|
Elmalı
tefsiri
1. O vâkıa
meydana gelince, yani kıyamet kopunca. Vâkıa, esasen vukua gelen, vukuu
muhakkak olan hadise demektir. Ahid lâmı ile da, kıyametin bir ismidir.
Gelecekte muhakkak surette meydana geleceği için bu isim verilmiştir.
Şart mânâsını ifade eden zarftır. Âlimlerin çoğu cevabın, korkutmak
için hazfedilip, mânânın "kıyamet kopunca neler neler meydana
gelecektir!" şeklinde olduğunu söylemişlerse de, esasen cevap şudur:
2. Onun
meydana
gelmesini yalanlayacak kimse yoktur. Vuku', düşmek anlamını ifade
ettiği gibi, vak'a da masdar bina-i merre olarak şiddetli bir düşüş
demektir. Sonra yaygın bir şekilde başa çarpan büyük iş mânâsında
kullanılmıştır. Bazen de özellikle harbe isim olarak verilmiştir.
Kısacası, kıyamet kopmadan önce onu yalanlayan ve inkar edenler
bulunursa da, vukuu gerçekleşip bir kere meydana geldi mi, artık onu
kimse inkar edemez ve çaresizce tasdik etmeye mecbur olurlar. Başka bir
ifade ile onun başa çarpışı yalan olmaz. Değişiminin tesirinden
kurtulma imkanı yoktur.
3.
İndirdiğini
indirir bindirdiğini bindirir. yani bazılarını düşürür alçaltır,
bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü devletler yıkan fitneler,
ihtilâller, inkılâblar gibi büyük olaylar, azizleri zelil, zelilleri
aziz ederek nicelerini aşağı düşürür nicelerini de yükseklere kaldırır.
Burada "hafdın" takdim edilmesi, korkuya düşürmek yahut bu nevi
olaylarda yıkımın yapımdan önce geldiğini göstermek içindir. Bu âyet ,
den bedel olarak bir nevi onu tasvir etmektedir. Yahut tenâzu üzere ya
bağlıdır. Âyetteki recc, zelzele, şiddetli hareket ve sarsıntı demektir
ki, bizim dünya yerinden oynadı sözümüze benzer.
4. Yani
üzerindekilerin yıkılacağı şekilde yer dehşetle sarsılıp yerinden
oynadığı
5. dağlar
da toz
duman olup bir serpiliş serpildiği "Dağlar yürütülür, serap haline
gelir." (Nebe', 78/20) âyeti tahakkuk edip,
6. hepsi
havada
uçuşan zerreler haline geldiği
7. siz de
üç
çift, yani üç sınıf olduğunuz zaman. Âyetteki hitab, tâğlib tarikiyle
hem şu andaki hem de geçmiş ümmetlerin hepsine ve bütün insanlara
olabilirse de, bazı müfessirlerin kanaatine göre yalnızca şu andaki
ümmet için olması, bizce de tercih edilen bir görüştür.
8. O üç
sınıf,
"Fâ-i tafsıliyye" (açıklama Fâ'sı) ile şöyle beyan ediliyor: Ashab-ı
meymene. Meymene, yemin yeri yani sağ kol, sağ taraf yahut meymenet,
uğur ve bereket mânâlarına gelir. Sağ taraf, meclis ve mahfellerde
saygı ve hürmet mevkii olduğuna göre, "ashab-ı meymene" hürmet
makamında bulunan yüksek şeref sahipleri demek olur.
Aynı zamanda bu
gibi kimseler hayra yarayan ve kendilerinden istifade edilen faydalı
zatlar olmaları sebebiyle meymenetli diye nitelendirilirler. Nitekim
kelimenin iki mânâsına da işaret etmek için dikkatler şöyle
celbediliyor: Amma ne ashab-ı meymene, yani öyle çok meymenet sahibi
zatlar ki uğur ve bereketleri her vechile gıpta ve hayrete şayandır.
Kanaatimizce bu vasıf, hitabın şu andaki ümmet için olduğunu
hatırlatmaktadır. Yani geçmiş ümmetlerde benzeri bulunmayan ashab-ı
meymene demektir.
9. Bunlara
mukabil ve ashab-ı meş'eme. Meş'eme, şum yeri, yani sol kol, yahut
yümnün (uğurun) zıddı olan şeâmet ve uğursuzluk mânâlarına gelir.
Ashab-ı meş'eme de sol tarafta, alçak yerde bulunan değersiz, yahut
kendilerine ve yakınlarına uğursuzluğu dokunan kimseler demek olur.
Burada her iki mânâya işaret için de şu vasıf tekrar edilmiştir. Amma
ne ashab-ı meş'eme, ne uğursuz kimseler! Biraz sonra gelecek âyetlerde
ashab-ı meymene'ye ashab-ı yemin, ashab-ı meş'eme'ye de ashab-ı şimâl
denilmiştir. Sebebi orada izah edilecektir
10.
Bunların
hepsinin önünde olmak üzere önde olanlar da öncüdürler ileri
geçmişlerdir. Bunlar hakka kullukta iman ve itaatta hayır yarışlarında
en öne geçenlerdir. Peygamberler, Sahib Yasin (Habib b. Musa en-Neccâr)
Firavun ailesinden iman edenler, muhacir ve ensardan sâbikûn-ı evvelin
(ilk geçenler) ünvanına sahib sahabiler gibi. Mübtedâ ve haberdir. Yani
"sâbikun" adını alanlar, gerçekten sâbikûn vasfını kazanan ve üç
sınıfın ilerisinde, kasdettikleri gayeye hepsinden önce ulaşan
zatlardır.
11. İşte
onlar
mukarreblerdir yani Allah'ın yanında yakınlığına, en yüksek mertebe ve
makama erdirilmiş kimselerdir.
12. Naîm
cennetleri içerisinde üstün makamlardadırlar ruhânî ve cismanî
nimetlerle devamlı ve saf lezzetler içindedirler.
13. Çoğu
evvelkilerden
14. birazı
da
sonrakilerden. Hitab şu andaki ümmete olduğuna göre böyle olmasının
mânâsı açıktır. Sâbikûnun (öne geçenlerin) çoğunun öncekilerden olması
gerekir. Nitekim ilk öne geçenler sahabilerdendir. Hitab geçen
ümmetleri de içine aldığına göre ise, öncekilerden sâbikunun çok
olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Sülle
cemaat, büyük bir grup demektir.
15.
Bunlara
verilen naîm cennetlerini tasvir ile zihinlerde hayal ettirmek için
buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Sürur,
seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk demektir. Mevdûne,
altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani murassa, veya
birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir
16.
Bunlara
verilen naîm cennetlerini tasvir ile zihinlerde hayal ettirmek için
buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Sürur,
seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk demektir. Mevdûne,
altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani murassa, veya
birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir.
17. Daima
vildan
şeklinde taze kalan genç hizmetçiler, garsonlar, yahut hılede denilen
bir nevi küpeli uşaklar
18.
küpler, sapı
ve emziği olmayan sürahi, desti ve küp gibi kaplar ibrikler, emziği ve
sapı olan kaplar, dolgun kadeh, menbaından, kaynağından akan içki
19-24.
başlarına
başağrısı verilmez, başları ağrıtılmaz. Yahut cemiyetleri perişan
edilmez, lezzetleri kesilmez nezf de yapmazlar akıllarını gidermezler.
Sarhoş olmazlar, yahut içtikleri tükenip bitirilmez, yok olmaz.
25 Orada:
O naîm
cennetlerinde hiç boş mânâsız laf veya çirkin lakırdı duymazlar. Te'sim
de işitmezler. Te'sim: isme, günaha nisbet etmektir. Yani kendilerine
günah işlediniz denilmez.
26. Ancak
bir
söz işitirler ki o da selam selamdır, yani tam bir selametle selamlanır
dururlar.
27. Ashab-ı
yemin ise ne ashab-ı yemindir! Bu "ashabu'l-yemin" cümlesi, üzerine
atfedilmiştir. Yukarıda "Ashâbu'l-meymene" burada ise "Ashabu'l-yemin"
şeklinde zikredilmesi, ifade çeşitliliği içindir. Bunlara ashab-ı yemin
denilmesi amel defteri denilen kitapların kıyamet günü "Kimin kitabı
sağından verilirse." (İnşikâk, 84/7) âyetince sağ taraflarından
verilmesi sebebiyle olduğu dahi ileri sürülmüştür. Ashab-ı yemin,
yeminine sadık, sözünü tutan, işine sahip mutlu kişi mânâsını ifade
edebilir ki, mukâbili yeminini bozan demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah
için yeminine sadık ve vefakârlar anlamında kullanıldığı da
söylenebilir.
28. Sidr-i
Mahdûd: Daha önce de geçtiği gibi Arabistan kirazı denilen meşhur nabk
ağacının ismidir. iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, silinmiş,
tesviye edilmiş ve düzeltilmiş demektir. Arabistan ağacı dikenli olduğu
için burada sidr-i mahdûd denilerek cennet ağacının dikensiz olduğu
anlatılmıştır. Hâkim ve Beyhaki Ebû Ümâme (r.a.)'nin şöyle söylediğini
nakletmişlerdir: "Resulullah (s.a.v)'ın sahabileri derlerdi ki: "Allah
Teâlâ bizi çölde yaşayan Araplar'dan ve onların meselelerinden istifade
ettiriyor. Mesela, bir gün bir çöl bedevisi Hz. Peygamber (s.a.v)'e
gelerek, "Ya Resulullah, Allah Teâlâ Kur'ân'da sıkıntı veren bir ağaç
zikrediyor. Halbuki ben cennette sahibine eziyet verecek bir ağacın
bulunacağını zannetmezdim." dedi. Resulullah, "Nedir O?" diye sorunca
bedevî, "Sidr ağacı, zira onun dikeni vardır." dedi. Bunun üzerine
Resulullah da buyurdu ki, "Allah Teâlâ buyurmuyor mu? Allah onun
dikenlerini silmiştir de her dikeninin yerine bir meyva koymuştur ve
onun meyvalarından her biri yetmiş iki renk ile açar ve bir rengi
diğerine benzemez." İkincisi, Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas, Katâde,
İkrime ve Dahhâk'tan yaptığı rivayete göre meyvasının çokluğundan
dalları bükülmüş mânâsına tefsir edilmiştir ki biz bunu, "dal bastı"
tabirimize yakın görerek meâlde de "dal bastı kiraz" diye ifade etmeyi
diğer mânâdaki dikensizlik anlamına da uygun olacağı kanaatiyle
zevkimize muvafık bulduk.
29. Ve
Talh-i
Mendûd, meyvası aşağıdan yukarı istifli, sıvama muz demektir. Bazıları,
muz olmadığını söylemiştir. Bunun dünya muzuna benzer, meyvası baldan
tatlı bir ağaç olduğu zikredilmiştir. Daha başka türlü mânâ verenler de
vardır.
30.
Uzanmış bir
gölge ki çekilmesi ve boşluğu yoktur. Fecr ile güneşin doğması
arasındaki sabah gölgesi gibi hoş ve güzel bir gölgedir.
31. Ve
çağlayan
bir su, yani yüksekten dökülen akarsu. Bu suyun, kovasız, dolabsız ve
istenilen yerde akan bir su olduğu da söylenmiştir. Yukarıda sâbikûn
(öne geçenler)un durumu, dünyada şehirlerin, medenî halkın
imrenecekleri en yüksek zevk ve lezzetlere göre tasvir edilerek, yeni
edebiyatçıların "sembolizm" dedikleri işaret yoluyla ifade ve temsil
edilmiş olduğu gibi, sağın adamlarının hâli de bedevileri imrendirecek
güzel yayla manzaralarını andıran remizlerle ifade edilerek ikisi
arasındaki farkın, medenilerle bedevilerin farkı gibi olduğuna bir nevi
işaret yapılmıştır, denebilir. Mücahid'den nakledilmiştir ki o
yaylalar; gölgelikleri, meyva ağacı ve sidri (Arabistan kirazı) ile
müslümanların hoşlarına gitmişti. Allah Teâlâ, âyetlerini indirdi.
Dahhâk'tan gelen rivayette de şöyle denilmiştir: Müslümanlar o
yaylalara bakıp imrendiler. "Ne olurdu bunun gibi bizim de olsaydı"
dediler. Bunun üzerine söz konusu âyetler nazil oldu.
32. Ve her
türlüsünden bol bol meyva ki bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir
zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve almak isteyenlerden men edilmeyen,
yasaklanmayan meyvalardır.
33. Ve her
türlüsünden bol bol meyva ki bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir
zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve almak isteyenlerden men edilmeyen,
yasaklanmayan meyvalardır.
34. Ve
yüksek
döşekler. Ebû Ubeyde demiştir ki: "Burada firaştan maksat, kadınlardır.
Yükseklik de manevi yüksekliktir yani değer üstünlüğüdür. Zira şöyle
buyurulmuştur:
35.
Şüphesiz biz
onları (hûrileri) yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır. İbnü Cerir,
Tirmizi ve daha başkalarının Enes (r.a.)'den rivayetlerinde, Resulullah
(s.a.v) buyurmuştur ki: "Bu yeniden yaratılan kadınlar, dünyada kocamış
ve buruşmuş kadınlardır." Taberânî, İbnü Ebî Hâtim ve daha bazı
âlimlerin rivayetlerine göre Selemetü'bnü Mirsed-i Cu'fi (r.a.)
demiştir ki: "Resulullah'ı âyeti ile ilgili olarak işittim, şöyle
diyordu: "Bunlar, ister dul, ister bekâr olsun dünyadaki kızlar ve
kadınlardır." Tirmizî'nin "Şemâil"de rivayet ettiği üzere Resulullah
(s.a.v)'a bir kocakarı geldi ve ona: "Ya Resulullah Allah'a dua et beni
cennete koysun." dedi. Resulullah: "Ey falancanın annesi, cennete asla
kocakarı girmez." buyurdu. Bunun üzerine kadın ağlayarak döndü.
Resulullah buyurdu ki: "Ona haber verin kocakarı olarak girmez, çünkü
Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Şüphesiz biz onları yeni bir yaratılışla
yaratmışızdır."
36.
Yaratıp
da onları hep bekâr kızlar kılmışızdır.
37. Öyle
ki hep
güzel kadınlar olarak. Urub, arubun çoğuludur. Bu kelimenin üç farklı
tefsiri vardır.
1) Kocalarını
çok seven kadınlar.
2) Cilveli,
nazlı edâlı kadınlar.
3) Güzel söz
söyleyen kadınlar. Şüphesiz cilve ve anlatım güzelliği de, sevişmenin
en latif sebeblerinden ve edâlı kadının şiarındandır. Hep aynı yaşıt,
yani yaşları da eşit, hep birbirine denktir. Tirmizî'nin Muaz
(r.a.)'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmiştir: "Cennet ehli
cennete tüysüz, bıyıkları henüz terlemeye başlamış, gözleri sürmeli,
otuz, otuz üç yaşlarında girerler."
38. Sağın
adamları için (yaratılmışlardır)
39-40.
Birçoğu
öncekilerden ve birçoğu da sonrakilerdendir.
Yani sağın
adamları öncekiler gibi değil daha çoktur. Öncekilerden de,
sonrakilerden de çokturlar. Öncekiler ve sonrakiler ya bütün ümmetlerin
öncekileri ve sonrakileri, ya da bu ümmetin öncekileri ve
sonrakileridir. Ahmed b. Hanbel, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim ve İbnü
Merdûye'nin Ebû Hureyre'den yaptıkları rivâyete göre âyeti inince
sahabilerin gücüne gitmişti. İşte bunun üzerine âyeti nazil oldu.
Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Ben her halde ümid ederim ki siz cennet
ehlinin üçte biri, belki de yarısı olursunuz. Kalan ikinci yarısını da
onlarla paylaşırsınız." Demek ki sahabiler, cennet ehli içerisinde
Muhammed ümmeti az olacak diye merak etmişlerdi. Böylece o endişe
bertaraf edilmiş oldu. Buna göre Muhammed ümmetinin ilklerinden sâbikûn
(önde gidenler), sonrakilerden çok olduğu gibi geçmiş ümmetlerin önde
gidenleri de Hz. Muhammed'in ümmetinden sayı itibariyle fazladır. Çünkü
geçmiş ümmetlere çok sayıda peygamber gelmiştir. Bununla beraber Hz.
Muhammed'in ümmeti içerisindeki öncülere uyanlar, geçmiş ümmetlerin
öncülerine uyanlardan daha çok olacaktır. Çünkü onlar cennet ehlinin
yarısından çoğunu teşkil edeceklerdir. Bu, ihtimal ki insan nüfusunun
artması meselesi ile de alakalıdır. Dikkat edilmesi gereken bir husus
da şudur ki, sâbikunda "Yaptıklarına karşılık olarak." (Vâkıa, 56/24)
buyurulduğu halde Ashab-ı yemin'de bu zikredilmemiştir. Bundan Ashab-ı
yemin'in mutluluğunun sâbikuna uymaları sebebiyle sırf fazilet olduğu
şeklinde bir mânâ çıkarılabilir. Nitekim "zıll-i memdûd" (uzanmış
gölge) ifadesinde de aynı durum söz konusudur. Bu mânâ, Tûr Sûresi'nde
geçen "İman eden ve zürriyetleri de iman ile kendilerine tabi olanlar
(var ya!) işte biz onların nesillerini de kendilerine kattık..." (Tûr,
52/21) âyetinin mânâsına benzemektedir. Buna bakarak denilebilir ki,
öncüler, hayırda öncüler olan peygamberler ve müctehid imamlardır.
Ashab-ı yemin de onlara sadakatle uyanlardır.
41. Üç
sınıftan
üçüncüsü olan ve Ashab-ı yemin'in zıddı olarak sâbikunun solunda yer
alıp, kitapları sol taraflarından verilecek solun adamlarına, (Ashab-ı
Şimâl'e) gelince buyuruluyor ki Ashab-ı Şimâl ise ne Ashab-ı Şimâl! Ne
uğursuz, ne bedbaht insanlardır!
42. Bir
ateş,
içlerine işleyen bir hararet içinde ve bir kızgın su, cehennem suyu
içinde
43. ve
zifirden
bir gölge kömür veya kurum gibi kararıp duran sisli, boğucu bir gölge
içindedirler. Yahmûm, kömür gibi simsiyah olan şey, zifir ve kara duman
mânâlarına gelir. Buna zulmet denilmeyip de gölge isminin verilmesi
alay içindir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette de, cehennem halkını
her taraflarından kaplayıp, kuşatan perdenin ismi olduğu
zikredilmiştir.
44. Serin
de
değil kerim de değil, yani hiç bir hayır ve menfaati ve hiçbir
güzelliği olmayan bir gölgedir.
45.
Bunların
içine düşmelerinin sebebi ise çünkü onlar bundan önce, yani bu azabın
vuku bulmasından evvel mühlet verilmiş, şımartılmış keyiflerine düşkün
ve hiçbir şeye aldırış etmeyen kimseler idiler.
46. O
büyük
günahta ısrar ediyorlardı. Hıns, esasen günah mânâsınadır. Yemini
bozmaya da hıns denir. Müfessirlerin çoğu, burada hıns-i azim'i büyük
günah diye tefsir etmişlerdir. Çünkü "Doğrusu şirk, büyük bir
zulümdür." (Lokman, 31/13) buyurulduğu üzere şirk, büyük bir zulüm ve
en büyük günahtır. Bazıları da "hıns"ın yemin-i gamus, yani yalan yere
yemin etmek olduğunu söylemişlerdir. Takiyyuddin Sübki'ye göre de,
"Onlar, olanca güçleriyle Allah'a yemin ettiler ve dediler ki: Allah
ölen bir kimseyi tekrar diriltmez." (Nahl, 16/38) âyetinde buyurulduğu
gibi, onların büyük günahta ısrar etmeleri, kuvvetlice yemin ederek
dirilmeyi inkar etmeleri demektir. Bu anlam "hıns"ın meşhur mânâsına
uygun olursa da
47-49. "ve
diyorlardı ki..." âyeti, bu mânâyı ifade etmiş olacağı için önceki mânâ
daha tercihe şayandır. Ancak şirki, "hıns-ı azîm" (büyük günah)
tabiriyle ifade etmenin bir nüktesini de göz ardı etmemek lazımdır. Bu
nükte ise, "Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve
dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın..." (Tevbe,
9/12) âyetinde ifade edildiği gibi bunların yemin tanımaz, yeminlerinde
durmaz yalancılar olduklarına işaret olsa gerektir. Nitekim bunlara "Ey
yalancı sapıklar!" (Vâkıa, 56/51) diye hitap edilmesi de bu hususu
kuvvetlendirmektir. İşte böylece bu mânânın yardımı ile de Ashab-ı
Şimâlin, Ashab-ı yeminin tam zıddı bir anlam taşıdığı da anlaşılmış
olmaktadır.
50.
"Bilinen bir
günün muayyen vaktinde mutlaka toplanacaklardır." O bilinen gün,
kıyamet günüdür. Mikât, bir şeyin vaktini tayin eden ölçüdür. Kıyamet
de dünyanın vaktini tahdid ettiği için mikât denilmiştir. Buradaki
izâfet, izâfet-i beyaniyyedir. Mânâsı, mikât olan gün demektir.
51.
"Bilinen bir
günün muayyen vaktinde mutlaka toplanacaklardır." O bilinen gün,
kıyamet günüdür. Mikât, bir şeyin vaktini tayin eden ölçüdür. Kıyamet
de dünyanın vaktini tahdid ettiği için mikât denilmiştir. Buradaki
izâfet, izâfet-i beyaniyyedir. Mânâsı, mikât olan gün demektir.
52-54.
"Bir
ağaçtan, zakkumdan..." (Zakkum ağacı ile ilgili bilgi için Saffât
Sûresi'ne bkz.)
55. Hîm,
ehyem'in veya heymâ'nın çoğuludur. Hüyam hastalığına tutulmuş deve
demektir. Hüyam, deveye ârız olan bir susuzluk illetidir ki bu
hastalığa yakalanan deve suya bir türlü kanmaz. İşte onlar da bu deve
gibi zakkumu yer, kaynar suyu içer içer ama asla kanmazlar.
56. Bu,
onlara o
din (ceza) günü sunulacak ziyafettir. Nüzul, konuk, misafir gelince
kahve veya kahvaltı gibi ilk sunulan yiyecek ve içeceklerdir. Konuklara
ilk defa böyle şeyler takdim edilince, artık daha sonraki azabın nasıl
şiddetli olacağı düşünülmelidir.
57. Bu
beyandan
sonra inkârcıları susturmak ve azarlamak için değişik bir hitab tarzı
ile buyuruluyor ki biz sizi yarattık, hâlâ tasdik etmeyecek misiniz?
Bunu daha açık ifade etmek için de şöyle buyuruluyor:
58.
Akıttığınız
yani rahimlere döktüğünüz meniyi (gördünüz mü?)
59. Onu
siz mi
yaratıyorsunuz? Siz mi takdir ederek, şekillendirip insan biçimine
koyuyorsunuz? Yoksa yaratıcı biz miyiz, hiç yokken biçim verip yaratan?
60.
Aranızda
ölümü biz takdir ettik. Sonsuz hikmetleri ihtivâ eden irademizin
gerektirdiğine göre, her birinize bir vakit tayin ve taksim ettik. Ve
biz önüne geçilenlerden değiliz yani kimse bize üstün gelemez.
İrademizi alıkoyamaz. Her dilediğimizi istediğimiz şekilde yaparız.
Buna kadiriz.
61.
"Kılıklarınızı değiştirmek üzereyiz." Müfessirler bu âyete, gerek nın
bağlı olduğu fiil, gerek "emsâl"in anlamı itibarıyla birkaç türlü mânâ
vermişlerdir. Söz konusu âyet, âyetinin mânâsındaki kudrete veya
mahzufa ya da bir üsteki âyette yer alan fiiline bağlanmış olabilir. de
mimin kesriyle mislin çoğulu olabileceği gibi fetha ile de meselin
çoğulu olabilir. Mimin kesresi ile olan mislin çoğulu ve fiiline bağlı
olduğu durumda mânâsı; "Aranızda ölümü takdir ettik ki neslinizi
kesmeyip benzerlerinizi getirelim." şeklinde olur. âyetinin ifade
ettiği ye bağlı olduğu durumda ise; "Aranızda ölümü takdir ettiğimiz
gibi sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmek suretiyle
değiştirmeye de kadiriz." anlamı verilebilir. İkinci takdire göre
yapılan tefsir, "Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir
mahluk getirir." (Fâtır, 35/16) âyetinin mânâsına uygun olur. Lakin
burada iki üstün ile meselin çoğulu olması tercihe şayandır. Mesel,
sıfat ve şekil mânâlarıyla maddi ve manevî benzeyişi ifade eden huy,
kılık ve kıyafet demek olduğundan bu durumda da mânâ şöyledir: "Gerek
fikir ve ahlâk yönünden gerek şekil ve suret yönünden bulunduğunuz ve
bildiğiniz kılıklarınızı değiştirmeğe ve sizi bilemeyeceğiniz bir
yaratılışta varetmeğe kadiriz. Bunun önüne hiç kimse geçemez Bu mânâ,
hem dünyevî değişmeyi hem uhrevi yaratma olan dirilmeyi ifade eder.
Ayrıca hem tehdit hem müjdeyi içerir. Hasan-ı Basri de tehdid cihetini
düşünerek, "Sizi maymunlara, domuzlara çevirir." tarzında bir mânâya
geldiğini söyler ki, bu da Nisâ Sûresi'nde geçen "Ey ehl-i kitab! Biz
bir takım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut
onları, cumartesi adamları gibi lanetlemeden önce, size gelenleri
doğrulamak üzere indirdiğimiz kitaba iman edin.." (Nisâ, 4/47) âyetinin
mânâsına benzemektedir. Sözün başı ve sonu yaratmak, ceza ve yeniden
dirilmekle alakadar olduğundan tebdil (değiştirme) sözü dünyevi
değişime, inşa (yaratma) sözü de, ondan sonra gerçekleşecek olan
öldükten sonra dirilmeye işaret sayılabilir.
62.
Herhalde ilk
yaratmayı öğrendiniz. Yani insanın bu dünya hayatında topraktan, sonra
nutfe, alaka, mudğa gibi tavırdan tavıra tekamül ettirilerek nasıl
gerçekleştiğini gerek müşahede ve tecrübeden ve gerek Kur'ân'ın
açıklamalarından öğrenmiş bulunuyorsunuz. O halde düşünseniz ya! Yani
düşünseniz de bildiğiniz bu tarzı değiştirip ve tekamül ettirerek sizi
peyderpey yaratıp bulunduğunuz duruma getiren ve aranızda ölümü takdir
etmiş bulunan yaratıcınız Allah Teâlâ'nın sizi değiştirip, şimdi
teferruatını bilemeyeceğiniz yeniden diriltmeye kâdir olduğunu
anlasanız ya!
63. İnsan
hayatı
için gerekli olan hususlardan biri de rızıktır. Rızıkta esas maddî veya
manevî planda ekipbiçme olduğu için yaratma konusu hatırlatıldıktan
sonra rızka da yer verilmiş ve bu hususa ekin ile başlanarak
buyurulmuştur ki Şimdi ektiğiniz tohumu gördünüz mü?
64. Onu
siz
mi bitiriyorsunuz? Siz mi tutturup, büyütüp gayesine ulaşan ziraat
haline getiriyorsunuz? Yoksa biz mi bitiriyoruz? Kurtubî der ki: "Ekini
eken kimsenin den sonra bu âyeti okuyup şöyle demesi müstehâb olur:
"Ekini bitiren, yetiştiren Allah Teâlâdır." "Allah'ım Muhammed'e rahmet
eyle ve bizi bu ekinin ürünü ile rızıklandır ve zararından uzak tut.
Hem de bizi nimetlerine şükredenlerden kıl." Bu duanın, ekinleri
musibetlerden koruyup bereketlendirdiği ifade edilerek bunun tecrübe
ile sabit olduğu nakledilmiştir.
65. Hutam,
kuru
şeylerin kırıntısına denir. Çörçöp, ot çöpü, saman çöpü ve kabuk
kırıntıları gibi. Tefekküh eder dururdunuz. Tefekküh, esasen türlü
yemiş yemek demek olup, mecazen taaccüb etmek ve pişman olmak
mânâlarına da gelir. Burada ifade ettiği anlam, "şaşkınlıkla şu
lakırdıları, yemiş yer gibi tekrar tekrar söyler, çiğner ve ağzınızda
geveler dururdunuz." şeklindedir. Yani şöyle der dururdunuz.
66. Biz
herhalde
çok zarardayız. Ektiğimiz tohumlar zayi oldu. Yaptığımız masraflar boşa
gitti, yahut borçlandık. Veya garamın, helâk mânâsına olduğu göz önünde
tutulursa, inanın helak olduk, mahvolduk anlamı da verilebilir.
67. Daha
doğrusu
biz mahrumuz. Yani ektiğimiz mahvolduğu gibi yiyeceğimiz rızıklardan da
mahrumuz. Yahut bundan böyle hiç kazanç ihtimali kalmamış, her şeyden
mahrum ve sefalete mahkumuz. Bu sözlerin bir cümlesi birisi, diğeri
başka biri tarafından söylenmek suretiyle karşılıklı konuşma tarzında
tekrar tekrar ifade edilir. Böylece ümitsizliğe kapılarak teşekkür
edecek hiçbir nimet kalmamış gibi mırıldanılır durulur. Düşünülmez ki
bunu söylerken içilecek bir su olsun bulunur ve Allah'ın bundan daha
büyük felaketleri olabilir.
68. Onun
için
bunun arkasından buyuruluyor ki "Gördünüz mü o içtiğiniz suyu?"
69.
buluttan
Müzn, esasen bulut yahut ak bulut demektir ki ondan yağmur nadiren
yağar. Ayrıca bu buluttan inen yağmur suyunun daha tatlı olduğu da
ifade edilmiştir.
70.
Dilersek
onu bir ucâc, yani tuzlu ve acı bir su yapardık ki, içilme ihtimali
olmazdı. Ekilen tohumların bazen çürüdüğünün gerçekte bilindiği,
yağmurun acı olarak yağmasının mümkün olduğu yahut yiyeceklerin
içeceklerden daha mühim olduğu tarzındaki sebeblerden dolayı öncekinde
Lâm ile , bunda ise lâmsız olarak buyurulmuştur. Gerek evvelkinde,
gerek bunda "dileseydik" ile başlayan iki şart cümlesi, Allah Teâlâ'nın
ekini ve suyu, onlardan faydalanmayı ortadan kaldıran âfât ve diğer
hallerden koruması da nebatı bitirme ve gökten su indirme nimetlerinden
ayrıca şükredilmesi gereken iki ayrı nimettir. İşte bu iki cümle söz
konusu meseleyi beyan etmek için zikredilmiş birer başlangıç
cümlesidir. O halde şükretseniz ya! Yani bütün bu nimetlerden her
birine şükretseniz de biri eksik oluverince hemen mahrumuz diye
ümitsizlikle veya biz ekip biçiyoruz diye gururlanıp da nankörlük
etmeseniz ya!
71. Sonra
o
çaktığınız ateşi gördünüz mü? Yani birbirine sürtüp çakmak suretiyle
çıkardığınız ateşi ki sürtme ve temas ile çıkan bir elektrik ateşi
demektir. Yâsin Sûresi'nde geçen "Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran
O'dur..." (Yâsin, 36/80) âyeti de bu konuyla ilgilidir.
72. Onun
ağacını
siz mi inşa ettiniz? Ki bu sözü edilen ağaç, merh ve afar diye bilinen
ağaçtır. Bununla beraber her ağaçta ve elektrik elde edilen her şeyde
ve çakmak taşında dahi bu anlam vardır. Nitekim denilmiştir ki, "Her
ağaçta ateş vardır. Fakat merh ve afar bu konuda çok meşhur olmuştur."
Yoksa inşa eden biz miyiz? Yani o ağacı diğerlerinden fazla bir
özellikle var edip yaratan biz miyiz? Şüphe yok ki Allah Teâlâ
cisimleri o elektrikiyyet özelliği ile yaratıp inşa etmemiş olsaydı,
hiç bir şekilde elektrik üretimi kâbil olmaz, ne bedevinin çakmağı
çakar ne de bugünkü medenilerin elektrik fenerleri yanardı.
73. Biz
onu hem
bir ibret kıldık, yani yaşama sebebleri kendisine bağlanıp hayat
mücadelesine örnek ve cehennem azabının ateşinin andırıp düşündürecek
bir ibret kıldık. Hem de bir metâ bir faydalanma ve kazanç vasıtası,
alanda bulunanlar için, yani sahraya konup göçenler için. Ondan en
fazla konup göçenler istifade ederler. Çünkü çakmak çakarak ateş yakma
ihtiyacı medenîlerden ziyade bedevilerde olur. Ve o ağacı en çok onlar
getirip satarlar. Âyete şöyle bir mânâ da verilebilir. "İhtiyacı çok
olan fakirler için." Zira başka bir kâr ve iş bulamayan fakirler hiç
olmazsa odun toplayıp geçimlerini temin ederler.
74. O
halde
Rabbini azîm ismiyle tesbih et. Yani bu nimetleri ihsan edip duran
Rabbin çok büyüktür, şirk ve noksanlıklardan münezzehtir (berîdir).
Onun için Allah'ı "Yüce Rabbimi tesbih ederim" diye tenzih ederek
tesbih et, yahut namaz kıl.
75. "Yemin
ederim..." Âyette bulunan kelâmın sonu ile başı arasındaki tertibi
ifade etmektedir. Razî bu tertib şeklini şöyle anlatmaktadır: "Allah
Teâlâ hidayet ve Hak din ile Resulünü gönderdiğinde ona gereken herşeyi
vermiş ve lazım olmayan şeylerden de onu temizlemiştir. Binâenaleyh ona
hikmeti, yani kesin delillerle onların kullanım şekillerini ve Mevize-i
hasene'yi, yani kalpleri inceltip, fikirleri aydınlatacak faydalı
nutukları ve en güzel yollarla mücadele usûllerini bahşetmiş ve herkesi
herhangi bir şekilde tartışmasında aciz bırakmıştı. Ancak bununla
beraber kâfirler iman etmemişlerdi. Bütün bunlar kendisine okunup da
iman etmeyen kimsenin ise sonuçta söyleyeceği şey şudur: "Bu beyan, onu
iddia edenin haklı olmasından değil, zihnî gücünden ve delilleri
sıralamadaki kudretinden; sözünün ortaya çıkması ile değil,
mücadelesinin kuvvetiyle galip geleceğini bilmesindendir. Nitekim bir
çokları tartışmalarda aciz kalınca derler ki: "Benim haklı olduğumu
biliyorsun, ama beni zayıf görüyor, insaf etmiyorsun." İşte durum bu
noktaya gelince de karşısındakine söylenecek sözde, yemin ile güven
vermekten başka çare kalmaz. Onun içindir ki Allah Teâlâ indirdiği âyet
ve delillerini bir de çeşitli yeminlerle kuvvetlendirmiştir. Bundan
dolayı ilk inen sûrelerde özellikle (Kur'ân'ın) son yedide birinde
yemin çoktur. Kur'ân'daki bu yemin şekillerinden biri de, dür. Bu
ifadede kasem (yemin) fiili açıkça zikredilmekle beraber ayrıca harfi
ile de mânâ olumsuz hale sokulmuştur. Söz konusu hakkında müfessirlerin
üç ayrı izah tarzı vardır. Birçokları, sözün ahengini süslendirmek için
ziyade kılınan ve olumsuzluk mânâsı kasdedilmeyen Lâ-i zâide (zâid lâm)
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları da bunun te'kid lâmı olup aslının
şeklinde bulunduğunu ve vakıf (duruş) halinde olduğu gibi fethasının
uzatılmış olduğunu söylemişlerdir. Âlimlerden bir kısmı da "Lâ,
vallahi" denildiği gibi aslı üzere olumsuzluk edâtı olduğunu iddia
etmişlerdir ki, bizim de tercihimiz budur. Buna göre nün mânâsı
şöyledir: "Yok, hayır, iş öyle zannettikleri gibi değil, yemin ederim,
yahut artık başka söze gerek yok, yemin ederim. O yıldızların
mevkilerine ki: Nücûm, yıldızlar mânâsına geldiğine göre onların
mevkileri battıkları veya doğdukları yerler, yani batı ve doğuları,
yahut gökteki bulundukları yerleri, burç ve menzilleri, yahut akan
yıldızların düştükleri mevkiler, veya kıyamet günü döküldükleri zaman
düşecekleri yerler olmak üzere dört beş değişik yorumun her birine
yahut da hepsine ihtimali vardır. Ancak bu âyette nücûmu, Kur'ân'ın
yıldızları yani her indirilmede gelen âyetler, indirilen kısımlar
şeklinde yorumlamak mânâya daha uygun düşmektedir. Bu anlam tevriye
suretiyle de olsa her halde kasdedilmiş olacağından, nücûmu yıldızlar
diye terceme etmemek gerekir. Bu mânâya göre o yıldızların yerleri ise,
Melekler, Peygamberler ve hâfızların kalbleri, yahut Kur'ân âyetlerinin
yazıldığı sahifeler veya mânâları, yahut onların inişine sebep olan
olaylar ve hükümlerdir. Şu halde yıldızların yerleri diye
nitelendirilen hususların hepsini içine alan en uygun mânâ budur.
76.
"Şüphesiz o
bir yemindir." Bu cümle, bir mu'tarıza cümlesidir. "Eğer bilseydiniz."
Bu da, mu'tarıza içinde mu'tarızadır.
77.
"Şüphesiz o
bir Kur'ân'dır." Yeminin cevabıdır. Çok faydalı ve feyizli mânâsınadır.
Çünkü dünya ve ahirete dair birçok önemli ilmin esaslarını ihtivâ
etmektedir. Diğer bir mânâ ile gayet güzel, hoş, yüceltmeye ve hürmete
layık demektir. Ayrıca bu kelimeye, Allah katında değerli mânâsı da
verilmiştir.
78.
Korunmuş bir
kitapda Meknûn, saklı, yani temiz tutulmak, kirletilmemek ve zayi
edilmemek için saklanıp, kablar içinde muhafaza edilmiş demektir. İşte
mushaflar öyle korunmalıdır.
79. Öyle
ki
temiz olanlardan başkası ona el süremez. Buradaki nefiy (olumsuzluk),
nehiy (men etmek) mânâsınadır. Yani temiz olmayan kirli eller Ona
dokunmasın, ancak maddî ve manevî pisliklerden, kötülükten ve
necasetten temizlenmiş imanlı ve abdestli kimseler ona dokunsun. Bu
âyet sebebiyledir ki, fıkıhta cünüp iken Kur'ân okunamayacağı ve
abdesti olmayanın mushafa el süremeyeceği beyan edilmiştir.
80. Çünkü
O,
âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş bir kitaptır.
81. Şimdi
siz bu
söze mi yağ süreceksiniz? Yani hürmetsizlik edip inkâr içinde ve
temizlenmeden onu kirletmeye mi kalkışacaksınız?
82. Ve
rızkınızı
sırf yalanlamanızdan ibaret mi kılacaksınız? Yani o kitaptan
nasibinizi, onu yalanlamak ve bu suretle o nimete karşı nankörlük
etmekten ibaret mi kılacaksınız? Çünkü ondan istifade edecek yerde ona
hürmetsizlik etmek ve kirletmeye çalışmak, ondan elde edilecek nasibi
küfr ve nankörlükten ibaret kılmaktır.
83. Bunun
üzerine de yalanlama ve inkarda ısrar etmenin âkıbetine işaret edilerek
buyuruluyor ki: O halde haydisenize can boğaza dayandığı vakit.
Âyetteki kelâmdaki yalanlamayı sıralamak içindir. da onların
acizliklerini göstermek üzere tahdid ifade etmektedir. Bu nın cevabı,
ikinci dan sonra gelecek olan cümlesidir. fiilinin altındaki zamirinin
nefse, yani ruha ait olduğu, sözün cereyan tarzından anlaşılmaktadır.
Hulkûm, boğaz demektir. Dilimizde de "Can hulkuma geldiği vakit"
denilir ki bu, ruhun çıkmak üzere bulunduğu can çekişme vakti demektir.
84. "Ve
siz."
Vâv, itirâziyyedir. Yani onun etrafında hazır bulunan ilgililer, sizler
o zaman, içinizden birinin canı hulkuma geldiği o demde bakar
durursunuz. Onun ölüm sarhoşluğunu görür, kurtaracak hiçbir şey
yapamaz, acz içinde kara kara bakarsınız
85. biz
ise ona,
o can çekişen arkadaşınıza sizden daha yakınızdır. Gerek ilim, gerek
kudret, gerek tasarruf cihetiyle olsun her hususta yakınız. Siz onun
hallerinden yalnız açıkta gördüğünüz izleri tanıyabilirsiniz. Onun
mahiyetine, niteliğine ve gizli özelliklerine vâkıf olamaz ve onlardan
hiçbirini def edemezsiniz. Biz ise hepsini bilir ve dilediğimizi
yaparız. Ve lâkin siz görmezsiniz, yani o yakınlığı idrak etmezsiniz.
86. O
vakit
haydi, bu diğerini kuvvetlendirmektedir. Eğer siz hak dinin hükmüne
uymayacak ve yalanlamanızın cezasını çekmeyecekseniz,
87. o
hulkuma
gelen canı geri çevirseniz ya! Bu cümle, ların cevabı olmakla beraber
şartiyyesinin cezası da olabilir. Yani onu geri çevirseniz ya bakalım.
Eğer sadık iseniz, yani Allah'ın dinine tâbi olmamak, birliği ile
Rablığını tanımamak davasında doğru iseniz!... Fakat ihtimal var mıdır?
Siz Allah Teâlâ'nın hüküm ve kudreti altında öyle âciz, öyle mahkûm
durumdasınız ki sizin için bu mümkün müdür?
88. Şimdi
sonuç
olarak o vefat eden zâtın ölümden sonraki halini beyan etmek için de
buyuruluyor ki o canı geri dönmeyip ölen kimse, o Allah'a yakın
olanlardan ise, sûrenin baş tarafında zikredilen üç sınıftan en ileride
bulunan sâbikûndan (öncülerden) ise ki bu, en yüksek vasıfları olan
"mukarrebûn" ile ifade edilmiştir.
89. Artık
ona
bir ravh. Ravh, rahat, rahmet, ferah ve devamlı hayat mânâlarına gelir
ve güzel bir rızık ve bir naim cenneti, hiç kederi olmayan bir nimet ve
saadet cenneti vardır.
90. Amma
Ashab-ı
yemin'e gelince aynen yukarıdaki isimle zikredilmişlerdir.
91. Artık
sana
sağın adamlarından selam. Burada ashab-ı yeminin birbirlerini
selamlamaları hususu, Allah tarafından haber verilmektedir.
92-94. Amma
o
yalanlayan ve inkâr eden sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir
(solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa,
56/51) diye nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların
tanıtıcı sıfatlarıdır.
95.
Hakikaten
işte bu, bu Kur'ân, özellikle sûrede zikredilen haber ve nihâyet üç
sınıftan her birine ait sevab ve karşılık hiç şüphesiz o,
hakku'l-yakîndir, (kesin bir gerçektir). Yalnız ilmü'l-yakîn (kesin
bilgi) ve aynü'l-yakîn (görerek bilmek) değil, hakku'l-yakindir. Onlar
bunun içinde gerçeği tahakkuk edici olarak kalacaklardır. Âyette geçen
hak ve yakîn kelimelerinin her ikisi de aynı mânâyı ifade ettikleri
halde hakkın, yakîne izafeti hakkında çok söz söylenmiştir. Bunlar
içinde en uygunu İbnü Atiyye ve Râzî'nin beyanlarıdır ki o da şudur:
"Hakku'l, yakîn, hakku'l-hak (en büyük gerçek) ve en üstün sevab demek
gibi bir çeşit te'kid mânâsını içermektedir ki, yakînin son derecesi,
yahut daha üstünde bir gerçek bulunmayan en yüksek mertebesi demek
olur." Yukarılarda geçtiği ve Seyyid Şerîf'in "Ta'rifât"ında da izah
edildiği üzere "Yakîn"in üç mertebesi vardır. Bunlar, ilmü'l-yakîn,
aynûl-yakîn, ve hakku'l-yakîndir. Hakku'l-yakîn ilim ve müşahededen
geçerek fiilî olarak tahakkuk edip yaşanan hakikat demektir. Ayrıca
denilmiştir ki hakku'l-yakîn, kulun hakta yok olması ve onunla yalnız
ilmen değil, hem ilim olarak, hem müşahede ile, hem hâl olarak bâki
olmasıdır. Mesela, her akıllı insanın ölümü bilmesi ilmül-yakîn,
melekleri görmesi aynü'l-yakîn, ölümü tatması da hakkü'l-yakîndir.
96. O
halde
Rabbini azîm ismiyle tesbih et. Bu sûrenin de tekrar eden âyeti budur.
Allah Teâlâ, hakkı beyan ettikten sonra kâfirlerin kabule yanaşmamaları
üzerine Resulüne buyuruyor ki, kâfirler kabul etmeseler de sen onları
bırak. Onlar ister tasdik etsinler, ister yalanlasınlar, sen Rabbini
tesbih et, hem de "Azîm" (yüce) ismiyle tesbih et. Böylece söz konusu
bu âyetin üst tarafıyla, yani önceki âyetlerle mânâ yönünden irtibatı
olduğu gibi gelecek sûrenin baş tarafıyla da münasebetinin olduğu
anlaşılmaktadır. Sonraki sûreyle münasebeti şu şekilde kurulabilir.
Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, Allah'ı tesbih eder. Sen,
onlara nazaran küçücük bir grup demek olan kâfirlere bakma da, bütün
kâinat ile beraber Rabbini tesbih et ve O'nu, en yüce ismiyle noksan
sıfatlardan tenzih et.
|
|