|
Elmalı
Tefsiri
1-O güneş
dürüldüğü vakit. Burada zaman edatı olan ile oniki olay
zikredilmiş,
cevabında "Her nefis ne getirdiğini bilecektir." denilmiştir.
Bu oniki
olay
şunlardır: 1. Güneşin dürülmesi, 2. Yıldızların bulanması, 3. Dağların
yürütülmesi, 4. Kıyılmaz malların bırakılması, 5. Vahşi hayvanların
toplanması, 6. Denizlerin ateşlenmesi, 7. Nefislerin eşleştirilmesi, 8.
Diri diri gömülen kıza sorulması, 9. Amel defterlerinin açılması, 10.
Göğün sıyrılıp açılması, 11. Cehennemin kızıştırılması, 12. Cennetin
yaklaştırılması.
Bunlar bir
kısmı
ilk üfürme ile dünyada, bir kısmı ikinci üfürme ile ahirette olmak
üzere kıyamet gününün en korkunç manzaraları ve anlarıdır.
1. GÜNEŞİN
DÜRÜLMESİ: Tekvir aslında yuvarlak şekle sokmak ve toplamak mânâlarıyla
ilgili olarak sarık sarar gibi yuvarlanmasına dürüp sarmak ve
bohçalamak mânâsınadır. Bir de bizim devirmek ve kürümek dediğimiz gibi
yıkıp atmak mânâsına gelir. Razî tefsirinde yazıldığı üzere bazıları
Hz. Ömer'den gelen bir rivayete dayanarak kör etmek körletmek mânâsına
olduğunu da söylemişlerdir. Bunların mechûl (edilgen) şekli olarak
tekvir olunmak da dürülüp sarılmak veya devşirilip atılmak veya
körletilmek demek olur.
Güneşin dürülmesi
iki mânâda anlaşılabilir.
Birisi,
uzaktan
düz görünen güneş yuvarlağının etrafı kabuk bağlayıp bir bohça gibi
sarılarak ışığının sönmesi ve körlenmesi demek olur ki bu hakikattır.
Veya güneş tutulduğu zaman olduğu gibi gözden kaybolmasıdır. Bu da
mecazdır.
İkincisi, güneş
kütlesinin bizzat kendisinin ortadan kaldırılıp atılması demek olur ki,
bu mecazi bir mânâdır. Zira bir elbise kaldırılacağı zaman dürülüp de
kaldırılmak âdet olduğundan, dürülmek, gerekli olma ilgisiyle, yok etme
mânâsından mecaz olur. Tekvirin ikinci mânâsı olan yıkıp atmak, bu
mânâda hakikat demektir. Üçüncü mânâ olan köreltmek ise, öncekinin aynı
demektir.
Şu halde
"tekvir-i şems" şu iki mânâdan birini taşımaktadır. Ya ışığının sönmesi
veya kütlesinin kaldırılıp görünmez olması. Onun için tefsirler de
başlıca bu iki mânâ üzerinde yürümüşlerdir.
Konuyla
ilgili
rivayetler:
İbnü
Abbas'tan
gelen bir rivayette tekvir-i şems, güneşin Arş'a katılması, bir
rivayyette de karanlık olmasıdır.
Mücahid,
Katade
ve Hasen'den: Işığının gitmesidir. Yine Mücahid'den gelen bir
rivayette, çöküp yok olmasıdır.
Rebi' b.
Heysem'den: Güneşin atılmasıdır.
Ebu
Salih'ten:
Ters döndürülmesidir.
Kurtubî de
şöyle
der: Başa sarık dolanır gibi dürülür, sonra ışığı giderilir, sonra da
atılır.
Güneşin,
ışığının sönmesi suretiyle tekviri, onda yerkürenin döşenmesi gibi bir
kabuk tabakasının oluşması ve dolayısıyla yeni ve büyük bir yerkürenin
oluşturulması demek olacağına göre, daha büyük bir güneş yaratıldığı
takdirde orada da yerküremizdekine benzer fakat çok geniş bir yaşama
yeri başlamış olabilirse de o güneşi hiç nazar-ı itibara almadan
bildiğimiz güneşin gerek sönmesi ve gerekse kütlesinin yok edilip
giderilmesi anında yerküremizdeki hayatın ve güneşten ışık alan
gezegenlerin derhal söneceği açıktır. İşte evvela bu dehşeti ifade
ediyor. Bununla beraber bu tekvir, biz insanların dışında olan bir olay
olduğu gibi, sırf içimizdeymiş gibi bir nitelikte de olabilir. Hele
hayat ve eşyanın bizim üzerimizde bıraktığı iz ve görüntü özellikle
ruhumuzun yetenek ve faaliyetleriyle ilgili olmasına göre, ruhların
bedenlerinden ayrılması halinde de "tekvir-i şems" meydana gelmiş olur.
2.
2.
YILDIZLARIN BULANMASI: Yıldızlar bulandığı zaman. İnkidâr, bulanmaktır.
Bunda da iki mânâ rivayet edilmiştir.
Birisi,
nurlarının parlaklığı bozulup sönmesi, silinmesi, "Yıldızlar silindiği
vakit." (Mürselat, 77/8) âyeti de bunu açıkça göstermektedir.
Birisi de,
"Yıldızlar döküldüğü vakit."(İnfitar, 82/2) buyrulduğu üzere saçılıp
dökülmeleridir. Buhârî yalnız bunu rivayet etmiş, tefsirciler de
çoğunlukla bunu tercih etmişlerdir. Râzi şöyle der: Çünkü inkidârda
asıl olan dökülmektir. İmam Halil demiştir ki: "Ard arda gelip
döküldüler" mânâsına denilir. Kelbî de şöyle demiştir: O gün gök yıldız
yağdıracak, gökte yıldız kalmayıp düşecektir. Mülk Sûresi'nde geçtiği
üzere Atâ demiştir ki: Çünkü yıldızlar, gök ile yer arasında
kandillerde nurdan zincirlerle asılıdır. Bu zincirler meleklerin
ellerindedir. Gök ve yerde bulunanlar ölünce o zincirler meleklerin
ellerinden düşecektir.
Bunları
bizim
anlayabileceğimiz şekilde ifade edecek olursak şöyle demek olur:
Güneşin ışığı söndüğü zaman kuşku yok ki Ay ve gezegenler gibi ondan
ışık alan yıldızlar tamamen bulanıp sönecektir. Sonra güneş küresi yani
güneşin kütlesi patlayıp atılarak yok olduğu zaman da cisimlerin
dengesini tutan ve nurdan zincirler diye tabir edilmiş bulunan genel
cazibe ve çekim yok olarak âlemin dengesi bozulmuş olacağından gökte
yıldızlar alev yağmurları halinde dökülüp düşüşmeye başlayacaktır.
Türkçe'de
"bulanma" tabiri, inkidâr kelimesi gibi, yukarda anlatılan iki mânâyı
da ifade edebileceği kanaatiyle meâlde "yıldızlar bulandığı zaman"
denilmekle de bu mânâlar anlaşılabilir zannederim.
3.
3.
DAĞLARIN
YÜRÜTÜLMESİ: Dağlar yürütüldüğü zaman yerkürenin zelzele ve depremle
sarsılıp patlayarak dağların yün gibi atıldığı, yerleri serap gibi
olmak üzere başlar üzerinden geçen bulutlar gibi göğe fırlatılıp toz
halinde serpildiği andır. (Hâkka Sûresi'nde geçen "yer ve dağlar
kaldırıldı"(Hâkka, 69/14) âyetinin tefsirine bkz.)
Ecel gelip
de
ilâhî hikmet dünyada yaşayanların yaşadığı âlemin yıkılmasını, yer ve
gök düzeninin başka bir düzene değişmesini gerektirdiği zaman bunlar
olacak ve o değişim ile varılacak olan diğer âlemde bu kütle ve
cisimler kalmıyacak, başka bir düzen kurulacaktır.
Düşünmeli ki
Güneşin dürüldüğü, yıldızların bulanıp döküldüğü ve ve yerkürenin
parçalanıp dağlarının yürütüldüğü bu zamanlarda hayatta olanları ne
büyük bir korku ve dehşet saracaktır. Hiç kuşku yok ki o zaman en
kıymetli mallar boş bırakılacaktır. Onun için:
4.
4.
KIYILMAZ
MALLARIN BIRAKILMASI: Kıyılmaz mallar bırakıldığı zaman. İşâr, uşerâ
kelimesinin çoğuludur. Nifâs ve nüfesa gibidir. Uşerâ, "onlarlı" demek
gibi olup Araplar on aylık gebe deveye doğuruncaya kadar bu adı
verirler. Onlara göre bunlar, kendilerinin en kıymetli mallarıdır. Bu
şekilde bunun çoğulu olan ışâr sürüsü bazı yeni doğurmuş, bazısı
doğurmak üzere bulunan ve en çok bakılması, gözetilmesi gereken en
kıyılmaz mallar demek olur.
Bunların
bırakılmasından maksat ise çobansız, bakımsız, başıboş
bırakılıvermesidir. Zira yüz gösteren korkunç kıyamet olayları içinde
sahipleri böyle en kıymetli mallarını bile başıboş bırakırlar. Çünkü o
gün, "O günde ne mal fayda verir ne oğullar. Ancak Allah'a selim bir
kalp ile varan başka." (Şuara, 26/89) diye nitelenen bir gündür.
Razî'nin
yazdığına göre bazıları, âyette sözü edilen "ta'til-i ışâr"ın,
bulutların kurumasından, yağmurların kesilmesinden kinaye olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü Araplar bulutu, yağmur yüklü olduğu için
hamilelere benzetirler. Bu mânâ mecaz olmakla beraber dağların
yürütülmesiyle münasebeti de vardır.
Alûsî'nin
nakline göre, bazıları da, "ziraat olunur, öşrü, vergisi alınır arazi",
bazıları ise, "diyâr" yani yurtlar demiştir.
Bunlar
kıymetli,
kıyılmaz malların bırakılması mânâsı içinde vardır.
Kurtubî
demiştir
ki:
Kelâm, durumun dehşetini tasvir için temsil üzere söylenmiştir. Çünkü o
zaman ne kıymetli mal vardır, ne de bunların bırakılması söz konusudur.
Mânâ şudur: Böyle deve sürüleri olsa, sahipleri onları bırakır,
kendileriyle meşgul olurlardı.
Bununla
beraber
âyetler sıralamayı gösteren "fâ" ile değil de "vav" ile birbirlerine
bağlanmış olduğundan bunlar, dağlar yürütülmeden önce ve yerkürede
sarsıntıların başladığı sırada olabilir. O zaman deve sürüleri de,
yurtlar da, diğer kıymetli mallar da mevcut iken dehşetler içinde hepsi
başıboş bırakılır. Şu da öyle olmalıdır:
5.
5. VAHŞİ
HAYVANLARIN TOPLANMASI: Vahşi hayvanlar toplandığı zaman.
VUHÛŞ, vahşi
hayvanlar mânâsına olup "vahş" kelimesinin çoğuludur. Vahş, tekil olan
vahşî kelimesinin cins ismidir. İnsana yakın olmayan kara hayvanlarına
bu ad verilir. Ehlî ve evcilin zıddıdır. Dilimizde yabani diye de
söylenir. Bunun, önceki âyette geçen "develer"le münasebeti evcile
karşılık yabaninin söylenmiş olmasıdır. Bu münasebetle "vâv" ile
birbirlerine bağlanmalarında bu zıtların bir araya getirilmesi var
demektir. Bundan dolayı maksat, evcil ve yabani mutlak olarak
hayvanların toplanması denilmiştir. Bu da üç şekilde tefsir edilmiştir:
Birincisi,
her
taraftan canlıları saran o korku ve dehşet içinde hayvanların, öteden
beri korka geldiği şeyleri unutarak deliklerinden ve yuvalarından
çılgıncasına fırlayıp ne birbirlerinden ne de insanın saldırısından
çekinmeksizin bir araya toplanması demektir ki, kıyamet alâmetlerinden
olmak üzere ilk üfürmeden önce insanları ve hayvanları sürüp sevkedecek
olan ateş çıktığı vakit olacaktır.
İkincisi,
hayvanların toplanması, ölüm ve helakte toplanmalarıdır denilmiştir.
Çünkü kıtlık çıktığı yıl denilir ki, "kıtlık helak etti" demektir.
Üçüncüsü,
Katade
ve daha başkalarından rivayet olunduğu üzere vahşi hayvanların
toplanması, hayvanların da kısas için diriltilip mahşer yerine
toplanmalarıdır. Müslim ve Tirmizî'de Ebu Hureyre'den rivayet olunduğu
üzere Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak hakları
sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan
kısas yoluyla hakkı alınacak.". Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde: "Ve
hatta karınca karıncadan hakkını alacak." Katade de bu âyette demiştir
ki, "Her şey, hatta sivrisinek kısas için haşr olunacak." Razî de
tefsirinde şöyle der: Mutezile demiştir ki: Yüce Allah o gün
hayvanların hepsini toplayacak ki, dünyada ölüm, öldürme ve diğer
yollarla onlara gelmiş olan elemlerin karşılığını versin. Ondan sonra
bir kısmını cennette bırakmak isterse, cennette kalmaları iyi olduğu
takdirde yapar. Dilerse, haberde geldiği gibi yok eder. Biz ehl-i
sünnetin âlimlerine göre ise yüce Allah üzerine "buna hak kazanmıştır"
diye hüküm vermek suretiyle bir şey vacip olmaz. Fakat o vahşi
hayvanların hepsini toplayacak da boynuzsuzun boynuzludan hakkı
alınacak. Sonra onlara "ölün!" denecek, ölecekler. Bazıları, "İnsan ve
cinden başkası yükümlü olmadığı için haşr olunmaz." demişlerdir. Fakat
Tirmizî hadîse "hasen sahih" demiştir. Şu kadar varki o hadis, bu
âyetin tefsiri mahiyetinde söylenmiş değildir. Burada vahşi hayvanların
haşri, kıyılmaz malların bırakılması ile denizlerin ateşlenmesi
arasında zikredilmiş olmasına göre de bu haşrin sorusu gibi tekrar
dirildikten sonra değil, dünyada olacak olaylar sırasında olması açık
görünür. Onun için birinci mânâ tercihe layıktır. Hadis, ilâhî adaleti
ayrıca bir beyan olarak sahihtir. Fakat bu, âyetin onunla tefsir
edilmesini gerektirmez. Ancak bu âyet onu da hatıra getirebilmek
itibariyle o mânâ da düşünülebilir. Çünkü "vâv" ile iki cümleyi
birbirine bağlamak, arada bir sıralama bulunmuş olmasını gerektirmez.
6.
6.
DENİZLERİN
ATEŞLENMESİ: Denizler ateşlendiği zaman.
Tescir,
alevli
ateşle fırın kızdırmak ve doldurmak mânâlarına gelir. Burada da bu iki
mânâdan hareketle üç şekilde tefsir edilmiştir:
Birincisi,
denizlerden volkan halinde ateşler çıkarak sularının çekilmesi ki,
Buhârî'de Hasen'den, "Bir damla su kalmayacak." diye rivayet edilmiştir.
İkincisi,
Mücahid'den rivayet edildiği üzere "doldurmak" mânâsıdır ki bu da iki
şekilde düşünülmüştür. Birisi, önceki mânâ gibi ateşle doldurulmuş
olması; birisi de "Denizler yarılıp birbirine karıştığı vakit."
(İnfitâr, 82/3) âyetinden açıkça anlaşıldığı üzere, denizlerin yarılıp
akıtılarak yerkürenin her tarafını bir deniz halinde istila etmesidir
ki, zelzeleler ve volkanlarla yerkürenin çalkandığı ve dağların
yürütüldüğü an ile birliktedir. Bu üç mânâ Buhârî'de de özetle
nakledilmiştir.
Bir de İbnü
Atiyye Tefsiri'nde yazıldığı gibi denilmiştir ki; tescirin, sâcurdan
türetilmiş olma ihtimali vardır. Sâcur, köpeğin boynuna bağlanmak için
geçirilen toka ve tasma demek olduğundan,tescir, toka takmak veya tasma
geçirmek mânâsıyla zaptedip malik olmaktan mecaz olarak denizlerin o
çalkanma halinde abluka edilmiş gibi zaptedilip bağlanmasını ifade
eder.
Abd b.
Humeyd ve
İbnü Münzir Ebu Aliye'den şöyle rivayet etmişlerdir: Bu sûreden altı
âyet dünyada ve insanlar bakarlarken, altısı da ahirettedir. Güneşin
dürülmesi... denizlerin ateşlenmesi dünyada; Nefislerin
eşleştirilmesi... cennetin yaklaştırılması, bunlar da ahirettedir.
İbnü
Ebi'd-dünya, İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim de Übeyy b. Ka'b'tan şöyle
rivayet etmişlerdir: Altı âyet kıyamet gününden evvel insanlar çarşı ve
pazarlarında ikendir: Güneşin ışığı gider, o haldelerken yıldızlar
bulanır, dağlar düşmeye, yerküre hareket ve sarsıntı ile çalkanmaya
başlar. Bunun üzerine korkudan cinler insanlara, insanlar cinlere
bağırıp çağırır. Hayvanlar, bütün vahşi kuşlar karışıp birbirine
girerler, kıyılmaz mallar bırakılır. Cinler insanlara, "size bir haber
getirelim" deyip denize fırlarlar. Bakarlar ki deniz ateş olmuş,
alevler içinde. O haldelerken yer bir çatlayış çatlar, bir rüzgar gelir
hepsini öldürür.
Bazıları,
"ilk
altı, iki üfürme arasındadır. Dünyada diyenlerin maksadı da budur"
demişler; bazıları "bunlar ilk üfürmeden önce, sonrakiler ikinci
üfürmeye kadardır" demişler. Bununla beraber bu sonuncuların muradı da
gaye mugayyaya dahil olarak ikinci üfürmeyi de kapsamış olmalıdır.
Çünkü suâl sonradır.
7.
7.
NEFİSLERİN
EŞLEŞTİRİLMESİ: Nefisler eşleştirildiği zaman.
Nüfûs,
bilindiği
gibi nefs'in çoğuludur. Nefis de kişi ve can mânâlarına gelir. Nitekim,
"şurada şu kadar nüfûs var" dediğimiz zaman, şu kadar kişi veya şu
kadar can var demek olur.
Tezvîc de;
eşi
eşe, dengi denge, benzer ve yaşıtları birbirine katıp bir yere
getirmek, çatmak, çiftleştirmek, kısacası sınıflandırmak ve
birleştirmek mânâlarını ifade eder.
Bunun
tefsirinde
başlıca iki rivayet vardır.
Birincisi:
Saffât Sûresi'nde "Zalimleri ve eşlerini toplayın." (Sâffat, 37/22) ve
Vâkıa Sûresi'nde "Siz üç sınıf olduğunuz zaman, amel defterleri
sağlarından verilenler; ne mutlu insanlardır, amel defterleri
sağlarından verilenler! Amel defterleri sollarından verilenler; ne
mutsuz insanlardır, amel defterleri sollarından verilenler! İmanda en
ileri geçenler ise..."(Vâkıa, 56/7-10) âyetlerinin ifade ettiği mânâ
üzere şu rivayetlerle izah edilmiştir:
Buhârî'de:
Hz
Ömer "cennetlik ve cehennemlik nefisler benzerleriyle bir araya
getirilir." dedi. Sonra âyetini okudu.
İbnü Cerir
ve
daha başka tefsirlerde şöyle yazılıdır: Numan b. Beşir (r.a) demiştir
ki: Ömer b. el-Hattâb hutbe okuyordu, dinledim. " âyetini okudu. Sonra
âyetini okudu ve daha sonra "bazı eşler cennette, bazıları
cehennemdedir" dedi.
Yine Numan
b.
Beşir merfu olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet ederek şöyle
demiştir: "durebâ" (sınıflar ve benzerleri)dır, yani, "Herkes, kendisi
gibi amel eden her toplulukla beraberdir." dedi. Zira yüce Allah:
buyuruyor ki, bunlar "durebâ" dır dedi.
DUREBÂ,
sınıf ve
benzer mânâsına gelen "darîb"in çoğulu olarak sınıflar ve benzerleri
demektir. Yani "ezvâcen selâse" âyetinde geçen "ezvâc", fertleri
birbirine benzeyen sınıf mânâsına "zevc" in çoğulu olduğu gibi burada
da tezvîc, aynı mânâdan sınıflandırmak demek olup "Kim bir topluluğa
benzerse o da onlardandır." mânâsı üzere herkes amelde benzerleriyle,
iyiler iyilerle, kötüler kötülerle dizilip haşrolunacağı vakit demek
olur.
Diğer
rivayetler
de şöyledir.
İbnü
Abbas'tan:
"insanlar üç sınıfa ayrıldığı vakit",
Mücahid'den:
İnsanlar içinde benzerler birbirleriyle toplandığı vakit"
Katâde'den:
"Her
insan kendi tarafına; yahudiler yahudilere, hıristiyanlar
hıristiyanlara katıldığı vakit"
Rebi b.
Haysem'den: "Herkes sahip olduğu ameliyle haşrolunur: Kişi, sahip
olduğu ameliyle beraber gelir." diye rivayet edilmiştir ki, bütün
bunlarda nüfûs kelimesi kişiler; tezvic kelimesi de iyi ve kötü amelde
benzer olanları bir araya toplayıp sınıflandırmak mânâsına olarak "O
gün bütün
insanları önderleriyle çağıracağız. O gün kime kitabı sağından
verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklardır."(İsra, 17/71) mânâsı üzere
insanların, iyi ve kötü amelde peşlerinden gelenleri ve birbirlerine
benzerleri ile sınıf sınıf, bölük bölük mahşere çağrılıp büyük
mahkemede amel defteri, sağından verilenler, amel defteri solundan
verilenler diye, bir grup cennete, bir grup cehenneme gitmek üzere
yeniden diriltilip sınıflara ayrıldıkları vakit demek olur ki bunda
"Kâf Sûresi'nde geçen "Her nefis, beraberinde bir sevk memuru ve şahit
ile gelmiştir."(Kâf, 50/21) mânâsı; dostun dost ile, hasmın hasım ile
yanyana ve karşılıklı olarak durma yerindeki duruş ve seçilişleri
mânâsı da dahil olur. Sözünden bazıları, müminlerin cennette zevceleri
ve huriler ile bir araya getirilişleri ve kâfirlerin cehennemde
şeytanlarla çatılmaları mânâsını da anlamak istemişlerse de "cennet
yaklaştırıldığında" âyetinden anlaşıldığına göre bu henüz cennet ve
cehenneme girilmeden önceki sınıflandırma ve ayırmayı anlattığı için
"cennete girecek sınıflar", "cehenneme girecek sınıflar" demek olması
daha doğrudur.
İkincisi:
İkrime, Dahhâk ve Şa'bi'den rivayet olunduğu üzere nüfûs, ruhlar
mânâsına olarak, ruhların bedenlere iade olunup birleştirildiği vakit
diye tefsir edilmiştir ki bu da ikinci üfürme ile ruhun vücuda tekrar
girişindeki dirilme vakti, demek olur.
Demek ki bu
iki
tefsirin ikisine göre de kıyametin ikinci safhası demek olan öldükten
sonra dirilme hallerini anlatmaktadır. Rivayet itibariyle önceki daha
kuvvetli ve mânâ itibariyle de daha kapsamlıdır. Bunun özellikle iki
tarafı "büyük mahkeme"ye getirmek mânâsında soru ve hesap ile ilgili
olduğu da şununla anlatılıyor:
8.
8. DİRİ
DİRİ
GÖMÜLEN KIZA SORULMASI: Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna
sorulduğunda,
9. hangi
günahla
öldürüldü? diye.
MEV'ÛDE,
küçükken diri olarak gömülüp öldürülen kızcağız demektir ki kökünden
türetilmiştir. Ve'd aslında evd gibi ağır basmak mânâsıyla ilgili olup
cahiliyye Araplarının kız çocuklarını diri diri toprağa gömme
şeklindeki âdi âdetlerine denilir. Tefsircilerin yazdıklarına göre
cahiliyye Araplarında bu çirkin âdet yaygın idi ve bunu türlü türlü
yaparlardı. Kimisi kızlar yüzünden bir ar gelmek korkusuyla yapar,
kimisi parasızlık ve besleyememek korkusuyla yapar, kimisi de melekler
Allah'ın kızlarıdır, dediklerinden dolayı kızlarını da meleklere katmak
üzere, Allah'a daha layıktırlar diye yaparlardı.
Alûsî'nin
yazdığına göre, bir değil birçok kişi şöyle demiştir:
Bir adamın
bir
kızı doğduğu vakit öldürmeyip, hayatta bırakmak istediği zaman ona
yünden veya kıldan bir cübbe giydirir, çölde koyun veya deve
güttürürdü. Öldürmek istediği takdirde de bırakır, altı yaşlarına doğru
gelince anasına, "bunu temizle, süsle, hısımlarına gezmeğe götüreceğim"
der, oysa çölde bir kuyu kazmıştır, onu oraya götürür, "bak şunun
içine" der, sonra arkasından iter ve üzerine toprağı yığar, kuyuyu
yerle dümdüz edene kadar örterdi. Bir de gebe kadın, vakti yaklaştığı
zaman bir kuyu kazar, ağrısı tutunca başına gider, kız doğurursa
kuyunun içine atar, oğlan doğurursa alıkordu, denilmiştir. Kâmus Şârihi
der ki: Cahiliyye devrinde Araplar kız çocuklarını açlık veya ar gelme
korkusundan kabre gömerlerdi. Bazıları açlık korkusundan erkek çocuğunu
dahi gömerlerdi. "Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda" âyeti bu
konuyla ilgili olarak inmiştir.
Mısır
Müftüsü
Abduh burada şöyle demiştir: Bak şu insafsızlığa, şu katı yürekliliğe,
şu fakirlik ve ar korkusundan başka günahı olmayan suçsuz kızcağızları
öldürme vahşetine ki, Arab'ın kalbine müslümanlık karıştıktan sonra
nasıl bunun yerini merhamet ve şefkat almış! İslâm bu çirkin âdeti
tamamen ortadan kaldırmakla bütün insanlığa ne büyük bir nimet
olmuştur.
Alûsî,
Bezzar,
Hâkim "Kûnâ"da ve Beyhakî "Sünen"de Hz. Ömer (r.a)'in şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir: Temim kabilesinden Kays b. Asım Resulullah
(s.a.v)'a geldi ve: "Ben, dedi, cahiliye döneminde sekiz kızımı diri
diri toprağa gömdüm." Hz. Peygamber (s.a.v): "Herbirine karşılık bir
köle azat et." buyurdu. Kays: "Benim develerim var." dedi. Hz.
Peygamber (s.a.v): "O halde her birine karşılık bir deve kes." buyurdu.
"İslâm, kendisinden önce olanları keser atar." olmasına göre bu emir,
tevbenin sahih olması için bunu yapmanın vacip olduğunu ifade etmez,
bunun müstehap ve mendup olduğunu gösterir. Bunda kız çocuğunu diri
diri toprağa gömmenin pek büyük bir suç olduğuna ayrıca bir uyarı
vardır.
Bununla
beraber
Araplar içinde kız çocuğunu bu şekilde toprağa gömmeyi çirkin görenler
de vardı. Ferezdak'ın dedesi Sa'sa'a b. Naciye el-Mücaşi kendi kavmi
olan Beni Temim'den toprağa gömülecek kız çocuklarını fidye ile
kurtarırdı. Ferezdak şu beytinde:
"Çocuklarını
diri diri gömen kadınları yasaklayan dedem hakkı için! Dedem bu şekilde
gömülecek olanın yaşamasını sağladı da gömülmez oldular." diye
dedesiyle iftihar etmiştir.
Taberanî adı
geçen bu Sa'sa'a'dan şöyle rivayet etmiştir: "Ey Allah'ın Resulü!
dedim. Ben cahiliyye devrinde bazı işler işledim. Onlarda bir ecir ve
sevap var mıdır? Diri diri gömülecek olan üçyüzaltmış kız çocuğunun
hayatını kurtardım. Her birini iki tane on aylık gebe deve ile satın
alırdım. Bunlarda bana bir ecir var mıdır? Hz. Peygamber (s.a.v)
buyurdu ki: "Sana onun ecri var. Çünkü yüce Allah sana nimet olarak
İslâm'ı verdi."
Ve'd denilen
bu
büyük suçun özeti, çocuğunu öldürmekten ibaret olduğu ve bunun en
önemli sebebi fakirlik ve çocuğu besleyememek korkusu bulunduğu için
En'âm Sûresi'nde "Yoksulluktan dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin
ve onların rızkını veren biziz." (En'âm, 6/151) âyeti ve İsrâ
Sûresi'ndeki "Bir de fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.
Onlara da sizlere de rızkı biz veririz. Onları öldürmek elbette büyük
günahtır."(İsra, 17/31) âyetiyle de defalarca yasaklandığı gibi Hz.
Peygamber (s.a.v) kadınlardan biat alırken "Çocuklarını öldürmemek"
kaydının da açıkça konduğu Mümtehine Sûresi'nde geçmişti.
Bu âyetlere
göre
yalnız gömmek suretiyle değil, her hangi bir şekilde olursa olsun
çocuklarını kasten öldürmek de büyük bir cinayettir. Onun için "büyük
bir günah" buyrulmuştur. Şu halde çocuk aldırmak, kasten çocuk düşürmek
dahi çocuğunu öldürmek olduğu için aynı mahiyette bir öldürme suçu
olduğu unutulmamalıdır. Cahil bedevilerin çocuklarını diri diri toprağa
gömme vahşetlerini dinlerken tüyleri ürperen medenilerin, çocuk düşürme
cinayetlerinden yüzleri kızarmamasına da ne kadar esef edilse azdır.
Hatta azlin yani cinsel ilişki sırasında erlik suyunu dışarı akıtmanın
dahi gizli bir tür çocuk öldürme olduğu hakkında bir hadis-i şerif
rivayet edilmiştir. Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, İbnü Mâce, İmam
Ahmed, Taberanî ve İbnü Merduye Huzame binti Vehb'ten şu rivayeti
yapmışlardır: Resulullah (s.a.v)'a azil hakkında soru soruldu.
Resulullah (s.a.v): "O gizli çocuk öldürmedir." buyurdular. Bundan
dolayı azlin haram olduğu kanaatine varanlar olmuşsa da Fıkhî
araştırmalar neticesinde bunun mekruh olduğu hükmüne varılmıştır. Çünkü
azil, nesli kesmeye bir yol, bir kötüye kullanmadır.
Azil, gizli
öldürme olunca şekli ve yaratılışı ortaya çıkıp belli olmuş bir çocuğu
düşürmenin ve yeni doğmuş yavruları yok etmenin gerek sebep olma
gerekse doğrudan yapma itibariyle çocukları açıkça doğrudan veya sebep
olarak öldürme mânâsında "Çocuklarınızı öldürmeyin" açık yasağının
hükmü dahilinde haram bir cinayet olduğunu anlamak kolay olur.
Şurası çok
dikkate değer bir husustur ki burada nefislerin eşleştirileceği
bildirildikten sonra sorumluluk vakti hatırlatılırken çocukları diri
diri toprağa gömmenin ve haksız yere kişileri öldürmenin
sorumluluğundaki ağırlık anlatılmak üzere her şeyden evvel koruyucusu
yok varsayılan o diri diri toprağa gömülen kızcağıza sorulan soru
açıkça belirtilmiş ve bu sorunun evvela öldürene değil öldürülen suçsuz
kıza sorulacağı anlatılarak "Diri diri toprağa gömülen kızcağıza, hangi
suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman" buyrulmuştur. Cinayetin
sebebi doğrudan doğruya onu işleyene sorulmayıp da davacısı olan suçsuz
kıza sorulması, o diri diri gömme işini yapan katilin vicdanını
sızlatacak ve koruyucusuz gördüğü mazlumun karşısında mağlubiyetini
duyuracak ve haksızlığını tam mânâsıyla tanıtarak Hakk'ın huzurunda hiç
bir savunma yapamayacak şekilde öfke ve cezayı hak edeceğini anlatacak
şiddetli bir uyarı ve taşlama vardır ki, buna tebkit= "susturma"
denilir. Nitekim hıristiyanlar karşısında Hz. İsa'ya, "Ey İsa! Sen mi
dedin o insanlara: Beni ve annemi Allah'ı bırakıp da ilâh edinin
diye."(Maide, 5/116) şeklinde sorulması da hıristiyanlara bu kabilden
bir taşlama ile susturma mânâsı taşır.
10. Bundan
başka
her türlü amelin hesabının görüleceği de şununla anlatılıyor:
9. AMEL
DEFTERLERİNİN AÇILMASI: Ve sayfalar açıldığı vakit. Burada iki türlü
sahife zikredilmiştir:
Birisi, amel
defterleridir ki, bunların açılması hesap için açılmaları demektir.
İbnü Münzir'in İbnü Cüreyc'den rivayet ettiği gibi, "İnsan ölünce
defteri dürülür, sonra kıyamet günü açılır. Ona göre hesabı görülür."
İkincisi de
Hâkka Sûresi'nin "Kitabı sağından verilmiş olan kimseye gelince.."
(Hâkka, 69/19) âyetinde de geçtiği gibi, hesabın görülmesinden sonra
mahkeme neticesini bildirme gibi açılıp dağıtılacak sayfalardır ki,
bunların açılması da dağıtılıp sahiplerine verilmesi demektir. Buna
bazı hadislerde "tetayürü suhuf" yani "sahifelerin uçuşması" tabir
edilmiştir.
Alûsî'nin
kaydettiği üzere Mersed b. Vedâa'dan şöyle rivayet edilmiştir: Kıyamet
günü olunca Arş'ın altından sahifeler uçuşur. Müminin sahifesi "yüksek
cennette" diye eline düşer. Kâfirlerin sahifeleri de, "cehennemde,
kaynar ateşte" diye ellerine düşer. Yani o sahifelerde bunlar
yazılıdır.
Burada
birinci
mânâ daha uygundur. Bundan sonraki sûrede "Oysa üzerinizde muhakkak
gözcüler var. Dürüst yazıcılar var. Her ne yaparsanız bilirler."
(İnfitar, 82/ 10-12) âyetleri de bunu açıklar mahiyettedir. O,
defterlerin açıldığı hesap günüdür. O gün insanın bütün amelleri ortaya
dökülür.
11.
10.
GÖĞÜN
SIYRILIP AÇILMASI: Ve gök sıyrıldığı vakit.
KEŞT,
kesilmiş
bir hayvanın derisini yüzmek ve ağacın kabuğunu soymak ve yüzden örtüyü
sıyırmak gibi, örtülü bir şeyi bürüyen örtüyü yüzünden atıp açmaktır.
Göğün böyle sıyrılması da hayvanın derisi soyulur gibi sökülüp, yok
edilmesiyle tefsir olunmuştur. Bundan ilk bakışta "O gün göğü,
kitapların sahifelerini dürer gibi düreceğiz."(Enbiya, 21/104) gibi
yüce âlemin harap edilmesi ile tam yokoluş mânâsı akla gelirse de, bu
mânâ, güneşin dürülmesi ve yıldızların bulanması sözlerinden de
anlaşılmış olduğu için bundan muradın, göğün dürülmesinden sonra yüce
Allah'ın "İlk yaratışa başladığımız gibi yine onu iade
edeceğiz."(Enbiya, 21/ 104) buyurduğu üzere yeni kurulacak olan âlemde
örtünün kaldırılarak tam arz ile her hakikatın tecelli etmesi mânâsının
olması ifadenin akışına daha uygundur. Nitekim Nisâburî bunu
tefsirinde, "gök açılıp giderilerek üstünde cennet ve Arş ortaya
çıkacak" meâlinde ifade etmiştir.
Demek ki o
gün o
âlemde, bu dünyanın kütle ve cisimlerinden bir şey kalmayacağı gibi,
hakikati örten hiç bir şey de kalmayacak, Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkıp
her hakikat, kendisinde hiçbir şüphe olmayacak şekilde açılacaktır ki
bu mânâ, "Andolsun sen bundan gaflette idin, şimdi senden perdeni
açtık, artık bugün gözün keskindir."(Kâf, 50/22), "O gün arz
olunursunuz. Öyle ki gizli bir şeyiniz kalmaz." (Hâkka, 69/18), "Ogün
yeryüzü başka yeryüzüne çevrilir. Gökler de değişir. Hepsi, o tek ve
her şeye üstün olan Allah'ın huzurunda toplanacaklar."(İbrahim, 14/48)
ve "O gün onlar ortaya çıkarlar. Allah'a hiçbir şeyleri gizli kalmaz.
Bugün mülk kimindir? Tek ve her şeye üstün olan Allah'ın."(Mümin,
40/16) âyetleriyle beyan olunan mânâdır. Bundan sonraki sûrede de göğün
yarılması ile başlanıp "O gün kimse, kimse için bir şeye malik olamaz.
Emir o gün yalnız Allah'ındır." (İnfitar, 82/19) sözü ile bitirilmek
suretiyle bunun din günü olduğu beyan olunarak bu mânâ izah
edilecektir.
Gök bu
surette
sıyrılıp örtü kaldırıldığı vakit Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkacak, insan
nefisleri Hakk'ın şu iki tecellisi arasında bulunacaktır. Bir taraftan
bütün dehşet ve azametiyle ilâhî öfkenin tecellileri, bir taraftan da
bütün güzellik ve enginliğiyle ilâhî rahmetin tecellileri:
12.
11.
CEHENNEMİN KIZIŞTIRILMASI: Ve cehennem kızıştırıldığı vakit, bütün
şiddetiyle alevlendirilip kızıştırıldığı zaman ki, Âdem oğullarının
kötü amelleri ve yüce Allah'ın gazabı ile azgınlar için
kızıştırılacaktır. "Azgınlar için de cehennem apaçık ortaya
çıkarılmıştır." (Şuara, 26/91).
13.
12.
CENNETİN
YAKLAŞTIRILMASI: Ve cennet yaklaştırıldığı vakit ki, cennet Allah'ın
lütuf ve rahmeti ile güzel amellerin sevabından donanmış olarak takva
sahiplerine yaklaştırılacaktır. "Cennet de takva sahiplerine uzak
olmayarak, yaklaştırılmış olacak."(Kâf, 50/31)
Demek ki bu
vakit henüz cehennemlikler cehenneme, cennetlikler cennete girmek üzere
ayrıldığı son hüküm faslında olacak ve bunlar bir şeyin vuku bulacağı
zamanı gösteren edatı ile ifade edildiği için kesinlikle olacaktır.
14.
İşte bir
kısmı dünyada bir kısmı ahirette demek olan bu oniki âyet ve delil vuku
bulduğu zaman her nefis ne hazırlamış olduğunu bilecektir. Hayır mı,
şer mi? İyi mi, kötü mü? Dünyada ne yapmış, o gün için ne hazırlamış
olduğunu kesin bir bilgiyle bilip anlayacaktır. Çünkü bir zerre miktarı
da olsa, hayır veya şer olarak yapmış olduğu her amelin, defterinde
getirilip terazisine konduğunu ve karşısında kendisine şekillendiğini
görecektir.
Bu cümle,
zaman
bildiren şart edatlarının "ve" atfı (bağlacı) ile birbirlerine
bağlanmasından sonra hepsinin birden cevabıdır. Şu halde, bu vakitlerin
herbirinde bilecek demek olmayıp, bunları kapsayan uzun vakit içinde
bilecek demek olur. İşte bir çok âyette "O size yapmakta olduğunuz
şeyleri haber verecek." (Maide, 5/105; Tevbe, 9/94, 105; Zümer, 39/7,
Cuma, 62/8) diye hatırlatılan bu biliş ve anlayıştır ki öldükten sonra
dirilmenin ifade ettiği acı veya tatlı en büyük uyanıklıktır. "İnsanlar
uykudadır. Öldükleri vakit uyanırlar." denilmesi de bundandır. "O gün
her nefis ne hayır işlemiş ve ne kötülük yapmışsa onları önüne konmuş
vaziyette bulur."(Âl-i İmran, 3/30) buyrulan gün de bugündür.
Bu şekilde
bu
âyette geçen "bir nefis" de "her nefis" meâlinde olarak her bir nefis
demektir. Hazırlanıp getirilen şey de, iyi veya kötü amellerdir.
Amellerin
hazırlanması, ya "sahifelerin açılması"ndan anlaşıldığına göre
defterleriyle huzura getirilmesi veya dünyadaki amellerin, iyi veya
kötü olmalarına göre ahirette birer özel şekil ile temsil ve tecelli
ederek huzurda bulundurulmasıdır. Nitekim dünyada bile her nefes bir
ateş halinde, bir hareket, bir ziya halinde veya bir bina veya bahçe
şeklinde görünür. Öyle olduğu içindir ki yapılan çalışmalardan iyi veya
kötü şeyler imal edilir. Bu suretle insanların ahiretteki canlanışları
da dünyadaki amellerinin ürünlerinden ibaret olarak görünecek olan
gerçek nefisleri olmuş olur. Bundan dolayı. "Yetimlerin mallarını
haksız yere yiyenler, karınları dolusu bir ateşten başka bir şey yemiş
olmazlar."(Nisa, 4/10) âyetini benzetme mânâsına yorumlamaksızın zulüm
ile yetim malı yemenin gerçekten ateş yemek demek olduğu görüşünü
benimseyenler olmuştur.
Amellerin bu
şekilde görünüp şekillenmesi onların yazıldığı sahifeler olarak da
düşünülebilir. Her iki takdirde de amellerin böyle hazırlanması yüce
Allah'ın emriyle olduğunda şüphe yoktur. Fakat kazanıp elde etmek
itibariyle amelleri kul yapıyor denildiği ve buna bağlı olarak "her
nefis ne hazırladığını bilecek" denildiği için sebebiyet ilgisi ile
bunları kulun kendisi hazırlayıp getirdi demek de mecaz olarak sahih
olur.
Bu iki izah
şeklinden dolayı diye başlayan Âl-i İmran Sûresi'ndeki âyette ameli
yapanın kulun kendisi olduğu söylendiği halde hazırlamanın kul
tarafından yapıldığı söylenmemiş, her nefsin o ameli hazır bulacağı
anlatılmış, burada ise "her nefis hazırladığını bilecektir." buyrularak
hazırlama işinin kul tarafından yapıldığı belirtilmiştir. Şu halde
kulun kendisine göre "hazırladığı şey" gerçekte "yaptığı şey" mânâsında
olup herkes dünyada iyi mi kötümü ne yapmış olduğunu ve böylece Hakk'ın
huzurunda kendisi için ne hazırlamış bulunduğunu o gün bilecektir demek
olur.
Burada
"bilecektir" sözünün mânâsı da iyi kötü bütün amellerini defterinde hiç
eksiksiz ayrıntılarıyla yazılı bulup hepsini görecek "Ne acayip bir
defter bu! Ne küçük bırakmış, ne büyük hepsini kayda geçirmiş."(Kehf,
18/49) diyecek; yahut "Bütün yaptıklarını hazır bulurlar. Rabbin hiç
kimseye zulmetmez."(Kehf, 18/49) mânâsınca hepsini iyiliğine ve
kötülüğüne göre bir şekle bürünmüş olan gerçek durumu üzere hazır bulup
gerçek bir görüşle görecek demektir. Zira dünyada heva ve hevesine
uygun gelerek hoş gördüğü bir takım amellerin o gün çirkin ve acı bir
şekilde ve dünyada bir takım sıkıntı ve meşakkatlerle birlikte
olduğundan dolayı güç gelerek yapılan ibadetlerin de o gün güzel ve
sevimli bir biçimde karşısına dikilmiş olduğunu görecektir. Şâirin:
"Yakında toz
duman açıldığı zaman göreceksin,
Altındaki at
mı
imiş yoksa eşek mi?" dediği gibi, o gün gök sıyrılıp bütün gerçek
ortaya çıktığı vakit insan da dünyada yaptığı amellerin kendisini
cehenneme mi yoksa cennete mi götürdüğünü anlayacaktır. Bu biliş ve
anlayış ise haber verilen oniki vaktin herbirinde değil, amel
defterlerinin açılması ve göğün sıyrılıp açılmasından sonra olmalıdır.
Onun için "bilecektir" sözü 'ların herbirine değil, toplamına bir cevap
olmak üzere tefsir edilmiştir. Gerçi bu durumda açık olan, başta bir
ile yetinilmiş olmaktı. Fakat bunların bir kısmı başlangıç, bir kısmı
netice olmak ve her biri esasen özellikle düşünülmesi ve ayrıca bir
uyanış ifade etmesi gereken en büyük olaylardan bulunması nedeniyle bu
durum ve değişikliklerin her birinin ayrı ayrı dehşet ve önemine dikkat
çekmek için 'lar tekrar edilmiş ve hüküm, hepsine birden bağlanmıştır.
İbnü Atıyye
tefsirinde demiştir ki: Bir topluluk, bu zikrolunan şeylerin
Âdemoğulları'ndan her biri ve ölüm sırasındaki durumları hakkında
istiare olduğu ve dolayısıyla güneşin, onun nefsi ve yıldızların da
gözleri ve duyuları olduğu görüşüne varmıştır. Bu ise Allah'ın
kitabında bir takım rumuzların bulunduğunu savunan bir görüştür."
Ebu Hayyan
da
bunu naklettikten sonra şöyle der: Bu, Batınıyye mezhebi ve müfrit
sofiyyeden İslâm'a intisap etmiş görünenlerin mezhepleridir. Bunlar
yayılıp İslâm dinine mensup olmuş görünerek gizlenen zındıklardır.
Allah'ın "kitabı apaçık Arap lisanı ile"(Şuara, 26/195) gelmiştir. Onda
ne remiz, ne bilmece bulmaca türü şeyler, ne gizli mânâlar vardır.
Felsefecilerin ve tabiatçıların savundukları şeylere ima da yoktur.
İbnü Hatib-i Re'y adıyla bilinen Ebu Abdillah Razî de tefsirine
felsefecilerin, yıldızlarla uğraşanların ve astronomi bilginlerinin
görüşlerinden bazı şeyler almış ise de bunlar Allah kitabının
tefsirinden uzaktır. Aynı şekilde "Tahrir ve Tahbîr" adlı kitabın
yazarının tefsir etmiş olduğu âyetlerin sonunda zikrettiği tasavvuf
ehli kişilerin sözleri ve "hakikatler" mânâsını verdiği şeyler de
böyledir. Bunların içinde inanılması şöyle dursun yazılması bile caiz
olmayanlar vardır. Yüce Allah'tan dinimizde ve inançlarımızda selamet
dileriz.
Bununla
beraber
Ebu Hayyan'ın bu sözlerinde ifrat ve tefrit yok değildir. Kuşkusuz
Kur'ân-ı Kerim apaçık Arap dili ile inmiştir. Kur'ân'ın dili bilmece ve
muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Yine kuşku yok
ki bir metinde aslolan, hakiki mânâyı vermeye engel bir karine
bulunmadıkça görünen mânâya yorumlanmasıdır. Bununla beraber şu da
kesindir ki Kur'ân'ın, "Kitabın anası" olan ve mânâsı açık açık bilinen
âyetleri yanında hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih âyetleri; hakikatı,
mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili, tensisi, imâsı, belagat
nükteleri, tarizleri, telmihleri, remizleri de vardır. Bütün bunlarda
en açık olan mânâ kastedilmiş olmakla beraber müstetbeat-i terakib
(ifade ve cümlelerin yan mânâları) denilen ve ikinci derecede aranıp
istenen nice ifadeler de vardır.
"Usûl
ilmi"nde
bilindiği üzere görünen mânânın açıkça belli olmasının tevil, tahsis ve
mecaz ihtimallerini kesmeyi gerekmeyeceği için o zahiri mânâya zıt
olmadan ve onunla çelişki teşkil etmeden zahirî mânâ ile beraber bazı
ihtimallerle ikinci derecede birçok işaretin anlaşılabilmesi, mânâları
açık olan âyetlerin açıklık ve beyanına zıt olamıyacağı gibi, aksine
bu, Kur'ân dilinin açık bir Arapça olmasının gereklerindendir. Bundan
dolayı "Kur'ân'da hiç batınî mânâ, remiz ve imâ yoktur." demek de doğru
olmaz, gibi sûre başlarında bulunan hurûf-i mukattaa (kesik harfler) ne
şekilde tefsir edilirse edilsin, kesinlikle her tefsir remizle yapılmış
bir tefsir olur. Bunun aksi söylenemez. Doğrusu bazı eserlerde de
geldiği üzere Kur'ân'ın hem zahiri vardır, hem batını, hem haddi
vardır, hem matlaı. Fakat Kur'ân "Eğer Kur'ân Allah'tan başkası
tarafından olsaydı, elbette içinde birçok çelişkiler bulurlardı."(Nisa,
4/82) buyrulduğu üzere gerçekte farklılık ve çelişkiden uzak son derece
beliğ bir açık kitap olduğu için zahiri ile batını arasında zıtlık ve
çelişki yoktur.
Bu esas
Kur'ân'ın hadlerinden biridir. "İki denizi salıvermiştir, birbirleriyle
neredeyse kavuşacaklar. Aralarında engel vardır, bir an birbirlerine
tecavüz etmezler."(Rahmân, 55/19-20) mânâsı üzere zahir ve batın
denizlerinin karşılaşmalarıyla beraber birbirlerinin sınırını geçmeye
engel olan haddi aşılmamak şartıyla ondan zaman zaman Allah vergisi ve
zevki olarak alınan ani kalbe doğuş ve ilhamlara bir nihayet de
düşünülemez. "De ki, eğer Rabb'imin kelimeleri için deniz mürekkep olsa
idi, kesinlikle Rabb'imin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir
o kadar daha yardımcı getirsek bile."(Kehf, 18/109)
Buna karşı
gerek
filozoflar ve hakimler ve gerek yıldızlarla ilgilenenler ve astronomi
bilginleri ve diğer âlimler, akıllılar, belağatçılar, edebiyatçılar,
entellektüel zümre ve halk tabakasıyla bütün insanlığın zihnine, ruhuna
temas eden ve edebilecek olan durumlar, fikirler ve konular hakkında
Kur'ân'da ret veya isbat yollu bir ima yoktur demek ve Razî gibi o
yolda fikirleri aydınlatmaya hizmet edenleri tenkit etmek doğru
olmadığı gibi, metinlerin ve muhkem âyetlerin zahirini gidermiyecek
şekilde Kur'ân'ın ruhî ve vicdanî zevklere doğabilen işaret ve
yorumlarından bahseden sofiyye tefsirlerinin hepsini de Karamita ve
Hurufiyye batıniyyesi gibi zındıklardan saymak da doğru değildir.
Mesela Kaşani ve Arais tefsirlerini, sırf zahirî olan mânâ ve hükümleri
yok saymak için yazılmış Hasan Sabbah ve aşırıya kaçan İmamiyye
kitapları gibi düşünmek isteyenler hiç şüphe yok ki yanlış yola gitmiş
olurlar. Evet, mânâsı açık olan âyetler; bırakıp da "Kalplerinde
eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve kendi arzularına göre onun
teviline yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar."(Âl-i
İmran, 3/7) beyanına rağmen müteşabih âyetlerin arkasına düşmek, alay
ve eğlenceye sapmak, fitne ve fesat yolunda tevil aramak kalp
çarpıklığından, ruh bozukluğundan kaynaklanan bir sapıklık ve inkârdır.
Fakat âyetlerin zahirî mânâ ve hükümlerini beyan ve tesbit ettikten
sonra onlara zıt olmayacak şekilde bir takım işaret ve tevillerden de
bahseden kişilerin kalplerine doğan fikirlerden yararlanmamak da nasibi
tepmek olur. Çünkü Kur'ân "Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için
âyetler vardır."(Nahl, 16/79), "Kuşkusuz bunda aklı eren bir toplum
için ibretler vardır."(Nahl, 16/12), "bilen bir toplum için"(A'râf,
7/31), "düşünen bir toplum için"(Ra'd, 13/3), "zikreden bir kavim
için"(Nahl, 16/13), "bilen bir kavim için"(En'âm, 6/98), "iyice bilen
bir toplum için" (Casiye, 45/20), "sakınan bir kavim için."(Yunus,
10/6) ve "akıl sahipleri için deliller vardır."(Âl-i İmran, 3/195) gibi
nice âyetlerinde muhatapların niteliklerine ve özel kabiliyetlerine
göre türlü mânâlarla hitap edip dururken tefsirlerin böyle zihin,
fikir, ahlâk ve irfanın mertebelerine göre inceliklerle ilgilenmemesi
Kur'ân'ın hadd ve matlaına ve herkesi aydınlatmaya yönelik olan
maksatlarına uygun da olmaz. Herhalde âyetlerin zahirine göre mânâ
vermekte ifrat etmek de batınî mânâ verme konusunda ifrat etmek kadar
zararlıdır. En doğrusu "Adalet ve orta yolu ayakta tutan ilim
sahipleri." (Âl-i İmran, 3/18) âyetinin ifade ettiği gibi orta yolu
bulmaktır. Kur'ân'da tefsir de vardır, tevil de vardır. Kuşku yok ki
kendi fikir ve hevesine saplanıp da Güneşi inkâra kadar gidenler
herşeyi inkâr edebilirler. "Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar bulandığı
zaman" âyetlerinde geçen güneş ve yıldızları her şeyden önce kendi
hakiki mânâlarıyla anlamaya engel olacak aklî ve naklî hiçbir ipucu
olmadığı için, bunlara bu bilinen mânâları ve hakikatleri ile inanmak
gerekir. Bunu belirttikten sonra dürülme ve bulanmanın oluş şekline
göre mânâlarındaki hakiki ve mecazî ihtimalleri düşünmek bu imana
aykırı olmıyacağı gibi, aynı zamanda Güneş ve yıldızlardan mecaz
ihtimali üzere daha genel bir mânâ ve işaret düşünmek de o imana aykırı
olmaz. Nitekim "kıyılmaz mallar bırakıldığında" âyetini tefsir ederken
Kurtubî bu sözün istiare ve temsil üzere gelmiş olduğunu söylemekle,
bunun beyana aykırı bir rümuzdan ibaret olduğunu iddia etmiştir,
denilemiyeceği gibi henüz ayrıntıları tam anlaşılmayan bu âyetlerin
daha bazı lâfızlarında mecaz ve istiare ihtimallerini düşünerek o
olayları bir dereceye kadar zihinde canlandırmaya çalışmak da Kur'ân'ın
apaçık bir Arap dili ile inmiş olmasına aykırı sırf bir sembollük ve
harflerden mânâ çıkarma, bir sembolizm ve "Kalplerinde eğrilik
bulunanlar sırf fitne aramak ve kendi arzularına göre onun teviline
yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar." (Âl-i İmran, 3/7)
kriter ve ölçüsüne göre, eğrilik ve fitneden ibaret olan batınilik
kisvesine bürünmek değildir. Aksine büyük kıyamet koparken olacak
olayları küçük kıyamet olaylarıyla zihinlere yaklaştırarak imanı
kuvvetlendirmeye çalışmaktır.
Nitekim
Nizamuddin en-Nisaburi "Garaibu'l-Kur'ân ve Regaibu'l-Fürkan" adlı
tefsirinde bu âyetleri zahiri mânâlarıyla usulüne uygun olarak tefsir
ettikten sonra yorumcuların zikri geçen görüşlerini de şöyle
nakletmiştir:
Yorumcular
dediler ki: Bu hallerin küçük kıyamet hakkında olduğunu kabul etmek de
mümkündür. Küçük kıyamet ise ölüm halidir. O halde güneş insanın ruhu,
yani insanın diğer canlılar arasında yerini belli eden cevheridir.
Bunun dürülmesi ise, onunla ilginin kesilmesidir. Yıldızların dökülmesi
ise, insanın kuvvetlerinin birer birer düşmesidir. Dağların yürütülmesi
büyük uzuvların fiillerinden ayrılıp uzaklaşmasıdır. "Işâr", bedendir.
O zaman beden iş yapmaz olur. Vahşi hayvanların toplanması, şahıs
üzerinde hayvani ve canavarca fiillerin neticelerinin ortaya
çıkmasıdır. Denizlerin ateşlenmesi, batıl kuruntu ve boş emellerin
tükenmesidir. Çünkü o vehim ve kuruntular öyle bir deryadır ki onun
isteğe bağlı ve zorunlu ölümden başka sahili yoktur. Nefislerin
eşleştirilmesi her melekenin kendi cinsine; karanlığın karanlığa,
aydınlığın aydınlığa katılıp birleşmesidir. Mev'ûde, yükümlü kişinin,
kendisi için yaratıldığı şeyin dışında kaybettiği kuvvetidir. Bazı
araştırmacı hocalarımdan, akla ansızın gelip de yazılmayarak yok olmuş
olan her meseleye mev'ude denilmiş olduğunu da işittim. Gök de,
ruhların göğüdür. Geri kalanların mânâsı açıktır."
Demek oluyor
ki
bu yorumları yapan yorumcuların maksatları, bu âyetlerin esas
itibariyle büyük kıyamet hakkında olmadığını söyleyip inkâr etmek
değil, bununla beraber "İbret alın ey basiretli kişiler!"(Haşr, 59/2)
çağrısına göre bunlardan, küçük kıyamet olan ve herkesin kesin olarak
göreceği ölüm halleri hakkında da ibret alacak mânâlar anlamanın mümkün
olduğunu da göstermektir. Bunun ise iman ve inanca zararı değil,
faydası vardır. Bu itibar ile yalnız "Kim ölürse kıyameti kopmuş
demektir." hadis-i şerifinin mânâsı gereğince küçük kıyamet olan ferdin
ölümü değil, orta kıyamet olan bir milletin ölümü hakkında da bu mânâ
ve olayları düşünmek çok ibretlidir.
Bunların
hepsinde "her nefis ne hazırlayıp getirmiş olduğunu bilecektir"
âyetinden bir uyarı ve ders alma hissesi vardır. Çünkü onlar da küçük
kıyametin bir geçidi ve bir numunesidir. Fakat hiç unutmamak gerekir
ki, hepsinin tamamı büyük kıyamette olacaktır. Bu âyetler de asıl büyük
kıyamet hakkındadır. Bütün hak ve hakikatın ortaya çıkışı, o ebedî
cennet ve cehennemin öne konduğu, o hüküm verme zamanında olacaktır.
İşte herkes ne hazırlayıp getirmiş olduğunu tam anlamıyla o vakit
bilecektir.
15. Şimdi
bu
sonun o dehşetli hakikatleri böyle haber verildikten sonra bu
haberlerin gerçek olduğunu vurgulamak suretiyle hikmet ve faydalarını
da beyan etmek için bunları haber veren Peygamberin şanını,
Peygamberliğin güçlü olduğunu ve Kur'ân'ın mahiyetini bildirip anlatmak
gayesiyle yemin ile buyruluyor ki: (Bunun tefsiri hakkında geniş bilgi
için ve sûrelerine bkz.) Yani, "bunun, üzerine artık başka söz yok,
ancak yemin ederim ki" sinenlere veya dönenlere
HUNNES,
"hânis"
kelimesinin çoğuludur. Hans ve hunûs, büzülüp sinmek veya gerilemek ve
geri kalmak mânâlarına lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olduğuna
göre hânis; sinen, gaip olan veya sindirip gaip eden yahut geri kalan
veya gerileten demek olur. "Ha"nın ve "nun"un fethiyle "hanes" de,
sığır ve ceylanların burunlarında olduğu gibi, burunun ucu dudaktan
geride biraz kalkık ve gerisi basık olmaya denir ki, bu, "fatas"
denilen "yass"dan yakışıklıca olur. Onun içindir ki ceylanlara ve
yanaklarına ve sığırlara "hunüs" denilir. Burada hans, çoğunlukla lazım
(geçişsiz) mânâda kullanılarak geri dönmek ve sinmek demek olur.
Dolayısıyla "hunnes", sinenler veya geri dönenler mânâlarıyla tefsir
edilmiştir.
16.
Cereyan
kökünden türetilmiş olan "câriye"nin çoğulu, akanlar demek olup
"el-Hunnes"in sıfatı veya ondan bedeldir. "Yuvasına girenler" Bu
kelime, "kânis" kelimesinin çoğuludur. Kânis, süpürmek mânâsına
kens'ten türemiş olması durumunda süpüren; künûs mastarından türemiş
olmasına göre de kinas (kümes)a giren demektir. Kinâs, ceylanların
ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yatağına, yuvasına denir ki,
kumu toprağa kadar süpürüp açtığı için böyle denmiştir. Çokları bu
"cevâri"nin gezegenler, özellikle "beş yıldız" adı verilen Zühal,
Müşteri, Merih, Zühre ve Utarid gezegenleri olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü bunlar güneş ile beraber akıp gider, sonra geri dönmüş görünür,
sonra da güneşin ışığında gizlenirler. Görme itibariyle geri dönüşleri
hunûs; güneşin ışığında gizlenişleri künûs'tur, demişlerdir ki eski
yıldız falcıları bu beş yıldıza "hamse-i mütehayyire" yani "beş
gezegen" adını vermişlerdi. Birçokları da genel olarak bunların
yıldızlar olduğunu nakletmişlerdir. Bunun şu şekilde izahı yapılmıştır:
Çünkü yıldızlar gündüzleyin siner, gözlerden kaybolurlar. Geceleyin de
künûs eder, yani yataklarındaki ceylanlar gibi ortaya çıkar, doğarlar.
Fakat künûs'un böyle yalnız ortaya çıkmak, görünmek şeklinde tefsir
edilmesinde bir kapalılık vardır. Onun için daha doğru olmak üzere
şöyle denilmiştir: Çünkü yıldızlar, gündüzleyin ufuk üstünde oldukları
halde bile gözlerden gizlenirler. Bu sinmelerine hunûs denilir.
Doğduktan sonra da batarak ceylanların yuvalarına girdikleri gibi,
ufkun altına girerler. Buna da künûs denilir. âyetinin bu şekilde genel
mânâda yıldızlar diye tefsiri Hasen ve Katâ'de'den rivayet edildiği
gibi Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Bununla beraber "beş gezegen"
şeklinde tefsir edilmesinin de Hz. Ali'den rivayet edildiği
söylenmiştir. İkisinde de "kens" ile nitelenmesi, sığır ve geyik gibi
ceylanlara benzetme yoluyla istiâre demektir. Çünkü "hans" gibi, künûs
ve kinâs da vahşi sığır ve ceylanlar hakkında kullanılan
sıfatlardandır. Bundan dolayı İbnü Abbas, Saîd b. Cübeyr ve Dahhâk'ten,
zıba yani geyik; İbnü Mesud'dan ise vahşi sığır demek olduğu da rivayet
edilmiştir. İbnü Cerir'in bir rivayetine göre İbrahim ile Mücahid bu
âyetini müzakere etmişler. İbrahim Mücahid'e: "bunun hakkında
işittiğini söyle" demiş. Mücahid: "Biz bir şey işitiyorduk. Bazı
insanlar da bunlar yıldızlardır diyorlar." demiş; İbrahim de (Nehaî
olacak): "Onlar bunu Hz. Ali diye ona yalan isnat ediyorlar." demiş.
Fakat geyik
ve
vahşi sığır gibi ceylan kısmından burada bir mecaz ve istiâre
düşünülmediği takdirde, bu âyetlerden önce ve sonra zikredilenlere göre
bunlara yemin edilmesinde açıkça bir münasebet görülmez. Bu olsa olsa
onların yırtıcı hayvanlardan kaçmaları halinde develerin ve vahşi
hayvanların toplanması manzarasına bir işaret olabilir.
Gezegenlerin
güneşle irtibatlarına göre gidiş ve hareketlerindeki farklılığı
düşünmede bir mânâ varsa da, bu gezegenlerin sadece beş tane olduğunu
söylemede açık bir mânâ yoktur. Genel olarak yıldızlara yemin etmede
ise, âlemde yer işgal eden bütün kütlelerin "Herbiri belli bir vakte
kadar yürür gider." (Ra'd, 13/2) âyetinin ifade ettiği mânâya göre
belli bir zamana doğru akıp gittiğini haber vererek sûrenin başında söz
edilen sona doğru gitmekte bulunduklarını hatırlatmak için önce mekanla
ilgili şeylere, ikinci olarak da gece ve sabah ile zamanının akışına
yemin edilmiş olmakta açık bir münasebet vardır.
Bununla
beraber
İbnü Cerir rivayetleri naklettikten sonra hiçbirinin doğrusu şudur diye
belirlenmeyip genelliği üzere bırakılmasının daha iyi olacağı görüşüne
varmış ve şöyle demiştir: Yüce Allah, bazan hunûs eden yani kaybolan ve
bazan akıp giden sonra da yerlerine dönen birtakım şeylere yemin
etmiştir. Kinâs, meknis ve mekânis, Arap dilinde vahşi sığır ve
geyiklerin girdikleri yerlere denir. Bununla beraber yıldızların
bulundukları yerlere istiâre olunması da reddedilebilecek bir şey
değildir. Âyette sadece bunlardan biri olduğunu gösteren bir delil
bulunmadığından bu sıfatları taşıyanların hepsine genelleştirilmesi
daha doğru olur. Fakat bu durumda genelleme yapmak, genel mecaz olmuş
olur. Oysa hakiki mânâyı vermek mümkün olur, mecaz olduğunu gösteren
bir karine de (ipucu da) bulunmazsa genelleme yapmak nasıl doğru olur?
Genelleme yapmanın doğru olduğunu söyleyebilmek için de mecazı gösteren
bir karine bulunduğunu itiraf etmek gerekir ki o da söylediğimiz gibi
yıldızların kaybolmak ve yerlerine girmek ile akıp gidişlerinin
âyetlerin akışına uygun olmasıdır. Bu karine ile rivayetleri toplayıcı
olmak üzere genel mecazın daha iyi olduğuna hükmedilebilir. Genel mecaz
olarak mânânın özeti, "kaybolmak, akıp gitmek ve yerlerine geri dönmek
şeklinde ifade edilebilen vasıflarla hakikat veya mecaz olarak
nitelenebilen şeyler" demek olur. Bu ise gaybta sinen ve sonra şu
gördüğünüz âlemde hareket edip de yine gayb âleminde karar kılacağı
yere varıp gözlerden gizlenen her şeyi kapsar ki bu da âlemin sonradan
yaratılması ve yok olması ile "Bütün işler Allah'a döndürülür."
(Bakara, 2/210; Âl-i İmran, 3/109; Enfal, 8/44; Hacc, 22/76; Fâtır,
35/4; Hadid, 57/5) mânâsı üzere başlangıç ve sona bir delil olur. Bunu
düşündürmek için özellikle ahuların vasıflarının düşünme âleti olarak
alınmış olmasında da hayvanî ve insani hayat bakımından düşünülecek
incelikler vardır.
Bu
rivayetlerde
görülüyor ki "el-Künnes" vasfı hep kinasa girmek yani ceylanların
ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yataklarına girmesi demek
olan "künüs"tan olmak üzere düşünülmüş ve kelimenin aslı olan kens,
yani süpürmek mânâsına hiç işaret olunmamıştır. Oysa bu kelimenin, asıl
maddesine göre daha kapsamlı olmak üzere bu mânâya da ihtimali vardır.
Bu durumda "kens"in müteaddi (geçişli) olan bu mânâsıyla hunûs'un
geçişsiz olan iki mânâsından her birine göre şu meâlleri ifade eder.
Birincisi:
"Yemin ederim o gayb âleminde gizlenenlere, o akıp akıp süpürenlere."
demek olur ki, in "hunnes" kelimesinin sıfatı olarak bunda fesat âlemi
olan dünyada temizlik yapma işini yerine getirmekle görevlendirilmiş
olan meleklere yemin edilmiş olur.
İkincisi,
"Yemin
ederim o sinip sinip dönenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur
ki, bunda da "hunnes", dünyaya gelip gidenlere; "el-cevâri'l-künnes" de
ondan bedel olarak onları alıp alıp ahirete götüren meleklere işaret
olmuş olur. Başvurduğum tefsirlerde meleklere işaret olmasına dair bir
nakil görmedim. Ancak "Kâmus"da: "Etrafında melekler dahi" denildiği
yazılmıştır. Nazmın da buna ihtimali vardır. Şu halde İbnü Cerir'in
dediği gibi, mecazın genelliği daha iyi olunca, "hakiki veya mecazî
mânâ ile kendisine "kaybolan, akıp giden ve yerine dönen" denilebilen
şeyler" sözünün ifade ettiği gibi bütün bu mânâların düşünülmesi daha
iyi olur.
Bu geniş
açıklamalardan şunu anlamış oluyoruz ki, iş bu yemininde âlemdeki
değişiklik ve halden hale geçişleri anlatmak üzere "Ve'l-Mürselâti" ve
"Ve'n-Nâziâti" sûrelerinin başındaki yeminleri de kısaca ifade eden bir
kapsam vardır. Nitekim şu yeminlerde de zamanın uğradığı değişiklikler
hatırlatılmak suretiyle açık bir korkutma ve müjde görülmektedir.
17.
Yöneldiği an
geceye yemin ederim.
AS'ASE, zıt
anlamlı kelimelerden olmak üzere hem gelmek, hem de gitmek mânâlarına
gelmesi nedeniyle, burada bazıları bunu gelmek, çokları da gitmek
mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı
ilk saatlerdir. Bunda bir korkutma mânâsı vardır. Gecenin gitme vakti
de, yok olmaya yüz tuttuğu, sabaha yöneldiği son saatleridir ki sabahın
müjdecisidir. Çoğunluk bu mânâyı tercih etmiştir. Buhârî de bu mânâyı,
rivayet ederek, "As'ase, gitti mânâsınadır." demiştir ki bu, Müddessir
Sûresi'ndeki "Gittiği an geceye andolsun." (Müddessir, 74/33) gibi
olur. Meâlde "yöneldiği an" demekle de bu iki mânâya işaret ettiğimizi
zannediyoruz.
18.
Teneffüs
ettiği an sabaha yemin ederim. Sabahın teneffüsü de, "açtığı zaman."
(Müddessir, 74/34) âyetinde belirtildiği gibi açılmağa başladığı
sıradır ki tatlı tatlı esen sabah rüzgarının hoşluğuna da işaret eder.
Bunun gece sıkıntısını yok eden bir müjde ifade ettiğinde ise kuşku
yoktur. Bu şekilde bu yeminlerde Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve
müslümanlara "Kuşkusuz ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır."
(Duha, 93/4) âyetinin mânâsı üzere iyi bir son vaad ve müjde
edilmektedir. Bu, dünya onlar için sabaha yönelmiş bir gece ve herkesin
ne hazırlamış olduğunu bileceği o kıyamet vakti böyle gelmekte olan bir
sabah demek olduğunu müjdelemektedir.
19. Bütün
bunlara yemin olsun ki O, (yani olacak dehşetli olayları haber veren bu
Kur'ân kuşkusuz bir değerli elçinin, yani yüce Allah katında ikrama
layık, saygın bir elçinin getirdiği kelâmdır. Hâkka Sûresi'nde de
anlatıldığı üzere burada bu değerli elçiden maksat, Kur'ân'ı Hz.
Peygamber (s.a.v)'e getiren Ruh-i Emin Cebrail (a.s)'dir. "Kuşkusuz onu
Allah'ın izniyle senin kalbine o indirdi."(Bakara, 2/97)
20. Pek
kuvvetli, yüklendiği elçilik görevini, aldığı emri yerine getirmede
güçsüz değil; karşı konulmaz, kuşku götürmez büyük bir kuvveti var,
güçlü bir elçi. Öyle ki, "Çok çetin kuvvetlere sahip, güçlü."(Necm,
53/5-6) (Necm Sûresine bkz.)
Arş'ın
sahibi
olan ve onu gönderen yüce Allah'ın katında çok itibarlı, yani büyük bir
şeref ve itibarı var.
21. Öyle
ki
orada sözü dinlenen, yüce Allah'ın huzurunda Allah'a yakın melekler ona
itaat eder, emrini dinlerler. Ondan emir alır ve ona baş vururlar.
Güvenilir, her yönüyle kendisine güvenilebilir, vahyi iletmekte ve
elçilikte son derece emin, "Benim güvenilirliğim şu: Bana bir şey
emredilsin de ben o emrin dışına çıkayım, böyle bir şey olmaz." diye
kendisinden rivayet olunduğu üzere, aldığı emirde asla sınırı aşmaz,
görevini gereği gibi yerine getirir. Getirmiş olduğu vahiyle kusuru,
hatası, hainliği düşünülemez.
22. Sizin
arkadaşınız sohbetinde bulunduğunuz arkadaşınız, yani Hz. Peygamber
(s.a.v) deli değil. Necm Sûresi'nin başındaki "Arkadaşınız şaşırmadı,
azıtmadı da."(Necm, 53/2) âyetinde olduğu gibi, burada da Resulullah
(s.a.v)'ın kötü sıfatlardan uzak tertemiz olduğu açıklanırken "sizin
sohbetinde bulunduğunuz kişi" diye, onun, muhatapların arkadaşı olduğu
belirtilerek "sohbet" ünvanıyla nitelenmesinde, Yunus Sûresi'nde geçen
"Bilirsiniz ki ben sizin aranızda bundan evvel yıllarca kaldım. Siz
hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?"(Yunus, 10/16) mânâsı üzerine ince bir
taşlama vardır. Yani, ey o Kur'ân'a ve peygamberlik haberlerine
inanmamak için Peygamber'e cin çarpmış diye iftira etmek isteyenler!
O Peygamber
(s.a.v) sizin arkadaşınızdır. Siz yıllarca onun sohbetinde bulundunuz.
Aklının, ahlâkının yüksekliğini denediniz. Görüş ve fikrine baş
vurdunuz, konuştunuz. Bilirsiniz ki o deli ve mecnun değildir. Akıl ve
anlayışı tam, fazilet ve erdemliliği herkesce kabul edilmiş, sizin
iyiliğinizi isteyen bir zattır. Dolayısıyla o size bu sözleri bir
mecnun gibi söylemiyor, "Hayır, o Hak ile geldi ve bütün Peygamberleri
tasdik etti."(Sâffat, 37/37) kriterince Allah'ın gönderdiği o değerli
elçiyi tasdik ederek hakkı söylüyor.
23.
Vallahi o
arkadaşınız, Muhammed onu, (yani o Arş'ın sahibinin yanında bulunan,
son derece güvenilir, emrine uyulur, onurlu, kuvvetli ve değerli elçi
Cebrail (a.s)'i) gördü, hem nasıl apaçık ufukta.
Açığa
çıkaran
veya açık ufuk demek olan "ufuk-ı mübin", Necm Sûresi'nde "yüksek ufuk"
(Necm, 53/7) denilen ufuktur ki, gündüzün geldiği, güneşin doğduğu,
eşyayı ortaya çıkarıp gösteren Doğu tarafı diye tefsir edilmiştir.
Mücahid'den bir rivayette "Ecyâd tarafından apaçık yüksek ufukta"
şeklinde gelmiştir. Bir adı da Ciyâd olan Ecyâd, Mekke'nin doğusunda
bir dağın veya yerin ismidir. Bir de Mekkeliler için burçların doğduğu
yerlerin en yükseği, yengeç burcunun göründüğü en yüksek yer
olduğundan, "en yüksek ve apaçık ufuk"tan maksat odur denilmiştir.
Rasulullah
(s.a.v)'ın Cebrail'i apaçık ufukta bu görüşü gerçek şekliyle görüşüdür
ki Hira'dan sonra olmuştu. Yer ve gök arasında Kürsî üzerinde, yüce
Allah'ın yarattığı şekliyle gördü. Altıyüz kanadı vardı diye rivayet
edilmiştir.
İbnü Cerir
de
İbnü Humeyd'in Cerir kanalıyla Ata'dan, Amir'den rivayetinde şöyle der:
"Peygamber (s.a.v) Cebrail'i kendi suretinde bir kere görmüştü.
Diğerlerinde Dihye denilen bir zatın suretinde gelirdi. Kendi suretinde
gördüğü gün ise, gelmiş bütün ufku kaplamıştı. Üzerinde inci takılı
yeşil bir sündüs vardı. "Andolsun O, Cebrail'i açık ufukta gördü."
ilâhî sözü budur." Fakat Necm Sûresi'nde "Andolsun ki onu bir kere de
inişte gördü. Sidre-i Münteha'nın yanında." (Necm, 53/13-14) diye
açıkça belirtildiği üzere Resulullah (s.a.v)'ın Cebrail'i hakiki
şekliyle Sidre-i Münteha'nın yanında bir kere daha görmüş olduğu da
kesindir. Nitekim Taberânî ve İbnü Merduye'nin tahric ettikleri gibi
İbnü Abbas'tan buradaki görmenin Sidre-i Münteha'nın yanındaki görme
olduğu da rivayet edilmiştir.
Bu durumda
"ufuk-ı mübin" yani "apaçık ufuk," Sidre-i Münteha demek olur. Oysa
Sidre-i Münteha'daki görme "en yüksek ufukta görünme"(Necm, 53/6-7) nin
dışında, iniş sırasında vuku bulan bir görme olduğu Necm Sûresi'nde
belirtildiği için bu sûrede geçen "ufuk-ı mübin"in, Necm Sûresi'nde
geçen "ufuk-ı â'lâ"dan başka olması gerekir.
Şu halde
burada
anlatılan görme, iki görmenin ikisini de kapsamak ve iki rivayeti de
birleştirici olmak üzere "ufuk-ı mübin"i "ufuk-ı a'la" ve "Sidre-i
Münteha" dan daha genel düşünmek daha uygun olacaktır. Allah bilir ya,
İbnü Abbas'ın maksadı da bu olsa gerektir. Bu hususta Necm Sûresi daha
ayrıntılı bilgi verdiğinden, inişi gerek önce olsun, gerek sonra olsun,
buradaki görmenin ona göre tefsir edilmesi gerekir. Yani Resulullah
(s.a.v)'ın Cebrail (a.s)'i hakiki yaratılışı şekliyle iki kere görmüş
olduğu kesindir.
24. Ve O,
yani
arkadaşınız gayp üzerine, yani kendisine öyle vahy geldiğine ve gayp
ile ilgili diğer işlere dair vermiş olduğu haberler gibi sizin duygu ve
deneme sahanıza girmeyen gaybe ait hususlarda cimri de değildir.
DANİN,
Cimrilik
demek olan "dann" kelimesinden türetilmiş "faîl" kalıbında bir
kelimedir. Cimrilik ve kıskançlık yapan mânâsına gelebileceği gibi,
kıskanılan kişi mânâsına da gelebilir. Yani o sizin görebildiğiniz
şeyler hususunda cimri olmadığı gibi gayb ile ilgili hususlarda da
kıskanç değildir. Almış olduğu vahyi duyurmada ve sizin gözlem ve
ilminizin dışında kalan bilmediğiniz şeyleri haber verip bildirmede
cimrilik etmez. Gayb bilgiçliği taslayan, gayb satıcılığı yapan
kâhinler veya bildiğini ücretsiz belletmeyen kimseler gibi ücret alma
sevdasıyla kıskançlık yapmaz. Dolayısıyla onun hakkında menfaat elde
etmek gibi bir maksat ve suçlama da söz konusu olamaz.
"Danin"
kelimesi
"madûn" yani kıskanılan kişi mânâsına olduğuna göre de âyet şöyle demek
olur: "Sizin gözlem sahanıza giren durumlarda akıllı ve erdemli
olduğunu bildiğiniz O Muhammed (s.a.v) gaybe karşı kıskanılacak bir
kimse değildir. Onun gaybten haber vermesi, vahy alması, sizin
bilmediğiniz şeyleri bilmesi çok görülmez. Onu o yüksek tabiat ve
ahlâkta yaratan yüce Allah'ın, gayb ilminden onu vahy ve Peygamberlikle
şereflendirmesi de kendisine kıskanılacak, çok görülecek bir şey
değildir, "İnsanlar için, içlerinden bir adama "insanları uyar" diye
vahyedişimiz şaşılacak bir şey mi oldu ki?"(Yunus, 10/2).
Bazı
kırâetlerde
yeri ile "zanîn" okunur. Bu da iki mânâ
ile tefsir olunmuştur:
Birincisi,
töhmet mânâsına zınne'den olup, "O, gayb üzerine zanlı, töhmetli
değildir, emin ve güvenilir birisidir." demek olur. Ki bu, birinci mânâ
ile aynı gibidir.
İkincisi,
suyu
az olan kuyuya denilmesinde olduğu gibi zayıflık ve azlık mânâsından
olarak, "O, nefsinde kuvveti zayıf, hafızası çürük, kuruntu ve zan ile
söyleyen, heva ve hevesine kapılan bir kimse de değildir." demek olur.
Yani vahyi alma ve yerine ulaştırma hususunda hiçbir zayıflığı yoktur.
Onun aldığı vahyi normal insanların kuruntu ve zan karışan ve ilim
sebeplerinden olmayan ilham ve kalbe doğuşları gibi zayıf zannetmemek
gerekir. O kuvvetli, güvenilir ve saygın elçiden tam bir gözlem üzere
aldığı bildirileri tam bir kuvvetle alıp koruyarak hiçbir harfini
kaybetmeksizin kesin ve kuşkusuz bir şekilde alır ve yerine ulaştırır.
İşte O Kur'ân bu arkadaşınızın apaçık ufukta gördüğü öyle güvenilir,
emrine uyulur ve Arş'ın sahibi yanında şerefli, son derece kuvvetli,
saygın bir elçiden böyle kuvvet ve emniyetle alıp yerine ulaştırdığı
bir kelâmdır ki bunu o Arş'ın sahibi yüce Allah'ın göndermiş olduğunda
hiç kuşku yoktur.
25. O
Kur'ân,
kovulan bir Şeytan'ın, (yani ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış,
taşlanacak bir Şeytan'ın) sözü değildir. O arkadaşınıza görünen elçi,
kâhinlere görünenler gibi, büyük ve ileri gelen meleklerin toplandığı
yerden kulak hırsızlığı edip de "Her taraftan kovulup atılırlar,
uzaklaştırılırlar."(Sâffat, 37/8-9) ölçüsüne göre her taraftan taşlanan
aldatıcı şeytanlardan değil, saygıdeğer ve itaat olunması gereken
güvenilir bir melek, bir Allah elçisi olduğu sözü geçen niteliklerden
bilindiği gibi, onu gören ve size haber veren arkadaşınız da Şeytan'dan
ve şeytanlıktan uzaktır. Bunu arkadaşınızın aklı ve ahlâkı üzerindeki
tecrübelerinizle bilmeniz, inanmanız gerekir. Ahiretin dehşet ve
sorumluluğunu ve o vakit "her nefis ne hazırlayıp getirmişse onu
bilecek" olduğunu ve bu kadar kuvvetli yeminlerle o hakikatlerin
gerçekleşeceğini size O Arş'ın sahibi tarafından haber verip duran
arkadaşınıza inanmamakta ne büyük tehlikeler bulunduğunu
düşünmelisiniz.
26. O
halde siz
nereye gidiyorsunuz? Bu hakikatlere karşı doğru yolu bırakıp da hangi
görüş ve düşüncelere kapılıyorsunuz? Ne büyük sapıklıklara
düşüyorsunuz.
27.
Haberiniz
olsun ki O (Kur'ân), başka değil katıksız, bir zikirdir. Unutulmaması
gereken bir öğüttür. Bütün akıllı âlemler için.
28. Fakat
gerçek
mânâda akıllı olanların kimler olduğu anlatılmak üzere 'den bedel
olarak Özellikle içinizden doğru yolda olmak, (hakkı ve doğruyu
arayarak doğru gitmek) dileyenler için. Çünkü hatırlatmadan, vaaz ve
öğütten yararlanacak olanlar onlardır. Gerçekte akıllı olanlar da onlar
demektir.
İşte
Kur'ân'ın
indirilmesinden ve bu haberleri bildirmekten asıl hikmet ve gaye böyle
doğru yolda olmak isteyenlere doğruya giden yolu anlatmaktır. Doğru
gitmek istemeyen kimseler ise bu hatırlatmadan hoşlanmaz, ondan
istifade etmezler. O zikir onlara etki etmez, gafletlerinden
uyandırmaz. Uyandırsa da onlar eğrilikten hoşlandıkları için onu eğip
bükerek aksine gitmek ister, daha çok zarar görürler. "Bu, zalimlerin
ancak görecekleri zararı artırmış olur"(İsra, 17/82).
Görülüyor ki
zikir ve fikir yükümlülüğü, önce buyrularak bütün akıl sahiplerine
yöneltildikten sonra özel olarak da doğru yolda gitmek isteyenlerin
dilemesine bağlanmıştır. Demek ki yükümlülük ve sorumluluk ihtiyari
işlerle ilgilidir. Bunda hidayet de yükümlülerin dilemesine bağlıdır.
Hakk'ı arayıp bulmak için her şeyden önce kişinin fikrini hakka ve
hayrı kazanmak için azim ve iradesini hayra yöneltmesi farzdır. Fakat
bununla beraber şunu da bilmek gerekir ki yükümlünün dilemesinin şart
olmasından, bunun başarı için ne yeterli bir şart ne de müstakil bir
illet olması gerekmez. Zikir ve öğütten faydalanabilmek kulun doğru
yolda gitmeyi dilemesi şartına bağlı olduğundan dolayı insan irade ve
dilemesinde tamamen hür ise ve dolayısıyla doğru yolda olmayı dilemek
isterse hemen dileyiverir, dilerse hemen doğru yolda oluverirmiş
zannetmemelidir. "Her insanın ettiğini kendi boynuna taktık." (İsra,
17/13) âyetinin ifade ettiği mânâya göre her insanın sorumluluğu
itibariyle mukadderatı kendi dilemesine bağlanarak kendi boynuna
geçirilmiş olmakla, o mukadderatında bütün illet ve sebepler insanın
dilemesinden ibaret imiş gibi bütün başarı da insanın kendine verilmiş
değildir.
29.
Gerçekte
insanın doğruya ermeğe muvaffak olabilmesi için dilemesi bir şarttır.
Fakat bütün şart ve sebepler ondan ibaret değil, onun da bir şartı
vardır. Onun için burada zikirden faydalanma hükmü insanın doğruya
ermeği dilemesine bağlanmış olmakla insanlar kendi işlerinde tamamen
hakim imişler gibi bir vehim ve zanna kapılmamak ve dileme hususunda da
istikamet noktası anlatılmak üzere hal bildiren veya yeni bir cümle
başladığını gösteren "vav" ile şöyle buyruluyor: "Âlemlerin Rabbi olan
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz".
Burada
hitap,
"akıllı âlemler için bir zikirdir" genellemesine göre genel görünmekle
beraber "sizden doğru yolda olmak isteyenler" ifadesindeki karine
sayesinde bu hitabın özellikle doğru yolda olmak isteyenlere yapılmış
olduğunu düşünmek daha kuvvetlidir. Şu halde birisi âyetlerin yakın
akışına göre nass olarak âyetin ibaresinden anlaşılan, birisi de
âyetlerin uzak akışına göre veya âyetlerin akışını göz önüne almayıp
görünen ve işaret yoluyla anlaşılan mânâ olmak üzere derece derece iki
mânâ düşünülebildiği gibi, âyetin başında bulunan nın, şimdiki zaman
veya gelecek zamanın olumsuzluğunu ifade eden bir edat olabilmesine ve
dilemelerin bir kayda bağlı olup olmamalarına, bir de "ancak Allah'ın
dilediği" şeklindeki "istisna-i müferra"ın, "ancak Allah'ın
dilemesiyle...", bir ihtimale göre de "ancak Allah dilediği vakit.."
takdirinde olabileceğine göre metnin kendisinde dahi birkaç izah şekli
ihtimali bulunmakla beraber âyetlerin asıl akışı, doğru yolda olmayı
dilemek üzerine bir hatırlatma ve öğüt olup diğerleri ikinci derecede
kalır.
Dilemek,
mutlak
mânâda dilemek gibi görünmekle beraber, bu dilemenin, doğru yolda
olmayı dilemek olması sözün akışı gereğidir. Yani sözün gelişi bunu
göstermektedir. Bu bakıştan evvela bir karine bulunduğu zaman gelecek
zamanı olumsuz yapmakta da kullanılırsa da asıl olarak şimdiki zamanı
olumsuz yapmakta kullanıldığına göre şu mânâ akla gelebilir: Bununla
beraber siz dilemiyorsunuz, doğru yolda olmak istemiyorsunuz. Ancak
ilerde Allah'ın dilemesi yani doğru yolda olmanızı dileyip de sizi bunu
dilemeye mecbur etmesi hali hariç. Bunda "şimdi dilemiyorsunuz", da
"Allah'ın ilerde dilemesi" demek olur. Fakat bu durumda hitap, sadece
doğru yolda olmak istemeyenlere yapılmış, yüce Allah'ın dilemesine de
"Dilersek gökten üzerlerine bir âyet indiriveririz de ona boyunları
eğilekalır." (Şuara, 26/4) gibi zorlayıcı ve mecbur bırakıcı bir dileme
mânâsı verilmiş olur. İnsanı dilemesinde tamamen hür ve fiilinin
yaratıcısı saymak isteyen Mutezile bu mânâya sarılmak istemiş ise de
bunda doğru yolda olmak isteyenlere bir öğüt verilmemiş, ancak
istemeyenlere hitap ile bir korkutma yapılmış oluyor. Bu ise "sizden
doğru yolda olmak isteyenler için" şeklinde âyetin akışına uygun
düşmez. Buna uygun olan hitap, ya genel veya doğru yolda olmak
isteyenlere yöneltilmiş olarak doğru olma hususunda da kulun
dilemesinin Allah'ın dilemesiyle beraber olduğunu hatırlatmaktır.
Bununla beraber, ey insanlar, veya ey doğru yolda olmayı dileyenler!
Siz o doğru yolda olmayı başka bir sebep ve suretle dilemiyorsunuz,
ancak Allah'ın onu dilemesiyle, yani sizin dilemenizi dilemesi, irade
etmenizi irade etmesiyle diliyorsunuz.
O halde
doğru
yolda olmayı başaranlar başarıyı kendilerinden bilmemeli, bunu Allah'ın
lütuf ve ikramından bilmelidirler.
Yahut, siz
hiçbir takdirde o dilemeyi kendi kendinize yapamazsınız, o doğru yolda
olmayı dileyemezsiniz. Ancak Allah dilediği, yani sizin dilemenizi
istediği takdirde dilersiniz, yaparsınız.
Bu iki
mânânın
ikisinden de elde edilen netice şu olur: Allah'ın iradesi olmayınca
sizin ne iradeniz olur, ne muradınız, ne doğru yolda olmanız, ne de
öğüt almanız. Bunların hiçbiri meydana gelmez. Çünkü Allah âlemlerin
Rabbidir. Onun mülkünde, o istemedikçe hiçbir şey olamaz. Onun için
doğru yolda olmayı isteyenler de buna muvaffak olmayı kendi
iradelerinden bilmemeli, Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler.
İşte sözün akışına göre bu âyetin zikir olmasının faydası budur.
Görülüyor ki
bu
mânâlarda "sizden doğru yolda olmayı isteyenler için" karinesiyle, "siz
dilemezsiniz" âyeti, "siz doğru yolda olmayı dilemezsiniz" şeklinde;
"Allah dilemedikçe" âyeti de "Allah sizin dilemenizi dilemedikçe" diye
tefsir edilmiştir. Ebu's-Suud, demekle daha ince bir mânâ ifade
etmiştir. Yani, "Siz doğru yolda olmayı gerektirecek bir dileme ile
hiçbir vakit dileyemezsiniz.".Ancak Allah o dilemeyi istediği vakit
dilersiniz. Çünkü Allah'ın dilemesi olmayınca sizin dilemeniz doğru
yolda olma neticesinin gerçekleşmesini gerektirmez." demiştir. Gerçekte
Allah irade etmeyince kul irade edemez. Fakat Allah kulun irade
etmesini irade etmekle onun muradını da irade etmiş olması gerekmez.
İnsan bir şey elde etmek ister de muradını elde edemeyebilir. Niceleri
doğru gitmek ister de başı döner, düşer. O vakit Allah onun irade
etmesini irade etmiş, fakat irade ettiği şeyin meydana gelmesini
istememiş olur. Zira Allah kulun irade etmesini irade etmese idi, o
irade edemezdi. Eğer muradını yani istediği şeyin meydana gelmesini
isteseydi o şey meydana gelirdi. Demek ki Allah'ın dilemesi, istenilen
şeyin olmasını gerektirici, fakat kulun dilemesi, Allah dilemedikçe
istenilen şeyin olmasını gerektirici değildir. Burada doğru yolda
olmayı dilemekten murat, bunun meydana gelmesi olduğu için, onun
olmasını gerekli kılmayan dileme, bahis konusunun dışında ve hükümsüz
olacağından "siz dilemezsiniz" den murat da istenilen şeyin olmasını
gerektiren dileme olmalıdır. Şu halde böyle
bir kaydın özeti, kulun hem iradesinin hem de irade ettiği şeyin
meydana gelmesi için ikisinin de Allah'ın iradesine bağlı olmasının
şart olduğunu anlatmaktır. Çünkü doğru yolda olmak isteyenlere onları
buna ulaştırmayan neticesiz bir dileme ile lütufta bulunmanın mânâsı
olmaz. O lütuf, ancak doğru yola varmaya muvaffak olmaları durumunda
faydalı olmuş olur.
Şu halde
"Allah
dilemedikçe" âyeti mutlak görünmekle beraber metinde anılmayan bir
mef'ûl (tümlec)ü vardır. Böyle bir mef'ûlün olup da zikredilmediğini
gösteren karine fiilin müteâddi (geçişli) olması bu zikredilmeyen
mef'ûlün ne olduğunu gösteren karine de "siz dilemezsiniz" âyetidir.
Dolayısıyla mânânın, "Allah, sizin dilemenizi dilemedikçe" demek olduğu
kuşkusuzdur. Bu da hem dilemeyi hem de onun mef'ûllünü kapsamış olmak
için anılan dilemenin, dilenen şeyin olmasını gerektirici olması, sözün
akışının gereğidir, daha düşün "Siz dilemezsiniz" fiili de aynı şekilde
müteaddi olduğu için bir mef'ûlü (tümleci)nin bulunması gerekir. Bu
tümleç de daha önce geçenlerden anlaşıldığına göre "doğru yolda
olmak"tır. Ancak hitap herkese olduğuna göre, bunda daha genel olarak
"herhangi bir şey" yani "herhangi bir şeyi dileyemezsiniz" mânâsı
ihtimal dahilinde olduğu gibi, fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerine
koymak suretiyle yani, "siz hiçbir dileme yapamazsınız" demek olma
ihtimali de vardır. Bu durumda ise doğru yolda olmak mânâsı üzerinde
minneti ifade için yaklaştırma, tamam olmak üzere bunun bir büyük
önerme mevkiinde bulunması ve dolayısıyla "doğru yolda olmayı dilemeniz
de ancak Allah'ın dilemesiyledir" diye örtülü bir dallandırma daha
gözetilmesi gerekir. Birinci izah şeklinde ise buna ihtiyaç kalmamış
olacağından doğrudan doğruya "siz doğru yolda olmayı dileyemezsiniz"
diye anlamak daha kestirme ve daha iyi olmuş olur. Onun için
araştırmacı âlimler bizim söylediğimiz gibi hep bunu tercih
etmişlerdir.
Bununla
beraber
hitap genel olmak için fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerinde veya "siz
hiç bir şey dileyemezsiniz" şeklinde bir büyük önerme olmasını tercih
edenler de olmuştur. Çünkü bu durumda Allah'ın dilemesi olmadıkça kulun
hiçbir dilemesinin olamıyacağı açık seçik ve ibare ile ifade edilmiş
olur ki, bu da Ehl-i Sünnet'in tam görüşüdür. Doğru yolda olmayı
dilemesiyle kayıt altına alındığı takdirde ise, bu büyük önerme ibare
yoluyla değil, delalet yoluyla anlaşılmış olacaktır. Bu zahirî mânâya
daha uygun gibi görünürse de beyan ettiğimiz şekilde doğru yolda olma
siyakına takribinde bir mukaddimeye daha muhtaç olacağından dolayı asıl
söylenecek şeyden uzaklaşmaktır.
Bundan başka
bazıları bu "siz dileyemezsiniz" şeklindeki mutlak mânâyı bir zorlama
düsturu gibi saymışlar ve mutlak olarak kulun dilemesinin olmadığını
söyleyerek yalnız Allah'ın dilemesinin bulunduğunu göstermek
istemişlerdir. Fakat bu hiç doğru değildir. Zira istisna-i
müferrağlarda hüküm istisnâdan sonra olduğu için burada kulun dilemesi
tamamen yok sayılmış değil, Allah'ın dilemesi olmadıkça hiçbir
dilemenin olmayacağı belirtilmiştir. Allah'ın dilemesi ile kulun da
dileyebileceği ve hatta istediğinin olmasını gerektirecek bir dilemeye
sahip olduğu gösterilmiştir. Nitekim "sizden doğru yolda olmayı isteyen
için" sözünde de kulun dilemesinin olduğu açıkça görülmektedir. Burada,
olsa olsa, bir şeyi yapmaya zorlama değil de "cebr-i mutavassıt" (orta
derecede zorlama) denilen "dilemeye zorlama" düşünülebilir. Bu ise
doğrudur. Bununla beraber kulun dilemesi Allah'ın dilemesine göre
olunca, ilâhî irade ne ile ilgili olursa, kulun iradesinin de o şekilde
olması gerekir. Şu halde Allah'ın dilemesi, kulun, iradesinde serbest
olması şeklinde tecelli ederse kul dilemesinde serbest bırakılmış
olacağından cebr-i mutavassıtın da kalkmış olması mümkün olur. Nitekim
Maturidiyye mezhebi bu esas üzerinedir. Kulun irade-i külliyesi yani
irade kuvveti yaratılmış ise de irade-i cüz'iyyesi başkaca bir
yaratılışa muhtaç olmıyacak şekilde itibâri bir emirdir, demekle bunu
söylemiştir. Fakat kulun dilemesi Allah'ın dilemesinden büsbütün ayrı
ve ona aykırı olabilecek şekilde serbest ve hür olduğunu zannetmek de
Allah'ın, âlemlerin Rabb'i olduğunu düşünmemektir. Allah'ın dilemesi
dışında hiçbir olay düşünülemez. Onun için kulların kendi tercihlerini
kullanarak yaptıkları fiillerde ne sırf cebir, ne de sırf serbest
bırakma vardır. Aksine kullar için sırf cebir yani zorlama cereyan eden
birçok zorunlu fiiller bulunduğu halde sırf serbestlik yoktur. "Rabbin
dilediğini yaratır ve seçer. Onlar için ise seçme hakkı yoktur."(Kasas,
28/68), "İyi bilin ki, yaratmak ve emretmek ona mahsustur. O, âlemlerin
Rabb'i olan Allah ne yücedir."(A'râf, 7/54). Dolayısıyla insanlar doğru
yolda olmayı dileyerek hakkı ve doğruyu aramalı ve böylece bu zikirden
yararlanmalıdır. Fakat doğru yolda bulunmaya muvaffak olanlar da bu
başarıyı Allah'tan bilmeli ve yüce Allah'ın, vermiş olduğu dilemeyi
kaldırıp yok edebileceğini de unutmamalı, "sizden doğru yolda olmayı
dileyenler için" buyrulmakla, "madem ki iş bizim dilememize
bırakılmıştır, o halde biz her ne dilersek hak ve doğru olur" zannına
düşmemeli, dilemeleriyle sorumluluğun kendilerine ait olduğunu daima
hatırda tutmalıdır.
Alûsî'de
Süleyman b. Musa ve Kasım b. Muhaymire'den şöyle rivayet olunmuştur:
âyeti inince Ebu Cehil: Demek ki iş bize bırakılmıştır. Dilersek doğru
yolda oluruz, dilersek olmayız." demişti. Bunun üzerine âyeti indi.
Buna göre de bu âyet, cebrin olduğunu göstermek için değil, tamamen
serbest bırakmanın olmadığını göstermek suretiyle doğru yolda olmayı
Allah'tan dilemeye teşvik akışı içinde inmiştir. Korkutmaya ve dileme
mecburiyetine delaleti işaret yoluyladır. Bu iki özellikte yine aşağıda
olduğu gibi açıklanacaktır.
|
|