|
Elmalı
Tefsiri
1-2-3-
Yâsin,
çoğunluğun görüşüne göre Halil
ve Sibeveyh'in açıkladıkları gibi sûrenin ismidir. Bazılarına göre
yemindir.
Allah Teâlâ'nın isimlerindendir. Bazılarına göre de Allah Teâlâ'nın
kelâmını
açtığı bir söz anahtarıdır. Bakara Sûresi'nin başında hakkında yapılan
açıklama genel olarak burada da geçerlidir. Yalnız burada özel olarak
şu
iki rivayet vardır: Birisi, İkrime vasıtasıyla İbnü Abbas'tan rivayet
edildiği
üzere, Ey insan! demek olmasıdır. Birisi de Saîd b. Cübeyr'den rivayet
edildiği üzere Hz. Peygamber'in bir ismi olmasıdır ki, "Emin ol ki
sen,
hiç şüphesiz gönderilen peygamberlerdensin." hitabı bunu andırır.
Şifâ-i
Şeri'fte anlatıldığı üzere Nakkaş, Hz. Peygamber'den: "Benim Kur'ân'da
yedi ismim vardır: 'Muhammed, Ahmed, Tâhâ, Yâsin, Müddessir, Müzzemmil,
Abdullah" diye rivayet etmiştir. "Hakâyık Tefsiri" sahibi Sülemî,
Vâsıtî'den
ve Cafer b. Muhammed'den: "Yâsin'in yâ seyyid (ey efendi) demek
olduğunu
da anlatmıştır.
Kırâet:
Ebu
Bekir, Hamza, Kisâi, Ravh, Halefi
Âşir, "yâ"nın fethasını imâle ile okurlar. Aşere kırâetlerinin hepsinde
"sin" vakıfta ve vasılda (duruşta ve geçişte) sâkin okunur. Kâlûn, İbnü
Kesir, Ebu Amr, Hafs, Hamza "nûn"u vasılda izhar, diğerleri idğam
ederler.
Ancak Ebu Cafer hep sekit yaptığı için, onda da izhar lâzım gelir. de
"vâv"
kasem (yemin) içindir. Yalnız Yâsin'de yemin mânâsı bulunduğuna göre,
atf
için olmasını da caiz görenler olmuştur. Dilimizde ayrıca bir yemin
harfi
bulunmadığından, birçok yerlerde kasemi "hakkı için" diyerek ifade
ediyoruz ki şöyle demek olur: Hem Kur'ân'ı Hakîm hakkı için. Hakîm:
Hikmetli,
hikmet söyleyen, hikmet sahibi yahut çok hakim ve muhkem (sağlam)
mânâlarına
gelir ki, Kur'ân hakkında hepsi de doğrudur. Emin ol ki sen, hiç
şüphesiz
risalet görevi ile gönderilen peygamberlerdensin. Görülüyor ki bu hitab
hem yemin, hem hem , hem de isim cümlesi ile takviye edilip
pekiştirilmiştir.
Bu kadar kuvvetli tekit ise, ancak muhatabın, konuyu şiddetle inkâr
ettiği
makamda yakışır. Onun için burada muhatap Peygamberin kend i si olduğu
halde, ona tebliğde bu derece tekide ne lüzum vardı? diye bir soru
sorulabilir.
Buna cevap şudur: Bu cümle "Fakat Allah sana indirdiği ile şahitlik
eder
ki, O bunu kendi ilmiyle indirmiştir. (Buna) melekler de şahitlik
ederler.
(Aslında) şahit olarak Allah yeter." (Nisâ, 4/166) buyurulduğu üzere,
gerçekte Allah tarafından Hz. Muhammed'in peygamberliğine bir
şahitliktir.
Bundan dolayı bu tekitler, işin başında şiddetli küfür ve inkârlarla
karşılaşan
Peygamberi kamu karşısında layıkıyla tatmin e tmek ve güvence vermek
içindir.
Bu bakımdan şöyle demek olur. Bütün inkârcıların, inatçıların,
kâfirlerin
küfür ve inkârlarına rağmen emin ol ki sen, şüphesiz o peygamberlik
görevi
ile gönderilen, yani Allah'ın tebliğ edilmek üzere emanetini taşıyan ve
di n lenilmediği takdirde hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri olan
hak peygamberlerdensin.
4- Dosdoğru
bir yol üzeresin. Hiç eğriliği
olmayan, dosdoğru Allah'a götüren yeni bir cadde üzerinde gönderildin
ki,
o islam şeriatıdır. Tenzile, nasb ile de ref' ile de okunur. Yani zaman
zaman indirdiği vahyi ile O aziz, rahîm'in, bütün güç ve kuvvet,
galibiyet
ve zafer kendisinin olan ve kudretini tanıyan müminlere vereceği nimet
ve rahmetine nihayet olmayan yüce kudret sahibi Allah'ın, burada
Esmâü'l-
H üsnâ (Allah'ın güzel isimleri)dan" özellikle bu iki yüce ismin
anılması
"Allah şöyle yazmıştır: Andolsun ki, galib gelecek olan ben ve
peygamberlerimdir."
(Mücadele, 58/21) ifadesiyle "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik."
(Enbiya, 21/ 1 07) ifadesine işarettir.
5-6-Bu
Kur'ân'ın indirilişinin hikmeti
korkutup sakındırman için. Yani bu
dünyanın bir âhireti bulunduğunu, sonunda hep o çok güçlü ve çok
merhametli
olan Allah'ın huzuruna varılıp hesap verileceğini, doğru yoldan
gitmeyenlerin,
tehlikeden korunmayanların sonlarının kötü olduğunu haber verip
sakındırasın
diye. Bir kavmi ki, babaları korkutulmadı. Pek uzak dedelerine değilse
de yakın babalarına uyarıcı, yani Allah korkusunu anlatacak peygamber
gönderilmedi
de onlar, o k avim gafil kimselerdir. Doğru yolun ne olduğundan,
sonucun
nereye varacağından haberleri yoktur.
Kasas
Sûresi'nde "Andolsun ki biz, ilk kuşakları
helâk ettikten sonra Musa'ya kitap verdik.." (Kasas, 28/43) âyetinde
açıklandığı
üzere Musa'ya Tevrat, ilk kuşakların helâk edilmesinden sonra
verilmişti.
O zamandan Hz. Muhammed'in peygamberliğine kadar geçen orta kuşaklar
arasında
İsrailoğullarına birçok peygamberler gönderilmiş olduğu halde, Araplara
doğrudan doğruya bir peygamber gönderilmemiş olduğu n dan büsbütün
gaflet
ve dini bilgilerden mahrumiyet içindeydiler. Böylece Allah'ın rahmeti,
Kur'ân'ın Arapça olmasını ve son peygamberin Araplardan gelmesini
gerektirmişti.
Gerçi Kur'ân'ın uyarısı Araba mahsus değil ve Resulullah, "Ey kitap
ehli!
Peygambe r lerin arasının kesildiği bir dönemde bize ne bir müjdeci, ne
de bir uyarıcı gelmedi demeyesiniz diye, size açıkça anlatan
peygamberimiz
gelmiştir. İşte böylece size müjdeci de, uyarıcı da gelmiş." (Mâide,
5/19)
buyurulduğu üzere, hem bütün kitap ehline g ö nderilmiş, hem de "Biz
seni
ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe',
34/28) âyetinin ifadesince bütün insanları davetle görevli bir müjdeci
ve uyarıcı ise de, bu davet ve uyarı işin başında "En yakın
akrabalarını
uyar." (Şuarâ, 26/214) emri uyarınca, en yakınından "Biz hiçbir
peygamberi
kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık
anlatsın."
(İbrahim, 14/4) âyeti gereğince de Araptan başlayacaktı. Çünkü bunlar
büsbütün
gâfildiler.
7- Andolsun
ki, daha çoklarına karşı (azab)
sözü hak oldu. Kelimesinde kaseme cevaptır. "Allah'a yemin ederim ki
muhakkak.."
takdirinde Allah Teâlâ'nın yüce ismine bir yemini işaret eder.
Tefsircilerin
çoğu burada "söz"den maksadın,
"Andolsun ki, cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan dolduracağım."
(Secde,
32/13) kelimesi olduğunu söylemişlerdir. Nitekim "Şüphesiz
Rabbinin
kelimesi üzerlerine hak olanlar inanmazlar." (Yunus, 10/96) âyetinde de
böyledir. Yani bu yüce söz gereğince haklarında azab ile hüküm vacib
oldu.
Ancak buna şöyle bir soru sorulur: "Halkı ıslah edici kimseler olduğu
halde,
Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildi." (Hûd, 11/117), "Biz
bir peygamber gönderinceye kadar (hiçbir kavme) azab edecek değiliz."
(İsrâ,
17/15) buyurulmuşken, burada "onlar gafildirler" diye gafletleri
anlatılan
bir kavim aleyhinde azab nasıl hak olur? Cevap olarak, bunlara o sözün
(azabın) hak olması, peygamber gönderilmeden önce değil, gönderildikten
sonra Ebu Cehil gibi inad edip kabul etmeyenlere aittir, deniliyor.
Fakat
bu,
itibarla doğru olsa da, sonradan
çoklarının imana gelmiş olduklarına göre, bunlara imana gelmez bir
çoğunluk
denilemeyeceği gibi, peygamberin gönderilişinden sonra çoğunluğun
bu
şekilde
hemen mahkûm edilişi de "Babaları uyarılmayan ve kendileri de gafil
olan."
mazeretiyle âyetin gelişine de uygun düşmüyor. O halde bu çoğunluğun, o
kavmin içinden çok dışında olması gerekir. Çünkü nahivde bilinmektedir
ki, ism-i tafdilin izafetle (tamlama halinde) k ullanılışının iki şekli
vardır: Birisinde "muzâfun ileyh"ten bir cüz (parça) olması şart olur.
"Yusuf, insanların en güzelidir." ifadesi gibi. Diğerinde ise mutlak
fazlalık
kastedilmekle "muzâfun ileyh"ten hariç olabilir. "Yusuf, kardeşlerinin
en güzelidir." cümlesinde olduğu gibi ki, işte burada "onların çoğu "
bu mânâ ile düşünüldüğü takdirde, bu çoğunluğun, o gafillerin dışında
bulunan
ve babaları uyarılmış olan azgınlara yorumlanacağından bir soru
gelemez.
Yani sadece o gafillerin içinden ço k larına değil, onların daha
çoklarına,
babalarına peygamber gönderilmiş olduğu halde, doğru yoldan ayrılmış
olan
pek çok kavimlere söz (azab sözü) hak olmuştur. Artık onlar imana
gelmezler.
Onun için korkutmaya onlardan başlamak, hikmete uygun olmaz.
8- Çünkü biz
onların boyunlarında birtakım
bağlar, kelepçeler yapmışızdır.
AĞLAL:
Gayının zammesiyle "gull"ün çoğuludur.
Bahir'de denilir ki: Gull; zorlama tazyik, azab etmek, esirlik
mânâsıyla
boynu saran ve boyun ile beraber iki veya bir eli de bağlayandır. Râgıb
da şöyle der: Organları ortasına alan bağdır. Bazıları da azab etmek ve
şiddet göstermek için eli boyuna bağlayan bağdır, diye ifade
etmişlerdir.
Kâmus mütercimi de hapsedilenin ve delinin boynuna geçirdikleri demir
toka
ve lâleye (halka y a) denilir, diye anlatmıştır.
Demek
ki
gull, kelepçe ve lâle (halka) denilen
demir bağlardır. Ebu Hayyan, Bahir'de diyor ki: Zâhir olan bu âyetinin,
istiâre değil, hakikat olmasıdır. İman etmeyeceklerini haber verince,
ahiretteki
hallerinden de bir şey haber verilmiş demektir. Bununla beraber
âlimlerin
çoğu bunun bir istiâre olduğunu söylemişlerdir ki, hidayetlerine engel
olan ruhsal ve sosyal alışkanlık ve şartların "Biz her insanın kuşunu
(yaptıklarını)
kendi boynuna doladık." (İsrâ, 17/13) âyet i gereğince kazanılmış bir
ceza
halinde tabiat ve ondan ayrılmayışını tasvirdir. Çünkü tomruk ve
kelepçe
gibi bağların, ceza ve azab aletlerinden olması itibariyle zorunlu olan
yaratılışları değil, kazanmakla hak edişi gerektiren cezaî bir
zorlamayı
ifade e der. İlk bakışta çağdaş medeniyetin boyun bağlarını hatırlatır
gibi görünen bu "ağlâl" hem ferdin yaratılış kabiliyetini yanlış
hedeflere
sevk eden toplum baskısının kötü sıkıntılarını, hem de batıl itikatlar,
çirkin alışkanlıklar, kötü huylar, taklid, ta a ssub, nefsin arzuları
gibi
küfür ve günahlardan hoşlandırıp, imandan kaçındıran fena huylara ve
durumlara
nefislerin alıştırıla alıştırıla değişmez hale getirilmiş olmasını
temsildir.
Evet o kelepçeler "Allah onların kalblerini mühürlemiştir." (Bakara, 2
/7) ifadesi üzere çıkmaz bir şekilde boyunlarına geçirilmiş. Onlar; o
demir
çemberler, enli, dik yakalıklar halinde Çenelere dayanmıştır. Burunları
yukarı, gözleri aşağı somurtmuş kalmışlardır.
9-Gerçeği
görmek için etraflarına bakmazlar
ve bakamazlar. Hem önlerinden bir sed, arkalarından bir sed
çekmişizdir.
Kendilerini sarmışızdır da artık baksalar da görmezler.
10-Onun
için
Onlara karşı birdir de ha korkutmuşsun
kendilerini, ha korkutmamışsın imana gelmezler.
11- Ancak o
kimseyi korkutup uyarırsın, yani
çoğunluk öyle olmakla beraber, sen yine herkesi de uyaracaksın, çünkü
uyarmanın
o kimselere faydası olur, o kimseleri sakındırır, korundurursun ki
zikri
(Kur'ân)ı takip etmekte; kitabı, Kur'ân'ı gerçekten düşünerek vird
emekte,
nasihat dinlemekte ve Rahman olan Allah'a gayıbda korku beslemektedir.
Yani ahirette olacağı gibi henüz huzuruna varmış olmayıp, gıyabında
bulunduğu
halde, O'nun yüceliğini ve büyüklüğünü sayarak azabından korkar,
Rahmân'dır
diye rahmetine güvenip aldanmaz. "Kullarıma haber ver ki ben çok
bağışlayıcı,
çok merhamet edeyim. Benim azabım da o acı verici azabdır." (Hıcr,
15/49-50)
buyurduğunu hesab eder, emirlerini tutar. Yahut kendi gaybında içinden,
yani yalnız görünürde değil, Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği
kalbinin
iç yüzünden korku duyar. Hangi kavimden olursa olsun. İşte onu hem bir
bağışlanma, hem de şerefli bir mükafatla müjdele. Mağfiret ve ecr'deki
tenvinler tefhim (büyüklük) içindir. Yani hiçbir günah bırakmayıp ör t
en geniş, önemli bir mağfiret (bağışlanma) ve hiçbir minnet ve
eksikliği
olmayan şanlı, şerefli güzel bir ecir ile müjdele. Demek ki,
peygamberlik
yalnız korkutmak için değil, hem de böyle büyük müjde ile müjdeleme
hikmeti
içindir. Bu korkutma ve müjdelemenin asıl sır ve hikmeti ise şudur:
12- Gerçekten
biz biziz. Bilinmektedir ki, Allah Teâlâ'nın
"biz" buyurması büyüklük ve yücelik içindir. Yani
büyüklük
şanımız olan biz, güç ve kuvveti bilinen Allah'ız, yahut biz başka
değil,
yalnız biz ölüleri diriltiriz ve önceden gönderdikleri şeyleri;
hayatlarında
yaptıkları iyi ve kötü bütün amelleri ve eserlerini, yani geriye
bıraktıkları
faydalı veya zararlı eserlerini, gerek okuttukları ilimler, yazdıkları
kitaplar, yaptıkları vakıflar, medreseler, mescidler, mektebler,
yollar,
çeşmeler, köprüler, hastaneler, çeşitli imaretler gibi hayır ve hasenat
kuruluşlarını ve gerek zulüm ve düşmanlık kanunlarını tesis, günah ve
isyan
örnekleri tertib eden fesat ocakları gibi uğursuz şer ve kötülüklerini
ve hatta bütün izlerini ve gölgelerini yazarız, adlarına, hesaplarına
geçiririz. Sahih bir hadiste rivayet edilmiştir ki: "İnsan öldüğü zaman
şu üçten başka bütün ameli kesilir: Sadaka-i cariye (devam eden
sadaka),
kendisinden faydalanılan ilim, ona dua eden salih evlat." Demek ki,
bu
hadis-i şerif kalacak hayırlı eserlerin kısımlarını açıklamıştır. Âyet
bunların zıddı olan kötü eserlerin de yazılacağını açıklıyor. Ve zaten
her şeyi önce açık bir kütükte, bir ana kitapta, yani Levh-i mahfuz'da
sayıp yazmışızdır. Yani her şey, oluşundan önce Allah'ın ilminde
belli
olup Levh-i mahfuz'da bütün sayısıyla zabtedilmiş olmakla beraber,
olduktan
sonra da bütün izleri ve gölgeleriyle yazılır ve insanlar bu şekilde
yaptıklarından
sorumlu tutulur. Böyle korkut ve müjdele.
13- "Sen
onlara o şehir halkını örnek ver."
Eserlerin yazılmasına ve asil bir örnekte birçok şeyin sayılmasına bir
misal gibi olan bu mesel, gerek üzerlerine azab sözü hak olanları
korkutmak
ve gerekse Kur'ân'a uyanları müjdelemek konusunda peygambere vaad
edilmiş
olan inkılâbların önemli bir örneğini vermekt e dir ki, buna bu
itibarla
Yâsin'in kalbi denilse yeridir. Yani Hıristiyanlığın karşısında müşrik
Romalılar nasıl söndüyse İslâmiyetin karşısında da öyle devletler
yıkılacak
"Onu bütün dinlere üstün kılma." (Fetih, 48/28) sırrı ortaya
çıkacaktır.
Burad a, bu şehrin Antakya, elçilerin de İsa (a.s.)ın havarilerinden
gönderilenler
olduğu naklediliyor. O hade şehir halkının, memleket halkı ve anılan
kavmin
de Romalılar olduğu anlaşılır.
14- "Hani biz
onlara iki elçi göndermiştik
de onları yalanlamışlardı." Bunun zahiri, bunların Allah tarafından
peygamberlik
verilmiş resuller olduğunu gösterir. Ebu Hayyan der ki: "Siz ancak
bizim
gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz" denilmiş olması da buna
delalet
eder. Çünkü bu konuşma peygamberlere karşı olur. İbnü Abbas'ın ve
Ka'b'ın
görüşü de budur. Fakat Katâde ve diğerleri demişlerdir ki, bunlar,
Havarilerden
olup İsâ (a.s.) kaldırılışı sırasında gönderdi. Buna göre "biz
gönderdik"
buyurulması, Hz. İsa tarafından gönderilmeleri de Allah Teâlâ'nın
emriyle
olduğundan dolayı olmuş oluyor. Bazıları bu ikisinin Yuhanna ile Pavlus
olduğunu "Biz (o peygamberleri) bir üçüncüsü ile destekledik." Bu
üçüncüsünün
de Şem'unussafâ olduğunu söylemişlerdir. Fakat açıklamanın asıl
hedefinin
temsil olması bakımı n dan bunun bu şekilde ifade buyurulması, Hz.
Muhmmed'in
peygamberliğinin şan ve şerefini temsilde açık denecek kadar bir
işaretle
göstermek içindir. Yani ikinin bir üçüncü ile takviyesi, Hz. Musa ve
Hz.
İsa'nın sonradan Hz. Muhammed'in peygamberliği ile " Kendisinden
öncekileri
tasdik edici olarak." (Âl-i İmran, 3/3) güç ve takviyesini temsil
ediyor.
Önce Musa ve İsa'yı göndermiştik, bunları yalanladılar, sonra da
Muhammed
(a.s) ile bunlara güç ve kuvvet verdik denilmiş gibi oluyor. Elçiler o
şehre vardılarda haberiniz olsun biz, sizlere gönderilmiş elçileriz
dediler.
15-19-O şehir
sahipleri (elçilere karşı) şöyle
dediler: Siz bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz." Fazla
ne
meziyetiniz olabilir ki öyle bir davada bulunuyorsunuz. Ve Rahmân
hiçbir
şey indirmemiştir. Ne vahiy, ne peygamberlik, ne kitap. Siz sırf yalan
söylüyorsunuz. Vahiy ve peygamberliği, insanın peygamberliğini
esasından
inkâr ettiler. Çünkü Romalılar müşrik, putperest idiler. Bununla
beraber
Allah'ı inkâr etmemişlerdi.
20-
O esnada
şehrin ta öbür ucundan bir adam
bu adam, bu kahraman fedai, bu büyük mücahid, bu güzel vâiz, doğru
cennete
giden ve Allah Teâlâ'nın özellikle ikramına kavuşan bu sevgili şehit,
Yâsin
sahibi Habibi Neccar diye tanınmaktadır.
MEDİNE, şehir
demektir. Medine'nin aksâsı,
şehrin en ucu, ta öte başı demek oluyor ki, elçilerin tebliğleri ve
onlara
karşı edilen muamele şehrin her tarafından işitilmiş, açık tebliğ
yapılmıştı.
Bu medine (şehir) de Antakya'dır diyorlar ve o zaman büyük ve ge n iş
bir
şehir olduğunu söylüyorlar. Bununla beraber "Medinenin aksâsından"
demek,
o memleket idarecilerinin en ileri gelenlerinden bir zat mânâsını da
andırır.
Elçilere suikast edilmek üzere bulunduğunu haber alıp bu zat geldi
koşuyordu.
Yani koşarak ge l di, iman edenlere örnek olmak, irşad etmek için bütün
gayretiyle çalışıyordu. Bakınız kısaca ne güzel ögüt verdi: Ey benim
kavmim!
Ey hemşerilerim dedi uyun, o gönderilen elçilere uyun; dedikleri yola
gidin.
21-Demek
önce
hemşerilik şefkatini ileri sürerek
öğüdü takdim ve onların resul olduklarını haber vermekle imanını
açıkladı,
bunu gerektiren sebepleri de şu tekit ile izah etti:
Uyun o
kimseye ki Sizden bir ücret itemez.
Dünya ile ilgili bir maksat ve karşılık talep etmez. Kendileri ise
hidayete
ermiş, doğru yolu tutmuşlar. Burada şöyle bir kıyas-ı mukassim (ikilem,
yani mantıkta iki şıkkı da aynı sonuca varan kıyas), bir dilem vardır:
Bir yolcunun bir rehbere uyması için iki engel düşünülebilir. Ya
biçimsiz
bir ücret istemesi yahut eh l iyetine güven duyulmamasıdır. Bunlar ise
hem bir ücret istemiyorlar, hem hidayet sahibi kimseler. O halde bunlar
resul olmasalar bile doğru ve ücret istemediklerinden dolayı
kendilerine
uymamak için hiçbir sebep yoktur.
22-Hidayetlerinin
açıklığını beyan ile engelin
olmayışından sonra imanı gerektiren şeyin varlığını göstermek için de
buyuruluyor
ki: Hem benim neyime ki, ibadet ve kulluk etmeyeyim? O beni yaradana.
Bu,
imanı gerekli kılan sebebe işaret ve bu söz, irşatta incelik için
şefkat
göster i lmek suretiyle en güzel bir dokunmadır. Yani o resuller, bizi,
yaradana kulluk etmeye ve yalnız O'nu mabud tanıyıp, O'na ibadet etmeye
davet ediyorlar. Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim gibi
düşünüyorum,
ben beni yaradana kulluk etmeyi borcum, v azifem bilirim, çünkü beni
yaratmıştır.
O'na karşı bu vazifemi yapmamak için hiçbir özrüm ve engelim yok. O
halde
siz, o sizi yaradan Rabbinize niye ibadet etmeyesiniz. Halbuki hep
döndürülüp
O'na götürüleceksiniz. O halde O'na kulluktan nasıl kaçınırsınız?
23- Hiç ben
O'ndan başka ilâhlar mı edinirim,
başka mabudlar mı tutarım? Çünkü eğer O Rahmân, rahmetiyle beni
yaratmış
olan Rahmân, ya beni bir zararla, bir sıkıntı ile sıkmak isterse
onların,
yani O'ndan başka tapılanların benden yana şefa atleri hiçbir fayda
vermez.
Ve beni kurtaramazlar.
24-Hiçbiri
mabud olamazlar. Şüphesiz ki o
takdirde beni yaradan Rahmân'dan başka mabudlar edindiğim durumda
apaçık
bir sapıklık içindeyimdir.
25-
"Ben
sizin Rabbinize iman ettim, beni
dinleyin." Bu güzel sözlerin sonu olan bu güzel hitabede birkaç mânâ
vardır:
Birincisi:
Resullere hitaptır; halkın öldürmek
için hücumu üzerine onlara şöyle ikrar edip şahit tutmuştur: Haberiniz
olsun ey resuller! Ben sizin Rabbinize gerçekten iman ettim, şimdi beni
duyun da şahid olun. Yarın âhirette O'nun huzurunda şahitlik edin.
İkincisi:
Yine kavmine hitaptır ki, şöyle
demek olur: Haberiniz olsun, ben o sizi yaradan Rabbinize şüphesiz iman
ettim, ey kavmim! Gelin dinleyin beni de o resullere uyun, siz de iman
edin.
Üçüncüsü:
Geleceğin insanları da dahil olmak
üzere duyma kabiliyeti olan herkese hitap veya yemin olarak, haberiniz
olsun, ben iman getirdim, Rabbiniz aşkına bundan böyle dinleyin beni,
benim
hitabımı, mâcerâ ve menkıbelerimi ey duygusu olanlar!
26-Bakınız
sonuç ne oldu gir cennete! denildi.
Yani şehit edildi, doğrudan doğruya cennete girmekle kendisine ikram
edildi
ki, Allah yolunda şehit olanlar hep böyledir. Böyle denince ne dedi,
bilir
misiniz? Dedi ki: ay! Bu ne güzelmiş! keşke kavmim bilselerdi.
27-
Rabbim
bana ne büyük mağfiret buyurdu
da beni böyle ikram edilen kullarından kıldı. Kavmi hakkında böyle
temennide
bulundu. Demek kavmini unutuvermemiş, kin ve intikam duygusu da
beslememiş,
düşmanlarına bile merhamet eden evliyâ ruhu ile istemişti ki, kendinin
erdiği mutluluğu bilseler de, cinayetlerine, küfürlerine tevbe edip
iman
ve ibadet yolunu tutsalar, Allah yolunda fedailik etseler. Bununla
beraber
bu temenni, haklı bir öğünme mânâsından uzak değildir.
28-Şimdi
hiç
şüphe yok ki, burada hatıra
şöyle bir soru gelir: Böyle bir kahramanı, böyle yüksek bir öğütçü ve
mücahidi
öldüren o kavme Allah Teâlâ ne yaptı? Böyle bir soruya karşı
buyuruluyor
ki: Onun arkasıdan da kavminin üzerine gökten bir ordu indi r medik.
Yani
onu dinlemeyip öldüren kavmini de onun arkasından sağ bırakmadık, gerçi
o şehidin arkasında ve Resullerin elinde bir ordu yoktu. Bununla
beraber
onlarla harp için gökten bir ordu da indirmedik, indirmiş de değildir.
Yani bu gibi durumlarda gökten apaçık bir ordu indirivermek Allah'ın
âdeti
olmamış olduğu gibi, olağanüstü olarak da indirmedik. Daha doğrusu
indirecek
de değildik. Allah'ın bir kavmi mahvetmesi için öyle ordular
indirmesine
gerek yoktur. "Bedir" de, "Hendek"te melekler indirmesi bile sadece
müminlere
bir müjde ile kalblerini huzura kavuşturmak içindi. O bir iş dileyince
sadece: "ol!" der, oluverir.
29-Onun için
olan hadise başka değil, sâde
bir gürültü oldu. Tek bir ses, bir haykırma, Cebrail'in bir haykırması.
Hemen sönüvermişlerdi. Önüne geleni yakmak isteyen o ateşli kavim, o
zamandan
itibaren sönmüşlerdir. Bundan Antakya halkının mahvolduğunu, helâk
olduğunu
anlamak istemişlerse de Hıristiyanlık daveti karşısında müşrik Roma
devletinin
ortadan kalkmış olduğunu anlamak daha kapsamlıdır.
30- Yazıklar
olsun o kullara... Bu yalnız
o sönenlere bir üzüntü duymak değildir. Kendilerine azab sözü hak olan
çoğunluğa, meselin özlü tatbiki olan bir uyarı, gafillere de bir
tenbihtir.
31- Ya
görmediler de mi onlar? O alay edip
duran kullar? Kendilerinden önce
ne kadar nesiller helak etmişiz. Onlar, kendilerine dönüp gelmiyorlar,
yani dünyaya bir daha dönmüyorlar.
32- Ve hepsi;
o helâk edilen ve henüz edilmeyen,
hepsi başka değil, yalnız toplanıp bizim huzurumuza getirilmekte olan
bir
toplum bulunuyorlar. Böyle iken nasıl olur da başka ilâhlar edinip şirk
koşarlar?
İHZAR: Huzura
getirmek demektir. Mahkemeye
rızasıyla gelmeyen kimseyi tutup, zorla hakimin huzuruna getirmek
mânâsında
kullanılır ki, burada özellikle bu mânâyadır. Yani herkes ölmekle yok
olup
gitmiyor, hesap ve ceza için Hak Teâlâ'nın huzuruna toplanıp sevk
ediliyorlar.
Bu tebliğden
sonra bir de aklî delillerle
aydınlatılarak buyuruluyor ki:
33- Hem bir
âyet, yani Allah Teâlâ'nın kudretinin
büyüklüğüne ve ölüleri diriltebileceğine açık bir delil ve alamettir.
Onlara,
o gafillere ve inkârcılara o ölü arz, arz, toprak bilinmektedir ki
cansızdır.
Hatta Hıcr Sûresi'nde "Yeryüzünü sönmüş kül halinde görürsün." (Hacc,
22/5) buyurulduğu üzere sönmüş bir taş halinde, hayat ile tamamen zıt
bir
durum ölüdür. Hele bir öğle sıcağında bir Arabistan çölünün manzarası
düşünülürse
onun hayattan ne kadar uzak olduğu görülür. Eğer tabiata kalsaydı o ölü
toprakta bir ot bile bitmezdi. Fakat biz ona hayat verdik. Onda hayat
yarattık,
bitkisel ve hayvansal organlarla dirilik, şenlik meydana getirdik.
Hayatın önce
bir hücreden başladığını göstererek
de buyuruluyor ki: ve ondan, yani yerden bir dâne çıkardık.
HABB:
"Habbe" (dâne)nin cins ismidir ki,
azına da çoğuna söylenir. Çoğulu "hubûb", onun çoğulu "hubûbat"tır.
Dilimizde
olduğu üzere özellikle buğday, arpa, pirinç, susam gibi yenen dânelerde
yaygın olmakla beraber, genellikle ot ve çiçek tohumlarında da bil i
nmektedir.
Kamus sahibi "Besâir"de der ki: "Hubub"un bir tekine "habbe" denilmesi,
şey'in aslı ve öz maddesi olması itibarıyladır." Bu bakımdan bir
"habbe"
(dâne), hayatın ilk başlangıcı olan bir hücre (cellule) demektir.
Burada
da bu cinse işaretle " ondan bir dâne çıkardık" buyurulmuştur. Fen
ilimleri
açısından düşünüldüğü zaman yerin unsurlarından bir hayat hücreciğinin
oluşumu, bir habbe (dâne)nin çıkması tabiî değildir. Tohumsuz bir hayat
hücreciği tabiî olarak teşekkül edemez,
Gerçekten bir eksinin, kendiliğinden bir artı oluvermesi akla da uygun
gelmez. Bununla beraber yerde hayat işi meydana geldiği için, yine fen
ilimleriyle uğraşanlar derler ki: Fakat başlangıçta ilk tohumun, ilk
hücrenin
tabiat dışı olarak mey d ana gelmiş olduğunu kabul etmek zorunludur.
İşte
bu nokta doğrudan doğruya tabiatlar üzerinde hakim olan yüce
yaratıcının
ölülere hayat veren ilâhî kudretini gösterir. Bunun bir seçim olduğunu
söylemek de aynı mânâyı ispat etmektir. Çünkü seçimin (insanın
peygamber
olarak gönderilmesinin) her derecesi tabiat üstü bir gelişme arzeder.
(En'am
Sûresi, 6/95. âyetinin tefsirine bkz.) Bu şekilde ölü toprağa bitkisel
hayattan başlayan bir hayat verilip ondan dâneler çıkarıldığı ve böyle
tek hücrelerden başlayan b u hayatın, insan hayatına doğru yetiştirilip
geliştirildiği ince bir imtihan tarzında edebî bir vecize ile
hatırlatılarak
buyuruluyor ki: Ondan bir dâne çıkardık da şimdi ondan yiyorlar. Belli
ki bu şöyle demektir: O insanları da yarattık da o dânel erden yiyip
duruyorlar.
34- Sonra
onların birleşmesi ve gelişmesiyle
bilhassa insan hayatının devam etmesinin ve gelişmesinin sebeplerine
destek
sağlandığı anlatılmak üzere de buyuruluyor ki hem onda, o yerde
bahçeler
yaptık. O tek hücreli hayatı üretip, birleştirip, düzenleyerek
birbirine
girmiş güzel, hoş bağlar meydana getirdik. Hurmalıklar ve üzümlükler,
neler.
İşte bunlar bitkisel hayatın en mükemmel şekli ve insan zevklerinin en
tatlı kaynaklarıdırlar. Ve onda, yani yerde yahut o ba h çeler içinde
kaynaklardan
çaylar, pınarlar akıttık
35-
ki onun
ürünlerinden, Allah'ın verdiği
meyvesinden, gelirinden ve ellerinin yaptığı şirası, pekmezi ve
teferruatı
gibi mamüllerinden yesinler, faydalansınlar diye. Buna göre de işareti
vardır. Okurken burada durulmaz. Bununla beraber burada nın nâfiye
(olumsuzluk
edatı) olması da caiz görülmüştür. Buna göre de durmak caiz olup mânâ
şöyle
olur: "Ürününden yesinler. Onu, onların elleri yapmadı". Yani o bağlara
bakmaları, suyu ve ç a pası gibi işlerinde çalışmaları gerekirse de
alıp
istifade edecekleri o ürün, onların yapısı değil, Allah'ın vergisidir.
Hâlâ şükretmeyecekler mi? Şirk ve nankörlükten vazgeçip tevhid ve iman
ile ibadet ve kulluk etmeyecekler mi?
Abdülkadir
Geyla nî (k.s.) "Fütûhu'l-Gayb"da
der ki: "Şükür ya dil, ya kalp veya organlarla olur."
Dil ile
şükür: Nimetin Allah Teâlâ'dan olduğunu
kabul ve yaratıklara nispeti terk etmektir. Ne kendine, ne güç, kuvvet
ve kazancına, ne de senden başkasından ellerinde meydana gelenlerin hiç
birine isnad etmemek. Çünkü sen de, onlar da hep o nimet için sebep,
âlet
ve vasıtasınız. Onu taksim eden, gönderen, var eden, onunla uğraştıran,
sebepleri yaratan azîz ve celîl olan yüce Allah'tır. Kısmet eden O,
veren
O, var eden O 'dur. Şükre en layık olan O'dur. Hediyeyi getiren uşağa
bakılmaz,
gönderen efendiye bakılır. Bu bakışı bilmeyenler hakkındadır ki "Onlar
dünya hayatından görüleni bilirler. Ahiretten ise habersizdirler."
(Rum,
30/7) buyurmuştur. Zahire, sebebe bakıp da, ilmi ve anlayışı ondan
ilerisine
geçmeyen cahildir, eksiktir, aklı kısadır. Çünkü akıllıya akıllı
denmesi,
işin sonunu görmesi itibarıyladır.
Kalb ile
şükür: Sende olan nimetlerin hepsinin,
açıkta, gizlide, hareket ve sakinliğindeki menfaatlerin, lezzetlerin
tamamının
başkasından değil, ancak Allah'tan olduğuna sürekli bir itikadla sağlam
bir şekilde bağlanmaktır ki, dilinle şükrün, kalbindeki şükrün
tercümanı
olur. "Allah, gizli ve açık olarak nimetlerini size bol bol vermiştir."
(Lokman, 31/20), "Sizde nimet adına ne varsa, hepsi Allah'tandır."
(Nahl,
16/53) ve "Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız saymakla
bitiremezsiniz."
(İbrahim, 14/34) buyuruluyor ki, mümin için Allah'tan başka nimet
verici
kalmaz.
Organların
şükrüne gelince: Bütün organlarını
yüce Allah'a ibadette hareket ettirip kullanmaktır. O halde Allah'tan
yüz
çevirme bulunan herhangi bir hususta yaratıklardan hiçbirine uymamak
gerekir
ki bu, nefsi, arzuyu, iradeyi, uzun amelleri ve diğer yaratıkları içine
alır. Allah'a itaati asıl ve uyulacak şey, O'nun dışındakileri de fer'
(teferruat) ve tabi kılmak gibi ki, başka başka türlü yaparsan zorba,
zalim
ve Allah'ın hükmünün dışında hüküm vermiş olursun. "Her kim Allah'ın
indirdiği
hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." (Mâide, 5/44)
Bakara Sûresi
(32. âyet) inde ve İsrâ Sûresi'nin
başında (İsrâ, 17/1) açıklandığı üzere "sübhan" tesbihinin özel adıdır.
Bununla beraber büyük hayret yerinde de kullanılır. Tesbih de tenzihin
en ileri derecesidir. Yani herhangi bir lekeden, yaraşıksızlıktan
itikatta,
sözde, fiilde son derece tenzihtir. Bu şekilde, "tesbih ederim" yahut
"tesbih
ediniz" anlamını ifade eden bu tesbihin, burada böyle sözün başında
getirilmesi
ne güzeldir!
Birincisi:
Bu, bir taraftan şükretmeyenleri
kınama, bir taraftan da şükredeceklere şükrün başının, mükemmel bir
tenzih
ile tevhid olduğunu öğretmektir.
İkincisi:
Sıla yerinde anılan kudretin eserlerinin
önemini vurgulamakla şükrü gerektiren sebepleri fazlasıyla tekittir.
36-Üçüncüsü:
Eşleri yaratanın eşsizliğini,
ortak ve benzerden münezzeh birliğini ispat eden edebî bir tıbak sanatı
vardır: Tesbih O yaradana yahut ne yüce sübhandır O yaradan ki bütün o
çiftlerin hepsini yarattı.
EZVAC:
"Zevc"in çoğuludur. Zevc, çift ve eş
demektir ki, Ragıb'ın açıkladığı gibi, iki yakının her birine de ve bir
diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan her şeye de denir. Bu
itibarla
dünyadaki şeylerin hepsi, bir zıddı veya benzeri yahut da herhangi bir
bileşiği ve k a rşıtı bulunması yönüyle çifttirler. Mesela cisim ve
ruh,
madde ve kuvvet, cevher ve araz, iç ve dış, yer ve gök, karanlık ve
aydınlık,
dünya ve ahiret gibi ki elektrik bile artı ve eksi diye ikiye
ayrılıyor.
O halde "Çiftleri yarattı" demek, "bütün ç eşit ve sınıflarıyla âlemi
yarattı"
demeye eşittir. Ancak burada asıl sevk, bütün âlemin yaratılışını
anlatmak
değil, bir ortak ve benzeri bulunan bütün eşlerin, bütün çiftlerin
yaratılmış
olduğunu ve dolayısıyla yaratılmışın yaratıcıya eş olamayacağını a n
latatarak
yaratıcının böyle şeylerden tenzih edilmiş olduğunu ve birliğini ispat
etmektir. Bundan başka "ezvac" (çiftler) denmesinde diğer bir nükte
daha
vardır ki, insan hayatı için önceki nimetlerden daha fazla önem taşıyan
evlenme nimetinin yaratılması n a işaretle şükre yöneltmeyi ifade eder.
Nitekim çiftler şöyle açıklanıyor: O çiftleri ki yerin
bitirdiklerinden,
önceki âyette anlatılan ve anlatılmayan bitki ve ağaç çeşitleri, ve
kendi
nefislerinden, erkek ve dişi ve daha bilemeyecekleri şeylerden ki ne
göz
görmüş, ne kulak işitmiş, ne de bir insanın hatırına gelmiştir.
37- Onlara
bir delil de gecedir. Mekânda tecelli
eden (görülen) ilâhî kudreti hatırlattıktan sonra, bununla da zamanda
tecelli
eden ilâhî kudrete işaret buyuruluyor. Şöyle ki: Ondan gündüzü yüzeriz.
"Selh kelimesi, biri diğerinin lazımı iki mânâ ile kullanılır saymak
çıkarmak:
denilir ki, "koyundan deriyi yüzdüm, soydum, giderdim" demek olur.
Diğerinde
ise "Koyunu deriden soydum" denilir ki, açtım, meydana çıkardım demek
olur.
Türkçe'de de "elmayı soydum" yahut "elmanın kabuğunu soydum" dediğimize
göre, biz de "soymak" kelimesinde bu iki şekli, farklı farksız
kullanıyoruz
demektir. Burada her iki mânâ ile de tefsir edilmiştir ki, ikisi de
doğrudur.
Birincisin e göre geceden gündüzün yüzülmesi, bir kurbanın derisi
yüzülüyormuş
gibi çevreden ışığın sıyrılıp sönmesiyle, asıl yokluğu hatırlatan
karanlığın
ortaya çıkışı, yani akşam olma hadisesi demek olur ki, "derken bir de
bakarlar
ki, onlar karanlığa dalmışlar dır" sözünde takib ve müfâcee (hemen
arkasından
ve birden bire oluş) bu mânâda açık olduğundan tefsircilerin çoğu bu
yönü
tercih etmişlerdir. Bu şekilde gece yalnız bir korkutma delili olarak
hatırlatılmış
oluyor. İkinci mânâya göre ise geceden gündüzün yü z ülmesi, karanlık
içinden
aydınlığın çıkarılması, yani sabah olma hadisesi olmuş oluyor ki, bunda
ölülere hayat vermekten örnek olan bir müjde neşesi vardır. Nitekim
"geceler
gebedir" denilir. Buna göre "Bir de bakarlar ki onlar karanlığa
dalmışlardı
r." ifadesi, yine aynı günün sonunun geceye varacağını göstermiş olur.
38- Güneş de,
bir âyettir. Yani gece ve gündüzün
sebebi gibi görünen güneş de Allah'ın kudretine bir delildir. Kendisi
için
takdir edilen bir müstekar için cereyan ediyor (akıp gidiyor). Güneşin
bu akışının yalnız mekanda hareketi diye anlamamalı, mekan ve zamanla
ilgili
bütün eserleri ve durumlarıyla varlık âleminde sürüp gitmesi mânâsına
anlamalıdır.
Mesela ışık ve ısı yayması da onun bir cereyanı (akışı)dır.
MÜSTEKARR:
Mimli masdar, ismi zaman, ismi
mekan olabildiği, da birkaç mânâya geldiği için, bu ifade birçok
mânâlara
uygundur.
Birincisi:
Güneş kendisi için takdir ve tahsis
edilmiş ve istikrar sebebiyle, yani sabit bir karar, düzenli bir kanun
ile cereyan eder. Hesapsız, başı boş, kör bir tesadüf ile değil.
İkincisi: Bir
istikrar için, yani kendi âleminde
bir karar ve ölçü meydana getirmek hikmet ve gayesiyle yahut sonunda
bir
sükunete erip durmak için cereyan ediyor (akıp gidiyor).
Üçüncüsü:
İsmi zaman olduğuna göre kendine
mahsus bir istikrar zamanı için, yani duracağı bir vakte, belirli bir
zamana
kadar cereyan eder ki, bu vakit, "Güneş toplanıp dürüldüğü zaman."
(Tekvir,
81/1) ifadesindeki vakittir.
Dördüncüsü:
İsmi mekan olduğuna göre, kendine
özgü bir istikrar yerine mahsus, yani yerinde sabit olarak cereyan
eder,
kendi ekseninde döner yahut kendisinin karargahı olan âlemin
menfaatleri
için cereyan eder. Bu mânâda vatana hizmet için bir teşvik de vardır.
Nihayet
birinci "ilâ" mânâsına olmak üzere şu mânâ da vardır: Kendisi için
bir
istikrar noktasına doğru gitmektedir. Tatbiki, birkaç şekilde
açıklamaya
muhtemel bulunan bu mânâya göre, güneşin diğer bir merkeze doğru
hareket
etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim bir hadis-i şerifte de
"Güneşin
istikrar yeri Arş'ın altındadır." diye rivayet edilmiştir.
İşte o,
şaşırtıcı cereyan o azîz ve alîm olan
Allah'ın takdiridir. Yani kudretiyle her şeye galib ve hakim ve ilmiyle
her şeyi kuşatmış olan ve sana Kur'ân'ı indirip doğru yolu gösteren
Allah'ın
takdiri, yani bütün sınırlarını ve genişliklerini bilip biçmesiyledir.
Yoksa ne yaptığını bilmez, kör bir tabiatın eseri değil, bizzat ezelî
bir
müessir (etken) hiç değildir.
39- Aya
gelince ona konak kona k ölçü biçmişizdir.
O güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp gitmez. Ona birtakım konaklar
ve her konaklamaya göre bir ölçü tayin etmişizdir. Gezegendir, her gün
bir konak yerine gelir, her konağa göre bir şekilde görünür. Araplar,
ayın
konaklarını şunlarla saymışlardır: Şertan, butayn, süreyya, deberan,
hek'a, hen'a, zira', nesre, tarf, cebhe, zübre, sarfe, avva, simâk,
gafir,
zubânâ, iklîl, kalb, şevle, neâim, belde, sa'düzzâbih, sa'dübüla',
sa'düssüud,
sa'dül'ahbiye fer'uddelvil, muahhar, reşa. Bunla rdan her gece bir
konağa
konar da geleceğe kadar nuru (aydınlığı) arta arta, sonra da eksile
eksile
son konakta -ki kavuşumdan öncedir- iyice incelir, kavislenir. Nihayet
dönüp eski urcun gibi olana kadar.
URCÛN: Eğri
salkım çöpü demektir. Özellikle
hurma salkımının dip çöpü ki eskisi, yani geçen seneninki, daha ince,
daha
eğri, daha renkli olur. Bu benzetme, çok şaşırtıcı bir güzelliktedir.
Zannedildiği
gibi hilâlin ilk ve son şeklini göstermekle kalmıyor, Ay'ın o
konaklarda
giderken dünya etrafında bir ayda kat ettiği yörüngenin bir hattını da
göstermiş oluyor.
Eski
denilmekle bu yörünge üzerinde Ay'ın
her konaktaki hacmi de hayal ettirilmiş bulunuyor ki, eski
astronomiciler
bu benzetmenin inceliğini kavrayamazlardı.
40-Bu takdir
o kadar güzel ve bu vazife dağılımı
o kadar yerindedir ki ne güneşin kendisine aya çatmak yaraşır, ne gece
gündüzün önüne geçer. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzerler. Biri
diğerine
çarpmaz, vazifeleri o kadar güzel ve düzenli dağıtılmıştır. "yüzerler"
çoğul kipiyle getirilmekle hepsinden maksadın, yalnız güneş ve aydan
her
biri değil, bütün gök cisimleri olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan yeni
astronomi kanunlarına işaret eden bu âyetin bir benzeri Enbiyâ
Sûresi'nde
geçmiş olduğundan (Enbiyâ, 21/33) âyetinin tefsirine bakınız.
Yalnız
güneşin yüzdüğü felek nedir? Bu bir
yörünge olduğuna göre, onun da bir gezegen olması gerekmiyor mu? diye
sorulabilir.
Gerçi ekseni etrafında da dönme yeri mânâsına yörünge denebilirse de
bundan
zahir (açık) olan, güneşin yukarda anlatıldığı üzere, hadis-i şerifin
gösterdiği
gibi arşın altında diğer bir istikrar yerine, bir merkeze doğru hareket
ettiğini ve dolayısıyla onun yüzdüğü feleğin de ona olan yörünge ve
hareket
yeri olduğunu kabul etmek gerekir.
41- Bizim,
dolu gemide nesillerini taşımamız
da kendileri için bir delildir. "Dolu gemi" denilince önce Hz. Nuh'un
gemisi
hatıra gelir. Fakat burada "nesilleri" kaydı, bunu kastetmeye engeldir.
Bu karîne (ipucu) ile burada "dolu gemi", hamile kadınların
rahimlerinden
mecazdır, beliğ bir istiâredir. Evet babanın sülbünden (belinden) bir
tufan
ile atılan nesiller, anaların rahimlerinde Hz. Nuh'un gemisi gibi bir
kurtuluş
gemisi bulur.
42-
Kendileri
için onun gibi binecek şeyler
de yarattık. Bu bütün deniz ve kara bineklerini içine alır.
43-
Ve
dilesek onları, o nesilleri dolu gemi
gibi olan rahimlerde, kendilerini de onun gibi bindikleri gemilerde
boğarız
da ne o nesiller için bir feryatçı, bir feryad eden veya feryada
yetişen
bulunur ne de berikiler boğulmakta oldukları denizden kurtarılırlar.
44-
Ancak
bizden bir rahmet ile ve bir zamana
kadar yaşatmak için olursa başka. Ancak o takdirde kurtarılırlar.
45-46-
"Onlara: Korunun... dendiği zaman..."
Objektif ve yaratılışla ilgili delillerden sonra Allah'ın indirdiği
âyetlerden
de yüz çevirdiklerini açıklamadır.
47- "Onlara:
Allah'ın size verdiği rızıktan
infak edin dendiği zaman inkâr edenler dediler ki..." Bu âyetin
zındıklar
hakkında indiği söylenir. Mekke'de birtakım zındıklar, sadaka ve yardım
için teşvik edildiklerinde Allah fakir edecek, biz besleyeceğiz öyle
mi?
diye böyle küfür ederlermiş ki, bu zındıkların eski İran'dan aksetmiş
olmaları
gerektir.
48-
Bir de
derler ki ne zaman bu vaad? Bu
ölülerin dirilmesi, bu Allah'ın huzuruna getirilme vaadi eğer doğru
iseniz,
yani böyle diyerek alay etmek isterler.
49- Fakat
başka değil, bir tek çığlığa bakıyorlar.
Ki ilk üfürülüşü, yani sûrun birinci üfürülüşü. Bir çığlık ki un
idgamıdır.
Yani bir çığlık ki, onlar birbirlerine geçmiş çekişip dururlarken
kendilerini
alıverir.
50-
O zaman
artık bir tavsiyeye, -hiçbir işleri
hakkında bir kelime vasiyet etmeye- bile güçleri yetmez. Ailelerine de
dönecek değiller.
51-54- "Sûra
üfürülür." İkinci üfürüş: "Sonra
ona bir daha üfürülür, bu kere de o yıkılanlar kalkmış, bakıyorlardır."
(Zümer, 39/68), "O gün hiç kimseye zulmedilmez..." Burada a kadar o gün
onlara söyleneceği hikâye etmektir.
55-58-
Haberiniz olsun ki, cennetlikler, salih
amellerle cennete sahip olanlar. Gerçi cennete girmek, esas itibarıyla
Allah'ın lütfuyladır. Fakat "ancak yaptıklarınızın cezasını
çekeceksiniz"
buyurulması itibarıyla burada bu mânâ hatırlatılmıştır. " m eyve"
denmesi
de sırf zevkten çok, çalışmanın meyvesine işaret eder. Erîkeler. Erike,
haclede, yani gelin odasında döşenen süslü koltuktur. Ve onlara iddia
ettikleri,
istedikleri var, davayı kazandılar, yani selam var Rahîm olan, yani so
n unda müminleri rahmetiyle murada erdiren ve ortağı benzeri olmayan
bir
Rabden doğrudan doğruya söylenen bir selam. Bir hadis-i şerifte Hz.
Peygamber
(s.a.v.) demiştir ki: "Cennet ehli nimetleri içinde zevke ererlerken
kendilerine
bir nur parıldar, başlarını kaldırır bakarlar ki üzerlerinden Rab,
kendilerini
cemalinin şerefi ile şereflendirmiş. "Ey cennet ehli! Selam üzerinize
olsun."
buyuruyor. İşte ilâhî sözü budur. Bunun üzerine onlara nazar buyurur,
onlar
da O'na bakarlar ve baktıkları müddetçe diğer nimetlerden hiçbir şeye
iltifat
etmezler. Ta perdeleninceye kadar ki, o zaman da üzerlerinde ve
yurtlarında
nur bâki kalır.
59-65- Sizden
birçok nesilleri şaşırttı, yani
birçok toplumların ahlâklarını bozdu. "Bugün biz onların ağızlarını
mühürleriz..."
İşte Nur Sûresi'nde "O gün onların dilleri, elleri ve ayakları,
işledikleri
şeyler hakkında kendilerine şahitlik ederler." (Nur, 24/24) buyurulan
gün,
bu gündür.
66-
"Eğer
dileseydik gözlerini üzerinden silme
ederdik." Bu da ahirete ait zannedilmiş ise de dünyaya ait bir tehdit
olarak
"bir tek çığlığa bakıyorlar" sözüne atfedilmiş olması, mânâ itibarıyla
daha uygundur. Yani ahirette öyle olacağı gibi biz de dilersek şimdi o
nankörlüğü yapan, "Allah dileseydi onları doyururdu" diyen kâfirlerin
gözlerini büsbütün siler, kör ediverirdik de yola dökülürlerdi, yola
gelmekte
yarış ederlerdi. Çünkü her küfredenin gözü kör edilivermiş olsaydı, bu
bir sığındırma olur, hepsi imana gelirdi. Fakat o kâfirler nerden
görecekler?
Burada "görmez" kalb gözü ile tefsir edilmiştir. Yani o kadar ilâhî
delilleri
görmeyen o basiretsiz kâfirler, bunu böyle yapabileceğimizi idrak
etmezler.
67-
Dilesek
onları tam kuvvetleri çağında
mesh de ediverir (kılıklarını değiştirir) oldukları yere
donduruverirdik
de ne geçebilir ne dönebilirlerdi. Şu halde böyle irade buyurulmuyorsa
yapılamayacağından değil, cezaları ahirette verileceği içindir.
68-
Bununla
beraber her kimin ömrünü uzatıyorsak;
gençlik çağında almayıp uzun ömürle yaşatıyorsak yaratılışta tepesi
üstü
dikiyoruz. Yani başlangıçtakinin, gençliğin aksine olarak günden güne
kuvvetten
düşürüp zayıflığını artırıyor, ölüme doğru yürütüyoruz. Hâlâ
akıllanmayacaklar
mı?Bunu yapan kudretin daha önce o gözle silmeyi ve kılık değiştirmeyi
de yapabileceğini anlayıp da doğru yolu tutmayacaklar mı?
69-
Biz ona,
yani peygambere şiir öğretmedik.
Bu söylenenleri bir şiir saymamalıdır. Kur'ân'ın ne söz olarak, ne de
mânâ
olarak şiir olmadığı açıktır. Bir kere Kur'ân'ın sözlerinde şiir
sözünün
vezin ve kafiyesi yoktur. Mânâ bakımından ise şiir, gerçek olup
olmadığı
aranmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek
gibi
hisleri gıcıklayan hayalî kuruntulara, zanna dayanan kıyaslara, duygu
oyunlarına
aittir. Kur'ân ise Hakk'ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hüküml e
r ile irfan nuru, kesin iman rehberi bir ilâhî yadigârdır. Fakat
kâfirlerin
birçokları onu bir şiir gibi düşünmek ve düşündürmekte ısrar ettikleri
ve bu şekilde peygamberi bir şair gibi tanıttırmak istedikleri için
buyuruyor:
Biz ona şiir öğretmedik. Hem o , ona yaraşmaz da. Çünkü "Şairlere
gelince
onlara da azgınlar uyar." (Şuara, 26/224). Ne peygamberlik makamına
şairlik
yaraşır, ne de Kur'ân'a şiir demek. O Kur'ân başka değil, ancak bir
zikir;
sırf Allah tarafından bir öğüt ve irşad ve apaçık bir Kur'ân'dır.
İbadetlerde
ve ibadethanelerde okunacak Allah kelâmıdır.
70- Hayatı,
yani aklı, duygusu olanı korkutup,
gafletten uyandırmak, küfürde ısrar ile kâfirlik edenler aleyhine azab
sözünün hak olması için. Bundan önce çoklarına olduğu gibi azab ile
hükmün
vacib olması için.
71-76- Şunu
da mı görmediler, o gafiller ki,
uyanmıyorlar. Biz kendileri için ellerimizin yaptığı şeylerden, yani
başka
hiçbir sanatın katkısı olmayıp, doğrudan doğruya kendimizin var
ettiğimiz
nimetlerden en'am, yumuşak hayvanlar yarattık... Bu hatırlatmada birçok
yönlerden incelikler vardır ki, bunu tefsirden çok, okuyanların zevki
takdir
edecektir.
77-79-
"İnsan, kendisini bir damla sudan
yarattığımızı görmedi mi?" Rivayet olunuyor ki Ubey b. Halef Hz.
Peygamber
(s.a.v.)'in huzuruna bir çürümüş kemikle gelmiş, onu eliyle ufalayarak
"Allah bunu böyle çürüdükten sonra diriltir der misin?" demiş. "Evet,
seni
de diriltir ve ateşe kor." buyurmuş ve bu âyet, bu sebeple inmiştir. Ve
O, yaratmanın hepsini hakkıyla bilir. Yani her yarattığını bütün
incelikleriyle,
her birinin toplanan ve dağılan bütün parçaları, usul ve fürûu (aslı ve
dalları), durumları, halleri, nicelikleri, miktarları, her türlü
özellikleriyle
bilir. Her yaratmayı, yaratmanın her türlüsünü bilir, maddeli
maddesiz,
âletli âletsiz, örnekli örneksiz, gerek ilkin, gerek sonra her çeşidini
bilir. Bütün mesele bundan ibarettir.
80-
O Allah,
size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı.
Meşhur olan bu ağaç, "merh" ile "afar" denilen iki ağaçtır ki, ikisi
de
yemyeşil, suları damlarken merh çakmak yerinde afare sürtülmek
suretiyle
ateş çıkarılır, bedevîlerce bilinmektedir. Bunun birini erkek, birini
dişi
yerinde de varsaymışlardır. Bununla beraber "Her ağaçta bir ateş
vardır.
Fakat merh ile afar bol bulmuştur" diye bir mesel vardır. Bu bakımdan
bazı
tefsirciler demişlerdir ki, ağaçtan maksat cinstir. Merh ve afar misal
yoluyla anılmıştır. Ancak burada dikkate değer nokta şudur ki, bundan
maksat
ağaçtaki odun veya kömürü g ö stermek değil, sürtme ve temas ile yeşil
ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı anlatmaktır. Bu ise şimdi
bildiğimize
göre bir elektrik olayıdır. Demek ki bu şekilde âyet elektriğe işaret
etmiş
ve bu işaretten "ol" emrini anlamaya zihinleri yaklaştırmak için bir
misal
de verilmiş oluyor. Yapmış da siz ondan çakıp çakıp hemen
tutuşturuyorsunuz.
Yani bilfiil deneyle bildiğiniz şüphesiz bir ateş. Demek ki sırf teorik
akıl ile bilinemeyecek gerçekler deneyle ortaya çıkar.
81-
Hem o
gökleri ve yeri, yani bütün şu
âlemi yaratmış olan Allah, onların benzerini, onlar gibisini, yani o
çürümüş
insanlar gibi küçüğünü, hatta bütün o âlemin benzerini diğer bir
yaratış
ile, yine yaratmaya kâdir değil midir? Evet kâdirdir. Ve o, öyle
yaratan,
öyle bilendir.
82-O'nun
emri, bir şeyi dileyince ona sadece
"ol!" demektir. O hemen oluverir.
83- O halde
tesbih O'na, her şeyin hükümranlığı
elinde bulunan, her şeyde dilediği gibi tasarruf eden Sübhan'a (şanı
yüce
Allah'a) dır. Hep de döndürülüp O'na götürüleceksiniz. O'na Yasin
sahibi
(Habib Neccar) gibi koşa koşa iman ve İslâm ile, kendi rızasıyla dönüş
yaparak, bağışlanmaya ve ikrama kavuşmak istemeyenler de sonunda zorla
döndürülecekler, yakalanıp O'nun yüce huzuruna götürülecekler,
hesapları
görülüp cezaları verilecektir.
İbnü Abbas
hazretlerinden rivayet edilmiştir
ki Yasin hakkında rivayet edilen faziletlerin, niçin ona mahsus
olduğunu
bilmiyordum, bu âyet için inmiş. Melekût (hükümranlık) yukarılarda da
geçtiği
üzere "mülk"ün mübalağa sigasıdır ki, tam bir hakimiyetle saltanatın
idare
sırları demektir.
|
|