Elmalı
Tefsiri
1-Andolsun
o Tûr'a. Yani Hz. Musa'nın, Allah'ın sözünü işittiği Tûr-ı Sînâ dağına.
Müfessir Beydâvî diyor ki: "Tûr, Süryânice'de dağ mânâsınadır. Ayrıca
madde âleminden mânâ âlemine veya gayb âleminden müşâhede (görünenler)
âlemine uçan şey anlamını da ifade etmektedir."
2-3-
Andolsun yayılmış ince deri üzerine, satır satır yazılmış kitaba.
Rakk:
Kağıt gibi inceltilmiş, üzerine yazılan deri demektir. Bu sebeble
üzerine yazı yazılan her şeye rakk ismi verilebilir.
Menşûr:
Neşredilmiş, dürülmüş, kapalı olmayan, açılmış, yayılmış ve yazılmış
mânâlarını ifade ettiği gibi, yazılı harflerin dizilmesi, nizama
konulması anlamına da gelmektedir.ü
Mestûr,
Düzgün şekilde yazılmış demektir. Kitab-ı Mestûr'un Tûr lafzından sonra
yer alması, bu düzgün yazılı kitabın Tevrat olduğu fikrini ilk defa
akla getirirse de, şeklinde mârife getirilmeyip, olarak nekre
zikredilmesi, bunun henüz tanınmayan bir kitap olduğunu ortaya koyar ki
, "...kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap
çıkarırız." (İsrâ, 17/13) âyetine dayanarak söz konusu kitabın amel
defteri olduğunu söylemek, en doğru görüştür. Ayrıca bu kitabın, Levh-i
mahfûz veya yeni bir kitap olması itibarıyla Kur'ân olduğu da
düşünülebilir.
4- Ve
Beyt-i Ma'mur'a (da andolsun).
Beyt-i
Ma'mur, bir rivayete göre semada bulunan bir evdir. Bu evi her gün
yetmiş bin melâike ziyaret eder ve kıyamete kadar bir daha geri
dönmezler. Ona ayrıca "Durah" ismi de verilmektedir. Hasan Basrî'den
gelen bir rivayette o şöyle der; "Beyt-i Ma'mur'dan maksat, Kâbe'dir.
Allah Teâlâ onu her sene altı yüz bin kişi ile Ma'mur hale getirir.
Eğer insanlar ondan eksilirse meleklerle doldurulur." Bilindiği gibi
bir yerin Ma'mur olması, üzerinde ikamet edilmesi ve ziyaretçilerinin
çok olup güzel bakılması mânâsında mecazî bir anlam taşımaktadır.
Kabe'nin Ma'mur olması da "Ayakta duranlar, rükû ve secde edenler için
evimi temizle." (Hacc, 22/26) âyetince etrafındakilerin ve hacıların
çokluğu ve ziyaret etmeleriyledir. Beydâvî'ye göre de Beyt-i Ma'mur'dan
kasıt, müminin kalbidir ki, onun bakımlı olması da, bilgi ve ilhâs
iledir.
5- O
yüksek tavana, yani semaya, bir rivayette de cennetin tavanı olan Arş'a
yemin olsun.
6- Ve
Mescûr denize (andolsun). Mescûr'un farklı anlamları vardır. 1)
Alevlendirilmiş ve kızdırılmış demektir ki, âyetinde de kıyamet
koparken denizlerin ateş olup kaynatılacağı ve onunla cehennemin
kızıştırılacağı ifade edilmektedir. 2) Dolgun, taşkın demek olup,
okyanus mânâsına gelmektedir. 3) Karışan, karışık, suyu birbirine ya da
tatlısı acısına karışan demektir. 4) zıt mânâlı kelimelerden kabul
edilerek "boş" mânâsına geldiği de ileri sürülmüştür ki bu da, kıyamet
alâmeti anlamına alınabilir. Sûrenin başında yer olan Tûr lafzına
bakılarak bu kızgın denizin, Firavun'un boğulduğu deniz olduğu da
düşünülebilir. "Tûr" kelimesinin başındaki "vâv" kasem, diğerleri de
ona âtf içindir.
7-
8 "şüphesiz Rabbinin azabı olacaktır." cümlesi kasemin
cevabıdır. Bu
cümlede yer alan kelimesinin zarfıdır. Yani Rabb'ın azabı o gün vuku
bulacak ki,
9-
sema bir çalkanış çalkalanacaktır. Bu cümle, kıyametin dehşetini tasvir
etmektedir.
10-
Dağlar da bir yürüyüş yürüyecek, yerinden oynayıp toz zerrecikleri
haline gelecektir.
11-
Artık yazıklar olsun o çalkanışın olduğu gün (ahireti) yalanlayanlara.
12-
Ki onlar daldıkları bir batakta oynarlar, iman edip de o gün için
hazırlanacak, korunacak yerde, birtakım yalan dolana dalarak uğraşıp
dururlar.
13- O
gün onlar, cehennem ateşine itilip kakılacaklardır. Bu cümlede bulunan
"yevm" kelimesi, ya önce geçen "yevm" den bedeldir, ya da takdir edilen
bir söz ile nasbedilerek "veyl"i izah etmektedir.
14-
"İşte bu, o sizin yalan deyip durduğunuz ateş." Yani o gün kendilerine
"işte yalanlayıp durduğunuz ateş budur" denilerek oraya atılacaklardır.
15-
Bu da mı sihir? Takdir edilen cümleye atfedilmektedir. Yani siz bu
ateşi haber veren vahye bir sihir, bir aldatma diyordunuz, şimdi onun
fiilen tahakkuku da sihir mi?... onlara işte böyle denecektir.
16-
Bu da mı sihir? Takdir edilen cümleye atfedilmektedir. Yani siz bu
ateşi haber veren vahye bir sihir, bir aldatma diyordunuz, şimdi onun
fiilen tahakkuku da sihir mi?... onlara işte böyle denecektir.
17-21-
"Şüphesiz müttakîler cennetlerde ve nimet içindedirler." Kur'ân'da
kâfirlerin halleri beyan edilirken mutlaka müttaki müminlerin
durumlarına da işaret edilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Allah'ın
azabından emin olmak, ancak O'nun korumasıyla mümkündür. Çünkü kimse
azaba mâni olamadığı için onun vukûu muhakkaktır. Bu yüzdendir ki Allah
ve peygamberi tasdik edip de, Allah'a kullukta, O'nun emrettiği şekilde
çalışan ve korunan müttakiler, Allah'ın kendilerin koruması ile o gün
cennet nimetleri içinde zevk alacaklardır. "İman edenler." Burada iki
farklı durum söz konusudur. 1) Bu cümlenin e atfedilerek mahallen
mecrûr olmasıdır ki, bu durumda müminlerin müminlerle arkadaşlığını
ifade eder. Bunu "O hayvanlara saman ve soğuk su verdim." kabilinden
olarak "Biz onları müminlere yaklaştırdık." mânâsında anlamak daha
yerinde olur. O zaman da fiiline atfedilmiş olur. 2. Mübtedâ, , 'ya
mâtuf, cümlesi de haber olur ki âlimlerin çoğu bu şekli tercih etmek
istemişlerdir. Buna göre mânâ şöyle olur: O kimseler ki iman etmişler,
zürriyetleri de iman ederek onların ardından gitmiştir. İşte biz
onların zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır. Yani zürriyetleri
amel bakımından atalarından daha aşağı derecede olmakla beraber iman
ederek onlara tâbi olmaları sebebiyle cennette atalarının derecelerine
çıkarılarak yanlarında bulundurulurlar. Böylece onların zevk ve
sevinçleri tamamlanmış olur. Bununla beraber kendilerine amellerinden
hiçbir şey eksiltmemişizdir. Yani zürriyetlerini kendilerine katmaktan
dolayı yaptıkları amellerin sevaplarından onlara bir şey eksik verilmiş
değildir. Herkes kazancına bağlıdır. Yani rehin gibi bağlıdır. Kazanç,
yani çalışma veya çalışılan iş, sanki bir borç ve insan o borca Allah
yanında bir rehin gibidir. Kurtuluşu ona bağlıdır. Eğer güzel çalışır
ve kazanırsa borcunu öder. Çünkü Allah, iyi işleri kabul eder. Şayet
çalışmaz ya da kötü işler yaparsa o zaman kendisini kurtaramaz. Zira
temiz ve güzel olmayan şeyler Allah Teâlâ'ya yükselemez. "Güzel söz
O'na çıkar, iyi amel onu yükseltir." (Fâtır, 35/10) âyeti de bu anlamı
ifade etmektedir.
Bundan
dolayıdır ki ileride "Her can, kazandığı ile (Allah katında) rehin
alınmıştır, yalnız sağın adamları (kitapları sağdan verilenler) hariç."
(Müddessir, 74/38-39) âyetleri gelecektir. Yani kitapları sağ
taraflarından verilenlerin dışındakiler kendilerini, o bağlantıdan
(rehin olmaktan) kurtaramazlar. Onun için yalancılar yalanlarına bağlı
kalarak cehennemde kıvranırlarken, müttakiler Allah'ın yardımı ile
kurtulup cennetlerde nimetler içinde yaşayacaklar ve Allahın lütfuna
mazhar olmak suretiyle zürriyetlerinin yükselmesine de sebeb
olacaklardır. Bu cümlenin zikredilmesi, zürriyetler açısından da
önemlidir. Yani zürriyetlerin kurtuluşu ve atalarının derecelerine
yükselişleri, kendilerinin hiç katkıları olmaksızın sırf babalarının
kazançlarıyla değildir. Kendilerinin iman ederek onlara uymaları ve
izlerinden gitmeleri kurtuluşlarının asıl sebebidir. Ataları fiilen
sebeb oldukları için evladlarını cennette yanlarında görmekten mutlu
olacaklar, evladları da iman ile onlara tâbi oldukları için kendilerini
kurtarmış ve Allah'ın lütuf ve kereminden babaları gibi istifade etmiş
olacaklardır. Demek ki evlatlar kendi fiileri olmaksızın sırf
babalarının ve dedelerinin yaptıklarıyla kendilerini kurtaramazlar.
Ancak imanlı olarak çalıştıkları takdirde atalarının feyzinden de
faydalanarak daha kolay bir şekilde yükselebilirler. İşte Allah Teâlâ,
müminlerin evlatlarını atalarına uymak suretiyle yükselmeğe sevk
ederken, soy şerefine güvenerek tembellik etmemeleri için "Herkes kendi
kazandığına bağlıdır." buyurmaktadır. Şu halde bu âyette, "İnsana
çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) âyetinin anlamını
ortadan kaldıran bir mânâ bulunduğunu zannetmek doğru değildir. Bilâkis
âyeti, anlamındadır
22-
Hem onlara canlarının istediği meyvalar ve etlerden bol bol verdik.
Yani asıl nimetlerden fazla olarak sırf zevk ve lezzet almaları için
zaman zaman onlara çeşitli nimetler yetiştirdik. Burada, ahiret
saadetinin, dünya zevklerine düşkün ve içki bağımlısı olan kimseleri
imrendirecek, iştahlarını gıcıklayacak tarzda neşeli bir tasviri vardır
ki özeti, kumar ve günahtan uzak saf, temiz ve şiddetli bir arzu
hissettirir.
23-
Orada, yani cennette bir kadeh kapışırlar ki.
Ke's,
dolgun kadeh demektir. Mecazen içindeki içkiye de denilir. Kadeh
çekiştirmek (kapışmak) de, neşe ile birbirlerine kadeh vermekten
mecazdır. Bir kadeh ki onda lağiv yoktur. Yani onu içerken boş, saçma
sapan söz söylemek yoktur. günaha sokmak da yoktur. Ancak bu dünya
içkileri gibi değildir. Şâir şu beytinde bunu ne güzel dile
getirmiştir:
Hûn-i
ciğerle memlu câm-ı zer olmadansa
Bî
inkisâr-ı hatır şikeste sâgar olsun.
Ciğer
kanı ile dolu altın bir kadeh gibi olmaktansa
Gönlü hoş,
kırık bir kadeh gibi olmak daha iyidir.
24-
Ve onların etrafında dönerler. Vâkıa Sûresi'nde de geleceği gibi,
kadehler sürahilerle emre hazır bir vaziyette etraflarında pırıl pırıl
dönüp dolaşırlar, sahibi bulundukları uşaklar, cennet sakîsi genç
hizmetçiler sanki saklı iri inciler, yani sadeflerinde gizli hiç
kirlenmemiş, el değmemiş, beyaz, saf, temiz ve pırıl pırıl inciler
gibidirler.
Lü'lü,
parıldayan büyük inci demektir.
25-
Ve bazısı bazısına dönmüş soruyor. O zevk ve neşe esnasında yüz yüze
gelmiş birbirlerine hâl ve hatırlarından soruyorlar, yani hasbı hal
ediyorlar.
26-
Soranlardan her biri şöyle dediler: Evet doğrusu biz daha önce ehlimiz
arasında; ilimiz, obamız, evimiz ve ailemiz içinde yüreklerimiz titrer,
korkardık. Geleceğimizden endişe eder, bir isyana düşmekten veya bir
azaba maruz olmaktan korkardık.
27-
Şimdi ise Allah bize iyilikte bulundu. Lütuf ve yardımıyla bu nimetleri
ihsan etti. Ve bizi semûm azabından korudu.
Semûm:
Daha evvel de geçtiği gibi vücûdun içine işleyen, zehirli, sıcak, samm
denilen bir rüzgardır. Burada zikri geçen azabtan maksat, cehennem
ateşi veya buna benzetilen korkunç dünya hayatıdır. Semûmun cehennemin
isimlerinden olduğu da rivayet edilmektedir.
28-
Evet biz bundan önce O'na, yani Allah'a dua ediyor ve "Rabbimiz bize
dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver, bizi cehennem
azabından koru." (Bakara, 2/201) diye yalvarıyorduk. Gerçekte iyilik
eden yani sözünde duran, ihsan eden, kerem sahibi olan ancak O'dur. O,
rahimdir. Kendisine dua ve ibadet eden müminlere sonuçta çok rahmet ve
merhamet eden yine odur.
29-
Mülâbese, (temas ve ilgi) yahut kasem (yemin) içindir. Rabbinin
nimetiyle veya Rabbinin nimeti hakkı için demektir.
Kâhin,
Bir nevi kendi zannî bilgisine dayanarak gaybdan haber verene denir.
Başka bir ifade ile geçmişe dair bilgi verene kâhin, geleceğe dair
bilgi verene ise Arrâf denilmektedir. Kehânette, genellikle cinlerden
yardım alındığı söylenir.
30-
Zamanın felâketi mânâsınadır.
Menûn:
Kesmek anlamına gelen den alınmıştır. Ömür vesaireyi kestiği
düşüncesinden hareketle zamana ve ölüme de "menûn" denilmiştir.
Rayb:
Izdırap vermek demektir. Buna göre zamanın ızdırap veren musibeti, ya
da ölüm felâketi mânâsını ifade eder. Anlatıldığına göre Kureyşliler
Dârü'n-nedve'de toplanmışlar Hz.Peygamber hakkındaki görüşler de
çoğalmıştı. Nihayet Abdûddar oğulları onu (peygamberi) kasdederek
"Raybü'l-menûn'u gözetin. Çünkü o bir şâirdir. Züheyr'in, Nâbiga'nın ve
A'şâ'nın helâk olması gibi o da helâk olacaktır." demişler ve bunun
üzerine de dağılmışlardı.
31-
"gözetin" Alay ve tehdit etmek mânâsınadır. Çünkü ben de sizinle
beraber gözetenlerdenim. Yani, siz benim helâk olmamı bekliyorsunuz,
ben de sizin helâkinizi bekliyorum.
32-
Yoksa onlara akılları mı emrediyor bunu? Yani sözlerindeki bu
çelişkiyi. Çünkü kâhin, keskin akıllı ve zeki olur. Mecnunun ise aklı
fikri, karışıktır. O halde nasıl olur da onlar, kâhin dediklerine
mecnûn, mecnûn dediklerine kâhin diyebilirler; demek ki akıllı
olduklarını iddia eden o kimseler, bu davranışlarıyla ne dediklerini
bilmeyecek ve nasıl çelişkiye düştüklerini farketmeyecek derecede
akılsız olduklarını ortaya koymuşlardır. Onun için buyuruluyor ki yoksa
onlar akılsız, azgın, hakkı kabul etmemekte haddi aşan, kendi
ihtiraslarına uymayınca akıl ve insaf dairesinden çıkan ve yalan
uydurmaya alışkın bir gürûh mudurlar?
33-
Yoksa onu, o Kur'ân'ı kendiliğinden söylemiş, uydurmuş mu diyorlar?
Tekavvül:
Kendisinde olmayanı söylemeye çalışmak, bir mânâda yalan söylemektir.
Çünkü yalan, onun ayrılmaz bir parçasıdır. Buna göre mânâ, yoksa o,
vahyile değil, kendiliğinden söylüyor da bunu Allah'a mı isnad ediyor,
diyorlar?
Hayır
kendileri inanmazlar. Yani ya bu söyledikleri sözlere kendileri bile
inanmazlar, ya da iman etmedikleri için öyle söylerler. Zira onlar da
biliyorlar ki Muhammed yalan söylemez, şu halde kendi sözünü Allah'a
iftira etmez. Ve yine bilirler ki bu söz (Kur'ân) uydurma bir söze de
benzemez. Fakat sırf küfür ve inatları sebebiyle öyle söylerler.
34-
Haydi onun benzeri bir söz getirsinler. Yani hem mânâ ve hem de nazım
yönünden Kur'ân'ın içerdiği üstün vasıfları taşıyan, onun gibi bedi
(güzel) bir söz uydurup getirsinler bakalım. Eğer sadık iseler. Yani
peygamberin uydurduğunu ileri sürdükleri iddialarında doğru iseler,
kendilerinin de öyle bir sözü uydurup getirmeleri gerekir. Çünkü
Kur'ân, beşer uydurması bir kelâm olsaydı, onların da peygamber gibi
beşer olmaları dışında, nutuk, hitâbet ve şiir ile meşgul olmaları,
nazm ve nesir kelâm üsluplarındaki deneyimleri, tarih ve olaylara olan
vukufları, okuyup yazmaları, tahsilleri ve kâhinlerinin olması gibi
sebeblerden dolayı Kur'an'a nazîre yapma kudretlerinin bulunması
gerekirdi. Böyle bir kudreti gösteremediklerine göre niçin onu Allah'ın
gönderdiğine inanmıyorlar da imansızlık ediyorlar? Yoksa kendilerine
cezalarını verecek yok mu sanıyorlar.
35-
Yoksa kendileri hiçbir şey olmadan, yani yaratıcısız mı yaratıldılar.
Önceleri yokken sonradan yaratıldıklarına göre, şayet akılları varsa,
kendilerini bir yaratanın olabileceğini hiç düşünmüyorlar mı?
Bir
yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanı hiçbir şey yerine
koymadıkları için mi O'nun kudretini hesaba katmıyor, cezasından
korkmuyor ve imansızlık ediyorlar? Burada bütün aklî ilimlerin esası
olan bir hususa işaret edilmektedir ki o da şudur: Hiçbir şey yoktan
olamadığı gibi, yokluk da varlığa illet (sebeb) olamaz. Var olan şeyin
illeti de aynı şekilde yok olamaz ve hiç bir varlık da yaratıcısız
varlık alemine geçemez. Yok olan, ne kendini ne de başkasını vücuda
getiremez...
Ancak
yanlış anlaşılarak buradan, önce yok olan bir şeyin sonra
yaratılamaması gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Çünkü her yaratılan,
yok iken yaratılır, var olanı yaratmak mümkün değildir. Zira bu hâsılı
tahsil (elde edileni tekrar elde etme) olur. Ancak yok olan şeyi
meydana getirecek yaratıcı, yokluktan ibaret de olamaz. Çünkü yoku var
edecek yaratıcının muhakkak bir varlığının olması gerekir. Tabiat
ilimlerinde de esas olan bu kanun, eşyanın kendiliğinden meydana
geldiği bir tabiat fikrini de iptal eder. Gerçi bazıları bundan her
yaratılan şeyin bir madde ile arkada bırakılacağı fikrini çıkarmıştır.
Fakat madde bir şeyin var olması için yeterli bir sebep olmadığı gibi
mutlak varlık için gerekli de değildir. Gerekli olan, ancak yaratıcının
olmasıdır. Zira yaratıcı mevcut olmayınca hiçbir şey yaratılamaz. İşte
böyle aklın en esaslı kanunu, yaratıcının varlık ve kudretini tanımak
iken, kâfirler kendilerini yaratanı hiçe sayarak O'na imana bir türlü
yanaşmıyorlar. Yoksa yaratıcı onlar mıdırlar? Yani kendilerini ve
eşyayı yaratmışlar da onun için mi kibirleniyor,
36-Allah'tan
korkmuyor ve peygambere dil uzatıyorlar. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı
yarattılar? Hiç birisi olmadığı belli fakat hakikati anlamazlar. Yani
gökleri ve yeri yaratan Allah'tır, derler de yine şüphe içinde
dolaşırlar. Onun mantıklı sonuçlarını tatbik edecek kesin bir kanaat
ile hareket etmez, emir yasak tanımaz, mucizelere inanıp, peygamberi
tasdik etmek istemezler. Sadece zamanın felaketlerine çarpılmasını
bekler dururlar.
Yoksa
Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yani seni yetiştirip rahmet
ve nimetiyle peygamber olarak gönderen Rabbinin hazineleri onların
yanında mıdır? Hazine kâhyası onlar mı? Nimetleri onlar mı dağıtıyorlar
ki, peygamberliği sana vermek istemiyorlar? Yoksa herşeyi hakimiyetleri
altına alan onlar mıdır? Yani Allah'a galip gelmişler, hazinelerini
elegeçirmişler de onun vergilerini verdirmek istemiyorlar? Yahut da
Allah'ın verdiğini mi zorla almak istiyorlar.
38-
Yoksa onların bir merdivenleri var da orada mı dinliyorlar? Yani
Allah'ın Mele-i a'laya (yüksek melekler topluluğuna) gönderdiği
emirleri, vahiyleri ve diğer bütün ilâhî sözleri o merdivenden mi
dinliyorlar da bu vesile ile kimin kimden önce öleceğini ve Kur'ân'ın
Allah tarafından gönderilmeyip uydurularak O'na isnad edildiğini
biliyorlar? Öyle ise dinleyenler açıklayıcı, kuvvetli bir delil
getirsinler, dinlediklerini isbat etsinler. Nasıl Hz. Peygamber (s.a.v)
"Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz meydana getirsinler." (Tûr,
52/34) şeklindeki âyetlerle onlara meydan okuyarak apaçık mucizesini
gösterdi, onlar da öyle bir delil getirsinler.
39-
Yoksa kızlar O'nun, oğlanlar sizin mi? Yani aklınızın bozukluğuna ve
ilâhiyata ait duygularınızın neden ibaret olduğuna delalet etmek üzere
bu konuda getireceğiniz en açık delil bu olacak değil mi?. Necm
Sûresi'nde de ifade edileceği gibi bu ne haksız bir taksim? Çünkü
onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri sürüyorlar ve onların
adına bir takım putlar yapıp, Lât, Uzza, Menât gibi müennes isimler
vererek tapıyorlar, sonra da, "Biz bunları Allah'a ortak koşmuyoruz,
Allah'ın kızları oldukları için bize şefaat etsinler diye ibadet
ediyoruz" diyorlardı. Ancak kendilerine gelince kız evladını hor
görüyor ve oğlan istiyorlardı.
40-
Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun?
Yani
onlara vaaz ve nasihat etmekten ve peygamberlik vazifesini yapmaktan
dolayı bir ücret mi istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında
mı kalıyorlar?
Mağrem:
Ğurm ve ğarâmet (diyet ödeme) anlamını ifade etmekle birlikte mutlak
borç mânâsına da gelmektedir. Ragıb İsfahanî'nin açıklamasına göre
Mağrem esasen suçsuz bir insanın malından vermesi gereken zarar
karşılığı demektir. Bu yüzden kefil olmak gibi açık yahut yardımlaşma
gibi zımnen bir söz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana
gelen zarara da Mağrem denilir. Türkçe'de buna karşılık olarak zarar ve
cereme vermek tabiri kullanılır. Yani zorba hükümetlerin baskıları
altında ağır vergilerle ezilmekte olan halk gibi midirler ki senin için
felaketler bekliyorlar?
41-
Yoksa gayb onların yanında da, onlar mı yazıyorlar? Kimin önce
öleceğini Levh-i mahfuz'dan alıp halka onlar mı haber veriyorlar?
42-
Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Yani sana ve müminlere bir su-i
kasd mı hazırlamak istiyorlar ey Muhammed! Bu âyet müşriklerin
Dârü'n-nedve'de tertip etmek istedikleri su-i kasdı haber vermektedir.
Fakat o küfredenlerin kendileri aldanacak, kurdukları tuzağa kendileri
düşeceklerdir.
Nitekim
öyle olmuş Hz.Peygamber (s.a.v) sağ sâlim hicret ederken Ebû Cehiller
Bedir'de yakalanmışlardır. Böylece sözkonusu âyet, gaybı önceden haber
vermiş ve bunu onların değil, Allah'ın bilip peygamberine haber
verdiğini gözler önüne sermiştir. Denildiğine göre, Peygamber'e su-i
kasd tertip edenler, İslâm'ın yayılışının 15. senesinde vuku bulan
Bedir Harbi'nde katledilmişlerdi. Bu sûrede de (yoksa) kelimesi 15 defa
zikredilmiştir. İşte bu, o olaya işaret sayılabilir. Şihâb'ın dediği
gibi bu kabil gizli işaretler, Kur'ân'ın mucizeleri arasında sayılırlar.
43-
Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhları mı var? Yani o taptıkları
putların kendilerini Allah'ın azabından kurtaracaklarını mı
zannediyorlar? Allah onların koştukları ortaklardan uzaktır. Gerçekte
Allah'tan başka ilâh yoktur ve onun azabı "Mutlaka vuku bulacaktır ve
ona engel olacak bir şey yoktur." (Tûr, 52/7-8)
44-
Bununla beraber onlar öyle kâfirlerdir ki, semadan bir parçanın
düşmekte olduğunu görseler "Üzerimize gökten parçalar düşür." (Şuarâ,
26/187) diye istekte bulundukları halde azabın başlarına inmekte
olduğuna şahid olsalar bile yine inanmazlar da (onun için) toplanmış
bir bulut derler. Fiilen başlarına gelmedikçe kabul etmezler. Bu yüzden
Allah Teâlâ, "Üzerlerine Rabbi'nin kelimesi (hükmü) hak olanlar
inanmazlar; onlara (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa bile
acıklı azabı görünceye kadar (iman etmezler)." (Yunus, 10/96,97)
buyurmaktadır.
45-Onun
için şimdi o tuzak kurmak isteyenleri bırak kavuşacakları zamana kadar
ki o gün çarpılacaklar helak olacaklardır.
46- O
gün kurdukları tuzakların kendilerine zerre kadar faydası dokunmayacak
ve hiçbir şekilde kurtarılmayacaklardır. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.v)'e su-i kasd hazırlamak isteyen Ebu Cehil ve yandaşları Bedir
günü böyle bir akibete uğramışlardı.
47-
Ve o zulmedenlere ondan önce de bir azab vardır. Burada iki muhtemel
mânâ söz konusudur.
Birincisi:
O günden önce, yani dünyada da bir azab var, demektir. Nitekim
Mekkeliler yedi sene kıtlık çekmişlerdi.
İkincisi:
O günden sonra yani ölüm sonrası kabirde ve ahirette bir azab daha
vardır. Ancak onların pek çoğu (bunu) bilmezler. Yani sonuçlarının bu
şekilde olacağını idrak edemezler de onun için kâfir olurlar.
48- O
halde Rabbinin hükmüne sabret, küfredenlere o işler için izin verip,
seni zahmetlere göğüs germeğe memur eden Rabbinin vereceği hükme
sabret, telaş etme. Çünkü sen bizim gözetimimiz ve nezâretimiz
altındasın, bundan emin ol. Ve Rabbini hamd ile tesbih et. Yani "O'nu
her türlü noksanlıklardan tenzih eder ve O'na hamd ederim." demek
sûretiyle Allah'ı zikret.
49-
Kalkacağın zaman. Yani herhangi bir meclisten kalkarken (Allah'ı tesbih
ve tahmid et). Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin Sünen'leri ile diğer bazı hadis
kitaplarında mevcut olan ve Ebû Berzetel-Eslemî (r.a)den gelen bir
rivayette şöyle denilmektedir: "Resullah (s.a.v) bir meclisten
kalkacağı zaman "Ey Allah'ım seni her türlü noksan sıfattan tenzih eder
ve sana hamd ederim. Senden başka ilâh olmadığına şehâdet eder, senden
mağfiret diler ve (günahlarımdan dolayı) sana tevbe ederim." derdi.
Konuyla ilgili soru sorulduğunda da "Bu, mecliste olanlar için
keffârettir." demişti. Bazıları da bunun namaza durulduğu zaman "Ey
Allah'ım seni noksan sıfatlardan tenzih eder ve yalnız sana hamd
ederim. Senin ismin ne yüce ve makamın ne uludur. Ve senden başka ilâh
yoktur." duasının okunması hakkında rivayet edildiğini söylemişlerdir.
Âlimlerden bir kısmına göre de sözkonusu âyetten maksad, yataktan
kalkıp namaza durduğun vakit demektir. Buna göre âyete, "kalkacağın
zaman" mânâsını vermek daha uygun olacaktır. Geceden de onu tesbih et.
Yani gecenin bir kısmında da tesbih ederek O'na ibadet et. Hem de
yıldızların batışında, batmaya yaklaştığı zaman, yani gecenin sonunda,
sabah vakti. Allah Teâlâ'yı gece tesbihden maksadın akşam ve yatsı
namazları, yıldızların batışı sırasında tesbih etmekten kasdın da,
sabah namazı olduğu ileri sürülmüştür. Hz. Ömer , Hz. Ali, Ebû Hureyre
ve Hasan-i Basrî (r.a) de, gece tesbihden maksatdın, nafile ibadetler;
yıldızların batışında tesbihden maksadın da, sabah namazının iki rekat
sünneti olduğunu söylemişlerdir. Böylece Tûr Sûresi, sabahın gelmekte
olduğunu gösteren "yıldızların batışı" ile son bulurken, bu bitişle,
Necm Sûresi'nin başlangıcı olan "İndiği zaman andolsun yıldıza" cümlesi
başlamış olmaktadır. Bu da iki sûre arasında güzel bir münasebetin
varlığını göstermektedir.
|