşılıyor ki, Hz.
Yakup, esrarengiz bir durum sezmiş ve buna karşı oğullarının fazlaca
dikkat çekmeden, avcı koluna dağılır gibi, ayrı ayrı kapılardan şehre
girmelerinde gizli bir tedbir görmüş ve bunu tavsiye etmiş. Bununla
beraber böyle tedbirlerle Huda'nın takdirinin önüne geçilemiyeceğini de
anlatmak ihtiyacını duymuştur ki:
Maamafih
Allah'dan herhangi bir şeyi sizden muğni olmuyorum. Yani, ben bu tedbir
ve tavsiye ile sizi Allah tarafından gelmesi takdir edilmiş olan
herhangi bir şeyden uzak tutmuş, sizi ondan kurtarmış olmuyorum. Eğer
Allah hakkınızda bir kaza murad etmiş ise o mutlaka olur. O'nun
takdirine karşı hiçbir tedbir fayda vermez. Her ihtimale karşı tedbir
almak da gerekli ise de alınan tedbir, takdiri engelleyecek ve ilâhî
muradın meydana gelmesini önleyecek değildir. Tedbir, nihayet Allah'dan
o vesile ile bir yardım dilemedir. Takdire uygun ise faydalı olur,
yoksa kadere mani olamaz. Hüküm ancak Allah'ındır. Ben yalnızca O'na
tevekkül ettim". Ancak O'nun hükmüne güvenip, O'na dayandım, O'na
güvendim. Emir ve kumandayı O'na havale edip, sizi de O'na emanet
ettim. Şu halde tevekkül edecekler de O'na tevekkül etsinler. Yani,
tevekkül edecek olanlar veya bana itimadı olanlar da ancak Allah'a
tevekkül etsinler. Ne başkasına, ne de kendi güçlerine güvenmesinler.
Hz. Yakub'un bu tevekkül tavsiyesinin, "fâ" harfiyle ki sebebiyyedir
kendi tevekkülüne bağlanması da dikkat çekicidir. Bununla böylece
kendisinin nübüvvetine işaretle oğullarının ve diğerlerinin de
kendisine uymaları gerektiği nasla ifade olunmuştur.
68-
Gerçekten de onun dediği gibi, babalarının kendilerine emrettiği
şekilde girdiklerinde de başlarına Allah'dan gelecek hiçbir şeyden
onlara fayda vermedi. O şekilde girmeleri veya babalarının o şekildeki
tavsiyesi, hasılı bu şekildeki bir tedbir haklarında Allah tarafından
mukadder olan şeylerden onları kurtarmaya yetmedi. Yani yine de ihata
edilip çaresiz kalmalarına, hırsızlıkla itham edilen kardeşlerinin
ellerinden alınarak, orada alıkonulmasına vs. engel olamadilh.
Böyle
yapmakla ancak Yakub'un içine doğan bir ihtiyacı yerine getirmiş
oldular. Ki, onun bir baba olarak, şefkat hissi, kulluk anlayışı ve en
selametli yolu arama ihtiyacı vardı. Bu tedbir ile gönlünün ğıllu ğışı
giderilmiş, kendi içinde acaba bir tedbirsizlik yaptık mı, cinsinden
şüpheleri bertaraf edilmiş oldu. Hasılı o tedbirin sırf enfüsî bir
teselliden başka gerçekte hiçbir faydası olmadı. Aslında, muhakkak ki,
o, bir ilim sahibi idi. Yani işin olacağına varacağını, tedbirin
takdire engel olamıyacağını biliyordu. Yakup, bunu zaten biliyor ve her
işinde bunun gereğini yerine getiriyordu. Çünkü ona biz öğretmiştik.
Vahiy, ilham, tecrübe ve istidlal yoluyla biz öğretmiştik. Velâkin
insanların çoğunluğu bilmezler. Onun bunları bildiğini bilmezler.
Kaderin hükmünü icra edeceğini bilmezler. Bir kısmı kuvveti yalnızca
kendi tedbirinde zanneder: Kendi mukadderatımızı kendimiz tayin
edeceğiz, demeye kadar gider. Bir kısmı da tevekkülü tedbir almaya
engel zanneder: Tedbir aldığı zaman tevekkül açısından kusurlu
olacağını sanır. Oysa tedbirin de Allah'dan yardım istemek demek
olduğunu, en azından kendi gönül huzuru açısından bunun gerekli
olduğunu hesaba katmaz.
Alınan
tedbir ile bir psikolojik ihtiyacın karşılandığını ve bunun insana, en
azından moral kazandırdığını hesaba katmak gerekir:
69-
Kardeşini
kendine iyva etti, yanına aldı, sinesine
çekti, bağrına
bastı.
Rivayet
olunur ki, Yusuf'un huzuruna girdiklerinde: "İşte emrettiğin kardeşimiz
budur, onu getirdik" diye takdim ettiler. O da: "İyi ettiniz, isabet
eylediniz, onu yanımda bulacaksınız" dedi. Ona ikramda bulundu. Sonra
hepsine bir ziyafet verdi ve onları ikişer ikişer sofraya oturttu.
Bünyamin tek kaldı, kendi kendine "Şimdi kardeşim Yusuf sağ olsaydı, o
da benimle birlikte otururdu" dedi ve gözlerinden yaş damladı. Yusuf da
"Kardeşiniz tek kaldı" dedi ve onu kendi yanına aldı. Sonra her iki
kişiye birer yatak odası hazırlattı ve "Bunun ikincisi yok, bu da benim
yanımda olsun" diyerek kendi odasına götürdü. İşte odada tek başlarına
kalınca, koklaya koklaya yanında yatırdı, sabah oldu. Yusuf ona
evlatlarını sordu, o da: "On oğlum var, hepsinin ismini de ölen
kardeşimin adından koydum" dedi. Bunun üzerine Yusuf, ona: "O ölen
kardeşinin yerine ben senin kardeşin olsam ister misin?" dedi. O da:
"Senin gibi kardeşi kim bulabilir? Amma ne çare ki, seni Yakup ile
Rahil doğurmuş değil" diyerek iç çekti. İşte o vakit Yusuf ağladı ve
kalkıp boynuna sarıldı ve kendini tanıttı da Ben, dedi, ben cidden
senin kardeşinim. Yusuf, ayrıca ona tembih etti: Bunun için onların
yapacaklarına aldırma, dedi. Yani, biz iki kardeş hayırlısı ile
birleşip mesud olduğumuz için, artık kardeşlerimizin bize geçmişte
yaptıklarına üzülme, boş ver, onlara aldırma. Veya bu sefer benim
adamlarımın sana yapacakları oyundan dolayı sakın telaşlanıp üzülme. Ve
bu sana anlattıklarımı kimseye sezdirme, hiç duymamış gibi serinkanlı
ol, diyerek tembih etti. Demek ki olup bitecekleri de anlattı.
70-Rivayet
olunuyor ki, Bünyamin, Yusuf'a artık ben senden ayrılmam demiş. Yusuf
da iyi amma babamın benden dolayı acı çektiğini biliyorsun, bir de seni
alıkoyarsam acısını daha da arttırmış olacağız. Üstelik buna bir bahane
de yoktur, ne var ki, sana hoş olmayan bir suç isnad edersem, ancak o
zaman olabilir, demiş. O da ne istersen yap, hiç aldırmam, diye cevap
vermiş. Bunun üzerine âyetteki çareyi anlatmış, o da hay hay, yap,
demiş. Ne zaman ki, onların yüklerini hazırlayıp donattı; o sırada su
tasını, kardeşinin yükünün içine yerleştirdi. Şüphe yok ki, bir
misafiri uğurlarken yüküne bir şey koymak, onu ona hediye etmektir.
Sikaye:
Susak, maşraba, tas gibi, içine içilecek su konulan kaptır. Lâm-ı tarif
bunun malum ve belli bir su kabı olduğunu gösteriyor ki, Bünyamin'i
odasında yatırırken kullanılan ve sevgili bir kardeşe hediye edilmeye
layık değerde olan bir su kabı olması gerekiyor. Nitekim çok kıymetli
bir gümüş veya altın idi demişlerdir. Ve ifadenin dış görünüşüne
nazaran Yusuf, bunu kendi eliyle koymuş, ilk seferde sermayeleri iade
ederken olduğu gibi, uşaklarına koydurmamıştır. Şu halde onun oraya
konuluşuna başka hiç kimse vakıf olmamış, ancak kafilenin geri
çevrilmesine ve yüklerin araştırılmasına başka memurlar göndermiştir.
Ki, sonra da bir münadi bağırdı: Ey kafile, siz mutlaka hırsızsınız!
Düşünmeli ki, gördükleri bu kadar izzet ve ikramın arkasından, ansızın
böyle bir teşhir ve itham ne kadar acı bir şeydir. Bu isnad belli
olmayan herhangi bir nidacıya mal ediliyor. Bu şekilde çağırılmasını
Yusuf'un öğrettiği açıkça belirtilmiyor. Fakat olayların gelişmesinin
aldığı şekilden bunun da onun tarafından öğretildiği anlaşılıyor. O
halde bu haydi dış görünüşüyle bir itham olsun, ancak su kabının
çalınmadığını bilen Yusuf açısından bu bir yalan, bir iftira ve bühtan
değil mi? Yusuf, buna nasıl izin ve cevaz vermiş olabilir? Burada bu
soru önemli, cevabı da gayet incedir. Hakikatte bu şekildeki bir nida
su kabı için geçerli değildir, ancak daha önce Yusuf'u babasından almış
kaçırmış olmaları dolayısıyla doğrudur. O sabıkada bir rolü bulunmayan
Bünyamin, zaten bunun kendisi hakkında bir muvazaa, bir danışıklı döğüş
olduğunu bildiğinden, bu ithamı kendi üzerine almıyor, bundan memnun
bile oluyordu.
Fakat
Bünyamin'e gizli olarak "Olup biteceklerden üzülme!" diye tembih eden
Yusuf, kendisi böyle bir ceza ile kardeşlerinden intikam mı almak
istiyordu? Hayır, ilerde de göreceğimiz şekilde Yusuf, onlardan kendi
hakkını affetmişti. Lâkin onların yaptıkları işlerde bir de Allah hakkı
vardı ki, onu affetmek Yusuf'un elinde değildi. Ancak o, kardeşlerinin
Allah katında da affa uğramalarını istiyordu. Bundan dolayı bu konuda
kendisini tanıtmadan önce, Allah'ın hakkı namına tarizli bir uyarıyı
içeren o suçlama ile ciddi bir pişmanlık duygusuna sevketmek ve onları
bütün yaptıkları için tevbeye yönlendirmek için Bünyamin'in bu şekilde
kalmasını temin ettiği gibi, onların da tevbekar olarak hakka
yönelmelerini hazırlamış olacaktı. Gerçekten de bundan sonraki
gelişlerinde nasıl bir kalb yumuşaklığı ile ne kadar saf ve temiz
düşüncelerle dönüp geldiklerini göreceğiz.
İşte
gerçekte bu olay, böyle ledünnî birtakım hikmetleri içeren Rabbanî bir
ceza, ilâhî bir terbiye olacak ve bu arada babalarına verdikleri
taahhüt ve misakın mesuliyetinden de kurtulacaklar. Çünkü babaları
"ancak her taraftan kuşatılır ve çaresiz kalırsanız" demişti. İşte bu
istisna böylece gerçekleşecekti.
Böyle
içyüzünde şefkatli bir mazeret, dış görünüşünde acı bir itham olan bu
nida karşısında nasıl bir dirayet ve metanet gösterdiler?
71-
Üzerlerine doğru yönelerek dediler ki yani o sesi işitince, dönüp
baktılar, bağıran yalnız değil, kendilerine doğru bir cemaat halinde
gelenler var. Bunlara dönüp dediler ki: Ne arıyorsunuz? Dikkat çekici
bir ifade tarzıyla ve kibarca "Ne arıyorsunuz?" diyorlar da "Neyiniz
çalınmış?" demiyorlar. Böyle demekle kendilerinin hırsızlıkla uzaktan
yakından bir ilişkileri olmadığını hakimane bir üslub ile dile
getiriyorlar ve karşılarındakileri de edepli olmaya zorluyorlar. Şunu
anlatmak istiyorlar: Durun bakalım, telaşla her önünüze çıkanı
hırsızlıkla suçlamayın, bu kadar peşin hükümlü olup, sizler
hırsızsınız, diye kaba bir şekilde damgalamayın. Bize hırsızlık
yakışmadığı gibi, size de böyle konuşmak yakışmaz. Biz hırsız
olmadığımız gibi, belki siz den de bir şey çalınmamıştır, çalınmıştır
diye itham konusu yaptığınız şeyi belki bir yerde unutmuş da
olabilirsiniz. Belki yitirmişsiniz de onu arıyorsunuz. Kaybınız nedir?
Neyi arıyorsunuz?
72-
Gerçekten de bu uyarı ve irşad sebebiyle onlar da sözlerine çekidüzen
vermek ihtiyacını duyarak, dediler ki: Melik'in su kabını arıyoruz, ve
onu getirene bir deve yükü (zahire) bahşiş var. Yani, bakın bakalım,
belki yüklerinizin arasına karışmıştır. Karşılığında tekdir değil,
takdir görürsünüz, ve ben buna kefilim, yani o tas benim zimmetimdedir.
Anlaşılıyor ki, sözcülüğü o bağıran adam yapıyor. Önceki cümlelerde hep
"biz" derken, burada "ben" diyor. Ve o, anlaşılıyor ki, bu takip ve
arama ekibinin reisidir. Ve yine anlaşılıyor ki, Yusuf'un ona talimatı
böyledir.
Suvâ:
Lügatte "sa" denilen ve İslâm fıkhında da muteber olan bir kile, yani
bir ölçektir. Bir de su içecek bir tas ve maşraba anlamına gelir.
Burada bazıları ölçek demişler, bazıları da yukarıdaki "sikaye" ile
bağlantılı olarak su tası demişler ve maşraba olarak tefsir
etmişlerdir. Ayrıca "suva" isim, "sikaye" ise sıfattır demişler. Lâkin
"es-sikaye" kelimesinden açıkça anlaşılan Yusuf'un su kabı olmasıdır.
Burada ise her iki anlama gelecek şekilde "suva" denilmesi ve Melik'e
ait olduğunun bildirilmesi orada kaçamaklı bir tevriye kastedilmiş
olduğunu anlatıyor. Melik'in denilmesinde onları başka bir heybetle
korkutmak amacı güdüldüğü anlaşılıyorsa da bundan Aziz olan Yusuf veya
bizzat Melik de kastolunuyor olabilir. Yusuf'un kendi eliyle koyduğu
şey, herhalde Yusuf'un olması gerekir. Ancak bu ona muhtemelen daha
önce Melik tarafından hediye edilmiş olan kıymetli bir şeydir.
Eğer
zahire ölçülen kile de öyle çok kıymetli bir ölçek idiyse, işin
hakikatini bilmeyenler dışardan bakılınca bunu hükümetin o ölçeği
zannedecekler, o zaman da hakikatte dışardan görüldüğü şekle uygun bir
itham yapılmamış olacaktır. Böylece tevili mümkün bir tevriye
kastedilmiş ve belki bir istiare gözetilmiş olacaktır. Çünkü Yusuf,
devletin bir ölçeği, bir adalet aracı, ülkenin hayat kaynağı, su tası
durumunda idi. Onlara "Ne arıyorsunuz?" derken, bu soruya karşılık
böyle bir mânâ söz konusu edilseydi de "Siz bir Aziz'i kuyuya
atmışsınız, onu arıyoruz" deyiverselerdi, o zaman çok müthiş, bir şey
olurdu. O zaman burada kastedilenin bir tas değil, doğrudan doğruya
Yusuf'un kendisi olduğu anlaşılırdı. Ancak ifadenin zahiri böyle
dolambaçlı tevillere müsait değildir.
73-
Tallahi dediler. Arapçada "ta" kasem için kullanılır. "Vallahi",
"billahi" gibi, "tallahi" diyerek de yemin edilir. "Ba" ve "Vav"
harfleri gibi yemin için kullanılan "ta" ayrıca bir de hayret ve
teaccüp anlamı ifade eder. Türkçede biz bunu farketmeyiz de, ancak "ta"
ile "vav" ı birlikte kullanarak "tevallahi" denildiği zaman bir hayret
mânâsı anlarız. Onun için "tallahi" şeklinde olan yeminleri Arapça'dan
Türkçe'ye terceme ederken bu yolu seçmek uygun olur.
Yani
"tevallahi" dediler gerçekten siz de bildiniz, bizi yakından görüp
tanıdınız, kim olduğumuzu öğrendiniz, hakkımızda bilgi edindiniz ki,
biz bu yerde, (yani, Mısır toprağında) fesatçılık yapmak, (ahlâksızlık
etmek) için gelmedik, biz hırsız da değiliz.Yani bizim kim olduğumuz
sizce ve hükümetinizce bilinip dururken böyle bizi hırsızlıkla itham
edip suçlamanız ne kadar acaip bir şey? Buna şaştık kaldık doğrusu!
74-
Görevliler cevap olarak: O halde, dediler, şayet yalancı çıkarsanız
cezası ne? Yani, haydi sizin değiniz gibi olsun, peki aradığımız şey
sizin yanınızda çıkarsa ve böylece siz de "çalmadık, biz hırsız
değiliz" sözünüzde yalancı çıkarsanız, o zaman bu suçun cezası nedir?
Bunun fetvasını verir, hükmünü tayin eder misiniz?
75-
Onun cezası, dediler, Her kimin yükünde bulunursa, kendisi, onun
cezasıdır: o malın çalınması karşılığında çalanın kendisi tutuklanır.
İstihdam veya istimlak edilir. Biz zalimleri böyle cezalandırırız. Yani
bir zulüm demek olan çalma suçunu işleyenlere biz böyle ceza veririz.
Deniliyor
ki, Hz. Yakub'un dininde hırsızlığın cezası, hırsızın kendisini,
çaldığı malın sahibine teslim etmekti. Mal sahibi, o hırsızı mal
edinirdi. Bazı tefsirlerde bunun bir sene müddetle olduğu zikrediliyor.
76-Bunun
üzerine Yusuf, kendi kardeşinin eşyalarını aramadan önce öbürlerinin
kablarını aramaya başladı. Demek ki, yukarıdaki karşılıklı
konuşmalardan sonra kafile bütün yükleriyle beraber Yusuf'un huzuruna
getirildi ifadeleri alındı, yükleri ve eşyaları aranmaya başladı. Ve bu
aramayı da Yusuf, bizzat kendisi yaptı. Sonra da onu, (yani su kabını,
kardeşinin kapları arasından) buldu çıkardı. Buna göre onların verdiği
karar gereğince kardeşini alıkoymaya hak kazandı.
Burada
görülüyor ki: değil de buyurulmuş, zamir müzekker olan "suva'a" değil
de "sikayeye" irca edilmiştir. Demek ki, yükten çıkarılan şey Melik'in
su kabı değil de Yusuf'un tası idi. Böylece onlar "Melik'in su kabını
çaldınız" ithamından kurtulmuş oluyorlarsa da kendi dinleri gereğince
verdikleri fetvanın hükmü değişmiyordu. Bu nokta çok mühimdir. Çünkü
yükten çıkan şey, Melik'in suvaı olsaydı, o zaman Yusuf bir hakim
sıfatıyla, Melik'in kanunlarına göre duruma el koymak zorunda
kalacaktı. Oysa Melik'in kanunlarında böyle hırsızı alıkoymak ve mal
edinmek gibi bir hüküm yoktu. Melik adına, o ülkenin kanunlarında
olmayan bir hüküm verildiği zaman, bir zulüm yapılmış olacaktı. Belki o
zaman Bünyamin kendisini müdafaa etmek lüzumunu duyacaktı ve büyük bir
ihtimalle istenen şey gerçekleşmeyecekti. Fakat yükten çıkan Yusuf'un
koyduğu sikaye idi. Buna göre kardeşini kendi namına tutukluyordu. Bu
suretle Yusuf hem müddei (savcı), hem hakim durumunda olmuyor mu?
Hayır, Yusuf bir savcı olarak araştırma yapıyor, fakat hüküm vermiyor.
Hüküm kardeşlerinin verdiği fetvaya ve onların hakemliklerine
dayanıyor. Sanık durumunda olan Bünyamin ise ikrar etmemekle, yani
"Evet ben çaldım" dememekle birlikte inkâr da etmiyor, "çalmadım" da
demiyor. Daha önce kendisine yapılan tenbih gereğince, olup bitenlere
hiç aldırmıyor. Böylece sükut ikrardan sayılır ve kendilerinin verdiği
fetva gereğince tutuklanıp alıkonulması gerekir. Nitekim öyle
yapılmıştır.
Anlamalı
ki, henüz kendisini tanıtmak zamanının gelmediğini bilen Yusuf,
kardeşini alıkoymak çaresini düşünürken bile istibdat ve zorbalığa
başvurmuyor, makamının ve yetkisinin verdiği gücü kullanmıyor ve bunu
suistimal etmiyor. Zulüm ve zorbalık şaibesi verecek davranışlardan
sakınıyor da meseleyi sırf adlî ve kanunî yollardan çözüme kavuşturmaya
muvaffak oluyor. Gerçi bu bir hiledir, fakat ne güzel hiledir!
İşte
Yusuf lehine böyle bir hile yaptık. Yukarıda geçen "Gerçi bu, Allah
tarafından gelebilecek hiçbir şeyi önleyemez" âyetinde olduğu gibi, bu
âyet de anlatıyor ki, Yusuf, bütün bu işleri Allah Teâlâ'nın vahyi ve
talimatıyla yapmaktadır. Yani Yusuf için bu acaip hileyi Allah takdir
ve tertip etti. Ona, onu Allah vahiyle talim eyledi de kardeşini
alıkoymak için fetvayı öbür kardeşlerine verdirtti ve bu şekilde
babasının şeriatını Mısır'da uygulama yolunu açtı. Yoksa Melik'in
dininde onu tutuklayıp alıkoymasına ihtimal yoktu. Burada "din"
kelimesinin mânâsı dikkat çekicidir. Belli ki, bundan maksat, o zaman
Mısır ülkesinde yürürlükte olan şeriat ve özellikle de "ceza kanunu"
dur. Kaynakların bildirdiğine göre, o devirde Mısır ceza kanununda
hırsızlığın cezası, hırsızı döğmek ve çaldığı malı iki katıyla tazmin
ettirmekten ibaret idi. Şu halde o kanuna göre, Bünyamin'i tutuklayıp
alıkoymak zulüm olurdu. Yusuf, kanun dışı bir hareketi tecviz
etmeyeceği için sanığı mahkemeye sevkedecekti. Ancak Mısır mahkemesi de
yürürlükte olan kanun ile hüküm verecekti. Mısır kanunları arasında da
Yusuf'un, kardeşini kendisi için mal edinmesiyle ilgili bir madde
yoktu. Lâkin Allah'ın dilemesi müstesna. Allah bir şeyi murad edince,
sebeplerini de hazırlar. Onun için bir taraftan Yusuf'a o çareyi
öğretip, kardeşlerinin hakemliğine müracaat ettirdiği gibi, diğer
taraftan kardeşlerine de işi sezdirmeyerek o şekilde cevap ve hüküm
verdirtti. Ve böylece hem ülkenin kanunlarını çiğnemeden, onların kendi
ikrarlarıyla ilzam eyledi, hem de babasının şeriatinden bir hükmün
tatbiki ile Mısır hukuk geleneğine canlı ve amelî bir misal, bir örnek
kazandırdı. Kendi kanunlarına göre kardeşini alıkoymak hakkını elde
ettikten başka, öbür kardeşlerini de yukarıda geçtiği üzere,
babalarının "ancak çaresiz kalmanız müstesna" sözüne uygun bir duruma
düşürerek, babalarına karşı yemin ederek verdikleri sözün
sorumluluğundan kurtardı. Eğer "Cezası nedir?" sorusuna karşı, onlar
faraza "Sizin memleketinizin cezası neyse onu veriniz" deselerdi, yahut
bundan önce kendi yükleri içine haberleri olmadan konulmuş olan
sermayelerini hatırlayıp, yükten böyle birşeyin çıkması, mutlaka
çalınması anlamına gelmeyeceğini öne sürerek, bunun doğrudan doğruya
hırsızlık demek olmadığında diretselerdi, kendileri tarafından bilerek
konulmadığına dair yemin etselerdi veya yükleri hazırlayan görevlileri
ve Yusuf'u, koymadıklarına dair yemin etmeye zorlasalardı, şüphe yok
ki, Yusuf bu yolla hedefine ulaşamıyacaktı. Lakin Yusuf'a bu hileyi
öğreten Allah, onlara da kendilerini savunabilecek ipuçlarının
hiçbirini hatırlatmadı. Allah öyle diledi, öyle oldu. Biz, her kimi
dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Yani, böyle müstesna bir ilim ve
iradeyle derece derece yükseltilmek, bu olaya ve Yusuf'a bağlı bir
husus değildir. Allah, dilediği kulunu böyle ve hatta bundan daha
yukarı derecelere yükseltir. Ve her bilgi sahibinin üstünde başka bir
bilgin vardır. Yani, Allah'ın kullara ihsan ettiği derecelerin en
üstünde ilim derecesi vardır. İlim en yüksek mertebedir. Yusuf'un
kardeşlerine üstünlüğü ona verilen bilgi sayesindedir. Gerçi kardeşleri
de az çok ilim ehli sayılırlarsa da bu işin hakikatini onlar
bilmiyorlardı, Yusuf ise bilerek hareket ediyordu. Bununla beraber ne
kadar yüksek ilim derecesinde bulunursa bulunsun her ilim sahibinin
üstünde bir âlim vardır ki, o da Allah'dır. O âlim'in ilmine kimse
erişemez.
77-79-İşte
onlar işin hakikatini bilmediklerinden dolayı kendi hükümleri ile
davayı kaybetmişler. Böylece çaresiz bir duruma düşmüş olan kardeşler
dediler ki: Şayet çalmışsa bundan önce onun kardeşi de bir hırsızlık
yapmıştı. "Bu işte mutlaka bir yanlışlık var" deyip kendilerini
ithamdan kurtarmak için başka yollar, başka çareler arayacak yerde,
öfkeye kapılıp Yusuf'a ve kardeşine duydukları burukluğu bir kere daha
ağızlarından kaçırdılar. Bir rivayete göre, Yusuf'un anasının babası,
bir puta tutkunmuş, Yusuf da çocukken anasının emriyle dedesinin o
putunu gizlice alıp götürmüş ve kırmış. İşte şimdi kızgınlıkla bunu
söylemek istiyorlarmış. Bu söz, yukarıda "Siz hırsızlarsınız" ithamının
verdiği endişe ile söylenmiş ve ona karşılık ledünnî bir itap gibi
olmuştur.
Yusuf
da bunu nefsinde gizledi, yani bu sözden içi burkulmadı, acı duymadı
değil fakat onu içinde gizli tuttu, bekledi, sabretti açığa vurup da
onlara belli etmedi veya öfkeye kapılıp açıklamada bulunmadı,
kusurlarına bakmadı. Fakat kendi kendine Siz, fena bir durumdasınız,
dedi. Yani bu uğradığınız belalı işten dolayı fena durumlara düşmüş
vaziyyettesiniz, ne söyleseniz kusurunuza bakılmaz. Teselliye muhtaç
olduğunuz böyle bir durumda öfke ve şaşkınlıkla söylediğiniz bu
lafınıza tahammül etmek, kusurunuza bakmamak gerekir. İsnad ettiğiniz
vasıfları da Allah biliyor ki, işin içyüzü sizin dediğiniz gibi
değildir, bizden hırsızlık uzaktır. O halde aslı astarı olmayan bu
sözünüzü neden ciddiye alayım? Bundan ne diye alınayım?
Bunun
üzerine onlar öfkeyi bırakıp kardeşlerini kurtarmak için Yusuf'dan
yardım ve merhamet dilenme yollarını aramaya "Ey Aziz...!" diyerek
yalvarmaya başladılar...
80-82-
Gelip böyle dediler ama Yakup buna inanıp onlar gibi ümidini keserek
ümitsizliğe düştü mü, ne yaptı?:
83-Öyle
dedi:
84-Görülüyor
ki, Yakup Aleyhisselam, oğullarının getirdiği habere inanmıyor ve bu
yüzden ümitsizliğe düşmüyor. Fakat onlara fazla yüz vermiyor, onlarla
olan ilişkisini bile Allah'a arzetmek, bütün dertleriyle içini Allah'a
dökmek çabasını sürdürüyor.
Ve
onlardan yüz çevirdi de Yâ esefa ala Yusuf Yusuf, ah Yusuf, yetti
artık!... Dedi.
Esef:
Esef bilindiği gibi, şiddetli hüzün demektir ki, bu anlamda dilimizde
daha ziyade "gam" kelimesi kullanılır. A'raf Sûresi'nde "Musa öfkeli ve
çok üzgün bir şekilde dönüp gelince" (âyet 150) ifadesinde bunun bir de
öfke ile ilişkisi söz konusu edilmişti. kelimesinin sonundaki elif-i
maksure mütekellim "ya" sından bedeldir ve kelime "ey esefim" demektir.
Yahud nüdbe elifidir ki, musibetin şiddetiyle "âh" demek gibi hüzün ve
hasretin ifadesinde kullanılır ve uzayıp gittiğini ifade eder. Nidanın
cevabı mahzuftur. "Alâ Yusuf" ise esefin mebnasını gösteren
müteallakıdır. "Esef" ile "Yusuf" arasındaki cinas ise ifadeye ayrı bir
güzellik ve mûsikî kazandırmaktadır. Ki, bedi' ilminde buna "tecnis-i
tasrif" adı verilir. "Yâ" esasen uzaktakini çağırmak için kullanılan
bir ünlemdir. Kalbinin derinlerindeki üzüntüyü sanki söz anlar bir
şahıs gibi böyle nida ile çağırmak da ayrıca pek anlamlı bir mecazdır.
Yakup, bu sefer iki oğlunun birden acısına katlanmak zorunda kalıyor;
Yusuf'un ötedenberi sürüp gelen hicranına bir de Bünyamin'in acısı
ekleniyor. Üstelik oğullarının getirdiği haberin de uydurma olduğunu
anlıyor. Bütün bunlara rağmen ümitsizliğe kapılmıyor, Allah'dan ümidini
kesmiyor, ümit ve sabırla beklemeye karar veriyor. İkincisinin hayatı
ve yeri hakkında bir haber getirilmiş olmakla birlikte, vaktiyle kanlı
bir gömlek getirip, onu kurt yedi dedikleri Yusuf hakkında ise, ilâhî
rahmet ve maneviyat delilinden başka görünürde bir delil de bulunmuyor.
Böyle bir anda Yusuf yanında olsaydı da bu sabır makamında kendisine ne
güzel bir dert ortağı olacaktı düşüncesi de zaman zaman gönlünü
sarıyor. Şu halde bütün bu musibetleri bir tek Yusuf'un hicranında
toplanmış buluyor.
Ve
Yusuf yerine artık onun üzüntüsünden başka kendisine dost olacak bir
arkadaş göremez oluyor da sözlerine inanmadığı oğullarından yüz
çevirip, sanki Yusuf'a seslenir gibi bir iştiyakla, "esef" e nida
ederek, demiş oluyor ki: "Ey esefim, ey bana başka gam ve keder
duyurmayacak olan şiddetli acım, ey Yusuf'un yadigarı olan esefim!...
Uzak durma, gel yetiş imdadıma ki, tam sana muhtacım, tam zamanıdır,
hicranım son dereceyi buldu..."
Resulullah
(s.a.v.) efendimizden nakledilmiştir ki: Hz. Peygamber, Cebrail'e
"Yakub'un Yusuf'a hicranı ne dereceye varmıştı?" diye sual etmiş,
Cebrail de "Evladını kaybeden yetmiş ananın toplam hicranına" demiş. "O
halde onun sevabı ne kadardır?" deyince, o da "Yüz şehid sevabıdır.
Çünkü o, Allah'a bir an bile suizan etmedi" demiştir.
Bu
da gösterir ki, musibet zamanlarında üzülmek ve ağlamak caizdir. Çünkü
şiddetli acı zamanlarında insan kendisini tutmaya pek az muvaffak
olabileceğinden dolayı, bundan büsbütün kendini engellemesi elinde
olmayabilir. Bu da mükellefiyeti gerektiren bir husus değildir. Çünkü
teklif, nefsin gücü yettiği yere kadardır. Gerçekten de Resulullah
efendimiz, oğlu İbrahim'e ağlamış ve "Kalb hüzün duyar, göz yaş döker,
biz elbette Rabbimizin gadap edeceği şeyi söylemeyiz ve biz elbette
sana üzülüyoruz ya İbrahim!..." buyurmuştur. Ancak caiz olmayanı,
birtakım cahillerin yaptığı gibi, bağırıp çağırmak, feryad u figan
eylemek, döğünmek ve yaka paça yırtmak, saçını başını yolmak,
mukadderata dil uzatacak sözler etmek ve benzeri aşırılıklardır.
Yine
nakledilmiştir ki, Hz. Peygamber, kerimelerinden birinin çocuğu vefat
ettiğinde onun için ağlamış ve üzülmüştü. Onun ağladığını görenler "Ya
Resulallah! Sen ağlıyorsun, halbuki bizi ağlamaktan menetmiştin"
deyince, bunun üzerine buyurmuştur ki: "Ben sizi ağlamaktan menetmedim,
ancak iki çirkin (ahmak) sesten menettim: Biri sevinç zamanındaki
çığlık, biri de üzüntü zamanındaki feryat".
Bir
haberde varid olduğuna göre, Muhammed ümmetinden başka ümmetlere "İnnâ
lillah ve innâ ileyhi raciûn" verilmemişti. Nitekim Yakup bile böyle
istirca' etmeksizin "Ya esefa" dedi. Ve hüzünden gözleri ağardı,
hüzünden gözlerine ak düştü. Veya bir rivayette varid olduğuna göre,
çok zayıf görüyordu. Ve artık o bir kazim idi. Derdini içine atıyordu.
Ağlamaktan, şuna buna dert yanmaktan kendini tutuyor, gamını kederini
hep içine atıyordu. İçi gamla dolmuş olduğu halde, yine de kendini
tutuyor, acıdan yutkunup duruyordu.
85-Onun
bu acıklı haline bakan ve sırrına eremeyenler: Te vallahi, dediler.
Hayret doğrusu, vallahi hayret dediler: Yusuf, Yusuf deyip duruyorsun
nihayet üzgün düşeceksin veya helak olup gidenlerden olacaksın! Yani,
böyle boşu boşuna ağlayıp sızlıyorsun ve kendine yazık ediyorsun,
şeklinde nasihatlere kalkıştılar. Gerçi bu sözler bir azar olarak
söylenmiyor, bir teselli için söyleniyordu. Lâkin Yusuf'u ölmüş gitmiş
farzetmek gibi bir ye'se, bir ümitsizliğe bağlı olarak söylendiği için,
onun haline bir itirazı ve ona karşı yöneltilmiş bir tenkidi tazammun
ediyordu. Şu halde Yakup gibi ince ruhlu, hassas ve içli bir zata karşı
böyle cahilane teselliler bile bir azar, bir kadir kıymet bilmezlik,
bir kabalık anlamı taşıyordu veya ona öyle geliyordu.
86-Fakat
bütün bu kaba tesellilere karşı onun sabrına, kendini tutmasına,
incelik ve nezaketine bakınız ki, o bunlara karşı "Size noluyor?" veya
"Sizi ilgilendirmez" gibi cümlelerle karşılık vermiyordu. Ben, dedi,
bessimi ve hüznümü ancak Allah'a şikayet ederim, derdimi O'na açarım;
ne size, ne de başkalarına değil.
Bess:
Aslında yaymak, serip neşretmek mânâsına mastar ise de bundan mebsus
mânâsına isim de kullanılır. O zaman anlamı, herkesin içine
sığdıramayıp çevreye yaymaktan kendini alamayacağı zorlu bir dert ve
merak demektir. Yani, ben sabrımı allak bullak eden içimdeki bu ateşi
ve hüznümü kimselere değil, ancak Allah'a şikayet ediyorum.
Ve
sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından ben biliyorum. Şu halde
bunları boşuna zannetmeyin, Allah belki hiç umulmadık bir yerden
neşeler verir.
87-
Ve dedi ki: Ey oğullarım! gidiniz, Yusuf'u ve kardeşini iyice
araştırınız, tehassüs ediniz, onlardan bir haber edinmek için bütün
duyularınızı, hislerinizi kullanınız. Yani elinizle yoklayınız,
gözünüzle dikkat ediniz, sağa sola sorunuz, öğreniniz, var gücünüzle
bilgi toplayınız.
Çok
dikkat çekicidir ki, "Ben buradan ayrılmam" diyen ve orada kalan büyük
kardeşlerinden hiç söz etmemektedir. Çünkü o kendi isteğiyle kalmıştır
ve yeri bellidir. Yusuf ve Bünyamin ise çaresiz kalıp ayrı düşmüşlerdi.
Yusuf bir yitik, Bünyamin ise bir tutuklu idi. Bunların ölmüş
olduklarına dair bir bilgi yoktu. Gerçi "Yusuf'u kurt yedi" diye kanlı
bir gömlek getirmişlerdi, fakat bu yalandı ve onların yalan
söyledikleri Yakup tarafından anlaşılmıştı da: "Bu kötülüğe sizi kendi
nefsiniz sürükledi" demişti. Zira gömleği parçalamadan bir kimseyi kurt
yemiş olamazdı. Nitekim o zaman Yakub'un "Bu ne kadar iyi kalbli bir
kurtmuş, gömleği bile parçalamamış" dediği de rivayetler arasındadır.
Babası ve büyük kardeşleri bile hayatta olan Yusuf henüz inkırazı akran
olacak ileri yaşlarda da değildi. Binaenaleyh ne açık, ne de kapalı bir
şekilde Yusuf'un ölmüş olduğuna delil olabilecek bir şey mevcut
değildi; onun ölümüne hükmetmek için ortada hiçbir ciddi sebep yoktu.
Halbuki öldükleri bilinmeyen kimselerin aranması ve bulunup onlara
gerekli yardımın yapılması bir görev, bir vecibe teşkil ediyordu.
Anlaşılıyor ki, Yusuf hakkında iyi bir araştırma yaptıramaması ve bu
vecibenin yerine getirilmesine imkan bulamaması, Yakub'u en çok üzen ve
yüreğini dağlayan ayrı bir ukde idi. Bünyamin'in tutuklanması yüzünden
bir takip ve araştırmanın lüzumu yeniden gündeme gelmişti. Bu kerre
yeni bir vesile doğmuştu. Onun için ikisinin de araştırılmasını
emretmiş ve bu vazifenin ümitsizce, baştan savma bir şekilde değil,
ümitle ve istekle yapılması gerektiği yolunda onların maneviyatlarını
ve morallerini güçlendirmek için demiştir ki:
Ve
Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Yani, Allah'ın, sıkıntıları
giderecek, daralmış göğüslere nefes aldırtıp ferah verecek yardımından,
lütuf ve rahmetinden ye'se düşmeyiniz. Çünkü Allah'ın yardımından
kâfirlerden başkası ümit kesmez. Olsa olsa onlar ümitsizliğe düşerler.
Bundan
dolayı Yusuf ve Bünyamin de kim bilir nasıl bir acı içinde ümitle
bekleyip duruyorlar. Onun için "Yusuf artık bulunur mu?" demeyiniz de
Allah'ın rahmeti ve yardımı ile onları ümitle ve istekle arayıp bulmaya
çalışınız. İnşallah bulursunuz ve hayırlı bir haberle döner gelirsiniz.
Gerçekten
de bakınız, bunun üzerine Allah'ın lutfu nasıl tecelli etti:
88-89-
Sonra Yusuf'un huzuruna girdiklerinde Ey aziz dediler.
Bu
ifadeler gösteriyor ki, üçüncü defa Yusuf'la karşı karşıya gelişlerinde
kalblerinde büyük yumuşaklık ve intibah hasıl olmuştu. Demek ki,
Bünyamin'in tutuklanması üzerine başlayan bu yumuşama ve kendine geliş,
gittikçe ilerlemiş ve onları daha da olgunlaştırmıştı. Yusuf'un onları
mazur görerek, onlar adına yaptığı tevbe, gösterdiği tevazu ve ihlas
onları da etkilemiş ve olgunlaştırmıştı. Bundan dolayı Yusuf'un
kendisini tanıtma zamanı gelmişti. Gerçi onların asıl maksatları ve
Mısır'a gelişleri Yusuf ve kardeşini aramak olduğu âyette açıkça ifade
edilmiyorsa da onların yardım taleplerinden ve ifade tarzlarından bunu
sezen Yusuf, kendisini tanıtmak maksadıyla Siz cahilliğiniz zamanında
Yusuf'a ve kardeşine ne yaptınız, biliyor musunuz? dedi. İşte bu
açıklama ve bu şekilde sorulan soru ile kuyuya atıldığı zaman "Sen
onlara bu yaptıklarını hiç beklemedikleri bir anda haber vereceksin"
(âyet 15) âyetiyle vaad edilen durum gerçekleşmiş oluyordu. Artık o
anda kalblerde meydana gelen hayret ve heyecanı düşünmeli.
90-Bu
söz onların gönlünde ve zihninde şimşek gibi çakmıştı, derhal onun
Yusuf olduğunu anlayarak zirvedeki bir hayret ve heyecanla ve adeta
kekeliyerek, a...a...Sen misin, sahi sen Yusuf musun? dediler. O da
kendisini ve kardeşini takdim ederek: ben Yusuf'um, bu da,(yani,
yanımda ikbal mevkiinde bulunan ve dikkatinizden kaçmış gibi görünen
zat da) kardeşim, dedi. Bundan bir gurur ve övünme duyduğu
anlaşılmaması için Allah'a şükür ve nimetini övgüyle dile getirmek ve
bir de kardeşlerine öğüt vermek maksadıyla şunu ekledi. Doğrusu Allah
bize lutfetti, bize nimetini ihsan etti. Şuna hiç şüphe yok ki, her kim
takva yolunda yürür ve sabırlı olursa, yani fenalıklardan sakınır,
mihnete ve zahmete katlanırsa kesinlikle Allah muhsinlerin ecrini zayi
etmez.
İyilik
yapanların sevaplarını kaybettirmez.
91-Bunun
üzerine gayet belagatli bir itiraf ortaya koyarak ve sorulan suale de
cevap olacak şekilde dediler ki: Vallahi seni Allah bize isar eyledi.
Yani, cidden itiraf ederiz ki Allah seni bu özellikler ile, yani,
takva, sabır ve ihsan özellikleri ile bize üstün kılmıştır. Allah seni
bize tercih etti, daha faziletli yaptı. Ve gerçek şu ki; biz elbette
suçlu idik. Amden ve kasten bir günah işlemiştik. Bile bile sana karşı
suç işledik. Ancak şimdi pişmanız, dediler. Yukarıda da kaydettiğimiz
şekilde Yusuf, kardeşlerine kendi hakkını helal etmiş ve onları
affetmişti, ancak haklarında Allah'ın mağfiretini de iyice ümid
edebilmek için onların tevbe ve nedametlerini de istiyordu. İşte
yaptıkları bu açık itiraf ile bu da gerçekleşmiş oldu.
92-Bunun
için o da bugün size hiçbir şekilde muahaze edilmek yoktur, dedi.
Tesrib:
Esasen işkenbenin üzerindeki iç yağını sıyırmak demektir. Mecaz olarak
suçluyu tekdir ve hesaba çekme anlamına kullanılır. "elyevm" bu gün, şu
an, demek olup, aynı zamanda hem geçmişe, hem geleceğe bağlanabilir.
Yani, hesaba çekilmek, tekdir edilmek ve azarlanmak durumunda
bulunduğunuz şu anda bile size herhangi bir şekilde sitem ve serzeniş
yoktur; o halde başka bir gün nasıl olabilir? Şu halde sualimden ve
sözlerimden bir sitem ve suçlama anlamı çıkarıp da "acaba ilerde
başımıza birşeyler mi gelecek?" şeklinde kötü düşünceler aklınıza
gelmesin; hiç merak etmeyin, size hiçbir şey olmayacak. Bundan önceki
gelişlerinizde elinizde olmadan üzüldünüz, ama bundan sonra merak
etmeyin sizi üzecek şeyler olmayacak. Bu konudaki Allah'ın hakkı
meselesine gelince; yine bugün dua ve ümid ederim ki, Allah sizi
bağışlar. Zira bugün pişmanlığınız belli ve ihlasınız açıktır, haliniz
bağışlanmaya, affolunmaya ve rahmete müsaittir. Ve O, merhamet
edenlerin en merhametlisidir.
93-Şimdi
siz şu gömleğimi götürün, de babamın yüzüne koyun ki, gözü görecek
duruma gelsin. Yani siz, şimdi başka düşünceleri bırakın da ilk işiniz
bu olsun. Böylece babamın tedavisine koşun, ona müjde verin ve davet
ettiğimi bildirin, hizmetine koşun. Bu gömleğin daha önce götürülen
kanlı gömleğe bir karşılık olduğu gözden kaçmamaktadır. Demek ki,
yalandan kanlı bir gömlekle başlayan ve Yakub'a dünyayı zindan eden ve
oldukça uzun süren bu hicran derdinin tedavisi böylece müjde olarak
götürülecek mübarek bir gömlekle yapılacaktı ve bu sayede
giderilecekti. Acaba bu nasıl bir gömlekti? Bir rivayette denilmiştir
ki, bu gömlek, vaktiyle Hz. İbrahim ateşe atıldığı zaman ilâhî emirle
Cebrail'in cennetten getirip kendisine giydirdiği gömlekti. Bu gayet
ince bir gömlek olup evlad ve ahfadına miras kalmış olan bir gömlekti.
Yakup o gömleği muska gibi yapıp Yusuf'un boynuna asmıştı. Yusuf kuyuya
atılınca Cebrail gelip, onu muskanın içinden çıkarmış ve Yusuf'a
giydirmişti." Cennet nesiminin kokuları herhangi bir derde yakalanmış
olana dokunursa onu şifaya kavuşturur" demişti. ilh... İşte böylece bu
gömlek uğurlu ve esrarengiz bir yadigar idi. Bu iş, Hz. Yakup'a,
sevgili Yusuf'unun peygamberliğini dahi müjdelemek anlamına gelir ve
bir mucize demek olur. Bir rivayette de denilmiştir ki, bu gömlek o
sırada Yusuf'un sırtında bulunan bir gömlek idi. Gerçekten de "İşte şu
gömleğim" ifadesinde bu mânâ daha açık olarak görülmektedir. Ancak bu
suretle böyle sıradan bir gömleğin göze sürülmekle gözlerin kuvvet
bulması akılla anlaşılır birşey olarak görülmez. Bundan dolayı muhakkik
olanlar demişlerdir ki: "Bu da mutlaka vahiy ile olmuştur. Zira bu
yönde bir vahiy olmasa Yusuf bunu kendi aklıyla bulamazdı". Bununla
beraber Fahreddin Razi der ki: "Bunun akılla açıklanabilir bir tarafı
da yok değildir. Denilebilir ki, Yusuf, babasının görmemesinin, iç
sıkıntısı ve üzüntü yüzünden, çok ağlamaktan ileri gelen bir görme
zayıflığı olduğunu anladığı için belki şöyle düşünmüştür: Gömlek
üzerine konulduğu zaman her halde çok sevinecektir ve yüreğine büyük
bir sevinç dolacaktır. Bununla ruhu kuvvet bulacak ve gözüne fer
gelecektir. Şu halde görmesi kuvvetlenince gözündeki görme zayıflığı da
geçmiş gitmiş olacaktır. İşin bu kadarı da kalb ile bilebileceği bir
şeydir. Çünkü tıp ilminin prensipleri bunun sağlıklı bir düşünce
olduğuna delalet eder... ilh. Ancak bunun mânâsı şu demektir. Bu, aklen
ve tıbben mümkündür, tıbbın kurallarından ve tecrübelerden böyle bir
ilham alınabilir. Gerçekten de gerek hastalık, gerek sıhhat açısından
üzüntünün ve ruhsal etkilerin beden üzerindeki rolü, böylece tedavisi
tıp açısından dahi inkâr olunamazsa da burada akla uygunluğun bu
kadarcığı yine de meselenin çözümüne yeterli değildir. Böyle bir
düşünceyle "belki iyi gelir" denilebilirse de kesin hüküm verilemez.
Oysa meselenin en önemli noktası Yusuf'un kesin bir ifade kullanarak
"görmesi geri gelir" demesidir. Akıl yoluyla ele alındığı zaman, tıbbın
hiçbir tedavisinde böyle konuşulamaz. En maddî ve en basit tıbbı tedavi
şekillerinde bile yüzde yüz kesin sonuç şudur diyerek hüküm verilemez.
Buna işaret olmak için ihtimal ki, Razi de bu maksatla: "Bu kadarını
kalb ile marifet mümkün olur" demiş, "akıl bunu bilir" dememiştir.
Diyelim ki: Yusuf'un aklına böyle bir imkan ve ihtimal doğuvermiştir.
Peki onun kalbine bu kesinliği veren, kazandıran kuvvet nedir? Bu nokta
muhakkiklerin dedikleri gibi, ilâhî vahiyden başka bir sebeple
açıklanamaz.
Yusuf,
kardeşlerini böylece memnun edip onların gönüllerini aldıktan sonra ilk
iş olarak onları böyle güzel ve mucizeli bir tedavi yolu ile babasına
müjde vermek ve ahir ömründe ona güzel güzel hizmet etmek için Mısır'a
davetle görevlendirdi. Onları hiç bekletmeden geri gönderdi ve dedi ki:
Babamla
beraber bütün ehlinizi; yani erkek, dişi, büyük, küçük Yakup
hanedanından olan bütün kimseleri, bütün ailenizi toptan alıp bana
getiriniz. Rivayet olunur ki, gömleği kardeşleri içinden Yahuda almış
ve "Daha önce kanlı gömleği götürüp, babamızı mahzun eden ben idim. O
vakit mahzun ettiğim gibi, şimdi de müjde verip sevindireyim" demiş ve
yalın ayak, başı kabak Mısır'dan koşarak yola çıkmış. Mısır'la Kenan
arasındaki mesafe seksen fersah imiş. Daha önceki seferlerde
kardeşlerini hazırlayıp donatan Yusuf'un bu kerre, bu emirleri verirken
gerekli hazırlığı ve donanımı daha mükemmel şekilde hazırlayıp
gönderdiğini hatırlatmaya lüzum yoktur. Rivayet olunduğuna göre, bu
kafilede babasına ikiyüz deve yükü yiyecek ve mal göndermiştir.
Şimdi
bakınız burada ikbal yüzünü gösterir göstermez ötede ne olacak,
Allah'ın rahmeti nasıl tecelli edecek, vuslat esintileri nasıl gelecek,
ayrılık ve hicran nasıl kaçacak, nasıl bir neş'e ve lutuf kaynaşacak?
94-
Vakta ki, kafile ayrıldı. Yani, Mısır'dan hareket edip Kenan diyarına
doğru yola çıktı, ötede babaları, dedi ki, inanın ben Yusuf'un kokusunu
alıyorum, beni bunak yerine koymayacaksanız!... Yani, ey bu sözümü
işitenler, siz benim aklıma ve şuuruma halel geldi sanıp, bana bunak
demeyecekseniz, vicdanıma güvenecekseniz, bu sözüme inanırsınız. Veya
daha önce bana bunak demeseydiniz şimdi sözüme inanırdınız. Fakat
derken, hiç de akıl dışı bir şey olmayan o esef duygusuna bile saçma ve
mânâsız deyip itiraz eden ve Yusuf kokusu burunlarında tütmeyen siz
gafiller, şu anda derin bir şekilde içimi saran sevinci, bu Yusuf
kokusunu nereden duyacaksınız? Henüz kendi vicdanımdan başka hiçbir
delili bulunmayan bu sözüme, bu ledünnî vuslat müjdesine nerden
inanacaksınız? İnanmayacaksanız bari beni bunak yerine koyup da inkâra
kalkışmasanız ne olur?
Yusuf'un
peygamberlik müjdesi ile himmet gömleğini getirecek olan o muştuluk
kervanı Mısır'dan kopup Yakub'un tarafına doğru yönelir yönelmez, beri
tarafta Yakub'un burnunda tüten ve ruhanî bir zevkle bütün vicdanını
saran bu kokulu rüzgar, bu ledünnî seher esintisi, bu Yusuf kokusu,
şüphe yok ki, ona ilâhî revhtan bir esinti ve gelmekte olan müjdenin
habercisi bir rahmânî nefes idi. Şu anda tasavvuru bile gönül ehlini
hazza boğacak olan bu tatlı koku, kim bilir Yakub'un gam ve hicranına
nasıl bir darbe indirmiş, onun vicdanını nasıl bir letafetle sarmış
olmalı ki, Yakub, bununla hem uzaktaki bir ikbal olayının
başlangıcından bir esinti duymuş, hem de birkaç gün sonra kavuşacağı
ilerdeki müjdenin büyük sevincine yavaş yavaş hazırlanmış bulunuyordu.
Bu nasıl oluyordu? Seksen fersahlık mesafeden bu kokuyu taşıyan araç ne
idi? Ve bunu duyan algılama gücü ne idi, nasıl bir güçtü? Bilinen hava
akımlarının buna yetmeyeceği şüphesizdi. Kafilenin Mısır'dan ayrılması
anında Yakub'un beri tarafta duyduğu bu kokulu esintinin hızı en
azından bir şimşeğin hızına eşit olmalıydı. Oysa bugünkü teknolojide
ses nakline kadar uygulamasını duyduğumuz elektrik akımının henüz
kokuya uygulanabildiğini bilmiyoruz.
Bir
de Yakub'un hassasiyeti ne kadar incelmiş ve hüznü ile gözleri
ağardıktan sonra koku alma duygusu ne kadar gelişmiş olursa olsun,
kafilenin Mısır'dan ayrılmasından önce duymayıp da ayrıldıktan sonra
duymuş olması gösterir ki, bunun sırrı ve hikmeti onun hassasiyetinden
kaynaklanan bir olay da değildir. Tefsir âlimlerinin bu konuda iki ayrı
yorumu vardır. Birisi Allah Teâlâ'nın bu kokuyu, bir mucize olmak üzere
o kadar uzak mesafeden Yakub'un vicdanına ulaştırmasıdır. Birisi de o
anda onu Yakub'un vicdanında icad ve yaratmış olmasıdır. İşte bundan
dolayıdır ki, herhangi şekilde olursa olsun, bu olayın alışılmışın
dışında fevkalade bir ilâhî mucize olduğunda hiç şüphe yoktur.
Zamanımız fen bilimleri ve felsefesi bu gibi olağanüstü olayları
açıklayamamakla beraber inkâr da etmemektedir, Psikolojide "telepati"
adı altında tasnif ve mütalaa etmektedir. Telgraf, telefon
kelimelerinde dahi bilindiği ve kullanıldığı üzere "tele" kelimesi
aslında "uzak" demek, "pati"de etkilenme anlamına geldiğinden,
"telepati" uzaktan etkilenme demek olur. Ve şöyle tarif olunur: Bir
ruhta duyulan öyle bir algılamadır ki, o anda meydana gelmiş gerçek bir
olaya ilişkin olduğu halde, öyle bir mesafede veya öyle bir duygu hali
içindedir ki, bu durum o olayın o kişi ile bilinmesini imkansız gibi
gösterir". Diğer bir tarife göre de "Bir mânânın veya duygunun uzaktan
algılanması, yani hissolunabilecek bir aracının yardımı olmaksızın
iletilmesi meselesidir". Önceki tarife göre telepati, normal dışı
sayılan şartlarda meydana gelen dış olaylara da şamil olabilecektir.
Lâkin ikinci tarife göre, herhangi bir hava akımı içinde duyulabilecek
koku gibi olaylar, telepati cinsinden sayılabilecek kadar fevkalade
olaylardan değildir.
Çünkü
dış olaylarda en azından ışık veya hava gibi bir maddî vasıta vardır
ki, bize telepatiden ziyade telsiz ve radyo yayınları cinsinden bir
olayı düşündürebilir. Bundan dolayı bunun fen açısından tasavvuru sırf
ruhanî olan telepati algılaması kadar müşkül olmaz. Zira uzaktaki bir
his veya mânâ hızlı ve gizli bir vasıta ile yaklaştırılıp tebliğ
edilmiş olur. Ve bundan dolayı bazıları telepatinin en yaygın olan,
soyut ve sırf manevî olan kısmını da bu suretle tevil ederek düşünmek
isterler. Bununla beraber herhangi bir şeyin insan ruhuna ve vicdanına
doğması nasıl oluyor? Ve vicdan denilen gücün, asgari ve azami algılama
sınırı nereden başlıyor? Ve bunun yayılma sahası hangi sınıra kadar
gidebilir? Bir ruhun potansiyel güçleri, kendi dışındaki olayları,
yalnızca beden sınırına bağlı olarak mı algılıyor? Isı yaymada olduğu
gibi, bedenden dışarıya doğru yayılan ve etkisini uzaklardan karşılayan
başka güçler yok mudur?
Bunlar
tam anlamıyla bilinmeden uzaktan duyguların algılanması olayını, ve
daha başka ruhsal olayları mutlaka tevil etmeye mecburiyet yoktur. Ve
doğrusu yalnızca uzaktan his değil, yakından hissetmekve şuur olayları
dahi layıkı ile açıklanamamaktadır: "Ruh konusunda size çok az bilgiden
başka birşey verilmemiştir". Ancak olayı olduktan sonra hissetmek
normal olduğu gibi, his maa'l-vuku, yani olayı olurken, meydana
gelirken duyabilmek veya olmadan önce, yani "kable'l-vuku"
hissedebilmek de inkâr edilemez olaylardandır.
Burada
kendi başıma gelmiş ve yaşadığım bir telepati olayından bir misali
anlatmak istiyorum: İstanbul'da Nüvab Mektebi'nde talebe iken bir gün
öğleden sonra dersten çıkıp Nuruosmaniye'de ikametgahım olan hattat
odasına geldim. Tek başıma pencerenin önüne oturdum. Oturur oturmaz,
henüz daha hiçbir şeyle meşgul olmadan, birdenbire büyük amcam Mehmed
Emin Efendi hatırıma doğuverdi ve derhal kalbime derin bir hüzün çöktü,
ağlamak istedim. Halbuki başka zamanlar onu hatırlayınca mutlaka sevinç
ve neşe hissederdim. Az bulunur, fazilet örneği bir insan idi. Bu sefer
hem hatırlayış şeklim, hem de alışılmışın dışında sevinç yerine içime
öyle bir hüzünün çökmesi tuhafıma gitmişti. Ben bunu hemen bir yere
kaydettim. Onbeş gün sonra memleketten posta ile bir mektup aldım,
babam" o gün amcamın vefat ettiğini ve bana yadigar olmak üzere birkaç
kitabını vasiyyet ettiğini" yazıyordu. O zaman ben postanın on günde
geldiği bir mesafeden o hüzünlü olayı, meydana geldiği anda yüreğimde
duymuştum ve gözlerim dolmuştu.
İşte
telepati dedikleri şey böyle olaylardır ki, bizim ıstılahımız bütün bu
gibi olayları ilham cinsinden saymaktadır. Bu hâl uykuda meydana
gelseydi adına rüya diyecektik. Bunlar normal duyularımıza göre
fevkalade olaylardan olmakla beraber, çok nadir şeyler de değiller, her
zaman herkesin başına gelebilen çok sayıda olaylardır. Belki herkeste
olur da pek çok kimse bunun farkında bile olmaz. Fakat bunlar
genellikle bilgi sebebi değildir. Sıradan bir vehim şeklinden
başlayarak, keramet veya mucize derecelerine kadar çıkacak çeşitli
derecelerde ortaya çıkabilirler. Acizane kendi kanaatime göre:
Bu
âyet, bize yalnızca ruh ilimleri ve mucize cinsinden bir harikayı
tesbit ile kalmıyor, bugünkü teknolojik gelişme açısından dikkate değer
ilhamlar da veriyor. Zira görülüyor ki, "râyiha", yani koku kelimesi,
"rîh", yani "rüzgar" anlamına gelen bir kelime ile ifade buyuruluyor.
Bu kelimeden iletme anlamı daha belirgindir. Halbuki yukarıda da
söylediğimiz gibi, kafilenin Mısır'dan ayrıldığı anda Yakub'un
vicdanına bu kokunun ulaşması rüzgar hızından daha hızlı bir iletişimle
olmuştur. Bugünkü bilgimize göre; bu iletişimin fizik olarak meydana
gelmesi, havanın normal ve kütlevi akımı ile değil de elektrik
dalgaları şeklinde olması ihtimali söz konusudur? Ancak bir kokunun
havada yayılması, koku zerreciklerinin hava içinde hareket edip
yayılması sonucuna dayandığı bilindiğine göre, bu zerrelerin bir
elektrik akımı halinde ve elektrik hızı ile akıp gelmesi, fizik
açısından aklın almayacağı bir olay olacaktır. Bunun için bir tahlile
daha lüzum vardır ki, o da o zerrelerdeki kokunun tıpkı ısı ve ışık
gibi yayılma kabiliyetine sahip bir kuvvet olduğunu bulmaktır.
Gerçekten de kokunun, mesela bir gül suyu zerrelerinin kendilerinden
ziyade onlardaki bir kuvvet ve özellik olması ve ince bir titreşimle
yayılıyor şeklinde ele alınması daha akla yatkın ve koku alma
duyularımızdaki bedahete daha uygun düşmektedir. O halde meseleyi kimya
veya atom fiziği sahasında izleyerek ses naklinden daha ince bir kanun
ile koku kuvvetinin ve hareketinin zaptedilmesi ve nakledilmesi dahi
elektrik akımından yararlanarak mümkün olabileceği sonucuna
varabileceğiz demektir. Gerçi Yakub'un kokuyu duyması fennî bir olay
değil, mucizevî bir olaydır. Bazı tefsir âlimlerinin dediği gibi Allah
Teâlâ'nın, Yusuf'un kokusunu Yakub'un vicdanında doğrudan doğruya
yaratmış ve icad etmiş olması da ihtimal dışı bir şey değildir. Hatta
Yakub'un hafızasını yeniden harekete geçirip daha önceden bildiği
Yusuf'un kokusunu ona kendi vicdanında yeniden duyuruvermesi de ihtimal
dahilindedir. Lâkin âyetin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mânâ, bu
kokunun rüzgar içinde duyulması ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin
Mısır'dan ayrıldığı sırada iletilmiş olmasıdır. Bu ise kokunun da
havadan bir telsizle şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin mümkün
olabileceğini, yaratılışta bunun da gizli bir kanunu olabileceğini
düşündürür. Şüphesiz ki, bunun gerek Mısır'dan gönderilmesi, gerekse
böyle bir hızlı titreşimin Yakub tarafından algılanabilmesi ve o
kokunun Yusuf'a ait olduğunu kestirebilmesi, doğrudan doğruya ilâhî
tasarrufu gösteren harikalardır. Gerek bu bakımlardan, gerek Yusuf ile
Yakub'un birer peygamber olmaları bakımından olay çok yönlü bir
mucizedir. Zira bir insanın yakınındaki birinin kim olduğunu kokusundan
tanıyabilmesi bile olağanüstü bir meseledir. Ancak olayın bütünüyle
tabiat kanunlarının üstünde bir mucize olması, bununla ilgili birtakım
tabiat kanunlarının mevcut olmasına engel değildir. Mesela Hz. İsa'nın
kuş yapması Allah'ın izniyle bir mucizedir. Fakat kuşların uçması
olayından, uçma ilkelerini çıkarmak ve yine Allah'ın izniyle uçaklar
yapmak mucize olmayan bir buluştur.
95-Hasılı
Allah'ın kudretine bakın ki, Yakub, Yusuf'un güzel kokusunu o kadar
uzaktan derhal duydu ve onun bir vehim, bir hayal olmadığını, bir
hakikat olduğunu kendi vicdanında tanıdı. Durumu kesin bir dille ifade
etti, fakat gafillerin kendisine inanmayıp "saçma" diyeceklerini
bildiği için de "Beni bunak yerine koymazsanız..." dedi, lâkin kim
dinledi? Tahmin ettiği gibi, onun bu sözünü işitenler Hayret vallahi,
dediler, gerçekten de sen hâlâ eski şaşkınlığında bocalayıp duruyorsun.
Yani, hâlâ "Yusuf, Yusuf" deyip duruyorsun, hâlâ ona kavuşacağını
vehmediyorsun, oysa bu doğru değil. Oğulları yolda olduğu için, Yakub'a
bunu söyleyenler onlar değildi. Kızları, gelinleri ve öteki yakınları
olabilirdi. Lâkin çok geçmeden esas şaşkının kimler olduğu açığa
çıkacaktı. Zira bunun üzerine:
96-
Ne zaman ki müjdeci geldi gömleği yüzüne koydu Yakub'un görmesi yerine
geldi. Gözü açılıverdi ve eskisi gibi görmeye başladı.
Şimdi
bu neşeye kavuşan Yakub neler dedi, neler yaptı sanırsınız? Hayır o
yine "sabrı cemil"inden ayrılmadı. "Allah'ın yardımından ümit
kesmeyiniz" nasihatını hatırlatarak, sadece size demedim mi dedi ben,
doğrusunu isterseniz Allah'dan sizin bilmediklerinizi de bilirim. Yani,
şimdi anladınız mı Allah, ne büyüktür; peygamberlik de nasıl bir
gerçektir?
97-O
vakit gelmiş olan oğulları, hepsi birden ey bizim babamız, dediler
bizim için günahlarımıza istiğfar et, mağfiretimize dua ediver biz
hakikaten suçluyduk. Şimdi ise çok pişman olduk.
98-Buna
rağmen babaları hemen istiğfar edivermedi de ileriye dönük bir vaatte
bulundu: İlerde, dedi, sizin için Rabbime istiğfar ederim. Şüphe yok
ki, ancak O'dur ğafur, rahîm.
Yakub,
böylece kendisinin bir baba olarak onları bağışladığını ima etmekle
birlikte, Allah'ın da onları affetmesi için yapacağı dua ve istiğfarı,
seher vakti veya cuma gecesi gibi bir vakte, duaların kabul olunacağı
bir icabet vaktine tehir ettiği, böyle bir vakti gözettiği akla
gelebilir. Daha doğrusu, Yusuf'la helallaştırıncaya veya onun affını
anlayıncaya kadar tehir etmiştir. Çünkü zulme uğrayanın helallik
vermesi, ilâhî mağfiretin ön şartlarından biridir.
Gelelim
sonuca:
99-
Hasılı, ne zaman ki, Yusuf'a vardılar, yani Yusuf'un daha önce
kardeşlerine tenbih edip istediği gibi, başta babaları olmak üzere
bütün aile bireyleri topluca Mısır'a gelip Yusuf'un yanına vardılar.
Rivayet olunur ki, Yusuf ve Melik, yanlarında dört bin asker, birtakım
devlet adamları ve Mısır halkından çok sayıda insan, gelen kafileyi
karşılamaya çıkmışlardı. Yakub Aleyhisselam, oğlu Yahuda'ya dayanarak
yürüyordu, karşıdan gelen kafileye ve atlılara bakıp, "Ey Yahuda, şu
karşıdaki adam Mısır'ın Firavun'u mu?" diye sordu. O da "Hayır, Firavun
değil, oğlun" dedi. Yaklaştıkları zaman Yusuf'dan önce Yakup selam
verdi ve "Selam sana ey hüzünleri gideren" dedi...ilh.
Yusuf
anasını ve babasını kendisine iva etti. Yani, boyunlarına sarılıp
bağrına bastı ve onlar için hazırladığı özel dinlenme yerlerinde
istirahat ettirdi. Anlaşılıyor ki, bu henüz şehre girmeden karşılama
yerinde oluyordu. Nitekim Allah'ın izniyle hepiniz güven ve huzur
içinde Mısır'a giriniz, dedi. Ve böylece Mısır'a girdiler.
100-
Ve anasıyla babasını arşa çıkardı. Özellikle anasıyla babasını
kardeşlerinden daha fazla saygı ve ikramla karşıladı. Kendisine ait
olan ve bir tahta benzeyen yüksek köşkün üzerine çıkardı. Ve onun için
hepsi secdeye kapandılar. Yani anası, babası ve kardeşleri, Yusuf'a
kavuştukları için Allah'a şükür ifadesi olarak secdeye kapandılar. Bir
görüşe göre, o zaman âdet olduğu üzere Yusuf'a karşı resmî bir selam
görevini yerine getirmek için secde durumuna geçip yerlere kapandılar.
Gerçi bu anlam, ilk bakışta Yusuf'un gördüğü rüyaya daha uygun gibi
görünür. Lâkin selam secdesi olsa idi, ilk karşılaşma anında yapılırdı.
Öyle yapılması icap ederdi. Zaten âyette (âyet 4) cümlesi de "onları
gördüm bana secde ediyorlardı" demek olabileceği gibi, "benim için
secde ediyorlar gördüm" anlamına da gelebileceğinden, Yusuf'a
kavuşturan Allah'a şükür secdesi şeklinde anlamak, her bakımdan daha
uygun düşmektedir. Bir de bu secde ile meleklerin Âdem'e yaptıkları
secde arasındaki ilişki ve benzerlik unutulmamalıdır.
Onlar
işte böyle secdeye kapandılar. Ve, o vakit bunu gören Yusuf, ey
babacağım, dedi. işte bu, daha önce görmüş olduğum rüyanın tevilidir.
Yani o zaman, senin yaptığın yorum, bilimsel ve özet bir tevil idi,
kısaca yapılmış bir tabir idi. Fakat şimdi bilfiil gerçekleşen mânâsı
ve meâli budur. Onu Rabbim hakikaten gerçekleştirdi, aynen hak bir rüya
olarak çıkardı. Tıpkı gördüğüm gibi, vakıa olarak gerçekleştirdi.
Gerçekten de bana lutuf ve ihsanda bulundu. Çünkü beni zindandan
kurtardı ve sizi de bedivden getirdi, badiyeden, yani taşradan, çölden,
yahut "Beda" adı verilen yerde yaşamaktan kurtardı, buraya getirdi.
Vahidî
ve daha bazılarının beyanına göre, "Bedv" kelimesi iki anlama gelir:
Birincisi, şahsın uzaktan göründüğü düzlük ve açık yer demektir ki,
dilimizde buna "alan" denir. Bunun aslı (beda, yebdu, bedven) fiilinden
zuhur mânâsına mastar olup, sonra ism-i mekan gibi kullanılmıştır.
"Bedv" in karşıtı "hazar" dır. Bunlar nisbet yası ile kullanıldıkları
zaman "bedevî" ve "hazarî" denilmiştir. İkincisi ise Abdullah b.
Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Yakup, "Beda" adı verilen yere
yerleşip orada yaşıyormuş ve Yusuf'un yanına işte oradan gelmişti. O
yerde dağın dibinde kendisinin bir mescidi vardı. İbnu'l-Enbarî de
demiştir ki: "Beda bilinen bir yerdir. Filan, Şi'b ile Beda
arasındadır" denilir. Bu iki meşhur yer, şiirlerde birlikte anılagelmiş
olan yerlerdir. Nitekim Küseyyir şöyle demiştir:
Ve
işte bu anlamdan alınmış olarak "Kavm Beda'ya vardılar, varıyorlar",
demektir. Bu mânâya göre "Bedv" mastar olur. Ve böylece Hz. Yakub ve
ailesi aslında bedevî değil, hazarî idiler demek olur..ilh.. Bu
tefsirin sebebini az sonra gelecek olan âyetinde bulacağız.
Bununla
beraber önceki mânâya göre bunu şöyle anlamak da mümkündür: Sizi
çölleri, badiyeleri aşırarak ta uzaktan Mısır'a getirdi. Hangisi olursa
olsun, şurası gayet ince ve zariftir ki, Yusuf, babasıyla kardeşlerinin
Mısır'a getirilmelerini, kendisinin zindandan çıkarılmasına eşdeğer bir
nimet saymakla kalmayıp, bunun da onun gibi kendisi hakkında bir ilâhî
ihsan olduğunu açıkça anmış ve vurgulayarak dile getirmiştir. Yani
ailesinin nimete ve refaha ermesini kendisine yapılmış bir ihsan olarak
anmıştır. Özellikle kardeşlerini mahcup etmemek için zindandan önceki
kuyu olayından hiç söz etmemiştir, bundan dikkatle kaçınmıştır.
Hakkındaki bu ihsanın önemini belirtmek üzere demiştir ki:
Benimle
kardeşlerimin arasını şeytan dürtüştürdükten sonra, böyle oldu. Yani,
benimle kardeşlerim arasında geçen ve hiç hesaba alınmaması gereken
macera ne benden, ne de onlardan kaynaklanan bir olay değil, aramızı
bozmak için şeytanın dürtmesinden, onun fesatçılığından ve iğvasından
ibarettir. Fakat şeytanın kardeşler arasına sokulması haddi zatında
büyük bir fitne ve bela idi. Eğer Allah'ın lutfu yetişmeseydi, kimbilir
daha ne gibi fenalıklar olacaktı. Bundan dolayı böyle bir iptiladan
sonra Rabbimin bu ihsanları ne kadar büyüktür. Muhakkak ki, Rabbim
dilediğine lutfunu bol bol ihsan eder. Dilediği işi yoluna koymak için
aldığı tedbirler, ne latif, ne hoş, ne ince şeylerdir. Ve hakikaten
ancak O'dur âlim, O'dur hakim. Gerçek ilim O'nun ilmidir, gerçek hikmet
O'nun hikmetidir.
Rivayet
olunur ki, Hz. Yusuf, babasının elinden tutup hazineleri gezdirmiş,
altın, gümüş, mücevherat, silah, elbise ve diğerlerini gösterip
dolaştıktan sonra yazı yazılacak kağıt (parşömen) hazinesine vardıkları
zaman Hz. Yakub: "Ay oğul, bunlar dururken şu sekiz merhalelik yerden
bana bir mektup yazmadın ha! Bu ne ilgisizlik?" demiş. Yusuf da: "Bana
Cebrail öyle emretti" demiş. Babası "Peki amma niye sormadın?" demiş,
Yusuf da: "Sen ona benden daha yakınsın." diye cevap vermiş. Bunun
üzerine Yakup Cebrail'e sormuş, Cebrail de: "Sen, korkarım ki, Yusuf'u
kurt yer, dediğinden dolayı, Allah bana öyle emretti ve benden
korksaydı ya, buyurdu" demiş.
Yine
rivayet olunduğuna göre, Yakup Aleyhisselâm Yusuf ile beraber yirmidört
sene daha yaşamış, sonra vefat etmiş ve Şam tarafında babası İshak
Aleyhisselâm'ın yanına defnolunmasını vasiyyet eylemiş, Hz. Yusuf da
bizzat kendisi gidip babasının cenazesini oraya defnetmiş, sonra geri
dönmüş. Yusuf babasından sonra yirmi üç sene daha yaşamıştı.
Fakat
bütün bunları gören bu nimet ve ihsana eren Yusuf, nihayet ne dedi ve
bu kıssa nasıl bir sonuçla sona erdi? Bakınız Yusuf ne dedi:
101-
Ey Rabbim! Sen bana mülkten bir parça nasip verdin. Ehadîsin meâlini
bilmek ilminden de bana bir hisse ilim öğrettin. Böylece en büyük dünya
nimetinin ve devletinin ne olduğunu tattırdın ve ben bütün bu olup
bitenlerin sonunun nereye varacağını anladım. Yani anladım ki, bütün
dünya hayatı ve olayları, tevil ve tabiri sonunda gerçekleşecek olan
bir rüya gibidir. Ve bana öğrettiğin ilimden hisseme düşen kadarıyla
anladığım şudur ki o rüyanın da tabir ve tevili, yani yorumu açıkça
belli olduğundan dolayı, bunun ilerisinde bir ahiret hayatı mutlaka
gelecektir. İşte bunun kesin olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Ey gökleri
ve yeri yoktan yaratan Rabbim! Sen dünyada ve ahirette benim velimsim.
Benim malikim, veliyyi nimetim ve efendimsin Beni bir müslüman olarak
vefat ettir, yani müslüman olarak canımı al; başka bir dinde, başka
inançta olmaktan beni koru ve ruhumu müslüman olarak kabzet, ve
salihler arasına kat, salih kulların, işe yarar ve iyilik sever
kulların arasına koy. Ahirette atalarım gibi, salihler zümresi içinde
haşreyle, zira nimet ancak o zaman tamamlanmış olacaktır.
Deniliyor
ki, Yusuf böyle dua ettiği vakit Allah Teâlâ, ruhunu tayyib ve tahir
olarak kabzeylemişti. Bunun üzerine Mısır ahalisi arasında nereye
defnolunacağı hususunda anlaşmazlık çıkmış, birbirleriyle kavga edecek
hale gelmişler. Nihayet mermerden bir tabut yapıp, onun içine koymuşlar
ve Nil nehrinin mecrasına defnetmeye karar vermişler ki, Nil Nehri'nin
suları, onun üzerinden geçerek Mısır'a vardığında hepsi onun uğrundan
teberrük edebilme konusunda eşit olacaklardı. Daha sonra Mısır'da
hanedan değişikliği olmuş, iktidar Amalika'dan çıkmış, Firavunlar'a
geçmişti. İsrailoğulları da Hz. Musa'nın peygamber olarak
gönderilmesine kadar Firavunlar'ın elinde esir kalmış idi.
Peygamber
efendimiz, Mirac gecesinde Âdem Aleyhisselâm'la dünya seması denilen
birinci gökte, Yusuf'la ise ikinci semada karşılaşmıştı. Bunu Mirac
hadisinde haber vermişti. İşte Yusuf, başı mihnet ve ibtila, sonu da
yokluk ve zeval olan bu dünya mülkünün, bu dünya geçidinin hakikatını
ve akıbetini bildiği için, daha ileri gidip, elinde kuvvet varken
Mısır'a hükümdar olmak sevdasını beslememiş, aksine dünyadan el etek
çekmek ve ebedî hayata can atmak istemiş de böyle bir dua ile vefatını
dilemiştir.
Ve
öyle bir sonla ahirete gitmiştir ki, ne güzel dua, ne güzel akıbettir.
Ve işte takva sahiplerinin örnek alacakları hayat ve can atacakları
gaye budur: Bu dünya hazineleri değil, bu güzel sonuçtur. Meâl-i Şerifi
102-
O yok mu? Yani hiç haberin yokken, yukarıdan beri sana bildirilen ve
dikkat çekici nice olayları, âyet ve hikmetleri içeren şu güzel
kıssayı, Yusuf ve kardeşlerinin hikâyesini görüyorsun ya! İşte bu gayb
haberlerindendir. Onu sana biz vahyediyoruz. Yoksa onlar o mekri yapmak
üzere işlerine karar verdikleri sırada sen onların yanında değildin. Ne
Yusuf'u kuyuya atmak için dolap çeviren kardeşlerinin yanında idin, ne
de sana bir oyun olsun diye bunu sormak için arkandan konuşup karar
veren Kureyş ile yahudi bilginlerinin meclisinde idin. Yukarıda da
(âyet 3) geçtiği üzere bu vahiy sana gelinceye kadar bunların hepsinden
habersiz idin. Oysa bu haber ve açıklama, ancak bütün bunları
gözleriyle görmüş olan birinin anlatabileceği şeylerdir.
103-İşte
bundan dolayı, bu gayb haberlerinin "herşeyi gören" Allah Teâlâ'dan
sana vahiy ile bildirildiği ve senin hak peygamber olduğun gün gibi
açıktır. Her şey ortada ve hiçbir şüpheye yer vermiyecek kesinliktedir.
Bununla beraber sen büsbütün hırslansan, şiddetle arzu etsen de
insanların çoğu inanacak değildir. Çokları vahye ve bu güzel kıssanın
Allah tarafından bildirildiğine yine de iman etmez; güzel bir roman,
uydurma bir hikâye gibi, hayal eder ve önemsemeden geçer gider.
104-
Halbuki sen buna karşılık olarak onlardan bir ecir, bir ücret de
istemiyorsun, ki çıkar sağlamak için mi acaba böyle konuşuyor diye
herhangi bir şekilde şüpheye yer olabilsin, bu, ancak âlemlere bir
zikirdir. Bu haber, bu uyarı veya bütünüyle bu Kur'ân bütün akıl
sahiplerine, düşünebilen canlılar âlemlerine hakkı ve hakikatı tanıtmak
için özbeöz bir hatırlatma, katıksız bir uyarıdır, halis bir öğüttür.
105-Şu
halde aklı olanların bunu düşünmeleri, ders almaları ve gereğince iman
etmeleri gerekirse de aklı olmayanların öğütten ve uyarıdan bir şey
anlamaları mümkün olmadığı için, aklı olmayanlar veya olup da kendi
heva ve heveslerine yenik düşmüş olanlar, düşünme kabiliyetini ve
gücünü yitirmiş bulunanlar, öğüt ve uyarıya önem vermeyip, hep baskı ve
zor kullanılmasını gözettiklerinden, insanların çoğu da böyle
olduklarından, insanların çoğu sırf güzel öğüde kanıp da iman etmezler.
Üstelik bu inanmazlıkları yalnızca senin peygamberliğine ve sana
vahiyle bildirilen âyetlere mahsus bir şey de değildir. Göklerde ve
yerde nice âyetler vardır ki, üzerlerine uğrarlar, o âyetlerle yüz
yüze, göz göze gelirler de ondan yüz çevirir geçerler.
106-Bundan
sonra ki sûrede de işaret olunacağı üzere Allah'ın varlığına ve
birliğine, ilim ve kudretine ve sonsuz hikmetine delalet eden gerek
enfüsi, gerek afakî, gerek semavî, gerek arzî bu kadar çok delil vardır
ki, bunlar her gün onların gözüne çarpar; gözlemleri, araştırmaları,
fenleri, felsefeleri hep bunların etrafında dolaşır durur, bu
delillerin üstüne uğrarlar da onlar yine de bu delilleri görmezlikten
gelirler, görmek istemezler, yüzlerini başka tarafa çevirir geçerler,
başka maksatlar peşinde koşarlar çoğu Allah'a iman etmez, ancak müşrik
olarak ederler. Allah'ın varlığını büsbütün inkâr etmeseler de açık
veya gizli bir şirk karıştırmadan Allah'a da inanmazlar.
107-Halis
tevhid ile iman etmezler, Allah'dan başkasına ilâh payesi verirler,
kutsallıklar uydururlar veya dünya nimetlerine de taparcasına düşkünlük
gösterirler. İmdi bunlar kendilerine Allah'ın azabından bir bürüme,
(yani hepsini içine alacak kuşatıcı bir azap) gelivermesinden ya da hiç
haberleri yokken ansızın başlarına kıyametin kopuvermesinden eman mı
bulmuşlardır? Ki bunca âyetlere karşı hakkı düşünmezler de imansızlık
ve müşriklik ederler, Allah'dan korkmazlar, ahiret için hazırlanmazlar.
Hayır eman içinde olduklarından değil, ilerisini düşünmediklerinden,
basiretsiz olduklarından dolayı öyle yaparlar.
Bundan
dolayı sen,
108-
De ki, işte bu, bu davet, böyle tevhid ve ihlas ile iman yolu benim
yolum: Basiret üzere Allah'a davet ederim ben ve bana uyanlar da
böyleyiz; yani bana uyan ümmetim de hep böyle basiretle Allah yoluna
davet ederler, tıpkı benim gibi yaparlar. Ve ben Allah'ı tenzih ve
takdis ile tesbih ederim ve ben müşriklerden değilim. Bu âyet de
gösteriyor ki, dine davet ancak bu şartlarla caiz ve verimli olur. Yani
müşrikler gibi körükörüne ve birtakım batıl ve bozuk maksatlar uğruna
veya kendi nefsanî hevesleri uğruna değil; basiret üzere, ne dediğini
bilerek, ihlas ve samimiyetle, edep, nezahet ve hikmet çerçevesinde ve
ancak Allah rızası gözetilerek Allah'a davet edilmelidir. Yoksa din ve
dindarlık sırf bir gururdan, kof bir iddiadan ibaret kalır: "Rabbinin
yoluna hikmetle ve tatlı dille, güzel öğütlerle davet et, onlarla en
güzel şekilde mücadele et..." (Nahl 16/125) ilâhî emri, bu noktayı daha
ayrıntılı olarak açıklamıştır.
109-
Senden önce de biz o memleket halkından kendilerine vahiy gönderdiğimiz
kimselerden başka peygamber göndermedik. Yani senden önceki
peygamberler de ne melek, ne kadın, ne bedevî, ne de başka yerlerden,
uzak diyarlardan gelmiş insanlar değildi. O şehir halkından, medenî
insanlardan, kendilerine vahiy verdiğimiz senin gibi erkek, mert ve
yiğit adamlardan ibaret idi. Bundan anlaşılır ki: Yukarıda "Allah sizi
bedvden getirdi" âyetinden Yakub ve evlatlarının aslında bedevî
oldukları sanılmamalıdır. Bütün peygamberler gibi, İbrahim, İshak ve
Yakub da esasen kura ehlinden, yani site halkından ve medenî idiler.
Bunlar badiyede bulundularsa da bu geçici bir durum, bedevîleri irşad
ve davet için bir vazife icabı veya başka bir sebepten dolayı idi.
Nitekim daha sonra Hz. Musa'ya da böyle bir ibtila vaki olmuştu. Hz.
Âdem bile cennette eşiyle birlikte yaratılmış, sonradan dünyaya
gönderilmiş, yaratılıştan ve ruhen medenî bir kimse idi. Peygamber
denildiği zaman, onu yemeyen, içmeyen, beşer ihtiyaçlarından hiçbir
şeye muhtaç olmayan bir melek sanmamalıdır. (En'âm Sûresi'nde "Eğer o
peygamberi bir melek yapsaydık, onu yine bir adam şekline koyardık"
(âyetinin tefsirine bkz. En'âm, 6/9)
Bakara
Sûresi'nde Âdem'in yaratılışı kıssasında (2/30) geçtiği üzere, Âdem'e
ve Âdem soyuna ihsan edilen bilgi edinme özelliğine melekler nail
olamamışlardır. Allah'ın imtihanı ile Âdem, meleklere değil, melekler
Âdem'e secde etmekle emrolunmuşlardır. İlâhî emirle insanların
hizmetiyle görevli melekler vardır, fakat hiçbir insan meleklere
hizmetle emrolunmuş ve görevlendirilmiş değildir. Onun için
peygamberliğin ilk şartı insan olmaktır, onun belirleyici özelliği de,
Allah'ın özel bilgilendirmesi demek olan vahiy göndermesidir. Sonra hem
müjdeyi, hem inzar ve uyarıyı içine alan bu ilmin öyle ciddi bir
uygulaması ve peygamberlik görevinin öyle ağır şartları vardır ki,
kadının yaratılışı ve meşrebi doğrudan doğruya bu ağır görevin
sorumluğunu taşımaya elverişli değildir.
Gerçi
Allah Teâlâ dilerse bir kadına da o gücü ve tahammülü ihsan edip sonra
da ona peygamberlik verebilir. Fakat bu, onun yaratılışını ve mizacını
bir erkek mizacına dönüştürmek demek olur. Binaenaleyh insanlar içinde
peygamberlik göreviyle görevlendirilecek kimselerin de sıradan
erkeklerden değil, onlar arasında en seçkin, en iradeli ve en güçlü
kimselerden seçilmiş olması da ilâhî hikmet icabıdır. O halde gerek
vahiy, gerek görevin yerine getirilmesi için gerekli olan ruh gücü,
sabır ve tahammül açısından peygamberlik, medenî şehirlilerden ziyade,
haşin bedevîlere layık olmaz mı? diye bir sual akla gelebilir. Bu
ümmînin aldığı vahiy, bir okuma yazma bilenin aldığı vahiyden daha çok
mucize anlamı taşıyacağı gibi, bir bedevîye nasip olacak vahiy, bir
medenîninkinden daha şaibesiz ve daha büyük bir harika sayılmaz mı?
Allah'dan başka her şeyden büsbütün kopmak ile Hak Teâlâ'ya özel bir
yaklaşma demek olan vahiy emrine bedevînin ilkel hayatı daha elverişli;
çöller ve vahalar, köylerden ve şehirlerden daha ziyade ilâhî ilham ve
varidatın gelişmesine uygun değil midir? Ve buralarda dönüp dolaşan
bedevîler, daha dayanıklı, hayatın çetin şartlarına daha alışkın ve
binaenaleyh daha erkek ve daha yiğit görülmezler mi? şeklinde birtakım
vehimlere düşmemek gerekir. Çünkü nübüvvet kaba kuvvet ve sertlik demek
değildir; hikmet, nezaket ve incelikle insanları ikna gücüdür. Bu
açıdan bakılınca bedevîlik peygamberliğin hikmet ve gayesiyle ters
düşen ve bağdaşmayan bir olaydır. Medenilikte belki birtakım
hasletlerde gerileme olabilir, fakat o ölçüde ıstıfa (seleksiyon) da
artmaktadır. Genel olarak medeni insanların ahlâkî olgunluklarında
bedevîlere göre daha yüksek gelişmişlik ve çekicilik vardır.
Medenîlerde bilgi, görgü, yumuşak başlılık ve uyumluluk daha öndedir.
Buna karşılık bedevîlerde bilgisizlik, görgüsüzlük, kabalık, sertlik,
acımasızlık ve karamsarlık önde gelir. Âyette de "Bedevîler inkâr ve
nifakça daha beterdirler, bununla beraber Allah'ın, resulüne indirdiği
vahyin sınırlarını ve inceliklerini bilmemeye daha yatkındırlar..."
(Tevbe 9/97) buyurulmuştur. Bir hadisi şerifte de "Badiyyede yaşayan
haşin, av peşine düşen de gafil olur" denilmiştir. Velhasıl din
yalnızca ilkel insanların ihtiyaçlarını karşılamak için değil, en
yüksek medeniyyetlerin de düzenleyicisidir. Bedevîlik, bir peygamberde
bulunması hikmetin gereği olan incelik ve çekiciliğe, olgunluk ve
güzelliğe uygun değildir. Öteden beri ilâhî sünnetin ve geleneğin icabı
olarak bütün peygamberler kasaba ve site ahalisinden, yani medenî olan
kesimin erkekleri arasından gelmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan
Hz. Muhammed Mustafa da şehirlerin anası anlamına gelen "Ümmülkura"
adındaki Mekke şehrinde doğmuş ve orada kendisine peygamberlik
verilmiştir. Bu Kur'ân, bu en güzel kıssa ve bu gayb haberleri
kendisine yine orada vahyolunmuştur. Şu halde Muhammedî nübüvvet ve
risalete inanmayanlar herhangi bir bilimsel gerekçeden dolayı değil,
sırf şirke meyilleri ve hakka sırt çevirmeleri yüzünden iman
etmezler... Artık o imansızlar yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı?
Baksalar ya kendilerinden öncekilerin akıbetleri nasıl oldu? Hani bir
zamanlar bütün dünyayı kendilerinin malıymış sanıp da Allah'a şirk
koşan, Allah'ın âyetlerine ve peygamberlerine inanmayan, ahireti hesaba
katmayan imansızlar nereye gittiler, ne oldular? Takva ile hareket
etmiş olan için ahiret evi kesinlikle daha hayırlıdır. Ey aklı olanlar
artık aklınızı başınıza almayacak mısınız? Aklınızı kullanarak bu
hakikatı anlayıp o hayra yetişmek için şu ölümlü dünyada şirkten ve
isyandan sakınıp, uzak durmayacak mısınız?
110-
Bu gün şu kara toprağın neresine bakılsa akıbetleri görülecek olan
önceki kavimler içinde bir zamanlar dünyaya öyle mağrur olanlar vardı
ve bunlar o peygamberlerin karşısında bir müddet için öyle imkanlara
sahip kılınmış ve hak ettikleri ceza öylesine geriye bırakılmış idi ki;
o peygamberler, vahy ile gönderilmiş olan o resuller umutsuzluğa
düşünceye kadar, (yani nasihatlarının işe yaramadığı konusunda iyice
ümitlerini kestikleri) ve kendi kendilerini gerçekten yalan çıkarıldı
zannettikleri vakit, yani o iman etmeyen kavimlerin dedikleri gibi, o
vahiy sözlerinin yalan olduğunun açığa çıkacağını zannedip, hani ya,
"siz eğer doğru söylüyorsanız ne zaman gerçekleşecek bu vaad?" (Yâsîn,
36/48) diye şımardıkları vakit, onlara, o peygamberlere vaad edilmiş
olan yardımımız geldi, o zaman kime diliyorsak, ona kurtuluş verildi,
diğerlerinin hiçbiri kurtulamadı. Gerçekten de suçlu kavimlerden bizim
azabımız geri çevrilemez. Yani necat bulup kurtuluşu murad edilenler, o
peygamberlere iman eden müttakiler idi. Kurtulmayanlar da hep suçlu ve
günahkarlardı. Ve böyle vakti gelip Allah'ın azabı indi mi artık
suçlulardan o azabın geri çevrilmesine hiçbir şekilde ihtimal yoktur.
Zira Allah'ın hükmüne karşı durabilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur.
O anda çaresiz kalıp iman etmenin de faydası olmaz. Artık uygulamaya
konulmuş olan Hakk'ın hükmü bozulmaz.Kesinleşmiş olan karar
değiştirilmez. Ve bu her zaman böyledir. Önceki kavimler hakkında böyle
olduğu gibi sonrakiler hakkında da böyledir.
111-
Gerçekten de onların, (daha önceki peygamberlerle ümmetlerinin ve
özellikle Yusuf ile kardeşlerinin) kıssasında büyük bir ibret vardır.
Fakat ulu'l-elbab olanlar, yani üstün zekalılar için. İnsanların
birçoğu için değil. İçi çürük ve kof olmayan, aklı bir karış havada
bulunmayan, Sağlam özlü, temiz akıllı kimseler için. Düşünce yapıları
bozulmamış olan üstün akıllılar anlarlar ki, bu, (yani Kur'ân), ya da
bu güzel kıssa, uydurulmuş bir söz değildir. Ve lâkin önündekinin,
(yani kendisinden önce indirilmiş bulunan ilâhî vahiylerin)
doğrulayıcısıdır. Onların tasdiklerine ve temyizlerine ihtiyaç hasıl
olan noktalarda onların destekçisi olan bir semavî kitaptır. Evet
tasdiki ve her şeyin ayrıntılarının belirleyicisi, ve bir hidayettir,
yani doğru yolu gösteren büyük bir rehber ve bir rahmettir ancak iman
eden bir kavim için. Çünkü bundan faydalancak olanlar buna inanacak
olanlardır. İnanmayanlara gelince, onlar bu hidayetten ve rahmetten
faydalanamazlar. Göklerin gürlemesini ve başlarına yıldırımların
düşmesini beklerler.
|
|