|
Elmalı Tefsiri
1-"Berâet"
bu
kelimenin asıl kök mânâsı, "Müfredat" ve
"Basair"de açıklandığına göre herhangi bir çirkin şeyden kurtulmak ve
uzaklaşmak demektir. Kadî Beydavî Bakara Sûresi'nde (âyet 54) âyetinin
tefsirinde der ki; bu terkibin aslı bir şeyin kendisinden olmayan
şeylerden arınıp saf hale gelmesi, halis olması mânâsınadır. "Hasta
hastalığından, borçlu borcundan beri oldu." denildiği zaman kurtulmak
anlamına söylenmiş olur. "Allah Âdem'i balçıktan berâe eyledi."
denildiği zaman saflaştırmak şeklinde inşa etmek anlamına kullanılmış
olur. Bu iki mânâ ile de kelime dilimizde kullanılmaktadır: Mesela
"Berâat-i zimmet asıldır." denildiği zaman, başından itibaren inşa
suretiyle olan hulus, yani halislik ve selamet mânâsı kastedilmiş olur.
Cezada suçtan berâet etmek de böyledir. Lâkin borçtan berâet yine aynı
anlama gelebildiği gibi, daha ziyade ibra veya arınma şeklinde olur ki,
bu da tafassi denilen kurtulma yoludur. Hukuk terimi olarak kelimenin
anlamı böyle olduğu gibi, bir de bundan alınarak kelimenin siyasette ve
özellikle diplomaside kullanılan mânâsı vardır ki, âyette asıl
gözetilmiş olan mânâ da budur. Nitekim Ebu Bekri Razi bunu açıklayarak
"Ahkam-ı Kur'ân"da der ki; "Berâet, dostluk antlaşmasının kesilmesi,
dokunulmazlığın kaldırılması ve sağlanmış olan eman (güvence)ın sona
erdirilmesidir". Fahreddin Razî de tefsirinde der ki; "Beraetin mânâsı
dokunulmazlığın kaldırılmasıdır". denilir ki, "Aramızda dokunulmazlık
kesildi, aramızda ilişki kalmadı." demektir. İşte burada berâet
herhangi bir çirkinlikten ve noksanlıktan salim olmak ve uzaklaşmak
demek olan aslî mânâsını korumakla birlikte bilhassa siyaset hukuku ve
milletler arası hukuk dilindeki ıstılahî anlamı geçerlidir: "Savaş
çıkmasını gerektiren bir ilişki kesme" demektir. İşte böylece sûrenin
ilk âyeti bir ültimatom ve ondan sonrası da bunun gerekçesi ve bu
gerekçenin herkese duyurulması ve açıklanmasıdır. Şöyle ki:
Bu bir
berâettir, yani bu öyle önemli ve kesin bir
ilişki
kesmedir, saldırmazlığın sona erdirilmesidir, öyle bir ültimatomdur ki,
Allah'tan ve Resulü'nden o antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere.
Görülüyor
ki, bu âyet, "falandan falana mektuptur"
denilmesi
gibi bir başlık üslubundadır. Fakat burada herhangi bir mektup veya
sıradan bir yazının değil, muntazam bir resmî tebliğin, özellikle
diplomasi edebiyatının üslubu, bir akit feshinin, bir ültimatom
başlığının bütün gerekli unsurlarını içeren gayet açık bir yazışmanın
örneği vardır. Bundan önce tebliğin mahiyeti, yani ne idüğü ortaya
konmuş, ikinci olarak gönderen ve gönderme aracı, üçüncü olarak kime
gönderildiği ve onların kimler olduğu, dördüncü olarak da ilgililer
tamamıyla belirtilerek gayet veciz ve aynı zamanda açık ve etkili bir
ifadeyle tarif edilmiş ve gösterilmiştir. Bununla kısaca şu
anlatılmıştır ki, bu tebliğin sebebi şirk ve müslümanlarla önceden
yapılmış olan antlaşmalardır. Demek oluyor ki, müslümanlarla önceden
yapılmış antlaşması olmayanlara, esasen böyle bir ilişki kesme
ihbarının yapılmasına lüzum yoktur. Ancak müslümanların ahitleşme
yapmış oldukları müşriklere karşı doğrudan doğruya antlaşmayı
bozmaksızın, işin başında antlaşmanın feshini ve ilişkisinin
kesildiğini bildirmeleri lazım gelmiştir. Çünkü aşağıda sebepleri
açıklanacağı üzere, Allah ve Resulü o ahitlerden beridirler. Bilindiği
gibi, muahade ahitleşmek demektir. Ahit ise mutlak anlamda akit ve
sözleşme demek ise de asıl mânâsı karşılıklı yemin ile yapılmış olan
akit demektir. En kuvvetli ve en geçerli yemin ise Allah'a yapılan
yemindir. Her müslümanın yapacağı yemin de böyle bir yemindir.
Müşrikler ise müşrik oldukları için onların gözünde Allah'a yapılan bir
yeminin hiçbir hükmü ve kıymeti yoktur. Bundan dolayı yaptıkları ahdin
hakkına Allah için riayet etmezler, inançları gereği olarak herhangi
bir şekilde ahitlerini bozmaktan kaçınmazlar. Ve böylesine menfaat
üzerine kurulu bir ahit de zaten hakiki ve samimi bir ahit olmaz.
Bununla beraber müslümanlar için, her kiminle olursa olsun bir ahit
yapılmış ise onu sonradan karşı tarafa haber vermeden bozmaya kalkışmak
zulüm ve hıyanet olur.
Bu
haksızlığı yapmak da müslümana haram kılınmıştır. Böyle bir ahitten
kurtulmak için üç yol vardır: Birincisi; ahit belli bir süreye bağlı
olarak yapılmış ise o sürenin dolmasını beklemektir.
İkincisi;
istenildiği zaman feshedilebileceği şartına
bağlı
olarak yapılmışsa, o şarta göre hareket etmektir.
Üçüncüsü;
"Her hangi bir kavimden bir hıyanet endişe
edersen,
hemen ahidlerini reddettiğini düpedüz kendilerine bildir." (Enfâl,
8/58) âyeti gereğince karşı taraftan bir hıyanet tehlikesi belirmesi
karşısında o sözleşmeyi yüzlerine çalmak (nebz) şekliyle yapılacak olan
fesihtir ki, bu suretle aldatıp baskın etkisi yapılmamış ve açıktan
açığa dürüstlük çerçevesinde davranılmış olacağından hıyanet edilmiş
olmaz .Ve bu şekilde bu berâet bir önceki sûrede, Enfâl Sûresi'nde
geçen "nebiz" emrinin ayrıntılı bir tatbikatı demektir ki, bu âyette
böyle bir başlık altında bu hususlar kısaca yer aldıktan sonra, bu
ültimatomun içeriği de şu âyette özetlenmiştir:
2- İmdi şu
andan
itibaren yeryüzünde dört ay daha
seyahat
ediniz, gezip dolaşınız.
"Seyahat", suyun akması
gibi, kolayına geldiği şekilde
yeryüzünde gezip dolaşmaktır, şehirlerden ve beldelerden uzaklara
varıncaya kadar istediği yere gitmek ve seyr ü sefer etmektir. Bu
suretle seyahat anlamı içinde serbestçe dolaşmak ve genişçe hareket
etmek mânâsı vardır. Sonra alışılmış şartların dışına çıkılacağından
seyahat sırasında yemek içmek konularında da bir nevi imsak ve perhiz
gerekeceğinden, bir bakıma oruçlunun seyahat edene benzetilmesi de onun
önemli bir hazırlığı icap ettirmesinden dolayıdır. Bu da geçim
sıkıntısı olmamaya ve refaha bağlı bulunur. Bunun için "seyahat ediniz"
sözünde "gidiniz veya seyr ü sefer ediniz" sözünden daha fazla bir
genişlik ve müsaade mânâsı ve daha ziyade hazırlıklı bulunmak ihtarı
vardır. Emir şeklinde yapılmış olan bu ihtar ve uyarıdan maksat,
mutlaka seyahata çıkınız şeklinde bir emir değildir. Bu mutlak anlamda
bir ibahadır ki, şöyle demek olur:
Ey bu haberin kendilerine
eriştiği ahit yapmış olan
müşrikler, birdenbire ve habersiz bir şekilde muâhedenizin feshiyle
haksızlığa uğratılacağınızı sanmayın, şu andan itibaren size dört ay
daha mühlet var. Bu süre içinde katil ve savaş gibi saldırılardan uzak
olarak, dilediğiniz gibi, geniş geniş hazırlanmakta serbestsiniz ve
hürsünüz. Ondan sonra ilişkilerimiz tamamen kesilmiş ve savaş durumu
başlamış olacağından bu müddet içinde kendi can ve mal güvenliğinizi
iyice düşününüz, her türlü ihtiyat tedbirini alınız, harp hazırlıkları
yapmak, savunmaya hazırlanmak, kaçacak veya sığınacak bir yer bulmak
gibi kendiniz için uygun görüp arzu edeceğiniz hususların yerine
getirilmesi konularında gerek İslâm diyarında, gerek yeryüzünün başka
bölgelerinde bir seyyah durumunda dilediğiniz gibi iyice hazırlanınız.
Bu suretle âyetten maksadın
böylesine bir serbestliği
bildirmek ve uyarıda bulunmak olduğu halde, bunun "dört ay daha seyahat
edebilirsiniz" şeklinde bildirilmeyip de "seyahat ediniz" şeklinde bir
emir kipiyle açıklanması iki nükteyi içine alır:
Birisi, bu seyahat ve
hazırlığın onlardan istenen bir
şey
gibi olduğuna işarettir.
İkincisi; her ne yaparlarsa
yapsınlar, her nereye
giderlerse
gitsinler, Allah'ın hükmüne mahkum bulunduklarını ifade etmektir. Hatta
çok önemli olan bu husus ayrıca ve açıkça ortaya konularak buyuruluyor
ki:
Dört ay daha seyahat ediniz
ve bununla beraber şunu da
biliniz ki, siz öyle seyahat ve hazırlıklarla Allah'ı aciz bırakacak
değilsiniz. O'ndan kaçıp kurtulacak değilsiniz. Ve şurası kesindir ki,
Allah kâfirleri hor ve hakir bir hale getirecek ve perişan edecektir.
Bundan sonra eski itibarlı
halinizi sürdürmenize imkân
yoktur. Ya küfürden ve şirkten vazgeçip Allah'ın emrine boyun eğer,
teslim olursunuz, ya da dünya ve ahirette perişan olursunuz.
Bu dört ayın Şevval'dan
itibaren Muharrem sonuna kadar
olan
dört ay olduğu hakkında Zührî'den bir kavil varsa da, diğer tefsir
âlimleri, bu tebliğin yapıldığı Zilhicce'nin onuncu gününden itibaren
Rebîu'l-âhir'in onuna kadar geçen dört aylık süre olduğunu
söylemişlerdir ki, doğrusu da budur. Zira Cessas'ın da hatırlattığı ve
üzerinde durduğu şekilde raviler, bu sûrenin, Hz. Ebu Bekir'in hac
emiri olarak Medine'den hareketinden sonra nazil olduğu konusunda
ihtilaf etmemişlerdir. Şu da var ki, o sene henüz müşriklerin âdeti
olan "nesî' " kalkmamış olduğundan Zilhicce'nin onu sayılan hac günü,
gerçekte Zilka'de'nin onu demek olduğu için söz konusu dört ayın sonu
da Rebîu'l-evvel ayının onuncu günü demek olduğu da, Ebu Hayyan'ın
nakline göre Mücahid gibi bazı müfessirler tarafından zikredilmiştir.
Şu halde Muharrem sonu sadece önceden antlaşması olmayan müşrikler
hesabına göz önünde bulundurulmuş olabilir. Bunun da başlangıç
tarihinin Şevval'in başından değil, yine âyetin ilan günü olan
Zilhicce'nin onundan itibaren hesap edilmesi gerekir. Nitekim İbnü
Abbas'dan böyle rivayet de bulunmaktadır.
3- Velhasıl
bu,
öylesine kesin bir berâettir ki, Hacc-ı
ekber
günü, Allah ve Resulü tarafından bütün insanlara bir ezan, bir
duyurudur, yani mümin veya mümin olmayan, ahit yapmış ve yapmamış olan
herkese bir ezan, her sınıf insanın kulağına sokulacak olan ve aşağıda
bildirildiği şekilde bir ilan, bir ilamdır: ki Allah müşriklerden
kesinlikle beridir, Resulü de, aynı şekilde müşriklerden beridir. Ve
bunun içindir ki, Allah Resulü, bu sene müşriklerin de bulunabileceği
hacda bulunmamıştır.
Burada o seneki haccın
"ekber" diye vasıflandırılmasında
bir
kaç mânâ vardır.
1- Umreye "hacc-ı asgar"
yani "küçük hac" denildiğinden
ona
göre asıl hac da büyük hac, yani "hacc-ı ekber" olmuş olur. Hudeybiye
antlaşmasından sonra hicretin yedinci senesinde kaza Umresi yapılmış
idi. (Bakara Sûresi'nde "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın."
(Bakara 2/196) âyetinin tefsirine bakınız). Bu şekilde o gün "hacc-ı
asgar" olmuş idi. Hicretin sekizinci senesinde Mekke fethi gerçekleşmiş
ve İslâm'da ilk hac işte bu dokuzuncu sene başlamış idi. Şu halde bu
mânâ ile bundan böyle "hacc-ı ekber" her sene yapılacak demektir. Çünkü
bu anlamda "hacc-ı ekber" demek, asıl anlamıyla hac günü demektir.
2- Bir hac işini meydana
getiren fiil ve hareketlerin en
büyük kısmı, en esaslı menasiki demek olur ki, bu da her sene yapılan
her hacda mevcuttur. Buradaki büyüklük, bir haccın diğer haclara veya
diğer ibadetlere nisbetle büyüklüğü değil, aynı haccın kendi rükünleri
arasındaki nisbet bakımındadır. Gerçi bu "zikr-i cüz irade-i kül" gibi
bir mecazdır. Fakat bu mânânın âyetteki büyük hac gününü tayin
bakımından özel bir değeri ve anlamı vardır.
3- Müslümanlarla
müşriklerin toplandığı pek büyük bir
topluluk ve İslâm diyarında ilk ve son kere olarak yapılan ve bu
berâeti ilan etmekle fevkalade önem kazanan muhteşem ve azametli hac
demek olur ki, bu ifadede, işte bu dokuzuncu senede ve Ebu Bekir'in
emirliğinde yapılan haccı, mutlak anlamda ekber özelliğiyle tanıtmaya
yönelik bir tahsis vardır. Yani bu suretle ve bu özellikte bir hac, ne
bundan evvel olmuş, ne de olacaktır. Fakat haccın bu mânâ ile büyüklüğü
biraz izaha muhtaç görülmüştür.
4- İslâm'ın şanını ve
izzetini, şirkin de düşüklüğünü
açıklayan hac demektir ki, bu mânâ o seneki hacca uygun düştüğü gibi,
ertesi sene Hz. Peygamber'in yaptığı veda haccına da öncelikle uygun
düşmektedir. Zira bu ilan ve beraetin asıl hükmü o zaman yerine
getirilmiş ve "Bu gün size dininizi kemale erdirdim." (Mâide 5/3)
âyetinin nüzulü ile İslâm'ın kemaliyle ilgili tecelli asıl o gün
meydana gelmiş ve "Hac menasikini benden alıp öğrenin." hadisi şerifi
uyarınca İslâmi anlamda hac asıl veda haccında gerçekleşmiştir.
Gerçekten de ilk olarak Hz.
Ebu Bekir'in emirliğinde
yapılan
birinci hac, yukarıda açıklanan bazı özellikleriyle o zamana kadar
görülmemiş bir hac ise de yine de büyüklüğü bir bakıma izafi bir
büyüklük sayılır. Çünkü Hz. Peygamber'in bilfiil bulunmaması ve
müşriklerin katılmış olması, çıplak tavaf ve "nesî" gibi bazı müşrik
âdetlerinin henüz ortadan kaldırılmamış olması dolayısıyla "berâe"nin
tam anlamıyla gerçekleşememesinden dolayı o hac birtakım noksanlıklar
içermekteydi. Ve bütün bunlardan dolayı o haccın bütün değeri, ertesi
sene yapılacak olan Hz. Peygamber'in de bulunduğu hacca bir başlangıç
olmasındaydı. Hiç şüphe yok ki, bu saydığımız sebeplerden dolayı mutlak
mânâda ekber olan hac, Hz. Peygamber'in haccıdır. Ve "İşte büyük hac
günü budur" hadisi şerifi de bunda zahirdir. Bununla beraber âyetin
yalnızca Peygamber'in haccına tahsisi de apaçık değildir. Zira veda
haccında bu ilanın kendisi değil, hükmünün gerçekleşmiş olması söz
konusudur. Âyette bahsedilen şey ise ilanın kendisidir. Bunun için
"Taberi Tefsiri", İbnü Sîrin'in "Yevmu'l-haccıl-ekberden muradın,
Resulullah'ın bulunduğu ve kendisiyle birlikte ümmetinden de
birçoklarının katıldığı veda haccıdır." dediğini naklettikten sonra,
demiştir ki; bu mânâ âyetteki "ezan" hükmünün gerçekleştiği büyük hac
günüdür ki, o da Hz. Peygamber"in hac yaptığı senedir". Bu da dolaylı
ve kapalı bir istidlale muhtaçtır.
Şu halde âyetteki "hacc-ı
ekber" tabiri, yalnızca Ebu
Bekir'in haccına münhasır olmayıp, Hz. Peygamber'in haccına da
öncelikle delalet etmekte ise de bunu burada yalnızca Resul'ün haccına
tahsis etmek de doğru değildir.
Şu halde gelelim "gün"
meselesine: Yevm, gün demek
olduğu
gibi, genel olarak "vakit" mânâsına gelebilir. Buna göre "Hac günü",
hac vakti, hac zamanı anlamına gelebilirse de âyetin zahirine göre,
bunun hac zamanından bir gün olmasıdır. Üstelik öyle bir gün ki, dört
aylık yasağın başlangıcını belirleyen bir gün olabilsin. Halbuki
yukarıda verilen birinci, üçüncü ve dördüncü mânâlara göre, "hacc-ı
ekber günü" demek, hacc-ı ekber vakti demekten fazla birşey ifade
etmez. Bu ise seneye ve aya ihtimali olsa da çok çok Arefe gününden
başlayarak Mina günlerinin sonuna kadar olan hac günlerinin içine alır.
Nitekim bazı müfessirler bu görüşteler. İbnü Atıyye, tefsirinde
demiştir ki, hadislerden anlaşıldığına göre Hz. Ali, bu âyetleri Arefe
günü Hz. Ebu Bekir'in hac hutbesinden hemen sonra okumuş, fakat
insanların hepsinin işitmediğini görmüş, bir kere de Bayram günü
Mina'da okumuştur. Hatta Hz. Ebu Bekir, o gün Ebu Hureyre ve daha
başkalarını Hz. Ali'ye yardımcı olmaları için görevlendirmiş, bunlar da
Zülmecaz v.s. Arap çarşılarında bu işi takip etmişlerdir. Buna göre,
Süfyan b. Uyeyne'nin de dediği gibi, bu günün hac günlerinin bütününe
şâmil olması açıklık kazanıyor. Mücahid'in de hacc-ı ekber günü, bütün
Mina günleridir, müşriklerin Zülmecaz, Ukaz ve Mecenne'de bulundukları
sırada içlerinde "Bu seneden sonra müşrikler müslümanlarla birlikte hac
yapamayacaklardır!" diye nida ettirilinceye kadar olan toplantı
zamanlarıdır, dediği naklediliyor.
Gerçekten de Ebu Hüreyre
(r.a.)nin kendisinden de
rivayet
edilmiştir ki; "Resulullah (s.a.v.) Ali'yi, Berâe Sûresi ile müşriklere
gönderdiği zaman ben de Ali ile beraberdim. Ben de nida ediyordum,
hatta sesim kısıldı ve şöyle söylemekle emrolunmuştuk: Bu seneden sonra
bir müşrik haccetmeyecek ve Beyti üryan (çırılçıplak) tavaf etmeyecek,
Cennete ancak mümin olan girecek. Her kimin Resulullah ile arasında bir
ahit varsa onun da dört aylık süresi vardır. Dört ay geçtikten sonra
Allah, müşriklerden uzaktır, Resulü de." demiştir. Fakat bu arada söz
konusu dört aya başlangıç teşkil edecek belli bir günün de belirlenmesi
lazım gelir ki, "Büyük hac günü" deyiminden açıkça ortaya çıkacak
mânânın sözkonusu hac günlerinden bir teki olması gerekir. Bundan
dolayıdır ki, bütün müfessirler bunu genel anlamda "hac günleri"
şeklinde değil de, hac günlerinden belli bir gün olarak
göstermişlerdir. Bu da ancak "hacc-ı ekber" deyiminin ikinci mânâsını
gözetmekle mümkündür. Böylece bu gün "hacc-ı ekber"in en büyük bir günü
demek olacaktır. Bu da ya Arefe günü veya bayramın birinci günü
olabilecektir. "Hac Arefedir." hadisi şerifine bakınca bu gün Arefe
günü olarak görülür. Ve bu hadisi şerife göre, bazıları bunun Arefe
günü olduğuna kail olmuşlardır ki, nakledildiğine göre Hz. Ömer,
Abdullah b. Zübeyr, Ebu Cuhayfe, Tâvus, Ata, Abdullah b. Müseyyeb
bunlar arasındadır. Lâkin Bakara Sûresi'nde de ( âyet, 197-203) izah
olunduğu gibi, "Hac Arefedir." buyurulması, Arafat vakfesine
yetişemeyenin hacca yetişememiş olması bakımındandır. Bu ise haccın en
büyük kısmının Arefe olmasını gerektirmez, çünkü yalnızca Arefe'yle hac
tamamlanmış olmaz. Hac ancak bayram günü tamam olabilir. Tavaf, kurban,
remy-i cimar (şeytan taşlama) ve halk (traş olma) gibi hacla ilgili
görevler ancak bayram günü tamamlanabilir. Gerçekten de Peygamber
Efendimiz, veda haccında bayramın birinci günü cemrelerin yanında durup
"İşte hacc-i ekber budur." buyurduğu da rivayet edilmişti. Bu sebeple
müfessirlerin çoğu hacc-ı ekber gününün Bayram'ın birinci günü olduğuna
kâil olmuşlardır. Ebu Musa el-Eş'arî, İbnü Ebi Evfa, Muğıyre İbnü
Şu'be, İbnü Cübeyr, İkrime, Şa'bî, Zührî, İbnü Zeyd ve Süddî
bunlardandır.
Sonuç olarak denilebilir
ki, sûrenin başı müşriklere
karşı
önceden yapılmış antlaşmaların feshiyle mutlak olarak berâetin ortaya
çıkmasını ve bunun suret ve hükmünü haber vererek ve ilan ederek,
gereğinin yerine getirilmesini önemle belirtmektedir. Ve iş bu de
herkese ilan ve ilamın lüzumunu ihbar ve tarihini tesbit eden,
tahakkukunu te'kid ve aşağıda geleceği üzere sebep ve sonuçlarını
açıklayan bir beyannamedir. Baştaki berâet "o kimselere" diye henüz
ulaşmak üzere bulunan mutlak anlamda bir berâattir. Bu ikinci ise ise
diye ile sılalanmış, bilfiil gerçekleşmeye başlamış olan berâettir. Ve
her ikisinde de berâetin müteallakı (ilgi alanı) müşrikler, ilanın
müteallakı ise gerek kâfir, gerek mümin bütün insanlardır. Yukarıda
geçen çeşitli rivayetlerden anlaşıldığı üzere, Hz. Ali bunu ilana memur
edilmiş, Arafattan itibaren Mina günlerinin nihayetine, yani kurban
bayramının üçüncü gününe kadar o sene hac vaktinde bu ilan yapılmış ve
bu arada dört aylık sürenin başlangıcına bayram günü başlangıç
olmuştur. Bu özellikleriyle sûrenin başı veciz ve açık bir "nebz", bir
ilişki kesme ültimatomu olmuş, bu ikinci âyetten itibaren de bütün
esbab-ı mucibesiyle ve açıkça bir savaş ilanı beyannamesini ihtiva
etmektedir. Şöyle ki:
Ey insanlar, hepiniz
bilmiş olasınız ki, Allah,
müşriklerden
uzaktır. Resulü de. Bununla beraber tevbe ederseniz bu sizin için
hayırlıdır. Yok eğer yüz çevirirseniz, tevbeden vazgeçerseniz veya
İslâm'dan veya verdiğiniz sözü tutmaktan yüz çevirirseniz ve yola
gelmezseniz, iyi biliniz ki, siz Allah'ı aciz bırakamazsınız. Onun
azabından kaçıp kurtulamazsınız. Ve ey Muhammed, o kâfirleri elîm bir
azab ile müjdele.
4- Ahdini
bozanlara aşağıda bildirildiği şekilde dört
aydan
fazla mühlet tanıma, ancak o müşrikler içinde kendileriyle antlaşma
yapmış olduklarınız, üstelik size hiçbir şeyi eksik bırakmayanlar, yani
antlaşma şartlarından hiçbirine riayetsizlik etmeyenler, size doğrudan
doğruya hiçbir zarar vermedikleri gibi, size karşı olan hiçbir kimseye
de arka çıkmayanlar (Nitekim Hz. Peygamber ile yaptıkları antlaşma
şartlarına riayet eden Beni Huzaa'ya saldıran Beni Bekr gibi ki,
bunlara Kureyş müşrikleri silah yardımı yapmışlardı), işte böyle
dolaylı yollardan bile zarar vermeyenlere, işte böylelerine antlaşmada
belirlenen müddetin dolmasına kadar süre tanıyın. Yani bunları o
antlaşmaya uymayanlarla karıştırmayın ve bir tutmayın. Öbürleri gibi,
bunlara da dört aylık süre bitince hemen savaş açmaya kalkışmayın.
Bunlara onlar gibi muamele etmeyin. Antlaşma şartlarında belirlenen
süre doluncaya kadar bekleyin, o sürenin tamamı tamamına bitmesini
gözetin ve siz de antlaşma şartlarına uyun. Çünkü Allah, müttakileri
muhakkak sever. Sözleşme şartlarına uymak da takvadandır. İsterse karşı
taraf müşrik olsun, onlar arasında bile ahdine riayet eden vefalı
kimselerle etmeyen gaddarları eşit tutmak takvaya aykırıdır.
Rivayet olunduğuna göre,
Resulullah ile müşrikler
arasında
"Kâ'be'yi tavaftan kimseyi engellememek ve Mekke şehrinde kimse tehdit
edilmemek ve korkutulmamak" üzere bir genel sözleşme, ayrıca Huzaa,
Müdlic v.s. Arap kabileleri ile o kabilelerin özelliklerine göre
yapılmış olan ve belli süreleri içeren ikili sözleşmeler vardı. Ne
zaman ki, Hz. Peygamber Tebük Seferi'ne çıktı, o zaman savaşa
katılmayıp Medine'de kalan münafıklar, etrafa çeşitli yalan haberler
yaymaya başladılar. Bunun üzerine de müşrikler ahitlerini bozmaya
başladılar. Öyle ki Hz. Peygamber'in Tebük'ten döndüğünde onların
birçoğu ahitlerini bozmuş bulunuyorlardı. Bunun üzerine yukarıda da
anlatıldığı şekilde bu sûre nazil olmuş, ahitleri yüzlerine fırlatılıp
atılmış ve "nebz" edilmiş oldu. Ancak Beni Damra ve Beni Kinâne gibi
pek az kabile ahitlerini bozmamış idi. İşte genel bir "nebz"den sonra
bu âyette özel ve ikili antlaşmalara temas edilerek ahitlerine riayet
etmiş olan bu gibi kimselere, antlaşmaların özelliğine göre o
antlaşmalarda belirtilen sürenin sonuna kadar süre tanınması, istisnai
bir durum olarak bildirilmektedir. Onlar bir noksan iş yapmadıkça
antlaşmada belirlenen sürenin sonuna kadar onlara mühlet tanınması
emrolunmaktadır. Yukarıda geçtiği üzere, Hz. Ali tarafından dördüncü
madde olarak ilan edilen ve "Her ahit sahibine ahdi itmam olunacaktır."
fıkrası da bunu içermekteydi.
Yine
denilmiştir ki, en fazla süresi bulunan antlaşma da
Beni
Kinane'nin bir oymağı ile yapılmış olan bir antlaşmaydı, onun da dokuz
aylık süresi kalmıştı. O da tamamlandı. Demek ki, bu ilandan dokuz ay
sonra Arap Yarımadası'nda ahit sahibi hiçbir müşrik kalmamış oluyordu.
5-Bütün
bunlar
bilindikten sonra şimdi şu haram aylar
sıyrılınca, geçip gidince ki bu aylar "Onlardan dört tanesi haram
aylardır." (Tevbe 9/36) dört aydır. "Sana haram aylarda savaş yapmayı
sorarlar..." (Bakara 2/217) âyeti uyarınca normal senelerde geçerli
olan haram aylar ki, Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve bir de Recep diye
bilinen aylar olmayıp, âyetinde söz konusu olan ve Kurban Bayramı'ndan
sonrasını içine alan dört aylık süredir. Bunun ilk elli günü bilinen
haram aylar kapsamına giriyor ise de geriye kalan yetmiş günü bunun
dışındadır. Fakat bu ilana göre, söz konusu günler de tıpkı haram aylar
gibidir. Bu arada şu da anlatılmış oluyor ki, sözleşmeyi içeren
herhangi bir ay da tıpkı haram aylardan olur. Yani tanınan dört aylık
süre içinde saldırı veya savaş yasaktır, ahitlerine riayet edenlerin
müddetleri bitinceye kadar da durum yine böyledir. Fakat bu haram aylar
çıkınca, yani tanınan dört aylık süre dolunca, artık o müşrikleri
nerede bulursanız katlediniz, öldürünüz. Yani dört aydan sonra artık
onlarla aranızda savaş durumu başlamıştır. Şu halde onların
saldırılarını beklemeksizin hemen onlara savaş açınız, haram ve helâl
farkı gözetmeden onları nerede bulursanız ve nasıl öldürebilirseniz
öylece öldürünüz. Bununla beraber sünnette müsle yapmaktan, yani burun
ve kulak gibi organları kesmekten ve bir kimseyi durdurup, elini kolunu
bağlayarak ok ve benzeri aletlerle yavaş yavaş ve işkence ile
öldürmekten menedilmiştir. Bundan başka Hz. Peygamber buyurmuştur ki,
"Öldürme yönünden insanların en iffetlisi iman ehlidir." Ve yine
"Öldürdüğünüz vakit güzellikle öldürün." diye buyurmuştur. İşin böyle
olması gerektiğini şu âyetler de ima yollu anlatır: Ve onları tutunuz,
yakalayıp esir ediniz. Demek oluyor ki, tutup esir almak mümkün iken
hemen öldürmeye kalkmamalıdır ve onları hasrediniz, bulundukları yerden
çıkıp serbestçe dolaşmalarına, şuraya buraya gitmelerine izin
vermeyiniz, onlar için her mersada oturunuz yani kaçırmamak, geçirmemek
için evine, işine veya ticaret için sefere gidecek her geçidi tutup
onları göz altında bulundurunuz. Artık tevbe ederlerse, yani şirkten
vazgeçip imana gelirlerse Namazı kılıp zekatı verirlerse, yani namaz ve
zekatı kabul ederek müslüman olurlarsa hemen yollarını açınız, koymuş
olduğunuz engelleri kaldırınız, yukarıda söz konusu edilenlerden
hiçbirini yapmayınız, onları kendi hallerine bırakınız. Çünkü Allah
gafurdur, rahîmdir. İmana girmelerinden dolayı, daha önce yapmış
oldukları şeyleri, şirk, küfür ve haksızlıkları bağışlar, üstelik iman
ve taatlerine ecir ve sevap da verir. Demek ki, o müşriklere ya ölüm ve
esaret veya İslâm'a girmekten başka birşey bırakılmamıştır. İleride de
geleceği üzere, onlardan, ehl-i kitapta olduğu gibi, cizye dahi kabul
edilmeyecektir. Hasan Basri rivayet etmiştir ki; esirlerden biri, Hz.
Peygamber'e işittirecek şekilde "Allah'a tevbe ederim, Muhammed'e tevbe
etmem." diye üç kere bağırmış, Peygamber Efendimiz de "Bırakınız, hakkı
ehline tanıdı." buyurmuştur.
6-Bu
noktada
tevbe ile ilgili olarak savaşta karşı
tarafa,
harbîye tanınacak eman meselesine de dikkat çekilerek buyuruluyor ki;
Ve eğer müşriklerden biri sana isticare ederse, yani söz konusu süre
sona erdikten sonra bile sana sığınırsa, senden eman isterse, senin
kendisine eman verip car olmanı, saldırıdan himaye etmeni talep ederse
sen de ona eman ver, ta ki, Allah kelâmını dinlesin. Kur'ân'ı ve
gerçeğin delillerini dinlesin, davet ettiğin dinin hakikat ve
hakkaniyetine muttali olmak imkânını elde etsin. Zira o dili bilenler
için yalnızca işitmek hakikatı anlamaya kafi gelebilir.
Rivayet olunuyor ki, Hz.
Ali'ye müşriklerden bir adam
geldi,
"Bu süre bittikten sonra şayet bizden bir kimse Allah'ın kelâmını
dinlemek için veya başka bir ihtiyaç için Muhammed'e gelecek olsa hemen
öldürülecek midir?" dedi. O da "Hayır, çünkü Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor." dedi ve âyetini okudu. Hz. Ali'nin bu sözü zahiren âyete
aykırı gibi görünür. Zira âyette hacet zikredilmemiş, yalnızca
"Allah'ın kelâmını dinleyebilsin" diye buyurulmuştur. Bunun için
denilmiştir ki, ihtiyaçtan maksat, herhangi bir dünya haceti değil
dinle ilgili bir ihtiyaçtır. Zira Peygamber Efendimiz'e gelecek olan
kimse dinle ilgili bir ihtiyaç için gelir. Allah kelâmıyla ilgili olan
her türlü iş, mesela inanç problemleriyle ilgili sorabileceği her türlü
soru ve alacağı cevaplar, onlara ait deliller genel olarak Allah
kelâmını dilemiş olmak gibidir. Fakat dikkat olunursa, âyette aksine
yasak getiren bir ifade ve ima yoktur. Öyleyse haceti böyle sınırlamaya
da lüzum yoktur. Zira âyette isticare mutlak anlamda eman dilemek
şeklindedir. "Tâ ki, Allah kelâmını dinleyebilsin." kaydı "eman"a
değil, "fe ecirhu"ya müteallaktır. Bu ise şu demektir ki, eman dileyen
hangi maksat ve hacetten dolayı dilerse dilesin, eman veren onun Allah
kelâmını dinleme imkânına kavuşacağını, bu dinlemedeki hikmeti ve
faydayı gözeterek eman vermelidir. Şu halde dinleme isteyeni bu gaye
ile, yani bir dini hacet ve talep ile eman dilerse ona eman vermek
vacip olur. Fakat mutlak surette veya bir dünya ihtiyacından dolayı
eman dilerse ona mutlaka eman vermek vacip olmaz. Yerine göre, caiz de
olabilir, hatta reddi de vacip olabilir. Şu halde bu âyetten başlıca şu
sonuçlar çıkarılabilir:
1. Bazı âlimler demişlerdir
ki; bir kâfir, itikat etmek
için
bizden iman ve tevhidin ve Hz. Peygamber'in nübüvvetinin delillerini ve
gerekçelerini öğrenme talebinde bulunursa, yani bu konuda ikna olmak
isterse, Allah'ın birliğini ve Hz. Peygamber'in gerçek peygamber
olduğunu anlatmak ve bu konudaki belge ve delileri ortaya koymak
üzerimize vacip olur. Ve bir harbî, böyle bir talepte bulunduğu zaman
bu delilleri açıklayıp belgeleri ortaya koymadan onu öldürmeye
kalkışmak caiz olmaz. Zira Allah Teâlâ yukarıda açıklanan bunca ilandan
ve sürenin sona ermesinden sonra bile "ta ki, Allah kelâmını
işitebilsinler" diyerek onlara eman verilmesini emir buyurmuştur. Bu
emir şuna delalet eder ki, her kim bizden işiyle ilgili bir şeyin
tarifini talep eder ve bu konuda yardım dilerse ona o istediği şeyi
öğretmek üzerimize vacip olur.
2. Fıkıh âlimleri
demişlerdir ki, bir harbî, dâr-ı
İslâm'a
dahil oluverirse kendisi de, malı da ganimet olur. Ancak İslâm'a girmek
niyetiyle Allah kelâmını işitmek gibi bir şer'î maksat veya ticaret
için eman dileyerek ve eman alarak girerse, hatta bir sabinin veya bir
mecnunun verdiği eman ile dahi girerse, bunların verdiği emanın birer
şüpheli eman olmasına rağmen o harbînin saldırıdan korunması vacip
olur. Herhangi biri, İslâm diyarına bir elçilik görevi ile giderse
elçilik bizatihi emandır. Birisi dar-ı İslâm'daki bir malını almak için
girer ve o malın da emanı bulunursa, o malın emanı, aynı zamanda
sahibinin de emanı olur.
Hasılı öyle, o maksatla
eman ver, sonra da onu güvenlik
içinde güvenli yerine ilet. Allah kelâmını dinledikten sonra iman
etmezse bile canı ve malı saldırıdan korunmuş olarak onu güvenli olduğu
mahalline kadar, yani vatanına kadar ilet.
Binaenaleyh dinleyicinin
uzun süre İslâm diyarında
tutulup
bekletilmesi de caiz değildir. İşte bu, yani bu eman ve iblağ emri
şundan dolayıdır ki, bunlar gerçekten bir şey bilmez bir kavimdirler.
İman ve İslâm'ın hakikatını ve ahkamını bilmezler ve hatta bu Arap
müşrikleri her hususta cahil bir kavimdir. Şu halde eman lazımdır ki,
hakkı duysunlar da hiçbir mazaretleri kalmasın.
Bu esaslar anlaşıldıktan
sonra berâenin hikmet ve
sebeplerine
gelelim:
Bu ilan
üzerine antlaşma yapmış olanlara karşı bu
şekilde bir
berâet ilanı ve ilişki kesme, bir ahde vefasızlık ve şu halde bir
haksızlık, bir saldırı demek olmaz mı, gibi bir şüphe söz konusu
değildir. Çünkü:
7-
O müşrikler
(yani ahitlerine riayet etmeyen
müşrikler)
için Allah katında ve Resulü katında bir ahit nasıl bulunur ki? Böyle
doğruluktan sapan kimselerin gerçekte ahdi mi kalır? Ancak Mescid-i
Haram yanında kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız müstesnadır.
Yani söz konusu müşrikler içinde henüz sözünde duranlar ve ahde vefa
gösterenler olabilir. Onun için yukarıda da istisna edilmiş, haklarında
"Onların süresini, sözleşmedeki sürenin bitimine kadar itmam et."
buyurulmuştur. İşte bundan dolayı bunlar size doğru dürüst
davrandıkları müddetçe siz de onlara karşı dürüst olun. Yani yukarıdaki
istisna ve sözleşme süresinin sonuna kadar bekleme emri de mutlak
değil, bu şarta bağlı olarak geçerlidir. Şayet diğerlerinin yaptıkları
gibi, bunlarda sürenin dolmasını beklemeden ahitlerini bozarlarsa
bunların da ahdi kalmaz. Yok eğer sürenin sonuna kadar uslu dururlarsa
sizin de sonuna kadar sözünüzde durmanız gerekir. Çünkü Allah, muhakkak
ki, muttakileri sever.
Görülüyor ki, bu âyetin
fâsılası ile yukarıdaki istisna
âyetinin fâsılası aynıdır. Böylece âyetler birbirine tercii bend ile
bağlanmış gibidir. Bu bağlantı ile o âyette söz konusu edilen
kimselerin bu âyette söz konusu edilenlerle aynı kimseler olduğu
gösterilmiştir. Zira önceki istisna her zamanda, her devirde meydana
gelebilecek olaylarla ilgili genel ve küllî bir kavram üzerinedir. Bu
istisna da o âyetin asıl nüzul sebebi olanlara uygulanmasıdır.
Acaba Mescid-i Haram
yanında antlaşma yapan bu insanlar
kimlerdi? Kureyş veya Huzaa denilmiş ise de buradaki ıtlak (genel
manada kullanılması) ile onun doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zira
Kureyş de, Huzaa da bu sûrenin nüzulünden bir sene önce Mekke fethiyle
birlikte İslâm'a girmiş idiler. Burada muahedeleri devam eden müşrikler
arasında sayılan bu müstesnalar arasında onların bulunması bu açıdan
mümkün değildir. Bunun için Beni Kinane ve Beni Damre denilmiştir.
Fakat anlaşılıyor ki, Beni Kinane'nin de hepsi değildir. Bu konuda en
açık rivayet, Taberi ve daha başkalarının kaydına göre, İbnü İshak'ın
rivayetidir. Denilmiştir ki, bunlar Hudeybiye günü Hz. Peygamber ile
Kureyş arasında yapılan antlaşmada belli sürenin sonuna kadar Kureyş'in
ahdine dahil olmuş bulunan Beni Bekir kabileleridir ki, bu antlaşmayı
Kureyş'den şu belli oymak ile, yani şu bilinen Kureyş müşrikleri ile
Beni Bekir'den Beni Düil'den başkaları antlaşmayı çiğnememişlerdi. Şu
halde Beni Bekir'den antlaşmayı bozmayanlar için "Size karşı doğru ve
dürüst oldukları müddetçe..." âyetiyle söz konusu müddetin sonuna kadar
sözleşme şartlarına müslümanların da riayet etmeleri emrolundu. Şu
halde mesele gayet ince ve naziktir. Zira buna göre antlaşmanın aslı
Hudeybiye Muâhedesi'dir. Hudeybiye, Mekke'nin yakınında olmak
bakımından âyette "Mescid-i Haram yanında..." buyurulmuştur. Bununla
muâhedenin önemine ve kuvvetine ve bunu çiğnemenin pek büyük bir cürüm
olduğuna da böylece işaret edilmiştir. Böyle olduğu halde müşrikler bu
sözleşmeyi bozmuşlar, Kureyş'in ahdine dahil olan Beni Bekir'den Beni
Düil, Resulullah'ın ahdine dahil Huzaa'ya saldırmış, Kureyş müşrikleri
saldıran tarafa silah yardımı yaparak saldırganları teşvik edip
desteklemiş, bunun üzerine söz konusu muâhede bozulmuş ve bu saldırıya
karşı koymak için harekete geçilmiş, bu da Mekke'nin fethiyle
sonuçlanmıştı. Huzaa kabilesi ile çölde yaşayan bir iki küçük kabileden
başka Kureyş, olduğu gibi İslâm'ı kabul eylemiş, büsbütün yeni bir
durum ortaya çıkmıştı. Böylece Hudeybiye Muâhedesi, esas itibariyle
süresinden önce bozulmuş ve ortadan kalkmıştır. İşte dikkat çeken nokta
burasıdır ki, böyle esas itibariyle ortadan kalkmış olan bir
sözleşmenin dolaylı yollardan ilgisi bulunan ve o muâhedenin
bozulmasına katılmayan ve şartlara doğru dürüst riayet edenler
hakkında, onun hükmünü kalkmadığı ve onlar bu dürüst tutumlarını
sürdürmek şartıyla muâhedenin yazılı süresinin bitimine kadar geçerli
ve bu durumda bile onun şartlarına uymanın ehl-i İslâm için bir
zorunluluk olduğu ve onu hiçe saymaktan sakınmak gerektiği önemle ihtar
edilmektedir. Halbuki dış görünüşüyle asıl taraf olan Kureyş'in
sözleşmeyi bozmasıyla, yani aslın sukutu ile fer'in de sukut edeceğine
hükmetmek lazımgelirdi. Demek oluyor ki, burada bu kıyasın aksine,
şüpheli ahdin de ahit hükmünde tutulması, Allah ve Resulü katında
diyanet, doğruluk, Allah'tan sakınma ve hikmetin gereğidir. Bunun böyle
olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bundan dolayıdır ki, İslâm fakihleri
"şüphe-i eman emandır" demişlerdir. Şu halde burada ne kadar yüksek bir
ilâhî hukuk esası bulunduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
Ayrıca burada
söz konusu edilen Beni Bekr, "Taberî
Tefsiri"nde açıkça yer aldığına göre, Beni Kinane'nin bir kolu olan
Beni Bekr'dir. demek ki, Beni Kinane ve bunlardan Beni Bekr
kabilelerinin hepsi de ahde riayet etmiş değillerdir. Zira Hudeybiye
Muâhedesini ilk önce bozanlar bunlar içinden Beni Duil olmuştur. Şu
halde Beni Kinane veya Beni Bekr Huzaa'ya saldırmakla Hudeybiye
Muâhedesini bozdular denildiği zaman bunun içinde Beni Düil'in de
dolayısıyla bulunduğunu anlamalıdır. Yine bunun gibi, Beni Kinane veya
Beni Bekr, ahitlerini bozmadılar denildiği zaman da içlerinden Beni
Düil'den başkalarını anlamak gerekir.
8-Evet
nasıl
olur? O müşriklerin şu halleri ile Allah ve
Resulü katında bir ahdi nasıl olabilir? Ki size bir üstünlük
sağlarlarsa, ellerine bir fırsat geçer de size karşı bir zafer elde
ederlerse hakkınızda ne bir ill, ne de bir zimmet gözetmezler.
İll: Esasında
keskinlik veya parlaklık mânâsından
alınarak
feryad, yemin, ahit ve yakınlık anlamlarına kulanılan bir kelimedir.
İbranice "ill" Arapçalaşmış olarak "ilâh" anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bu takdirde Allah adına yapılmış olan yemin demek olur.
Zimmet:
Korunması ve himayesi, gereken ve yitirilmesi de
zemmi gerektiren her hangi bir iş anlamına ahd ü eman, taahhüt, emanet
ve görev demektir ki, bozulması ve riayet edilmemesi kınanmayı icap
ettirir. İşte bu anlamdan alınarak şeriatte bir kişinin lehinde ve
aleyhinde îcaba (kabullenme) ve isticaba (kabul etmeye) ehil olması
vasfına denilir ki, ahdi bulunan kişi diye de tarif edilir. Başka bir
deyişle hukuki şahsiyyet, yahut bunu teşkil eden mümeyyiz vasıf, yani
hak ve vazife ehliyyeti demektir. Önceki lügat mânâsı ile borç bir
zimmettir. İkinci şer'î mânâ ile ise zimmette olan şeydir. (Ârâf
Sûresi'nde "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? "Evet", dediler." (âyet:
172) âyetinin tefsirine bkz). Tasavvurdaki borç bu yaratılıştaki
anlaşma ile, yani insan varlığındaki tevhid ve marifet kabiliyeti ile,
bilfiil borç da buna dayalı olarak bilfiil yapılan taahhüt ile sabit ve
geçerli olur. Âyet selb-i küllî (tam olumsuzluk) ile varid olduğuna
göre, dış görünüşüyle hangi anlamda olursa olsun onlar ill (ahid) ve
zimmet namına hiçbir şey tanımazlar demek olur. Yani bir fırsat
bulurlarsa bütün ahitlerine rağmen sizin hakkınızda ne Allah'ı, ne
yeminlerini, ne yakınlıklarını, ne de ahitlerini ve zimmetlerini
tanımazlar, hepsini hiçe sayarlar. Ne kadar feryad etseniz, çağırıp
bağırsanız yine de tanımazlar. En keskin, en parlak kutsal haklara ve
verdikleri ahde bakmazlar göz göre göre size kıyarlar, dilediklerini
yaparlar. Bununla beraber bütün bu mânâlar, şu iki noktayla
özetlenebilir: Ne ilâhî, ne beşerî hiçbir hakkı ve ahdi gözetmezler.
Sizden kendilerine sağlanacak haklarda değil, kendilerinden size
sağlanacak haklarda sizin hakkınızı gözetmezler. Ağızlarıyla sizi razı
ve hoşnud etmeye çalışırlar. Vefakârlıktan, dostluktan, insaniyyetten
ve insaftan bahseder, iman ve taatten dem vururlar, kandırmak ve
inandırmak için yeminler ederler. Verdikleri sözler tam tersine
çıktıkça asılsız mazeretlerle özür dilerler, uydurma sebepler ve
bahaneler bulurlar. Lâkin bütün bunları sadece dil ucuyla yaparlar
halbuki kalpleri hep çekimser kalır, ağızlarındaki söz gönüllerinden
geçirdikleri niyyetlerle taban tabana zıttır. Ağızlarından çıkanlar
kuru ve boş laflardan ibarettir. Dostluk değil, iki yüzlülük yani
yağcılıktır. Ve bunların pek çoğu fasıktır. Taatten ve ahitten
uzaklaşmış, aldırışsız ve inatçıdırlar. Pek az bir kısmında görüldüğü
gibi, haksızlıktan çekinecek, namussuzluktan sakınacak ne bir
inançları, ne kötülükten engelleyici insafları, ne de bir insani
yiğitlikleri ve mertlikleri yoktur. Utanmaz ve arlanmaz kimselerdir.
9-
Allah'ın
âyetlerini az bir paraya sattılar. Ahitlerin
yerine getirilmesini ve her hususta dürüst davranılmasını emreden
Allah'ın âyetlerini gayet az ve önemsiz bir şeye, bir anlık dünya
ihtiraslarına değiştiler de Allah yolundan engellediler. Allah'ın
yolunu kestiler, Allah'a giden yola engeller koydular, Beytullah
yolundan, hak dinden, İslâm'a girmekten, ibadet ve itaatten
vazgeçirmeye çalıştılar. Denilmiştir ki, Ebu Süfyan ve İbnü Harb,
Peygamber'in tarafını tutanları bir yana bırakıp, yalnızca kendi
taraftarlarına bir ziyafet vermişti. Bu bir lokma yemek sebebiyle onlar
da Ebu Süfyan'ın tahrikiyle ahitlerini bozmuşlardı. Hakikaten bunlar ne
fena işler yapıyorlardı, yahut ötedenberi yapageldikleri şeyler
kendileri için ne kadar fena oldu, ne kadar pahalıya mal oldu.
10- Hiçbir
mümin hakkında ne bir yemin, ne de bir ahit
gözetmezler. Yani bütünüyle İslâm ümmeti hakkında gözetmedikleri gibi,
müminlerden bir tek kişi hakkında bile hiçbir hakkı ve ahdi
gözetmezler. Ve işte bunlar o saldırganlar o tecavüzkâr tutumlarını
sürdüren kimselerdir. Hak hukuk tanımayan, haddi aşan, zulüm ve
saldırıdan, haksızlıktan geri kalmayan kimseler işte bunlardır. İşte
saldırgan diye bunlara denir. Yoksa bunlara karşı usulünce berâet ilan
edip savaş açacak olanlara değil. Çünkü esas saldırganlar bunlardır.
11- İmdi
bunlar
eğer tevbe ederler, şirkten ve küfürden
vazgeçerlerse, namazı kılarlar, zekatı da verirlerse, o zaman dinde
kardeşlerinizdirler. Sizin lehinize olan onların da lehine, aleyhinize
olan onların da aleyhine olmak üzere bütün hak ve görevlerde sizinle
eşit olurlar. Şu halde müslüman oldukları takdirde kendilerini kardeş
biliniz ve onlara kardeş muamelesi ediniz. Ve biz bu âyetleri bilen ve
anlayan kavme ayrıntılı olarak açıklarız. Yani bu âyetlerin delalet
ettikleri hükümleri anlayacak, tanıyacak olan bir kavme tafsilatlı
olarak açıklıyoruz. Yukarıda geçtiği üzere "anlamayan kavme" değil,
ilmin değerini bilen, hakkı ve hukuku tanıyan kimselere böylece
ayrıntılı olarak bildiriyoruz ki, onlar bu âyetlerden istifade ederler.
Bu cümle, bu âyetlerde gizlenmiş bulunan derin mânâ ve hikmetleri ve
hükümleri iyice düşünüp hakkını takdir ve ifaya teşvik için zeyl
halinde bir ara cümledir. Yani, Ey müminler! Siz bu âyetlerdeki
ayrıntılı açıklamaların kadrini kıymetini biliniz, onları iyi anlayıp,
ahkâmı ile amel ediniz. Onlar da değerini bilirler ve tevbe edip
İslâm'a girerlerse, size kardeş olma şerefine ererlerse kendileri için
büyük kurtuluş olur. Değerini anlamazlarsa o zaman kendileri bilirler.
12- Ve
eğer
ahitlerinden sonra yeminlerini de bozarlarsa ve sizin dininize
ta'netmeye başlarlarsa, açıkça inkâr edip, küçük düşürmeye ve sövmeye
kalkarlarsa ki, o müşrikler hep böyle yaparlar. İşte bu iki durumda siz
de o küfür imamlarını katlediniz. Yani yeminlerle tevsik ve te'yid
ederek ahit verdikten sonra yeminlerini bozanlar ve dininize ta'n
edenler küfürde ileri gitmiş, küfür imamı, küfür önderi, küfür
elebaşısı olmuş olurlar. Şu halde o zaman siz de ölmeyi ve öldürmeyi
göze alıp bunlarla çarpışınız, bunlara karşı savaş açınız. Şüphesiz ki
bunların asla yeminleri yoktur. Hakikatte onlar için, onların gözünde
yemin denilen şey yoktur. Kalplerinde yeretmiş kutsal bir değer yoktur.
Kalplerinde yeminin hiçbir yeri, hiçbir hükmü ve değeri olmadığından,
bütün yeminleri ağızlarıyladır. Ağızlarıyla ne kadar yemin etseler o da
boştur. Yaptıkları yemine riayet etmezler. Yemine inanmadıkları için
yemin bozmayı mahzurlu görmezler. Yeminleri olmadığı, inkarda bu kadar
ileri gitmelerinden belli olmuştur. Bunlarla artık bir ahit, bir
antlaşma yapmak imkânsızdır. Bunlarla bir sözleşme yapabilmek
yeminsizlikten kurtulmuş olmalarına bağlıdır. Bu da ancak onlara savaş
açmakla mümkün olur. Zira böyle kâfirler katl ve kıtalden başka bir
şeyden anlamazlar. Başka bir şekilde yola gelmezler.
Bundan dolayı bu yemin
tanımayan kâfirlere, bu küfrün
elebaşılarına karşı savaş açınız ki vazgeçsinler. O küfre ve sizin
dininize ta'nedip, sövüp saymaya, o yeminsizliğe ve ikide bir
ahitlerini bozmaya bir son versinler.
Yani onları yola getirmek
niyyeti ve azmiyle onlara
karşı
savaş açınız. Onlara karşı savaşmaktan asıl maksadınız bu olsun. Yoksa
saldırganların âdeti olduğu gibi, sırf yakıp yıkmak ve yok etmek ve
sadece karşı tarafa zarar vermek veya eziyet edip öldürmek amacıyla
olmasın.
Şimdi:
13-
Böyle bir
kavimle savaş yapmaz mısınız ki,
yeminlerini
bozdular ve Peygamber'i çıkarmak istediler. O Peygamber ki, içlerinde
bulunduğu müddetçe "Sen onların içinde olduğun müddetçe Allah onlara
azab edici değildir." (Enfâl, 8/33) Allah onları azaba uğratmayacaktı,
yurtları selamet yurdu olacaktı. Lâkin onlar kendileri için ve bütün
âlemler için rahmet olan bir peygamberi bile aralarında tutmak
istemediler. Onu yerinden yurdundan etmek, kendi vatanlarını da dâr-ı
harp yapmaktan çekinmediler. Bunu önce Mekke'de istediler, hicret vaki
oldu. Bununla beraber işin peşini bırakmadılar, daha sonra Medine'den
de kovup çıkarmak istediler. (Enfâl Sûresi'nde 8/30. âyetin tefsirine
bkz.) Yahudilerle işbirliği ederek Ahzab olayını gerçekleştirdiler. Bir
de "ihrac"ın diğer bir mânâsıyla: Hudeybiye'den önce ve sonra Hz.
Peygamberi bir huruc hareketine ve saldırganlığa zorladılar. Gerçi
bütün tahriklere rağmen bunu başaramadılar, fakat öyle olsun istediler.
Ve ilk önce onlar size başladılar. Size karşı savaş açan ilk önce
saldırıyı başlatan onlar oldular. Başlangıçta Resulullah onlara
"Kitab-ı Mübin" ile geldi, müjdeler getirdi ve uyarıda bulundu, öğütler
verdi ve birtakım gerçekleri hatırlattı. Belgelerle, kanıtlarla doğruyu
isbat etmeye çağırdı. Onlar bu konuda aciz kaldılar. Belge ve bürhanla
mücadele etmeyi bir yana bırakıp, kılıçlara sarıldılar. Hz. Peygamber'i
ve ona inananları öldürmeye kalkıştılar. Bu suretle kendi vatanlarını
dâr-ı harb haline getirdiler, kendilerini de harbî durumuna düşürdüler.
Müslümanlarla aralarında harp halini ortaya çıkaran önce onlar oldular.
Bu bir mütareke (ateşkes) ahdi ile sonuçlanmadan önce Bedir'de savaşa
azmettiler: Kervan geçip gittikten sonra bile, "Muhammed'e ve
yanındakilere çatmadan ve Bedir'de zevk u sefa yapmadan geri dönmeyiz."
dediler. Orada mağlup oldular, fakat Bedir'den Hudeybiye'ye kadar
aralarında barış sağlanmadı ve hep savaş durumu sürüp gitti. Nihayet
Mescid-i Haram civarında, Hudeybiye'de arzularına göre, bir muâhede
meydana geldi. Bunu bozan ilk saldırı da yine onlardan geldi. Bunun
üzerine Mekke'nin fethi gerçekleşti. Kureyş müşriklerinin birçoğu
İslâm'a girdiler, girmeyenler de umumi aftan yararlandılar. Bu kere de
Huneyn Savaşı'na sebebiyet veren ilk saldırı da yine onlardan geldi.
Nihayet yine rahat durmadılar. Tebük Seferi'ni fırsat bilerek içerde ve
dışarda ihtilal teşebbüslerinde bulundular. Buna göre bu güne kadar
meydana gelen bütün saldırıların ilk başlatıcısı onlardır. Yemini
bozmak, Peygamberi çıkarma sevdası, sebepsiz yere saldırıya geçmek,
işte bu üç sebepten her biri başlı başına birer savaş sebebi olduğu
halde bunların hepsi kendilerinde birleşmiş bulunan bir kavme karşı siz
artık savaşmaz mısınız? Bunlardan korkuyor musunuz? Bunlara karşı da
savaşmıyacaksanız, bunun korkaklıktan başka ne sebebi olabilir? Eğer
öyleyse Allah korkmanıza daha layıktır. Çünkü Allah izin vermezse onlar
size ne zarar verebilir, ne de fayda sağlayabilir. Hiçbir şey
yapamazlar. Fakat Allah'ın ilan ettiği bu emirlerine muhalefet edip
onlarla savaşmayı terkettiğiniz takdirde başınıza gelecek ilâhî gazap
ve azaptan sizi ne onlar, ne de başkası kurtarabilir. Eğer siz müminler
iseniz bu böyledir. İman yalnızca Allah'dan korkmayı gerektirir. Yemine
inananların yeminsizlere karşı savaşmaları gerekir.
14-O
halde:
onlarla savaşınız, harbe giriniz ki Allah,
onları
sizin ellerinizle cezalandırsın, azaba uğratsın, savaşın acılarını
tattırsın: Ölsünler, yaralansınlar ve esir olsunlar. Canlarından ve
mallarından kayıp versinler, ve onları zelil ve perişan etsin, ve sizi
üzerlerine mansur ve muzaffer kılsın, yardımıyla galip getirsin, üstün
eylesin ve birtakım müminlerin gönüllerine ferahlık versin. Huzaa gibi,
kâfirlerin eza ve cefalarına katlanmış, fakat onlara gerekli karşılığı
verememiş, halleri yürekler acısı olan bir takım müminlerin
gönüllerinde elem ve keder bırakmasın, onların gönül dertlerini şifaya
kavuştursun,
15-
ve
kalblerindeki gayzı, kin ve öfkeyi gidersin. Yani
gönüllere öyle bir şifa versin ki, ihtirasları arttıracak, yeni yeni
öçlere sebebiyet verecek, saldırgan bir imtikam şeklinde olmasın, tam
aksine hakkın yerini bulmasından zevk alacak olan müminlerin
kalplerindeki kinleri silsin, haklı öfkelere sebep olan zulüm ve
haksızlığı, saldırganlığı ortadan kaldıracak şekilde gayzdan azade bir
hayat yaşatsın, gönülleri huzura kavuştursun.
Görülüyor ki, burada savaş
emri üzerine beş ayrı hikmet
ve
fayda bina edilmiştir. Ve bunlar (vav) harfi ile birbiri üzerine
atfedilerek beşi birden "savaşınız!" emrine cevap yapılmıştır. Şöyle ki:
1. Ta'zib, yani
cezalandırma, suçluyu ve saldırganı hak
ettiği cezaya çarptırmak,
2. İhza, saldırganı zelil
ve perişan edip, başkaldıramaz
duruma sokmak,
3. Nusret: Müminlerin şan
ve şerefini yücelmek,
4. Şifay-ı sadr: Ezilmiş ve
acı çekmiş olan
müslümanların
gönüllerine su serpip, ferahlık vermek,
5. Öfkeleri giderme: Hakkın
yerini bulmasından dolayı,
galip
tarafı da, mağlup tarafı da yeni yeni kin ve öfkelerden korumak.
Bu beş maddelik gerekçe,
bütünü birden meşru bir savaşın
gayelerini beyan ve hedefin gerçekleşmesini vaad etmektedir. Demek
oluyor ki, savaşta en başta bir cezalandırma hikmeti vardır. Bir savaşı
başarılı kılacak yüksek amaçlara, her şeyden önce öldürme, yaralama,
tahribat ve mal kaybı gibi acı yollardan gidilebilecektir. Fakat bu
cezalandırma, yukarıda da açıklandığı gibi, savaşın tek başına gayesi
olamayacağı gibi, yalnızca bir eza ve cefadan ibaret olmamalıdır.
Müminler, bu ilâhî azabı hak etmiş olan bir kavme, o azabın
uygulanmasıyla görevli bir el durumunda olduklarını bilerek, haksız ve
faydasız ezalardan sakınmalıdırlar ki, yaptıkları iş kulların işi
olmaktan çıkıp, hakkın cezalandırması haline dönüşsün. Bu uğurda şehid
olanlar azaba uğramadan Allah'ın rahmetine nail olabilsinler.
Bu böyle yapıldığı
takdirde buna düşmanın perişanlığı ve
alçaklığı sonucu eklenecektir ki, bu da savaşın ikinci hedefidir. Fakat
bu da tek başına bir gaye, bir hedef değildir. Bu da ancak hak adına
yapılan ilâhî bir hizy olduğu takdirde gerçek amacına ulaşmış olacaktır
ki, o da, müminlerin bütünüyle düşmanlarına üstün gelmesi ve zafere
kavuşmasıdır. Esas gaye de ilâhî yardıma ve nusrete kavuşmaktır. Yoksa
düşmanlar zillete düşmekle beraber, müminler de diğer cihetten bir
afete uğrayacak olursa harpten beklenen fayda sağlanmamış ve savaşın
gayesi gerçekleşmemiş olur. İşte bundan dolayıdır ki sırf cezalandırma,
savaşın hedefi olamayacağı gibi, tek başına düşmanı küçük düşürme
gayretleri de öyledir. Savaşın esas gayesi, Allah'ın yardım ve
nusretini ve rızasını kazanmaktır. Bu da gönüllerdeki kin ve öfke
ateşini silecek, gönüllere huzur ve ferahlık getirecek nihai bir hedefi
gerçekleştirmiş olmalıdır. Zira elde edilmiş öyle zaferler olur ki,
galiplerin başına daha büyük dertler açar, galip tarafın gönlünü
okşayan öyle geçici başarılar olur ki, daha büyük kin ve öfkeler saçar.
İşte işin başında düşmanı cezalandırma ve perişan etme gibi iki sebep,
sonunda da gönülleri huzura kavuşturma ve öfkelerden arındırma gibi
yine iki faide ile dengelenmiş bulunan bu formül, tam ortasında ve işin
merkezinde de ilâhî yardımın yer almasıyla esas savaşın amacının bu
iman ve bu maksat üzerine kurulu olmasını gerekli kılar. Âyetin
muhtevasında yer almış bulunan bu beş temel ilkenin bu şekilde tertip
edilmiş olması da buna işaret eder. İşte bu berâetin ilanı ve savaş
emirleri bu beş hikmetin ve faydanın elde edilmiş olmasıyla ilgilidir.
Bu emirler gözetildiği ve bu niyetle hareket edildiği takdirde Cenab-ı
Hak, bunların gerçekleşeceğini vaad eyler. Bir de bütün bu hikmetlerin
ötesinde ve bütün bunlara eşdeğer ikinci bir hikmet daha vardır ki, o
da yukarıda "Umulur ki, onlar bu saldırılarına son verirler." diye
açıklanan, savaşta gayelerin gayesi olarak göz önünde tutulması gereken
ve savaşı asıl ibadet haline getiren ilâhî hikmet budur. Bundan dolayı
olsa gerek ki, öbürleri de açıklandıktan sonra tekrar bu gayenin
önemini anlatmak ve belirlemek üzere geriye dönülerek, bunu ayrı bir
cümle halinde açıklamak için buyuruluyor ki:
Ve Allah, kime dilerse ona
tevbe nasib eder. O
yeminsizlere
karşı savaşmayla ilgili olarak zikrolunan beş faydanın ortaya çıkmasına
sebep olduktan başka bunların meydana gelmesi, nihayet bir tevbe ile de
ilgilidir ki, bu tevbe her iki taraf için de söz konusu olabilir. Bir
taraftan o söz dinlemez ve verdiği sözü tutmaz olan o kâfirler, harbin
acısını ve hakka iman edenlerin zaferini yakından gördükçe içlerinde
uyanık olanlar, bunun sonucunda da küfür ve günahtan tevbe edip iman ve
İslâm'a dönenler bulunur. Nitekim Mekke'nin fethi bunun çok açık bir
örneğini vermişti. Beri taraftan böyle bir harbin müminler üzerinde de
büyük bir eğitici gücü vardır. Onların imanlarını güçlendirir, hakka
bağlılıklarını arttırır, beşeriyet icabı işlemiş oldukları
günahlarından tevbe edip arınmalarına sebep olur. Bunu tefsir âlimleri
çeşitli yönlerden ele alıp açıklamışlardır: Herşeyden önce Allah'ın
cihad emrini içine sindiremeyenler varsa bunlar savaşa bizzat
katılmakla öyle bir günahtan fiilen tevbe etmiş olurlar. İkinci olarak,
nusret ve zafer hadd-i zatında çok büyük bir ilâhî ihsandır. Böyle bir
nimete ermiş olanlar, bunun sürekliliğini elde etmek için buna hamd ve
şükretmekle sevaba nail olurlar ve daha çok tevbeye sarılmış olurlar.
Üçüncü olarak nusret ve zafer, adaleti ve huzuru pekiştireceği için
üretimin artmasına, ticaretin gelişmesine ve nimetlerin bolluğuna sebep
olur. Halbuki, fena yollara ve haram lezzetlere sarfolunması mümkün
olan malların helâl yollara akması, birçok hayırların ve hizmetlerin
yerine gelmesine sebep olacağı gibi, sıkıntı ve darlığın ortadan
kalkmasıyla insanların haramdan tevbe etmelerine de sebep olur.
Dördüncü olarak, insanın içindeki nefsani meyiller, dünya lezzetlerine
aşırı düşkünlük gösterir. Bunu bazı hallerde "İnsanlar yasaklandıkları
şeylere karşı düşkünlük gösterirler." hikmeti uyarınca, mahrumiyet ve
yasaklar onların arzularını kamçılar. Buna karşılık insanoğlu dünya
nimetlerinin ve lezzetlerinin ne kadar aşağılık, önemsiz ve boş şeyler
olduğunu iyice anlar ve o vakit dünya, gözünde küçülür. Dünyaya önem
veren o aşırı meyiller kendiliğinden söner, bu da nefsin dünyadan yüz
çevirip yüce duygulara yönelmesiyle sonuçlanır. İşte bu mânâ Sad
Sûresi'nde Süleyman aleyhisselam'dan hikaye yoluyla ifade
buyurulmuştur: "Bana benden sonra hiçbir kimseye gerekmeyecek bir mülk
bağışla." (Sad, 38/35) duasının tefsirindeki vecihlerden biriydi. Yani
öyle bir mülk ki, verildikten sonra artık nefsin dünyadan herhangi bir
beklentisi kalmaz. Mülklerin ve devletlerin en büyüğü olan böyle bir
mülkün ve devletin eline geçmesinden sonra anlar ki, dünya bütünüyle
bir hiçtir, dünya zevkleri ve lezzetleri de boş ve faydasız şeylerdir.
Bu anlayıştan sonradır ki kalb, dünyadan yüz çevirir ve artık dünyaya
değer vermez olur, büsbütün Allah'a yönelir. İşte harbin gayesine ve
yapılış şekline göre, genel anlamda toplum ahlâkı ve özel anlamda
fertlerin ahlâkı üzerinde iyi ve kötü bir takım sonuçları vardır.
Allah'ın yapılmasını emrettiği savaş ise yukarıda tek tek açıklanan beş
hikmet ve faydanın elde edilmesine sebep olduğu gibi, sonuçta da her
iki tarafın çeşitli bakımlardan tevbe edip Allah'a yönelmesine de sebep
olur. Fakat görülüyor ki, burada söz konusu edilen tevbenin herkese
nasip olacak külli bir tevbe değil de ancak Allah'ın istediklerine
nasip olacak bir tevbe olduğu özellikle vurgulanmıştır. Çünkü bazı
kimselerde inkâr ve günahkârlık huy ve karakter halini almıştır ki,
bunlar ne bolluk zamanında şükretmeyi bilirler, ne de darlıktan ibret
almayı akıl ederler. Yola gelmez ve hallerini düzeltmezler. Bunun
aksine bazı kimselerde de doğuştan iffet, takva ve iman huy ve karakter
halindedir. Bunlar da bollukta ve darlıkta huylarını bozmazlar. Yine
bazı insanlar vardır ki, onların huyları üzerinde darlık ve sıkıntının
bolluktan daha fazla iyi etkisi görülür. Sonra şan ve şöhretin artması,
dünya ve nimet kapılarının kendilerine açılması ile "Eğer Allah,
kullarına rızkı bol bol verseydi, onlar yeryüzünde mutlaka azarlardı."
(Şûrâ, 42/27) taşkınlık ve azgınlık gösterirlerdi, adeta
Firavun'laşırlardı. Refah ve bolluk çoğu zaman görüldüğü gibi, dünyaya
daldırır, şehevat denilen zevklere sürükler, gururu arttırır, hakkı
unutturur, Allah yolundan engeller, batağa saplandırır ve boğar.
"Nefis bir bebek gibidir,
onu kendi haline bırakırsan,
büyüyüp delikanlı oluncaya kadar süt emmeye devam eder, fakat onu
sütten kesersen o da büsbütün vazgeçer gider."
Bolluk ve ikbalin, dünyayı
anlamaya, hiçliğini idrak
edip
ondan tiksinmeye, bıkıp usanmaya ve Allah'a yönelmeye sebep olabilmesi
için Allah'ın o kula hayır murad etmiş olması lazımdır. Bu, ancak o
gibi kullara mahsustur. Ve insanların durumundaki bu değişik etkilerin
başka başka sonuçlar vermesi de yine sırf Allah'ın istemesi ve
iradesine bağlı bir şeydir. İşte bütün bunlardan dolayı, âyette tevbe
hikmeti, öbür âyetlerde olduğu gibi, mutlak olarak savaş şartına
bağlanmamış, "Allah'ın dilediğine" diye ilâhî iradeye bağlanmıştır. Ve
Allah alimdir, hakimdir. Herşeyi bilir. Ne yaptığını, ne yapacağını
bilir. Her yaptığı iş nice hikmetleri içerir. Genellikle bu gibi "zeyl"
ifadeleri zamir ile yetinilmeyip Allah ism-i celali ile birlikte gelir
ki, bu daha çok ilâhî heybet ve korkuyu muhatabın ruhuna telkin
içindir. Yani o şan ve azametine sınır olmayan Allah Teâlâ bu kıtal
emrini, bir hikmet ve bilgiye dayanarak vermiştir. Şu halde bu gibi
emirler, kemal-i dikkat ve itina ile uygulandığı zaman, bu hikmet ve
faydaların neler olduğu görülecektir. Bunun sonunda birtakım hayırlar
bulunduğu hakkında şüphe ve tereddüde düşülmemelidir. Ve bu ilâhî
emirlere karşı gelmekten son derece sakınılmalıdır.
Müminleri bu şekilde terğip
ve teşvikten sonra savaştan
çekinenleri kınayıp ayıplamak ve canla başla cihad edenlerin Allah
katında yüce değerler kazandıklarını anlatıp, daha da şevklendirmek
için buyuruluyor ki,
16- Yoksa
siz
kendi halinize bırakılacağınızı mı
zannettiniz?
Cihad ile emrolunmayacağınızı, sizi ayıklayacak ve arındıracak
sınavlara çekilmeyeceğinizi, bulunduğunuz hâl üzere terk olunacağınızı
mı sandınız? Ve Allah'ın içinizden hakkıyla cihad edenleri, Allah ve
Resulü'nden ve bir de müminlerden başkasına sığınıp dost ve sırdaş
tutmayanları hiç bilmediğini mi sanıyordunuz? Böylesine ihlaslı
mücahitlere kıymet vermemiş, sevap yazmamış olduğunu mu düşünüyordunuz?
Hiç öyle olur mu? Oysa Allah yaptıklarınızın hepsinden haberdardır.
Binaenaleyh çalışan ile çalışmayanı, savaşan ile savaşmayanı,
Allah'dan, Resulü'nden ve müminlerden başka sığınılacak, yanına sokulup
dost olunacak ne bir yer ne bir kimse olmadığını bilerek hareket
edenlerle bunun zıddını yapanları, münafıkları ve onların neler
yaptıklarını Allah'ın bilmemesi ve ona göre ecir ve sevap veya ceza
vermemesi mümkün mü? Hiç böyle bir şey olur mu?
Artık bu müşriklerin
ilişkide bulunmaya layık hiçbir
yönleri,
hiçbir meziyetleri, dinî veya ahlâkî hiçbir haysiyyetleri yok mudur?
Şimdiye kadar bunlar Mescid-i Haram'ın tamir ve bakımına hizmet etmiş
ve hala az-çok hizmet etmekte değil midirler? O halde bunlardan bu
derece berâet ilan edip ilişkileri kesmeye ne gerek var? Bunlar
böylesine ağır bir muameleye layık mıdırlar? İlh... Bu gibi sorular ve
şüpheler akla gelebilir veya başkaları bu yönde birtakım sualler
sorabilirse:
17-
Müşrikler
kendi aleyhlerindeki küfre kendileri şahit
olup
durdukları halde Allah'ın mescidlerini imar etmeleri olur şey değildir.
Şu halde bunların Mescid-i Haram'ı imar ettikleri veya edecekleri nasıl
tasavvur olunabilir? İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde "Allah'ın
Mescidi" müfred (tekil) sigasıyla okunur ve asıl maksadın Mescid-i
Haram olduğunu gösterir. Yani müşrikler kendileri kâfir olduklarını
gerek söylesinler, gerek söylemesinler, Allah'ın birliğine ve
Resulü'nün hak peygamber olduğuna inanmadıklarını kendi vicdanlarında
bilip dururken ve Kâbe'nin etrafına putlar dikip, bunların karşısında
ibadet ederlerken, çırılçıplak tavaf eylemeleri ve daha başka tutum ve
davranışları ile kendi küfürlerine ve müşrik olduklarına kendi
yaptıkları şahitlik ederken, yalnızca Allah'a ibadet edilmek üzere bina
edilmiş olan Allah mescidlerini imar ediyor olmalarının gerçekte imarla
ilgisi olamaz, özellikle Kâbe'nin imarına ilişkin hizmetlerinin
gerçekten hizmet olmasına imkân ve ihtimal yoktur.
İşte bunların bütün
amelleri boşa gider. O inkâr ve şirk
halinde iken yaptıkları Mescid tamirleri ve buna benzer hayırlı işleri
ne varsa hepsi hebaen mensura (tamamen boş gitmiş) olur ve boşa gider.
Ve onlar ateşte ebedi kalırlar, ahirette de ebedi olarak cehehnemde
kalacaklar. Sırf Allah için olmayan hiçbir amelin ebedi hayrı olamaz.
Allah için bir bina veya herhangi bir amel yapmakla bunu yaparken
Allah'dan başkasına tapmak veya herhangi bir küfür işlemek, bunun ikisi
bir araya gelecek şey değildir. Bunda samimiyetsizlikten daha başka bir
çelişki vardır. Bu çelişki de yapılan işleri siler süpürür, hiçe
indirir. Bundan dolayı kâfirlerin bir yandan inkârlarını ve şirklerini
açığa vurup öte yandan Allah mescidini imar etmeleri, kendileri
açısından inanmadıkları bir işi yapmaları demektir. İnanmadan
yaptıkları işten hayır görmeyecekleri kesindir. Ayrıca maddi anlamda
mescidi tamir ediyor ve ona iyi bakıyor gibi görünmeleri, aslında onun
asıl manevi yönünü gözardı etmelerine ve amacından saptırmalarına
yönelik bir tahribattır, onun ruhuna zımnen bir zarardır. "Zarar vermek
için bir mescid edinenler ..."(Tevbe, 9/107 âyetinin tefsirine
bakınız.) Mescidin imarı iki mânâya gelir. Birisi binasının tamiri ve
yenilenmesi, diğeri de ziyaret edilip içinde ibadet edilmesidir.
Nitekim Beytullah'ı ziyaret etmeye imarla aynı kökten gelen "umre" adı
verilir. Mescidlere çokça giden ve içlerinde çokça duran kimselere de
yine aynı kökten olan "ummâr-ı mesâcid" denilir. Aynı şekilde birisi,
bir kimsenin meclisine çokça devam ettiği zaman onun hakkında "felan
adamın muammir-i meclisi" denilir. İşte bundan dolayı bir mescidin
imarı, yani mamur hale gelmesi, hem binasının bakımı, hem de cemaatının
çokluğu ile mümkün olur. Hanelerin mamur olması da bu iki cihetin bir
araya gelmesiyledir. Birisi umranı maddî, diğeri de umran-ı manevîdir.
İçinde Allah rızası için ibadet, zikir ve ilim tedrisi gibi taat ve
faziletlerin devam etmesi ve o mescidin esas yapılış gayesiyle
bağdaşmayan faaliyetlerden korunmasıyla mümkün olur. Bir mescid içinde
dünya işiyle ilgili konuşma bile onu kuruluş amacının dışında kullanmak
anlamına gelir ki, bu da onun imarını ihlal etmek demektir. Bu konuda
şu hadisi şerifler ne kadar dikkat çekici uyarılardır: Resul-i Ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem'den varid olmuştur ki, "Mesciddeki konuşma,
tıpkı hayvanın otu yiyip bitirdiği gibi hesanatı yiyip tüketir". Yine
Peygamber (s.a.v.) şu hadisi kudsiyi de bildirmiştir; "Allah Teâlâ
buyurdu ki, yeryüzünde benim evlerim mescidlerdir ve oralardaki benim
ziyaretçilerim de onları mamur edenlerdir. İmdi ne mutlu o kula ki,
evinde temizlenir ve iyice temizlendikten sonra gelir beni evimde
ziyaret eder. Çünkü ziyaretçisine ikramda bulunmak ziyaret olunan
üzerine bir görevdir". Diğer bir hadisi şerifte "Her kim mescide ülfet
ederse Allah da ona ülfet eder". Bir başka hadisde ise "Bir adamı
mescidlere devam ediyor gördünüz mü onun mümin olduğuna şahitlik
ediniz". Enes (r.a.)'den de rivayet olunmuştur ki, "Her kim bir
mescidde bir kandil bulundurursa o mescidde o kandilin ziyası devam
ettiği sürece melekler ve Arşı taşıyan yüce melekler o kimse için
istiğfar eder". İşte buna göre mescidleri boş lakırdılardan bile
korumak gerekeceğinden, bir mescide herhangi bir küfür ve şirk şöyle
dursun, herhangi bir fıskın ve küçük günahın yaklaştırılması bile o
mescidin manevî imarına indirilen bir darbe sayılırken, müşriklerin
yaptıkları nasıl olur da imar olarak adlandırılabilir? Burada asıl
mesele müşriklerin mescidleri imar edip etmemeleri ve bunun caiz olup
olmaması değildir. Âyet, onların yaptığını temelden geçersiz sayıyor.
Yani onların imarları imar değildir.
18-
Allah'ın
mescidlerini, onlar gibiler değil, ancak şu
kimseler imar ederler ki, onlar Allah'a ve ahiret gününe iman ederler.
Aslında "mescid" kelimesi, "içinde Allah'a secde edilen yer" demek
olduğundan, Allah'a iman etmeyenlerin, Allah'a ibadet ve secde için bir
yer bina etmeleri veya böyle bir yerin Allah rızası için imarı ile
yakından ilgilenmeleri aklen mümkün olabilecek bir şey değildir. Sonra
Allah'a ibadet ile meşgul olmanın asıl faydasının ahirette görüleceği
için ahirete iman etmeyenlerin ibadet için mescid yapmaları da söz
konusu olamaz. Onlar ne iman ederler, ne ibadet bilirler, ne de mescid
yaparlar. Fırsat bulurlarsa mescidleri yıkarlar, yıkamazlarsa onu
mescidlikten çıkarıp başka maksatlar için kullanırlar. Şu halde
"Allah'ın mescidi" tabirinden de açıkça anlaşılacağı üzere bunu imar
için her şeyden önce Allah'a ve ahirete iman etmiş olmak şarttır. Fakat
bu yeterli bir şart değildir. Bununla beraber namazı kılan, yani namaz
kılmak da şartttır: Zira mescidlerin yapılmasındaki asıl maksat, içinde
namaz kılınmasıdır. Namazın lüzumuna inanmayanlar mescid yapmak
ihtiyacını da duymayacaklardır. Namaz kılmayanlar da mescidlerin boş
kalıp manen harap olmasına sebep olurlar. Bununla beraber namaz kılmak
da tek başına yeterli değildir ve zekatı veren. Bu da şarttır. Mescid
imarının mala ve zekata da bağlı olan bir yanı vardır. Farz olan zekat
borcunu vermeyen, fakir ve kimsesizleri gözetmeyenlerin mescid bina
etmeleri veya mescidleri imar etmeyi düşünmeleri onlardan beklenmeyecek
bir harekettir. Bunun gibi, onların mescide gidip mümin fakirlere zekat
vermek de mescidlerin manevî imarıyla ilgili bir konudur. Ancak bu da
kâfi değildir. Bütün bunlarla beraber Allah'dan başkasından korkmayan
kimseler. Gerçi insan birçok sebeplerden korkup çekinebilir. Korkmamak
elinden gelmez. Allah'dan korkmayanlardan da hiç korkulmaz demek
değildir. Fakat Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmek için Allah
korkusundan başka hiçbir korkuyu saymayan, herhangi bir korku ile Allah
rızasına yönelik işlerden vazgeçmeyen, şahsi çıkarları ile Allah'ın
hakkı çatıştığı zaman Allah'ın hakkını üstün tutan, Allah'ın emrettiği
iyi işleri yapmak için şunun bunun kınanmasından veya bu yüzden
uğrayacağı zulümlerden yılmayan, hatta gerektiğinde cihada koşmaktan
veya Allah yolunda mücadele vermekten korkmayan, hasılı çeşitli
korkular ve endişeler ile Allah yolundan çıkmayacak bir imana sahip
olan ve bu âyette sözü edilen dört hasleti şahsında bulunduran kimseler
ancak Allah'ın mescidlerini imar ederler. Bu özelliklere sahip kimseler
bulunmalıdır ki, Allah'ın mescidleri hakkıyla imar edilebilsin. Yoksa
ilk üç haslet bulunup da iman ve İslâm'ın asıl hakikatı ve özü demek
olan bu dördüncü haslet bulunmazsa mescidlerin mamur olmasına gayret
edenler olmaz. Günün birinde bir kâfirin veya zalimin ve hatta sıradan
bir cüretkârın tehdidinden korkanlar kendi elleriyle mescidlerini
yıkmak alçaklığını bile gösterebilirler. Maddî ve manevî anlamda
mescidlere yapılacak saldırılardan ve saygısızlıklardan onları
koruyamayan ve korumayı sürdürmeyen, yani gerçek anlamda kâmil iman
sahibi müminlerden mahrum kalan mescidlerin ne servetle, ne de başka
bir yolla imarlarını devam ettirebilmeleri ihtimali yoktur. Onun için
İşte bunlar, yani bu dört hasleti şahsında toplamış olan insanlar
hidayeti bulmuş, murada ermiş kimselerden olabilirler. Yani doğrudan
doğruya ebedî saadeti elde edecek, Cennet'e nail olacak olanlar ancak
bu özellikleri taşıyan cemaatlerin içinde bulunabilirler. Bunların bile
içindekilerin hepsi için gerçek hidayeti elde etmiş olması kesin
değildir. Olsa olsa yakın ihtimaldir. Çünkü yardımcı fiili, umulur,
mümkün, belki, gibi anlamlara gelir. İşin özü, müminler için bile böyle
olunca, artık müşriklerin durumu nedir kolaylıkla tasavvur olunabilir.
19-
Hacılara
sakalık etmeyi ve Mescid-i Haram'ın (yani
Kâbe'nin) imarını, onun anahtarlarını taşımak, yıkılan yerlerini tamir
etmek ve temizlemek gibi hizmetleri Allah'a ve ahiret gününe iman edip
Allah yolunda cihad eden kimsenin işiyle bir mi tutuyorsunuz? Bu gibi
hizmetleri iman ve cihad ehlinin amelleri gibi mi tuttunuz? İman ve
cihaddan sarf-ı nazar ederek sırf imar ve sakalık işini fazilet, önem
ve değer açısından iman ve cihadla aynı şey mi sanıyorsunuz? Bunlar hiç
birbiriyle kıyas olunur mu? İmanı olup olmamak, cihadda bulunup
bulunmamak bir yana, yalnızca imaret ve sakalık işini, isterse o iş
Mescid-i Haram'ın sakalığı olsun, hiç iman edip Allah yolunda cihad
edenlerin yaptığı hizmetlere benzetmek olur mu? Bunlar Allah katında
eşit olamaz. Bunlar hadd-i zatında eşitlik kabul etmeyen ayrı ayrı
şeylerdir. Bir kere az önce anlatıldığı üzere iman etmeden yapılan
sakalık ve imar işleri bir hiçtir. İmanla yapıldığı takdirde bile gerçi
hacılara su vermek ve bizzat Kâbe'nin umranına hizmet etmek Allah
katında sevabı olan faziletli amellerdendir, ancak ne olursa olsun bu
gibi hizmetler, Allah yolunda cihad eden müminlerin iman, amel ve
cihadına eşdeğer olamazlar. Aralarında o kadar büyük bir fark vardır
ki, onun buna benzetilmesi bile doğru değildir. Müşriklerin yaptığı
gibi, imansız sakalık ve imaret hizmetini, iman ve cihada üstün tutmak
veya eşit saymak şöyle dursun, imanla beraber sakalık dahi cihadla bir
tutulamaz. Böyle bir benzetme bile büyük bir haksızlık ve zulüm olur.
Ve Allah zalim olan kavme
hidayet etmez. Zalimler
topluluğunu
doğru yola iletmez. Gerçekten üstün olanı aşağı olana tercih etmeye
muvaffak kılmaz. Zalimlere uyanlar ve katılanlar da onlara eklenmiş
olur. Hidayete ermek doğrudan doğruya meramına nail olmak için zulümden
ve zalimlerden uzaklaşıp Allah'a ve ahiret gününe iman ederek,
Allah'dan başka hiçbir şeyden korkmayan bir yürekle Allah yolunda,
din-i hak uğrunda bütün cehdini sarfedip o müşrikler, kâfirler ve
zalimlere karşı uğraşmak ve çalışmak lazımdır ki, zulüm ve hıyanet
korkuları bertaraf edilsin de bütün Allah mescidleri mamur olsun, hak
ve adalet, rahmet ve rıza kapıları açılsın.
Sakın bu eşitsizlikten ve
benzetilemez diye ortaya
konulan
görüşlerden sakalık ve imaretin cihaddan efdal olduğu gibi ters bir
mânâ çıkarılmaya çalışılmasın.
20-21-
İman ve
hicret edip Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla cihad edenler, Allah katında derece bakımından en
büyüktürler. Bunların yücelik mertebeleri ve üstün değerleri hepsinden
yüksektir. Başkaları sakalık ve imaret de dahil olduğu halde diğer
olgunluk ve faziletlerin hepsini elde etmiş olsalar bile, bu
mücahidlerin, sırf mücahid oldukları için, Allah katındaki rütbe ve
dereceleri yine de hepsinden üstündür. Ve işte gerçekten kurtuluşa
erenler bunlardır. "Acaba", "belki" "umulur ki" gibi ihtimal ve
tereddüt bildiren edat ve fiileri olmayan gerçek ve mutlak anlamdaki
kurtuluş işte bunlara mahsustur. Bunların kurtuluş ve necatına göre
diğerlerinin durumu, sanki bir fevz ü necat bile değildir. Nisa
Sûresi'nde "Müminlerden özür sahibi olmaksızın evlerinde oturanlarla
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar."
(Nisa, 4/95), "Allah cihad edenleri, evlerinde oturanlara pek büyük
ecirlerle üstün tutmuştur. Onlara katından derece derece lütfederek bir
mağfiret ve rahmet ihsan etmiştir..." (Nisa, 4/95-96) âyetiyle de
mücahitlerin Allah katındaki yerlerini belirlemiştir. (Bu âyetlerin
tefsirine bkz.)
Bu âyetlerin sebeb-i
nüzulünde rivayet olunduğuna göre;
Müşrikler, Yahudilere "Biz hacılara sakalık yapıyoruz, Mescid-i
Haram'ın imarını ve bakımını üstlenmişiz. Biz mi efdaliz, Muhammed ve
ashabı mı?" demişler. Onlar da "Siz efdalsiniz" cevabını vermişler.
Ayrıca Hz. Ali, amcası Hz. Abbas İslâm'a girdikten sonra, ona "Amca,
hicret edip Resulullah'a katılsanız." demiş, o da "Ben hicretten daha
efdal bir halde değil miyim? Beytullah'ı ziyaret edenlere su veriyorum
ve Mescid-i Haram'ı imar edip bakımını sağlıyorum." diye cevap vermiş.
Bunun üzerine bu âyetler nazil olunca Hz. Abbas "Bana öyle geliyor ki,
bu sakalık görevini bırakacağım." demiş. Hz. peygamber de kendisine
"Sakalık işinize devam ediniz, çünkü sizin onda hizmetiniz vardır."
buyurmuş. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere Numan b. Beşir
demiştir ki, "Resulullah'ın minberi yanında idim, bir adam, ben
hacılara sakalık etsem de başka hiçbir amel işlemesem gam yemem, dedi.
Bir başkası da ben Mescid-i Haram'ı imar etsem de başka hiçbir amel
işlemesem kendime dert etmem, dedi. Bir diğeri de Allah yolunda cihad
etmek bu sizin söylediklerinizden daha efdaldir dedi. Bu bir Cuma günü
idi. Derken Ömer (r.a.) bunlara, susun, Resulullah'ın minberinin
dibinde böyle sesinizi yükseltmeyin. Maamafih namazı kıldıktan sonra bu
ihtilaf ettiğiniz meseleyi Resulullah'dan sorup öğreneyim, dedi. Daha
sonra Allah Resulü'nden meseleyi sordu, Allah Teâlâ da bu âyeti inzal
buyurdu".
Şimdi de bu büyük fevz ü
necatın derecesinin yüceliği ve
kesinliği şöyle bir açıklama ile müjdeleniyor:
Onların Rabb'ı olan Allah,
kendilerine şunları müjdeler:
tarafından bir ilâhî rahmet, fevkalade bir ihsan ve bir rıdvan, hem
razı, hem marzî olarak huzur ı izzetine kabul buyuracak bir büyük rıza
ve görülmedik cennetler ki, onlar için orada bitmez, tükenmez ve sonu
gelmez bir nimet ve lezzet vardır. Hem nasıl?
22-
o
bahtiyarlar, o cennetlerde süresiz kalmak,
ebediyyen
bulunmak üzere yaşayacaklar. O cennetlerin ne nimetlerine sınır var, ne
de sahiplerine zeval var. Şüphe yok ki Allah, ancak O'nun katında bir
büyük ecir vardır. Sonu olan sınırlı amellere, sonsuz ve sınırsız
mükafatlar verebilmek ancak O'na mahsustur. Bütünüyle dünya ve dünya
ecirleri bunun yanında pek küçük kalır. Dünyada başkalarından
beklenecek herhangi bir ecir onun ölümüyle sona erer. Dünya
nimetlerinin hiçbiri uğrunda can vermeye değmez. Allah katındaki ecir
de dünyalara sığmaz. Ebedi olduğu için ona nail olan öldükten sonra
kıyamet gününde de ondan faydalanır. "Yaptıklarınızın karşılığı ancak
kıyamet günü size tamamen ödenecektir." (Âl-i İmran, 3/185) âyeti bunu
açıkça beyan eder. Bundan dolayı böyle bir mükafatı elde etmek için
işlenecek amel, can vermek bile olsa, değer, yine de azdır.
Böyle olduğu için:
23- Ey
müminler! Babalarınızı, kardeşlerinizi, imana
karşı
küfrü benimseyip sevdikleri takdirde kendinize dost edinmeyiniz. Yani
başkaları ve yabancılar şöyle dursun, velileriniz olan öz babalarınızı,
öz kardeşlerinizi bile kâfirliği müminliğe tercih edip de sevgi
duydukları takdirde, hele hele küfürden vazgeçme ümidi kalmadığı
takdirde onları kendinize dost edinmeyin, sırdaş tutmayın, onları veli
tanımayın, sizin üzerinizdeki velayet haklarını kabul etmeyin, ve onu
kullanmalarına izin vermeyin, onların emirlerine uyup da küfre hizmet
etmeyin, küfre yardımcı olmayın. Hasılı yakınlık duygusunun etkisine
kendinizi kaptırıp da onları kendinize dost ve yardımcı saymayın, yakın
akrabalığı, ve yakınların gözetilmesi hakkındaki ilâhî emirleri,
yukarıdan beri durumları gözler önüne serilen müşriklerden berâete
engel zannetmeyin. ve sizden her kim onlara dost olur dostluğu kabul
eyleyip onların velayeti altına girerse, onların isteklerine uyup
onlara yardım ederse, onlara bel bağlar, onlardan uzak durmazsa, işte
onlar da (yani onların dostluğuna bel bağlayan ve velayetlerine
sığınanlar da) o zalimlerden başkası değillerdir. Zira velayet hakkını
ehlinin ve mevkiinin gayrine koymak da haksızlığı irtikâp etmektir.
Allah böyle yapanlara da hidayet nasib etmez.
Bu ve bundan
sonraki âyetin Mekke fethinden önce, bu
akrabalık bağlarını hicrete engel zannedenler hakkında veya dinden
dönüp tekrar Mekke'ye dönen dokuz kişi hakkında nâzil olduğuna ilişkin
iki rivayet varsa da bunlar nüzûl tarihi hakkındaki esas rivayetlere
aykırı bulunduğundan delil olarak kabul edilmeye layık görülmemiştir.
Bundan dolayı Cessas'ın "Ahkam-ı Kur'ân"da zikrettiği üzere, müminler
münafıklardan ayırdedilmek için bununla emrolunmuşlardır. Çünkü
münafıklar, kâfirlerle dostluk ilişkilerine giriyor ve buluştukları
zaman onlara saygı gösteriyor ve ikram ediyorlardı, onlara velayet ve
taraftarlık izhar ediyorlardı. Allah Teâlâ da bu âyetteki emrini mümin
ile münafıkın farkına alâmet kılmış ve böyle yapmayanın nefsine
zulmetmiş ve böylece cezaya hak kazanmış olduğunu haber vermiştir.
Ancak şunu da unutmamak lazım gelir ki, Allah, kâfir olan anaya, babaya
ihsanı ve belli ölçüler içinde yakınlığı dahi emreylemiştir. Nitekim
Lokman Sûresi'nde beyan buyurulduğu gibi: "Biz insana, anasıyla
babasına itaat etmesini emrettik... Bununla beraber ananla baban,
bilmediğin bir şeyi Bana şirk koşman hususunda sana baskı yaparlarsa
onlara itaat etme. Fakat onlarla dünyada iyi geçin..." (Lokman 31/14,
15). Aynı şekilde Nisâ Sûresi'nde "Allah'a ibadet edin, hiçbir şeyi ona
ortak koşmayın, anaya babaya iyilik edin." (Nisa, 4/36) ve En'âm
Sûresi'nde "De ki: "gelin size Rabb'inizin neleri haram kıldığını ben
okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyilik edin.".
(En'âm, 6/151. âyetin tefsirine bkz.) Bu âyetin başı ile sonu göz
önünde bulundurulduğu zaman anlaşılıyor ki, bu âyet biraz yukarıdaki
"Siz kendi halinize bırakılacağınızı mı sanıyordunuz? " âyetindeki
"Allah'dan, Resulünden ve müminlerden başkasına sığınmazlar..."
ifadesinin daha geniş bir açıklaması şeklindedir. Bunun hikmeti de
biraz ilerde gelecek olan âyetiyle gösterilecektir.
24- De ki,
eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
zevceleriniz ve aşiretiniz, birlikte yaşadığınız, düşüp kalktığınız
yakın akrabalarınız ve aile fertleriniz ve kazanıp biriktirdiğiniz
mallar, yani mal varlığınız ve kesadından korkacağınız ticaret ve
hoşunuza giden meskenler, içlerinde yaşamak arzusunda bulunduğunuz
evler, konaklar, köşkler, bahçeler, iller, obalar, yani bütünüyle
bunlar, aile ve akrabalar, mal ve ticaret, vatan ve meskeninde rahat ve
huzur içinde oturmak, insan grupları arasında başlıca dostluk ve
kaynaşma sebepleridir. Ve savaşın bunlardan ayıran bir hicran tarafı
vardır. Savaş insanları, sevgili babalardan, oğullardan, kardeşlerden,
zevcelerden, hısım ve akrabadan, konu komşudan, eşten dosttan ve
hemşehrilerden ayırır. Uğraşıp kazandığı kıymetli mallardan eder,
ticareti durdurur, rahat döşeklerde yatmaya engel olur. Bu yüzden de
savaş sevilecek şeylerden değildir. Bundan dolayı durup dururken savaş
çıkarmak da iyi değildir. Fakat rahatı sevmenin de bir sınırı vardır.
Bunlar insanoğlu açısından ne son gaye ve maksattır, ne de ebedi
kurtuluş için yeterli olan şeylerdir. Bunlara sevgi göstermek, din ve
Allah yoluna hizmete vesile olduğu müddetçe güzel şeydir, din sevgisine
ve Allah yolundaki hizmete ters düştükleri ve engel oldukları zaman da
birer bela ve musibettirler. Bunları her sevgiye tercih edecek şekilde
sevenler, insanlıkta ve ahlâkta yükselemezler, hakkı ve hukuku ihlal
ederler, zulüm ve haksızlıklara sebebiyet verirler, her türlü
bayağılığa rıza gösterirler de gerektiği zaman Allah yolunda mücadele
edemezler, cihada gidemezler. Can ve mal, evlat ve iyal kaygısıyla her
zillete, her alçaklığa boyun eğerler. Onun içindir ki, bunlara şöyle
deniliyor: Eğer bütün bu sayılanlar size Allah ve Resulü'nden ve O'nun
yolunda cihad etmekten daha sevgili ise o halde bekleyiniz ta ki,
Allah'ın emri gelsin. Bu durumda size yapacağını yapsın, başınıza ne
felaket verecekse versin, işinizi bitirsin, belasını başınıza musallat
etsin, ne haliniz varsa görün. O vakit kurtulmak ümidi var mıdır, yok
mudur yakından görürsünüz. Var mı zannediyorsunuz? Hayır, asla yoktur.
Biliniz ki, Allah fasık bir kavmi hidayet etmez. Yoldan çıkmış fasıklar
güruhuna doğru yolu bulmayı nasip etmez. Yani siz, Allah'ı ve Resulü'nü
ve Allah yolunda cihad etmeyi, mal, mülk ve evlad u iyal sevgisine
üstün tutup, onlardan daha çok sevmedikçe yapacağınız en iyi şey,
başınıza gelecek felaketi durup beklemektir. Böylece Allah Teâlâ
tarafından sizin iradi sevginize ve tercihinize bağlı olarak farz
kılınan cihadı terketmekle siz taatten çıkmış, vazifenizi yapmamış,
kendi mukadderetanızı kendiniz ihlal etmiş fasıklar olacağınızdan artık
her türlü helaki ve cezayı bekleyip durmanız gerekir.
Görülüyor ki, önceki âyet
imana karşı küfrün
velayetinden
uzak durmayı, ondan teberriyi emretmektedir. Bu âyet de Allah ve
Peygamber sevgisine aykırı düşen ve dinî görevlerin yerine
getirilmesini engelleyen her türlü sevgi ve ilişkiden uzak durmayı
emrediyor. Bundan dolayı önceki âyette yalnızca baba ve kardeşler
zikredilmiş olduğu halde bu âyette eşler, çocuklar ve hatta hısım
akraba ve aşiret dahi zikredilmiştir. Çünkü sevgi ve muhabbet bunların
hepsinde geçerli olduğu halde, velayet işi yalnızca baba ve kardeşlere
mahsustur, hatta zevce ve oğullar için bile velayet mutad değildir.
Bütün bunlara iyilikle emrolunduğu halde, bilinmelidir ki, bunların
hiçbiri "Allah'a hiçbir şeyle ve hiçbir şekilde şirk koşmayınız!"
emrine göre; bunlara gösterilecek sevgi hiçbir zaman Allah'a şirk
derecesine varmamalıdır. Allah'a ve Resulü'ne aykırı düşecek bir
noktaya vardığı zaman hepsi hiçe sayılmalıdır.
25-Allah'a
karşı
onlar nasıl olur da dost edinilebilir?
Allah
sevgisine ve Allah korkusuna nasıl olur da eşdeğer tutulabilir? Ey
müminler! Şurası kesindir ki, Allah size birçok yerde yardım etti.
Bedir, Ahzap, Kurayza, Nadır ve Hayber gibi nice yerlerde muzaffer
kıldı. Huneyn Günü'nde de sayı üstünlüğünüz sizi hayrete düşürdüğü
vakit çok olmanız sizin için hiçbir şeye yaramamıştı. O kalabalıklığına
güvendiğiniz ordunuz, size bir fayda vermemiş, Bütün genişliğine rağmen
yeryüzü başınıza dar gelmişti sonra da arkanızı dönerek kaçmıştınız.
HUNEYN, Mekke ile Taif
arasında bir vadinin ismidir ki,
müslümanlarla Havazin ve Sekîf arasındaki savaş burada olmuştu. Şöyle
ki, Mekke'nin fethedilmesiyle Kureyş'in çoğunluğu müslüman oldu,
olmayanlar pek az kaldı ve böylece İslam dini daha geniş bir alana
yayılmış oldu. Daha önce Kureyş'in taraftarı olan kabilelerin bir kısmı
da müslümanların tarafına meyil gösterdiler. Fakat Arap Yarımadası'nın
en büyük kabilelerinden biri olan Havazin kabilesi ile Sakif kabilesi
aralarında anlaşarak Hz. Peygamber ile savaşmak üzere söz konusu Huneyn
Vadisi'nde toplanmaya başladılar. Bu kabilelerin savaş konusunda
eğitimleri ve maharetleri vardı, ayrıca bir süreden beri Arap
kabileleri arasında müslümanlara karşı kışkırtma faaliyetlerini
sürdürüyorlardı. Topluca harekete geçmek için hazırlanmışlardı.
Mekke'nin fethi üzerine kin ve öfkeleri kabarmış ve Hz. Peygamber'in,
kendilerinin üzerine yürüyeceğine kanaat getirmişlerdi. Daha fazla
bekleyecek olurlarsa, muhakkak silinip gideceklerine inanmaya
başlamışlardı. Hazırlıklarını bitirip hemen harekete geçmişlerdi.
Esasen Havazin ile Sakif dört bin kadar askere sahip idiyse de Beni
Sa'd, Beni Bekir ve Beni Cüşem gibi daha başka kabilelerin de
katılmasıyla büyük ve kalabalık bir ordu meydana gelmişti. Bazı
rivayetlere göre bu kuvvetlerin tamamının toplam olarak yirmi binden
daha fazla olduğu söylenmiştir.
Bu savaşa
orta Arabistan Ka'b ve Kilab kabileleri
katılmamışlardı. Havazin ile Sakif bütün kadınlarını ve çocuklarını da
getirmişlerdi. Böyle yapmakla askerlerinin gayret ve yiğitlik
duygularını harekete geçirmek istemişlerdi. Hz. Peygamber, böyle büyük
bir ordunun toplandığını haber aldı, hiç vakit kaybetmeden karşı
hazırlıklara başladı. Hatta Safvan b. Ümeyye'den silah yardımı istedi.
Safvan henüz müşriklerden idi, müslüman olmak için daha önce iki ay
mühlet istemişti, "Gasben mi alacaksın ey Muhammed?" diye sordu, "Hayır
iade olunmak üzere ve telef olanların bedeli ödenmek şartıyla ödünç
istiyorum." cevabı verildi. O da "öyleyse mesele yok" dedi. Ve üçyüz
zırh verdi. Nevfel b. Haris b. Abdulmuttalib dahi üçyüz mızrak ödünç
verdi. Hasılı Resul-i Ekrem, tedarikini ve hazırlıklarını tamamlayıp
oniki bin, bazı rivayetlere göre belki biraz daha fazla bir kuvvetle
Mekke'den çıkıp Huneyn tarafına doğru yürüdü. Bu askerin on bini zaten
Mekke fethine katılan ashab, üst tarafı da Mekke'nin yerlilerinden yeni
İslâm'a girmiş olan kimselerdi. Hz. Peygamber'in ordusunda seksen kadar
da müşrik vardı ki, bunlardan biri de Safvan b. Ümeyye idi. Daha sonra
alınan esirlerin altı bin kadar olduğu sahih rivayetlerle sabit
olduğuna göre, İslâm ordusunun sayıca düşmanın toplamından daha fazla
olmadığı anlaşılıyorsa da herhalde müslümanların o zamana kadar
yaptıkları ve muzaffer oldukları en büyük savaş bu idi. O zamana kadar
görülmedik bir sayı çokluğuna ulaşıldığı kesindi. İşte bu görülmedik
kuvvet bazı müslümanların hoşuna gitmiş ve "Bu ordu yenilmez." diyerek
kendilerine büyük bir güven gelmişti. Rivayete göre, Seleme b.
Selemeti'l-Ensari "Bu gün sayı azlığından dolayı asla mağlup olmayız."
demişti. Bu söz de Hz. Peygamber'in hoşuna gitmemişti. Bu sözü Hz.
Peygamber'in söylediğine ilişkin rivayet ise zayıf bir rivayettir.
Gerçi bu söz galibiyeti sadece sayı çokluğuna bağlı görmek mânâsından
uzaksa da yine de sayı çokluğuna bel bağlamak anlamına gelmektedir.
Oysa "Zafer yalnızca Allah'dandır." âyetinin hükmünü gözetmemek gibi
bir kibir ve gurur vardır ki, bu da yakışık almayan bir kusurdur.
Âyette de uyarıldığı üzere, şimdiye kadar pek çok yerde nail oldukları
zaferlerin hiçbiri sayı çokluğuna dayanmıyordu. Bu sefer müslüman
askerlerinin sayı çokluğunu söz konusu etmeleri onlardan beklenen ihlas
ve tevekküle aykırı düşen bir tutum olmuş oluyordu. Allah Teâlâ da
Peygamberini muzaffer kılanın kendisi olduğunu göstermek için bu
savaşta önce müslüman ordusunu hezimetle karşı karşıya getirmiş, gerçek
anlamda sayı azlığından dolayı değil, fakat çokluğa güvenmekten dolayı
onları yenilgiyle yüzyüze getirmiş, sonra da yine o durumdan
kendilerini kurtarmıştır. Gerçekten de Huneyn Savaşı başlar başlamaz
müslüman saflarında korkunç bir panik yaşanmış. Beni Süleym askerleri
ile Mekke'den yeni müslüman olmuş bazı askerler Halid b. Velid
kumandasında öncü kuvvet olarak önde gidiyorlardı. Beni Süleym
ilerlemişti ve bir hamlede düşman üzerine hücuma geçmişlerdi. Bunu
gören Mekkeliler de lâubali bir şekilde ganimet elde etmek üzere
koşarlarken, önceden vadiyi tutmuş olan düşman kuvvetleri, gizlenmiş
oldukları pusularından çıkarak birdenbire hücuma geçmişlerdi. Bu
saldırı karşısında öncü kuvvetler öylesine bir bozguna uğrayıp
kaçıvermişlerdi ki bu panik bir anda bütün İslâm ordusunu sarıvermişti.
Bu haber kısa zamanda Mekke'ye bile erişmişti. İmanları zayıf olan bir
çok yeni müslümanın kafaları karışmaya başlamıştı. Bu öyle bir bozgun
olmuştu ki, merkezde Hz. Peygamber bile ancak birkaç yakın ashabıyla
yapayalnız kalıvermişti. Oniki bin müslüman askerinin kaçmaya mecbur
kaldığı ok sağnakları karşısında yalnızca Fahr-i kâinat Efendimiz
fütursuzca ve telaşa kapılmadan soğukkanlılığını koruyabilmişti. Bir
iman, sabır ve sebat timsali olarak peygamberlik mucizesini gösteriyor,
ilâhî bir heyecan ve cesaretle bindiği düldülü düşmanlarının üzerine
doğru sürüyordu, sanki bütün küfür dünyasına karşı tek başına
savaşıyordu. "Ben peygamberim, yalan yok; ben Abdulmuttalib'in
oğluyum." diyor ve durmadan düldülünü düşmanın üstüne üstüne sürüyordu.
Sürdükçe de önündeki kâfirler kaçıyordu. Onlar kendisine hamle ettikçe
durup bekliyordu, sonra kendisi hamle yapıyordu. Rivayet olunduğuna
göre, bu karşılıklı hamle on kereden fazla meydana geldi. Yalnızca
amcası Abbas ve amcası oğlu Ebu Süfyan b. Abdülmuttalib ve onun oğlu
Cafer ile Ali b. Ebi Talib, Rabia b. Haris, Fadl b. Abbas, Üsame b.
Zeyd, Eymen b. Ubeyd ki, Eymen b. Ümmi Eymen'dir. Ehli Beyt'ten olan
bunlarla bir de Ebubekir ve Ömer, Hz. Peygamber'in yanından
ayrılmamışlardı. Resul-i Ekrem Efendimiz, yalnız başına düldülü düşman
üzerine sürerken Ebu Süfyan da binek üzerinde gidiyordu. Amcası Abbas
koşmuş, Hz. Peygamber daha ileri gitmesin diye düldülün dizginlerini
tutmuştu.
26-
Sonra Allah,
Resulü'ne ve müminlere sekinetini
indirdi:
kalblerine sükunet veren rahmetini gönderdi... ...Ve görmediğiniz
askerler indirdi. Bunlar meleklerdir. Ancak sayılarının beş bin veya
sekiz bin veya onaltı bin olduğu hakkında üç ayrı rivayet vardır.
Muhtar olan kavle göre, bunların inmeleri, esasen müminlerin kalblerine
güzel duygular telkin etmek suretiyle güç kazandırmak ve müşriklerin
kalblerine de korku salmak içindi (Enfal Sûresi 8/9. âyetin tefsirine
bkz.) O sırada Fahr-i âlem Efendimiz vadinin sağ tarafını tutup
durmuştu. Hz. Abbas'ın sesi gayet gür olduğundan, ona "Ey Ensar, Ey
Ashab" diye bağırmasını teklif etti. O da bağırıp şöyle seslendi: "Ey
Akabede biat eden Ensar! Ey biatürrıdvanda ağaç altında dönmemek üzere
ant veren ashab! Ey ashab-ı şecere (ağaç Ashabı) Ey ashab-ı Sûre-i
Bakara (Bakara Sûresi'nin Ashabı)!" diye çağırdı. Ve nidalar biribirini
izledi, sonra her taraftan "Lebbeyk, lebbeyk" sesleri gelmeye başladı
ve kısa zamanda derlenip toparlandılar ve Hz. Peygamberin olduğu yere
doğru koşup gelmeye başladılar. O vakit Hz. Peygamber bindiği hayvandan
indi, "Ben o peygamberim, yalan yok. Ben Abdulmuttalib oğluyum dedi,
sonra "Allahım bize yardımını gönder" diyerek Allah'dan yardım diledi
ve dua etti. Semadan melekler inip Resulullah'a yardım ettiler.
Bozulmuş olan asker öyle hızlı bir şekilde derlenip toparlandı ki,
atları koşamayanlar inip koşuyorlardı. Kısa zamanda müminlerin hepsi
tekrar Resul-i Ekrem'in yanında toplandılar ve yeniden savaş düzeni
aldılar. O korku ve telaşı bir yana bırakıp bütün ciddiyetiyle cenge
giriştiler. O vakit Resulullah baktı ve "Fırın kızıştı" buyurdu. Yerden
bir avuç toprak alıp müşrikler tarafına doğru savurup attı "Bozguna
uğrayın, Muhammed'in Rabbi hakkı için!" dedi. Ve hakikaten hezimete
uğramışlardı.
İşte Allah o anda
müslümanlara böyle yardım etti ve
kâfirleri
de azaba uğrattı. Cezalandırdı, öldüler, yaralandılar, esir oldular,
pek acı bir yenilgiye uğradılar. Malları ellerinden gittiği gibi,
gayrete getirici ve teşvik edici olur diye beraberlerinde getirdikleri
çoluk çocukları ve zevceleri de müslümanların ellerine esir düştüler.
Her şeylerini savaş meydanında bırakmak zorunda kaldılar. Bu da
kâfirlerin cezasıdır.
27-
Sonra Allah, yine
de bütün bu olup bitenlerin
ardından
dilediğine tevbe nasib eder. Reisleri ve savaşta başkumandanları olan
Malik b. Avfî Nadrî ile birlikte Havazin ve daha başkalarından
birçoklarına nasib ettiği gibi, müslüman olmaya muvaffak kılar, ve
Allah ğafurdur onların geçmişteki küfür ve masiyetlerine afv ü mağfiret
eder, rahîmdir, onlara ayrıca rahmetinden ihsanda da bulunur.
Resul-i Ekrem, Huneyn ve
Evtas'ta alınan esirlerin ve
ganimet
mallarının, Cirane'de muhafazasını emrederek Taif üzerine hareket
etmişti. Onsekiz gün kadar süren Taif kuşatmasını kaldırdıktan sonra
Cirane'ye döndüğünde erkekli kadınlı altı bin esir, yirmidört bin deve
kırk binden ziyade koyun ve keçi ve dört bin okka kadar olduğu söylenen
altın ve gümüş nakit toplanmış bulunmakta idi. Belki bir yerden
esirlerini kurtarmak için müracaat vaki olur diye on günden fazla orada
durup bekledi ve oyalandı. Kimse gelmeyince esirleri ve malları taksim
etti. Daha sonra Havazin heyeti çıka geldi. Resulullah'a İslâm üzere
biat ettiler ve "Ey Allah'ın Resulü, sen insanların en hayırlısı ve en
çok hayır sevenisin, bizim eşlerimiz ve çocuklarımız esir edildi,
mallarımız alındı." diyerek, mallarının ve esir alınan yakınlarının
kendilerine geri verilmesini istediler. Resulullah, "Yanımdakileri
görüyorsunuz, sözün en hayırlısı en doğrusudur. Bekledim gelmediniz,
şimdi iki yoldan birini seçiniz: Ya çoluk çocuğunuzu, ya da
mallarınızı." Bunun üzerine "Biz soyumuza hiçbir şeyi denk tutmayız."
dediler. Sonra Resulullah ayağa kalktı, müslümanlara hitaben şu
konuşmayı yaptı. Allah'a hamd ü senada bulunduktan sonra ashabına
dönerek, "Bunlar tevbe ettiler ve huzurumuza müslüman olarak geldiler.
Biz de kendilerini çocukları ve eşleriyle malları arasında birinden
birini tercih etmekte serbest bıraktık. Onlar da soylarına hiçbir şeyi
denk tutmayacaklarını söylediler. Şimdi her kimin elinde bir esir
varsa, gönül hoşluğuyla onu geri versin, böyle yaparsa ne âlâ, gönül
rızasıyla vermek istemezse bize satsın ve onun karşılığını ödemek
boynumuza borç olsun, ilk fırsatta onu ödeyelim." dedi. Bunun üzerine
hepsi bir ağızdan "Bu karara razıyız ve teslim ettik gitti." dediler.
Hz. Peygamber "Belli olmaz, belki içinizde razı olmayanlar vardır,
temsilcilerinize söyleyiniz de bunu bize iletsinler." diye buyurdu.
Sonra temsilcileri de "Hepsi razı oldular." diyerek ikrar verdiler.
Bütün o esirler topluca serbest bırakıdılar ve kurtuldular. Ancak
Safvan b. Ümeyye'ye düşmüş ve ondan hamile kalmış olan bir kadın geri
verilmemiştir.
Taberani'nin rivayetine
göre; bu âyette işte Hz.
Peygamber'in
esirleri serbest bıraktırması konusundaki rahmete işaret edilmiştir.
Fakat görülüyor ki, burada daha önceki âyetlerde olduğu gibi mazi
sigası değil diyerek muzari sıgası irad buyurulmuştur. Buna göre bunun
esas ifade etmek istediği şey, bir sene önceki Huneyn Vak'ası'ndaki
rahmet değil, bu kere, yukarıdan beri açıklanan Berâet ve özellikle
cihadın dış görünüşüyle rahmet ve ihsana ters düştüğü zannı ile Öz
babalarınız ve kardeşleriniz de olsa müşrik ve kâfirlere velayet
verilmemesini emreden âyetin içyüzünde gizli olan rahmet ve gelecekte
müslümanlara sağlayacağı faydayı açıklamaya yöneliktir. Hasılı mânâ
şudur:
İmana karşı küfrü seven
baba ve kardeşlerden velayeti
kaldırmayı, hısım akrabadan ilişkiyi kesmeyi ve bütün müşriklere karşı
bu kere ilan edilen berâeti ve cihad emirlerini gayet çetin bulup,
hakikatte rahmet ve ihsan hedefine aykırı sanmayın. Huneyn Vak'ası'nda
olduğu gibi, bunun sonucunda da bir çok kimseye tevbe nasib olacak ve
nice nice mağfiret tecellisi ve rahmet meydana gelecek, nice fenalık
ortadan silinip gidecektir.
28-Ey
müminler!
Müşrikler pislikten başka birşey
değiller.
Müşrik olmaları bakımından onlar sırf pislik demektirler. Şirk manevî
pisliklerin en fenasıdır. Ayrıca bunlar taharetlenmezler, gusül ve
abdest nedir bilmezler, cenabet gezerler, maddi pisliklerden
sakınmazlar. Ne bedenleri, ne elbiseleri pislikten arınmaz. Bu bakımdan
da kendileri aynen ve bizzat pislik değilse de öyle denecek kadar
pisliğe bulanmış ve batmış olan kimselerdir. Bundan dolayı da temiz
değillerdir.
Bu mânâyı hakkıyla
anlatabilmek için kasır suretiyle ve
mübalağa sığasıyla "pislik" buyurulmuştur ki, ayniyle necasetten başka
bir şey değiller demektir. Bundan dolayı Abdullah b. Abbas'dan
müşrikler tıpkı "Köpek ve domuz gibi aynıyla necistirler." diye, Hasan
Basrî'den de "Bir müşrikle musafaha eden abdest alsın." diye birer
görüş varsa da günümüz Caferileri gibi bazı Şiî gruplardan başka bütün
mezhepler bu iki kavlin aksinedir.
Zira
öylesine
ayniyle
necis olsalardı hiçbir şekilde
temizlenmeleri mümkün olmazdı. Halbuki onlar da iman ve taharet ile
temiz olabilirler. Sonra şer'an da aklen de açıktır ki, bu hüküm insan
olarak yaratılmaları açısından değildir, şirk gibi kendi kespleri
açısından arızî bir durumdur. Bu husus çok açık ve âşikâr olduğu
içindir ki, mübalağa sığasiyle ayniyle pislik olarak gösterilmelerinde
bir belağat vardır. Yani müşrikler de birer insan olmak bakımından
aynen ve doğuştan değil, müşrik olmaları dolayısıyla itikat ve amel
yönünden pisliğe batmışlardır. Sanki bir pislik gibi iğrenilecek
durumdadırlar. Dışarıdan pislikleri görünmese bile şirkleri sebebiyle
manen pistirler. İşte bundan dolayı:
Bu seneden sonra Mescid-i
Haram'a yaklaşmasınlar. Yani
bu
ilanın yapıldığı iş bu dokuzuncu hicri seneden sonra onlar Mescid-i
Haram'a yaklaşmaktan menedilmişlerdir. Siz müslümanlar da bu yasağın
uygulanmasından sorumlu tutulacaksınız. Öyleyse onları Mescid-i Haram'a
yaklaştırmayınız. Harem-i Şerif'in içine girmek ve orada herhangi bir
hizmet ve görev yapmak şöyle dursun, hatta yaklaşmasınlar bile. Harem-i
Şerif'in sınırından içeri adım atamasınlar bile. Bu mutlak hükme göre,
hiçbir sebep ve maksada ve hatta seyahat ve elçilik veya muhakeme için
de Harem dahiline sokulmamaları gerekir. Oraya girmeye ne hakları
vardır, ne de liyakatları. Şu halde bu seneye kadar girmeleri mutad
olanlar hakkındaki teamül, artık bu seneden sonra neshedilmiştir. Çünkü
pistirler, maddeten olmasa bile manen pistirler. Acaba ayin ve ibadet
dışında bazı faydalar ve işler için de Harem dahiline ve Mekke'ye
müslümanların izni ve gözetimi altında girebilmelerine de cevaz yok
mudur? İmam Malik Hazretleri demiştir ki, gerek Mescid-i Haram'a, gerek
diğer mescidlere kâfirlerin girmesi yasaktır. Ancak Resulullah'ın,
Medine'de Mescid-i Saâdet'te Sakif ve Necran heyetlerini kabul
buyurduğu rivayetlerden bilindiğine göre, Mescid-i Haram'ın dışındaki
mescidlere bazı hallerde girebilmelerine izin verilebileceği
anlaşılıyor. Ve bu âyetteki Mescid-i Haram'a ait olan bu hükme diğer
mescidleri de katmanın âyetteki sarahat ve kıyas açısından doğru
olmayacağı da hesaba katılmalıdır. Bu yönüyle konu, daha ziyade
yukardaki "Müşrikler, vicdanlarına karşı kendi küfürlerine kendileri
şahit olup dururken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri kabil
değildir." (Tevbe, 9/17) âyetinde mülahaza edilebilir. Halbuki orada da
mutlak anlamda girme hakkıdır ki, bu da bazı hallerde müminlerin
izniyle girmelerine engel sayılamaz. İmam Şâfii Hazretleri demiştir ki,
kâfirler, özellikle Mescid-i Haram'dan menolunurlar. Bundan dolayıdır
ki, devlet başkanı Mekke'de bulunsa, müşriklerden bir elçi gelse devlet
başkanının onu Harem bölgesinin dışında Hil'de karşılaması ve kabul
etmesi gerekir. Yine Şâfii mezhebine göre, gizlice Mekke'ye girmiş olan
bir kâfir, orada ölse ve müslüman sanılarak toprağa verilmiş olsa da
durum sonradan açığa çıksa, onun kemiklerinin çıkarılıp Harem dışına
götürülmesi gerekir, demişlerdir. İmamı Azam Ebu Hanife Hazretleri'nin
mezhebine göre, bunlar Mekke'de hac ve umreden yasaklanmışlardır.
Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar demek, hacca ve umreye gelmesinler
demektir. Zira Mescid-i Haram'a yaklaşmak, onunla ilgili olan işlere ve
ibadetlere mahsus olmak açıktır ki, o da hac ile umredir. Nitekim
yukarıda da anlatıldığı üzere bu dokuzuncu hicri senede ve hac gününde
Hz. Ali bu berâeyi ilan ettiğinde, "Bu seneden sonra müşrikler
haccetmeyecek." diye tebliğ eylemiştir. Ve işte âyetin mânâsında bütün
mezheplerce üzerinde ittifak edilen cihet de bu yasaklamadır. Yani hac
içinde Harem dahiline girmelerine, Mekke, Arafat ve Müzdelife vesair
yerlerde müslümanlarla birlikte hac menasikini icra etmelerine asla
izin verilmez. O seneden sonra hac sırf müslümanlara mahsustur. Ve
İslâm usulü üzere yapılacaktır. Şu halde başka mescidlere ve hacla
ilgili olmayan hususlarda onlara izin verilebilir, ancak dikkatli olmak
ve ihtiyatı elden bırakmamak şartıyla.
Denilebilir
ki bu
yasak, iktisadın kurallarına aykırı,
halkın
ticaret ve kazancına engel değil midir? Müşrikler Mescid-i Haram'a
yaklaşmaktan menedilip hacdan kesilince onların bu çevreye
sağlayageldikleri kâr ve faydalar da sona ermeyecek mi? Ve bu yüzden
Hicaz bölgesi ve hatta bütün Arabistan halkı zarar görmez mi? Kâbe bu
açıdan da "İnsanları ayakta tutan." bir âmil, bir etken değil midir?
Özellikle başlıca gelir kaynakları haccın bereketine bağlı bulunan bu
"ot bitmez, ekin yetişmez" (İbrahim, 14/37) vadinin halkı geçim
sıkıntısı çekmez mi? gibi birtakım sualler ve endişeler haklı olarak
akla gelebilir. İşte bütün bu çeşit sorulara cevaben buyuruluyor ki;
Ve eğer
fakir ve muhtac duruma
düşmekten korkarsanız,
Allah
sizi ilerde kendi fazl u kereminden zengin edecektir. İnşaallah: Yani
dilerse. Gerçekten de o seneden itibaren hayır ve bereket artmaya
başlamış. Tebale ve Cüreş ahalisi gibi birçok bölge insanları müslüman
olmuş. Mekke'ye eskisinden de fazla yiyecek sevkeylemişler. Sonra
fütuhat devri başlayınca yeryüzünün her tarafından insanlar oraya akın
akın gelmeye başlamışlar. Bütün bunlar Allahın emirlerinin icrasına
bağlı olarak gerçekleşmiş bulunan ilâhî vaadlerdir. Bu vaadin inşallah
ile takyid edilmiş olmasına gelince: Evvela bütün ümitlerin Allah'a
yöneltilmesi hikmetine, sonra da her fert, her durum ve her zaman bu
refahın değişmez birşey olmayacağına işarette bulunmak ve dikkat çekmek
içindir. Şüphe yok ki, Allah alîmdir, ahvalinizi, içinizi dışınızı çok
iyi bilir. Hakîmdir. Engellemesini de ihsanını da hikmetle yapar. Onun
için siz ey müminler, ilâhî bilgiler ve ilâhî hikmetlerle verilmiş olan
bu emirleri tutun, bu yasaklara uyun!
29-
Ne Allah'a,
ne ahiret gününe inanmayan, Allah ve
ahiret
sözü etseler bile, gerçekte yüreklerinde ona yer vermeyen, dünya
ilelebet kendilerinin olacak ve öyle kalacakmış gibi sanan, akıbet bir
gün gelip yaptıklarından sorumlu tutulacaklarına önem vermeyen, Allah
ve Resulü'nün haram kılmış olduğu şeyleri haram saymayan, (yani
haramdan kaçınmayan, Allah'ın kitabında, Peygamberin sünnetinde ve
hatta kendilerinin uyduklarını söyledikleri kitabın ve Peygamberin
hükümleriyle haram olduğu kesin olan şeylerin haramlığını tanımayan,
helâl veya haram her ne olursa olsun keyiflerinin istediği gibi,
güçlerinin yettiği her şeye el uzatmayı mübah gören ve saldıran) ve hak
dinini din edinmeyen, (dinleri varsa da hak din değil, hakperest
değildirler) din diye tanıdıkları, itaat ve teslimiyet gösterdikleri
şeyler varsa bile hakkı tanımak, hakka teslim olmak, hak yolunda
yürümek, hak ve hukuku gözetmeyi din ve diyanetin en mühim amacı olarak
bilmeyen, Hakk'ın hükümlerine, hak olan şeriatına itikat ve itaat edip
hakkı ve hukuku korumayı, Hakkın hükümleriyle adalet icra edip, gerçek
mabud olan Allah Teâlâ'ya ne zatında, ne sıfatında, ne de fiileri ve
hükümlerinde hiçbir şerik ve nazir tanımadan, halık veya mahluk
herşeye, herkese hakkını vermek demek olan bu hususlara hiç önem
vermeyen, bu anlamda bir din ve diyanetleri bulunmayanlara karşı
savaşın! Çünkü onların kendilerine göre dinleri varsa da bu gerçek
anlamda hak din değildir. Hatta kısmen hak din de olsa, hakka mahsus
olan halis bir hak din değildir. Onlar halis, muhlis hak din olan İslâm
ile tedeyyün etmezler, hak şeriat ile amel etmeyi kabul eylemezler.
Bundan dolayı dinleri batıldan ve haksızlıktan arınmış olmadığı gibi,
dindarlıkları ve dinlerine bağlılıkları da hakkıyle bir dindarlık ve
bağlılık değildir. Din namına bile birçok zulüm ve haksızlık yapmaya
elverişli bir aşırılık, gulüvv ve taassup sahibidirler. Bu bakımdan hak
ve hukuk gözetmeyen dindarlıkları da dinsizliğe eşit bir
ahlâksızlıktır.
Çok dikkat
çekici bir husustur ki, âyette "dînelhakk"
"hak
dini" buyurulmuştur. Bu ise "Hak din" deyiminden daha kuvvetlidir. "Hak
dini" deyimi, hak dinin özünü ve mahiyetini gösteren bir tam ve kamil
sınırı belirler. İslâm'ın en büyük ve kendine mahsus özelliği bulunan
hakperestlik esasına dayanan, hukukun hükümlerini ve amacını, aynı
zamanda dinin de en büyük amacı olarak tanıtan, Allah'ın hakkını, bütün
hakların temeli ve başlangıcı sayan, umumun menfaatlarını hesaba katan,
her şeyin ve herkesin kendine mahsus bir hakkı, bir hukuku bulunduğunu
beyan ederek hakkın hakimiyetini ve hakların kutsallığını ilan ederek,
hak ve hukukun gereklerine göre ödev ve görevlerin verilmesini ve seçim
usullerini emredip bildiren hükümlerinin önemine özellikle tenbih
yapılmıştır. Çünkü "Allah katındaki din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19)
uyarınca Vâcibülvücud olan Allah katında din, İslâm'dan ibarettir. Yani
dinin hakiki mânâsı Allah'ın emirlerine teslimiyettir. Ceza, sorumluluk
vesaire gibi dinin öbür anlamları hep bu mânâdan çıkarılmışlardır. Şu
halde teslimiyet neye ait ise o din ve diyanet de ona ait olmuş olur.
Bu da batıl veya haksız, isteyerek veya istemiyerek olabilir. Bundan
dolayı birçok haksız dinler veya dindarlık anlayışları bulunabilir. O
halde Allah dini de Allah'a teslimiyettir. Yani keyfe göre bir
teslimiyet değil, "İslâm, Allah için teslimiyet, Allah yoluna
teslimiyettir." Tam anlamıyla ve her türlü didişmeden uzak salim bir
ihlas ile itaat ve bağlılıktır ki, bunda İslâm kelimesinin tazammun
ettiği "silm = sulh" ve selamet mefhumlarının hepsi vardır. "Kim
İslâm'dan başka bir din ararsa ondan kabul olunmayacaktır." (Âl-i İmran
3/85). Dinin anlamı böylece bilindikten sonra demek hak İslâm, hakkın
emrettiği ve kabul ettiği demektir. Özellikle hakka teslimiyet ve
bağlanmakla hakkın ahkamını severek ve isteyerek ve hiçbir burukluk
duymadan uygulamaktan ibaret olan İslâm demek olduğu açıkça ortaya
çıkar. Hasılı, bir dinin hak olabilmesi ve hak sıfatı ile anılmaya hak
kazanabilmesi, Hak Teâlâ'ya izafet-i kâmile ile ait olmasına bağlıdır.
Bu da kaynağı ve amacı ile yüzünü ve özünü hakka dönüp, herşeyden önce
Hak Teâlâ'yı ve hukukunu tanıması ve ona özünü bağlamasıyla mümkün
olur. "Biz gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi hak ile ve belli
bir ecele göre yarattık." (Ahkâf, 46/3) uyarınca her mahluka bir ecel-i
müsemma ile beraber verilmiş olan bir hak bulunduğunu, o varlığın
hakkına saygılı olmak Allah'ın hakkına saygılı olmak demek olduğunu
bilerek Allah'ın kullarının hakkını ve hatta herşeyin hakkını, hakkın
emirleri çerçevesinde vermeye hizmet etmek, din-i hak ile dindar olmak
demektir. Her hakikatın sınırı, hukukunun sınırıyla ayakta durduğu
gibi, dinin hakikatı da hakkın hakkı olmasında, hakkı da hakka tahsis
edilmiş bulunmasındadır. Onun için hak dini olmayan, yani hak ile
ilişkisi bulunmayan, hak meselesini gözardı eden ve hakkın emri olmayan
bir din, hak din olamaz. Hakkı gözetmeyen ve onun gereklerini yerine
getirmeyen bir dindarlık da hak dindarlık olamaz. Halbuki burada söz
konusu edilenler hak dinini kabul etmezler, hakka teslim olmazlar, hak
ve hukuku tanımazlar, haram helâl seçmezler ve haklara saldırırlar.
Ayrıca izah olunacağı üzere, yalnızca kulların hukukuna değil, Allah'ın
hukukuna, Allah'ın hakkı olan dinin kurallarına da saldırırlar.
İşte
Allah'a inanmayan, ahireti hesaba katmayan, Allah
ve
Resulü'nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dinini din
edinmeyenlere, yani kendilerine kitap verilmiş olanların bir kısmına,
açıkçası şu üç sıfatla belirlenmiş olan imansız, saygısız ve haksız
kimselere karşı savaşınız. Ta ki, kendi elleriyle getirip cizyeyi
versinler, küçülmüş oldukları halde. Yani hak dini olan İslâm'ı kabul
etmedikleri takdirde, kendilerine kitap verilmiş iken hakka karşı
gelen, o haksız , saygısız ve saldırganların kuvvetleri tükenip İslâm
eli, İslâm himayesi altına girmeyi ve buna karşılık cizye vermeyi kabul
ve taahhüt edinceye, zimmetlerinde kesinleşmiş olan cizyeyi hazır
elden, içinde bulundukları aşağı durumu unutmadan saygılı bir şekilde
verecekleri hale gelinceye kadar savaşın. Ve böylece onlardan nüfus
başına vergi alıp, Allah'a ve ahirete imandan ayrılmayarak ve harama el
uzatmayarak, hakkı hukuku gözeterek, hak dinin emirlerini yerine
getirin. Zira Allah'ı ve ahireti unutup onların yaptığını yapacak,
haram ve helâl tanımayacak, Allah ve Resulü'nün haram kıldığı şeyleri
haram saymayacak, kitap ve sünneti gözetmeyecek, hak dini ile amel
etmeyecek olduktan sonra ne savaş yapmaya, ne de cizye almaya hakkınız
olmadığı âşikârdır. Çünkü bu vasıflar cihad edenlerin değil,
kendilerine karşı harb açılacak olanların özellikleridir. Cizye almanın
değil, cizye vermenin sebepleridir. Böylelerinin hakkı zaten galibiyet
değil, mağlubiyettir, cizye almak değil, cizye vermektir.
"Cizye", borcunu ödedi
demek olan fiilinden bir nevi
borç
ödeme anlamını ifade eder. Taahhüt sahibinin kendi ahdi gereğince
vereceği vergi demektir ki, hayatının ve hürriyetlerinin korunması
karşılığında zimmetlerinde terettüp eder ve o şartla ödenmesi gereken
bir vergi olur. Bunun Farsça kelimesinin Arapça'sı olduğu da söylenmiş
ise de bunda şer'î ve hukuki açıdan dikkate alınması gereken bir
özellik yoktur.
"An yedin" kaydı şu
mânâlardan her biri için geçerlidir:
1. Hazır elden, çekingenlik
göstermeden itaat ve
hürmetle,
ayrıca takip ve tahsiline lüzum göstermiyecek şekilde elini uzatarak,
2. Elden, naklen ve
geciktirmeden,
3. Her biri kendi eliyle,
vekili veya bir diğeri
aracılığı
ile değil,
4. Eli iş tutandan, gücü
yetenden, kesbe, kazanıp
çalışmaya
kadir olandan, büluğa ermiş olandan ki, kazancı ve geliri olmayanlardan
aciz ve fakirlerden değil,
Bu dört mânânın dördünde de
"yed" kelimesi cizyeyi veren
el
demek olur. Alan el olması açısından ise:
5. Üzerlerindeki elden
dolayı, yani kendi kendilerine
canlarını ve mallarını ve diğer hukuklarını korumaktan aciz olmaları
sebebiyle üzerlerinde bulunan koruyucu elin himayesine muhtaç
olmalarından dolayı, o elin hakkı olarak demek olur ki, buna göre "el"
kudret ve iktidar mânâsınadır.
6. Uzatılan elden, yani
onlara yapılan ihsandan ve
in'amdan
dolayı, çünkü mağlup olmak, kuvvet ve istiklalden mahrum kalmak pek
büyük bir zillet ve musibet olmakla beraber, böyle bir zillet durumunda
bile cizye vererek katile esaretten kurtulup hayat hakkına ve hürriyete
kavuşmak, dinin icaplarını yerine getiren âdil bir hükümetin himayesi
altına girmek de büyük bir nimete ve ihsana nail olmak demektir ki, bu
da şükürle karşılanması gereken büyük bir nimettir.
Buraya kadar
ileri sürülen mânâlar da bu nimetin hakkı
ve
gereğidir. Ve işte "an yedin" kaydı bütün mânâları açığa çıkardığı ve
akla getirdiği için "zillete mahkum olmuş ve küçülmüş olarak" kaydı da
o zillet halini ihtardır. Çünkü o zillet hatırlanmadıkça bu nimetin
kadri bilinmez.
"Ahkâm'ül-Kur'ân"da Ebubekr
Cessas demiştir ki;
kaydından
murad eza görmeleri ve güçlerinin yetmiyeceği sorumluluklara mecbur
edilmeleri değil, sadece hafife alınmaları, itibar görmemeleri ve
aşağılanmalarıdır..."
Hiç şüphe
yok ki, himaye olunmak ne kadar şayan-ı şükran
bir
nimet olursa olsun, himaye eden durumunda olmanın şerefi ve üstünlüğü
karşısında yine de küçüklükten, zillet ve minnettarlıktan başka birşey
değildir. Görülüyor ki, bu âyette cizye ehl-i kitap hakkında varid
olmuştur. Ancak mecusilerin de bundan yararlanmalar "Onlara ehl-i
kitaba uygulanan usulü uygulayınız." hadis-i şerifi gereğincedir.
Onların cizye ödeme konusunda ehl-i kitap gibi oldukları hakkında görüş
birliği vardır. Ancak onların kestikleri yenmez ve kadınlarını
nikahlamak da haramdır. Bu durum hadisi şerifin devamı ile üzerinde
ittifak edilmiştir. Maide Sûresi'nin bu konuyla ilgili "Bugün size pak
nimetler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size
helâl olduğu gibi, sizin yemeğiniz de onlara helâldir." (Mâide, 5/5
âyetine bkz.) Mecusilerin dışında kalan diğer müşriklere gelince:
Yukarıdaki âyetlerde onlar için yalnızca İslâm zikredilmiş, cizye
ödemelerine izin verilmemiştir. Burada da zaten cizye ehl-i kitaba
mahsustur anlamına gelen bir tahsis, bir hasr yoktur. Bundan dolayıdır
ki, mesele ictihada bırakılmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye göre;
cizye mutlak olarak ehli kitaptan ve Arap olmayan müşriklerden alınır,
fakat Arap müşriklerden alınmaz, onlara ancak İslâm'a girmeleri teklif
edilir. Ebu Yusuf'a göre; ehli kitap olsun veya olmasın Arap'tan
alınmaz. Lâkin Arap olmayanların ehl-i kitap olanlarından da müşrik
olanlarından da alınır. İmam Şafii'ye göre; Arap olsun, Arap dışı olsun
ehl-i kitaptan alınır, gerek Arap, gerekse Arap dışı putperestlerden
alınmaz. İmam Malik ve Evzai ise "küffarın her türlüsünden alınır"
demişlerdir.
30-
Şimdi ehl-i kitap içinde Allah'a ve ahirete iman
etmeyen
kimseler bulunur mu? diye sorulacak olursa işte ispatı ve izah
Yahudiler, "Uzeyr Allah'ın oğludur." dediler. Yahudilerden böyle
söyleyenler olmuştu. Rivayet olunduğu üzere, Resulullah'ın huzuruna
Yahudi hahamlarından Sellam b. Mişkem, Numan b. Evfa, Şas b. Kays, ve
Malik b. Sayf gelmişlerdi ve bunu söylemişlerdi. Fenhas b. Azura
adındaki hahamın "Allah fakirdir, biz zenginiz." diye söylediği de
ayrıca nakledilen rivayetler arasındadır. Daha eski devirlerde de buna
benzer şeyler söyleyenler olmuştu. Bunun sebebi de yahudiler, Tevrat
ile amel etmeyi bırakmışlar, peygamberlerini de öldürmeye
başlamışlardı. Tevrat'ı bilen kalmamış, kimi ölmüş, kimi öldürülmüş,
kimi de unutmuş gitmişti. Allah Teâlâ onu onların kalblerinden
silmişti. Nihayet Tevrat ve Tabut (kutsal emanetlerin bulunduğu sandık)
ortadan kaldırılmıştı. Daha sonra Uzeyr Aleyhisselam, yüz senelik
ölümden sonra, Allah'a tazarru ve niyaz etmiş, Tevrat'ın hıfzı
kendisine ihsan olunarak, genç yaşında İsrailoğulları'na gelmiş ve
ezberden Tevrat'ı yeniden yazmış. Ve işte o vakit "Bu başka türlü
olmaz, muhakkak bu Allah'ın oğludur." demişler ve daha sonra
hıristiyanların "İsa Allah'ın oğlu" sözüne bir kapı açmışlar. Bu âyet
nâzil olduğu zaman da yahudiler "Biz böyle bir şey söylemeyiz, bunun
aslı yoktur" diye hiçbir itiraz ve inkârda bulunmamışlardır. Ancak bu
meselede olsun üzerlerinde İslâm'ın harp tehlikesinin büyük bir tesiri
olmuş ki, daha sonraki yahudilerden bu söz işitilmez olmuştur. Şu halde
hepsi değilse bile içlerinden bazıları bir zamanlar "Uzeyr Allah'ın
oğlu" dediler. Nasara da "Mesih Allah'ın oğlu" dediler. Esasen bunu
söyleyenler de bir kısım hıristiyanlar ise de sonradan hemen hepsi
böyle söylemeye başladılar ve hatta böyle söylemeyenleri kâfirlikle
itham ettiler. Mâide Sûresi'nde verilen bilgilere bakınız (Mâide
5/72,73). İslâm'ın doğuşuna kadar bunlar bunu nesil ve evlat anlamına
oğul olarak söylüyorlardı, sonra içlerinden bazıları bunun "Beytullah"
tabiri gibi, sırf şeref ve itibar mânâsına bir izafet, bir mecaz
olduğunu iddia etmeye başladılar...
İşte o, yani yahudi ve
hıristiyanların "Allah'ın oğlu"
sözü
ağızlarıyla söylenmiş sözleridir. Bu, onlara başkaları tarafından isnad
olunmuş bir iftira değildir, bizzat kendi ağızlarından çıkmış olan bir
sözdür. Fakat öyle bir söz ki, gerçekte hiçbir ciddi anlamı olmayan boş
bir sözdür, kuru gürültüdür, çelişkili ve saçma sapan bir şeydir. Onlar
da zaten bunu bir mânâyı belirlemek için değil, mânâsı anlaşılmaz bir
laf olarak söylerler. Bunu söylemekle bundan önce küfre düşenlerin
sözlerine benzerler. Daha önce sözü edilen müşrikler de "Melekler
Allah'ın kızlarıdır." diyerek kâfir oluyorlardı ki, yahudi ve
hıristiyanların bu "oğul" cinsinden sözleri de tıpkı ona benzer, onun
gibi bir küfür ve şirktir. Şu halde bunlar ehl-i kitaptan olmakla
beraber müşriklere benzerler. Bu açıdan müşrik sayılırlar ve Allah'a
mümin değil kâfirdirler. Allah onları kahretsin. Arap dilinde bu bir
bedduadır ki, bundan kıtalin kendisi değil, gereği olan helak, kahr ve
lanet kastedilir. Türkçe'de de biz bunu şu deyimlerle ifade ederiz:
Allah belalarını versin, Allah canlarını alsın, Allah kahretsin,
Allah'ın kılıcına uğrasınlar. Bunlar nereden çeliniyorlar? Nereden
baştan çıkarılıyor, nasıl oluyor da hak yoldan çevriliyorlar? Allah'a
oğul isnad etmek gibi fahiş bir yalan ve iftiraya, bu kadar açık bir
küfre ve şirke nasıl saptırılıyorlar? Nereden, hangi noktadan, ne gibi
sebeplerden ve ne yüzden bu kötü durumlara düşürülüyorlar? Bakınız şu
hale:
31-
Allah'dan başka bir de
hahamlarını (yahudiler) ve
rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler". Allah'ın
emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine
tabi oldular. Onlara Allah'a tapar gibi taptılar, hatta Allah'ı bırakıp
onlara taptılar, Allah'ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah'ın
emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah'ın haram
kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler. Allah'ın "yapmayın"
dediği şeyleri yaptılar, "yapın" dediklerini de yapmadılar. Allah'ın
emir ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler.
Onlara, Allah'ın emirlerini uygulayan, O'nun dininin hükümlerini
anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi
hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar.
Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz'etmeye, dini hükümler
koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar.
Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular. Nitekim bu âyetin
mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki:
"Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı, ki Adiy o zaman
henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı, Resulullah Berâetün Sûresi'ni
okuyordu, bana "ya Adiy şu boynundaki veseni at" buyurdu. Ben de
çıkardım attım. "Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab
edindiler." anlamına olan âyetine geldi, ben, ya Resulallah, onlara
ibadet etmezlerdi, dedim. Resulullah buyurdu ki: "Allah'ın helal
kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram
kıldığına helâl derler, sizde helâl saymaz mıydınız?" Ben de "evet"
dedim. "İşte bu onlara ibadettir." buyurdu.
Rebi'
demiştir ki, "Bu rablık İsrailoğulları'nda nasıl
idi?"
diye Abdul'âli-ye'ye sordum. O da "Genellikle Allah'ın kitabında
hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber
kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı." dedi.
Bu rivayetler şunu
gösterir ki, herhangi birini rab
edinmiş
olmak için behemahal ona "rab" adını vermiş olmak şart değildir.
Allah'ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine
uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural
koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona
uyduğu zaman Allah'ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek,
onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona
tapmak demektir. Şu halde burada din âlimlerine, ulul'emr adı verilen
devlet başkanlarına itaat etmek, Allah'ın emri olan bir farz değil
midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi âlimleri ve
yöneticileri demek olan "ahbar" ve "ruhban"a itaat etmeleri niçin
muaheze olunuyor? Şeklinde düşünmeye gerek yoktur. Çünkü burada sözü
edilen şey, Allah için itaat ve teslimiyet değil, "min dunillah" olan,
yani Allah'ın emrine ters düşen itaattir. Gerçekten de ilmî hakikatleri
kabul ve âlimlere itaat etmek ve saygı göstermek Allah'ın emridir. Ve
Allah'ın emrine itaat de Allah'a itaattır. Fakat bu doğrudan doğruya
değil "Allah'a, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz."
(Nisa 4/59) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere Allah'a ve Resulü'ne
itaatın bir bölümü olarak ve ona bağlanarak yapılacak olan bir
itaattır, Allah'a ve emirlerine rağmen bir itaat değildir. Allah için
bir itaat demek, Allah'ın emirleri doğrultusunda olan, en azından
mahluka itaatte yaratıcıya isyan bulunmayan bir itaat demektir. Böyle
bir itaat halıka isyan bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün
hak, emrin de maruf olması şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve
hakikatı izlemesinde, gerçekle olan ilişkisinde, hakkın emrine uygun
düşmesinde ve daima Allahın rızasını araştırmasında, hakkın ahkâmını
tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle
uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen Allah'ın hukukuna aykırı
olan, Allah'ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen
kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve âlimlerin
değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür.
Ulu'l-emr olmaları sırf bilgileri ve ilmî haysiyetleri bakımındandır.
Yani emredilen marufu tanımaları, uyulacak âyetin hükmünü iyi bilmeleri
ve ondan elde edilecek mânâyı iyi kavramaları sebebiyledir: "Bunların
hüküm çıkarmaya gücü yetenleri elbette onu anlarlardı." (Nisâ, 4/83),
"Allah'ın kulları içinde O'ndan en çok korkanlar âlimlerdir." (Fâtır,
35/28) özelliklerini taşımaları ve "Eğer bilmiyorsanız, ilim ve hikmet
ehline danışınız." (Nahl 16/43) buyurulduğu üzere, âlimlerin ehl-i
zikir olmaları bakımındandır. Âlim, bilgi sahibi olması bakımından
hiçbir şeyin değil, ancak hakkın kuludur. Delillerin ve hakkın
âyetlerinin emrindedir. Lâkin delilin şerefi bizzat kendinden değil,
medlulü olan hakka delalet etmesi ve hakkın açığa çıkmasına yardımcı
olması yüzündendir. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise ilmî
haysiyetten mahrum birer tağutturlar. İlme ve ilmin ortaya koyduğu
verilere, Hak Teâlâ tarafından yaratılmış gerçekler olduğu bakımından
itaat, Allah'ın emrine itaat ve hakkın farizasını yerine getirmektir.
Hakka bağlı olduğu müddetçe ilme ve âlime uymamak ilim ve ulema
düşmanlığıdır. Ancak Allah'ın emirlerini gözardı ederek âlimlerde velev
cüz'î bir hüküm vazetme yetkisi bulunduğunu, hatta bir zerrenin bile
hükmünün yerini değiştirmeye yetkili olduklarını kabul ve teslim
eylemek Allah'dan başkasına bir rablık hissesi vermektir, onları "min
dunillah" (Allah'ın gerisinde) rab edinmektir. Şeytanlara, Tağutlara,
Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve
küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Mesela;
doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan
fikirlerini, sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan
şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve
iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah'ın haram kıldığını helâl,
helâl kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı
değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle
dursun, Allah'ın emrine aykırı olduğu açık olan hatalarına bile itaatı
caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden,
Allah'ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat dahi
öyle bir şirk ve küfürdür. Allah'ı bırakıp başkalarına tapmak demektir.
Maalesef yahudiler ve hıristiyanlar işte böyle yapmışlardır: Ahbar ve
Ruhbanlarını Rab edinmişlerdir. Onlara gerçekten Rab dememişlerse bile
Rab yerine koymuşlardır. Dinde hüküm koyabilme haklarının olduğuna
inanmışlardır. Hele Hıristiyanlık tarihinde ruhban sınıfının kutsal
tanınması ve papaların hata etmez sayılması daha fazla resmiyet
kazanmış olan çok açık bir durumdur. Bunların din işlerinde yetkili ve
dinde her türlü tasarrufa salahiyetli olduklarını, ruhani meclislerin
kararlarıyla ve papanın emriyle dinin ahkâmının ve kitabın kesin
emirlerinin değiştirilecek derecede te'vil ve tebdil, hatta tahrif
olunabileceğini, namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin, haram ve helâl
ile ilgili bütün kuralların ve meselelerin istenilen şekle
konulabileceğini, her türlü günahın affedilebileceğini, hatta cennet ve
cehennem anahtarlarının papazların elinde olup, bunların isteyene
satılabileceğini ve bütün bunlara hiç kimsenin itiraza hakkı
bulunmadığını iddia ve kabul edecek kadar imtiyazlar tanımışlardı ki,
bu âyet işte bütün bunları hatırlatmakta, muaheze etmektedir. Adiy ile
ilgili olan hadisi şerif de bunun asgari ölçüde bir bakıma tefsiridir.
Hıristiyanlıkta ruhban sınıfının böyle bir imtiyaz ve hakimiyetle "min
dunillah" (Allah'ın gerisinde) Rab edinilmelerine "klerikalizm" adı
verilir. Daha sonra bundan şikayetle Protestanlık zuhur etmiştir. Mâide
Sûresi (âyet 64, 65)'ne bakınız. Daha sonra bu Rablık imtiyazı, ruhban
sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere geçmiştir. Bundan başka
protestanlar da dahil olduğu halde, ilk devir hıristiyanları içindeki
muvahhidlerden ilgisiz olarak, genelde hıristiyanlar arasında yaygın
hâl almış bir şirk vardır ki, bütün diğer şirk çeşitlerinin temelini
teşkil eder. Şöyle ki:
Meryem oğlu Mesih'i de
Rab edindiler. Hıristiyanlar
rahiplerini Rab yerine koyduktan ve onların lafıyla "İsa Mesih Allah'ın
oğludur." dedikten başka bir de "Meryem oğlu Mesih Rab'dır." diye
tutturdular. Ona böyle üçüzlü bir inançla mabud ve ilâh diye taptılar.
Rab kabul edip, Rablığı onda topladılar. Oysa onlar, hakikatte bir tek
ilâha tapmak ve ancak ona ubudiyet etmekle emrolunmuş idiler ki O'ndan
başka ilâh yoktur. Onların hepsi; yahudisi, hıristiyanı, hahamları ve
papazları, akıl delilleriyle ve Allah kitaplarının ortaya koyduğu
naslarla, ilâhî hükümlerle başkasına değil, sadece ve sadece Allah'a
ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Mesih aleyhisselamın diliyle Allah'a
ibadet ediniz ve O'na aykırılıktan sakınınız. Benim de sizin de
Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz. Kim Allaha şirk koşarsa, Allah ona
cenneti haram kılacak ve yeri cehennem olacaktır.(Mâide, 5/72)
buyurulmuştu. Bakara Sûresi'ne (âyet 87 ve 253) bakınız. Böyle iken
bunlar bu hak emrinin aksine hareket ederek bir olan Allah'dan başka
Rablar da edindiler. Allah'a ve emirlerine karşı geldiler. Kendi
nezahet-i sübhaniyyesiyle tenzih O'na, o şirk koşanların şirkinden.
Yani, onlar müşriklere benzemekle kalmıyorlar, bilfiil müşriklik de
ediyorlar ve Allah'a şirk koşuyorlar. Allah Teâlâ'nın uluhiyetinin şanı
ise gerek gizli, gerek açık her türlü şirk şaibesinden uzaktır. O,
kendi ezeli nezaheti ile münezzehtir. O'nun zat-ı sübhanisi hiç
kimsenin tenzihine muhtaç olmadan, O kendisini, onların açık ve gizli
şirk koşmalarından tenzih eyler. Şu halde Allah Teâlâ, onlardan da
"berî"dir, onların şirklerinden de.
32-Bunlar
Allah'a ve ahirete imandan o kadar uzak
bulunuyorlar ve öylesine kâfirlik ve imansızlık ediyorlar ki, Allah'ın
nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah nurunun, yani uluhiyetin
hakkıyla tecellisini istemiyorlar, ondan hoşlanmıyorlar. Sanki püf
deyip söndürüvermek arzu ediyorlar. Ağızlarına bakmadan böyle bir
cinayet peşinde koşuyorlar. Allah olmasın, olsa da işlerine karışmasın,
hakkın nuru parıldamasın, dünyayı aydınlatmasın, hüküm kendilerinin
olsun arzusunu besliyorlar. Yalanla, inkârla, yaygara ve propagandayla
hak ve hakikat söner, Allah'ın hükmü açığa çıkmaz gibi farzediyorlar.
Allah kelâmını ortadan kaldırmak, tevhid dininin yayılmasına mani
olmak, ilâhi hükümlerin akışını durdurmak, Allah'ın kitabını
Resulullah'ın peygamberliğini iptal etmek, Allah'ın kullarını laf ile,
ağız kalabalığı ile kendilerine kul etmek, kendi haksızlıklarına alet
edip karanlıkta boğmak istiyorlar. Allah ise öyle istemiyor, her ne
olursa olsun, nurunu parlatmadan, onu tamamlamadan bırakmak istemiyor,
ille de parlatmak istiyor kâfirler hoşlanmasalar da. Allah, hakkı açığa
çıkarmak, tevhidin nurunu parlatmak, İslâm'ı yüceltmek ve aziz etmek
istiyor ki, bunun açıklaması şudur:
33-
O, odur ki,
yani gücüne ve kudretine sınır olmayan
Allah,
o kâdir-i mutlak ve kayyum olan Allah, öyle bir Allah'dır ki, O, kendi
Resulünü, hidayetle ve hak dinle gönderdi. "Muttakilere mahza hidayet
olarak" âyeti uyarınca takva ehlinden olanlar için ayniyle hidayet ve
bir tevfik rehberi olarak, mahza istikamet olan kitab-ı mübin ile,
Kur'ân-ı azimüşşan ile Resulü Muhammed Mustafa'ya (s.a.v.) peygamberlik
verip, hak dini ile gönderdi. Gerçekten de her yönüyle hakka tapmak
demek olan, haktan daha kutsal bir şey tanımayan, hakka tapmaktan başka
bir ibadet, hak sevgisinden başka bir sevgi, hak korkusundan başka bir
korku tanımayan, Allah'ı bir, Peygamber'i hak peygamber ve bütün
hakları saygıya layık bilen, her işde, her hususta hakkı gözeten, her
şeyin hakkını, Hak Teâlâ'dan gelmiş gören, her hususta hakkı izleyen
İslâm dini ile gönderdi ki, neticede onu her dine karşı izhar etsin,
hepsinin üstüne çıkarsın. Resulü'ne karşı mücadeleye ve itiraza
kalkışacak olan diğer dinlerin mensuplarına Resülünü galip getirsin,
hakkın her kuvvete üstün olduğunu ve "Allah katındaki dinin, din-i
İslâm'dan ibaret" (Âl-i İmran 3/19) bulunduğunu ve hak dinin, diğer
dinleri neshedip geçersiz kıldığını, bu neshi bilfiil ispat ve ilan
ederek (Bakara, 2/106) gerçeği yerine yerleştirsin ve tevhidi ilan
eylesin. Bütün iman ve taatını hak noktasında toplamayan, din
meselesini, hak ve hukuk meselesinin dışında tutan, heva ve heveslere
kapılıp batılın peşinde koşan ve haksızlık yollarında dolaşan, bütün
hamdin, her türlü ibadetin ancak Rabbü'l-âlemin ve maliki yevmiddin
olan Allah Teâlâ'nın hakkı ve ancak O'na mahsus olduğunu teslim
etmeyen, şu halde Hakk'a ve halka hakkını vermeyen ve hakkına göre
muamele etmeyen dinlerin "Mal ve evladın bir fayda vermeyeceği, ancak
Allah'a temiz bir kalble gelmenin fayda sağlayacağı bir günde" (Şuara,
26/88,89) Hakk'ın rızasını kazandırıp, ebedi selamet bahşedecek hak bir
din olamıyacağını, gerçekte Allah'ın hak peygamberinin getirdiği hak
dinin dışında başka hiçbir dinin hak din olamıyacağını, herşeyin
hakkının Hak Teâlâ'ya nisbetle geçerlilik kazanacağını, hayat hakkının
ancak Hakk'ın hayatı ile ayakta durabileceğini gün ışığına çıkarıp
tamamen izhar eylesin, velev müşrikler istemeseler de. Onlara rağmen bu
izharı yapsın diye gönderdi. Binaenaleyh Resulünün gönderiliş hikmeti
olan bu izharı mutlaka yapacak ve Resulünü görevinde mutlaka başarılı
kılacaktır. Şirki ve küfrü perişan edecek, hak dinin tevhid dini
olduğunu ve Allah'ın hakkının hiçbir ortaklık kabul etmediğini
gösterecek ve nurunu tamamlayacaktır. Bu ne bir şiir, ne boş bir
hayaldir. O hak peygamberi gönderen Allah Teâlâ'nın hak vaadi olan bir
hakikattır. Gerçekten de "Bu gün size dininizi kemale erdirdim, nimet
ve ihsanımı tamamladım" (Maide 5/3) buyurulduğu gün, bu ilâhî vaad
gerçekleşmiş ve hakikat nuru ortaya çıkmış bulunuyordu. Ne
putperestlik, ne Sabiîlik, ne Mecusilik, ne Yahudilik, ne de
Hıristiyanlık hiç biri İslâm'ın karşısında duramıyor ve tutunamıyordu.
O günden itibaren bütün âleme karşı şu hakikat tamamen açıklık
kazanıyordu ki, Allah'dan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah'ın
Resulüdür. Hak din ve diyanetin bütün üsvesi, bütün örneği Muhammed'de,
hidayetin bütün sırları Kur'ân'da, bütün hüküm Allah'dadır. Zuhur ve
galebe hakkı ne Arab'ın, ne Acem'indir, ne de şu veya bu dinindir.
Ancak Allah'ındır ve Allah Resulünün getirip hakkiyle tebliğ ettiği ve
uyguladığı hak dindedir: "İslâm yücedir, onun üstüne yükselecek başka
birşey de yoktur". Diğer dinlere sarılanlar sarıldıkça batacak, hak
dine sarılanlar sarıldıkça yükselecek. Şayet İslâm'a mensup olanlar
geri kalıp düşüş gösterirlerse İslâm'a sıkı sarılmalarından değil, ona
iyi sarılmayıp, riayetsizlik ettiklerinden ve bu hususta diğer dinlerin
mensuplarına benzediklerinden, hakka itaatı bırakıp, haksızlık, fısk,
irtidat, dinsizlik ve inançsızlık vadilerine saptıklarından dolayı
olacaktır. Çünkü "Allah kâfir olan kavme hidayet etmez." (Bakara,
2/264), "Allah zalim olan kavme hidayet etmez" (Bakara 2/258) olduğu
gibi, yine aynı şekilde "Allah fasık olan kavme hidayet etmez." (Mâide,
5/108) ilâhî açıklamaları mevcuttur. Yerde ve gökte gönül rızasıyla
olmasa da zorla dahi olsa sonuçta hak galip gelecektir. Eninde sonunda
hakka boyun eğmeyecek, ona yenilmeyecek hiçbir kimse ve hiçbir kuvvet
yoktur: "De ki, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorsunuz ki, o
Allah'a göklerde ve yerde ne varsa, ister istemez hepsi boyun eğmiştir
ve hepsi O'na dönecektir." (Âl-i İmran 3/83)
Fakat bu hahamlarla
rahipler niçin hakkın nurundan
hoşlanmıyorlar da ifke ve iftiraya sebep oluyorlar?
34- Ey
müminler! Şurası bir
hakikattır ki, yahudi
hahamlarıyla hıristiyan rahiplerinden bir çoğu, hepsi değilse de
muhakkak ki bir çoğu insanların mallarını batıl bir şekilde yiyip
geliyorlar. Yok yere, sebepsiz bir şekilde, haksız yollardan, meşru
olmayan maksatlarla halkın mallarını, paralarını alıyor, hakları
olmadıkları halde onlardan yararlanıyor, servetler yığıyorlar, ve Allah
yolundan insanları engelliyorlar. O servetlerle ve o batıl intifa
maksatlarıyla halkı kendilerine bağlayıp, tağyir ve tahrif ettikleri,
değiştirip durdukları din kurallarına uymaya zorluyorlar, onları
İslâm'dan, doğruluktan veya Tevrat ve İncil'de yazılı olan gidişattan
menediyorlar. Böylece halka fena bir örnek oluyorlar. Sanki para ile
her şeyin çaresi bulunabilirmiş veya para uğruna her şeyi yapmak
mübahmış gibi. Hatta hak ve hukuk değişebilir, günahlar
affolunabilirmiş de haram helâl demeden para kazanmak, hazineler yığmak
gerekiyormuş gibi bir duygu ve düşüncenin halk arasında yaygınlaşmasına
sebep oluyorlar, insanları böylece hak yolundan saptırıyorlar, kötü
örnek olup baştan çıkarıyorlar. Ve onlar ki, altını ve gümüşü kenz
yaparlar. Toplayıp sımsıkı saklarlar, tıkız ederler. Altın ve gümüşün
hakkı, insanlığın faydası açısından yaratılış hikmeti, mübadele
vasıtası olması, yani para olarak alışverişi kolaylaştırması ve
Allah'ın kullarının gerçek ihtiyaçlarına harcanmasıdır. Üstelik "Sadece
zenginler arasında dönüp dolaşan bir nimet, bir devlet ve kuvvet
olmamasıdır." (Haşr 59/7). Para bütün halk arasında tedavül etmelidir
ve ihtiyaçların ehem olanı mühim olanına, şiddetlisi hafifine tercih
edilerek güzelce harcanmalıdır. İhtiyaçların önceliklerine göre
sarfedilmesi gerekirken bazıları onu ya çarçur eder, ya da tedavülden
çekerek, gömerek veya herhangi bir yerde gizleyerek, yığar ve sımsıkı
saklar, ve bunları Allah yolunda sarfetmezler. Allah için hakkını
vermezler. Allah yolundan engellemek için mallarını sarfedenler şöyle
dursun, bunlar parayı toplayıp saklamak suretiyle Allah yolunda sarftan
menederler. Bu paralarla Allah yolundan saptırmak için para
harcayanlara karşı mücadele etmek varken, bunlar tutarlar parayı hiçbir
işe yaramaz hale getirirler, tatil ve iptal eylerler. İşte bunlar yok
mu? Kim olursa olsunlar, gerek o haham ve papazlardan, gerek onlara
uyup, onları örnek alıp para saklayanlardan olsun, gerekse zekatlarını
vermeyen ve paralarını saklayan müslümanlardan olsun işte onları, elem
verici bir azapla müjdele, ey Muhammed.
35-
Bu azap o
gün ki, o altınlar ve gümüşler,
üzerlerinde
yakılacak cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları
ve sırtları dağlanacak. İşte bu sizin nefisleriniz, kendi öz canlarınız
için sakladıklarınız şeylerdir, şimdi tadınız bakalım şu
saklayageldiğiniz şeylerin tadını, bakınız bakalım tadı nasıl imiş
denecek.
Şimdi bunları dinleyip
anlayanlar "Allah'a ve ahiret
gününe
inanmayanlara savaş açınız!" emrini acaba ne zaman yapalım diyecek
olurlarsa, herşeyden önce vakit tayin edebilmek için zaman ve takvim
meselesini düzeltmek ve tesbit etmek şartıyla bunun icabına göre her
zaman için aynı zamanda ve birlikte yapılmasının lüzumuna işaret
edilmek üzere buyuruluyor ki;
36- Allah
katında (yani Allah'ın hükmünde geçerli olan
şey),
ayların adedi muhakkak ki, oniki ay olmasıdır. Ki şunun bunun
uydurması, faraziye ve nazariyesi veya kabulü ve benimsemesi değil,
Allah'ın şu gökleri ve yeri yarattığı günkü kitabındaki kaydı, o gün
yazılan yazının hükmü ve o gün yazdığı yazının ve takdirin gereği ve
hak takviminin hükmü olarak, Allah tarafından kararlaştırılıp yazılan
yazısında bu böyledir. Bunlardan dördü haram aylardır. Dört hürmetli
aydır ki, bunlarda yapılan günahın cezası, işlenen ibadet ve taatın
sevabı öbürlerinden daha fazladır. Önemli aylar olmaları sebebiyle öbür
aylardan daha fazla saygı gösterilmesi lazımgelen ve "Sana haram
aylarda savaş yapmayı sorarlar. De ki, o aylarda savaş yapmak büyük
günahtır." (Bakara, 2/217) buyurulan aylardır. Meşhur tarifi ile "üçü
serd, biri ferttir". Hz. Peygamber Veda Hacc'ındaki Eyyam-ı teşrik
(teşrik günleri) ortasında Mina'da irad buyurduğu meşhur hutbesinde bu
dört ayı beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Bir sene oniki aydır,
bunlardan dördü haram olan aylardır, üçü ardarda gelen Zilka'de,
Zilhicce ve Muharrem'dir, biri de Mudar kabilesinin Recebi'dir ki o da,
Cemaziyel Ahir ile Şa'ban ayı arasındadır." İşte şimdi zaman Allah'ın
yarattığı ilk günkü şeklini almış oldu. Yani zaman üzerindeki haksızlık
ortadan kalktı, senenin ayları üzerinde oynamalara son verildi aylar
ilk yaratılıştaki gibi yerli yerine oturdu, yaratılıştaki periyoduna
girdi, herbiri ne ise o oldu, Zilhicce Zilhicce oldu. Muharrem Muharrem
oldu ve hac kendi zamanında yapıldı. Çünkü bir önceki seneye kadar
nesiy yapıldığından, Ebubekir'in başkanlığında yapılan dokuzuncu sene
haccı bile Zilhicce sayılarak Zilka'de'de yapılmış idi. İşte şimdi
bütün bu haksızlıklar ortadan kalktı ve hatta her bakımdan zaman yeni
bir döneme girdi.
İşte budur sapasağlam din.
Daha önceleri yapılan Nesiy
değil,
dinin doğrusu budur. İşin aslı ve kadim usul budur. Her üç senede bir
ay ilave ederek senenin aylarını onüçe çıkarmak, bazı seneler haram
ayların yerlerini değiştirerek yapılan Nesiy değil, doğrusu işte budur.
İslâm dininin ahkâmına göre, tutulması gereken doğru hesap işte budur.
Çünkü bu, sırf beşerî bilgilerle, bir takım itibari hesaplarla ortaya
çıkan ve nazari veya farazi esaslara oturtulan bir hesap değil, şu
görülen bütün âlemin tümünün yaratıldığı cisimlerinin hareketleriyle
sayıları hesap edilmiş, bizzat yaratılışın üzerine yerleştirilmiş olan
bir takvimdir. Ayın, güneşin ve yerin hareketine bağlı bulunan ve
Gökyüzü ile Yeryüzü var edildiği ilk gündenberi düzenlenmiş bulunan ve
"Ve Biz gece âyetini mahvettik, gündüz âyetini de çevrenizi
görebilmenize müsait kıldık..." (İsrâ, 17/12) uyarınca gece âyeti olan
ayın tedricen mahvedilmesiyle yeryüzünden bakıldığı zaman onun
ölçülerine yani, büyüyüp küçülmesine bir düzen verildiği gün başlayan
hilal değişimlerinin cari olduğu bu âlemi yaratan Allah Teâlâ'nın
takdir ve takvimi ile sabit olan ve o gündenberi koyduğu nizam olduğu
gibi sürüp gelen ve herkes için Ayın Hilali ve Bediri kadar açık ve
aşikar olan ve kıymetini yaratıcısından alan, fıtrata uygun, açık,
anlaşılır ve dosdoğru bir hesaptır. Üstelik bu bir şeriattır. Ta
İbrahim ve İsmail aleyhimesselam zamanlarından beri Araplar buna
veraset yoluyla bağlı ve riâyetkâr olagelmişlerdir. Cahiliyye devrinde
bile "eşhuru hurum"e saygı gösterirler ve saygıdan dolayı bu aylarda
savaş yapmaktan sakınırlardı. Hatta bir adam babasının veya kardeşinin
katiline rastlasa, ona saldırmaz, kötü söz bile söylemezdi. "Nesî"
dedikleri değişikliği ihdas edinceye kadar bu yasağa saygı, bir
dindarlık ve geleneğe bağlılık üzere sürüp gidiyordu. Yerli yerinde,
zamanı zamanında bu yasağa saygı ibadet ve taat olarak yeniden geçerli
olmak üzere, haccın Zilhice'de yapılması icap etmekteydi, nitekim öyle
oldu.
Buna göre bu aylarda
nefislerinize zulmetmeyiniz. Evvela
uydurma sayılarla ve asılsız hesaplarla aylar hakkında kendi kendinizi
aldatmayınız. Allah'ın tayin ettiği vakitleri değiştirmeye kalkmayınız.
Nesi gibi ileri geri bir takım hayali itibarlarla haramı helâl, helâli
haram yapmak haksızlığında bulunmayınız. O zaman Zilhicce ayı
Muharrem'in yerine gelir, Muharrem de Safer olur. Bunlar birbirlerinin
yerine kaydırılabilir sanmayınız. Sonra oniki ayın hepsinde de
haramdan, günahtan ve haksızlıktan, özellikle birbirinize zulmetmekten
sakınınız. Özellikle bu saygın aylarda büsbütün sakınınız. Bununla
beraber müşrikler nasıl size karşı topyekün savaş yapıyorlarsa siz de
onlara karşı topyekün savaşınız. Yukarıda beyan olunduğu üzere hangi
kesimden ve hangi cinsten olursa olsun müşriklerin hepsi cemaatlarıyla
birlikte size karşı savaşa giriştikleri ve savaşmayı alışkanlık haline
getirdikleri gibi, siz de hepsine karşı bütün müminler bir araya
gelerek, hepiniz birlik olarak onlara karşı topyekün savaş açınız. Bu
emirde şu ayda veya bu ayda gibi bir kayıt yoktur. Bu ayların
hürmetinin mânâsı, Allah için olan cihadın yasaklığı değildir.
Müşrikler tarafından bu hürmet ihlal edildiği takdirde, bu yasağı
korumak için Allah yolunda savaşı bile göze almanın gerektiğini
açıklamaktır. Haksız olan savaş her zaman ve her ayda haramdır. Şu
halde haram olan aylarda daha fazla haramdır, "bunlarda savaş büyük
günah " olduğunda şüphe yoksa da haram helâl tanımayan ve fırsat
buldukça diledikleri gibi kıtal ve saldırıdan çekinmeyen müşriklere
karşı genellikle Allah için savaş emri, belli bir mekan ve zamanla
sınırlı değildir. Bu her ne zaman ve hangi ayda icap ederse o zaman
icrası farz olan ve terki ve tehiri caiz olmayan bir emirdir. Bu emre
uymak da en büyük taattir. Bunun terkinde veya tehirinde nefislere
zulüm vardır ve büyük tehlikeler söz konusudur. Zira "Fitne savaştan
daha büyük beladır." (Bakara 2/217). Zulümden korunmak da haram olan
aylara saygısızlık değil, bilakis ayniyle saygıdır. Hasılı Haram Aylar,
hakikaten saygı gösterilmeye ve savaş yasağına uyulmaya layık olan
aylardır. Herhangi bir sebeple saygısızlık yapıp bu yasağı delmek ve
ihlal etmek pek büyük günahtır, nefislere zulümdür. Fakat müşrikler
bunların hürmetini ihlal ederler. Yukarıdan beri yapılagelen
açıklamadan anlaşılacağı üzere bunlar da iki türlüdür. Bir kısmı hiç
hürmet tanımaz ve yasak dinlemez. Bu ayların hürmetli aylar olduğuna
inanmaz. Hangi ayda olursa olsun fırsat bulduğu anda saldırıya
geçmekten, Allah'ın nurunu söndürmeye çalışmaktan ve boş yere can
yakmaktan ve mukaddesata saldırmaktan çekinmez. Bunlar Arap müşrikleri
dışında kalan müşriklerdir. Bir kısımı da vardır ki, mesela Arap
müşrikleri, "Eş-huru Hurum" denilen yasak ayları tanırlar, bu aylarda
savaş yapmanın, cinayet işlemenin haram olduğunu bilirler ve buna
inanırlar. Bununla beraber Allah'ın emrettiği ve istediği ölçüde
titizlikle riayet etmezler. Allah'ın ayları üzerinde hesap oyunları
yaparak onları değiştirmeye kalkarlar. Böyle yaptıkları için bunlar da
fırsat bulurlarsa, öbürleri gibi haram aydır veya Mescid-i Haram'dır
demeden, mesela müminler Arafat'ta iken bile saldırıya geçip onları
doğramaktan çekinmezler. Bunlara meydanı boş bırakmak ve hürmetlerin en
ziyade korunması gerektiği Haram Aylar'ın hürmeti adına bütün
hürmetlerin çiğnenmesine, hürmetin hürmeti yok etmeye vesile edilmesine
fırsat vermemek gerekir. Buna fırsat vermek nefislere zulümdür. Nitekim
bu anlamda olmak üzere Bakara Sûresi'nde "Kendinizi kendi ellerinizle
tehlikeye atmayınız." (Bakara 2/195) buyurulmuştur. Burada bu dört ayın
hürmetini, cahiliye devrinde olduğu gibi müşrikler tarafından suistimal
edilmemek, daha doğrusu müşriklerin bunu suistimal etmelerine meydan
vermemek gerektiği üzerinde duruluyor. Bu yasakların hakkıyle
uygulanmasına engel olabilecek şirk ve cahiliye devri âdetleri ve
gelenekleri lağvediliyor. Bu aylardaki savaş yasağının Allah yolunda
cihada engel sayılmaması, cihad emrinin durumun icabına göre ve
düşmanların tutumuna göre uygulanması gerektiği, ancak bunun zaman ve
mekan ile bağlı bir emir olmadığı konusuna dikkat çekiliyor. Zamana ve
mekana bağlı olmayarak "Müşrikler size karşı nasıl topyekün savaş
yapıyorlarsa, siz de onlara karşı topyekün savaşın." buyurulmuştur ki,
bu âyetin yukarısına olan bağlantısı şöyle bir mukadder suale cevap
mahiyetindedir: "Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlara karşı
savaşınız!" emrini ne vakit yerine getirelim? Cevap şu ki, Allah'ın
vakitlerini değiştirmemek, yasaklara saygılı olarak, zulüm ve
haksızlıktan sakınarak, hangi ayda olursa olsun icab ettiğinde, hiç
gecikmeksizin topyekün savaşmak üzere savaş açınız. Şu halde çoğunluğun
dediği gibi, bundan anlaşılır ki, "Haram Aylar" kavramında cahiliyye
devrinin ne olursa olsun savaş yapmama telakkisi ortadan
kaldırılmıştır. Çünkü Allah için olmayan ve cahiliyye devrinde sürüp
giden haksız adam öldürmeler İslâm dininde her ayda ve her zaman
yasaktır. 'den murad, müşriklerin yaptığı savaşlardır. Allah yolunda
yapılacak olan cihad ise her zaman için haklara hürmetin icabı olan en
büyük bir itaattır. "Onları nerede yakalarsanız" (Bakara, 2/191 ve
Nisa, 4/91) ile "Onları nerede bulursanız" (Tevbe, 9/5) buyurulmuştur.
Hill ve harem mekanda genellik ifade ettiği gibi, bu âyet de zamanda
mutlaklık ifade eder. Bundan dolayı buradaki "dördü Haram aylardır" dan
maksat bu sûrenin başında geçen "Şu haram aylar geçince" ve "Yeryüzünde
dört ay daha gezip dolaşsınlar." âyetlerindeki dört ay değildir.
Yukarıda da geçtiği üzere Hz. Peygamber'in Veda hutbesinde açıklanan
dört aydır. Ancak Ata'dan naklen bildirilmiştir ki, gerek Harem-i
Şerif'de, gerek Haram aylarda düşman hücuma geçip saldırmadıkça, yani
önce düşman savaşı başlatmadıkça gaza etmek helâl değildir. Bunlarda
kıtalin haramlığı neshedilmemiştir.
Gerçi bu yasak bütün
yönleriyle ele alınmayıp, sadece
genel
anlamda haram olma mânâsına alınacak olursa diye haram ayların
haramlığı takrir buyurulması buna uygun gibi zannedilebilir. Bundan
dolayı "Bunlarda nefislerinize zulüm yapmayın!" nehyinin mânâsı, bu
haram aylarda başlangıçta savaşı helâl saymak suretiyle kendinize
zulmetmeyiniz, demek olduğunu zannedenler de olmuştur. Cahiliyye
devrinde alışılmış olan şekavet (terör) savaşlarına göre bu anlayış
doğru ise de hakkın emri olan nefislere zulüm değildir, zulmü akamete
uğratmak için yapılması gereken cihad söz konusu olduğunda bu doğru
değildir. "Savaşınız!" emrine de aykırıdır. Nefislerin zulmü, savaş
açısından ele alındığı takdirde doğrusu bu âyete şöyle mânâ vermek
gerekir: "Bu haram aylarda cihadı terk veya tehir etmek suretiyle
düşmanlarınızın size savaş açmasına meydan verip, kendinizi kıtala
uğratarak nefislerinize zulmetmeyiniz."
Bilfiil saldırıya geçen bir
düşmana karşı, savunmayı
terk
etmekte işte böyle nefisleri kıtale ve zulme maruz bırakmak mânâsı
bulunduğu gibi, haram helal, hukuk ve mukaddesat tanımayan ve fırsat
bulduğu zaman hiç acımadan saldıracağı bilinen Allah düşmanlarının
saldırısına meydan vermekte dahi aynı mânâ bulunmaktadır.
Bu suretle âyette hak
takvimi ile ayların sayıları
tesbit
edildikten ve haram ayların haramlığı yeniden karar altına alındıktan
sonra, haramın esas gereği ve hak dinin mânâsı canlara kıymaktan
sakınmak şeklinde özetlenmiş ve bundan haram aylarda cihadın yasak
olduğunu anlamamak ve bilakis bu hak ve hürmetin ihlali söz konusu
olduğu zaman, bu yasağı korumak için cihadın gerekli olduğu ve böylece
cihad emrinin haram veya helâl aylara bağlı olmadığı bir mutlak nass
ile hükme bağlanmıştır ki:
"Size karşı topyekün savaş
açan müşriklere karşı siz de
topyekün savaşın!" ve her zaman hep böyle yapın. Ve biliniz ki, Allah
muttakilerle beraberdir. Her hususta böyledir. Şu halde yapacağınız
savaşta da hep hakkı gözeten, Allah rızasını düşünen, helâl ve haramı
tanıyan, şirk ahlâkından, keyfi hareketlerden, zulüm ve haksızlıktan,
günahlardan, emre itaatsizlikten sakınan, vazifesini bilen kimseler
olunuz.
Allah'ın emrine uyarak
hepiniz hep birden uyum içinde ve
topluca hareket ediniz. Hakkıyle korunursanız Allah'ın yardımı ve
nusreti sizinle olacak, sizin gibi müttakilere yar olacaktır. Böyle
olursanız başarıya ulaşacağınızdan hiç şüphe etmeyiniz.
37-
O Nesi
(denilen o tehir, yani ayı geriletme) işi
küfürde
bir ziyadelikten başka birşey değildir.
"Nesî' ": kelimesi, lugat,
örf ve şeriat açısından üç
ayrı
anlama gelir:
Lugat bakımından "nesî" hem
masdar, hem sıfat olarak
kullanılır. Herşeyden önce fiilinden masdar olarak gelir ki, esas
anlamı tehir, etmek geri bırakmak demektir. Nitekim kırâetinde
demektir. Alışverişte "veresiye" demek olan ismi de yine bu kökten
gelir. Bazı hallerde gecikme bir ilave ile ilgili olur. O da ya tehirin
gereği veya sonucu olur. Mesela eceli tehir etmek, ömrü arttırmak, ömrü
uzatmak demektir. Bir seneye bir ay ziyade etmek demek, ertesi seneyi
bir ay geciktirmek demektir. Yahut bunun aksine birinci seneden bir ay
eksiltmek, ertesi seneyi bir ay erken başlatmak suretiyle
ziyadeleştirmek demek olur. Bundan dolayı "nesî" masdarı da bazan
ziyade etmek mânâsına kullanılırsa da esas mânâsı tehirdir. Ve bunda
ziyadenin hiç bulunmadığı haller de olabilir. Mesela aynı sene içinde
Muharrem ayı, Safer, Safer ayı da Muharrem farzedilerek, bir geriye
bırakma ve öne alma yapılırsa sene yine oniki olarak kalmış olur, bir
eksiklik veya fazlalık olmaz. Bundan dolayıdır ki, âlimlerin çoğunluğu,
öne alma ve geriye bırakma mânâsını değil, örfi ve şer'î anlamda esas
olan en kesin mânâ olarak "tehir" mânâsını önemle vurgulamışlardır.
Sonra "nesî", bu tehir mânâsından "fail bimânâ meful" olarak yani
gecikmiş mânâsına sıfat olmuştur. Maktul mânâsına gelen "katîl" de
böyledir. Bundan başka fail vezninde fail olarak "nâsi" yani tehir eden
mânâsına da olabilir. Nitekim şehid, şahid demek de olabilir, meşhud
demek de olabilir. İkinci olarak örfle ilgili anlamda da Nesîy kelimesi
yine bu üç mânâ ile ilgili bir isimdir. Birincisi masdar mânâsından
alınarak bir özel tehirin ismidir ki, ayı tehir etmek demektir. Şöyle
ki:
Araplar ötedenberi ayları
gerçek yönüyle kamerî aylar
olarak
tanıyor, seneyi de gök ayı senesi olarak oniki ay sayıyorlardı. Hangi
isimlerle sayarlarsa saysınlar ayları ve seneleri kamerî idi. İbrahim
ve İsmail aleyhimesselam zamanından beri bu oniki aydan dördünü haram
aylar olarak biliyorlar ve bu aylardaki savaş yasağına saygı
gösteriyorlardı. Bu aylarda birbirleriyle savaş yapmıyorlar, ibadetle
meşgul oluyorlardı. Bu aylara o kadar hürmet ediyorlardı ki, hatta bir
adam babasının katiline bile rastlasa ona el uzatmıyor, dokunmuyordu.
Bu dört haram ayın ise Zilka'de Zilhicce, Muharrem üçü"Serd", yani bir
dizi, dördüncüsü olan Recep de tek başına idi. Böyle ardarda gelen üç
ay boyunca savaş yapmamak, bütün gelirleri gazvelere, çapul ve ganimet
elde etmeye bağlı olan bazı kabilelere zor gelmeye başlamıştı. Bundan
dolayı gazve yapabilmek için bunlardan birini tehir ederek araya boş
zaman koymaya çalışmak için ayların tertibi üzerinde oynamışlardı.
Böylece oniki ayda dört aylık yasağı daha da küçültmek, haccı da
işlerine gelen belli bir mevsimde tutabilmek için altı ayda birer hafta
olmak üzere, yirmidört ayda, yani iki senede bir ay kazanmaya çalışarak
o seneyi onüç ay hesabıyla daha uzatmışlar. Dört aylık haram aylardan
üçünün birarada gelmesini önlemek için söz konusu dört haftayı ikinci
senenin sonuna bir ay olarak eklemişler ve o seneyi onüç ay olarak
kabul etmişlerdi. Buna göre bu onüçüncü ay senenin sonuna eklendiğinden
Zilhicceden sonraki ayın da Muharrem olması gerekirken, araya
sokuşturulan o bir ay yüzünden Muharrem ayı Safer yerine kaydırılmış
oluyordu, ve bütün aylar bulunması gereken yerlerinden bir ay geriye
atılmış oluyorlardı. Bundan dolayı o ilave aya "Safer-i âhir" adı
verildiği gibi, bu tehir işine de "nesîy" deniliyordu. Tehire uğrayan
Muharrem'e de "Nesîy" deniliyordu. Bu onüç aylık sene de Nesîy senesi
olmuş oluyordu. Böylece özellikle eşhuru hurum denilen yasak ayları
bölmeyi hedef tutan bir nesîy geleneği ihdas edilmiş idi. İki sene bir
ay sayılması gereken yirmibeş ay, tamamı tamamına iki sene sayılmış,
ancak bunlardan birinci sene oniki, ikinci sene de onüç olarak kabul
edilmişti. Böylece bir ay göz göre göre iç edilmişti. Oniki ay içinde
dört olan eşhuru hurum yerlerinden oynatılmakla kalmamış oniki buçukda
dört nisbetine düşürülmüştü. Ve bu minval üzere her iki senede bir ay
ilavesiyle yapılan nesîy geleneği sayesinde yirmi beş senenin de bir
senesi çalınmış oluyordu. Her yirmi beş sene içinde bir sene ortadan
kayboluyor ve kaynayıp gidiyordu. Böylece yirmi beş senede bir sene yok
edildiğinden o senenin haccı da umresi de, öteki ibadetleri de
yapılmamış oluyordu, hürmetleri de terk ediliyordu.
Buna göre hac ancak birinci
oniki aylık sene ile onu
izleyen
ilk onüç aylık nesîy senesinde kendi vaktinde yapılmış oluyordu, ondan
sonraki yirmiüç senenin hac ve hürmetleri hep vaktinin dışında yapılmış
oluyordu. Ve bu süre içinde ayların hürmetleri tamamen gerçek vaktinin
dışında kalıyor, esas hürmet zamanlarına denk gelen yasak günleri de
ister istemez çiğnenmiş oluyordu. Ancak yirmi beş sene sonra, yani
yirmi altıncı senenin ayları tekrar yerli yerine kendi zamanına denk
gelmiş oluyordu. Ve ancak o zaman hac ve hürmetler doğru olarak kendi
zamanlarında yapılabiliyordu. İşte Hz. Peygamber'in Veda Haccı, söz
konusu nesî'in sona erip yeniden ayların yerli yerine geldiği böyle bir
senede yapılmıştı. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu iki âyet gereğince
nesî'i iptal edip "Muhakkak ki zaman dönüp dolaşıp, Allah'ın gökleri ve
yeri yarattığı ilk günkü şeklini ald" buyurmuştu.
Hasılı örfte masdar mânâsı
ile "nesî" böylece ayı geriye
almak, ertelemek demek olan özel bir anlam taşır. Araplar arasında
sürüp gelen şekli, bu tehirin esas mahiyeti değil, bir özel şekli idi.
Bunun Araplar arasındaki uygulamasından başka türlü uygulamaları da
mümkündür. Her erteleme bir nesîy ile ilgilidir. Fakat her nesîin
Arap'taki şekli gibi olması gerekmez. Çünkü nesîy ayların ve senelerin
sayısında hiçbir fazla ve eksik söz konusu olmadan Muharrem'i Safer,
Safer'i Muharrem, Ramazan'ı Şaban yapmak gibi bir takım takdim ve
tehirlerle de yapılabilir. Halbuki bu şekilde yapıldığı zaman, seneye
ay ilave etmek gibi birşey yoktur. Beyan olunacak şer'î mânâ açısından
bu nokta çok önem taşıdığı için tefsircilerin çoğunluğu nesî'in esas
mânâsının ziyadeye mahsus olmayıp, özellikle tehir demek olduğunu
önemle belirtmişlerdir.
Böylece nesî'in birinci
örfi mânâsı anlaşıldıktan sonra
gelelim ikinci örfi mânâsına:
Yukarıdaki açıklamalardan
da anlaşıldığı üzere bir de
tehir
edilen ayın kendisine dahi verilen bir isimdir ki, bu da lugattaki
"faîl bilmânâ mefûl" anlamına kullanılmaktadır. Yine yukarıda verilen
bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Araplar arasında bu anlamda "nesîy"
Safer yapılan Muharrem ayı oluyordu. Gerçi Muharrem Safer'e tehir
edilmekle senenin bütün ayları kendilerinden sonraki ayın yerine
geçiyor ve hepsi tehire uğruyordu. Bundan dolayı da bu ayların hepsine
"nesîy" adı vermekte lugat açısından hiçbir engel yoktu. Fakat onların
tehire uğraması bizzat ve ilk olmak dolayısıyla değildi, en baştaki
Muharrem ayının tehiri sebebiyle oluyordu. İşte bundan dolayı "Nesîy"
tabiri, hepsinin tehirine sebep olan Muharrem ayı için kullanılıyordu.
Daha açıkçası nesîy, asıl Muharrem'den ibaret de değildi, bir sene
onüçüncü ay olarak Safer son sayılıp Muharrem'i Safer'e, Safer'i
Rebîulevvel'e doğru kaydıran ve diğer sene sayılmayıp Saferi Muharrem
saydıran ve bütün ayları dolaştıktan sonra onbirinci senede Zilhicce'yi
Muharrem saydıran, onikinci senede ise bütün bir seneyi yuttuktan sonra
Muharrem'i asıl Muharrem olarak kendi yerine getiren aydır. Bu ay
Kamerî seneden büyük olmak üzere asıl itibar edilen Kamerî olmayan
senenin Kamerî aylarından fazla olan ve bir aya bağlı olmayan günlerini
başlangıçta hesaba katmayıp, ertesi seneye bir ay olarak eklenen ilave
ay demektir. Bu hesaba göre bu ilave ay ikinci bir Safer ayı sayılırdı.
Böylece Muharrem "Nesîy"
olur ve tehir edilmiş olurdu.
Muharrem ayının "nesî'i" hesaba alınıp kaza edildiği sene de bu tehir
edilmiş olurdu. Bundan dolayı müfesirler, bu "nesîy" ayını bazen Safer,
bazen Muharrem diye isimlendirirler ki, Muharrem'den murad asıl
Muharrem değil itibari Muharrem olduğu gibi, Safer'den murad da Safer-i
ahir demektir ki, bu ay Safer sayıldığı sene, Safer ayı Muharrem,
Rebîul'evvel de Safer sayılmış olurdu. Ve yine bundan dolayıdır ki,
"Kamus"da bu anlamda "Nesî" kelimesi "Nesîy, Cahiliyye Arapları'nın
tehire uğrattıkları aydır." diye tarif edilmiştir. Birçoklarının
görüşüne göre, örfte nesî'in bu mânâsı bir önceki mânâ'nın da esasıdır.
Birinci mânâda daha ziyade "nesa" veya "insa" daha çok bilinen mânâdır.
Bunlardan başka "ennesîy" ismi, "feîl bi mânâ fâil" olarak nesî
hesaplarını yapan ve bunu ilan eden "nesîci"ye ünvan olarak dahi
kullanılmıştır. Bu anlamda "nesîy" "nâsiy" demek olur. Gerçi mânâ çok
kullanılan bir meşhur mânâ değildir. Hatta bunu birçokları zayıf bulup
reddetmişlerdir.
İşte cahiliyye devri
Arapları arasında bilinen ve
kullanılan
"ennesîy" ismi, sırasıyla bu mânâlarda müşterek olarak kullanılıyordu.
Ve bu âyet, bunlardan her birine teker teker işareti içeriyor ve
hepsini birlikte iptal ediyordu. Öyle sebeplere ve özelliklere
dayanarak iptal eylemiştir ki, bütün bunların sonucundan, şeriatın
mutlak olarak haram kılıp tekfir ettiği genellikle geniş anlamlı ve
kapsamlı bir nesiy yasağı ortaya çıkmıştır ki, bununla yalnızca
cahiliyye devri Arapları'nın geleneği olan söz konusu özel nesîy değil,
aynı zamanda benzer illet ve sebeplerle yapılabilecek bütün nesîy
türlerinin hepsinin küfür demek olduğu ortaya konulmuştur.
Bu âyetin öncesi ve sonrası
göz önünde tutulduğu zaman
nesî'nin burada şer'î anlamda kullanılmış olduğu görülür ki, asıl
üzerinde durulması gereken mânâ da budur. Bu da âyetten bütün açıklığı
ile anlaşılır ki, Arap geleneğinde mevcut olan bütün nesî çeşitlerinin
hepsinin batıl olduğunu ortaya koymaktadır. Bu mânâ Muharrem ayının
haramlığını bir başka aya tehir etmek, yani o ayda olduğuna itikad
etmek diye tarif edilmiştir. Bu tarif gerçi doğrudur, fakat eksiktir.
Âyetin öncesi ve sonrası göz önüne alınarak hasıl olacak mânâyı şöyle
tarif etmek gerekecektir: Allah'ın haram kıldığı herhangi bir haramı
helâl kılmak maksadıyla vakit tehiri, hatta o maksatla olmak üzere
yapılan herhangi bir tehir veya ilave nesîydir. Şer'i hükümlerin ilgisi
mükellefin fiili olduğundan, şer'i mânâlarda aslolan masdar mânâsıdır.
Örfte isterse ikinci mânâ daha meşhur olsun. Âyette en açık olan mânâ
masdar mânâsıdır. Zira belli ki, küfr olan nesîy, nesîy yapılan ay veya
nesîy yapan kişi değil, nesîy işinin kendisidir. Bunun için müfessirler
bu âyetteki nesîy kelimesinin doğrudan doğruya açık olan mânâsının
masdar mânâsı olduğu geciken ay mânâsına alındığı takdirde 'deki ziyade
küfre sebeptir gibi bir tevil gözetilmek lazım geleceğini ve nesîy
yapan mânâsına "nasi" olarak alınmasının da esasen meşhur olmadığını, o
takdirde de "küfürde ileri gitmiş, fazla kâfir" şeklinde tevil edilmek
gerekeceğini ihtar etmişlerdir. Bununla beraber, bu mânâlar âyetten
ibare ile olmasa bile işaret ile anlaşılacağında da şüphe yoktur. Çünkü
fiilin hükmü, failin ve mefulun hükmünü de açıklar. "Onu helâl
sayarlar" ifadesindeki zamirin açıkça aya raci olmasıdır. O ihlal eden,
yani helâl kabul eden kimselerin de nesîy işini yapanlar olması
açıktır. Bunlar "nesîy" kelimesinden işaret yoluyla çıkan mânâlardır.
Öyleyse bu üç mânâ derecesine göre şöyledir:
1- Nesîy yapmak küfürde
ziyadelikten, aşırılığa
gitmekten
ibarettir. Ondan başka bir şey değildir. Zira haramı helâl saymak
küfürdür.
2- Nesîy ayı ziyade küfre
sebeptir. Çünkü birçok
haramları
helâl saymaya sebeptir.
3- Nesîy yapan küfürde
ileri gitmiş, fazla bir kâfirdir.
Nesîy yapmakla kâfirleri büsbütün saptırır. Allah'ın haramlarını helâl
yapmak için haram ayı, bir sene helâl, bir sene haram yapar. Seneden
seneye değiştirir dururlar.
Bir de Verş ve Ebu Cafer
kırâetlerinde "ya" harfinin
teşdidiyle hemzesiz olarak okunur. Bunda da iki vecih vardır: Birisi
den 'den kelimelerinde olduğu gibi "hemze"nin "ya"ya kalbedilmesiyle
'ün muhaffefi olmasıdır ki, ekseri dil bilginlerinin görüşü budur.
Diğeri ise "Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu." (Tevbe, 9/67)
âyetinde olduğu gibi terk mânâsına gelen "nisyan"dan "mensil", yani
metruk demek olup, diğer bir açıdan nesîy ayının ismi olmasıdır. İbnü
Abbas, "Bir sene terk ederler, bir sene de Muharrem yaparlardı."
demekle bu mânâyı göstermiştir. Demek ki, ayın tehiri açısından olan
mânâyı ifade eden bir isim olduğu gibi, de terki açısından olan mânâyı
ifade eden bir isimdir. Gerçekten de yukarıda açıklandığı üzere iş
yalnızca bir tehir ile kalmıyor, bir de terki gerektiriyordu. Bundan
dolayı yirmi beş senenin bir senesi tamamen terk edilip
sıvıştırılıyordu. Bu mânâyı ismi açıkça ifade etmediği halde bilhassa
bu mânâyı ifade etmektedir. Şu halde bu nesiyy ismi bir vakitler
Türkçe'de deyim olmuş olan "Siviş senesi" tabirine benzemektedir. Ve
âyette mefhumu "Onu bir sene helâl, bir sene de haram sayarlar."
ifadesinin mefhumu da "Allah'ın haram kıldığını helâl sayarlar."
ifadesinin sonucunda gösterilmiş demektir ki, meâli şu demek olur: "O
nesiy" kasten unutulup boş bırakılan ve terk edilen o mensi ve metruk
ay, o siviş ayı "küfürde bir ziyadeden başka birşey değildir." Yani
sanıldığı gibi bir kazanç değil, küfrü arttırmaya yarayan bir sebeptir.
Kâfirlikte daha ileri gitmek, normal küfürden daha fazla küfür yapmak
ve yaptırmak için ziyade kılınmış bir aydır. Bununla, yani "nesî" veya
"nesiyy" ile kâfirler idlal olunurlar." Normal küfürlerine ilaveten
sapıklıktan sapıklığa sürüklenirler.
Nâfî, İbnü Kesir, Ebu Amr,
İbnü Âmir, Âsım'dan Şube ve
Ebu
Cafer kırâetlerinde "ya"nın fethi ve "dad"ın kesriyle (yadillu)
okunduğuna göre, bununla kâfirler dalalete düşerler. Yani bu öyle bir
şeydir ki, bunu kâfir olanlar yapar ve bu yüzden de küfür üzerine küfür
ekleyerek büsbütün sapar giderler. Yakub kırâetinde yalnızca "dad"ın
kesriyle "yudillu" okunduğuna göre üç mânâ söz konusudur: "Bununla
kâfirler idlal yaparlar." Yani kendilerine uyanları büsbütün yoldan
çıkarırlar, yahud ayları tehire uğratarak ve ekler yaparak nesiy yapan
o nesici, bu nesiy fiili ve ayı ile kâfirleri daha beter azdırır durur.
Yahut "Allah bununla kâfirleri dalalete düşürür." Şöyle ki:
Onu (o nesî'i yahut nesî
ayını, yani o tehir edilen veya
siviştirilen ayı), bir sene helâl, ve bir sene haram sayarlar. Aynı ayı
bir sene helâl, yani hürmetsiz bir ay kabul ederler, ertesi sene aynı
ayı haram, yani hürmetli ay sayarlar. Mesela birinci sene Muharrem'e
Safer derler onu helâl ay sayarlar, ertesi sene de onu haram aylardan
ilan ederler, hürmetli bir ay sayarlar. Bunun nasıl bir çelişki ve
şaşırtmaca olduğu meydandadır. Halbuki bu ay gerçekte ya helâl aydır,
ya haram aydır. Helâl ise haram sayılması, haram ise helâl sayılması
küfürdür.
Dikkat etmek gerekir ki, bu
ifadede yalnızca Araplar'ın
yaptığı nesî'in değil, genel olarak nesî'in sonucundan doğan bir
özellik vardır. Çünkü dinî ibadetlerde esas olan zaman ölçüleri hep
kamerî senedir. Bunun üzerine fazla veya eksik her hangi bir başka sene
itibar edildiğinde, kamerî seneye göre aylar ya ileri, ya geri olmak
üzere bir miktar farkedecektir. Bundan dolayı bu uygulamadan gün
ölçüsüne bağlı olan namaz gibi ibadetler fazla etkilenmezse de hac ve
oruç gibi yıla bağlı ibadetler ve diğer işler önemli ölçüde etkilenecek
ve hiçbiri kendi vaktinde yapılamayacak. Şu halde bir sene helâl
sayılan bir ay, ertesi sene -velev kısmen olsun haram sayılmış olma
durumuna düşer, kısmen de olsa bazı sapmalar meydana gelir. Ve birtakım
çelişkili durumlar ortaya çıkar. Mesela yahudi ve hıristiyanların dahi
perhizleri ve bayramları esasen hep kamerî sene hesabına ve kamerî
aylara göre iken bunları sonradan güneş yılına tahvil edip
değiştirmişlerdir. O zaman eskiden perhiz ayı olan kamerî ay bir sene
tam perhiz olmuş ise ertesi sene bu değişme yüzünden mutlaka beş on gün
daha doğrusu onbir gün o ayın perhizinden eksik yapılmış olur. Hele bir
kaç sene sonra behemahal kendi günlerinin tamamen dışına çıkmış olur.
İşte "Bir sene helâl, bir sene haram kılarlar." tarifi ise bu iki halin
ikisine de uygun düşmektedir, her ikisi için de doğrudur. Özellikle
ilâhî ifadesi, onu "Bir sene helal başka bir sene haram kılarlar."
anlamına dahi gelmektedir ki, bunun mutlaka ertesi sene olması da
gerekmez. Böylece âyetin kapsamındaki genişlik ortaya daha iyi çıkmış
olur. İşte bundan dolayı burada Arapların bir sene nesîy yapıp, diğer
sene yapmadıkları ve "bu sene Safer helâldir, bu sene bu ay Safer'dir."
diye helâl ve haram çelişkisini her sene yeniden ilan ettikleri
anlaşılmakta ise de nesî'in ne olduğunu ortaya koyan en bariz özelliği
onun şer'î yönüyle ilgili olmayan diğer özelliklerden ve şekillerden
soyutlanarak, yahudi, hıristiyan ve daha başka din mensuplarının nesîy
benzeri tasarruflarını da içine alacak şekilde geniş bir perspektifle
ifade edilmiş olmasıdır. Bundan dolayı bir nesî'in, yani bir vakti
tehir ve takdim etmenin küfür ve dalalet olup olmadığını anlamak için
Araplar'ın bu nesîy işini nasıl yaptıklarını tetkike de lüzum yoktur. O
cihet âyetin maksadının dışındadır. Bu husus aydınlığa kavuştuktan
sonra, aynı ayı, bir sene helal, bir sene haram yapmanın bir küfür, bir
dalalet ve bir sapıtma olduğu da gayet açık olarak ortadadır.
Binaenaleyh iş bu kadarla kalsa nesîy yapmak nisbeten basit ve kendi
halinde bir küfürden ibaret kalırdı. Fakat mesele burada kalmıyor,
birbirine bağlı olarak iki ayrı maksada âlet olmak üzere daha şumullü
ve daha yaygın bir şekilde yapılarak gayet saptırıcı ve şaşırtıcı
katmerli bir küfür halini alıyor.
Bakınız aynı ayı bir sene
helâl, bir sene haram yapma
şaşırtmacasını niçin yapıyorlar? Allah'ın haram kıldıklarının adedine
uygulayıp da Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılsınlar diye böyle
yaparlar. Yani hakikaten haram aylar özellikle falan falan ayların
kendileri değil de keyfe göre dört ay imiş, her hangisi olursa
olabilirmiş gibi. Sene içinde herhangi dört aya hürmet gösterilirse
hürmetsizlikten kurtulunurmuş gibi. Mesela Zilkade'de de hac yapılmakla
sanki Zilhicce'de, yani vaktinde yapılmış gibi, hac farzı yerine
getirilmiş olurmuş. Şaban ayını Receb saymakla Receb ayına mahsus olan
hürmet hakkı eda edilebilirmiş sanki. İlh... Ayrıca oniki ayda dört
oranı, onüçe dört oranı ile aynı şeymiş gibi. Ayların kendilerine
mahsus olan hürmetleri çiğnenmekle kalmıyor, seneye ay eklenmek
suretiyle bir ay şaşırtmacasını senenin bütün aylarına ve bu arada
özellikle ucunu haram aylara dokundurmak ve dolayısıyla nesîy olayını
hepsine uygulamak ve hepsini yerinden oynatarak onlara ait hürmeti
başka aylara atmak ve bu suretle onların yerlerine kendi uydurdukları
dört ayı haram ay saydırmak, sonuçta da Allah'ın haram kıldığı ne kadar
yasak varsa hepsini helâl yapmak için böyle yaparlar. İşte nesiy
şaşırtmacasından maksat böyle bir saptırma, böylesine geniş boyutlu ve
katmerli bir küfür olayını gerçekleştirme çabasıdır. Bunun esas
gayesinin bundan başka birşey olmadığı açıktır.
Bu talili açıkça gösteriyor
ki, cahiliyet geleneğinde
nesiy
sadece bir tek ayın tehirine ve hürmetinin ihlal edilip haram
sayılmasına münhasır bir olay değildi. Dolayısıyla bütün haram aylara
uygulanıyordu. Bundan asıl maksatları da bu idi. Birinci sene
Muharrem'in Safer kabul edilip haram sayılması sebebiyle o sene
içindeki dört ay da yer değiştirmeden dolayı helâl sayılmış olacaktır.
Gelecek senenin başındaki Muharrem'den itibaren bir ay geriletilmesi
demek olacağı da açıktır. Bu da sırf kamerî aylarla ifade olununca
Muharrem ayının Safer yapılması demek olur. Bundan dolayı tefsirlerde
rivayet olunageldiği üzere Muharrem'i Safer yaparlardı tarifi, aslında
giden seneyi bir ay arttırırlar, gelen seneyi de bir ay geciktirmiş
olurlardı demenin en açık ifadesidir. Bu noktayı dikkatten uzak
tutmamalıdır. Gelen senenin Muharrem'i Safer itibar edilince Muharrem
fazla ve helal bir ay olmuş oluyordu ve o senenin son ayı olmuş
oluyordu. Oysa İkinci senenin ilk ayı olması gerekirdi. Eğer bu bir ay
geriletmenin her sene yeniden yapıldığı, yani her sene yeni bir nesîy
yapıldığı kabul edilirse oniki senede tam bir sene iç edilmiş ve
tamamen sıvıştırılmış, onüç sene oniki sene yapılmış olur. Bir senesi
de bütünüyle inkâr edilmiş ve helâl kılınmış olur. Ve aylar ancak onüç
senenin sonunda yani ondördüncü sene kendi yerlerine oturmuş olur.
Nesîy yapılan ayın hürmetine gerçek anlamda ancak o sene riayet edilmiş
olur. Bununla beraber bu senelerin hiç birinde Muharrem ayı, Hac edilen
aydan sonra gelen ay olmaz. Fakat âyetin ifade ettiği üzere nesîy olayı
iki senede bir yapılırsa yirmibeş senede bir sene çalınmış olur ve
ancak yirmi dört senede iç edilmiş olur ki, Araplar böyle yapıyorlardı.
Eğer ay tehiri iki seneden fazla bir sürede olursa, o zaman söz konusu
iç edilecek senenin sıvıştırılması da daha fazla senelerin geçmesini
geretirir. Mesela yahudi ve kildani takvimiyle üç senede tam bir ay iç
edilmesiyle otuzaltı senede, fakat hıristiyan takvimiyle otuzüç senede
tam bir sene çalınmış olur. Hepsinde de bir ayın tehirinden itibaren
hürmetler yalnızca sayılara uygulanabilir fakat zamanında uygulanmış
olmaz. Yerlerinden alınarak başka yerlere kaydırılmış olur. Mesele
basit bir geciktirme olayından ibaret kalmayıp nesîy yapanların ortaya
koydukları hürmetlere saygı gösterilmiş, Allah'ın koyduğu hürmetlere
riayet edilmemiş ve hatta inkâr edilmiş olur. Sonuçta da bir senenin
hürmetleri ve ibadetleri hiç yapılmamış ve yerine getirilmemiş olur. Ve
devirler tekrarlandıkça bu durum da sürekli tekrarlanmış olur. Böylece
sadece ayların değil, Allah'ın koymuş olduğu bütün yasakların
çiğnenmesi, haramların helâl kabul edilmesi alışkanlık haline
getirilmiş olur ki, artık bunun ne kadar büyük idlal ve saptırma, ne
ölçüde katmerli bir küfür olduğu tasavvur olunmalıdır.
Demek ki, her zaman
yapılması helâl ve mübah olan şeyler
açısından yapılan gecikmeler nesîy adını almaz. Her hangi bir hürmet
kendi vaktinin dışına kaydırılıp helâl sayılmadıkça onda "nesîy" anlamı
bulunmaz. Yalnızca bir hürmeti, yani Allah'ın yasakladığı bir haramı
helâl saymak bir küfürdür. Bunu diğerlerine bulaştırmadan yalnızca bir
ayın veya bir vaktin tehir edilmesi ve helâl sayılması örf açısından
nesîy sayılmasa bile şer'an nesîy sayılır. Ancak küfrü katmerli olan
bir nesîy değil, basit bir nesîy demek olur. Bir vaktin tehir ve helâl
sayılmasını başka ayların da helâl sayılmasına yol açacak şekilde
bilinen özellikleriyle yapılan nesîy ise ne şekilde olursa olsun basit
bir küfürden ibaret kalmaz. Sebebiyet verdiği helâl sayılmalardan
dolayı, söz konusu haramın fazlalığı oranında çokça bir küfür demektir.
'dür. Bunu uygulayanlar, bu yolu seçenler bir kere kâfir olmakla
kalmazlar, olayın her tekrarında yeniden bir kere daha küfre düşmüş
olurlar. Haram olanı her helal sayışlarında yeniden küfretmiş olurlar,
her seferinde küfürlerini yenilemiş olurlar. Bu küfür hesaplarını ne
kadar ince ve gizli oyunlar kullanarak yaparlarsa halk için, avam için
bunun farkına varılması o ölçüde gizli ve zor olacağından, saptırma ve
dalete düşürme gücü de o nisbette ziyade olmuş olacaktır.
Bu sapıklığın ve saptırma
çabalarının asıl kaynağı nedir
bilir misiniz?
Yaptıkları işin kötülüğü
kendilerine güzel
gösterilmiştir.
Süslü ve hoş bir şeymiş gibi gösterilmiştir. İşte bundan dolayı
aldanırlar. Sayısal hesaplara çok önem veriyorlarmış perdesi altında
dinden zaman çalıp Allah'ın haram kıldığı yasakları helâl yapmayı ve
kendilerine zulmetmeyi, birbirlerine haksızlık yapmayı dünyada bir kâr
sayarlar. Bunu bir meziyetmiş sanırlar. Dirayetli bir iş
beceriyorlarmış hissine kapılıp küfürde ileri gitmiş olmaktan
hoşlanırlar. Yaptıkları işi beğenirler. Ve Allah kâfirler güruhuna
hidayet etmez." Genellikle kâfirlere küfürlerinden dolayı iyiyi kötüyü
seçtirmez. Nesîy yapanlar ve onlara kananlar da esasen Allah'a ve
ahirete inanmayan kâfirler olduklarından o sapma ve sapıtma ile küfürde
ziyadeliği kendilerine süslü ve güzel gösterilir. Ve bundan dolayı
küfürden küfre, sapıklıktan sapıklığa yuvarlanıp giderler de doğru yolu
bir türlü bulamazlar.
Bu nesîy meselesini ve
özellikle cahiliyyet devri
Arapları'nın nesî şeklini birçokları iyice tasavvur edemedikleri için
bu konuda tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerin tariflerini ve
âyetinin gereklerine uygun olarak düzenlediğimiz şu cetveli buraya
yerleştiriyoruz ki, bu göstergede cahiliyet devri Arapları'nın
yaptıkları nesîy hesapları kolaylıkla görülebilir. Büyük daire oniki
nesî'de yirmi beş senenin bir senesinin nesîy yoluyla nasıl iç
edildiğini, yirmidört senede ikişer sene sırasıyla Muharrem yapılıp,
sene başı sayılan ayları kendi adlarıyla gösterir ki, onüç rakamlılar
da onüç aylık nesîlerdir, oniki aylık rakamlılar da oniki aylık kaza
seneleridir. İçindeki dairede ise o ikişer senede Zilhicce yapılıp
haccedilen ve hac vakti farzeyledikleri mevsime tesadüf eden ayları
gösterir. Şöyle ki:
İşte
nesîy böyle, kâfirlerin tutumları da öyle iken:
38-
Ey iman
etmiş olanlar! İman etmiş oldukları
ötedenberi
bilinenler, ne yapıyorsunuz, size böyle noldu ki, Allah yolunda
seferber olunuz denildiği zaman, yere doğru ağırlaştınız, yere
meylederek, yerin cazibesine kapılarak, yani dünya düşüncesine,
yeryüzünün çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız, tembellik ve
uyuşukluk gösterdiniz, yahut sefere çıkmayı ağır gördünüz, korku ve
kederinizden yerlere yığılakaldınız.
Rivayet olunduğuna göre, bu
durum, hicretin dokuzuncu
yılında
Tebük Seferi'ne çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman meydana
gelmişti. O zaman Huneyn ve Taif seferinden yeni dönülmüş
bulunuluyordu. Vakit de yaz sıcağının pek şiddetli olduğu bir döneme
rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla beraber Medine'nin
hurmaları yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca gidilecek yer
uzak, düşman da sayıca çok ve techizat bakımından da güçlü idi. Rum
askeri üzerine gidilecekti. Buna göre diğer gazalardan daha fazla
hazırlığa ihtiyaç vardı.
Bu gibi sebeplerden dolayı
bu seferberlik ilanı
birçoklarına
ağır gelmişti, bu orduya "Ceyşi Usret = Zorluk Ordusu" adı verilmişti.
Böyle birçok müşkilat içinde teçhiz edilebilen piyade ve süvarilerin
toplamı yirmi bin kişilik bir ordu ile Hz. Peygamber Tebük istikametine
hareket buyurmuş, bedevî kabilelerinden birçokları ve müminlerden
bazıları ve birçok münafıklar sefere katılmamışlar, evlerinde
kalmışlardı.
Bu sûrenin nüzul
sebeplerinden bir çoğu bu Tebük seferi
sırasında meydana gelmiş olduğundan bu âyetten başlayarak o sefer
sırasında meydana gelmiş olan birçok hoşa gitmeyen durumları açıklamak
ve tenkid etmek ve ondan sonra o gibi hallerin meydana gelmemesi için
onları uyarmak suretiyle genel bir tevbekârlık şevkiyle müminlere
yeniden moral verilmiştir. Şu halde buradan itibaren "berâet" konusu
içinde bulunan "tevbe" konusuna giriyoruz. İlk önce Allah yolunda cihad
ve seferberlik emrine karşı ağır davrananları kınayan bir ifadeyle söze
başlandığını görüyoruz. Bu hitabın "nesîy" âyetinin hemen arkasında yer
alması ne kadar anlamlıdır. Aslında bu âyetler nüzul bakımından nesîy
âyetinden önce gelmiş olduğu halde, tertibinde onlardan sonraya konması
gösterir ki, bu hitap o günlerden ziyade ileride gelecek müslümanlara
yöneliktir.
"Nefr" lugat anlamıyla
heyecan verici bir emirden dolayı
fırlayıp ileri çıkmaktır. Ürküp kaçmak demek olan nüfur da bu kökten
gelmektedir. Fakat nüfur yalnızca kaçıp kurtulmak için olumsuz anlamda
kullanıldığı halde "nefr" düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmak
anlamında kullanılır. Böyle evlerinden çıkıp bir yere toplanan cemaate
"nefir", onlardan her birine nefer denilir. Önderin, insanları cihada
teşvik etmesine de istinfar adı verilir ki, dilimizde buna "seferberlik
emri", Frenkler'de "mobilizasyon" denir. Yani halkı yerinden kaldırıp
harekete geçirmek demektir. Söz konusu istinfar, yani seferberlik ilanı
ya genel, ya özel anlamda olur. Genel anlamda olanına "nefîr-i âm"
denilir ki, bu bizim eski dilimizde de aynen kullanılırdı. "Allah
yolunda seferberlik edin!" mutlak ve genel anlamda olduğu için her iki
şeklini de kapsamı içine almaktadır. Demek ki, Allah yolunda
seferberlik emri verilince şekline göre hemen icabet etmek farzdır.
Burada işi ağırdan alanlar bile kınanmıştır, azarlanmıştır. Elbette bu
ağırdan alma işi müminlerin hepsinde meydana gelmiş değildir. Fakat bir
bütünlük meydana getirmesi gereken bir toplum içinden bazılarının
ağırdan alması, bütünün hareketini ağırlaştırıp aksatacağından ve
seferberliğin vaktinde tamamlanamayıp ordunun gecikmesine de sebep
olacağından, bunun da zararının bütün müslümanlara dokunacağı
bilindiğinden hitap şekli böyle irad buyurulmuştur, ki:
Niçin ağır aldınız, dünya
hayatına (o alçak hayata) razı
mı
oldunuz? Fakat dünya hayatının menfaatı ahirette, ahiret hayatının
yanında, pek az, pek aşağılık bir şeyden başkası değildir.
39- Eğer
nefîr
olmazsanız (yani Allah yolunda birlik
olup,
seferberlik halinde topyekün savaşa katılamazsanız) O sizi, pek acı bir
azap ile cezalandırır. O sebeple Allah başınıza, kolay kolay altından
kalkamayacağınız acı bir felaket getirir. O hoşlandığınız, o uğruna
cihadı terk veya ihmal ettiğiniz dünya hayatınızı kıtlık, sefalet,
mağlubiyet ve mahkumiyet gibi çok acıklı sebeplerle elinizden alır,
sizi perişan eder. Ve başka bir kavimle size yer değiştirtir. Yerinizi,
yurdunuzu sizin elinizden alır, başka bir kavme verir. Emirlerini
onların eliyle yerine getirir, onlara infaz ettirir. Siz imanı ve
cihadı terk ederseniz, sizi yok eder, sizin yerinizi alacak başka
insanlara iman nasip etmek suretiyle onları peygamberine yardımcı
kılar. Ve siz ona, o peygambere hiçbir zarar veremezsiniz ve Allah'ın
her şeye gücü yeter.
40- Eğer
siz
ona, o peygambere gerek topluca (nefir
halinde),
gerek teker teker yardım etmezseniz, Allah ona kesinlikle yardım eder.
Zira bu bir hakikattir ki, Allah onu mansur kılmıştır. Yardımına mazhar
etmiştir. Hem bakınız ne kadar kısa bir zamanda Kâfirler onu yurdundan
çıkardıkları vakit, Mekke'den çıkmasına sebep oldukları vakit, ikinin
birisi iken, ki ikisi de mağarada idiler, ikisi de o mağarada
bulundukları sırada, (bu mağara Mekke'nin Güney-Doğu tarafında Sevr
dağının tepesinde bulunan bir mağaradır. Enfâl Sûresi'nde "O vakit o
küfredenler, seni tutup hapsetmek veya öldürmek, yahut Mekke'den
çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı." (Enfâl, 8/30) âyetinin
tefsirine bkz.) işte tam o mağarada iken o, arkadaşına, (biricik dostu
ve yoldaşı olan Ebu Bekir'e): "Hiç üzülme, çünkü Allah bizimledir."
diyordu. Yani yardımıyla ve korumasıyla daima beraberimizdedir,
gözeticimiz ve yardımcımızdır. O, yakınlarına sahip çıkacak, onlara
hüzün bile verdirmeyecek, nerede olursak olalım bizi koruyacak ve
himayesi hep üstümüzde olacaktır. Artık bu kesin iken hüzne yer yoktur,
diyerek arkadaşına teselli veriyordu, onu hüzünlenmekten men ediyordu.
Rivayet olunduğu üzere, bu sırada müşrikler izleri takip ede ede
gelmişler, mağaranın önünde ve üstünde dolaşıyorlardı. Bu anda Ebu
Bekir, korkmuş ve üzülmeye başlamıştı. "Ya Resulallah, ben ölürsem,
nihayet bir kişiyim, sıradan bir insanım, fakat sen öldürülürsen
Allah'ın dini yok olur gider." diyerek üzüntüsünün asıl sebebini dile
getirmişti. Resulullah da o durumda, yani üçüncüleri Allah olan o
ikinin ikincisine "neden şüpheleniyorsun?" "Üçüncüsü Allah olan bu iki
için ne diye üzülüyorsun?" Yani durum böyle iken neye endişe ediyorsun,
endişen niye? "Üzülme Allah bizimle beraberdir." dedi. Allah da derhal
ona, o arkadaşının üzerine sekinetini indirdi. Öyle hüzün içindeki bir
anda bile peygamberinin gönlüne herhangi bir ...ün kondurmadıktan başka
onun feyzi ile arkadaşı Sıddık'ın hüznünü def'edip kalbine bitmez
tükenmez bir huzur ve itminan verdi, rahmetiyle onu hüzünden bir anda
uzaklaştırdı. Şöyle bir düşünülsün, Mekke'de Resulullah'ı öldürmek
maksadıyla evini dört bir yandan kuşattıkları ve Resulullah'ın onlara
görünmeden geceleyin çıkıp Ebu Bekir'in evine gidip, onu da yanına
alarak Sevr dağındaki mağaraya gittiği o hicret günleri ne tehlikeli
günlerdi .Ve o kadar düşmanın her tarafı didik didik aradıkları iki
zatın bir ıssız mağarada saklandıkları korkulu saatler... Ve öyle bir
zamanda bile Resulullah'ın arkadaşına "Üzülme, Allah kesinlikle
bizimledir." dediği anlar.Ve işte böyle bir anda bile Resulullah'ın
hiçbir hüznü caiz görmeyen o iman ve yakın hali, o iman, metanet ve
sekineti, ne ilâhî bir kuvvet, ne i'cazkâr bir müjdedir. Sonra öyle
kutsal bir endişe ve hüzünle sızlayan bir gönül, bu müjde üzerine
derhal onu tasdik edip ilâhî bir sekinet ile o anda huzura kavuşsunte
Sıddık'ın kalbindeki sadakat ve imanu nasıl bir sadakat, bu ne kadar
yüksek bir iman!Ve o anda hakka'lyakîn tecelli eden ilâhî beraberlik ve
ilâhî rahmetten inen rabbani sekinet ne ezeli bir hakikat, ne sonsuz
bir rahmet ve nusrettir.
İşte Allah, Resulünü
böylesine müşkül durumlarda bile
yalnızlığa terk etmedi. Daha dün denecek kısa bir zaman önce o
durumlardan kurtarıp Mekke'nin fatihi durumuna getirdi. Onu işte
böylesine mansur ve muzaffer kıldı ve onu sizin görmediğiniz ordularla
destekledi ve o kâfirlerin kelimesini, küfre davetlerini süfli kıldı,
onu alçalttıkça alçalttı. Öyle ki, en alçak kelime o oldu. Birine kâfir
demek en büyük hakaret sayılır oldu halbuki Allah'ın kelimesi, (yani
kelime-i tevhid ki), "Allah'dan başka tapacak yoktur." sözü en yüce
olan odur. En üstün, en yüce kelimedir. Ve Allah aziz, (yani güçlüdür),
hakim (hikmet sahibi)dir. Yenilmez, yanılmaz, onunla uğraşılmaz,
hükmüne, kararına karşı gelinmez, O'nun koruduğu yok edilmez,
kahrettiği de kurtarılamaz. Sebepler O'na değil, O sebeplere hükmeder.
Hükmü ve tedbiri de ayniyle hikmettir. O'nun şanı ve celali
başkalarının yardımına muhtaç olmaktan münezzehtir. Kulların Allah'ın
dinine yardım ve Allah'ın kelimesini yüceltmek için nefir halinde
topyekün cihadla emrolunmaları hem onun kulları üzerindeki bir hakkı,
izzeti ve şanıdır, hem de onların menfaatlarının gereği olan bir
hikmettir.
41-Bundan
dolayı
"Allah için seferber olunuz." denildi
mi,
hemen kendiliğinizden hifafen ve sikalen koşup toplanınız. Yani gerek
yeyni, gerek ağır, hangi halde olursanız olunuz, yani gerek size kolay
gelsin, gerek ağır gelsin, genç ve ihtiyar, bekar ve evli, işsiz ve
meşgul, fakir ve zengin, piyade ve süvari, ister ağır silahlarla ister
hafif silahlarla, kendi durumunuz ve silah durumunuz her ne ise savaşa
katılabilenleriniz, hepiniz hiç beklemeden akın akın nefir olunuz,
mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Hem malla, hem canla
katılmaya gücü yeten ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen malıyla,
yalnız canıyla katılmaya gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde
cihad etsin. Hepiniz topyekün cihada katılınız. Böyle topyekün cihad
sizin için hayırlıdır, tamamen hayırdır, eğer bilir iseniz. Yani hayrın
ne olduğunu bilmek melekesine ve duygusuna sahip iseniz biliniz bu
sizin için hayırdır. Bilirseniz cihada koşarsınız.
Bu kayıt da hayır olan
cihadın ilme, yani bu işi iyi
bilmeye
bağlı olduğuna bilginin özünün de hangi işin daha hayırlı olduğunu
bilmek demek olduğuna işaret vardır. Şu halde kılıçla cihadın temeli
dahi bilgidir, eğitimdir. Ayrıca dış düşmanları tanımadan evvel kişinin
kendi kendisini tanıması, bilgisizlikten kurtulup cehaletini yenmesidir
ki, bu da nefse karşı cihaddır. Buna "cihadı ekber" denilir. Taberi
tefsirinde, Berâet Sûresi'nin ilk nazil olan âyetinin âyeti olduğu
hakkında iki ayrı rivayet zikrolunmuştur. Mücahid'den de bu sûrenin ilk
nâzil olan âyetinin (âyet, 25) olduğu hakkında bir rivayet vardır ki,
söz konusu âyette ilâhî nusret tarif olunmuş ve Tebük Seferi için
teşvik ve terğib olarak gelmiştir, diye de naklolunmuştur. (Bu konuyla
ilgili olarak bu sûrenin 91. ve 122. âyetlerin tefsirine bkz.)
Ebu Bekir Cessas'ın "Ahkâmı
Kur'ân"da zikrettiği üzere:
Mal
ile cihad iki şekilde olur: Birisi malını, savaşta kendisine lazım
olacak hayvan, silah alet ve edavat, araç gereç erzak vs. gibi levazım
ve mühimmata sarfetmektir. Diğeri de öbür mücahitlerin ihtiyaçlarına
harcamaktır. Nefisle, yani bizzat şahıs olarak katılacağı cihad ise
türlü türlüdür. Bizzat savaşa katılmak, savaşa katılacakları
bilgilendirmek için eğitim görevi yapmak, cihadın ahkamını ve önemini
anlatmak, bu konuda Allah Teâlâ'nın emirlerini talim eylemek, komutan
olarak bizzat savaşı yönetmek, düşmanın harekatı, ihtiyaçları ve
eksikleri hakkında bilgi toplamak için istihbarat görevi yapmak ve
savaş hakkında kendi bildiklerini ve tecrübelerini ilgililere bildirmek
ve Allah rızası için bu yönde çeşitli hizmetler vermek. Hasılı
müslümanları güçlü kılacak ve düşmanı vehim ve şüpheye düşürecek her
türlü çaba ve gayret bizzat savaşa katılmak sayılır. Şu halde bu gibi
hizmetlere koşarken kendi cebinden harcayacağı paralar da mal ile
cihada girer. Bu konuda Allah rızası için çaba harcamak, herşeyden önce
kendi nefsinin tembelliğine ve ataletine karşı, rahatına düşkünlüğüne
karşı yapılmış bir fedakârlıktır. Malını, bu uğurda harcaması da mala
mülke olan ihtirasını yenmeye yönelik bir fedakârlıktır. Bu da kişinin
kendisiyle ilgili gerçek hayrı ve şerri, fayda ve zararı hakkıyle
ayırdedebilmesine, bu da yüce hayrı bilmesine bağlıdır.
Seferberlik emrine karşı
ağır davrananlara kesinlikle
bir
azarlama yapıldıktan sonra bu âyette "nefir-i âm", yani topyekün savaş
için seferberlik emri bütün ayrıntılarıyla tebliğ edilmiştir. Ardından
da uydurma mazeretler gösterip savaşa katılmayanların, bu konuda
fedakârlık gösteremeyenlerin alçaklıklarını ve münafıkların, nifak ve
fitne çıkarmak için giriştikleri çeşitli oyunları ve düştükleri kötü
durumu tasvir ve açıklamak üzere, Hz. Peygamber'e yönelik bir hitap ile
buyuruluyor
ki:
42-Ya
Muhammed!
Eğer o davet olundukları hedef, yakın
bir
kelepir ve orta halli bir sefer olsaydı kesinlikle peşine takılırlardı,
hepsi arkana düşer, seninle yola çıkarlardı. O katılmayanlar evlerinde
kalmazlardı, Allah rızası için olmasa bile kolay elde edecekleri o
menfaat için hemen arkandan gelirlerdi. Lâkin o şukka (yani o
meşakkatli uzun mesafe), onlara uzak geldi. O cihada katılmayanlar,
öyle zahmetli işe gelemezler, başarıyı uzak görürler, ihtimal verseler
bile zahmet ve mücahede ile elde edilecek büyük işlere yanaşmazlar.
Uzun mesafeler alarak dünyanın en kuvvetli devletine Bizans ordularına
karşı gidip göğüs göğüse cihad etmek gibi bir mühim hizmet ve şerefli
iş, o kelepircilerin himmetlerinden alçak uzak düştü. Onun için sana
uyup arkandan gelemediler, yerlerinde kaldılar. Göreceksin, yakında
bunlar, Allah'a yemin ederek "Gücümüz yetseydi kesinlikle biz de
sizinle beraber cihada çıkardık." diyecekler.
Bu cümle gaybden bir
haberdir ve Tebük Seferi'nin başarı
ile
sona ereceğini bildiren bir müjdedir. Yani siz onların uzak ve zahmetli
görüp katılmadıkları bu seferden yakında zaferle döneceksiniz ve o
zaman onlar size katılmadıkları için özür beyan edecek ve size hulus
çakmak için yalan yere yemin edecekler.
Kendilerini helak
eyliyecekler. Zira yalan yere yemin
etmek
kendini helake sürüklemek demektir. Nitekim Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz demiştir ki; "Yalan yere yemin, yurtları ıssız bırakır."
İkinci bir mânâ olarak, yemin edercesine, helak edercesine,
parçalarcasına yemin edecekler. Üçüncü bir mânâ da en ön safta çarpışıp
ölürcesine cihad edeceklerine dair yemin ederler. Yani "Eğer biz cihada
katılacak olsaydık ölüm tehlikesi karşısında bile hiç göz kırpmadan
savaşırdık." diye yemin edeceklerdi. İşte böyle iddialı bir şekilde
yemin edecekler. Allah ise bilir ki, gerçekte bunlar kesinlikle yalan
söylüyorlar, yalancıdırlar. Gerek "gücümüz olsaydı beraber çıkardık"
bahanelerine, gerekse kendilerini göz kırpmadan tehlikeye atacaklarına
dair yaptıkları yemine, hepsine birden ait olmak üzere yalan
söylediklerini ifade ediyor. Yani dedikleri de, demek istedikleri de,
yeminleri de yalandır. Çünkü cihada katılmamalarının sebebi güçlerinin
yetmeyişi değildi. Güçleri vardı ve isteselerdi çıkabilirlerdi, öyle
iken çıkmadılar. Bu âyet dolayısıyla delalet ve işaret eder ki, savaşa
katılacak gücü olmayanlar "Hafif hazırlıkla ve ağır hazırlıkla topyekün
savaşa katılın." emrinin kapsamı içine girmezler. Bu emir, az çok gücü
yetenlere ait bir emirdir.
Özetle, Ya
Muhammed, siz bütün zorluklara rağmen bu
seferde
başarılı olacaksınız ve o alçaklar, o savaşa katılmayan yalancılar ve o
fitneci münafıklar, size hulus çakmak için, size yaranmak için yalan
yere yeminler edip, sizi inandırmaya çalışacaklar ve kendilerini helak
edercesine çaba harcayacaklar..
43- Allah
senden affetti. Bu hitap daha önce Hudeybiye
Olayı
üzerine nazil olmuş ve Hz.Peygamber'in gelmiş geçmiş ve gelecek
kusurlarının bağışlanmış olduğunu bildiren (Fetih 48/2) âyetindeki
müjdeyi hatırlatır. Bu hatırlatma ise Tebük Seferi'nin Hudeybiye
tarzında meşakkatli bir sefer olduğuna ve bazı bakımlardan onun bir
benzeri ve tamamlayıcısı durumunda bulunduğuna ve arkasında da onun
gibi büyük bir fethi gizlediğine işaret anlamına gelir. Yani nasıl ki,
Hudeybiye seferi ve muahedesi herkesin, dış görünüşü itibariyle karşı
çıktığı, fakat sonuçta Mekke'nin fethiyle noktalandığı ve Arap
yarımadasında şirkin mağlubiyetine, İslamiyet'in yayılıp yücelmesine
başlangıç olmuşsa, yani yeni bir devir açmışsa, bu Tebük Seferi de onun
gibi, dış görünüşüyle zor ve meşakkatli bir sefer olmasına rağmen
müşriklerden bir berâet olarak İslâmiyetin bütün âleme yayılmasına ve
zuhuruna bir başlangıç teşkil edecek yepyeni bir feth-i mübindir.
Bununla beraber örfteki
anlamıyla "afv" bir günah, bir
kusur
ile ilgili olacağından bütünüyle gözü, özü ve gayreti takvaya yönelik
olan kurbiyyet (yakınlık) ehline ve masum kimselere bir af bildirisi ne
kadar büyük bir müjdeyi içine alırsa alsın, o ölçüde de endişe ve
heyecana yol açan bir üzüntü sebebi olabilir. Çünkü kurbiyet ehli olan
ebrarın asıl hedefi, cezadan kurtulmak değil, zenbin kendisidir.
Onların gözünde günahın işlenmesi, ona verilecek cezadan daha ağırdır.
Şu halde bütün gayeleri, Allah rızasını aramak ve gözetmek, yüceliklere
erişmek olan, Allah tarafından kendilerine bırakılmış olan ve ictihada
dayanan hususlarda bile Allah katında evla ve efdal olanı isabetle
tayin edememekten başka bir günah düşünülemiyecek olan bu gibi kimseler
hakkında sitem bile büyük bir ceza yerine geçeceği için, bunlara
"affolundun" diye hitap etmek bile, onların temiz duygu ve
düşüncelerini olağanüstü bir heyecanla harekete geçireceğinden ve
yüreklerini titreteceğinden "Eyvah ben ne yaptım!" diye üzülmelerine
sebep olur. Bu bakımdan "Allah seni affetsin." müjdesi bile, mesela
"Allah senden razı olsun." gibi bir sevince vesile olmaz da daha fazla
dikkatli olmaya yönelik bir tenbih anlamı ifade eder. Bu makamda böyle
bir tenbihin ise hikmetleri ve nükteleri pek çoktur ve önemlidir:
Birincisi, Resulullah'ın yukarıdan beri yapılagelen övgüleri, Allah'la
beraberliği ve buna bağlı olarak zaferleri açıklandıktan sonra bu
âyette yer alan böylesine sitem dolu bir hitaba ihtiyaç duyuluyordu.
Çünkü bu hitapta onun risaletinin gerçekliği ve geçerliliği ile beraber
yine de bir kul, bir insan olduğunu açıklamakla hıristiyanların Hz. İsa
hakkında düştükleri aşırılığa benzer bir ifrattan müslümanları korumak
hikmeti vardır ki, doğrudan doğruya hıristiyanlara karşı gidilen Tebük
Seferi ile ilgili bir olay içinde geçmiş olması çok anlamlıdır.
İkincisi Resulullah'ın taşıdığı sorumluluğun yüceliği ve bunun
başkalarınkiyle kıyas kabul etmeyecek bir inceliği bulunduğunu
anlatmaktadır. Öyle diğerleri affa uğramakla sorumluluktan
kurtuldukları halde, Hz. Peygamber mutlak afla müjdelenmiş olduğu halde
sorumlu tutuluyor. Demek ki o, bir günahtan dolayı değil, yüce Allah'ın
huzurunda bir anlık gafletten bile sorumlu tutulmaktadır. İrşad,
hidayet, dikkat ve öğretimden sorumludur. Üçüncüsü, bütün ümmetin Allah
korkusunu ziyadeleştirmek ve onları heyecanla tevbe etmeye teşvik amacı
taşımaktadır. Allah Resulü bu açıdan dahi ümmetine örnek kılınmaktadır.
Dördüncüsü de ileride gelecek olan "Ey Nebi! Kâfirlere ve münafıklara
karşı cihad et, onlara karşı katı davran..." (Tevbe 9/73) emrine bir
başlangıç olmak üzere, münafıklara karşı daha çetin olması gerektiği
yolunda bir uyarıdır. Sözün gelişinden çıkan asıl sonuç da budur.
"Allah seni affetsin" hitabı özellikle bu anlam ile aşağıdaki izin
istediğin iradına bir giriş olmak üzere gelmiştir ki, toplu mânâsı şu
demek olur:
Ey Muhammed! Allah senden
gelmiş ve gelecek olan bütün
kusurları bağışladı, üzüntü verecek bütün sebepleri ortadan kaldırdı ve
sildi, sana müşkilat çıkarmak isteyen azgınların zararını giderip senin
işlerini kolaylaştırdı. Senin kusur sayılabilecek neyin varsa hepsi,
affolunabilecek her şeyin kesinlikle affolunmuştur. Sen öylesine ilâhî
affa ve ilâhî desteğe sahipsin ve bütün bunlarla müjdelenmişsin.
Fakat niçin onlara izin
veriverdin? O izin isteyenlere
izin
vermek için neden acele ettin? Yani işin icabı, şeriatın hükmü,
yönetimin esası, her şeyin ciddi sebeplere ve kuvvetli delillere
dayanmasını, yönetilenler üzerinde de etkili olmasını, birtakım
faydalarının gözle görülür şekilde ortaya çıkmasını gerektirir.
Bir peygamberden beklenen
de
bunu en iyi ve en faydalı
şekilde uygulamaktır. Böyle iken neden sen onlara hemen izin
veriverdin? Gerçekten doğruyu söylemiş olanların durumu sana iyice
belli oluncaya, yalandan mazeret uydurmadıkları kendi sözlerinden başka
bir delil ile iyice ortaya çıkıncaya, ve yalancıların kimler olduğunu
iyice bilinceye kadar beklemedin? O senden izin isteyenler içinde
mazeret iddia edenlerin arasında doğru söyleyenler de vardı, yalancılar
da vardı. İşin icabı da; doğru söyleyenleri yalan söyleyenlerden
ayırmak ve gerektiği şekilde, her birinin durumuna göre muamele eylemek
olduğunda, bilhassa vahiy bulunmayan yerlerde ictihadda maslahat ve
ictihadın gereği bu ayırımı hakkıyla yapmak için mazeret iddiasını
doğrulayan açık ve kuvvetli bir delil ile doğruluk ayan beyan ortaya
çıkıncaya kadar bekleyip ihtiyatlı davranmaktı. Bekleseydin o
yalancıları kesinlikle bilecektin. O zaman onlar mazur görülemeyecek ve
izin alamayacaklardı. Böylece de yaptıkları nifakı yapamayacaklardı.
Ne diye onlara hemen izin verdin de biraz bekleyip durumu tahkik
eylemedin.
44-
Halbuki
Allah'a ve ahiret gününe iman edenler
canlarıyla
ve mallarıyla cihad edeceklerinden dolayı senden izin istemezler. Cihad
hususunda izin istemezler, geri kalmak istemezler. İmanları güçlü olan
müminlerin cihad hususunda âdeti, cihaddan kalmak için izin istemek
değildir, istememektir. Mümin ise zaten izin istemez. Muhacirin'in ve
Ensar'ın ileri gelenleri, "Cihadda Resulullah'dan izin istemeyiz, çünkü
Rabbimiz, defalarca onu emretti ve bizi ona teşvik eyledi. Elbette
canlarımızla ve mallarımızla durmadan mücahede edeceğiz." derlerdi.
Hatta Hz. Peygamber, onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını
emretmiş olsa onların gücüne giderdi. Nitekim Tebük Seferi'nde, Hz.
Ali'ye Medine'de kalmasını emrettiğinde Hz. Ali'nin gücüne gitmişti.
Sonra ona, "Ya Ali, Sen bana göre, Musa'nın yanındaki Harun gibisin"
buyurarak razı etmeye çalışmıştı. Biraz ilerde göreceğiz ki, niceleri
cihada katılamadıkları için üzüntülerinden dolayı ağlayıp duruyorlardı.
(Tevbe 9/92) Ve Allah bütün müttakileri bilir. Kimler olduklarını
bilir, takvadaki derecelerini bilir, onların değerlerini bilir ve ona
göre onlara büyük sevap verir. Gerçek müminlerin cihaddan kalmak için
izin istememeleri takva sahibi olmalarındandır. Allah Teâlâ bütün
müttakileri ve özellikle bunları bitmez tükenmez sevap ile taltif
edecektir. Şu halde imanın hükmü ve gereği izin istememektir. Mümin
olan imanından dolayı zaten izin istemez.
45- Senden
ancak şunlar izin isterler ki, onlar da zaten
ne
Allah'a inanırlar, ne ahirete. Arasıra inanır görünseler bile, o iman
üzerinde süreklilik gösteremezler. Onların kalblerini şüphe sarmıştır,
şüphecilik ruhlarına işlemiştir. Artık bunlar, saplandıkları şüphe
bataklığında bocalayıp dururlar. Ne yapsalar o şüpheden kurtulamazlar.
Bütün varlıklarıyla tereddütler içinde yaşarlar, o şüpheden bu şüpheye,
o kuşkudan bu kuşkuya yalpa yapar, yuvarlanır dururlar. Hatta
reyblerinde ve şüphelerinde bile süreklilik ve sebat gösteremezler:
İmandan küfre, küfürden imana mekik dokur dururlar. Bir çıkar söz
konusu olduğu zaman mümin olurlar, imana meyil gösterirler, bir güçlük,
bir meşakkat söz konusu olduğu zaman küfre doğru kayarlar. Böylece
bazan imana doğru giderler, cihada çıkmak isterler, sonra döner evde
kalmak için uydurma mazeretler öne sürer, izin almak isterler.
İşte cihaddan kalmak için
izin istemek müminlerin değil,
böyle inatçı ve imanları şüpheli kişilerin âdetidir. O halde izin
istemek, ayniyle küfür ve şek demek değilse de, müminden südur etmesi
normalin aksinedir ve dış görünüşüyle gerçek ve samimi imanın gereğine
aykırıdır, ayrıca mazeret iddiasında yalan ihtimalini kuvvetlendirecek
bir şüphe delili teşkil eder. Şu halde zahirde mümin kabul edilen bir
kimse cihaddan kalmak için özür beyan edip, izin istemeye kalktığı
zaman doğruluğu belli ve kesin olsa bile, ona hükmedilmeyip bu iki âyet
gereğince sanki imanı sahte, sözü duruma aykırı, doğruluğu şüpheli ve
yalan söylediği ihtimal dahilindeymiş gibi ispata muhtaç bir dava
olarak delil ve ispata havale olunması lazım gelmektedir.
Bu âyetlerde Fıkıh
ilminin dava ve delillerin tercihi
ile
Usul-i Fıkıh ilminin istidlal, tearuz ve tercih bahislerinin esasını
öğreten ve telkin eden gayet ince bir siyak bulunmaktadır. İlk bakışta
bu iki âyet izin isteyen herkesin şek ve şüphe içinde olduğuna ve
küfrüne hükmedilmek lazım geleceğini ifade ediyor sanılabilir. Fakat
dikkat edilince meselenin öyle olmadığı açığa çıkar. Zira öyle olsa idi
izin isteyenler arasında doğrulukları anlaşılacak olanlar bulunmazdı.
Halbuki bundan önce "Doğru söyledikleri sence açığa çıkıncaya kadar"
buyurulmuştur. Demek ki, tek başına izin istemek ile küfür ve yalana
hemen hükmolunmamakla beraber, yalan soyut aklî ihtimal olmaktan çıkıp
şüphe delili ile izalesi gereken bir açık ihtimal olacak ve bundan
dolayı söz doğrulanmayıp, bunun aksini iddia eden bir dava olması
dolayısıyla delile havale edilecek, söz konusu mazeret iddiasının
doğruluğu ispat edilmedikçe izin hakkı doğmayacak ve verilen izin de
şer'i izin olmamış olacak, izin meselesinin, herşeyden önce bu hukuki
safhası gözetilmek gerekecektir. Bunun fıkhı şudur ki, cihad, Allah'ın
hakkı olarak sabit bir emir ve görev olduğundan, imanın gereği, buna
karşı inkâr durumunda bulunmak değil, derhal icabet etmektir.
Dış yüzüyle mümin olduğu
halde buna karşı mazeret haberi
vererek izin isteyenler ise söz konusu ilâhî emri ne ikrar, ne de inkâr
durumunda değiller, sadece mazeretlerinin gerçek olduğunu savunma
durumundalar. Şu halde iddialarını ispat etmedikçe sadece kendi
sözleriyle doğrulanmazlar, ki bu durum cihad farz-ı ayn olduğu haller
için böyledir. Anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, izin isteyenlere izin
verdiği zaman henüz vahiy inmemiş olduğundan, bu hukuki noktada şu
ictihadda bulunmuş "Kelâmda aslolan doğruluk, imanın icabı da yalan
söylememektir. Bu izin isteyenler ise zahiri halde mümindirler. O halde
bunların zahir olan iman karinesiyle doğrulukları da açıktır.
Şu halde söyledikleri ile
tasdik olunmaları ve izinli
sayılmaları haklarıdır. Hak zahir olunca onu tehir etmek caiz olmaz."
diye izin vermişti. Bunun üzerine bu ilâhî vahiy indi ve delile muhtaç
olan bu muhakemat usulünü talim buyurdu ki, bu açıdan bu üç âyetin
fıkhî siyakı şu olmuş oluyor:
Gerçi kelâmda aslolan ve
imanın gereği olan şey
doğruluktur,
fakat iman ile doğruluğun ortaya çıkması ona aykırı veya ondan üstün
bir delilin bulunmadığı durumlardadır. Burada ise açıktaki iman ile
beraber cihaddan kalmak için izin istemek de fiili bir durumdur.
Halbuki "Senden ancak iman etmeyenler izin isterler" âyetinin hükmüne
göre ve ötedenberi âdet olan uygulamaya göre, izin istemek dış
görünüşüyle imanın gereğine aykırı düşmektedir. Buna göre hiç birisiyle
istidlal edilmemek ve bir tercih sebebi aramak gerekir. Bu ise izin
isteği tarafındadır. Çünkü âyete ve âdete göre izin istemek yalnızca
imanın hükmünde değil, fazla olarak imanın kendisinde ve haberin özünde
dahi şüpheyi çeken önemli bir belirti ve ipucudur. O halde bunun delil
olarak ele alınması, imanın ispatından veya o kişinin küfrüne
hükmolunmasından daha fazla tercihe layıktır. Çünkü bunun tercihi
imanın delaletini önledikten başka yalan ihtimalini arttırır ve
doğruluğun aslolma özelliğini gevşetir. Şu halde mazeret sözü delilsiz
bir kavl-i mücerret (delilsiz söz) şeklinde kalır. Ayrıca mümin
hakkında zahirin zıddına bir teklif söz konusu olur. O zaman her
söylenen doğru sözün, doğruluğunu kanıtlamak için sürekli bir delil
getirme mecburiyeti doğar ve doğruluğu ispat olunmadıkça onun doğruluğu
açığa çıkmamış olur. Hakkın ve gerçeğin açığa çıkması bu şekilde delil
getirmeyi gözetmekle olacaktı. O zaman, izin isteyenlerin arasında
kalbleri imansız, şek ve tereddüdü huy edinmiş, yalan yere yemin ederek
yalan mazeretler öne süren bir takım yalancılar bulunduğu ortaya
çıkacak ve gerçek mazeret sahipleri hakkında da doğru mümin muamelesi
edilmeyecekti. Bundan başka bunlardan bir kısmının imansızlıklarını ve
yalancılıklarını zaten mazeret uydurma şekilleri de ima ediyordu ki, bu
da küfür ve yalanlarına hükmetmek için yeterli olmasa bile,
doğruluklarını ispat etmedikçe mümin-i sadık tanınmayacak şüpheli
kimseler olduklarını anlatıyordu. Çünkü "hazırlığımız yok" diye özür
uyduruyor ve izin istiyorlardı. Halbuki:
46-
Çıkmak isteselerdi, mutlaka onunla
ilgili bir
hazırlık
hazırlarlardı. Hazırlamaları gerekirdi, durumları da buna elverişliydi.
Madem ki, hiçbir hazırlık yapmamışlar, demek ki, sefere çıkmak ve cihad
etmek istemiyorlardı. Demek ki, esas itibariyle cihadın zorunluluğuna
ve önemine inanmıyorlardı. Rivayet olunduğuna göre, böylece özür
uydurup izin isteyenler, Abdullah b. Selul ve benzerleri kimseler
idiler ki, bunlar ileri gelenlerden ve zenginlerden idiler.
Şimdi
bu ilâhî açıklamalardan Hz. Peygamber'in bunlara
böyle
tahkikatsız olarak izin vermesi ilâhî hikmete tamamiyle aykırı olan bir
hata imiş gibi bir zan hasıl olabileceğinden böyle bir vehmi
uzaklaştıracak, onun hakikatın içyüzünde değil, dış yüzünde meydana
gelmiş ve aşırı hoşgörü ve iyimserlikten ve biraz da acelecilikten
doğmuş bir usulsüzlük olduğunu, daha doğrusu enfaziletli olanın terki
anlamına geldiğini, bunun büsbütün hikmetsiz bir hata demek olmadığını
dile getirmek ve Resulullah'ı teselli etmek üzere bir de meselenin
onların cihada katılmayışları açısından içyüzünü ve onların ruh
hallerini beyan etmek üzere buyuruluyor ki: Lâkin Allah onların gitmeye
kalkmalarını istemedi de
kendilerini yerlerinde alıkoydu. Gitmelerini hoş görmedi, çirkin kıldı.
Gitmeyi kendilerine hoş göstermedi de onları korkaklık ve tembellik ile
tevkif edip, hapsetti, oturanlarla beraber oturunuz denildi.
Gönüllerine, karılar gibi, çoluk çocuk ve zavallılar, acizler,
ihtiyarlar ve emeklilerle beraber oturup kalmak duygusu telkin edildi.
Onun için asla çıkmak istemediler ve nolur nolmaz diyerek vaktiyle bir
hazırlıkta bile bulunmadılar. İzin verilmekle de zaten resmen acizler
ve emekliler kesimine katılmış oldular. Bu onların asıl rüsvaylıklarına
göre hafif kalmakla beraber bir bakıma bu izin yine de isabetli oldu.
Şu kadar var ki, izin vermekte biraz teenni gösterilseydi, ayrıca
yalancılıkları herkesçe bilinecekti, izinsiz olarak kalmış olacaklar ve
daha fazla rezil ve rüsvay olacaklardı. Aslında Allah, onların bu
şerefli İslâm ordusu içinde yer almalarını istememişti. Bunun sırrı ve
hikmeti şu idi:
47- Eğer
onlar
içinizde sefere çıkmış olsalardı, size
fesattan başka hiçbir katkıda bulunmayacaklardı sizi fitneye ve
tefrikaya düşürmek maksadıyla mutlaka aranızda koşuşturup duracaklardı
sizin içinizde de onları dinleyecekler veya onlar adına muhbirlik
edecekler de vardı. Yani o münafıkların fitne çıkarmaya yönelik
sözlerine aldanabilecek zayıf kimseler, yahut onlar lehine casusluk
edebilecek başka münafıklar da eksik değildi. Ki onlar olmayınca bunlar
da fazla bir zarar yapamayacaklardı. Böylece onların uzak kalmaları,
ordu içinde bulunmalarından daha faydalı olacaktı. Nitekim öyle
olmuştur. İşte Allah, İslâm ordusunu, onların bu gibi şerlerinden
korumak için aralarını ayırdı, onların gitmelerini istemeyip, oldukları
yerde oturttu, alıkoydu. Bununla beraber yine de hemen izin
verilmeseydi daha iyi olacaktı. Aynı fayda sağlanmakla beraber
müslümanlara kaşı nifakları daha önceden kendileri tarafından açığa
çıkarılmış olacak ve evde oturmakla buldukları huzuru tadamayacak ve
ordu aleyhine yaydıkları kötü haberleri yayamayacaklardı. Allah o
zalimlerin hepsini tek tek bilir. İçlerini, dışlarını, yaptıklarını,
yapacaklarını bütün genişliğiyle ve kapsamıyla bilir ve onlara ne
yapacağını da bilir.
48- Allah
bilir
ya bunlar bundan evvel de fitne çıkarma
sevdasına kapıldılar. Müslümanları tefrikaya düşürmek, ordu bozanlık
etmek istediler.
Rivayet olunduğuna göre, bu
defa da Hz. Peygamber, Tebük
seferi için yola çıktığında Seniyyetü'l-veda' denilen tepede ordugâhını
kurmuştu. Abdullah b. Übeyy de adamlarıyla geldi, o tepenin altındaki
"Zîcidde" denilen mevkiye kondu. Yanındakiler az bir asker değildi. Ne
zaman ki, Resulullah yola koyuldu, Abdullah b. Übeyy, diğer tereddüt
içinde olanlarla birlikte sefere katılmaktan vazgeçip geri döndü. Bu
arada Abdullah b. Nebtel ve Rifaa ibni Yezid b. Nabut dahi döndüler.
Bunlar da Abdullah b. Übeyy gibi ileri gelen münafıklardan idiler. İbnü
Übeyy'in Avfoğulları ile, İbnü Nebtel'in Amroğulları ile, İbnü Nabut'un
da Beni Kaynuka ile dostluk antlaşmaları vardı. Abdullah b. Übeyy, daha
önce Uhud Savaşı sırasında da fitne çıkarmak istemişti. (Âl-i İmran
Sûresi'nde âyet 122'nin tefsirine bkz.)
Ve senin hakkında birtakım
işler çevirdiler. Çevirdiler
de ne
oldu. Nihayet onların hoşlanmamalarına, rağmen hak geldi ve Allah'ın
emri açığa çıktı.
49-
Onlardan
bir kısmı da bana izin ver ve beni fitneye
düşürme diyordu. Yani benim başımı derde sokma, izin versen de,
vermesen de gitmeyeceğim, bari izin ver de beni günaha sokma, yahut ben
sefere çıkarsam ailem perişan olacak, benim mahvıma sebep olma da bana
izin ver, demek istiyordu. Bazı rivayetlere göre, Cidd b. Kays adındaki
münafık, "Ensar bilir, ben kadınlara düşkünümdür. Şu halde sarışın
kadınlarla, yani Şam taraflarındaki sarışın Rum kızları ile beni belaya
sokma, lakin sana malımla yardım edeyim de benim yakamı bırak." demek
cüretini bile göstermişti.
Bak,
asıl fitneye kendileri düştüler. Öyle demekle
fitneden
kurtulamadılar, asıl fitnenin kendisine düştüler. Kesindir ki, Cehennem
elbette bütün kâfirleri kuşatmıştır.
50-
Sana bir
iyilik isabet ederse bir güzel başarı, bir
zafer, bir ganimet nasip olursa onları fenalaştırır, kıskançlıklarından
fenalarına gider, ve şayet sana bir musibet uğrarsa, bir kötülük
gelirse, savaşlardan birinde bir zarar, musibet olduğu kesinlikle belli
olan bir olay başına gelecek olursa, kendi yaptıklarını beğenip
fikirleriyle kasılarak, İyi ki, biz daha önceden işimizi ele aldık,
derler. Yani uyanıklık ettik, ihtiyatlı davrandık, musibet bizi
bulmadan işimizi gördük, yakamızı kurtardık, diye konuşur dururlar.
Müslümanlarla beraber olmayıp, gazadan kaçınmaları kavlî ve fiilî
nifaklarıyla kâfirlere hizmet ve dostluk etmeleri gibi şeylerle iftihar
eder, övünürler ve bu nifakın kâfirler katında revaç bulacağını ve
bunun musibetten sonra değil, önceden yapıldığı takdirde işe
yarayacağını düşünürler. Ve ferahlı ferahlı dönerler, toplanıp
konuştukları yerden keyifli keyifli döner giderler veya kâfirler
tarafına dönüverirler, sevine sevine döneklik yaparlar.
51-Bu
gibilere
karşı de ki; bize Allah'ın bizim için
takdir
ettiğinden başkası isabet etmez. Acı tatlı başımıza her ne gelirse
hepsi Allah'ın yazdığıdır. O da sonuç olarak mutlaka lehimizedir.
Dünyaya veya ahirete ait menfaatımız ve hayrımız içindir. O, bizim
mevlamızdır, sahibimiz, yardımcımız ve veliyy-i umurumuzdur.
Üzerimizdeki bütün tasarruf ve velayet O'nundur. O nasıl dilerse öyle
yapar, istediğini yapmak O'nun hakkıdır ve ne yaparsa hakkımızda
hayırlısını yapar. O bize hayatımızda ve ölümümüzden sonra kendimizden
daha evladır.
Ve işte bu
yüzdendir ki, bütün müminler yalnızca Allah'a
tevekkül etsinler. Bütün gücü ve kudreti ancak O'na ait bilsinler,
yalnızca O'na bel bağlayıp ve her hususta sadece O'na güvensinler,
emrine ve takdirine gönül hoşluğu ile teslimiyet gösterip gereğince
kulluk görevlerini yerine getirmeye özen göstersinler. Allah'a ne kadar
tevekkül edilir, güven duyulursa, iyi bilinmelidir ki O, daha da
fazlasına layıktır. Ve O'ndan başka tevekkül edilecek, bel bağlanacak,
gücüne sığınılacak hiç bir merci yoktur. Çünkü O "Yüce Allah'ın güç ve
kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur." Kâfirler bunu bilmedikleri
için, onlar açısından en çok bel bağlanacak kuvvet nefistir sanırlar ve
"işimizi avucumuza aldık" diye böbürlenirler. Ve böylece her biri bir
amir olmak, uluhiyetten bir hisse almak isterler. Bu şirk ve münazaa
ile dünyada şikak ve nifak saçar dururlar. Halbuki azıcık aklı olan bir
kimse anlar ki, hakka dayanmayan fani bir nefsin, kendi kendine itimada
layık olan elinde hiçbir şeyi yoktur. Onun güvendiği herşey birer
seraptan farksızdır. Bundan dolayıdır ki, kâfir ne kadar kendine
güvenirse güvensin, kesinlikle bir gün gelir, olayların akışı
karşısında güvenmiş olduğu noktaların hepsini kaybeder. Fakat hiç bir
şeye değil, ancak Allah'a itimat eden hakiki mümin, ölümden bile
sarsılmayarak kamil bir imanla Rabb'inin yüce katına gider. Fakat şunu
unutmamak gerekir ki, tevekkül demek, görevin ifasını Allah'a havale
etmek demek değildir, emri ve kararı Allah'a bırakmaktır. Allah'ın
emrini canla başla yerine getirmeye çalışmaktır. Kısacası tevekkül
"tefviz-i vazife değil, tefviz-i emrdir." Birçokları bu konuda gaflete
düşerek, tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanırlar. Yani kulluk
görevlerinin yerine getirilmesini Allah'a havale edip, emir ve komuta
mercii olarak kendi kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz
oturacakmış, namaz, oruç, zekat, cihad ilh... gibi görevleri Allah
Teâlâ ona emredip yaptırmayacakmış da onun yerine Allah (haşa)
yapacakmış gibi batıl bir zihniyet taşırlar. İsrailoğulları'nın
vaktiyle Hz. Musa'ya "Git, sen ve Rabbin ikiniz savaşınız, işte biz
burada oturup duracağız." (Maide, 5/24) dedikleri gibi, demek isterler.
Bu ise Allah'a tevekkül ve itimad değil, O'nun emrine güvensizliktir,
tevekkülsüzlüktür ve Allah korusun küfürdür. "Allah hakkında o çok
yanıltıcı (şeytan) sizi yanılgıya düşürmesin." (Lokman 31/33) âyetinde
de uyarıldığı gibi, bu olsa olsa şeytan yanıltmasıdır. İyi bilinmelidir
ki, tevekkülün belirtisi emre gönül vermek ile vazife sevgisidir.
Nitekim bu Allah yazısı, âyette sözü edilen tevekkül, cevap olarak
şöyle açıklanıyor:
52-
De ki, siz
bize o iki güzelliğin birinden başkasını
beklemezsiniz. Yani bizim hakkımızda beklediğiniz akıbet, her biri
akıbetlerin en güzeli olan iki şeyden biridir: Ya zaferdir, ya
şehitliktir. Bu ikisinden başka bir şey değildir. Biz sonuçta ya kesin
bir zafer kazanacak, gazi olacağız, ya da şehit düşeceğiz. Oysa sizin
başa geldiği takdirde musibet deyip kaçındığınız, halbuki bizim
başımıza geldiği takdirde sevineceğimiz şehitlik de imrenip
beğendiğiniz ve kıskandığınız zafer kadar güzel bir akıbettir. Siz
bunların her ikisinin de büyük bahtiyarlık olduğunu takdir edemezsiniz
de birine sevinir, öbürüne yerinirsiniz ve hakkımızda bu iki güzelliğin
birinden daha başka gözetebilecek bir ihtimal bulamazsınız: Ya zafer,
ya şehadet. İşte kaderimiz birbirinden güzel bu iki mutlu akıbetin, bu
Allah yazılarının kesinlikle birisidir. Biz de sizin için şu iki
akıbetten birini bekleriz: Allah'ın sizi, ya doğrudan doğruya kendi
katından gelecek bir azapla ya da bizi ellerimizle meydana gelecek bir
azapla cezalandırmasını, bu iki azaptan birisiyle azaba uğratmasını
bekleriz. Yani sizin akıbetiniz, Allah katındaki kaderiniz de,
layıkınız da budur. İşte sizin için en fena olan bu iki akıbet, bizim
açımızdan bir iman konusudur ve gerçekte bütünüyle adaletin yerini
bulması demek olan bir hayırdır. Onun için siz bekleyin, biz de sizinle
beraber bekliyoruz.
53-Buna
karşılık
"Biz malla olsun cihada katılıp
hizmette
bulunmadık mı? Allah yolunda cihad edenlere para harcamadık mı? Peki bu
hayır değil midir? Aslında "Zerre kadar iyilik yapan karşılığını
görecek değil midir." (Zilzal, 99/7). Şu hale göre "Son hakkımız Allah
katında neden azap olsun?" diyecek olurlarsa:
De ki; istiyerek veya
istemiyerek infak ediniz. Yani
Allah
yoluna diyerek sarfettiğiniz mallarınızı, gerek Allah ve Resulü'nden
istek ve zorlama olmadan kendiliğinizden, gerek bir istek ve lüzum
üzerine, her ne suretle sarfetmiş olursanız olunuz sizden asla kabul
edilmeyecek. Yaptığınız harcamalarınız Allah katında bir hayır ve
hasenat olmak üzere nam ve hesabınıza kaydolunmayacak ve kabul
olunmayacaktır. Bundan dolayı ne görecekseniz önden göreceksiniz,
ahirette ecrini göremiyecek, azaptan kurtulamıyacaksınız. Zira siz
muhakkak ki, bir alay fasıklar olup çıktınız. Kalben itaatten çıkıp
temerrüd ettiniz. Lâkin mutlak fısk, hayrın kabulüne mani olur mu?
Özelikle istiyerek yapılan infak şeklinde itaatsizlik ne demektir?
Denilecek olursa, şunu bilmeli ki,
54- onları
kendilerinden, nafakalarını kabul olunmaktan
engelleyen de başka birşey değil, ancak şu halleridir ki, bunlar
hakikatte Allah'a ve Resulü'ne küfrettiler, inanmayıp inkâr ettiler. Ve
namaza da ancak tembel tembel, üşene üşene, gelirler, başka türlü
gelmezler infakı da ancak hoşlanmaya hoşlanmaya yaparlar, başka türlü
yapmazlar. Yani Allah ve Resulü'ne kalben küfürleri devam ettiğinden,
namazın ve infakın ne yerine getirilmesindeki sevaba, ne de terkinden
dolayı günaha inanmadıklarından, adeta namazı boşuna bir külfet, infakı
da bir cereme, bir zarar saydıklarından, bu gibi görevleri yaparken,
bunları kalben iman ve gönül hoşluğu ile seve seve ve Allah rızası için
değil başka bir maksat, dış görünüşü kurtarmak için yaparlar. Bundan
dolayı infakı bir istek ve benimseme söz konusu olmadan görünüşte gönül
hoşluğu ile yapıyormuş olsalar bile o nafakaların Allah yoluna
harcanması yine de canlarını sıkar. Bunu gönülden isyan ederek ve
istemeyerek verirler. Şüphe yok ki, bir kimsenin inanmadığı bir şeyi
yapması, dışardan belli etmese bile kendi içinde mutlak bir isteksizlik
konusudur. Hasılı kabule engel olan mutlak fısk ve günah değil,
küfürdür. Ve önceki "kerhen" tabiri belli olan isteksizliği, ikinci
"karihun" ise içlerindeki mutlak isteksizliği ifade eder. Bir açıdan
isteyerek yapılıyormuş gibi görülen şeyin, bir başka açıdan isteksizlik
olmasında da bir çelişki yoktur. Burada açıklanmak istenen şey
münafıkların ruh halleridir. Art düşünceyle yaptıkları ve gönüllü
olarak yapıyormuş gibi gösterdikleri bu fiilleri, iyi niyete dayalı
olarak yapılan öteki işleri ilgilendirmez. Mesela bir münafığın,
müslüman mücahitlere sırf kendi arzu ve isteğiyle Allah için diyerek
bir infakta, bir yardımda bulunması ve bunun altında onları aldatma
maksadını gizlemesi, gönüllü bir sarf olmakla beraber yine de bir taat
ve ibadet değildir, bir isyandır. Ve bunda taat fikrinden bir iğrenme
vardır.
55- İşte
bundan
dolayıdır ki, onların ne malları, ne
evlatları seni imrendirmesin, sana bir bahtiyarlıkmış gibi görünmesin.
Allah onlara bu nimetleri ne diye böyle çok çok veriyor diye hayrete
düşürmesin. Bunlar onlar için görüldüğü gibi birer nimet değildir.
Allah ancak şunu murad ediyor, irade buyuruyor ki onları bunlar
sebebiyle dünya hayatında azaba uğratsın. Bu yüzden elemlere, kederlere
ve dertlere giriftar eylesin. Bu dertlerle uğraşıp dururken o büyük
akıbeti düşünmeye vakit bulamasınlar. Ve canları da kâfir oldukları
halde çıksın. Böylece ilelebet vebal ve azabını çeksinler.
O münafık
kâfirler öyle bir azap içindedirler ki, bir de:
57-58-
Onlardan
bir kımı sadakalar hakkında sana
lemzeder,
imalı imalı söz dokundurur veya gizli gizli söz atar, seni arkandan
çekiştirip ayıplar. Bu hususta münferid birkaç olay rivayet edilmiştir:
Huneyn ganimetlerinin
bölüştürülmesinde İslâm'a yeni
girmiş
bulunan Mekke halkını, İslâm'a ısındırmak için, Hz. Peygamber onlara
fazla fazla pay vermişti. İbnü Zilhuveysıra adı verilen Hurkus b.
Züheyrî Temimî "adaletli davran ya Resulallah" demiş, Hz. Peygamber de
"Yazıklar olsun sana, ben de adalet yapmazsam kim adalet yapar?"
buyurmuştu. İşte bu Hurkus, daha sonraki yıllarda Hariciler denilen
ayrılıkçı çetenin reisi olmuştu.
Ancak ganimetlerden alınan
paylar, "sadakalar" kavramına
girmediğinden, bu âyetin mânâsıyla dolaylı olarak ilişkili olduğu
söylenebilir.
Yine Huneyn gününde bir de
Ebu'l-Cüvaz adında bir
münafık,
"Adamınıza baksanıza, sadakalarınızı koyun çobanlarına paylaştırıyor ve
adalet yaptığını sanıyor." demişti.
İşte bunlar, o sadakalardan
kendilerine verilirse hoşnud
olurlar ve şayet verilmezse hemen kızarlar. Sadaka almaya haklarının
olup olmadığını hiç düşünmeden öfkelenirler.
59-
Keşke bunlar
Allah'ın ve Resulü'nün ganimetten (veya
sadakadan) kendilerine verdiğine razı olsaydılar. Ve deseydiler Allah
bize yeter. İleride Allah bize yine fazla fazla verir, lutfeder, Resulü
de ihsanda bulunur.
Muhakkak ki,
biz herşeyden önce Allah'a rağbet eyleriz.
Yani
O'nun verdiklerine razı olup böyle deselerdi haklarında daha hayırlı
olurdu. Zira sadakaların sarfolunacağı yerler hakkında Allah Teâlâ'nın
muhkem açıklaması, kesin farzı ve Resulüne gönderdiği düstûru işte
şudur:
60-
Sadakalar.
"SADAKA": İnsanın malından sırf Allah'ın
hakkı
olarak ayırdığı vergidir. Allah'a sadakatla bağlı olmak anlamından
alınmış olan bir kavramdır. Sadaka vermek demek olan "tasadduk"
kelimesi aynı köktendir ve "sadakatle bağlılığı aramak" anlamına gelir,
Sadaka kavramında üç ana unsur vardır:
1. Fakirlik, yani sadakaya
muhtaç durumda olmak,
2. Temlik, yani yapılan
yardımın, sadaka diye verilen
şeyin
mutlaka alanın eline geçmesi ve onda tasarruf edebilmesi,
3. Allah için verilmiş
olmak.
Sadaka, herşeyden önce
vacip veya nafile olmak üzere iki
kısımdır ki, vacip olan kısmına "Zekât" denilir. Her iki kısmın da
birçok çeşitleri vardır. Mesela tarım ürünlerinden alınacak zekâta
"öşür" denilir. Ayrıca sevaim (hayvanlar), ağnam (koyunlar), ticaret,
nukud (nakit paralar), rikaz (defineler), meadin (madenler) adı verilen
başka bölümleri vardır. Nefsin zekâtı olan "Sadaka-i fıtır" vardır.
Görülen ve görülmeyen mallardan alınan bu zekâtların hepsi vacip olan
sadakalar cinsindendir. Ve çoğul olarak "Sadakat" kelimesi bunların
hepsini kapsamı içine alır. Fakat âyetin sonundaki bağlantı karinesiyle
burada asıl söz konusu olan ve maksat olarak gözetilen şey farz olan
sadakalar, yani zekât çeşitleridir. Şu halde toplu mânâ şudur:
Meselenin içyüzü ve özü o
münafıkların zannettikleri ve
arzuladıkları gibi değil, bilinen bütün çeşitleri ile sadakalar adı
altında toplanan zekât cinsinin hepsi münhasıran şunlar içindir:
Fakirler ve yoksullar içindir. Şöyle ki, "Onların mallarında dilenen ve
dilenmeyen yoksullara ait belli bir hak vardır." (Me'âric, 70/25)
âyetinin de öngördüğü şekilde vacip sadaka demek olan zekât bunların
belli ve bilinen haklarıdır. Sadaka kavramı herşeyden önce fakirlik
kavramı ile birlikte ele alınmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz
(s.a.v.), bir hadisi şeriflerinde bunu şöyle ifade buyurmuşlardır: "Ben
sadakayı zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum".
Bununla sadakanın fakirlere ait olduğu ve vacip olan sadakanın,
zenginin bir lütfu değil, fakir kesimin zenginlerin zimmetine geçmiş
bir hakkı demek olduğu, yani bir borcun sahibine geri ödenmesi demek
olduğu anlatılmıştır. Şu kadar ki, bu hak, doğrudan doğruya her fakir
kişinin kendi öz hakkı değil, fakir fukara kesiminin bütününün genel
bir hakkıdır. Ayrıca bizzat kendilerinden bir sözleşmeyle veya gasp
yoluyla alınmış bir kazanılmış hak değil, Allah Teâlâ'nın emri ile
sabit olan hibe cinsinden bir haktır, yani Allah hakkıdır. Bundan
dolayı sadaka ancak Allah için sıdk u sadakatle verilir. Ne zenginin
fakire minnet ve eza yüklemeye hakkı vardır, ne de bir fakirin bir
zenginden istekte bulunmaya hakkı ve yetkisi vardır. Hatta her fakirin
her sadakayı almaya hakkı ve yetkisi yoktur. Nitekim Hz. Peygamber
soyundan, yani, seyyid olan bir fakirin zekât alması haramdır. Ancak
tatavvu olan sadakadan alabilirler, bir de hediye kabul edebilirler.
Yine bunun gibi soyundan geldiği kimselere ve kendi soyundan gelenlere
zekât ve vacip olan diğer sadakalar verilmez. Çünkü nafaka hakları
vardır. Ayrıca fakirlerin ellerinden alınmış borç, emanet veya gasp
veya benzeri herhangi bir haklarının geri verilmesinde sadaka mânâsı
bulunmaz. Bunun içindir ki, haram maldan verilen şeyler hakikatte
sadaka olamaz, ya bir başka hakkın kısmen iadesi veya bir haksızlıktan
başka bir haksızlığa geçiş anlamı taşır. Fakir, aslında muhtaç olan,
yani kendi geliri asli ihtiyaçlarına yetmeyen kimse demek olmakla
beraber, az bir gelire sahip olabilir, böylece fakir ve muhtaç durumda
olduğunu gizleyebilir, hatta bu yüzden "İffetli ve çekingen
olduklarından, hallerini bilmeyenler onları zengin sanırlar." (Bakara,
2/273) âyetinin tarifi ile cahiller onları zengin bile sanabilirler.
Miskin ise düşkün demektir. "Yersiz yurtsuz, evsiz barksız yoksul ve
kimsesizler" (Beled, 90/16) âyetinin de işaretiyle yoksulluğu dışarıdan
bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir. Miskinlik fakirlikten daha
aşağı bir durumda olmak anlamına gelir, üstelik acizlik ve zillet
mânâsını da ifade eder. Bununla beraber aksine tefsir edenler de
olmuştur. Hasılı bütün sadakalar herşeyden önce fakirler ve yoksullar
içindir; "fukara ve mesakin" hakkıdır, bunların menfaatına tahsis
edilmiştir. Aşağıda geleceği şekilde diğerlerine de yine onların
menfaati sebebiyle veya fakirlik ve ihtiyaçları dolayısıyla
verilecektir. Şöyle ki:
Ve sadakalar üzerindeki
amillere. Yani toplanıp
biriktirilmesinde çalışan tahsildarlar, katipler, koruyucular,
bekçiler, mesela davar ve sığır cinsinden toplanan zekâtların
çobanlığını yapanlar, hasılı bütün bu işlerde görevli olarak
çalışanların hizmetleri karşılığı olarak bu zekâtlardan ücretleri
verilir. Ve bu sebeple bunlar için sadaka verilmiş olmaz, yaptıkları
hizmete karşılık ücret olmuş olur. Ancak onların yaptıkları bu gibi
hizmetler, sonucu itibariyle fakirlerin ihtiyaçları yönünde yapılmış
hizmetler olur, onların menfaatine ait bulunur.
İmam
Serahsi'nin "Mebsut" adlı eserinde zikredilmiştir
ki Hz.
Peygamber, gerek görünen mallardan ve gerek görünmeyen gizli kapaklı
mallardan alınacak zekâtların tahsili için amiller tayin buyurdu. Hz.
Osman'ın hilafeti zamanında görünmeyen mallardan alınacak zekâtın
tahsilindeki zorluk sebebiyle bunlar zengin müminlerin kendi
vicdanlarına terk edildi ve yalnızca görülen malların zekâtları üzerine
amiller görevlendirmekle yetinildi, ki, o zamandan beri davar, öşür,
madenler ve gümrük memurları tayin edilmekle beraber, görünmeyen
mallardan alınacak zekât mükelleflere bırakılmış bulunmaktadır.
Müellefe-i kulub: Yani
kalbleri İslâm dinine
ısındırılacak
olanlar. Çeşitli rivayetlerden çıkan sonuca göre, bunlar başlıca üç
kısım idiler. Bir kısmı bazı azılı kâfirler idi ki Resulullah, bunların
şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer
kâfirlerle müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını
sağlamak ve İslâm tarafını tutmaları için böyle ihsan ve yardımlarla
kendilerini İslâm'a meyilli kişiler yapardı. Diğer bir kısmı ise kabile
reisi ve ileri gelen kimseler durumunda idi ki Hz. Peygamber, bunlara
bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi kabilelerinden İslâm'a
girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin ve
emrindekilerin İslâm'a girmeleri ve İslâm'da sebat etmeleri gibi bir
takım İslâmî amaçlar ve maslahatlar gözetilirdi. Üçüncü bir kısım da
İslâm'a yeni girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş olan
zayıf karakterli kişiler idi ki, fakir ve muhtaç olmasalar da kalbleri
iyice İslâm'a ısınsın, imanları pekişsin ve İslâm'ı iyice benimsesinler
diye özellikle fazla fazla ikram ve ihsan görüyorlardı. Ki Uyeyne b.
Hısn, Akra' b. Hâbis ve Abbas b. Mirdas bunlar arasındaydı. İşte
"müellefetü'l-kulub" sıfatı her üç kısma da verilir. Üçünde de durumun
gereğine göre, İslâm'a hizmet ile cihadın mânâsı ve fakir fukaranın
çıkarlarının gözetilmesi ve korunması gibi hikmetler söz konusudur.
Bununla beraber Hz. Peygamber tarafından birinci kısma verilen ihsan ve
yardımların resmi sadakalardan verildiği hakkında sarih ve kesin bir
rivayet yoktur. Rivayetler bunun ganimetlerden verildiğini gösteriyor.
Büyük bir ihtimalle bunun "Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz
bir şeyin beşte biri muhakkak ki, Allah ve Resulü'ne aittir..." (Enfâl,
8/41) âyetinin hükmünce, bilhassa Hz. Peygamber'in hissesi olan
beştebirden verilmiş olmasıdır ki, bu da onun öz malıdır. Bundan
dolayıdır ki, İmam Şafii gibi diğer bazı imamlar buradaki
"müellefetü'l-kulub" vasfının, gayr-i müslimlere değil, müslümanlara
ait olduğu görüşünü savunmuşlardır. Bundan başka Hz. Ebu Bekir'in
hilafeti sırasında yukarıda adı geçenlerden Uyeyne b. Hısn ile Ekra' b.
Habis, ki ikisi de Necid'li idiler, gelmişler "Ey Allah'ın Resulü'nün
halifesi, bizim tarafta otsuz, işe yaramaz bir kıraç arazi var, onu
bize ver, tahsis et." demişler. Hz. Ebu Bekir de o araziyi onlara ikta'
(bağışlama) yoluyla tahsis eylemiş ve buna dair bir de yazılı belge
düzenleyip, şahitlere imzalatmış. Fakat o anda orada hazır olanlar
arasında Hz. Ömer yoktu. Bu ikisi şahit olsun diye Ömer'e vardılar,
durumu anlattılar. Hz. Ömer bunu işitince yazılmış olan yazıyı
ellerinden aldı ve yırttı attı. Dedi ki; "Resulullah sizi İslâm'a
ısındırıyordu ve o gün müslümanların sayısı azdı. Şimdi ise Allah Teâlâ
müslümanların sayısını çoğalttı. Gidiniz gücünüz yettiği kadar çalışıp
çabalayınız, siz size düşeni yaparsanız Allah da sizi gözetir."
Bunun üzerine öfkelenerek
Hz. Ebu Bekir'e müracaat
ettiler.
Halife sen misin, Ömer mi?" dediler. Ebu Bekir de "isterse odur" dedi,
bu konuda Ömer'e muvafakat ettiğini göstermiş oldu. Onun yaptığını
yanlış bulmadı, ashabtan karşı çıkan ve yanlış bulan kimse de olmadı.
Bundan şu hukuki sonuç
çıkar ki; Hz. Ebu Bekir iktaı
(bağışı)
yapmış ve hatta imzalamışken sonradan Hz. Ömer'in bunu engelleme işini
yanlış bulmayarak, kendi kararından rücu eylemiştir. Bu şuna delalet
eder: Demek ki, bu meselede Hz. Ömer'in hatırlattığı mânâ ve maksadı
derhal anlayıp tasdik etmiştir. Yani "müellefü'l-kulub"a yapılan özel
bağışlar ehl-i İslâm'ın azınlıkta olduğu zamanlara mahsus bir
uygulamadır. Ve bunda ictihada mesağ yoktur. Zira Ebu Bekir ictihada
yol görse idi imza ettiği bir hükmün feshini caiz görmezdi. Ashaptan
bunu inkâr eden kimse çıkmayınca da mesele sosyal bir mahiyet almış
olur.
Bundan dolayı, seleften
birçokları "müellefetü'l-kulub"
hissesinin bu sebeple ortadan kalkmış olduğu görüşünü savunmuşlardır
ki, Hanefî mezhebi ile Malikî mezhebinin meşhur görüşü budur. Hanefî
fıkıhçıları icma ile bunun artık düşmüş olduğu görüşünde olduklarından,
bu olaya ashabın bütününün icmaı şeklinde bakarlar ve derler ki:
Müellefetü'l-kulub hissesi, İslâm'ın başlangıcında ve Hz. Peygamber
devrinde düşmanın çok, müslümanların az oldukları zamana ait bir
uygulamaydı. Daha sonra Hz. Ömer'in de dikkat çektiği şekilde Allah
Teâlâ müslümanları, böyle "müellefetü'l-kulub"un desteğine muhtaç
olmayacak şekilde güçlü kılmıştır. Şayed bundan böyle müslümanlar öyle
bir şeye muhtaç olurlarsa ancak mücahedeyi terk ettiklerinden dolayı
muhtaç olurlar. Ne zaman birlik ve dayanışma içinde olurlarsa,
müslümanlara ait olan mallardan bağışta bulunmak suretiyle yabancıların
desteğini elde etmeye ihtiyaçları kalmaz. Ve böyle bir durumda, her
şeyden önce müslümanların arasındaki birlik ve kardeşliğin güçlenmesi
tedbirleri ile meşgul olmaları gerekir. Binaenaleyh müslüman fakirlerin
hakkı olan sadakalardan, kâfirlerin zenginleri şöyle dursun, isterse
yeni müslüman adı altında bazı mühtedilere, eğer fakir değillerse sırf
te'lifi kulub (kalblerini ısındırmak) için hisse verilmesi kesinlikle
ve evleviyetle caiz olmaz. Ayrıca hisse verilemez.
Malikilerden Ebu Hayyan
tefsirinde bu mesele ile ilgili
görüşler şöylece özetlenmiştir: "Ömer b. Hattab, Hasen, Şâ'bî ve İslâm
fukahasından bir grup, müellefetü'l-kulub sınıfının, İslâm'ın
güçlenmesi ve yayılmasıyla artık ortadan kalktığına kani olmuşlardır.
Hanefî ve Malikî mezhebinin meşhur olan görüşü budur. Hanefi
bilginlerinden bazıları demişlerdir ki, Ebu Bekir'in hilafeti zamanında
İslâm'ın güç ve kuvvet kazanması sebebiyle ashab-ı kiram müellefe
hissesinin artık ortadan kalkmış olduğu üzerinde icma ettiler. Kadı
Abdulvehhab demiştir ki; bazı durumlarda ihtiyaç hasıl olursa
sadakattan hisse verilir. Bilginlerden birçokları demiştir ki,
müellefetü'l-kulub kıyamete kadar mevcuttur. İbnü Atıyye demiştir ki,
meselenin boyutları üzerinde düşünürsek, oralarda ihtilafa ihtiyaç
olduğunu görürüz. Yunus demiştir ki, Zühri'ye sordum, bu konuda nesih
bilmiyorum, dedi. Ebu Ca'fer-i Nuhas demiştir ki, bunlar hakkında bu
hüküm sabittir: Bir kimse telif'ten hisse almaya muhtaç olur ve
onlardan müslümanlara bir zarar gelmesinden endişe edilir veya daha
sonra onların müslüman olmaları umulursa verilir. Kadı Ebubekr
İbnü'l-Arabi de demiştir ki, bana göre hüküm şöyledir: İslâm kuvvetli
olursa zail olurlar ve eğer ihtiyaç bulunursa Resulullah'ın yaptığı
gibi payları verilir. Kitabu't-Tahrir'de zikrolunduğu üzere, İmam Şafii
demiştir ki, âmil ve müellefetü'l-kulub şu zamanda ortadan kalkmıştır,
sekiz kesimden altısı kalmıştır. En faziletli olan bu altısına
sarfolunmasıdır... Bununla beraber yeniden ortaya çıkarsa, Şafii
mezhebinin görüşü, her sınıfın kendi hissesinin geçerli olmasıdır.
Ancak şunu da unutmamak
lazımdır ki, İmam Şafii gibi,
birçoklarına göre, "müellefetü'l-kulub" adının, İslâm'a girmemiş
olanlarla bir ilişkisi yoktur. Nitekim zekât konusunda söz konusu sekiz
sınıfın tamamında da İslâm şartı genellikle bulunması istenen şarttır.
Gayr-i müslim fakirlere zekât değil, tatavvu sadakası verilebilir.
İkinci olarak "fî
sebilillâh" (Allahyolunda) kaydı, en
geniş
bir mânâ ile ele alındığı zaman sadakaların hepsinde vardır. Yukarıda
da işaret edildiği üzere Allah rızası gözetilmek sadakaların özünde
bulunması gereken bir kavramdır ve mahiyetine dahildir. Fakirlere,
yoksullara, kölelerin azadına ve borç yükü altında ezilenlere verilen
sadakalarda da aslında "fî sebîlillâh" mânâsı vardır, yoksa onlara
verilemezdi. Bunun böyle olduğu biliniyor iken bütün bunlar arasından
bir de ayrıca "Fî sebîlillah" diye buyurulması bunun genel anlamda "fî
sebîlillâh" kavramı içinde özellikle başka bir "fî sebîlillâh" demek
olduğunu, yani genel anlamıyla ele alınamıyacağını derhal ifade eder.
Burada sayılanlardan başka olarak diğer böyle bir fî sebîlillâh demek
gibi bir genelleme mânâsına da olamıyacaktır. Çünkü bundan sonra "yolda
kalmış" tahsisi böyle bir mânâya engeldir. Şu halde bunun mânâsı,
"herhangi bir şekilde fî sebîlillâh sarf için" demek de olamaz.
Buradaki "fî sebîlillâh" zarfı esas itibariyle ne doğrudan doğruya
sadakanın, ne de sarf şeklinin zarfı değildir. Bundaki mânâ, "sadakalar
ve fî sebîlillâh'dır" demekten ibaret olmadığı gibi, "köleler hakkında"
ifadesinde olduğu üzere "ve fî sebîlillâh sarf için" demekten ibaret de
değildir. Sadakanın öbürlerinden başka özellikle verilmesi gereken bir
harcama yerine ait bir zarftır: "Allah yolundakiler için" demektir ki,
Allah için olan bir ibadete kendini adamış olanların özel vasıflarını
anlatır. Sadaka kavramı ilişkisiyle de bunların muhtaçları ve
ihtiyaçlarının karşılanması söz konusu olduğu açıkça ortaya çıkar. Bu
şekilde burada "O fakirlere ki, onlar kendilerini Allah yoluna
adamışlardır." (Bakara, 2/273) âyetini özetleyen bir mânâ gizlidir.
atfı da bunların en fazla "ibn-i sebîl" (yolcu) kesimi ile yakın
ilişkisini akla getirir. Fakirler ile yoksullar, âmiller (zekâtta
görevliler)le müellefetü'l-kulub, rikab (köleler) ile garimin
(borçlular) nasıl yakın ilişki içinde iseler bunlar da öyle demek olur.
Yani, bunlarda bir yolculuk, sürekli yol tepme, bir sefer ve gurbet
mânâsı bulunduktan başka bu yolun Allah yolu olması ve bunların o yolda
bir ihtisas, uzmanlık ve mecburiyetleri bulunması, bir özel yolculuk
ile bir özel ibadeti birleştiren bir durumda bulunmuş olmaları mânâsı
vardır. Demek ki, diğer harcama yerlerine verilen sadakalar dahi fî
sebîlillâh (Allah yolunda) olduğu halde, bu harcama yerine verilen
sadaka "iki kere fî sebîlillâh" demektir. Binaenaleyh burada 'dan
maksat özel bir mânâyı vurgulamak olduğu açıktır. Ve bu mânâ, evvela
cihad, ikinci olarak hac ve üçüncü olarak da ilim tahsili için yolculuk
etmek şeklinde ele alınabilir. Bu yüzden "fî sebîlillâh" deyimi şeriat
geleneğinde cihada ait bir kavram olmuştur. Çünkü Allah için sefer ve
kendini vakfetmek anlamında en başta gelen ibadet budur. Bundan
dolayıdır ki, bütün tefsir ve fıkıh bilginleri bu mânâ üzerinde görüş
birliği içindeler. Bununla beraber hacda da bu mânâ bulunmaktadır. Yine
tefsir ve fıkıh açısından bu mânâ da âyetin kapsamı içinde kabul
olunmuştur. Ayrıca Suffe Ashabı gibi din ilimlerinin tahsiline kendini
adamış olanları da kapsamı içine aldığı "Kendilerini Allah yoluna
adamış olan fakirler için" (Bakara 2/273) âyetinin tefsirinde
nakledilmiştir. Hasılı, "fî sebîlillâh" deyiminin sadece bir zarf veya
sıfat olarak kullanılması ile burada olduğu gibi bir lakap ve ünvan
olarak kullanılmış olması arasında çok önemli fark vardır. Önceki genel
bir anlam, ikincisi özel bir anlam ifade eder. Önceki mânâ ile her
ibadet, her hayır, her sadaka fî sebîlillâhdır, yani Allah'ın rızası
yolundadır. İkinci mânâ ile her sadaka fî sebîlillâh değildir, fî
sebîlillâh sadaka, bir özel harcama şeklidir ki, bilhassa îlâ-yı
kelimetullah (Allah'ın kelimesini yükseltme) yolunda olanlara verilen
sadakadır. Bu farkın belli olmasından dolayıdır ki, bütün tefsir
bilginleri ve önde gelen fıkıh âlimleri bu "fî sebîlillâh" harcama
yerinden asıl murad olunanların mücahidler olduğunda görüş birliği
içindeler. Şu halde zekatta, yani vacip olan sadakalarda söz konusu
sekiz harcama yerinde birinin de fî sebîlillâh kaydıyla mücahidlere
yapılacak harcama olduğu kesindir. Abdullah İbnü Ömer (r.a.)'den "Hac
da fî sebîlillâhdır." diye rivayet edilmiştir. Fahruddin Razî,
tefsirinde "Müfessirler, fî sebîlillâh'a gaza edenler dediler." diyerek
bir tesbit yapmış ve müctehid imamların görüşlerinin de bu mânâ üzerine
olduğunu topluca bir ifadeyle anlattıktan sonra şunu ilave ederek, "fî
sebîlillâh görüşünde lafzın dış görünüşü her çeşit gaza ehline mahsus
olduğunu gerektirmez. Bu mânâdan dolayı Kaffal, tefsirinde bazı fıkıh
âlimlerinin, ölülerin kefenlenip defnedilmesi, kaleler ve kışlalar
yapılması, camilerin yapımı ve onarımı gibi hayır çeşitlerinin hepsine
sadakaların harcanmasını caiz gördüklerini, çünkü fî sebîlillâh
ifadesinin hepsini kapsamı içine aldığını nakletmişlerdir." demiş, Kadî
Beydavî de "Köprü ve fabrika yapmak da denildi." diyerek, bu görüşü
zayıf bir ifadeyle kaydetmiştir. Gerçekten de Razî'nin bunu ifadenin
zahirine bağlayarak, bir çeşit te'yid suretinde nakleylemesi doğru
değildir. Bunda hem isim siyakındaki fî sebîlillâh lâfzının meşhur olan
özel mânâsından, hem de yukarıdan beri açıklayageldiğimiz şekilde
beyanın siyakından bir zühûl vardır. Sahih senetle gelen bir Hadisi
Şerifte de dile geldiği gibi, Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki,
"Zengine sadaka helâl olmaz, ancak fî sebîlillâh veya ibni sebîl
(yolcu) veyahut o kimse bunun dışındadır ki, yoksul bir komşusu vardır,
kendisine verilen sadakayı o yoksul komşusuna iletmiştir". Görülüyor
ki, bu hadisi şerifteki fî sebîlillâh ifadesi her çeşit hayratı içine
alacak şekilde genel bir ifade değildir.
Öyle bir anlama ihtimali
bulunmadığı gayet açıktır. O
halde
âyetin tefsirinde bunu gözardı ederek, her çeşit hayır için geçerli bir
ifadeymiş şeklinde anlamak nasıl doğru olabilir? Şüphesiz açık ve
ortada olan mânâ mücahidlerdir. Bunda diğer hayır çeşitleri olsa olsa
bir ihtimal olur ki, bununla nafile olan sadakalarda amel caiz olsa
bile zekât gibi vacip sadakalarda caiz olmaz. Mesela, zekâta mahsuben
cami veya misafirhane yapmakla zekât borcu eda edilmiş olmaz. Onlar
vacip olan sadaka cinsinin dışında doğrudan doğruya kendine mahsus
başka bir hayır ve ibadet olur. Lâkin o hayır, vacip olan sadakanın
yerine geçmez, zekat sayılmaz. Ancak mücahidlerin cihatta muhtaç
oldukları her türlü levazım ve mühimmat, yani "Onlara karşı kuvvet
hazırlayın." (Enfal, 8/60) âyetinin kapsamı içinde olup da yalnızca
kendi imkânları ile tedarik edilmesi mümkün "cihad ihtiyaçları"nın
hepsi bu fî sebîlillâh harcama yerine girer. Asıl maksat ihtiyaçların
karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre, bunları mücahidlerin
teker teker bizzat kendilerine değil de cihad konusuna, yani
mücahidlerin şahıslarına değil de komutanın emrine veya başkomutanlığa
verilmek suretiyle ihtiyacın karşılanabileceği, bunu böyle ödemenin
yeterli olabileceği meselesi ayrıca üzerinde durulabilecek ictihada
bağlı bir konudur. Çünkü bu husus ödemenin şekli ile ilgili olan ve
ayrıntı sayılabilecek bir meseledir. Sadaka sahibi, sadakasını fî
sebîlillah olmak üzere muhtaç olan mücahidlere temlik veya komutana
teslim etmekle vacibi eda etmiş olur. Kumandan da onu velayet yoluyla
alıp mücahidlerin cihattaki ihtiyacına yerli yerinde ve en uygun
şekilde harcamakla velayet görevini ifa etmiş ve emaneti yerine
ulaştırmış olur. Ve ihtiyacın özelliğine göre, mücahidlerin doğrudan
doğruya şahısları söz konusu olmayıp teker teker temlik gerekli
olmayabilir. Mesela, yiyecek ve giyecek şahsa tahsis edilebilir de ağır
silahlar birliğin emrine tahsis edilir. Daha doğrusu kumandanın emrine
verilir. Ve bu sadaka öbürlerinden daha ziyade Allah hakkı olarak eda
edilmiş olur. Ve o halde "İbn-i Sebîl"(yolcu) meselesi de aynı hükmün
kapsamı içinde ele alınabilir.
Hasılı sadakaların hepsi,
işte bu sekiz harcama yeri
içindir
ve bu sınıflara mahsustur. Ve hepsinde sadakanın verilmesi ve alınması
fakirlik ve ihtiyaç yönündendir. Yalnızca sadaka üzerindeki amillerle
müellefetü'l-kulubun almaları sadaka olarak değildir. Sadaka devlet
başkanı adına toplandığı zaman da yine fakir fukaraya dağıtılmak üzere
tahsil olunur. Sonra da başkan, ondan müellefetü'l-kuluba, fakir
müslümanlara gelebilecek eza ve cefayı defetmek için, yine İslâm'a
yardım olmak ve bir çeşit mâli cihadı yerine getirmek üzere verir.
Amillere (vergi toplayan görevlilere) de sadaka değil, çalışmalarının
karşılığı olarak ücret şeklinde ödeme yapmış olur. Şu halde sadaka
alanların hepsi fakirlik ve ihtiyaç anlamı içinde sadaka alabilir: "Ben
sizin fakirlerinize ödemek için zenginlerinizden sadaka almakla
emrolundum." hadisi şerifinin içeriği de gösterir ki, yukarıda sözü
edilen hadisteki üç müstesna dahi dahil olmak üzere sadaka alması helâl
olanların hepsi gerek asaleten, gerek vekaleten olsun kesinlikle ancak
fakirlik sebebiyle alabilirler. Bu sekiz sınıf, bu sekiz harcama
yerinin sahipleri aslında fakirlik ve ihtiyacın sebeplerini ve
çeşitlerini açıklamak için tek tek söz konusu edilmişlerdir ki,
fakirliğin mutlak kısmı da vardır, izafi olan kısmı da vardır. Şu halde
"fakirler ve yoksullar" adı altında ele alınamayacak hiçbir sadaka
çeşidi yoktur.
Allah'dan fariza olarak
bu böyledir. Yani sadakalar,
Allah
tarafından ancak bunlar için bir fariza olmak üzere farz kılınmıştır.
Allah alimdir, hakimdir. Herşeyi ve herkesin durumunu, derecesini, neye
hakkı olup, neye olmadığını bilir ve herşeyi yerli yerine koyar ki,
hakları hak sahiplerine iletmek, haklara ve görevlere riayet edenlerle
etmeyenlere de ona göre hak ettiklerini vermek dahi O'nun hikmeti
cümlesindendir. Bundan dolayı Allah'ın farz kıldığı sadakaların bu
sekiz sınıfın dışına harcanması caiz olmaz. O halde bunlardan bütün
bütün ayrı olan ve kalblerinin İslâm ile telifi kabil olmayan o hırslı,
iki yüzlü ve fitneci münafıklar sadakaya nasıl ve nereden hak sahibi
olabilirler? Ve onlara sadaka vermek nasıl caiz olabilir?
61-63-
Şunlar
da onlardandır ki, Peygambere eza ederler.
Münafıklardan bir kısmı aralarında konuşurken Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz hakkında ileri geri konuşmuşlar, içlerinden bazıları "Onun
hakkında böyle dedikodu yapmayınız, korkarız ki, kulağına gider, o
zaman da bizim için iyi olmaz." demişler. Cülas b. Süveydî, "Biz
dilediğimizi söyleriz, sonra da onun yanında söylediğimizi inkâr
ederiz, üstüne bir de yemin bastırdık mı, o da hemen bizim doğru
söylediğimize inanır, Muhammed duyduğuna inanan bir kulaktır." demiş.
İşte bunu açıklamak üzere buyuruluyor ki: Ve o bir kulaktır, derler.
Yani ne söylenirse dinler, reddetmez, belirtilerine göre kabul olunup
olunmayacağı ayırdetmez, yutar, sanki kendisi bütünüyle bir kulaktan
ibaretmiş gibidir. Araplar casusa "ayn", yani "göz" dedikleri gibi, her
söylenene kanan, her işittiğine inanan saf kimseye de "üzün" yani
"kulak" derler. Hz. Peygamber de münafıkların kabahatlerini yüzlerine
vurmaz, merhamet ve kerem gösterirdi. Özellikle yemine çok saygı
gösterirdi. Onlar da onun bu tutumunu, onun saflığına verirlerdi. Ondan
dolayı böyle söylemişlerdi.
Ey Muhammed onlara de ki,
sizin için bir hayır
kulağıdır.
Evet bir kulaktır, fakat sandığınız gibi değil, bilseniz sizin
hayrınıza olan ne güzel bir kulaktır. Çünkü o başka birşey dinlemez
hayır ve hak dinler ve sizi dinlerken de sizin hayrınıza dinler,
Allah'a iman eder, ve müminlere de inanır. Dikkat edilirse birinci dinî
anlamda iman, ikinci lugat anlamıyla inanmak demek olduğundan birincisi
"ba" harf-i cerri ile, ikincisi "lam" harf-i cerri ile sıralanarak
aralarındaki fark anlatılmıştır. Yani Allah'a iman ettiği için yemini
dinler ve müminlerin sözlerine inanır, onları tasdik eder. Ve iman
edenlere, (yani sizden imanını açıkça ortaya koyanlara) bir rahmettir.
Açıkça ifade ettikleri imanı reddeylemez, kabul eyler, fakat hakikatte
işin içyüzünü anlamadığından dolayı değil, sırf müminlere olan
merhametinden, yumuşaklığından, sabır ve tahammülünden dolayı sırlarını
açığa vurmamak, ayıplarını yüzlerine vurmayıp, örtbas etmek suretiyle
kabul eyler. Halbuki; "Allah'ın Resulü'nü üzenlere, evet onlara acıklı
bir azap vardır. Bir de gelirler size yemin ederler, bununla sizin
gönlünüzü almak isterler. Oysa Allah ve Resulü, rızası kazanılmaya daha
çok layıktır. Eğer inanıyorlarsa bunun böyle olduğunu bilmeliler.
Bilmiyorlar mı ki, kim Allah'a ve Resulü'ne sürekli karşı gelirse ona
muhakkak ki, cehennem ateşi vardır, orada ebedi kalacaktır, işte
rüsvaylığın, perişanlığın büyüğü odur."
Aynı zamanda:
64-70-
De ki;
"alay edin bakalım!" Rivayet olunduğuna
göre,
Hz. Peygamber, Tebük seferine çıkarken münafıklardan bir süvari bölüğü
de önde gidiyor ve kendi aralarında Kur'ân'la, Peygamber'le alay
ediyorlardı: "Şu adama bakın, Şam kalelerini ve köşklerini fethetmek
istiyor heyhat, heyhat!..." diyorlardı. Allah Teâlâ, Resulü'ne bunu
haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Şu bölüğü durdurunuz."
buyurdu ve yanlarına vardı, "Siz şöyle şöyle dediniz." dedi. Onlar da
yemin ederek "Hayır, Ya Resulallah, hayır vallahi, ne senin, ne
ashabının hakkında kötü bir şey söylemedik, sadece yol yorgunluğunu
unutturmak için şakalaşıp eğleniyorduk." diye cevap vermişlerdi. Daha
sonraki âyetler, bu çeşit davranışları kınayan ve sonuçlarının
kötülüğüne dikkat çeken, müminleri uyaran âyetlerdir. Münafıklar ister
kadın , ister erkek olsun, her zaman ve her yerde hep bu tutum
içindedirler.
Onlara karşılık:
71-72-
Ve Adn
cennetlerinde güzel, hoş meskenler. Hayır
kaynağı ve ebedi ikâmetgâh olan, gözlerin görmediği, kulakların
işitmediği ve insanoğlunun aklına, hayaline getiremediği gayet gönül
safasıyla dolu bir mutlulukla yaşanacak güzel güzel meskenler ki, en
ileri derecedeki iman ve hizmet ehline vadolunmuştur. Ve Allah'dan bir
rıdvan yani Allah'ın rızasından olan bir küçücük şey bile ekberdir,
yani en büyüktür. Bütün bu sayılan cennet nimetlerinin hepsinden daha
büyüktür. Çünkü her hayrın ve her mutluluğun, her şerefin ve her
yüceliğin dayanağı odur. Bunun doğrudan doğruya vaad olunan nimetler
dizisi içinde gösterilmemesi dikkat çekici bir şeydir. Allah bilir,
bunun hikmeti, her vaadin içeriğinde her iki dünya için geçerli olan
bir mânânın yatmasıdır, denilmiş. Fakat rivayet olunmuştur ki Allah
Teâlâ, cennet ehline "Razı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?" Buyuracak,
onlar da "Ey Rabbimiz, nasıl olmayız ki, bize başka kullarından hiç
birine vermediğin nimeti verdin." diyecekler. Bunun üzerine buyuracak
ki, "Size bundan da büyüğünü vereceğim.", "Bundan daha üstün ne
olabilir?" diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ buyuracak ki; "Size
rıdvanımı helâl kılacağım ve artık size sonsuza kadar hiç gazap
etmeyeceğim."
73-
Kâfirlere ve
münafıklara karşı cihad aç! Ve onlara
karşı
katı ol! Yumuşak davranma. Bundan anlaşılıyor ki, cihad yalnızca kılıç
ile veya başka silahlarla yapılan savaşla olmaz. Yine bu ifadeden
anlaşıldığına göre "cihad" kelimesi "kıtal", yani, "savaş" kelimesinden
daha geniş kapsamlıdır. Zira münafıklar, gizli kâfir oldukları için,
öbür açık kâfirler gibi savaş ve kıtal şeklinde bir cihad söz konusu
edilemez. Münafıklara karşı açılacak cihad, delil ortaya koymak ve
belgeleri açıklamak şeklinde tefsir edilmiştir. Gerçekten de cihad
kılıçla, dille, yazı ve yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne
şekilde olursa olsun cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak,
mücahede eylemek demektir ki, savaş bunun sadece bir özel çeşididir.
74- Onlar Allah'a
yemin ediyorlar ve "Biz böyle birşey
demedik." diyorlar. Halbuki o küfür kelimesini kesinlikle söylediler.
Rivayet olunduğuna göre;
Hz.
Peygamber, Tebük seferinde
iki
ay kalmış idi. Bu sırada Kur'ân âyetleri iniyor ve sefere katılmayan
münafıkları ayıplıyordu. Bu âyetleri ordu içinde bulunan münafıklar da
işitiyorlardı. Bunlardan biri olan ve yukarıda da adı geçen Cülas b.
Süveyd, "Eğer Muhammed'in Medine'de bıraktığımız kardeşlerimiz,
büyüklerimiz ve ileri gelenlerimiz hakkında söyledikleri bu sözleri
doğru ise biz eşşeklerden de kötüyüz." diye bir söz kaçırmıştı. O
mecliste hazır bulunan Âmir b. Kays el-Ensari "Evet, vallahi Muhammed
elbette doğrudur, sen de gerçekten eşşekten betersin." demişti ve
tartışma hemen Peygamber Efendimiz'e ulaşmıştı. Bunun üzerine Cülas'ı
huzuruna getirtti, Cülas da "Vallahi söylemedim." diyerek yemin etti.
Âmir de iftiracı durumuna düşmüştü, ellerini kaldırarak "Allah'ım!
Kulun ve Peygamberin olan Muhammed'e doğruyu tasdik edecek, yalancıyı
belli edecek âyet indir!" diye dua etti. Bu sebeple bu âyet nazil oldu.
Cülas da "Allah Teâlâ, bu âyette tevbeyi zikrediyor. Gerçekten de ben o
sözü söylemiştim." dedi ve cidden tevbekâr oldu. Ve İslâmlarından sonra
küfrettiler. Yani açıkça müslüman olduklarını söyledikten sonra,
içlerindeki küfrü ortaya koydular. Ve nail olamadıkları bir kasıtta
bulundular. Tebük'ten Medine'ye dönüşte münafıklardan onbeş kişi,
geceleyin karanlıkta bir yamacın kıvrıldığı bir tepede Hz. Peygamber'i
bineği üzerinde vurup uçuruma itmeye ittifakla karar vermişlerdi. Ammar
b. Yasir bineğin yularından çekiyordu, Huzeyfe ibnil-Yeman da
arkasından sürüyordu. Tam o sırada Huzeyfe develerin ayak seslerini ve
bir silah şakırtısı işitti, döndü baktı ki, yüzleri örtülü bir grup
üzerlerine doğru geliyor. Bunun üzerine Huzeyfe yüksek sesle "Kendinize
gelin, Ey Allah düşmanları, kendinize!" diye bağırınca, onlar da korkup
kaçarlar.
75-"Yine
onlar
içinden öyleleri vardır ki, Allah'a ahit
verirler." Bu âyetin de Sa'lebe b. Hatıp sebebiyle nazil olduğu rivayet
edilir. Şöyle ki, Sa'lebe Hz. Peygamber'in huzuruna gelmiş, "Ya
Resulallah! Allah'a dua et de bana biraz mal versin." demiş. Peygamber
(s.a.v.) de: "Ey Sa'lebe hakkını eda ettiğin az mal, güç
yetiremiyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." buyurmuş. Sa'lebe tekrar
gelmiş ve "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki,
bana mal verirse, kesinlikle her hak sahibine hakkını veririm." demiş.
Bunun üzerine Resulullah dua etmiş, o da bir davar sahibi olmuş derken
o hayvan üredikçe üremiş, onun hayvanlarına Medine dar gelmeye
başlamış, bir vadiye gitmiş, önce cemaat namazlarından, sonra da
cumalardan kesilmiş. Resulullah onu sormuş, "Malı çoğaldı, vadiye
sığmaz oldu." denilmiş. Bunun üzerine "Eyvah, yazıklar oldu Salebe'ye."
buyurmuş. Sonra zekât için ona iki tahsildar göndermiş, birçokları bu
tahsildarları daha önceden hazırladıkları zekat mallarıyla
karşılamışlar. Salebe'ye vardıkları zaman Resulullah'ın belli farzın
ödenmesini buyuran fermanını okuyup zekatı istediklerinde, Sa'lebe "Bu
cizye de neyin nesi oluyor? Bu istediğiniz şey cizyenin kendisi değilse
bile kardeşidir. Hele siz şimdi gidin de ben bir düşüneyim." demiş.
76-
"Allah
onlara fazl u kereminden ihsanda bulununca,
onda
cimrilik ederler ve yüz çevirip vazgeçerler." İşte bu âyet ona delalet
etmektedir. Tahsildarlar dönüp Hz. Peygamber'e geldiklerinde, daha
onlar olup bitenler hakkında birşey söylemeden, Hz. Peygamber, iki kere
"Eyvah, yazıklar oldu, Sa'lebe'ye." buyurmuş. Bu âyetler, bu sebeple
nazil olmuştur. Daha sonra Sa'lebe zekâtı alıp getirmiş, fakat
Resulullah "Allah Teâlâ, beni, senin sadakanı kabul etmekten
meneyledi." buyurmuştur. Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra Ebu
Bekir'e getirmiş, kabul etmemiş, daha sonra Hz. Ömer'e getirmiş, o da
kabul etmemiş ve Hz. Osman'ın halifeliği zamanında kendisi de yok olup
gitmiş.
77-Böylece
"Allah'a verdikleri sözü tutmadıkları için
Allah
da o sözü kıyamete kadar kalblerinde sürüp gidecek bir nifaka
(münafıklığa) çevirdi." âyetinin hükmü zuhura gelmişti.
78-
O münafıklar
bilmediler mi ki Allah onların
kalblerinde
gizledikleri sırlarını da, fısıltılarını da elbette bilir ve Allah hiç
şüphesiz Allamü'l-guyuptur. Yani Allah'ın her bilinmeyeni kesinkes
bilip durduğunu bilmediler mi de o haltları işlemeye cüret ettiler?
79-
Onlar ki,
müminlerden sadaka konusunda fazla fazla
verenleri (yani farz olan zekâtlarından başka nafile olarak da sadaka
verenleri) kınarlar. Bir de cühdlerinden, (takatlarından başka birşey
bulamayanları) ayıplarlar da onlarla alay eder, eğlenirler. Bu âyette
tatavvu olarak sadaka vermenin faziletine dikkat çekilmiştir.
Tatavvu: Üzerine farz ve
vacip olmadığı halde fazladan
bir
ibadet yapmak ve taatta bulunmaktır ki, "nafile" ile eş anlamlıdır.
Mesela sadakalarda tatavvu, vacip olan zekâttan başka fazladan sadaka
vermektir, yahut kendisine zekât düşmediği halde sadaka vermektir ki,
diğer ibadetlerde de bu böyledir.
Şöyle rivayet olunmuştur
ki, Hz. Peygamber, insanları
sadaka
vermeye teşvik buyurmuştur. Bundan dolayı Abdurrahmân b. Avf, kırk okka
kadar altın, bir okka kırk dirhem para ve bir rivayette dört bin dirhem
getirmiş ve "Sekiz bin dirhem param vardı, yarısını Rabb'ime ayırdım,
yarısını da evdekilere bıraktım." demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
"Allah, verdiğini de senin için mübarek kılsın, evde alıkoyduğunu da."
duasında bulunmuştu. Gerçekten de Abdurrahmân, daha sonra o kadar
bolluğa ve berekete erişmişti ki, vefat ettiği zaman, mirasının sekizde
biri dört hanımına taksim edilince yalnızca dördüncü hanımı olan Nadir,
Seksen bin dirheme sulh olmuştu. Yine ashaptan Asım b. Adiy de yüz
vesek hurma getirmiş, "Bu gece bir zatın hurmalığını sulamak için
sabaha kadar gündelikçi olarak çalıştım, karşılığında iki sâ' hurma
kazandım, birini evime alıkoydum, birini de Rabb'im için getirdim."
demişti. Resulullah da zekât olarak toplanan öteki hurmaların üstüne
dökmesini emreylemişti. Münafıklar ise Abdurrahmân da, Asım da
"Sadakalarını başka değil, sırf gösteriş ve isim yapmak için
getirdiler, Ebu Ukayl'in getirdiği bir sâ'hurmaya da Allah ve Resulü
muhtaç değildi, lâkin o da kendisine sırf sadaka veriyor desinler diye
getirdi." şeklinde ileri geri dedikodu yapmışlar ve fiskos etmişlerdi.
İşte bu sebeple bu âyet nazil oldu.
Allah, o
münafıkları maskara etti. Ve onlar için acıklı
bir
azap vardır.
80-Öyle
ki, sen
onlar için ister istiğfar et, ister
istiğfar
etme, bir şey değişmez, her ikisi de eşittir. Onlar için yetmiş kere
istiğfar etsen de, (yani ne kadar çok istiğfar edersen et), yine de
Allah onları kesinlikle affetmeyecektir, bağışlamayacaktır.
Rivayet olunuyor ki,
Abdullah b. Übeyy'in oğlu Abdullah
çok
ihlaslı bir müslüman idi, babasının hastalığında onun hakkında
Resulullah'ın dua ve istiğfar etmesini niyaz etmişti. Peygamber
Efendimiz de etmiş idi. Sonra bu âyet nazil oldu. Yedi, yetmiş ve
yediyüz gibi sayılar mutlak olarak bir şeyin çok çok yapılması için
kullanılır. Böyle olmakla beraber sayıların herbiri, esas itibariyle
daha yukarısının hükmüne aykırı bir sınırı belirler. Bundan dolayı
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bunu dikkate alarak "Demek ki, Allah Teâlâ
izin verdi ben de yetmişten daha fazla istiğfar ederim."(1) demiş ve
bunu üzerine "Aynı şeydir, onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar
etme, Allah onları bağışlamayacaktır." (Münâfikûn, 63/6) âyeti nazil
olmuştur.
İşte bu, yani
Allah'ın onları bağışlamayışı, senin
istiğfarına önem vermediğinden dolayı değil, şu sebeptendir: Çünkü
onlar Allah'a ve Resulü'ne inanmadılar, kesinlikle inkâr ettiler. Allah
da böylesine fasıklar güruhunu hidayete erdirmez. Yani, hadlerini aşan,
şımarık ve küstahça tavır alan inatçı kimselere hidayet nasip etmez,
onları başarıya ulaştırmaz, maksatlarına nail eylemez.
93-94-
Yanlarına
dönüp geldiğinizde size özürler
uyduracaklar. Yani siz mümin gaziler, selametle, şan ve şerefle gazadan
dönüp yine onların yanı başlarına geleceksiniz ve kalbleri mühürlü
olduğundan dolayı, bu sonucu akıl edemeyen ve geride kadınlarla beraber
kalmaya razı olarak, izin istemeye kalkışan o zengin münafıklar, o
zaman yani siz dönüp yanlarına geldiğiniz zaman, alçaklıklarını
anlayacak ve hak ettikleri itaptan sıyrılıp kurtulmak için münafıkça
yollarla birtakım özürler, bahaneler uyduracaklar. Fakat ey Muhammed,
sen onlara de ki, özür uydurmayın özrümüzü kabul ettireceğiz diye
boşuna çabalamayın hiç ağzınızı açmayın. Size asla inanmayacağız, Allah
bizi haberlerinizden vahiy ve nübüvvet yoluyla haberdar etti.
Yalancılığınız, münafıklığınız kesinleşti. Bundan dolayı müminlerin bu
vahiy bilgileri karşısında sizin söyleyeceklerinize inanması ihtimali
kalmadı. Bundan böyle yapacağınızı da Allah ve Resulü görecek. Bakalım
ne yapacaksınız, yine nifaka devam mı edeceksiniz, yoksa tevbekâr olup
yola mı geleceksiniz? Her ne yapsanız Allah'dan ve Resulü'nden
gizleyemezsiniz. Gizli veya açık her işiniz, her yaptığınız görülecek,
bilinecek. Sonra da zaten o her gizliyi ve açığı bilenin huzuruna
gönderileceksiniz. En sonunda yakalanıp gizli veya açık yaptığınız
bütün işlerinizin özüne vakıf olan Allah Teâlâ'nın huzurunda
dikileceksiniz. İşte o zaman O da size bütün yapageldiklerinizi haber
verecek. Yani kıyamet gününde Allah cezanızı verecek, ne halt
ettiğinizi o zaman anlayacaksınız.
95-
Siz dönünce
ne sefilce özürler dileyecekler bilir
misiniz?
Gazadan dönüp
onlara geldiğinizde (sizi kandırmak için)
Allah'a yeminler edecekler, kendilerine boş verip aldırmayasınız diye.
Yani kabahatlerini görmiyesiniz, ayıplayıp azarlamaktan vazgeçesiniz,
sarf-ı nazar edesiniz diye. İmdi siz de kendilerinden yüz çeviriniz.
Yani onların arzu ettikleri gibi hoşgörü ve sevgiyle değil, uzaklaşıp
nefret göstermek suretiyle yüz çeviriniz. Çünkü onlar pistirler.
Dışarıdan görünmese bile mutlaka içleri pistir, niyetleri ve ruhları
habistir. Gözle görülen cismani pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise
bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhanî ve ahlâkî
pisliklerden sakınmak, uzak durmak da öyle, hatta daha öncelikli olarak
vaciptir. Me'vaları, (yani, en son varacakları yerleri, son durakları)
cehennemdir. Kesiplerinin, (yani elde ettiklerinin) cezası olarak.
96- Yemin
ederler sizi inandırmak için kendilerinden
razı
olasınız diye. Yani sizin rızanızı elde etmek, sizi kandırıp, gönlünüzü
kazanmak için, fakat siz onlardan razı olsanız, şüphesiz ki Allah öyle
fasıklar güruhundan razı olmaz, olmayacaktır. Yani siz müminlerin
onlardan razı ve hoşnud olmanız onlara bir fayda vermez. Onlara fayda
vermek şöyle dursun, sizin için bile zararlı olabilir.
Denilmiştir ki, bunlar Cedd
b. Kays, Mu'attib b. Kuşeyr
gibi
münafıkların yandaşları olan seksen kadar münafık idiler. Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) söz konusu Tebük seferinden dönüp Medine'ye
teşrifinden sonra, bunlarla oturmamaları ve konuşmamaları için ashabını
uyardı.
97-
A'rabiler,"a'râb" arabın çoğulu zannedilmemelidir.
Arabinin çoğulu arab olduğu gibi, a'râbinin çoğulu da a'râbdır. Yani
arabın tekili için arabî, denilir. A'rab, gerek Arap'tan, gerek Arab'ın
dışındaki kavimlerden özellikle bedevi olanlara (çölde yaşayanlarına)
denilir. Herhangi bir köy ve kasabada yerleşik olmayıp badiyede konar
göçer olarak dolaşan göçebeler için kullanılır. Arap ise hem köy ve
kasabalarda yerleşik olan, hem de göçebe yaşayan bütün Arap kavmi için
kullanılmakla birlikte daha ziyade köy ve kasabalarda yerleşik olarak
yaşayan medeni kısmı için söylenir ki, bunlara "a'râb" denmez.
Bunlardan birine, yani şehirli bir Arab'a "ya a'râbi!" diye hitap
edilecek olursa kızar, öfkelenir. Fakat her hangi bir bedevi a'râbiye
"ya arabi" denilirse kızmaz, üstelik memnun olur, hoşuna gider. Bu fark
bizim dilimize de geçmiş ve adeta a'râb kelimesi, siyah, koca dudaklı
zenci gibi bir anlamda kullanılmıştır ki, bunun aslını bilmeyenler
"arab" ile "a'râb" lafızlarının söylenişini ayırdedemezler de halt
ederler: A'rab diyecek yerde Arab derler. Velhasıl Arapça'daki Arab ve
a'râb, Türkçe'deki Türk ve Türkmen gibidir. Türkmen Türkün yörüğü
olduğu gibi, a'râb da Arab'ın yörüğüdür. Her a'râbi değil, fakat
genelde bedevi ve vahşi olan a'râb cinsi küfür ve nifakça daha
şiddetlidir. Yaşadıkları bir çeşit çöl hayatının gereği olarak huyları
daha sert, daha ilkel olduğundan küfür ve nifakları da daha şiddetli,
daha beterdir. Ve Allah'ın, Resulü'ne indirdiği şeylerin (vahiy
âyetlerinin) sınırlarını bilmemeye daha yatkın, daha layıktırlar. Hz.
Peygamber'in sohbetlerinden uzak, onun mucizelerini yakından görmekten,
kitap ve sünnette bildirilen ibadet ve diğer ahkâmın uygulanış şeklini
tanıma şerefinden yoksun bulunduklarından dolayı tevhid inancının ve
peygamberliğin, ahiret akidesinin içyüzünü, inceliğini ve bunlarla
ilgili delillerin ayrıntılarını, şer'î hükümlerin kapsam ve sınırlarını
tam anlamıyla bilemeyebilirler. Bu gibi konuların özü hakkında
bilgisizliğe medenilerden daha ziyade yatkındırlar. Fıkıh konuları
şöyle dursun, basit ilmihallerini bile bilemiyecek bir durumdadırlar.
Nitekim buna işaret olmak üzere medeni munafıklar hakkında "Ve Allah
kalblerini mühürlemiştir, o yüzden onlar bu incelikleri anlamazlar."
diye fıkıhtan yoksun olmakla; bedevi olan a'râb hakkında "Allah onların
kalblerini mühürlemiştir, o yüzden onlar bilmezler." diye bilgisizlikle
vasıflandırılmışlardır. Bununla beraber "a'râb" cinsi yalnızca bunlara
münhasır sanılmamalıdır. Bir çok çeşitleri olmakla beraber, iki ana
bölüme ayrılabilirler.
98-
Bundan
dolayı
a'râbilerden bazıları vardır ki,
yapacağı
infakı bir cereme olarak sayar. Allah yolunda sarfedeceği malı, sadaka
namıyla vereceği malı, boşa gitmiş, telef olmuş bir zarar, bir ziyan
olarak görür, öyle kabul eder. Allah rızası için vermediği ve sevabını
ümid edemediği için verdiği o mal, bir mağnem (ganimet) değil, bir
mağrem (cereme) olur. Sevindirici bir kazanç değil, ölümcül bir dert,
yüreğine vurulmuş bir düğüm olur. Gösteriş ve takiyye gibi art
düşüncelerle verildiğinden katıksız bir ğaramet (ziyan) ve bir hüsran
olur. Kendisi bunu böyle telakki eder ve size daireler gözetler durur.
Yani bekler ki, devran dönüp dolaşıp başınıza belalar getirsin,
felaketler sizi dört bir yanınızdan sarsın, üstünlüğünüz sona ersin de
kendileri sadaka verme zahmetinden kurtulsunlar. Bela çemberi
boyunlarına geçsin, yani sizin hakkınızda temenni edip durdukları o
şey, o bela ve musibet halkaları hep kendi üzerlerine konsun, kötü
niyetleri kendi başlarına gelsin, kendi aleyhlerine dönsün.
Allah işitendir, bilendir.
Şu halde infak ederken
söylediklerini işitir, kalblerinde ne gizleyip , ne niyetler
beslediklerini bilir.
99-Bunlara
karşılık yine a'râbilerden bir kısmı vardır
ki
Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve yapacağı infakın Allah katında
yakınlığa vesile olacağını kabul eder. O yakınlığı sağlamaya
yarayacağına inanır ve yine o yakınlığa vesile olan peygamberin
salavatı, yani dua ve istiğfarına sebep olacak bir hayır sayar. Allah
yolunda yaptığı harcamaların kendi hakkında böyle büyük hayırlara
vesile olacak ve ebedi hayatında işine yarayacak bir azık olacağına
inanır. Böyle inandığı için de bu yolu seçer ve seve seve takdim eder.
Zira Peygamber (s.a.v) Efendimiz, böyle sadaka verenler hakkında hayır
ve bereket ile duada bulunur ve onlar için Allah'dan mağfiret niyaz
ederdi. Evet o infak, onlar için gerçekten de bir yakınlıktır, büyük
bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine dahil edecek, nimetine ve
mutluluğuna erdirecektir. Muhakkak ki Allah, ğafurdur, rahîmdir.
100-
Muhacirler'den
ve Ensar'dan o sabıkîn-i evvelîn.
Muhacirler'den ve Ensar'dan hicrette ve yardımda başta gelen öncüler,
yani kıbleteyne (her iki kıbleye) namaz kılmış ve Bedir Savaşı'nda
bulunmuş olanlar, yahut "Hakikaten Allah, o ağaç altında sana biat eden
müminlerden razı olmuştur." (Fetih, 48/18) âyetinin delaletine göre
Hudeybiye'deki "bîy'atürrıdvan"da bulunanlar ki, bu görüş daha tercihe
şayandır. Zira Enfâl Sûresi'nde (âyet 72)de geçtiği üzere Hudeybiye
gününe kadar olan hicretlerin hepsi önceki hicretler grubundandır. Ve
bunlara ihsan ile, iyi ameller ile uyanlar. Yani güzel işlerde
sabıkîn-i evvelîne (ilklere) uyup, onlar gibi güzel işler yapan diğer
Muhacir ve Ensar, yahut kıyamete kadar onların yaptıkları işleri örnek
alan ve onların izinden giden bütün iyiliksever müslümanlar ki, bu
mânâya göre, "sabıkîn-i evvelîn"
Muhacirler'le Ensar'ın
bütünü demek olur. Önceki mânâ
'daki
"min" min-i teb'îzıyye olduğuna göredir, bu ikinci mânâ da min-i
beyaniyye olduğuna göredir. Velhasıl sabıkin-i evvelin olan Muhacir ve
Ensar'dan ibaret bütün Muhammed'in Ashabı ile onlara iyi gözle bakıp
arkalarından giden, onları kendilerine örnek alan ve onlara uyanlar...
Allah onlardan razı, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. Bu
özellikleri taşıyanların hepsi "razıyye" ve "merzıyye" mertebesini
kazanmışlardır. Ve Allah, onlara öyle cennetler hazırlamıştır ki,
altlarından ırmaklar akar durur. İbnü Kesir kırâetinde bu âyet dahi,
birçok yerdeki benzerleri gibi diye okunur. Ancak diğer kırâetlerde
burada "min" yoktur. "Onlar, orada ebedi kalacaklar. Büyük kurtuluş da
işte budur," bu demektir.
Gerçek müminlerin ve Hz.
Peygamber'in ashabını örnek
alıp,
izlerinden gidenlerin durumu böyledir. Öbürlerine gelince:
101-
Havalinizdeki
bedevî a'râbdan da (yani Medine'nin
çevresinde bulunan a'râbdan da ki, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, Eşca',
Gifar gibi aşiretler Medine etrafında konar göçerlerdi). münafıklar
vardır, ve Medine ahalisinden de bunlar da münafıklıkta temerrüd etmiş,
yani sürtülmüş, bilenmiş ve uzmanlık kazanmış, tamamiyle
kaypaklaşmışlardır. Öyle ki sen bile onları bilmezsin. Şahıslarını,
isimlerini, neseplerini bilmez değil, münafık olduklarını bilmezsin.
Yani münafıklıkta o derece ileri gitmişler ve o derece maharet elde
etmişlerdir ki, sırlarını gizlemeye, takıyye yapmaya, töhmet altında
kalma tehlikesi olan konulardan uzak durmaya, gerektiğinde yağ gibi
suyun üstüne çıkmaya öyle alışmışlardır ki, kendilerini senden, senin o
yüksek sezgi ve dirayetinden bile gizleyebilirler. Vahiy nazil
olmadıkça sen bile onların münafık olduklarını bilemezsin, farkına
varamazsın "onları Biz biliriz." Biz onları, muhakkak ki iki kere
cezalandıracağız. Ki bunun biri dünya azabı, biri kabir azabıdır. Sonra
azim (yani azametli) bir azaba uğratılacaklar ki bu da kıyamette ebedi
olarak kalacakları cehennem azabıdır.
102-Yine
onlardan, yani civardaki bedevilerden ve Medine
halkından diğer bir kısımları da vardır ki, günahlarını itiraf ettiler.
Öbürleri gibi yalandan mazeret uydurmaya kalkışmadılar. Huzur ve rahat
düşkünlüğü yüzünden başka hiçbir ciddi mazeretleri bulunmadığını, bu
sebeple gazaya gitmeyip evlerinde kaldıklarını, sonradan bu
yaptıklarının fena bir şey olduğunu anladıklarını söyleyip, kusurlarını
olduğu gibi itiraf ettiler, pişman olduklarını dile getirdiler iyi bir
işi ve diğer bir kötü işi birbirine karıştırdılar. Yani, fena ameller
de yaptılar, iyi ameller de yaptılar. Mesela, gazaya gittikleri de
oldu, gitmedikleri de oldu, günah da işlediler, tevbe ettiler, pişman
da oldular, fakat doğru söylediler. Bunlar sefere çıkmayıp evlerinde
oturan emre uymayanlar idiler ki, bu âyet nazil olunca, bunlardan bir
kısmı kendilerini Mescid-i Saâdet'in direğine bağlayıp
cezalandırmışlardı. Resulullah seferden dönünce âdeti olduğu üzere
mescid'e girip iki rekat namaz kıldı ve bunları o halde gördü, "bu
nedir?" diye sual buyurduğunda, denildi ki, "Bunlar, siz çözmeyince,
kendilerini çözmemeye yemin ettiler". Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Ben
de yemin ederim ki, haklarında af emri çıkıncaya kadar çözmem."
buyurdu. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu: Ola ki, Allah
tevbelerini kabul eder. Çünkü O, ğafurdur, rahîmdir.
103-Rivayet
olunduğuna göre, çözüldükten sonra "Ya
Resulallah, işte bu mallarımızdır ki, bizi senden alıkoydu. Şimdi sen
bunları tasadduk et (Allah yoluna dağıt) ve bizi temize çıkar."
dediler. Peygamberimiz, "Mallarınızdan birşey almakla emrolunmadım."
diye cevap verdi, hemen sonra şu âyet nazil oldu: Onların mallarından
sadaka al ki, kendilerini onunla arındırıp, tertemiz edesin.Yani, günah
kirlerinden temizlenmelerine ve hasenatlarının bereketlenmesine,
ihlaslılar derecesine terfi edilmelerine sebep olasın. Bunun üzerine
Hz. Peygamber o malların hepsini değil, ifadesindeki min-i teb'iza
riayet ederek üçte birini alıp dağıttı.
Bu rivayete göre, burada
alınması emrolunan sadaka, farz
olan
zekât olmayıp, o ayak sürüyüp savaşa katılmayanlardan günahlara bir
keffaret gibi alınan özel bir sadaka demek olur. Hasan-ı Basrî'nin sözü
budur. Bununla beraber bir varlık vergisi, bir vergi cezası şeklinde de
değil, oruç ve yemin keffaretlerinde olduğu gibi, ibadet ve itaattaki
bir kusurun affı, bir eksikliğin giderilmesi niyetiyle alınan bir
sadaka olmuş olur. Fakat fıkıh âlimlerinin pek çoğu demişlerdir ki,
bundan asıl murad farzolan zekâttır. Yani yukarıdan beri konunun akışı
zenginler üzerine olduğundan, siyakın icabı da bu olduğundan, bu âyetle
zekatın zenginlere farz olduğu ve böylece suçlarını itiraf eden bu
asker kaçaklarının günaha girmelerine de sebep mal sevgisi olduğundan
tevbe ve nedametlerinin geçerli olması ve dindarlıklarının sadakatli
olması, ancak farz olan zekâtı gönül rızası ile ve seve seve
vermelerine bağlıdır. Buna bağlı olduğu içindir ki, nifak kusurundan
ancak böyle kurtulup temizlenebilecekleri anlatılmıştır. Bu mânâ ise
farz olan zekâttan başka tatavvu (nafile) olarak daha fazla vermelerine
ve fazla fazla verdikleri takdirde bunun alınıp kabul edilmesine mani
değildir. Hz. Peygamber'in, "almakla emrolunmadım" buyurmasının
yukarıda adı geçen Hatıb b. Sa'lebe gibi bir takım münafıkların
sadakalarının kabul edilmeyişi ile ilgili olması daha kuvvetli
ihtimaldir.
Velhasıl burada "al!"
emrinin, rivayete göre günahlara
keffaret niteliğinde nafile cinsinden olan sadakaların Hz. Peygamber
tarafından alınıp kabul edilmesine delalet etse de farz olan
zekâtlarının alınıp kabul edilmesine öncelikle delalet edeceği
aşikârdır. Ve şurası da bilinmektedir ki, Resulullah, kendi adına
sadaka almaktan menedilmişti. Peygamber evladından ve soyundan
olanların vacip olan sadakaları kabul etmeleri haram olduğu gibi, Hz.
Peygamber'in kendisine, vacip veya nafile her türlü sadaka haram idi.
Şu halde Hz. Peygamber'in sadaka alması, kendi adına sadaka alması
değil, Allah adına sadaka almasıdır. "Fakirlerinize verilmek üzere
zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum." hadisi şerifinde de açıkça
belirtildiği üzere, devlet reisi sıfatıyla ve vazifesi gereği olarak
sadakaları alıp, harcama yerlerine sarfetmek demektir. Bu âyet
vergilerin toplanmasında imam denilen devlet başkanının mutlaka bir
sorumluluk taşıdığına ve görev yüklenmiş olduğuna delalet eder ki,
kısmı da bununla ilgilidir. Bu münasebetle "Ahkâm-ı Kur'ân"da yer almış
olan şu satırları buraya kaydedelim:
"Bu âyet delalet eder ki,
sadakaları almak, devlet
başkanına
aittir. Mükellefler vergiyi doğrudan doğruya fakirlere verirse yeterli
olmaz. Çünkü alınmasında devlet başkanının hakkı yerine gelmemiş olur.
Bundan dolayı mükellefin boynundan zekât borcu kalkmış olmaz. Hz.
Peygamber, davar ve sığırla ilgili zekâtları toplamak üzere amiller
gönderir ve onların sulama yerlerinde veya ağıllarında sayılıp
zekâtlarının alınmasını emrederdi. Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in Sakıf
heyetine diye şart koşmasının mânâsı da budur. Yani sığır, deve ve
davarları (ki, bunlara mevaşî adı verilir) sahipleri getirip vergi
memurlarına hazır etmekle mükellef olmayacaklar, vergi memurları su
başlarını, ağılları ve otlakları ve sürülerin bulunması muhtemel olan
yerleri dolaşarak gördükleri sürülerden zekâtı mahallerinde toplayıp
gidecekler. Hububat ve bahçe gelirlerinin zekâtı da yine böyle
toplanacaktır. Diğer malların, yani gizli servet denilen altın ve gümüş
paraların zekâtı, sahipleri tarafından Hz. Peygamber'e götürülürdü. Hz.
Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanında da böyle yapıldı. Hz. Osman zamanında
da bir süre bu minval üzere toplandı. Sonra bir Ramazan günü bir hutbe
irad edip: "Bu ay zekâtlarınızın ayıdır. Her kimin üzerinde zekât borcu
varsa ödesin, geriye kalan malını temizlesin" dedi ve böylece doğrudan
doğruya yoksullara ödenmesini herkesin kendisine bıraktı ve bundan
dolayı bu mallardan devlet başkanının zekât alması hakkı sakıt oldu.
Çünkü âdil imamlardan birinin yapmış olduğu bir sözleşmedir.
Binaenaleyh ümmet üzerinde hükmü geçerlidir. Çünkü Peygamber Efendimiz
"O, onların aleyhinde veya lehinde sözleşme yapar." buyurmuştur. Hz.
Peygamber'in mevaşinin (zekâtlık malların) ve tarım ürünlerinin
zekâtlarını toplamak üzere vergi memurları (amiller) görevlendirdiği
gibi, nakitteki zekâtların toplanması için de amiller görevlendirdiğine
ilişkin bir bilgi bize ulaşmamıştır. Çünkü bu gibi mal ve servetler
devlet reisinin bilgisi dışındadır, ötekiler gibi açıkta değildir.
Onlar evlerde, dükkanlarda ve kapalı yerlerde saklanabileceği ve
memurların da ev gibi yerlere girmelerinin caiz olamayacağı gibi,
mükelleflere bütün mallarının ortaya konmasını teklif etmek de caiz
olmayacağından, bu çeşit gizli mallar için memur gönderilmemiş idi.
İmama kendileri getirirlerdi, bu konuda kendi beyanları kabul edilirdi.
Bununla beraber bu ticari mallar bir yerden bir yere taşınırken açığa
çıktığı zaman bunlardan da vacip olan zekâtı toplamak için amiller
tayin olunduğu olmuştur. Nitekim Ömer b. Abdülaziz, "Müslümanların
geçirdiği ticari mallardan her yirmi dinarda yarım dinar, zimmilerin
taşıdıkları mallardan da her yirmi dinarda bir dinar alınmasını, sonra
bir sene geçmeden onlardan hiçbir şey alınmamasını ve bunu Hz.
Peygamber'den dinleyen kimsenin kendisine haber vermiş olduğunu"
amillerine yazmış idi. Daha önce de Hz. Ömer ibni'l-Hattab, amillerine
"müslümanlardan çeyrek öşür, zimmilerden yarım öşür, harbilerden de bir
tam öşür almalarını" yazmıştı. Ve müslümanlardan alınan çeyrek öşür
(yani kırkta bir) vacip olan zekât olup, bunda nisap, havl (zaman) ve
gerçek mülkiyet gibi şartlar da geçerli olur. Eğer bu şartlar tutmaz ve
zekât vacip hükmüne girmezse alınmazdı. Bunda Hz. Ömer, zekâtlık
malların ve tarım ürünlerinin zekâtında Hz. Peygamber'in fiilî
sünnetine uymakla yetiniyordu. Zira ticari mallar da, tıpkı diğer
hayvanat ve tarım ürünleri gibi pazarlarda dolaşan zahiri mallardan
olmuştu. Hz. Ömer'in bu uygulamasına ashaptan bir kimse de itiraz edip
karşı çıkmamıştı. Şu halde bu konuda bir icma' meydana gelmişti. İşte
Ömer b. Abdülaziz, Hz. Peygamber'den rivayet olunan hadis ile birlikte
Hz. Ömer'in bu uygulamasına da uyuyordu...ilh. (Bu mesele, Fıkıh
kitaplarında, Kitabu'z-Zekât'ın âşir adlı faslında bahis konusu
edilir.)
Özetle mallarından öyle
bir sadaka al, ve sen onları
salavatla, yani kendilerini dua ve istiğfar ile taltif eyle,
onurlandır. Muhakkak ki, salavatın (hayır dua etmen) onlar için bir
sükûnettir, Allah katında tevbelerinin kabul olduğuna bir güvencedir,
bir gönül rahatlığıdır. Allah, işitendir, bilendir.
104-
"Onlar
bilmezler mi ki:..." (Yine Medine ehlinden
ve
civarındaki bedevilerden) diğer bir kısımları da vardır ki; Allah'ın
emrinden dolayı irca olunmuştur, yani tehir edilmiş, ertelenmişlerdir.
"İrca" tehir etmek demektir ki, tevbelerinin kabulüne kesin gözüyle
bakılmayanlara "Mürcie" denilmesi de bundandır. kelimesinin aslı da
dir. Nitekim İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Asım'dan Ebubekir Şube ve
Yakub kırâetlerinde okunur. Mücahid'den rivayet olunduğuna göre; bunlar
Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebî', Hilâl b. Ümeyye idi. Bunlar yukarıda da
geçtiği üzere kendilerini Mescid-i Nebî'nin direklerine bağlayan Ebu
Lübâbe ve arkadaşları gibi pişmanlık gösterip tevbe ve özür dilemede
acele etmemişlerdi, halbuki Bedir'e iştirak etmişler ve Bedir
Ashabı'ndan idiler. Hz. Peygamber bunlara ait hükmü tehir eylemiş ve
ashabını onlarla selam ve kelâmdan engellemişti. İnsanlar bunlar
hakkında ihtilaf ediyorlardı: Kimi "mahvoldular, helâk oldular" gibi
laflar ediyor, bazıları da "Belki Allah kendilerini affeder." diye
konuşuyorlardı. Böylece ilâhî emrin gelmesi için bekletiliyorlardı. Ya
Allah bunları azaba uğratacak, eğer bulundukları halde kalırlarsa, veya
tevbelerini kabul eyleyecektir. Eğer niyetleri halis olarak, gerçekten
tevbe ederlerse. Allah alimdir, hakimdir. Şu halde bu irca işinde ve
sonrasında o herşeyi bilmekte ve birtakım hikmetler gözetmektedir. Bu
işte Allah'ın hikmetleri vardır.
105-106-
"Onlar
bilmezler mi ki:..." (Yine Medine
ehlinden ve
civarındaki bedevilerden) diğer bir kısımları da vardır ki; Allah'ın
emrinden dolayı irca olunmuştur, yani tehir edilmiş, ertelenmişlerdir.
"İrca" tehir etmek demektir ki, tevbelerinin kabulüne kesin gözüyle
bakılmayanlara "Mürcie" denilmesi de bundandır. kelimesinin aslı da
dir. Nitekim İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Asım'dan Ebubekir Şube ve
Yakub kırâetlerinde okunur. Mücahid'den rivayet olunduğuna göre; bunlar
Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebî', Hilâl b. Ümeyye idi. Bunlar yukarıda da
geçtiği üzere kendilerini Mescid-i Nebî'nin direklerine bağlayan Ebu
Lübâbe ve arkadaşları gibi pişmanlık gösterip tevbe ve özür dilemede
acele etmemişlerdi, halbuki Bedir'e iştirak etmişler ve Bedir
Ashabı'ndan idiler. Hz. Peygamber bunlara ait hükmü tehir eylemiş ve
ashabını onlarla selam ve kelâmdan engellemişti. İnsanlar bunlar
hakkında ihtilaf ediyorlardı: Kimi "mahvoldular, helâk oldular" gibi
laflar ediyor, bazıları da "Belki Allah kendilerini affeder." diye
konuşuyorlardı. Böylece ilâhî emrin gelmesi için bekletiliyorlardı. Ya
Allah bunları azaba uğratacak, eğer bulundukları halde kalırlarsa, veya
tevbelerini kabul eyleyecektir. Eğer niyetleri halis olarak, gerçekten
tevbe ederlerse. Allah alimdir, hakimdir. Şu halde bu irca işinde ve
sonrasında o herşeyi bilmekte ve birtakım hikmetler gözetmektedir. Bu
işte Allah'ın hikmetleri vardır.
107-
Şunlar da
vardır ki, Nafi, İbnü Amir, Ebu Cafer
kırâetlerinde "vav"sız okunduğuna göre; ayrıca bir kıssa olarak, bir
konu başlığı olarak, şunlar ki, bir mescid edindiler, kendileri için
bir cami yaptılar zarara kalkışmak üzere, yani bununla müslümanlara
zarar vermeye çalışmak, ve kâfirlik etmek, içlerindeki küfrü
güçlendirmek, ve müminler arasına tefrika (ayrılık) sokmak, onları
biribirine düşürmek, Allah'a ve Resulü'ne savaş açmış, harbetmeye
kalkışmış olan bir kimseye yataklık yapmak, onun müminler aleyhine
gözcülük yapmasına yardımcı olmak için ki, bundan önce, yani Tebük
seferinden önce savaş yapmıştı, veya bu mescidi daha önce yapıp
hazırlamışlardı.
Rivayet
olunuyor ki, Beni Amr b. Avf "Kuba" mescidini
bina
ettiklerinde Resulullah'a bir temsilci gönderip oraya bir mescid
yaptıklarını arzeylemişler ve gelip kendilerine namaz kıldırmasını rica
eylemişlerdi. Peygamber Efendimiz de teşrif etmişler ve arzularını
yerine getirmişlerdi. Bunların amca çocukları demek olan Benî Gunm b.
Avf, bunları kıskanmışlar, "Biz de bir mescid yaparız ve Resulullah'ı
davet ederiz, burada namaz kılar. Rahip Ebu Amir de Şam'dan geldiği
vakit o da burada kalır ve ibadet eder." demişlerdi. O rahip Ebu Amir
ki, Resulullah kendisine "el-Fasık" adını vermişti. Uhud Savaşı'nda
şehid düşen ve melekler tarafından gasledilen Hanzale (r.a.)'nin babası
olan bu Ebu Amir, cahiliyye devrinde Hıristiyanlığa girmiş, ilim
tahsilinde bulunmuş ve rahip olmuştu. Resulullah'ın peygamberliği
üzerine itibarı sarsıldığından, Hz. Peygamber aleyhinde düşmanca
dolaplar çevirmeye başlamıştı. Mekke müşriklerini tahrik ve teşvik
ederek Uhud Savaşı'na düşmanlar safında katılmıştı. Resulullah'a
seslenerek: "Seninle savaşa tutuşan hangi kavmi bulursam, onlarla
birlik olup sana karşı savaşacağım." demiş ve Huneyn Savaşı'na kadar
hep böyle yapmıştı. Huneyn'de Havazin kabileleri hezimete uğradığı gün
Şam'a kaçmış ve kaçarken münafıklara "Gücünüz yettiği kadar kuvvet ve
silah hazırlayınız, ben Kayser'e gideceğim ve asker getirip Muhammed'i
ve ashabını Medine'den çıkaracağım." diye haber göndermişti. Bundan
dolayı onlar da Kuba Mescidi'nin biraz ötesinde başka bir mescid
yapmışlar ve Hz. Peygamber'e gelerek, "Sakatlar ve ihtiyaç sahipleri
için kışın yağmurlu havalarda hizmet vermek üzere bir mescid bina
ettik. Burada bize namaz kıldırıp bereketle dua etmenizi arzu
ediyoruz." demişlerdi. Resulullah da şimdi sefere çıkmak üzereyim,
meşgulüm, inşallah dönüp geldiğimizde kılarız." buyurmuştu. Tebük'ten
dönüşte tekrar müracaat edip mescide gelmesini istediler. Bunun üzerine
işte bu âyetler nazil oldu. Sonra Hz. Peygamber, Malik b. Duhşum, Ma'n
b. Adiyy, Amir b. Seken ile Vahşî'yi çağırdı, "Gidiniz şu ahalisi zalim
mescidi yıkıp yakınız!" buyurdu. Onlar da öyle yaptılar ve yerinin
çöplük yapılmasını emreyledi. O fasık Ebu Amir de Şam'da kaldı ve
Kınnesrin'de helâk oldu.
108- Onda
ebediyyen kıyama durma, kaim olma, yani o
mescid-i
dırarda durup da namaz kılma. Elbette ilk gününden takva üzerine temeli
atılan bir mescid, Kuba mescidi ki, esasını hicretin ilk günlerinde
orada namaz kıldırmakla Resulullah bizzat atmıştı: Ve Kuba'da kaldığı
Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri beş vakit namazı cemaatle
kıldırmıştı.
Bununla beraber "temeli
takva üzere atılan mescid"in
Medine'deki Mescid-i Nebi olduğu da söylenmiştir. Ebu Saîd el-Hudrî
(r.a.)'den 'yı Resulullah'a sordum, biraz çakıl taşı alıp yere attı ve
"İşte şu mescidiniz, Medine mescidi." buyurdu, demiş olduğu da rivayet
edilmiştir. Senin içinde kaim olmana en çok hak kazanmış olan yerdir.
İçinde öyle rical (erkekler, yiğitler) vardır ki gayet temiz olmayı
severler. Günahlardan, kötü huylardan ve hasletlerden, maddi ve manevi
pisliklerden iyice arınıp paklanmayı, Allah rızası için tertemiz olmayı
severler ve öyle olmaya gayret ederler. Allah da tertemiz olanları
sever.
Denilmiştir ki, bu âyet
nazil olunca Resulullah
maiyetinde
bulunan bir grup Muhacirîn ile yürüyüp Kuba mescidine vardı, kapısında
biraz durakladı, bekledi, içinde Ensar oturuyorlardı. Bunun üzerine
onlara "Siz mümin misiniz?" diye sordu, cemaat sustu, hiç ses
çıkarmadı, sonra tekrar sordu, Hz. Ömer (r.a.) "Ya Resulullah! Şüphesiz
ki, müminler, ben de onlarla beraberim." dedi. Peygamberimiz (s.a.v.)
buyurdu ki; "Kazaya razı olur musunuz?" Onlar "evet" dediler. Buyurdu
ki, "Belaya sabreder misiniz?" Onlar yine "evet" dediler. Buyurdu ki,
"Bollukta şükreder misiniz?" Onlar yine "evet" dediler. Bunun üzerine
Resulullah "Kâbe'nin Rabb'ı hakkı için bunlar mümindirler." buyurdu ve
sonra oturdu. Daha sonra "Ey Ensar topluluğu! Allah azimüşşan sizi meth
ü sena etti. Abdestte ne yapıyorsunuz?" buyurdu. Onlar da "Dışkıyı üç
taşla siliyoruz, sonra da su ile taharetleniyoruz." dediler. Resulallah
şu âyeti tilavet buyurdu: "Onda tertemiz olmayı seven birtakım erkekler
vardır".
Bir de denilmiştir ki,
idrar kalıntısını su ile
yıkarlardı,
hiç cünüp durmazlar, cünüp iken uyku uyumazlardı.
Hasılı
tatahhur; taharette mübalağa etmek, temizlik
hususunda
titiz davranmaktır. Şer'î anlamda taharet hem necasetten, yani maddi
pisliklerden, hem de hades denilen cünüplükten ve manevi kirlerden
arınmak demektir. Burada ise "dırar, küfür, tefrika ve ırsad" gibi fena
hasletlere karşılık olarak kullanılmış olma karinesiyle tatahhurdan
asıl maksat, cismanî olandan ziyade kalbî olan taharet söz konusudur.
Yani günah, isyan, cimrilik ve tembellik gibi çirkin huylardan ve
onların manevi lekelerinden iyice arınmak demek olduğu açıktır. Ayrıca
Hz. Peygamber'in sorduğu "iman, sabır ve şükür" gibi sorular da konuya
ışık tutmaktadır. Şu halde bütün bu değişik rivayetler tefsirde tahsis
mânâsına değildir, yalnızca maneviyata münhasır bırakılmayarak, işin
maddi anlamda temizliğini de içine aldığını ve âyetin mânâ kapsamının
geniş tutulması gerektiğini beyana yönelik olduğu gözönünde
bulundurulmalıdır.
109-
O halde
binasını, yani dininin temelini Allah'dan
bir
takva ve rıza üzerine kuran mı daha hayırlı? Yoksa binasını çatlak ve
çökmeye meyilli bir yıkıntının kenarına kurup da bununla cehennem ateşi
içine yıkılan mı?
"Cürûf": dere kenarında sel
sularının dibini yalayıp
oyduğu,
bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an
yıkılmaya hazır durumda bulunan bir yerdir. "Hâr" da bunun geriden
çatlamış devrilmek üzere olan bir çeşididir ki, bunun üzerine yapıldığı
düşünülen binanın ne kadar çürük bir yere, ne kadar çabuk göçecek bir
zemine oturtulmuş olduğu ve ne kadar çabuk çökmeye mahkum bulunduğu
tasavvur olunsun. İşte din işlerini nifak ve fitne üzerine bina
edenlerin vaziyeti tam buna benzer. Ve Allah, zalimler güruhuna hidayet
etmez. Necat ve selamette başarılı kılmaz.
110-
Onların, o
zalim münafıkların bina ettikleri
binaları,
bu arada o yaptıkları mescid kalblerinde bir işkil (bir kuşku ve endişe
düğümü) olmaktan öte gitmez. Yani, daima ve her hal ü kârda gerek
yapılı, gerek yıkık halde bulunsun ikisinde de dinî bir şüphe ve
kuşkuya sebep olup duracaktır. Zira yapılı kaldığı halde öyle ayrı ve
müstakil bir toplanma yerinde kendi kendilerine toplanıp kalblerindeki
küfür ve nifakı birbirlerine yayıp, açıklamaları, kendi şüphe ve
nifaklarını arttırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Yıkıldığı halde
ise nifaklarının açığa çıkmış ve anlaşılmış olması endişesini
taşıyacaklarından dolayı kinleri ve telaşları artacak. Bundan sonra ne
gibi bir muameleye tabi tutulacaklarını kestiremiyecekler ve yürekleri
korku ve kuşku içinde titreyip duracaktır. Ta kalbleri parçalanıncaya
kadar böyle kalacaklar. Yani o şüphe ve nifak kaynağı olan kalbleri
iyice parça parça oluncaya kadar o şüphe ve kuşkuları sürüp gidecek.
Ancak kalbleri parçalanınca bitecek. Fakat o kalbler onlarda bulunduğu
müddetçe o şüphe ve fitne hastalığından kurtulmaları ihtimali yoktur.
Allah herşeyi bilir, hikmet sahibidir. Şu halde onların bütün hallerini
bilir, kalblerinin gizlediği nifaka kadar herşeylerini iyice bilir ve
onlar hakkında vereceği hükümler hikmetsiz değildir, hepsi birtakım
hikmetler içermektedir.
111-
Muhakkak
ki, Allah müminlerden canlarını ve
mallarını
satın aldı, şununla ki, cennet münhasıran onların ola.
Rivayet olunduğuna göre;
Resul-i Ekreme, Akabe Gecesi,
Mekke'de Ensar'dan yetmiş kişi olarak biat ettikleri zaman, yani ikinci
Akabe biatında, Abdullah b. Revaha "Rabb'in ve kendin için bizden
dilediğini şart koş." demişti. Peygamber (s.a.v.) de: "Rabbım için O'na
ibadet etmenizi ve hiç bir şeyi O'na şirk koşmamanızı, kendim için de
beni, kendinizi ve mallarınızı nasıl koruyup savunuyorsanız öyle
koruyup savunmanızı şart ederim." buyurdu. Onlar da "Bunu yaptığımız
takdirde bizim için ne var?" dediler. Hz. Peygamber "cennet" buyurdu.
Bunun üzerine "Bu alış-veriş kârlıdır, bu sözleşmeyi ne bozarız, ne de
bozulmasını kabul ederiz." dediler. Sonra işte bu âyet nazil oldu. Bir
gün Hz. Peygamber, bu âyeti okurkan bir a'râbi geldi "bu kimin sözü?"
dedi, Resulullah, "Allah kelâmıdır." diye cevap verdi. O a'râbi
"Vallahi bu çok kârlı bir alış-veriş, biz bunu ne bozarız, ne de
bozulmasını isteriz" dedi ve gazaya çıktı, nihayet şehid oldu...
Şüphe yok ki, Allah
Teâlâ'nın yarattığı o canlar ve
rızık
olarak ihsan ettiği o mallar baştan sona Allah'ın mülküdür ve bundan
dolayı Allah'ın onları satınalma yoluyla mülkiyetine geçirmesi tasavvur
olunamıyacağından Fatiha Sûresi'nde "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak
senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/5)'in tefsirinde de beyan olunduğu
üzere burada Allah Teâlâ'nın büyük bir lütuf gösterisi ile kullarını
cihada ve ibadete daveti ve teklifi vardır. Bunun hakikatı şudur ki,
Allah insanlara can ve mal vermiş ve onlarda muvakkat bir tasarruf ve
faydalanmaya da izin vermiştir. Böylece kullar kendi şahıslarında ve
mallarında geçici bir hürriyet ve mülkiyet hakkı ile yine muvakkat bir
tasarruf ve faydalanmaya maliktirler. Fakat kullar bunları sırf
kendileri ve kendi rıza ve ihtiyarları adına sarf edecek olurlarsa,
Allah'ın ihsanı olan nimetleri, kendileri gibi fani olan maksatlar
uğruna tüketmiş olacaklar ve ondan hiç bir kâr ve menfaat elde
edemeyecekler. Ecelleri geldiğinde her şeyden mahrum olarak büsbütün
hüsran azabı ile karşı karşıya kalacaklardır. Halbuki Allah'ın ihsanı
olan can ve malı, kendileri için ve kendi mülkleri olarak değil de,
hüriyetlerini ve tasarruf haklarını çok iyi kullanarak gönül rızasıyla
Allah'a teslim ve Allah için ve Allah'ın emrine, Allah'ın yoluna
sarfederlerse Allah onları heder etmeyecek ve kendilerini cennet ile
sevaplandırarak ebedi nimetlere erdirecektir. Yani fani olan
lezzetlerin Allah için feda edilmesine karşılık ebedi olan hayır ve
menfaatler elde edilecek. Fani hayat yerine baki hayat kaim olacaktır.
Bir mümin Allah yolunda savaşa katılır, can verir ve o yolda malını
infak ederse, bu yaptığı iş boşa gitmeyecek, ahirette ona karşılık
Allah'dan cennet alacak ve başkalarının sıkıntısından uzak olarak sırf
nimetlerle dolu olan ebedi mutluluk içinde yaşayacaktır. İşte böyle
düzenlenmiş olan bu dünya ile ahiret, bu fani ile o ebedi ve baki aynı
anda bir yerde bir araya gelemiyeceğinden, bu fani hayatı o baki
hayatla değiştirme işini Allah, kulunun ihtiyarına terk etmiştir. Bu
işlem, bu yer değiştirme kulun seçim ve rızası ile Allah'ın kabulüne
bağlı bulunduğundan bu ilâhî muamele sanki bir değişme, bir alış-veriş
imiş gibi temsilî bir üslup ile ifade buyurulmuştur. Yoksa gerçekte
kulun malı da, canı da, ona karşılık olarak verilen cennet de hepsi
Allah'ın mülküdür. Aslında Allah Teâlâ, kendi mülkünü, yine kendi mülkü
ile değiştirecektir.
Ancak bu değiştirme işlemi,
cebri olmayıp yine de kulun
rıza
ve ihtiyarına bağlanmış olduğundan Allah Teâlâ bu sözleşmenin şerefini
kullarına bağışlamıştır. Sanki zengin bir velinin kendi velayeti
altındaki fakir bir çocuğa sermaye vererek onu ticarete teşvik etmek
için dükkan açtırması ve başka müşteri aramayıp satacağı malı yalnızca
kendisine satmak üzere şart koşup, her aldığına da kat kat kâr vermesi
gibi bir alış-veriş şeklinde temsilî ifade kullanılmıştır. Benzersiz
bir lütuf ve ihsanın hukuk diliyle ifade buyurulması demek olan bu
temsilî anlatımla ayrıca hukukî muamele ve sözleşmelerin temel
özelliklerini belirlemeye yönelik bir sözleşme örneği ortaya konmuştur.
Ayrıca hukukî muamelelerin din ve dünya işlerinde esas olduğu
gösterilmiştir. Yine burada gösterilmek istenmiştir ki; hukukî
sözleşmelere dayanan alış-veriş akitleri ve bu yolla elde edilecek kâr
ve kazançlar, teberru ve bağış yoluyla elde edilecek gelirlerden daha
hayırlı ve daha şereflidir. Beşerin hayatının ve mutluluğun hukuki
sözleşmelere riayet ve sözünde durmak gibi insanî ve ahlâkî özelliklere
bağlı olduğuna da işaret vardır.
Şu halde fiili, herşeyden
önce bu sözleşmenin
taraflarını
belirliyerek işe başlıyor. Bu sözleşmenin Allah katında bir icabı ve
kulun imanı da bu icabın kabulü demektir. Nitekim Hz. Hasan demiştir
ki, "İşitiniz, vallahi, Allah Teâlâ'nın her mümine sattığı öyle kârlı
bir biat ve öyle ağır basan bir kefedir ki, yer yüzünde bu biate
katılmayan hiçbir mümin yoktur...ilh". Yani âyetin hükmü ve kapsamı,
nüzul sebebi olarak bildirilen Akabe biatını haber vermekten ibaret
değildir, bütün müminlere şamildir.
Ca'feri Sadık Hz.lerinden
de "bedenlerinizin Cennet'ten
başka
fiyatı yoktur, onları ondan başkasına satmayınız." diye de
nakledilmiştir. Türk Şairi Fuzûlî'nin
"Cânı cânân dilemiş
vermemek olmaz ey dil!"
" Ne nizâ eyleyelim ol ne
senindir, ne benim." demesi de
bu
âyetin muhtevasına işarettir.
Müminler bu ilâhî
satınalmaya karşı can ve mallarını
Allah'a
nasıl satacaklar, denilirse:
Allah yolunda savaş
yaparlar, öldürürler de,
öldürülürler de.
Gazi de olurlar, şehid de. Söz konusu bedel Allah üzerine haktır ve bu
Tevrat'da, İncil'de ve Kur'ân'da verilen bir vaaddir. Yani bu
alışverişin fiyatı olan bu dünyada peşin değil, ahirette ödenecek olan
bir müeccel vaaddir. Fakat şüpheli bir vaat değil, Allah üzerine sabit
bir borçtur, her şüpheden uzaktır. Hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de
Kur'ân'da sabit olmuş bir vaaddir. Hakk'ın vaadidir. Allah'dan daha
ziyade ahdini tutan, sözünü yerine getiren kim vardır? Sözünden dönmek
şerefli bir insana bile yakışmazken Allah Teâlâ hakkında böyle bir
düşünceye kapılmak mümkün müdür? Öyleyse ey müminler! Yapmış olduğunuz
bu alış-verişinizle istibşar ediniz, birbirinizi müjdeleyip birlikte
sevininiz, bayram ediniz. İşte o, yani bu alış-verişinize fiyat olmak
üzere size verilmesi, şahıslarınıza tahsis olunması kesin bir Hakk
vaadi olan Cennet, büyük ve muhteşem kurtuluşun kendisidir. İşte o
büyük kurtuluş, ondan daha büyüğü düşünülemeyen o ebedi felah ve necat
işte budur.
112-Bunlar,
yani
bu sözü edilen müminler o tevbekârlar
ki,
âbidler, Allah'a ihlas ile ibadete devam edenler hamidler, gerek
sevinçli, gerek sıkıntılı zamanlarında, hangi durumda olurlarsa
olsunlar Allah'a sürekli hamd edenler seyyahlar, gezginler yani
oruçlular. Çünkü Peygamber (s.a.v) Efendimiz "Ümmetimin seyahati
oruçtur." buyurmuştur. Abdullah b. Mesud'dan, İbnü Abbas'dan, Hz.
Aişe'den, Ebu Hureyre ve daha başkalarından rivayet yoluyla gelen
tefsir budur. Orucun iki bakımdan seyahata benzerliği vardır: Birisi
sûrenin başında da işaret olunduğu üzere, seyahat eden kimse, işin
icabı olarak gerek yiyip içmek, gerek dinlenmek ve daha başka nefsinin
istekleri hususunda tutumlu davranmak ve bazı sıkıntılara katlanmak
zorunda kalır. Oruç tutmak da insanı nefsani arzulardan uzak tutmak
açısından çok önemli bir yolculuğa benzer. Birisi de seyahat, innsanın
görmediği, bilmediği bir takım şeylerle karşılaşmasına vesile olan bir
dış dünya yolculuğudur. Bunun gibi, oruç da insanın kendi iç dünyasında
gizli kalmış bir takım özelliklerin tanınmasına, mülk ve melekût
âleminin bir takım sırlarına vakıf olmasına vesile olur. Seyahat bir
bedenî riyazet olduğu gibi, oruç da bir ruhî riyazet ve seyahattır.
Ayrıca Ata'dan yani seyahat edenlerin, mücahidler olduğuna dair bir
rivayet nakledilmiştir. Ebu Umame'den rivayet edilmiştir ki, bir adam
Hz. Peygamber'den seyahata çıkmak için izin istemişti. Peygamber
Efendimiz de ona "Benim ümmetimin seyahatı Allah yolunda cihad
etmektir." buyurmuştu. Bununla beraber bu âyetteki maksadın genel
olarak yeryüzünde seyahat edenler demek olduğunu söyleyenler de
olmuştur. Bunlardan bir kısmı, "Mekke'den Medine'ye hicret edenlerdir."
demişlerdir. Bir kısmı da "İlim tahsili için yolculuk yapanlardır"
demişlerdir. Başkaları da "Allah'ın yarattığı âyetleri ve yeryüzündeki
gariplikleri görüp tanımak ve onlara ibretle bakmak için seyahat
edenlerdir." demişlerdir ki, "De ki, yeryüzünde gezip, dolaşın ve olup
bitenlere dikkatle bakın!" (Ankebut, 29/20: Rum, 30/42) âyetlerindeki
emir gereğince sırf Allah'ın kudretini eserlerinde görüp tanımak için
seyahat edenler demek olur. (Âl-i İmran Sûresi'nde âyet 137 nin
tefsirine bakınız).
Rükû edenler, secde
edenler. Yani rükû'uyla secdesiyle
namazı
tamı tamına ve hakkıyle kılanlar, maruf ile emredenler, yani iyiliği
belli olan, herkesçe iyilik olduğu bilinen konuları telkin ve tavsiye
edenler, yani imanı ve Allah'a itaatı emredenler, münkerden
(kötülükten, şirk, imansızlık ve günanlardan) nehyedenler Allah'ın
hududunu koruyanlar yani Allah Teâlâ'nın beyan edip açıkladığı,
sınırlarını kendisinin belirlediği gerçekleri ve şeriatın kurallarını
ve bu kuralların inceliklerini bilerek bunlara riayet edenler. Şeriatın
inceliklerine titizlikle uyanlar ve insanları o yola yönlendirenler.
Velhasıl o müjdeye, o ilâhî vaade layık olan müminler, bütün bu güzel
hasletlere, bu üstün özelliklere sahip olan, bunları kendi şahsında
toplayanlardır. Ve böyle olan müminlere müjde ver, onları müjdele
habibim ey Muhammed!
Abdullah b. Abbas Hz.leri
demiştir ki, "Allah
müminlerden
canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek suretiyle satın
aldı." âyeti nazil olduğunda, ashaptan birisi, "Ya Resulallah! Şayet o
kişi zina da etse, hırsızlık da yapsa, içki de içse bile mi?" demiş ve
işte bu "Tevbe edenler..." âyeti bunun üzerine nâzil olmuştur.
Allah Teâlâ'nın
müşriklerden ne kadar beri olduğunu
iyice
anlamalı ki:
113-
Cumhur,
yani bütün tefsir âlimleri, bu âyetin Ebu
Talib
hakkında nazil olduğunu nakletmişlerdir ki, bunun dayanağı da Said b.
Müseyyeb, Zührî, Amr b. Dinar ve Ma'mer'den gelen bir rivayettir.
Demişler ki; Ebu Talib'in hal-i hayatında Hz. Peygamber "Ey amcacığım
de." Bu bir kelimedir ki, Allah'ın huzurunda bunun ben senin lehinde
delil olarak kullanayım." dedi. Orada Ebu Cehl ile Abdullah ibni Ebi
Ümeyye de vardı. Bunlar "Ey Ebu Talib, Abdülmuttalib'in milletinden vaz
mı geçeceksin?" dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de
"Yasaklanmadığım sürece ben de senin için istiğfar edeceğim." dedi.
Sonra da işte bu "Peygamber ve müminler için müşriklere istiğfar etmek
diye birşey yoktur." âyeti ile "Muhakkak ki, sen kendi istediğini
hidayete erdiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete erdirir."
(Kasas, 28/56) âyeti nazil oldu.
Bu
rivayetlere göre, bu âyetler ya Mekke'de nazil olmuş,
ya
da bu âyetlerin nüzulüne kadar senelerce Hz. Peygamber istiğfara devam
etmiş demek olur ki, bunun ikisi de dış görünüşüyle akla uzak
ihtimaller olarak görülmektedir. Bazı rivayetlerde de, bu âyetin Mekke
fethinden sonra Hz. Peygamber'in, annesi Âmine'nin kabrini ziyaret edip
ona istiğfar etmek istemesi dolayısıyla nazil olduğu kaydedilmiştir.
Bazıları da bunun yukarıda söz konusu edilen "Onlara yetmiş kere
istiğfar etsen de Allah onları affetmeyecektir" âyetiyle ilgili olarak
nazil olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Abbas'dan gelen bir rivayete
göre; bir kısım müminler "Hz. İbrahim'in babasına istiğfar ettiği gibi
biz de ölmüşlerimize istiğfar edelim." demişlerdi, bu sebeple nazil
oldu diye söylenmiştir. Bazı âlimler burada istiğfardan maksat
namazdır, demişler. Gerçi cenaze namazı da ölü hakkında bir
istiğfardır, fakat mağfiret istemek demek olan istiğfar, namazdan daha
geniş ve daha genel anlamlıdır. Zahir olan da budur. "Onların
cehennemlik oldukları kendilerine açıklandıktan sonra (artık istiğfar
etmek yoktur.)"
114-Bu
açıklanma, ya küfür üzere öldükleri bilinmek, ya
da
öyle ölecekleri hakkında vahiy gelmiş olmak şeklinde olabilir. Bundan
anlaşılır ki, kâfir olarak öleceği hakkında vahiy gelmemiş ve henüz
hayatta bulunan kâfirler için iman nasip olması umulduğundan, onlar
için istiğfar her zaman caiz olabilecektir. Nitekim Hz. İbrahim'in
babasına istiğfarı da bu bakımdan olmuştur. Bu anlatılarak buyuruluyor
ki;
"İbrahim'in babasına
istiğfarı da sırf ona vermiş olduğu
bir
vaatten dolayı idi". Meryem Sûresi'nde geleceği üzere "(İbrahim) selâm
sana dedi, senin için Rabb'imden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana çok
lütufkârdır." (Meryem, 19/47) aynı şekilde Mümtehine'de de geleceği
üzere "Senin için afdileyeceğim." (Mümtehine, 60/4), Şuarâ Sûresi'nde
de "Babamı da bağışla, çünkü, o sapıklardandır." (Şuarâ, 26/86) 'diye
istiğfarda bulunmuştu. Ne zaman ki ona, babasının Allah'a düşman biri
olduğu açıklanınca, o da istiğfar etmekten vazgeçti, teberri eyledi,
uzak durdu. Demek ki, babası hakkındaki vaad, onun hayatta olması ve
imana gelmesinin ümid edilmesi şartına bağlı idi. Şüphesiz ki, İbrahim
bir evvah (çok çok ah eden, ağlayan sızlayan), bir halimdir.
"Evvah": mübalağa siğasıyla
çok ah eden demektir.
Bilindiği
üzere, "ah" ve "of" bir acıya ve hüzne işaret için kullanılır.
İnsanoğlu şiddetli bir acı duyduğu zaman adeta yüreği yanar ve nefesi
daralır, boğulacak gibi olur, yanan nefesini çıkarırken zarurî olarak
bir ah çeker. Bunun için çok ah çekmenin, çok acı çekmeye, bağrı
yanıklığa, aşka ve Allah korkusuna delaleti vardır. Burada "evvah" işte
böyle bir mânâ ilişkisinden dolayı kinaye olarak kullanılmıştır. Bizim
dilimizde de bu anlamı ifade için "ince kalpli, yufka yürekli, bağrı
yanık, aşık adam" gibi tabirler kullanılır.
"Aşkın elinden ve
ettiklerinden ah!
Ateşiyle kalbimi yaktı
bıraktı."
Meşhur beyti de bu mânâyı
pek iyi ifade eder. Duaların
en çok
kabule şayan olanları bu ruh haliyle yapılan dualardır. Ashab ve
Tabiîn'den olan ilk devir müfessirleri "evvah" kelimesinin, bu mânâsını
çeşitli deyimlerle rivayet ve ifade etmişlerdir. Şöyle ki:
1. "De'â' yani çok çok dua
eden, hep dua ve niyaz ile
meşgul
olan
2. "Rahîm" yani pek
merhametli, çok yumuşak kalbli,
yufka
yürekli.
3. "Mümin", yani çok
imanlı,
4. "Mûkin" İnancında şüphe
ve tereddüt bulunmayan,
5. Ayrıca "Tevvab",
"muvaffak", Allah'ı çok çok
zikreden,
tesbih eden, istiğfar eden, Allah'ın kitabını çok çok okuyan, Allah
korkusuyla ağlayan, sızlayan, ah, vah eden, dindarlığın özüne vakıf
olan, yani "fakih" olan ve benzeri anlamları içeren bir kelimedir.
Abdullah b. Şeddad'dan rivayet olunmuştur ki, Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz " Evvah huşû içinde yalvarıp yakarandır." buyurmuş. Görülüyor
ki, her biri bir başka görüş açısından ortaya konulan bu mânâlar,
genelde birbirine çok yakın olan şeylerdir ve hepsi de gösteriyor ki,
maksat sırf ağlayıp ah vah etmek değil, bir kalb özelliğinin, bir ruh
hâlinin durumunu dile getirmektir. Bundan dolayı son devir tefsir
âlimleri bunun yürek yufkalığından, merhamet ve şefkatten kinaye
olduğunu söylemişlerdir. Gaflete düşmemek lazımgelir ki, âyette "evvah"
buyurulduktan sonra bir de "halim" ile sıfatlandırılmış olması çok
anlamlıdır. Zira çok ah etmek, aynı zamanda bir hiddeti ve sabırsızlığı
da ima edebilir. İşte "halim" sıfatıyla bundan sakınılarak şu
anlatılmış oluyor ki; İbrahim'in çok çok ah eden biri olması,
hiddetinden, sabırsızlığından ve tahammülsüzlüğünden kaynaklanan
sıkıntılardan değildi. O gerçekten halim selim, hiddetten uzak, eza ve
cefaya katlanan, mihnete sabırlı olmakla birlikte bir "evvah" idi.
Bundan dolayı babasının da her türlü eza ve cefasına sabreder, tahammül
gösterirdi. Yine de babasına karşı yumuşaklıkla ve rıfk ile davranırdı.
Babasının küfür ve dalalet yolunda olmasına yüreği sızlar, onun imana
gelmesinden ümit kesmez ve sürekli olarak onun selameti için dua ve
istiğfar ederdi. Fakat babasının gerçekten bir Allah düşmanı olduğu
kendisine açıklanınca, öylesine bir evvah ve halim olan İbrahim Allah'a
olan sevgisinden ve haşyetinden dolayı, babası için dua ve istiğfar
etmekten hemen vazgeçti. Demek ki, Allah düşmanları hakkında dua ve
istiğfarın makbul olunma ihtimali olsa idi, İbrahim gibi duası kabul
birinin duası makbul olunurdu. Ve o, istiğfardan vazgeçmezdi. Şu halde
bundan da anlaşılmaktadır ki, cehennem ehli oldukları belli olanlara ne
peygamberin, ne de müminlerin istiğfar etmeleri caiz değildir. O halde
daha önce istiğfar etmiş olanlar sorumlu tutulur mu? Hayır. Çünkü:
115-
Allah, bir
kavme hidayet ettikten, onları İslâm'a
muvaffak kıldıktan sonra sakınacakları şeyleri kendilerine
açıklayıncaya kadar onları sapıklığa uğratmaz, gerisin geri dalalete
düşürmez. Yani, ilâhî ahkâm kendilerine beyan edilmeden önce bilmeyerek
yaptıkları hatalardan dolayı onları hak yoldan sapmış olmakla
vasıflandırmaz ve itham etmez. Dalalete düşmüşlere ilişkin ahkâmı
onlara uygulaması âdeti değildir. Zira Allah kesinlikle her şeyi bilir.
Onların maksatlarını ve mazeretlerini, sırf akılla bilinemiyecek
şeylerin açıklamasına muhtaç olduklarını da bilir. Bundan dolayı
korunmaları gereken şeylerle ilgili hükümleri de böylece açıklar.
116-
Göklerin
ve yerin bütün mülkü, bütün saltanatı
kesinlikle Allah'ındır. Onun bir zerresinde hiç kimsenin hakkı ve
ortaklığı yoktur. O hem diriltir, hem öldürür. Sizin için de Allah'dan
başka ne bir velî vardır, ne de bir yardımcı. Velayet hakkı ancak
O'nun, inayet ve yardım yalnızca O'ndandır. İşte bundan dolayı Allah'a
karşı bütün masivadan uzaklaşıp, O'na teslim olmalı, özünü ona vermeli,
gözünü O'nun rızasına dikmelidir.
Şimdi:
117-
Yemin
olsun ki Allah, peygamber üzerine ve
Muhacirin ile
Ensar üzerine tevbe ihsan etti. Allah Teâlâ'nın kulları üzerine tevbe
etmesi, onlara tevbe etmeyi nasip etmesi ve tevbelerini kabul eylemesi
anlamına gelir. Buna göre bu âyette "Allah'ın peygambere tevbesi"
yukarıda geçen "Alllah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?"
âyetinin içeriğine bir cevap olduğu gibi, Muhacirler'e ve Ensar'a
tevbesi de yine daha önce Uhud ve Huneyn günlerinde yaptıkları
dikkatsizlik ve tedbirsizlik hakkında olduğu söylenmiştir. Burada asıl
maksat, tevbenin faziletini ve önemini, hatta peygamber de dahil olmak
üzere bundan hiçbir müminin uzak kalamayacağını bildirmektir, denilmiş.
Fakat İbnü Atıyye'nin tefsirinde açıklandığı üzere en güzel mânâ şudur:
Asıl tevbe rücû' demek olduğundan, Allah Teâlâ'nın bir kuluna tevbesi,
o kulunu bir hâlden daha yüksek bir hâle getiren ilâhî rücû' demektir.
Bu mânâ dilimizdeki ifade şekliyle Allah'ın o kuluna inayet ve
rahmetiyle nazar etmesi demek olur. Bu ise, günah hâlinden taat hâline
döndürmek anlamına bir rücû' olabileceği gibi, bir taat hâlinden daha
yüksek bir taat haline rücû' da olabilir ki bu âyette peygambere
tevbesi böyledir. Çünkü gazanın meydana gelişinden ve onun
sıkıntılarına tahammül gösterişinden sonraki hâlini, gaza öncesindeki
hâlinden daha mütekamil bir hâle irca' etmiştir. Muhacirin ile Ensar'a
tevbesi ise, onların noksan bir hâlden bu gaza dolayısıyla meydana
gelen olaylar sebebiyle din uğrunda fedakârlıkları ve itaatları ile
daha olgun hâle gelmiş olmaları ihtimali söz konusudur. Bir bölük
hakkındaki tevbesi ise daha aşağı durumda gufran ve rıza hâline irca'
eylemek demektir.
Hasılı onları bulundukları
halde bırakıvermedi de yine
rahmet
ve inayetiyle iltifat buyurdu. O Muhacirin ve Ensar ki, o zor anında, o
güçlük ve sıkıntı saatinde ona (peygambere) uyup, arkasından gittiler.
"Usret": Darlık, şiddet ve
yokluk demektir. Sâat-i usret
zorluk anı veya vakti demektir ki, "Yüreklerin gırtlağa geldiği" (Ahzab
33/10) buyurulan Hendek gününe ve daha başka sıkıntılı günlere işaret
olabilirse de burada asıl maksat Tebük Seferi sırasında çekilen
sıkıntılar, özellikle bu seferin en sıkıntılı günü hakkındadır. Nitekim
yukarıda da geçtiği üzere Tebük Seferi'ne çıkan orduya "Güçlük Ordusu"
adı verilmiştir. Bunun hakkında Peygamber (s.a.v.) Efendimiz "Güçlük
ordusunu kim donatırsa kendisine cennet vardır." buyurmuştur. Hz. Osman
(r.a.) bin deve ve bin dinar para vererek ordunun donatılmasına katkıda
bulunmuştu. Rivayet olunur ki Hz. Peygamber, mübarek elinde dinarları
bir yandan bir yana aktarırken "Bundan sonra Osman ne yapsa bir beis
yok." buyurmuştur. Ensar'dan bir zat da yedi yüz vesk (kile) buğday
vermişti. Bu sefer boyunca gerek binit, gerek azık ve su yüzünden çok
sıkıntı çekilmişti. O derece ki, on kişiye ancak bir deve düşüyordu.
Onlar da nöbetleşe biniyorlardı. Yiyecek konusunda o dereceye
gelmişlerdi ki, bir hurma tanesini iki kişi paylaşıyordu. Hatta öyle
zamanlar oldu ki, tadı bozulmuş olan bir suyu içebilmek için birçok
kişi aynı hurma tanesini bir kere emerek içebiliyorlardı. Hz. Ömer
demiştir ki, susuzluktan deveyi boğazlayıp karnındaki suyu içiyorlardı.
Nihayet Hz. Peygamber ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Cenab-ı
Hak, çok geçmeden bir bulut gönderdi ve yağmur ihsan eyledi. Herkes
içti ve kabını doldurdu. Yine bu gazada açlıktan develeri kesmek
istediler, fakat Resulullah herkesin kabında erzak döküntüsü ve
kırıntısı olarak ne kalmışsa hepsinin bir yere toplanmasını emreyledi.
Bütününden bir sergi üzerine çok az birşey toplandı. Bereketine dua
etti. Sonra "Herkes kabına yiyecek alsın." diye buyurdu. Allah'ın
inayetiyle hepsi kablarını doldurdular ve geri kalanını da yediler,
karınlarını doyurdular, hatta biraz da arttı. Bu ordunun miktarı
otuzbin kadardı. Bu gaza Resulullah'ın son gazası idi. Yukarıda da
işaret olunduğu üzere, Medine'de Hz. Ali'yi yerine bırakmıştı. Bu sefer
sırasında büyük bir çarpışma olmamış, ancak düşman sınırına kadar
gidilmişti. Ezrah, Eyle v.s. ahalisi cizyeye bağlanmış ve daha sonra da
dönülüp gelinmişti.
İşte
Muhacirin ile Ensar, Hz. Peygamber'e böyle
sıkıntılı bir
günde tabi oldular. Öyle bir durumdan sonra ki, içlerinden bir kısmının
kalbleri az kalsın yamılacaktı. Yani, sıkıntı o kadar şiddetli idi ki,
bir kısmı hemen hemen Peygamber'den ayrılıp seferden caymaya
başlayacaktı. Sonra Allah onlara nasip etti. Onların kalbini o kaypak
düşüncelerden koruduktan başka, çektikleri sıkıntılardan dolayı hepsine
rahmet nazarı ile nazarını çevirdi. Çünkü O, onlara çok rauf
(şefkatli), çok rahîm (merhametli)'dir.
118- Geri
bırakılan o üç kişiye de (yani Ebu Lübabe ve
arkadaşları gibi tevbe ve itirafları derhal kabul olunmayıp)
"Haklarındaki karar Allah'ın emrine bırakılmış olan beklemeliler...",
işte o üç kişiye de Allah tevbe verdi, ki, bunlar, Ka'b b. Malik,
Mürare ibni'r-Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye idi ki bunlardan Ka'b, Akabe
ehlinden diğer ikisi de Bedir Ashabından idiler. Ta (o vakte kadar geri
bırakıldılar) ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen başlarına dar
geliyordu. Zira hiç kimse yüzlerine bakmıyor, onlarla ilgilenmiyor ve
hiçbir yerde duramıyor ve huzur bulamıyorlardı. Nefisleri de
kendilerine dar geldi. Yani kendi vicdanlarına yöneldiklerinde,
vicdanları da onları suçluyor, suçlu ve kusurlu buluyordu. İç huzuru ve
gönül rahatlığı bulamıyorlar, kendi iç dünyaları da kendilerine zindan
kesiliyordu. Ve Allah'a ilticadan, O'na yönelip sığınmaktan başka bir
çıkar yol olmadığını iyice anladılar. Yani Allah'ın gazabından
kurtulmak için yine Allah'a başvurup, tevbe ve istiğfar etmekten başka
çare olmadığını bilfiil anlayarak, herşeyden ümitlerini kesip, bütün
ümitlerini ve beklentilerini Allah'dan ummaya başladılar. Olanca
güçleriyle Allah'a yöneldiler. Allah'ın gazabından yine Allah'a
sığınarak kurtulunacağını umdular. Sonra da tevbe etsinler diye Allah
onlara tevbe ihsan eyledi. Tevbelerinin kabulünü bildiren âyet indirdi.
Yahut tevbelerinde gerçekten direnmeleri gerektiği yolunda onlara azim
ve gayret verdi ve en sonunda da tevbelerini kabul eyleyip kendilerine
tekrar lutf ile nazarını çevirdi. Çünkü Allah, kesinlikle tevvabdır,
rahîmdir. Tevbeleri çok çok kabul edici, yegane kabul edicidir. Fazl u
keremine, ihsan ve rahmetine sınır olmayan yegane merhamet edici ancak
O'dur. Günahkârın günahı ne kadar çok, ne kadar büyük olursa olsun,
gerek kemiyet, gerek keyfiyet bakımından tevbesini kabul edişindeki
lütfu ve inayeti, rahmeti ve ihsanı sınırsızdır.
Buharî'de rivayet olunduğu
üzere, Ka'b b. Malik (r.a),
Tebük'ten kalışı hikâyesini anlatarak demiştir ki, Tebük Gazası'nın
dışında hiçbir savaşta Resulullah'dan ayrı kalmadım, şu kadar var ki,
Bedir Gazası'nda da savaşa katılmamıştım, Fakat Bedir'e katılmayan
hiçbir kimseye itap buyurulmamıştı. O zaman Hz. Peygamber, Kureyş
Kervanı'na diyerek yola çıkmış ve Allah, onlarla düşmanları habersiz
olarak karşı karşıya getirmişti. Ben Resulullah ile Akabe gecesinde
İslâm üzere misak yaptığımız zaman hazır bulunmuş idim. Gerçi insanlar
arasında "Bedir" olayı daha çok konuşulur, fakat bana Akabe gecesindeki
o toplantıya karşılık olarak Bedir olayını verseler değişmek
istemezdim. Durumum da şu idi ki, ben hiçbir zaman Tebük seferinden
kaldığım zamanki kadar güçlü ve kuvvetli ve bolluk içinde olmamıştım.
Vallahi daha önce hiçbir zaman iki tane yük hayvanına sahip olmamıştım,
bu gaza sırasında ise iki taneyi elde etmiştim. Hz. Peygamber de
herhangi bir gazayı murad ettikleri zaman, kesinlikle bir başka cihete
doğru yönelirlerdi. Bu gaza ile gayet sıcak bir zamanda ve uzak bir
sefere, bir çöle, güçlü ve kalabalık bir düşmana karşı yönelik
olduğundan ve iyi hazırlansınlar diye meseleyi müslümanlara açmış,
gideceği yönü haber vermiş idi. Onunla beraber gideceklerin sayısı da
çoktu. Bunlar belli bir deftere yazılmış da değildi. Şu halde bir adam
aradan kaytarıp kaybolsa hakkında vahiy gelmedikçe onun durumu gizli
kalacağını sanırdı. Üstelik mevsim, meyvelerin olgunlaştığı ve
gölgelerin güzelleştiği bir zamana denk gelmiş idi. Böyle bir zamanda
Resulullah, sefer hazırlıklarına girişmişti. Hz. Peygamber ve
yanındakiler techizatlarını hazırladılar, ben de onlarla beraber
gidiyor, fakat bir hazırlık yapmadan dönüp geliyordum. Kendi kendime de
diyordum ki, gücüm var, daha vakit de var, ne zaman olsa hazırlık
yapabilirim". Bir süre böyle geçti. Derken iş birdenbire ciddileşti.
Bir sabah Resulullah ile beraberindeki müslümanlar ansızın hareket edip
yola çıktılar. Oysa ben hazırlanmamıştım. "Bir iki gün içinde
hazırlanır, arkalarından yetişirim." dedim. Onlar ayrıldıktan sonra
hazırlık yapayım, bazı şeyleri tedarik edeyim diye gittim, yine de bir
şey yapamadan döndüm. Sonra yine gittim, yine birşey yapamadan döndüm.
Ben bu halde iken onlar süratle gittiler. Gaza ilerlledi. İstedim ki,
her ne olursa olsun, hemen bir bineğe atlayıp, gideyim, yetişeyim.
Keşke yapsaydım, lâkin kısmet değilmiş yapamadım. Resulullah gittikten
sonra Medine'de halk içine çıkıp dolaştıkça mahzun oluyordum. Zira
gördüklerim ya münafık olarak mimli, ya da sakat ve özürlü kimselerdi.
Tebük'e varıncaya kadar Resul-i Ekrem, beni hiç anıp sormamış, fakat
Tebük'te konaklayıp otururken bir ara "Ka'b ne yaptı?" buyurmuş. Beni
Seleme kabilesinden biri de "Onu bürdeleri ve yanına bakışı alıkoydu."
demiş. Muaz b. Cebel de "Fena konuştun, vallahi biz onun hakkında
iyilikten başka birşey bilmeyiz." demiş, Resulullah da sükut
buyurmuşlar. Hz. Peygamber dönüş için yola çıktıkları zaman beni bir
merak sardı, ne yapacağım, ne diyeceğim diye düşünmeye başladım; yalan
söylemek, yalan uydurmak aklımdan geçiyordu, "Yarın dönüp geldiğinde
onun gazabından nasıl kurtulacağım?" diyordum. Bu konuda yakınlarımdan
aklı erenlerin hepsinden yardım istedim. Sonra ne zaman ki, Resulullah
teşrif buyurdu, benden o batıl düşünceler birdenbire silindi gitti.
Azıcık yalan karışacak bir şey olsa asla kurtulamayacağıma kanaat
getirdim ve kendimi toparlayıp doğruyu olduğu gibi söylemeye karar
verdim. Resulullah seferden dönünce mescide uğrar, orada iki rek'at
namaz kılar, sonra oturur, oradakilerle kısa bir görüşme yapardı. Yine
öyle yaptı. Sefere katılmayanlar geldiler özürler dilemeye başladılar,
seksen kişi kadardılar. Resulullah da onların özürlerini kabul ederek
dış görünüşüyle söylenenleri tasdik ediyor, işin içyüzünü Allah'a
havale ediyordu ve haklarında istiğfar ediyordu. Bunun üzerine ben de
vardım, selam verdiğim zaman bana öfkeli bir gülüşle tebessüm etti,
sonra da "Gel bakalım!" buyurdu, yürüdüm yanına vardım, önünde oturdum.
"Ne diye kaldın, sen omuzuna biy'at almış değil miydin?" dedi. Bunun
üzerine dedim ki: "Evet, vallahi ben başka birinin, dünya ehlinden
birisinin huzurunda oturmuş olsaydım, her halde bir özür uydurarak,
onun gazabından kurtulacağım düşüncesine kapılırdım ve gerçekten de
bana bir ikna kuvveti ihsan edilmiştir. Lâkin şimdi şunu kesinkes
bilmekteyim ki, bu gün ben sana yalan söylesem, kendimden razı etsem
de, her hâlde çok sürmez Allah sana gerçeği bildirir ve bana karşı
öfkelendirir. Ama şu anda bana kızacağın doğruyu söylesem, Allah'ın
beni affedeceğini umarım. Hayır, vallahi benim seferden kalmak için
hiçbir özrüm yoktu. Vallahi ben hiçbir zaman bu defa senden tehallüf
ettiğim zamanki kadar bolluk içinde olmadım." dedim. Resulullah da
"İşte bu gerçekten doğru söyledi, o halde kalk, Allah senin hakkında
hükmünü bildirinceye kadar bekle!" dedi. Ben de kalktım, Beni
Seleme'den bazı adamlar da sıçrayıp kalktılar, arkamdan gelmeye
başladılar ve bana "Vallahi biz seni bundan önce bir günah işlemiş
olarak bilmiyorduk. Diğerlerinin yaptığı gibi, Resulullah'a bir özür
uydurup söyleyemedin, halbuki Resulullah'ın sana istiğfarı günahını
bağışlatmaya yeterdi." dediler. Ve Allah biliyor, bana o kadar
serzenişte bulundular ki, tekrar dönüp kendimi yalanlamak istedim.
Sonra onlara dedim ki, "Benim durumuma düçar olan başka biri daha oldu
mu?" Onlar "Evet oldu, iki kişi daha aynen senin söylediğin gibi
söyledi, onlara da sana söylenen şey söylendi." dediler. "Kim onlar?"
diye sordum, onlar da "Murare ibni'r-Rebî'il-Amri ve Hilal b. Ümeyye
el-Vakıfi." dediler ve Bedir'de bulunmuş iki salih ve örnek insanın
ismini söylediler. Bunların isimlerini öğrenince, ben de tekrar
Resulullah'a dönüp, sözümü geri almaktan vazgeçtim. Resulullah,
kendisine ters düşmüş (tehallüf etmiş) olanlar arasında bu üçümüzle
konuşmaktan müslümanları menetti. İnsanlar da bizden uzak durmaya
başladılar ve bize karşı surat astılar, yüz vermez oldular. Hatta
yeryüzü, bana yabancılaştı da yabancılaştı, artık benim tanıdığım yer
değildi. Böylece elli gece kaldık, iki arkadaşım evlerine çekildiler,
içerde oturup ağlıyorlardı. Ben onlardan daha genç, daha yiğit idim,
evden çıkardım, cemaat ile namaza dururdum ve sokaklarda dolaşırdım ve
hiç kimse benimle konuşmazdı. Namazdan sonra Resulullah mecliste iken
varır ona selam verirdim ve gönlümden acaba o da bana selam veriyor mu,
selamımı alıyor mu, dudaklarını oynatıyor mu, oynatmıyor mu diye
dikkatle bakardım, sonra bazan namazı onun yakınında kılardım, benim
olduğum tarafa selam vereceği zaman acaba bana gözü ilişir mi diye
düşünürdüm. Fakat ben onun tarafına baktığımda gözünü benden
uzaklaştırır, yüzünü başka tarafa dönerdi. Bu durum bana bitmez
tükenmez bir zaman gibi gelmeye başladı. İnsanların cefasından bıktım,
Ebu Katade'nin duvarından aştım, yanına gittim, bu benim amcamın oğlu
idi ve akrabalar arasında beni en çok seven kimse idi, vardım selam
verdim, vallahi selamımı almadı, sonra ona "Ey Eba Katade!" dedim,
"Allah aşkına sana soruyorum; beni, Allah'ı ve Resulünü sever misin?" O
sustu. Sonra tekrar ant verdim ve sordum, yine sustu, hiç cevap
vermedi. Üçüncü defa tekrar ant verdim ve sordum, o "Allah ve Resulü
bilir." dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı ve döndüm duvardan
aştım. Başka bir gün de Medine'ye zahire satmaya gelmiş olan Şamlı bir
Nabtî "Beni Kâ'b b. Malik'e kim götürür?" diye soruyordu. Halk ona
işaretle birşeyler anlatmaya çalıştılar. Sonra o bana geldi ve Gassan
Meliki'nden bir mektup verdi, bir de baktım ki, mektupta, "emma ba'dü"
dedikten sonra şunları yazıyor: "Haber aldım ki, sahibin sana cefa
etmekte imiş, Allah ise seni yurdunda hakaret göresin böylece heder
olup gidesin diye yaratmamıştır. Şu halde bize katıl, biz de sana
yakınlık gösterelim". Bunu okuyunca "Bu da başka bir bela" dedim,
tuttum onu hemen ocağa attım, yaktım. Daha sonra o elliden kırk gece
geçmişti ki, bana Resulullah'ın gönderdiği bir elçi geldi "Resulullah,
sana karından uzak durmanı emrediyor." dedi. Ben "Boşayacak mıyım?
Yoksa ne yapacağım?" dedim. O "Hayır, sadece uzak duracaksın, ona
yaklaşma!" dedi. O iki arkadaşıma da böyle emir göndermişti. Bunun
üzerine ben de karıma "Haydi sen ailenin yanına git, Allah bu işte
hükmünü verinceye kadar onların yanında kal!" dedim. Hilal ibni
Ümeyye'nin karısı da Resulullah'a gidip "Ya Resulallah! Hilal,
hizmetçisi olmayan zavallı, yaşlı bir adam, ona hizmet etmemi çirkin
görür müsün?" diye sormuş, Resullullah da "Hayır, ancak sana
yanaşmasın!" buyurmuş. Kadın da "Vallahi onda hiçbir şey yapacak mecal
yok, vallahi bu iş oldu olalı beri durmadan ağlıyor." demişti. Bunun
üzerine yakınlarımdan bir kısmı bana "Karın hakkında Resulullah'dan
izin alsan, nitekim Hilal'in karısına izin verdi." dediler. Ben de
"Vallahi bu konuda Resulullah'dan izin istemem. Ben genç bir adamım,
izin istediğim takdirde Resulullah'ın ne diyeceğini bilirim!" dedim.
Bundan sonra on gece daha durdum, ta ki Resulullah'ın bizimle konuşmaya
yasak koymasının üzerinden elli gece geçti. Ellinci gecenin sabah
namazında sabah namazını kıldım ve evlerimizin birinin damı üstünde
idim, öyle bir halde oturuyordum ki, tıpkı Allah Teâlâ'nın
âyettebildirdiği gibi, nefsim üzerime çökmüş beni sıkıyor gibiydi, yani
gönlüm bunalmış da bunalmış ve yer bütün genişliğine rağmen bana dar
gelmeye başlamıştı, sıkılıyordum. Tam bu sırada Seli Tepesi üzerinde
yüksek sesle bana doğru "Hey Kâ'b, Kâ'b b. Malik, müjde, müjde!" diye
alabildiğine bağıran birinin sesini işittim, hemen secdeye kapandım,
anladım ki, müjdeli bir haber geldi. Resulullah, sabah namazını kıldığı
zaman bizim üzerimize Allah'ın tevbesini dilemiş ve izin çıktığını
halka ilan eylemiş, onlar da bize müjde vermeye koşmuşlar. Bazı
müjdeciler de öteki arkadaşlarıma gitmişler, bana da bir zat kısrağına
binerek haber ulaştırmaya koşturmuş, ancak Eslem'den koşan adamın tepe
üstünden seslenmesi, bana kısraktan daha çabuk ulaşmıştı. Sesini
işittiğim müjdeci bana gelince sırtımda ne varsa çıkardım iki parçayı
da ona giydirdim. Vallahi o anda ondan başka giyecek birşeyim yoktu.
Sonra ben başkalarından ödünç giyecek aldım ve hemen giyip Resulullah'a
koştum. İnsanlar beni küme küme karşıladılar. Tevbeyi tebrik ediyorlar,
"Allah'ın tevbesi sana mübarek olsun." diyorlardı. Nihayet vardım
mescide girdim. Resulullah oturmuş, bir kısım insanlar da etrafında
oturuyorlardı. Talha b. Ubeydullah kalktı, hemen koşarak bana geldi,
benimle el sıkıştı ve tebrik etti. Vallahi ondan başka Muhacir'den
kimse bana ayağa kalkmadı.Talha'nın bu yaptığını hiçbir zaman unuttam.
Ne zaman ki, Resulullah'a selam verdim, yüzü seviçten parlıyordu, "Sana
müjde, anandan doğduğun günden beri üzerinden geçen en hayırlı bir gün
ile." buyurdu. Ben "Ya Resulallah, senin tarafından mı, Allah
tarafından mı?" dedim. O "Hayır, Allah tarafından." buyurdu. Resulullah
Efendimiz sevinçli olduğu zaman yüzü bir ay parçası gibi parlardı, onun
yüzünden biz bunu anlardık. Ne zaman ki, huzurunda oturdum, "Ya
Resulallah! Allah'a ve Resulullah'a verilen sadaka olmak üzere malımdan
sıyrılmam benim tevbemdendir." dedim. Resulullah (s.a.v.) "Malının bir
kısmını kendine alıkoy, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu. Bunun
üzerine "Ben de Hayber'deki hissemi alıkorum." dedim. Sonra "Ya
Resulallah!" dedim, "Allah beni doğru söylemem yüzünden kurtardı. Şu da
tevbemden olsun ki, bundan böyle hayatta olduğum müddetçe doğrudan
başka bir söz söylemeyeceğim". Vallahi bu sözü Resulullah'a
söylediğimden beri müslümanlardan hiçbir kimseyi bilmiyorum ki, doğru
söylemekten dolayı Allah'ın bana yaptığı imtihan ve ikramdan daha
güzelini ona yapmış olsun. Şunu da belirteyim ki, Resulullah'a o sözü
söylediğimden bu güne kadar bilerek bir tek yalan söylemiş değilim.
Ömrümün geriye kalan kısmında da Allah'ın beni yalandan koruyacağına
güvenir ve ümid ederim. Allah Teâlâ, Rasulü'ne şu âyetleri indirmişti:
Şimdi Allah'ın bana ihsan ettiği nimetler içinde beni İslâm'a hidayet
etmesinden sonra hiç bir nimet yoktur ki, Resulullah'a yalan
söylemeyeyim de helak olmayayım diye karar verdiğim ve doğru söylediğim
bu nimetten daha büyük olsun. Benim için hidayetimden sonra en büyük
nimet budur. Nitekim yalan söyleyenlerin hepsi helak oldular. Çünkü
Allah yalan söyleyenler hakkında vahyini indirdiği zaman her hangi bir
kimse için söylediğinin en fenasını söyledi. Tebareke ve Teâlâ onlar
hakkında buyurdu ki, "Yani, siz seferden dönüp gelince size, yeminler
ederek mazeret uyduracaklar...fakat şurası bir gerçektir ki, Allah
fasık bir kavimden razı olmaz." Yine Kâ'b (r.a.) demiştir ki, "Biz
üçümüz, onlar o yeminleri ettikleri vakit, Resulullah'ın onların
mazeretlerini kabul edip kendilerine istiğfar ettiği kimselerden
sonraya kaldık. Bizim durumumuzu Allah açığa çıkarıncaya kadar
Resulullah bizi "irca' " eyledi de bundan dolayı Allah Teâlâ bizim
hakkımızda "Ve o geriye kalan üç kişi..." diye buyurdu. Burada Allah'ın
söz konusu ettiği tehallüf, yani peygambere ters düşüp savaşa
katılmamak anlamına değildir. Bizim tehallüfümüz o yalan yere yemin
edenlerden sonraya kalmamız ve hakkımızdaki hükmün gecikmiş olması
anlamınadır..."
Din âlimleri demişlerdir
ki; işte nasuh tevbesi böyle
Kâ'b b.
Malik ile iki arkadaşının tevbesi gibi olur. Ancak böyle âyette de
açıklandığı üzere tevbe ederken, yaptığı günaha duyduğu vicdan
azabından dolayı dünya başına dar gelmeli, iç dünyası kendisini
sıktıkça sıkmalı ve her şeyden kesilip Allah'a sadakat ve samimiyetle
yalvarıp, sığınmalıdır.
Nitekim şöyle buyuruluyor:
119- Ey
iman
etmiş olanlar Allah'a ittika ediniz.
Allah'ın
razı olmayacağı şeyleri yapmaktan sakınınız, razı olacağı amellere
sarılınız. Ve doğrularla beraber olunuz. İmanlarında, ahitlerinde, hak
dine olan bağlılıklarında, gerek niyet, gerek söz veya fiil olarak,
yani her hususta doğru ve dürüst kişilerle beraber olunuz. Onlarla
yakınlık kurunuz, onların tarafını tutunuz, hasılı onlardan uzaklaşıp
ayrı kalmayınız. Açıkçası, münafıklardan sakınıp Hz. Peygamber'in ve
ashabının yanında olanların safında yer alınız. Onlar gibi, özü doğru,
sözü doğru, işi doğru olunuz. Onlarla beraber olunuz ve onlara uyunuz.
120-
Medine
ahalisi ile civarlarındaki bedeviler için
(yani
ne Medine halkına, ne de Medine civarında yaşayan bedevilere)
Resulullah'a ters düşmek, ona aykırı davranmak yoktur. Onun kararının
dışına çıkmaları ve onun önem verip bizzat katıldığı bir gazadan geri
kalmaları yasaktır. Ve Resulullah'ın bizzat çektiği, katlandığı
sıkıntılara aldırış etmeyip, önemsememeleri de yasaktır. Yani kendi
canlarını Hz. Peygamber'den daha çok sevmeleri, Peygamber'in
kendilerini sakındırmadığı şeylerden kendilerinin sakınmak istemeleri
de yasaktır. Onun çektiği zahmetlerde, katlandığı zorluklarda,
karşılaştığı tehlikelerde hepsinin Peygamber'le beraber olmaları, onun
emrinde bulunmaları ve ondan kopmamaları gerekir.
Rivayet olunduğuna göre;
Ebu Hayseme, yukarıda geçen
(Tevbe
79) âyeti nazil olduktan sonra, kendisine ait hurma bahçeliğine gitmiş,
güzel de bir eşi varmış, kadın gölgeye hasırı sermiş, yaygıyı yaymış,
taze hurma ve soğuk su da hazırlamış, kocasına sunmuş. Bu Hayseme
bakmış ki koyu gölge, taze hurma, soğuk su, güzel kadın, Resulullah ise
açık güneşte ve rüzgar altında, sonra kendi kendine "Vallahi bu, benim
için hayır değil." demiş, hemen kalkmış, kılıcını kuşanıp mızrağını
almış, devesine bindiği gibi rüzgar misali gitmiş. Peygamber (s.a.v) de
uzaktan yola bakıyormuş, tozu dumana katarak bir süvarinin kendilerine
doğru geldiğini görmüş "Bu gelen Ebu Hayseme'dir." buyurmuş. Gerçekten
de gelen o imiş, sonra Resulullah sevinmiş ve ona dua ve istiğfar
etmiştir.
Bu, yani Resulullah'a
uymak ve itaat etmenin gereği şu
sebepten dolayıdır ki, Allah yolunda onlara ne bir susuzluk, ne bir
yorgunluk, ne de bir açlık isabet etmez ve kâfirleri kızdıracak,
öfkelendirecek hiçbir yeri çiğnemezler ve düşmana karşı hiçbir başarı
sağlamazlar ki, mutlaka kendileri için bunların her biri ile salih bir
amel, (yani en güzel ecre layık, Allah katında makbul olan bir iyilik)
yazılır. Hiç şüphesiz Allah muhsinlerin (yani güzel iş yapanların)
ecrini zayi etmez. Özellikle ve öncelikle bunların ecrini zayi
etmeyeceği kesindir.
121-
Ayrıca
onlar küçük veya büyük bir nafaka
sarfetmezler,
bir harcama yapmazlar ve bir vadiyi kesmezler, düşmanın geçeceği bir
yolu kesip tutmazlar ki, bu da ancak onlar için yazılmış: Lehlerine,
hayır ve sevap olarak kayda geçirilmiş olur, ki yapageldikleri
amellerin daha güzel karşılığı ile (yani mükafatı ile) kendilerini
mükafatlandırır. Mükafatlandırmak istediği için o yaptıkları işlerden
dolayı kendilerine sevap ihsan eder.
122-
Bununla
beraber müminler bütünüyle hep birden,
nefir
olarak savaşa katılacak değillerdir. Yani daha yukarıda "Sizinle
topyekün savaşa tutuştukları gibi siz de müşriklere karşı topyekün
savaşın!" (Tevbe, 9/36) ve "İster hafif, ister ağır hazırlıklarla
hepiniz topyekün savaşa katılın!" (Tevbe, 9/41) buyurulmuş olmak ve
Medinelilerle civardaki bedevilerin savaştan kalmaları caiz olmamakla
beraber gerek gaza ve gerek ilim öğrenmek için yeryüzündeki bütün
müminlerin hepsinin birden koşup harekete geçmesi doğru değildir.
Hepsinin birden savaştan kalmaları doğru olmadığı gibi, hepsinin birden
seferber olmaları da doğru olmaz. O halde onların herbir oymağından,
bir şehir halkı veya büyük bir kabile gibi herbir topluluktan bir
taife, yani bir kısım, bir grup, bir cemaat kalıp dinde tefakkuh
etmeliler, külfet ve zahmete katlanıp dinin inceliklerini iyice ve
derinlemesine öğrenmeliler ve nefir olup savaşa katılanları dönüp
geldikleri vakit, belki hazer ederler diye uyarmalılar. Yani halka
üstünlük taslamak ve tahakküm etmek veya daha başka dünya çıkarları
elde etmek gibi maksatlar uğruna değil, sırf kendi halkını, özellikle
savaşa katılıp da din eğitim ve öğretiminden uzak kalmış olan din
kardeşlerini inzar ve irşad maksadı ile fıkıh ve din ilimleri
öğrensinler, kalanlar da bu iş için, yani eğitim ve öğretim için
seferber olup toplansınlar. Şu halde dinde tefakkuh, yani derinliğine
bilgi edinme işi de bir farz-ı kifayedir. Ve Allah yolunda cihaddan
sayılmaktadır. Bu mânâya göre, din ilimlerinin tahsili için de bir
seferberlik söz konusudur. Burada zamirleri nefir olan taifeye racidir.
Fakat âyette diğer bir mânâ
daha rivayet edilmiştir.
Şöyle
ki: Müminler cihaddan tehallüf edenler (katılmayıp evlerinde oturanlar)
aleyhinde nazil olan ilâhî açıklamaları işitince bu sefer de hepsi
cihad için seferberliğe koşmaya başlamışlar, bunun üzerine her oymaktan
bir kısmının cihada gitmesi bir kısmının da kalıp din ilimleri tahsil
etmesi, bilgilerini derinleştirmesi ve kavmini uyarıp bilinçlendirmesi
emrolunmuş. Ve böylece ilim belgelerle cihad, savaş da kılıçla cihad
olmuştur. Her ikisinin de asıl gayesi, Allah'ın peygamber ve vahiy
göndermesinin hikmeti olan nefse karşı cihad-ı ekberi kazanmak olduğu
böylece anlatılmıştır. İşte bundan dolayıdır ki "Dinde derinleşsinler
ve inzarda, uyarıda bulunsunlar." zamirleri savaşa katılanlara değil,
katılmayıp kalanlara raci olmuş demektir.
Bu
açıklamalardan sonra "acaba savaşa hangi düşmandan
başlamalı?" denecek olursa:
123- Ey
iman
etmiş olanlar o kâfirlerden sizi
velyedenlere,
size yakın olanlara karşı savaşınız. Yani savaşta "Herkes kendi
yakınındaki düşmanla savaşmalı." kuralını uygulayınız. Sen kendi yakın
akrabanı uyar! (Şuara, 26/214) emri ile Resululah'a evvela en yakın
aşiretinin inzar edilip uyarılması emredilmiş olduğu gibi, müminler de
her şeyden önce en yakın düşmanlara karşı savaşmak ve vuruşmakla
emrolunmuşlardır. Zira yakın olanlar sevgi ve kurtarılmaya daha
layıktırlar. Zarar da yakından gelir. En yakın tehlike demek olan yakın
düşmanları bırakıp da uzaktaki, isteseler de müslümanlara fazla bir
zarar veremeyecek durumdaki düşmanlarla uğraşmak savaşın hikmetine
aykırı bir tutumdur. Ve onlar sizde bir şiddet bulsunlar. Yani diğer
hususlarda imanın ve İslâm'ın inceliğini, zerafetini korumakla
birlikte, savaş konusunda kararlı, azimli, tavizsiz ve katı bir tutum
bulunduğunu, güçlü ve sarsılmaz bir zihniyet olduğunu görüp anlasınlar.
Azim ve metanet sahibi sağlam ve hazırlıklı olduğunuzu onlara
hissettiriniz. Böyle bir yol izleyiniz ve biliniz ki, Allah kesinlikle
müttakilerle beraberdir. Yani iman ehli olmak ve savaşmak da takva
cinsinden bir harekettir. Allah'ın yardımı ve koruması da daima
korunanlarla beraberdir. Dünya sevgisiyle kalbleri çürümüş, yılgın
münafıklar gibi, sıkıntı ve ölüm korkusuyla kâfirlere karşı savaşmaktan
çekinmek de aslında korunmak değil, kesinkes helâktir. Ve yakındaki
düşmanı bırakıp uzaktakine gitmekte de tehlike vardır.
124- Ne
zaman
bir sûre indirilirse onlardan bir kısmı,
bazıları, kâfirlerden bir kısım demek olan o münafıklardan kimisi der
ki; bu sizde hanginizde bir imanı ziyade etti? Bir iman ziyade etmek
sözü, mevcut bir imana daha yüksek bir kuvvet ve revnak vererek
heyecanını ve derecesini arttırmak veyahut bir gerçeği yeni baştan
tasdik ettirmek mânâlarından daha geniş kapsamlı bir ifadedir.
Birincisi nitelik, ikincisi nicelik açısından söz konusu olan bir
ziyade, bir fazlalıktır. Bir gerçeğin kabulü anlamına iman bir bütün
demek olduğundan burada nicelik açısından bir arttırma değil, nitelik
açısından bir gelişme söz konusudur. Bu bakımdan peygamberlerle
sıddıklar ile diğerlerinin imanları arasında derece farkı bulunur.
Nitekim Hz. İbrahim'in "inanmıyor musun?" ilâhî suâline karşılık
"İnanıyorum, lâkin kalbim mutmain olsun istiyorum." (Bakara, 2/260)
demesi, iman neşesinin son mertebesini istemek içindi. Yine bu açıdan
ele alınınca "Haber, görmek gibi değildir." kuralı geçerlidir. Gayb ile
gözlem, duygu ile görgü, bedahet ile istidlal arasında, hatta
müşahededen hafızada kalan hatıra ile bizzat görülen arasında ancak
tadarak, yaşanarak erilebilen bir kuvvet ve açıklık farkı vardır ki, bu
fark ve açıklık yakînin aslına değil, derecesine ve kuvvetine ait olan
bir farktır. Lâkin iman, birçok objeye yakından ilişkisi bakımından söz
konusu edildiği zaman, ona bağlı olarak çeşitli tasdikler, birbirini
izleyeceğinden, bunda iman nicelik bakımından da artar gider. Mesela
hem namaza, hem zekata inanmakta, yalnızca namaza inanıp zekata
inanmamaktan daha ziyade bir iman vardır. Bunun gibi, hem önceki
kitaplara, hem Kur'ân'a inanan bir müslümanda yalnızca Tevrat ve
İncil'e inanan kimselerden daha ziyade iman vardır. Böylece âyetle
ortaya çıkan görev ve ahkamın ziyadeleşmesi oranında iman edilecek
şeylerin sayısı da artar gider. Ve bu bakımdan ilâhî hükümlerin
ayrıntılarına vakıf olan din âlimlerinin imanı her halükârda avamdan
daha çok olur. Nitelik bakımından ise durum bunun tam zıddı olabilir.
Yani avamdan birinin icmalî imanındaki kuvvet bir âlimin tafsilî
imanından daha güçlü ve derece bakımından daha ileri olabilir. Bir de
iman vücudî, küfür ise ademî olduğundan imanın özünde zaten küfre göre
bir ziyadelik vardır. Bir kâfir imana kavuştuğu zaman, önceki durumuna
göre, düşüncesinde, bilgisinde ve kalbinde bir fazlalık elde etmiş
olur. Bundan dolayı "bu sûre, hanginize bir iman ziyade etti?" sözü,
gerek nitelik ve gerek nicelik açısından imanın artmasını inkâr
anlamını kapsadığı gibi, aslında imanın varlığını da toptan inkâr
anlamını da kapsar. İşte münafıklardan bazıları Kur'ân'dan herhangi bir
sûre nazil oldukça böyle diyor, ileri geri konuşuyordu. Sanki Kur'ân'da
ne eski imanı yenileyen ve destekleyen, ne de yeniden iman etmeyi
gerektiren hiçbir şey yokmuş gibi, hiçbir delil ve iddia, hiçbir uyarı
ve müjde, hiçbir gerçek yokmuş gibi göstermek ve böylece aldatılması
mümkün olanları iğfal etmek için kendi aralarında müminlerle alay eder
tarzda buna benzer sorular ortaya atıyorlardı. Alttan alta kurnazlıklar
yaparak küfür ve inkârlarını çevrelerine bulaştırmaya çalışıyorlardı.
Kur'ân-ı Kerîm'de "O Allah ki, Resulü'nü hidayet ve hak din ile
gönderdi, onu bütün dinlere açıkça üstün kılmak için. " (Tevbe , 9/33;
Fetih 48/28; Saf 61/9) buyurup dururken zamanımızda da bir
kısımlarının, "Hz. Muhammed hayata ne getirdi?" diyerek gerçeği şüpheli
göstermek ve tevhid nurunun sonsuz feyiz ve bereketini sınırlı kabul
ettirmek istemeleri de tıpkı o devirdeki münafıkların "Bu sûre,
hanginizin imanını arttırdı." demelerini taklitten öte birşey değildir.
İşte bu inkâr veya
istihzaya cevap olarak buyuruluyor
ki:
Fakat iman edenlere gelince o (yani gelen sûrelerden her biri), onların
imanını arttırdı ve onlar bundan sevinç ve neşe duyuyorlar.İman neşesi
ile müjdelenip bunun sevincini yaşıyorlar, şen oluyorlar.
125-
Kalblerinde
hastalık olanlara gelince de o gelen
her
sûre, onların murdarlıkları üzerine bir murdarlık daha ekleyip
murdarlıklarını arttırıyor. Yani eski küfür ve inkârlarına,
imansızlıklarına, kötü huylarına ve nifaklarına bir nifak daha ilave
ediyor. Çünkü her sûrenin gelişiyle müminlerin iman neşvesi peyderpey
nasıl artıyorsa, ahlâkları güzelleşip nasıl olgunlaşıyorsa, buna
karşılık inkâr edenlerin de her inkârında küfürleri, katılıkları ve
ahlâksızlıkları bir kat daha artıyordu ve onlar nihayet kâfir olarak
öldüler
126-
Bakıp da
görmüyorlar mı ki, bunlar, -bu münafıklar
her
sene bir iki kere -yani bir kaç defalar fitneye tutuluyorlar,
kendilerine suçlarını itiraf ettirecek durumlara düşüyorlar, Allah'ın
yüce huzurunda günahkâr olarak dikilmenin dehşetini yad ettirecek,
tevbeyi hatırlatacak türlü türlü belalara, hastalık ve kıtlık gibi
musibetlere uğratılıyorlar, suikast hazırlamak, nifak çıkarmak
dolayısıyla rüsvay olmak, Resulullah cihada çıktıkça imansızlık
yüzünden ona aykırı düşmek, can korkusuyla kıvranmak gibi sıkıntılara
giriftar oluyorlar. Sonra da yine tevbe etmiyorlar üstelik bunlar
akıllarını başlarına alıp düşünmüyorlar.
127-
Her ne
zaman bir sûre nazil olsa, bunlar
birbirlerine
bakarlar, sizi birisi gözetliyor mu? diye biribirlerine göz ederler.
Sûrenin kendileriyle ilgili etkisinden bunalır, vahiy meclisinden
kaçmak isterler, fakat kaş göz işaretlerini müminlerden birisi
görüverecek, bu konuşulanlardan alındıkları anlaşılıverecek, nifak ve
hainlikleri meydana çıkıverecek diye gizlice oradan sıvışıp gitmek
isterler, sonra da sıvışıp giderler. Allah, onların kalblerini
çevirmiştir, o sebepten dolayıdır ki, bunlar fıkhı olmayan, anlayıştan
ve derin kavrayıştan uzak bir kavimdirler. İşin içyüzünü anlamazlar,
hakkı ve hakikatı tedebbür ve takdir etmezler, yoksa derhal tevbekâr
olur, Kur'ân'a sarılırlardı.
Ey
İnsanlar!
128-
Yemin
olsun ki, size hakikaten bir resul geldi öyle
bir
resul ki sizden biri, kendi içinizden, kendi cinsinizden, melek değil,
beşer cinsinden, aslı ve nesebi belli, Arabî ve Kureyşî, Harem
ehlinden, sizin sıkılmanız ona ağır gelir, gücüne gider. Yani, azap
görmeniz şöyle dursun, bir takım zahmete, sıkıntıya uğramanız bile onu
üzer, son derece rahatsız eder. Yahut sizi sıkan, zorunuza giden şeyler
beşeriyet icabı onu da üzer, onun dayanma gücü ve metin görünüşü,
sıkıntılara göğüs germesi, üzülmediğinden değil, peygamber
oluşundandır. Bu tefsirlere göre, cümlenin tamamı bir sıfat cümlesidir.
Fakat İbnü Kuşeyrî'nin tercihine göre, "azîz" bir sıfat, "aleyhi mâ
anittum" da ayrı bir sıfattır. Buna işaret olmak üzere bazı mushaflarda
"azîz" kelimesinin üzerine bir "cîm" secavendi konmuştur ki, bunda daha
başka bir anlam vardır. Yani, bir resuldür ki, azîzdir; büyük izzeti
vardır. Sizi sıkıntıya sokan şeyler onun aleyhine olur, ona ağır gelir.
O yüksek izzet sahibi peygamber, kendi cinsinin evlatlarının zor
durumda kalmasına razı olmaz. Sizin cinsinizden olması ve izzet sahibi
bulunması sebebiyle bütün dertlerinizi ve kederlerinizi yüreğinde
duyar, acınızı hisseder. Üzerinize düşkündür, size karşı pek hırslıdır.
"(Ey Muhammed) sen onların yola gelmelerini ne kadar istesen de" (Nahl
16/37) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere hidayet ve iyiliğinize,
faydanıza, hayrınıza hırslıdır. Üzerinize toz kondurmak istemediği
gibi, sizi mutluluğun zirvesine eriştirmek, selamete çıkarmak, cennete
ve rıdvana kavuşturmak için bütün hırsıyla ve var gücüyle uğraşır.
Üstelik onun merhameti yalnızca Kureyş'e, Arab'a, şu veya bu kavme
değil, hangi kavimden olursa olsun bütün müminleredir ki, o raûftur.
Re'feti çok fazladır, yani gayet ince bir şefkati ve derin bir
merhameti vardır. Rahîmdir. Fıtraten, doğuştan, yaratılıştan, Allah
tarafından pek ziyade merhametlidir. Günahkârlara bile acır. İşte bütün
bunlardan dolayı ey insanlar, Kur'ân'da söz konusu olan
mükellefiyetler, özellikle bu Berâetün Sûresi'nde yer almış olan tevbe,
cihad vesaire hakkındaki emirler, yasaklar, ikazlar ve itaplar,
ağırınıza gitmemeli, gönlünüzü incitmemelidir. Bütün bunlar küfür ve
nifakın zararlarına ve uğursuzluklarına karşı genellikle müminlere
gayet büyük bir sevgi ve şefkatin tecellileridir. Onun için hiç vakit
geçirmeden bunlara iman edip, gereğince amel etmelisiniz.
Görülüyor ki, burada
Resulullah'a
Allah'ın güzel
isimlerinden
raif ve rauf ve rahîm isimleri verilmiştir. Hasen ibn'l-Fadl demiştir
ki Allah Teâlâ, hiçbir peygambere, güzel isimlerinden iki isim birden
vermedi, ancak bizim peygamberimiz hakkında "raûf ve rahîm" buyurdu.
Kendi zat-ı sübhanisi hakkında da "Muhakkak ki, Allah insanlara raûf ve
rahîmdir." (Bakara, 2/143; Hac, 22/65) buyurdu. Gerçekten de Resulü'ne
bu isimleri vermesi ve onu böyle vasıflandırması, onun hakkında büyük
ikram ve tekrîm demektir. Bundan da anlaşılır ki, Allah'ın güzel
isimlerinin hepsi "Allah, Rahmân ve Rab" gibi sırf Allah'a mahsus olan
isimlerden değildir. Resulullah'ın kendisi, ilâhî ahlâk ile mütahallik
olduğundan dolayı müminlere raûf ve rahîmdir. Getirdiği din de bütün
yönleriyle, müminler için ayniyle nimet ve rahmettir.
129- Buna
rağmen yine de yüz çevirirlerse (ya Muhammed)
sen
de onlara deki: Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur, ancak O'na
dayandım ve O, azîm (yani azametli) Arş'ın Rabbi'dir. Bütün kâinatı
kuşatmış olan, en büyük hükümranlığın, en yüce saltanatın sahibi ve
rabbidir. (Â'raf Sûresi'nde âyet 54'ün tefsirine bakınız)
İşbu 'den başlayan son iki
âyetin Kur'ân'dan en son
nazil
olan âyet olduğu hakkında bir rivayet vardır: Hz. Übeyy b. Kâ'b
(r.a.)den "Kur'ân'ın Allah'a ahdi en yakın olanı, yani en son nazil
olanı 'den itibaren iki âyettir." diye rivayet bulunmaktadır. Bununla
beraber Bakara Sûresi'ndeki (âyet 281) âyetinin bundan da sonra nazil
olduğuna ilişkin rivayet daha çok tercihe şayandır. Yine rivayet
olunduğu üzere Hz. Peygamber'in vefatından sonra Mushaf cemolunduğu
zaman bu âyeti, Zeyd b. Sabit tarafından çok araştırılmış ancak
Zü'ş-şehâdeteyn yani, iki şahit hükmünde olan Huzeyme b. Sabit nezdinde
bulunmuştu. Yani âyet, ashabdan birçoklarının ezberinde olmasına rağmen
yazılısı ancak Huzeyme'nin yanında bulunmuştu. Çünkü Kur'ân, yalnızca
hafızların ezberinden değil, ondan başka Hz. Peygamber zamanında
yazılmış ve en son arzada karşılaştırılmış sayfaların da bir araya
getirilmesi ve bu belgelerin de dikkate alınması ile bir mushafta
toplanmıştı. Yazmakla görevlendirilen Zeyd b. Sabit, bu iki âyeti, bir
yerde yazılı olarak bulmadan yazamıyordu.
Bundan dolayı kendi
ifadesine göre; "Berâetün Sûresi'nin
sonundaki bu iki âyeti bulamayıp araştırmaya başlamış ve ancak
Huzeyme'nin yanında yazılı olarak bulmuş ve böylece ezberden bilinen bu
iki âyetin kesin yazılı belgesi de elde edilmiş oldu.
Ebu Davud'un
süneninde rivayet olunduğuna göre;
Ebu'd-Derdâ
Hazretleri demiştir ki, "Her kim sabah ve akşam yedi kere derse Allah
Teâlâ, o kulun önemsediği şeylere kifâyet eder".
|
|