|
Elmalı tefsiri
1"Tin'e
ve
Zeytun'a andolsun". Tin incir demek ise de burada öyle terceme etmek
pek
uygun olmayacaktır. Zira tefsircilerin bir çoğunun açıklamasına göre
burada Tin
ve Zeytun birer özel isim yerindedir. Özel isim olmuş kelimelerin ise
tercemesine kalkışmak doğru değildir. Çünkü onlar neye isim olmuşlarsa
onları
mânâlarıyla değil lafızlarıyla tanıtırlar. "İncir Köyü" diye bilinen
bir köy, "Tin Karyesi" diye terceme edilmekle tanıtılmış olmayacağı
gibi, Tin adıyla anılan bir dağı veya mescidi veya beldeyi de incir
diye
anlatmaya kalkışmak izah değil, karıştırma olur. Gerçekte tefsirler
burada Tin
ve Zeytun hakkında başlıca iki görüş nakletmişlerdir:
BİRİSİ:
Bazı
tefsirciler demiştir ki: Görünen şekli ile Tin ve Zeytun'dan maksat, bu
ad ile
meşhur olan incir ve zeytin yemişleri veya ağaçlarıdır. Zira lugat
itibariyle
görünen bu olduğu gibi Hasen, Mücahid, İkrime, İbrahim Nehai, Ata,
Mukatil,
Kelbi ve daha bir kısım âlimlerden "O, sizin şu inciriniz ve
zeytininizdir.", yahut "O, yenilen incir ve sıkılan zeytindir.",
yahut "o, insanların yediği yemiştir." tabirleriyle rivayet edilmiş
ve İbnü Abbas'a da nisbet edilmiştir. Bunlardan ise, bir mecaz veya
kinaye
kastedildiğini gösteren bir karine (ipucu) bulunmayınca, açık olan
incir ve
zeytin diye bildiğimiz meyveler olmaktır. Fakat bu durumda insan
yaratılışının
güzelliğini veya çirkinliğini ve sonunun acılığını veya tatlılığını
anlatırken
incir ve zeytine yeminle başlamanın ne ilgisi olduğunu da düşünmek
gerekeceğinden incir ve zeytinin insan hayatı için hem gıda, hem meyve,
hem
ilaç, hem ticaret açısından faydaları pek çok olan meyvelerin en güzel
ve
mübareklerinden olduğunu açıklamaya çalışmışlardır ki, biz burada bunun
ayrıntılarına girmeye gerek duymuyoruz. İnsan yaşamak için maddi ve
manevi
gıdaya muhtaçtır. Maddi gıdaların en önemlileri tatlı ve tuzlu veya
yağsız ve
yağlı yiyecekler, bunların en güzelleri de meyvelerdir. İşte incir ve
zeytin ya
meyvelerin en faydalı ve en mübarekleri olmak itibariyle özel
durumlarına veya
özeli zikredip geneli kastetmek yoluyla tatlı veya tuzlu, yağsız veya
yağlı genellikle
önemli yiyecekleri temsil edecek birer misal; Tur-i Sina ve Beled-i
Emin de
manevi gıdalara yer olan mübarek mevkiler olmaları nedeniyle bunlara
yemin
edilmiştir, demek olabilir. Bununla beraber insan yaratılış, açısından
düşünüldüğü zaman "Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun."(Leyl, 92/3)
yemininin taşıdığı mânâdan dolayı bu iki meyvenin dişi ve erkekten
kinaye
olmaları ihtimali de uzak değildir. Bu görüşe göre Tin ve Zeytun, incir
ve
zeytin diye tercüme olunabilir.
İKİNCİ
görüşe
gelince: Birçok tefsirci de demiştir ki: Burada "tin" ve
"zeytun"dan maksat yemiş değil, bu isimlerle anılan mübarek
yerlerdir. Turu Sinin ve Beled-i Emin ile beraber zikredilmeleri de
bunu
gösteren bir karinedir. Alûsî de bir çoğunun kabul edip inandığı üzere
"bunlar, mübarek şerefli yerlere yemindir" diyerek bu görüşü tercih
etmiştir. Bu yerlerin nereleri olduğuna gelince de birer dağ ismi,
birer mescid
ismi, birer belde ismi olması hakkında üç gürüş zikretmişlerdir. Şöyle
ki:
1- Birer
dağdırlar.
İbnü
Cerir'de
Katade'den: Tin, Dimeşk'ın bulunduğu dağ; Zeytun, Beyt-i Makdis'in
bulunduğu
dağdır. İkrime bir rivayette de: Bunlar iki dağdır.
Rebi'den:
Hemedan
ile Hulvan arasında iki dağ, Şam dağları.
Said
b. Mansur ve
İbnü Ebi Hâtim, Ebu Habib Haris b. Muhammed'den Tin, Tur-i Tina;
Zeytun, Tur-i
Zeyta denilen dağlardır. İyi incir ve zeytin bittiği için bu şekilde
isimlendirilmişlerdir. İmam Razî bunu İbnü Abbas'ın sözü olmak üzere
naklederek
şöyle der: İbnü Abbas demiştir ki: Bunlar mukaddes topraklardan iki
dağdır.
Bunlar incir ve zeytin yetişen yerler olduklarından dolayı bunlara
Süryanice'de
Tur-i Tina (Tin Dağı) ve Tur-i Zeyta (Zeytin Dağı) denilmiştir. Bu
takdirde
yüce Allah Nebilerin yetiştiği yerlere yemin etmiş demektir. Tin
denilen dağ
İsa (a.s)'nın; Zeytun, Şam İsrailoğullarına gelen peygamberlerin
çoğunun
gönderildiği yer; Tur, Musa (a.s)'nın peygamber gönderildiği yer;
Beled-i Emin
de Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderildiği yerdir. Şu halde
gerçekte
yeminden maksat, peygamberlere hürmet ve derecelerini göstermek olur.
2-
İki
mescittirler. İbnü Zeyd: Tin, Dimeşk mescidi; Zeytun, Beyt-i Makdis
Mescidi
demiştir. Ka'b da: Tin Dimeşk Mescidi, Zeytun İliya Mescidi demiştir.
İbnü
Abbas'tan gelen bir rivayete göre de Tin Nuh Mescidi, Zeytun Beyt-i
Makdis
Mescidi'dir.
3-
İki beldedir.
Ka'b'ın dediğine göre Tin, Dimeşk; Zeytun, Beyt-i Makdis'tir. Şehr b.
Havşeb
de: Tin, Kûfe; Zeytun, Şam'dır demiştir. Maksadı Kûfe'nin bulunduğu yer
demek
olacaktır ki Nuh (a.s)'un konakladığı yere denir.
Demek
ki Tin ve
Zeytun, aslında bildiğimiz incir ve zeytin meyveleri ve ağaçları
olmakla
beraber bunların yetiştiği bereketli yerler olmakla tanınmış iki dağ ve
onlarda
iki belde ve onlarda iki mescid dahi Tin ve Zeytun adlarıyla tanınmış,
bunlar
da Tur-i Seyna ve Mekke gibi dinin çıktığı mübarek şerefli yerler
sayılmış
olduğundan burada hayat için maddi, manevi gıdaların ve incir ve zeytin
gibi
faydalı meyveler verecek çalışma ve amelin ve yerin önemine ve
özellikle incir
ve zeytinin lezzet, kıymet ve faydalarına da ima ve işaret ile beraber
daha
ziyade peyamberlerin yetiştiği, dinlerin çıktığı yerler olarak bilinen
kutsal
yerlere yemin edilmiştir. Bundan dolayı "Keşf" yazarının dediği gibi,
bunların hepsi dinî ve dünyevî hayır ve bereketi ile mukaddes
topraklara ve
emin bir beldeye yemin demek olur. Yalnız incir ve zeytine yeminde bu
ahenk ve
kapsamı anlamak güçtür. Onun için Tin'i ve Zeytun'u sade incir ve
zeytin
meyveleri diye terceme etmemeli, gerek Hıristiyanlık'ta, gerek
Yahudilik'te
gerek İslâm'da "Çevresini mübarek kıldığımız."(İsrâ, 17/1) mânâsı
gereğince mübarek tanınan ve hayır ve bereketinden istifade için iyi
olma
hususunda yarışılarak çalışılması arzu edilen mukaddes topraklara dahi
işaret
olmak üzere sözü geçen incir ve zeytin isimleriyle şöyle demelidir:
2. Yemin
olsun o
Tin'e ve Zeytun'a ve Tur-ı Sinin'e yemin olsun, Sinin Dağı'na ki Hz.
Musa'nın
Allah ile konuşma şerefine nail olduğu dağ olup sin harfinin kesresi
veya
fethası ve nunun uzatılmasıyla Tur-ı Sina ve Tur-i Seyna diye de
tanınmış ve
meşhur olmuştur. Sonu kısa ve uzatılmadan Tur-i Seyna da denildiği
"Kamus"ta yazılıdır.
Ebu
Hayyan,
"Bunun Şam'da bir dağ olduğunda ihtilaf yoktur." demiş; Şihab yazarı
da; "bu, meşhur olanın aksi olduğu, çünkü bu gün bilinen Tur-i Sina'nın
Akabe ile Mısır arasındaki Tih yakınlarında bulunduğu" beyanıyla itiraz
etmiş ise de Ebu Hayyan'ın maksadı da Mısır toprakları karşısında
bulunan ve
Filistin'i dahi kapsayan mutlak Şam toprakları olmalıdır. İhtilaf
yoktur
denilmesi bunu gösterir. Nitekim İbnü Cerir de hep "Şam'da bir dağdır,
bir
mübarek dağdır." diye rivayet etmiştir. Tur, dağ ve özellikle bitkili
dağ
demektir.
SİNİN,
o dağın
bulunduğu ve kendisine nisbet edildiği yerin ismi olup Beyrun ve
benzeri
kelimeler gibi muamele görerek çoğul kelimeler gibi "vav" ve
"ya" ile irab aldığı, bazı kere de "ya" ile bırakılıp
sonundaki "nun"a irab harekeleri verildiği söylenmiştir. Görünen
şekliyle "Sinler Dağı" demek gibidir. Ahfeş demiştir ki: Sinin
kelimesi ağaç mânâsına çoğuldur. Tekili "Sine"dir. Sanki Tur-i Eşcar
yani, Ağaçlar dağı demek gibidir. Kelbi'den de "ağaçlı dağ" diye
rivayet edilmiştir. Bunlar, "Derken ona varınca mübarek yerdeki vadinin
sağ kıyısındaki ağaçtan şöyle seslenildi: Ey Musa!..."(Kasas, 28/30)
âyetinde mübarek yerdeki Musa ağacına işaret olsa gerektir.
İbnü
Ebi Hatim,
İbnü Münzir, Abd b. Humeyd İbnü Abbas'tan, "sinin, hasen yani güzel
demektir" diye rivayet etmişlerdir. Dahhak'ten de böyle rivayet
olunmuş,
İkrime'den de bunun güzel mânâsına olması Habeş lisanı olduğu
ziyadesiyle
rivayet olunmuştur. İbnü Cerir ve İbnü Asakir Katade'den de; "Sinin;
mübarek, güzel ağaçlı demektir." dediğini rivayet etmişlerdir. Bununla
beraber İbnü Cerir demiştir ki: Bu görüşlerden doğru olan, "Tur-i
Sinin,
bildiğimiz dağdır." diyenlerin görüşüdür. Çünkü Tur, bitkili dağ
demektir.
Sinin dağı denilmesi onu tarif içindir. Eğer "sinin kelimesi, güzel ve
mübarek mânâsınadır" diyenlerin dediği gibi Tur'un sıfatı olsaydı, Tur
tenvinli okunurdu. Çünkü bir şey bir sebep bulunmadıkça kendi sıfatına
muzaf
(belirtilen) kılınmaz. Yani "sinin", güzel ve mübarek mânâsında
olsaydı, "Tur-i sinin"in bir sıfat tamlaması olması lazım gelir ve
"Tur" kelimesi munsarif olduğundan tenvin alması gerekirdi. Oysa
tenvin olmadığı için tamlama, isim tamlamasıdır diyor. Bu da çoğunlukla
kabul
edilmiş bulunuyorsa da, anlatıldığı üzere "sinin, güzel ve mübarek
mânâsınadır" diyenler tamlamanın vasfı olduğu görüşüne varmış
değillerdir.
"Ağaç" veya "yer" gibi, nitelenen bir kelime takdiriyle
veya sıfat-ı galibe türünden isim olarak tarif için muzafun ileyh
(belirten)
yapılmış olmasına engel olmaz. Maksatları güzel dağ demekten ibaret
değil,
yerinin veya otunun, ağacının mübarekliğini, güzelliğini beyan etme
mânâsına
"mübarek, güzel dağı" demek olmasında ve Hz. Musa'nın Allah'la
konuştuğu o meşhur Tur-i Sina'ya bu mânâ ile "Tur-ı Sinin" denilmiş
olmasında bir sakınca bulunmadığı gibi Kur'ân'da onun hakkında gelmiş
olan
"Vadi-i Mukaddes" (Kutsal Vadi), "Va-di-i Eymen" (Uğurlu
Vadi) ve "Mübarek yerde bulunan ağaç" nitelikleriyle de pek çok ilgi
ve uygunluğu vardır. Burada biraz sonra gelecek olan "Ahsen-i takvim"
(en güzel biçim)den bahsetmeye bir başlangıç ve giriş olmağa da
yakışır. Bu
şekilde o Tin, Zeytun ve Tur-i Sinin'e yani bu üçüne yemin, Mukaddes
Arz'a
yemin mânâsında olur. Şu da "vav" atıfası (bağlacı)yla üçüne birden
bağlanmış olur.
3. Ve bu
emin,
güvenli beldeye yemin olsun. Yani, Ey Muhammed! Bu bulunduğun, doğup
büyüdüğün,
peygamber olarak gönderildiğin, kudret, ululuk ve saygı hitabıyla
emniyete
erdiğin, emin yani güvenli vasfıyla tanınan beldeye de yemin olsun.
Tefsirciler
buna oy birliğiyle Mekke demişlerdir. Çünkü Beled Sûresi'nde de geçtiği
üzere
Mekke'nin bir ismi olduğu gibi "Hani biz Kabe'yi insanlara vaktiyle bir
sevap mahalli ve emin bir sığınak yapmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim'den
namaz
kılacak bir yer edinin."(Bakara, 2/125) buyurulduğu üzere insanlara bir
sevap yeri, bir sığınak olan Ka'be ve İbrahim'in makamı olarak ve "Biz
onları, her şeyin ürünlerinin toplanacağı emin bir Harem'de
yerleştirmedik
mi?"(Kasas, 28/57) buyurulan "Emin Harem" orada olduğu için
Beled-i Emîn adıyla tanınan da odur.
Alûsî'nin
yazdığına
göre merfu bir hadiste de: "O, âlemlere hidayet olan Kâbe'nin bulunduğu
yer ve Resulullah'ın doğduğu ve peygamber gönderildiği beldedir." diye
gelmiştir. Bundan bu sûrenin Mekke'de indiği anlaşılırsa da hicretten
önce mi,
yoksa sonra mı indiği anlaşılmaz. Hicretten sonra inenler, Mekke'nin
fethinden
sonra Mekke'de inmiş bulunsalar bile Medenî sayıldığına göre hicretten
evvel
inmiş mânâsına Mekkî olmasını gerektirmez, Medenî de olabilir. Şu halde
bu sûre
Mekke'nin fethinden sonra orada inmiş ise, Katade'den rivayet edildiği
üzere
Medenî demek olur. Çoğunluğu,"Mekke'de inmiştir" demesi de Mekke
içinde inmiş olması mânâsıyla yorumlanabilir. Bu mânâ, bu sûrenin
kendinden
öncekine bir netice gibi olan mânâsına da pek yakışır ise de, Mekkî
olmakta
meşhur olan mânâ hicretten önce olmasıdır. Şu halde Resulullah
(s.a.v)'a bu
güvence daha o zaman verilmiş demektir.
EMİN,
"emanet" kökünden feil kalıbında fakat fail mânâsında yani emniyette
kılan, zulüm ve haksızlık yapmaktan uzak, kendisine bırakılan şeyi iyi
koruyan,
güvenilir demektir. Bu mânâda "amin" şeklinde ism-i fail (etken
ortac)i duyulmuş değildir deniliyor. (Kasas, 28/57) âyetinde olduğu
gibi
"amin" kelimesinin "emn" yerinde kullanılması "zu
emn" yani emniyetli meâlinde olarak nisbet mânâsında olduğu
söylenmiştir.
Çünkü ism-i fail (etken ortaç) olarak "amin" emniyeti olan, yani
korkusu olmayan, yahut emniyet eden veya emniyet ve korkusuzluk veya
emanet
veren demektir. Beldenin eminliği de, içinde bulunan kimseleri
güvenilir bir
adamın emaneti koruması gibi muhafaza eder, tecavüzden korur olmasıdır
ki bu
benzetme yoluyla verilmiş bir mânâdır veya emniyet ve korkusuzluk
mânâsına
gelen "emn" kökünde ism-i mef'ul (edilgen ortaç) olup me'mun, yani
korkulmaz, korkutulmaz, emniyet ve sükun içinde demektir. Beldenin bu
mânâca
emin olması da, içindeki halkın korkusuz ve tehlikesiz olması, yani
dert ve
sıkıntılardan korkulmaması mânâsına "isnad-ı mecazi"dir. Şu halde
emniyetli demek iki mânâyı da ifade edebilir. Mekke-i Mükerreme'nin
böyle emin
bir belde oluşu ise "Allah Ka'be'yi, o Beyt-i Haram'ı insanlar için bir
düzen vesilesi kıldı."(Mâide, 5/97) mânâsı gereğince Allah tarafından
insanların durumu için Beyt-i Haram yapılmış olan Ka'be-i Muazzama
makamına harem
olması ve ziraatsiz bir vadi olduğu halde Hz. İbrahim'in "Ey Rabbimiz!
Ben
soyumdan bazısını senin Ka'be'nin yanında ekin bitmez bir vadide
yerleştirdim.
Ey Rabbimiz! Namazı kılsınlar diye yaptım. Artık insanlardan bir
kısmının
kalplerini onlara meylettir. Onları ürünlerden rızıklandır. Umulur ki
şükrederler." (İbrahim, 14/37) duasına mazhar olarak "Biz onları
herşeyin ürünlerinin toplanacağı emin bir Harem'de yerleştirmedik
mi?"(Kasas, 28/57) ve "Onlar görmediler mi ki, çevrelerindeki insanlar
çarpılıyorlar iken biz Mekke'yi emin bir yer yaptık."(Ankebut, 29/67)
nimetleri kriterince emin bir harem bulunması ve Resul-i Ekrem (s.a.v)
Hazretleri'nin doğduğu ve peygamber olarak gönderildiği yer olması,
"Oysa
sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Mağfiret
diledikleri halde
Allah onlara azap edecek değildir."(Enfal, 8/33) ilâhî vaadi gereğince
halkının, hem Resulullah (s.a.v.) içlerinde bulunduğu müddetçe hem de
yüce
Allah'ın mağfiretini isteyerek istiğfar ettikleri sürece azap
olunmayacaklarına
dair garanti verilmiş bulunması nedeniyledir. Emniyet ise hayatın en
önemli
şartlarından olduğu için, Mekke'ye böyle "emin belde" adıyla yemin
edilmesi, bunun bu emniyet itibarıyla Tin, Zeytun ve Tur-i Sinin diye
işaret
edilen ve çekişme ve kavgadan uzak bulunmayan Arz-ı Mukaddes'teki
yerlerden
daha mukaddes ve dolayısıyla ilâhî ahit ve yeminde daha yüksek
bulunduğunu
anlatan ve bu şekilde bu yeminlerde maddi tattan manevi emniyet zevkine
doğru
yükselen bir ilerleme vardır ki, bu bize insan yaratılışı için yurt
emniyetinin
ömemini ve yurtların, beldelerin kıymeti, hakiki emniyeti ile uygun,
bunun da
din ile ilgili olduğunu anlatır. Bu nedenle "emin belde" vasfı
Mekke'yi göstermekle beraber diğer beldelerin de kıymetlerinin en çok
emniyet
ve sükun açısından ölçülmesi gerekeceğine işaret eder ki bu işaret
"Allah
bir
beldeyi misal yaptı ki, emniyet ve sükun içinde idi. Ona rızkı her
yerden bol
bol geliyordu. Derken, halkı Allah'ın nimetlerine nankörlük etti. Allah
da onlara,
yaptıkları sebebiyle açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun
onlara
içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Zulmederlerken azap
kendilerini yakalayıverdi. Artık Allah'ın size verdiği rızıklardan
helal ve hoş
olarak yeyin de Allah'ın nimetine şükredin. Eğer gerçekten ona ibadet
edecekseniz."(Nahl, 16/112-114) âyetlerinin mânâsıdır.
İşte
Tin, Zeytun,
Tur-i Sinin ve bu Emin Belde isimlerinin bilinen ahit mânâlarıyla
zihinlere
açık açık veya delalet yoluyla ifade ettiği bu mânâ ve kavramların
derecelerine
göre, sırasıyla önemleri yemin ile hatırlatıldıktan sonra bu yeminlere
cevap
olarak buyuruluyor ki:
4.
Gerçekten biz
insanı en güzel bir biçimde yarattık, yani insan cinsini maddi ve
manevi
olarak, doğrultmanın, kıvama koymanın, biçimlendirmenin en güzelinde,
en güzel
biçimde olarak yarattık. terkibi, "Kıvama koymanın en güzelinde olduğu
halde" mânâsında zarf-ı müstekarr olarak insanın yaratılırkenki halini
bildirmektedir.
TAKVİM,
eğriyi
doğrultmak, kıvama nizama koyma, kıymet biçmek, kıymetlendimek
mânâlarına
gelir. Sonundaki tenvin belirsizlik ve büyüklük için olarak "ahsen-i
takvim", herhangi bir biçimlendirmenin veya büyük bir biçimlendirmenin
en
güzeli demek olur. Bu ise her mânâsıyla biçimlendirmenin en güzel
biçimi demek
olacağından maddî manevî her türlü güzelliği kapsar. Belinin
doğrulmasından,
biçiminin güzelleşmesinden, kuvvet ve melekelerinin yükselmesinden
akıl, irfan
ve ahlâkıyla ilâhî güzelliğe ermesine kadar gider. Belinin
doğrulmasını, boy
posunun düzgün olmasını bütün bu mânâlardan kinaye olarak veya dıştan
içe
geçmek, yerden göğe yükselmek için bir başlangıç olarak düşünebiliriz.
Ebu
Hayyân der ki:
Nehai, Mücahid ve Katade, "şekil ve duygularının güzelliği" demişler,
boyunun doğruluğu da denilmiştir. Ebubekir b. Tahir, "akıl, idrak ve
iyiyi
kötüden ayırt etme gücü ile süslenmesi" demiş, İkrime de, "gençliği
ve kuvveti" demiş ise de en iyisi, her en güzel olanı içine alacak
şekilde
genelliğidir. Yani gerek boyunun posunun doğruluğu ile günden güne
artan
görünen şeklinin güzelliği ve gerek aklının, zihninin hak ve hayır
âyetlerini
ve hatırlatılan güzellik ve yücelikleri idrak edebilecek şekilde güzel
kabiliyeti ve gerek ilâhî ahlâk ve niteliklerle ahlaklanıp
nitelenebilecek
derecede gelişme ve olgunlaşmaya elverişli olan ahlâk güzelliği gibi
maddi ve
manevi her türlü güzelliği kapsar.
Gerek
fizikî ve
cismanî bakımdan, gerek ahlâk ve maneviyat itibariyle ruhani bakımdan
insan en
güzel bir kıvama erebilecek en güzel bir biçimde yaratılmıştır.
Gerçekten
insanın mahiyet ve aslına, insanlık âlemine derin ve araştırıcı bir
bakışla
bakan ve onun dışında ve içinde bulunan incelikleri düşünüp fikir
yürüten kimse
onu bazı ulu kişilerin dediği gibi görünen ve görünmeyen âlemlerin
aktıkları
yerlerin birleşme noktası, ifade ve istifade feleklerinin iki nuru olan
güneş
ve ayın doğduğu yeri, Hak Kalemi ile yaratılış kitabına yazılmış
enteresan
satırlardan oluşan metin ve ibareleri kapsayan ve onlardaki ilâhî
sırların ve
eşi benzeri olmayan güzelliklerin olmuş ve olacak mânâlarını açıklayan,
kısa
fakat birçok mânâları toplayan bir nüsha olarak görür ve Hz. Ali'nin
söylediği
bildirilen şu mânânın doğruluğundan haberdar olur:
"İlacın
sendedir de farkında olmazsın,
Derdin
de sendendir
fakat ki görmezsin,
Sanırsın
ki sen
sade küçük bir cisimsin
Oysa
sende dürülmüş
en büyük âlem."
Nakledildiğine
göre, Kadi Yahya b. Eksem ve bazı Hanefiler; karısına: "Sen aydan daha
güzel olmamış isen boşsun." diyen kimse karısını boşamış olmaz diye
fetva
vermişler ve bu âyeti delil göstererek bu hükme varmışlardır. Kuşku yok
ki bu
güzelliği yalnız o küçük cisimde, maddi şekil ve kıyafette arayan hata
etmiş
olur. Yüzler ne kadar yaldızlansa onda bir ay ışığı parıltısı olmaz,
fakat ay
ışığını gören göz, güzelliği ve aşkı sezen bir öz vardır ki güzellik
ondadır.
Sevgililerini parlak aydan, ışık saçan güneşten daha güzel olarak
niteleyip
anlatan şairlerin aşk macerasını inleyen hesaba gelmez şiirlerinde
parlayan
güzellik ve alımlılık cazibesi bile sade topraklara gömülmeye mahkum
maddi
görünüşün değil, gönüllerde kaynaşan ruhani bir tecellinin cilvesidir.
Güzellik
ve aşk dışa dikilen bir şekil değil, gönülde kaynayan bir mânâdır:
"Hayaliyle
tesellidir gönül meyl-i visal etmez
Gönülden
özge bir
yar olduğun aşık hayal etmez."
diyen
şair de bu
mânâyı terennüm etmek istemiştir.
Kısacası,
insanın
güzelliğinin en güzel biçimde olması, duygusuz olan şekil ve suretinde
değil,
duygusunda ve özellikle "güzellik" denilen mânâyı anlamasında ve o
duygudan güzellerin güzeli, en güzel yaratıcıyı ve onun mutlak
güzellikle en
güzel olan kemal sıfatlarını tanıyıp onun ahlâkıyla ahlâklanmış
olmasındadır.
İnsan yaratılışının kıvamı ve aday olduğu olgunlaşma budur. İnsan ilk
doğuşunda
bu olgunlukta olarak değil, fakat bu kıvama, bu olgunluğa, bu güzelliğe
doğru
ilerleme kabiliyeti verilmek mânâsına en güzel biçimde yaratılmıştır.
Yoksa
onda hiçbir fanilik lekesi, bir aşağılık hali bulunmazdı. Oysa böyle
olmadığı
görülüp duruyor. Fertlerin güzelliğinde mertebelerin bulunduğu ve her
ferdin
fanilikten, aşağılık âlemden, mutlak güzelliğe yaraşmayan lekelerden ve
ihtiyaçlardan başlangıçta bir hissesi, günah denilen ve günden güne
atılması
gereken bir derdi bulunduğu ve bu şekilde beden yükünü ata ata ruhların
temizliğe ve kurtuluşa gittiği ve böyle bazılarının yükselmesine
karşılık diğer
birçoklarının da hiçbir güzellik hissesi kalmayarak en alt tabakalara
kadar
yuvarlanıp durduğu görülüyor. Onun için buyuruluyor ki:
5. Sonra.
Bunda
açık olan zamanda gecikmedir. Bununla beraber rütbede olduğu da
düşünülebilir,
deniliyor. Buna göre bazı insanlar başlangıçta da en güzel biçimde
olmamış
olur. Bundan da "Allah'ın insana gücü yetmeyeceği şeyi yüklemesi"
konusunun tartışmaya açılması gerekir. Doğrusu "en güzel biçim"den
hiç hissesi olmayana insan ismini vermek doğru olmaz. Bir insan
denilince
elbette onda bir hissesi olmuştur. O halde gecikme rütbe ile ilgili
değil,
zamanla ilgilidir. Yani, bir zaman sonra onu, (o en güzel biçimde
yaratılan
insanı) aşağıların en aşağısına çevirip döndürdük. Yahut, "Sefillerin
en
sefili yaptık." Yahut "o güzel biçimden döndürüp de maddî ve manevî
olarak kötülenmiş en sefil bir halde cehenneme veya cehennemin en aşağı
tabakasına doğru ittik." Temizlik yerine eğrilik, güzellik yerine
çirkinlik, ilerleme yerine gerileme, sıhhat yerine zayıflık ve
hastalık,
gençlik yerine ihtiyarlık, akıl ve bilgi yerine bunaklık ve cahillik,
çalışma
ve gayret yerine tembellik, bolluk yerine darlık, güçlük yerine
zelillik,
lezzet yerine elem ile bunaklık dönemine, ondan hayata karşılık ölüme,
çürüyüp
kokmaya, ondan kıyamette dünyaya karşılık cehenneme veya cehennemin en
alt
tabakasına doğru kaktık, "Cehennemin en alt tabakasında" (Nisâ, 4/45)
olacak kadar geri çevrilmiş kıldık.
6. Ancak
iman edip
iyi ameller işleyen o en güzel biçime yaraşır, Allah'ın rızasına uyarak
ilerisi, ahireti için hayra yarar, meyve verir, güzel işler yapan
kimseler
hariç, bunlar öyle geri çevrilmez, o aşağılık çukuruna düşmez, görünüş
güzelliğini, maddi kıvamı kaybetseler bile ona karşılık kurtuluşa, en
güzel
olan mutlak güzelliğe, daha çok sevimliliğe, o iman ve amelin
meyvelerini
koparacak güzel sona doğru giderler. Çünkü onlar için öyle bir ecir
vardır ki
kesilmez, tükenmez veya başa kakılmaz, başa kakılmadan sonsuza kadar
devam
eder. O bedenler amel edemez olduğu, yokluğa gittiği halde de o ecir,
bir başa
kakma olmadan, sonsuza kadar sürer. Dolayısıyla onlar sefil olmak şöyle
dursun,
çalışma zahmetinden dahi kurtularak o en güzel biçimlendirmenin
olgunluk
zirvesine ermiş, en güzele ve onun ziyadesiyle Hakk'ın cemaline
kavuşmuş olur.
İşte o Tin ve Zeytun'un, o Tur-ı Sinin'in, o emin beldenin asıl
hatırlattığı
mânâ da budur. Yüce yaratıcının lütuf ve ihsanına ve emir ve hükmüne,
bu
cezalandırma ve ödüllendirme kanunu ile sorumluluğa inanıp gereğince
Allah için
güzel ameller işleyerek o en güzel biçimlendirmeyi olgunluk zirvesine
götürmeye
çalışanların kesilmez bir ecir ve mükafata ermeleri, bunların
dışındakilerin,
yani iman ile iyi ameli olmayanların da aşağıların aşağısına
yuvarlanmaları
önermesidir. İmanı olmayanların, her ne yapsalar o sefillik ve
aşağılığa
düşecekleri kesindir. Dinin bütün mânâsı da bu ceza ve sorumlulukta, bu
iman
ile Allah için iyi amel yapma kanununda özetlenir ki bu, kul tarafından
iman ve
itaat ile iyi amel işlemek; Allah tarafından da iyilik ve kötülük
yollarını
bildirerek iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük ile mükafat ve ceza verme
mânâsını
taşır. "Doğrusu Allah katında din ancak İslam'dır."(Âl-i İmran, 3/19)
buyurulan İslâm da bu iki özelliği içerir. Yani din, Allah ile en güzel
biçimde
yarattığı kullar arasında bir ilgi, bir bağlılık kanunudur ki, kullar
tarafından mânâsı, yaptığı işe göre karşılık alacağına inanıp iman ve
salih
amel ile esenliğe ermek; Allah tarafından mânâsı da iyiyi kötüyü,
güzeli
çirkini bildirip ona göre hüküm ve cezasını uygulayarak kötüleri
aşağıların
aşağısına iterken iman edip iyi işler yapanları adi âlemden yüce âlemde
esenliğe çıkarmak, kesilmez ecir ve mükafat ile ilâhî meclise, birlik
âlemine
almaktır. Onun için idi ki, önceki sûrenin sonuda, "Ancak Rabb'ine
yönel."(İnşirah,
94/8) buyurulmuş idi. İşte burada bu ecir ve ceza özetlenmiş, dinin
mânâsı da
bu ödül ve ceza kanununda toplanmış bulunduğu için netice olarak
buyuruluyor
ki:
7. O halde
artık
sana dini ne yalanlatabilir? Bu hakikat böyle iken, bu ödül ve ceza, o
en güzel
biçim ile yaratılma, sonra aşağıların aşağısına çevrilme ve iman edip
iyi amel
işlemeye tükenmez ecir bir taraftan görülen, akılla anlaşılan,
nakledilen bunca
şahit ve delil ile bilinmiş; bir taraftan da bu ilâhî vaad ve haber ile
vurgulanmış ve kesinleşmiş ve sırf maddi gözle bakıldığı zaman bile
çalışmayanların ücret alamadığı ve bedenlerin neticede çürüyüp kokarak
atıldığı
göz önünde dururken bundan sonra artık sana "din yalandır, o cezanın, o
ödülün aslı yoktur" diye yalan söyletecek ve dolayısıyla seni imandan
ve
iyi amelden alıkoyup o tükenmez ecirden yoksun edecek ve yalancılıkla,
dinsizlikle aşağıların aşağısına ittirecek ne gibi bir sebep olabilir?
Ey o en
güzel biçimde yaratılmış ve sonra aşağıların aşağısına çevrilme
tehlikesiyle
karşı karşıya bırakılmış olan insan! Yahut, ey Muhammed! Bu hakikat, bu
ecir ve
ceza böyle sabit ve dünyada bile görülüp dururken ve sende bu en güzel
biçimde
yaratılma ve iman gibi yüce ahlâk varken sana, "din hakkında yalan
söylüyorsun" diye seni yalancılıkla itham ettirecek ne gibi bir sebep
olabilir?
8. Allah,
hakimlerin hakimi, hükümdarların hükümdarı değil mi? Hakimler,
hükümdarlar
isyan edenlere ceza; itaat edenlere, iş görenlere ecir ve ödül verir
bir
"din" demek olan ceza ve sorumluluk kanunlarını uygularlar da,
onların hepsinin üzerinde hakim olan yüce Allah hükmünü yerine
getirmez, ceza
ve ödül vermez, dinini yürütmez olur mu? Elbette olmaz. Hiç kuşku yok
ki insanı
o en güzel biçim ile yaratan Allah, hakimlerin hakimidir. Onun dini her
dinden
üstün hak dindir. O dinini yürütecek, güzel ile çirkini, yalancıyı
doğruyu
ayıracak, iman edip samimiyet ve ihlasla güzel güzel ameller yapan
müminlere
mükafat verecek; kâfirleri, dinsizleri de aşağıların aşağısına
yuvarlıyacaktır.
O halde insan olan, dine yalan dememeli, cezayı inkâr etmemeli, insan
kuvvetli
olunca haklı olur, her yaptığı kalır, ceza görmez, ceza kanunu acizlere
özgüdür
sanmamalı; hakim, hükmünde kendi kuvvetine aldanıp da hak ve adaletten
ayrılmamalı, o hakimler hakiminin hüküm ve kudretinden korkmalı,
aşağıların
aşağısına yuvarlanmaktan sakınmalı, onun dinine girmeli, ona iman edip
Allah'ın
kullarına karşı adalet ve âlemin düzelmesine hizmet ile o tükenmez ecir
ve
mükafata ermelidir. Yoksa insanı o en güzel biçimde yaratan Allah'ı,
hakimlerin
hakimi değildir zanneden kendine yazık etmiş olur. Bu durumda bu âyet
kâfirlere
tehdit, müminlere müjdedir.
Tirmizî,
Ebu Davud
ve İbnü Merduye Ebu Hureyre (r.a.)'den Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle
dediğini
rivayet etmişlerdir: Her kim 'yi okuyup da "Allah hakimlerin hakimi
değil
midir?" âyetine geldiğinde "Evet, ben de ona şahitlerdenim."
desin buyurmuştur. Bazı rivayetlere göre de Resulullah (s.a.v) bu âyete
geldiği
vakit "Allah'ım sen noksan sıfatlardan uzaksın, evet." derdi.
Bu
sûrede insanın
yaratılışı ve dininin hakikatı bu şekilde tesbit edilip özetlenerek hem
evvelki
sûreler bir özete bağlanmış hem de bundan sonraki sûrelere bir hazırlık
yapılmıştır. Din yalan değil, hak; Allah da hakimlerin hakimi olunca,
"Oku, Rabb'inin ismiyle oku!" diye okutmaya başlamak ne kadar güzel
ve ne kadar yerindedir.
|
|