|
Tekasür
Suresi Tefsiri
|
|
|
Elmalı Tefsiri
1-2. Oyaladı
sizleri. "Elhâ" kelimesi "levh"den
if'al babındandır. "Vav" dördüncü harf olarak vahi olduğu için "yâ"ya
çevrildiğinden
"elif", "yâ"dan değişmiş olarak yazılır. Eğlence demek olan "levh"in
aslı
gaflet olduğundan "ilhâ" eğlemek, boş bir şey ile aldatarak ve meşgul
ederek
oyalamak, işinden alıkoymaktır.
Tekâsür,
çokluk kuruntusu, gururu, iddiası.
"Kesret"den tefaül babından. Biz çoğuz, hayır biz çoğuz diye
birbirleriyle
çokluk yarışı, çokluk gösterisi etmek, çokluk sevdası veya çokluk
açıklaması
ile kuruntuya düşmek, öğünmektir ki, dünyalıların genellikle kapılıp
aldandığı
bir gurur hâlidir. Neyin çokluğu ve neden alıkoyduğu açıkça
belirlenmeyerek
"ilhâ" (oyalama) ve "tekâsür" (çokluk kuruntusu) mutlak zikredilmiştir.
Zira makamın gereğine göre zihin, muhtemel olan her şeyi anlayabilmek
bakımından
mutlak getirmenin bir şümullü belagati vardır. Bununla beraber manen
bir
kayda bağlamaya delalet eder karine de yok değildir.
Birinci
olarak "ilhâ", oyalamak, meşgul olunması
gereken gerçek maksatdan ve mühim olan iş ve görevden eğleyip alıkoymak
demek olduğu ve bundan önceki sûrede "kâria" (kıyamet) ve "mizan"
(tartı)
zikredilmiş bulunduğu gibi, bundan sonra da kabirler zikrolunacağı için
"ilhâ", gerek vacib ve gerek mendub olan görevlerden ve işlerden,
insanın
hakikaten işine yarar kasdettiği, maksadı olması gereken, zikir,
marifet
(bilgi), tefekkür, düşünme, şükür, taat ve ibadet gibi mühim işlerden
alıkoymak;
"Tekasür" de, buna karşılık ahirette işe yaramayacak, o kıyamet günü
ameller
tartılırken tartıda ağır basmayacak, o kızgın ateşten korumayacak ve
bundan
dolayı geçici dünyada insanı aldatıp ahirete yalnız hesap, sapıklık,
azap
bırakacak olan gurur metâı şeylerin çokluğuyla öğünmek olacağı
anlaşılır
ki, Hadid Sûresi'ndeki "Muhakkak dünya hayatı bir oyun, eğlence, sûr,
kendi
aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır." (Hadid, 57/20)
âyetinin
mefhumu demektir. Nitekim Buhârî'de, İbnü Abbas'dan, "mal ve evlatda
çokluk
gururu" denilmiştir.
İkinci
olarak: de "Elif-lâm" ahd için olarak
nüzul sebebindeki mânâya işaret olur. Bunda ise bir kaç rivayet vardır:
Bir çok tefsircinin zikrettiğine göre Abd-i Menaf oğulları ile Sehm
oğulları,
hangimiz daha çoğuz diye birbirlerine karşı öğünmüşlerdi. Abd-i Menaf
oğulları
çok geldi, bunun üzerine Sehm oğulları, bizi dediler, cahiliye devrinde
zulüm yok etti, haydin hem sağ olanlarımızı, hem ölmüş bulunanlarımızı
sayışalım! Bunda da Sehm oğulları çok geldi, bu sûre bunun üzerine
indi.
Bazı rivayette de kabirlere kadar gittiler. İbnü Ebî Hâtim'in Ebu
Büreyde'den
bir nakline göre de: Ensar kabilelerinden Hârisoğulları ve Harsoğulları
karşılıklı öğüşmüş ve çokluklarıyla böbürlenmişler. Bir taraf: "Bizde
filan
ve filan gibiler var" demiş, diğerleri de öyle demişler. Böyle
dirileriyle
ögünüştükten sonra, "haydin kabirlere gidelim" demişler. Varmışlar, bir
taraf kabirlere işaret ederek: "sizde filan filan gibiler var mı?"
demiş,
diğerleri de o şekilde karşılık vermişlerdi, bunun üzerine nazil oldu,
demiştir. Bu iki rivayete göre demek nüzul sebebi, ölülerle bile
öğünecek
derecede aded ile çokluk gururudur. Bu mânâda olan çokla öğünmeler de
delalet
bakımından buna katılmak gerekir. Ancak birincide bilfiil kabirlere
kadar
gidilmemiş, sadece kabirlerde bulunan ölülerin adları ve adedleri
anılarak
ögünülmüştür. Diğerinde ise bilfiil kabirlere kadar da gidilmiştir. Bir
de Ensar Medine'de olduğu için, bununla sûrenin Medenî olduğuna delil
getirilmiştir.
Önceki ise meşhur olduğu vechile Mekkî olduğunu gösterir.
Bunlardan
başka İbnü Cerir ve Âlûsî'nin kaydettiği
üzere Buharî, Übeyy b. Ka'b (r.a.) den rivayet eylemişlerdir. Demiştir
ki: Biz şu: "Âdemoğlunun iki vadi malı olsa üçüncü bir vadi daha
isterdi,
Ademoğlunun karnını ancak toprak doldurur, sonra Allah tevbe edenin
tevbesini
kabul eder." kelâmını Kur'ân'dan görürdük, sonuna kadar nâzil oldu.
Tirmizî
ve İbnü Cerir, Abdullah b. Şihhir'den rivayet etmişlerdir ki: Anılan
zat,
Peygamber (s.a.v)in huzuruna varmış, Resulullah okuyormuş, buyurmuş:
"Ademoğlu,
"malım, malım" der. Halbuki malından sana ancak sadaka verip
geçirdiğin,
yahut yeyip tükettiğin, yahut giyip çürüttüğünden başka ne var?"
Tirmizî,
"bu hadis hasendir, sahihtir" der. İbnü Cerir de der ki: Resulullah'ın
okuyup da akabinde öyle buyurması, çoklukla öğünmenin, mal öğünmesi
olduğuna
işaret eder. İşte bu rivayetlerden dolayı tefsircilerin bir kısmı
önceki
rivayetlere göre bu çokla öğünmeden maksad, adet çokluğuyla öğünme
olduğunu
kabul etmişler; bir kısım da sonraki rivayete göre mal çokluğu ile
öğünme
olduğuna kani olmuşlardır. Öncekiler nüzul sebebi olmakta açık olduğu
gibi,
sonraki de Resulullah'dan gelen sahih bir tefsir olduğu cihetle
Buhârî'nin
de işaret ettiği vechile ikisini de cem etmek âyetin mutlak oluşuna
daha
uygun ve birinci olarak beyan olunan açıklamaya ve Hadid Sûresi âyetine
de uymaktadır. Şu halde bundan bütün her şeyde çokluk yarışının
kötülenmiş
olması lazım gelmez, çokluğuyla öğünülecek şeyler de vardır.
Râzî de der
ki: "Âyet, çokla gururlanmanın
ve öğünüşmenin dinde kötülenmiş olduğuna delalet ediyor. Akıl da,
hakiki
saadet de çokla gururun ve öğünmenin kötülenmiş olduğuna delalet eder.
Hz. Abbas'ın su işleri elinde olmasıyla öğünmesi ve Şeybe'nin Kâbe'nin
anahtarı elinde olmasıyla öğünmesi üzerine Hz. Ali: "Ben kılıcımla
küfrün
hortumunu kestim, küfür müsle (yani burnu, kulağı kesik) oldu da, siz
müslüman
oldunuz." demişti, bu onların gücüne gitmişti. Bunun üzerine Tevbe
Sûresi'nde
"Hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı onarma işini yapanı, Allah'a,
ahiret
gününe inanan ve Allah yolunda cihad edenle bir mi tuttunuz?" (Tevbe,
9/19)
âyeti nazil oldu diye gelen rivayet de bu cümledendir. "Ve Rabb'inin
nimetini
anlat." (Duhâ, 93/11) âyetinin tefsirinde de insanın başkaları
tarafından
kendisine uyulacağını sandığı takdirde itaat ve güzel ahlâk ile nimeti
anmak üzere iftihar etmesi caiz olduğuna dair söz geçmiştir. Şu halde
sabit
olur ki: Dinde kötülenen mutlak çoklukla gururlanma değildir. Belki
ilminde,
taatte, güzel ahlâkta çokla gururlanmak öğülmüştür ve hayırların aslı
odur.
Onun için 'deki elif-lâm istiğrak için değil, ahd-i sabık (geçmiş ahd)
içindir ki, o da dünya lezzetleri ve ilgileriyle çok öğünmedir. Çünkü
Allah'a
itaat ve kulluktan alıkoyan odur. Bu cihet, akıllarda karar kılmış ve
dinlerde
üzerinde ittifak edilmiş olduğu cihetle çokluk üzerinde öğünmeye harf-i
tarif getirilmesi güzel olmuştur. Biz de şunu ilave edelim ki:
Hayırlarda
yarışma, musabaka yalnız caiz olmakla kalmaz, aynı zamanda "yarışın"
emirleriyle
emredilmiş olduğunda da şüphe yoktur. "Hayırlarda yarışınız."(Bakara,
2/148;
Maide, 5/48) emir; "Yarışanlar, bunun için yarışsınlar." (Mutaffifin,
83/26)
teşvik etmektir. Râzî'nin akıldan maksadının da bu gibi nass (kesin
dini
delil)ların delaletleri olması gerekir. Bununla beraber hayırlar ve
itaatlardaki
çokluk yarışında da Allah için iyilik etmek, ihlas ve nimetleri anma
halleriyle
gösteriş ve kibir tarzında gurur ve öğünüşmeyi ayırmak, "Allah'ın size
verdikleriyle şımarmayınız." (Hadid, 57/23), "Muhakkak Allah, kurumlu,
böbürlenen insanları sevmez." (Nisa, 4/36) gibi yüce âyetlerin
mefhumlarını
unutmamak lazım gelir. Zira hayır ve güzel amellerin güzelliği ve
tartıda
ağır gelmesi yalnız adedlerindeki çokluğundan dolayı değil, daha çok
niteliklerindeki
samimiyet ve ihsan iledir. "De ki: 'Murdarla temiz bir olmaz. Murdarın
çokluğu hoşuna gitse de." (Maide, 5/100) buyurulmuştur. Burada
kötülenmiş
olan çokla gururlanmak da o gibi güzel amellerden alıkoyan ve
içeriğinde
bir çeşit oyun bulunan gururlanmadır. Bunun nihayet kabre gidinceye
kadar
aldatan öyle dünyevî şeylerle ilgili gururlanma olduğuna şu da delalet
eder. Ta kabirleri ziyaretinize kadar. Buna üç mânâ verilmiştir:
Birincisi:
İlk zikrolunan nüzul sebebi rivayetlerine
göre: Tekâsür (çokla gururlanma), çokluk davasıyla gurur ve iftihar
sizleri
öyle oyaladı, Allah'a itaat ve gazabından korunmak için yapılacak kârlı
işlerinizden öyle alıkoydu ki, dirileri bitirdiniz de, hatta
kabirlerdeki
ölüleri saymaya, onlarla iftihar etmeye kadar gittiniz. Halbuki
kabirleri
ziyaret edenlerin çoklukla gururlanması, ölülerle öğünüp sevinmesi
değil,
onlardan ibret alarak gafletten uyanması ve o kızgın ateşten kurtulmak
için tartıda ağır basacak güzel amellere çalışmaları gerekir, demektir.
Bu şekilde birinci rivayete göre, kabirleri ziyaret, ölüleri, saymakla
öğünmekten mecaz veya kinaye olmuş olur ki Keşşaf sahibi bunu tercih
etmiştir.
İkinci rivayete göre ise mecaz ve kinayeye ihtiyaç yoktur. İkisinde de
ve fiilleri hakikati üzere mazi (geçmiş zaman) mânâsınadırlar. Onun
için
tefsircilerin çoğunluğu, âyetin zahiri, önceki rivayetler gereğince
vaki
olanı sayı bakımından çoklukla öğünmeye ve iftihar etmeye daha çok
uyduğunu
söylemişlerdir. İbnü Cerir'in rivayet ettiği vechile Katâde şöyle
demiştir:
"Biz, felan oğullarından çok çokluğuz, biz felan oğullarından daha
öndeyiz."
diyorlar ve halbuki her gün sonlarına kadar düştükçe düşüyorlardı.
Vallahi
hep böyle gittiler, sonunda hepsi kabir ehli oldular". Şu halde bu
mânâda
olan diğer boş yere çoklukla öğünme ve iftihar etme gururları bundan
ibare
ile değil, delaletle anlaşılmış, bundan sonraki zecri (zorlama) de bu
sebeple
yapılmış olur.
İkincisi:
Tekâsür, yani dünya hırsı, mal,
evlat ve adet çokluğuyla öğünme sevdası sizleri öyle gaflete düşürdü,
eğledi,
oyaladı ki, kabirlere gittiniz, ölüm anına kadar, yani canlarınız
çıkıncaya
kadar ömürlerinizi öyle dünyayı tutmak için sarfettiğiniz, boşuna
eğlence
ile geçirdiğiniz, akıbetiniz, ahiretiniz için gayret ve amelde
bulunmadınız.
Sadece mal ve evlat çoğaltmayı düşündünüz. Nihayet ölüm haline
geldiniz,
ölmek, gömülmek üzere bulunuyorsunuz. Ey öyle olan gafiller! Sizler
kendinizi
kurtaramayacaksınız, cehennemi boylayacaksınız, demektir. Bu şekilde
kabir
ziyareti ölüm halinden eya ölümden ibaret olur. Nitekim bu mânâda Ahtal
şöyle demiş:
"Bu sene, hiç
bir dost on gece rahat kalamayacaktır.
Ya, yara
sargısının acısını tatmıştır, yahut
bir kabri ziyaret edecektir".
("Halil"
kelimesi noktalı veya noktasız; "aşr"
kelimesi, "ayn"ın fethası veya kesresi olmak üzere iki rivayet vardır).
Cerir de ona
şöyle demiştir:
"Ebu Malik
kabirleri ziyaret etti,
Fakat onları
ziyaret edenlerin en alçağı oldu".
Üçüncüsü:
Tirmizî, İbnü Cerir ve İbnü Münzir
ve daha bazıları Hz. Ali kerremallahu vechehudan rivayet etmişlerdir:
Demiştir
ki: "Biz kabir azabı hakkında şüphe eder dururduk, ta nazil olana
kadar".
Demek ki "kabir azabını tadıncaya kadar" demektir. Yahut bu mânâya
işaret
etmekte ve bunun özellikle çok öğünmek kendilerini oyalamış olanlarla
ilgisini
göstermektedir. Çünkü o hırslı kâfirler kabre girdikleri veya
girecekleri
gün o gafletten uyanacak, bütün ömürlerince çoğaltmak için
oyalandıkları
gelip geçici şeylerden ayrıldıklarını ve yalnız vebalini yüklenip
kaldıklarını
göreceklerdir. Bu iki vecihte kabre girince o oyun ve çokla
gururlanmanın
kalmayacağına işaret edilmiş olur. Ve (ziyaret ettiniz) ya muzari
(şimdiki
veya gelecek zaman) mânâsında olup gerçekleşmesinin kesin olmasından
dolayı
mazi (geçmiş zaman) kipiyle ifade edilmiştir. Yahut geçmişte ölmüş
olanlar
üstün getirilmiş veyahut çokla öğünme hırsı yüzünden ölmek üzere
bulunanlar
veya fertlerin çokla gururlanma hırsı ile yıkılmaya yüz tutmuş olan
kavim
kabre girmek, kabir azabı çekmek hâlinde tasvir edilmiş demek olur.
Hatta
takdirinde olarak masdar ile tevil edilmiş, yani ziyaretimize kadar
demek
olduğu için, zaman mânâsından soyunmuş de olur. Tamamen mazi mânâsını
muhafaza
etmek üzere Ebu Müslim, Allah Teâlâ bu sûreyi kıyamet günü kâfirlere
serzeniş
olarak söyleyecek, demişse de "Hayır, eğer kesin bilgi ile bilseniz."
hitabı
bu mânâya pek yakışmaz. Kıyamette değil, dünyada ve kabirde bir hitap
olmasını
gerektirir.
Hikâye olunur
ki, Arabinin birisi bu âyeti
işittiği zaman şöyle demiştir: Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki kavim
kıyamet
için diriltilecek, çünkü "zair" (ziyaretçi) kelimesi munsariftir mukim
değildir. Ömer b. Abdilaziz hazretlerinden de şöyle rivayet olunmuştur:
Ziyaret eden kimse muhakkak dönecek, ya cennete, ya cehenneme
gidecektir,
demiş. Ziyaretçinin ziyaret yerinde, çok durmaması da gerek olduğu için
denilmiştir ki, bunda ölülerin kabirlerde pek çok durmayacağına da
işaret
vardır.
Yukarıdaki
izahattan anlaşılacağı üzere âyette
ün de nın da gayesi olması muhtemeldir. Öyle varlıkla gururlandınız ki,
hatta kabirleri ziyaret ettiniz, ölülerle öğündünüz, yahut öyle
oyaladı,
eğlendirdi ki, ölülerle öğünmek üzere kabirleri ziyaret ettiniz. O
derece
eğlendiniz, yahut ölünceye, ölecek hale gelinceye, kabir acısını
tadıncaya
kadar eğlendiniz, demek olabilir. Önceki nüzul sebebi rivayetleri
birinci
ve ikinciye, sonraki de sonrakine uygun olur. Öncekilerde gaye mugayya
(gaye edinilen)da dahil olarak kabir ziyareti malla öğünmenin ve
oyalanmanın
en yüksek sırrı demek olur. Sonrakinde ise gaye, mugayyadan hariç olup,
kabre gidilmekle malla öğünme ve oyalanma sona ermiş, kalmamış olur.
Âyetin
zahirine en uygun olan da öncekilerdir. Bu ise kabir ziyareti çok
öğünmenin,
oyalamanın son derecesi olmak itibarıyla kötüleme ve yasaklanmasını
ifade
eden bir azarlama demektir. Fakat bu kötüleme ve yasaklama mutlak
değil,
mezarlar ve mezardakilerle öğünme, gururlanma ve oyalanma mahiyetinde
olmak
kaydiyle kayıtlanmıştır. Şu halde böyle olmayanlar bu hükme dahil
olmaz,
mefhum-i muhalif (tersine anlayış)de kalmış bulunur ki, bunun da kısaca
hükmü burada sunulmuş olmak veya gayenin mefhumu ile amel edenlere göre
caiz olmaya işaret etmektir. Susularak geçildiği takdirde de ahireti
hatırlamak,
düşünmek hikmetiyle meşru oluşu nebevî hadis ile beyan olunmuştur. Zira
Ebu Davud'un rivayet ettiği vechile "Size kabir ziyaretini
yasaklamıştım.
Kabirleri ziyaret edin, çünkü o ahireti hatırlatır.", daha yaygın olan
diğer bir lafızda "Size, kabir ziyaretini yasaklamıştım, haydi onları
ziyaret
edin, çünkü o size ahireti hatırlatır." buyurulmuştur. Gerçi bu hadis
mütevatir
olmadığı için âyeti ne tahsis, ne takyid, ne de neshedemez. Onun için
bunda
söylenen yasaklama, âyetteki yasaklamadır, denemez. Fakat âyetin
sustuğu
veya mücmel olduğu noktaları beyan eder. Ve önce kabir ziyaretinin
Peygamber
tarafından yasaklanmış olduğunu da haber verir. Bundan dolayı Fahreddin
Razî, bu âyetin mânâsını açıklarken der ki: "Bununla Allah Teâlâ onları
nefislerinden hayrete düşürüyor ki şöyle demek gibidir: Siz ne büyük
şaşkınlık
ediyorsunuz! Farzediniz ki siz ölülerinizle daha çoksunuz, fakat ondan
ne çıkar, size onun ne faydası olur? Zira ziyaret bir yere gitmektir,
bu
ise bir çok maksatlarla olur, onların en önemlisi ve uymaya en layık
olanı
kalbi inceltmek ve dünya sevgisini silerek ahireti düşünmektir. Çünkü
kabirleri
seyretmek onu meydana getirir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) "Size kabir
ziyaretini
yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin, çünkü o size hatırlatmadır."
buyurmuştur. Sizler ise onun aksini yaptınız, kalp sıkıntısı ve dünya
sevgisine
dalarak kabirleri ziyaret ettiniz. İşte önerme böyle tersine olduğu
için
Allah Teâlâ da bunu hayrete düşürme makamında zikretti". Yine bu
mânâdan
dolayı denilmiştir ki: Bu âyet geçmişlerle çokluk taslamak ve onunla
öğünme
ve gururlanmak için kabir ziyaretini çok yapanları uyarmaktır. İbret
almak
ve ahireti düşünmek için ziyaret edenlere değil. Nitekim diye başlayan
Ebu Davud hadisi onun meşru olduğuna işaret eder. Bu söz doğrudur. Zira
âyet, kabir ziyaretini mutlak olarak kötülemiş, çokla öğünme ve
gururlanma
suretiyle ziyaretleri kötülemiş ve azarlamış, diğer ciheti gayenin
mefhumu
ile sessiz bırakmış, onun da ahireti hatırlatmak için olanlarını hadis
meşru kılmıştır. Fakat gariptir ki Âlûsî buna "Şüphe yok ki, âyetin
bundan
uzak olduğu açıktır." diye âyetin ilgisi olmadığını söyleyerek itiraz
etmiş,
sonra da kısmen tasdik ederek: "Evet mezardaki ile öğünmek veya ziyaret
ile gururlanmak için kabir ziyaretinin kötülünmesinde söz yoktur. Nasıl
ki mutasavvıflara nisbet iddia eden cahillerden bir çokları, şeyhlerin
(Allah onlara rahmet eylesin) kabirlerini ziyaretle öyle yapıyorlar,
onunla
beraber taat itikad ettikleri birtakım kötülükler, yol diye tuttukları
birtakım çirkinlikler ve daha ne işler yapmaktadırlar ki onlara
satırların
sineleri dar gelir." demiştir.
Görülüyor ki
kendisi de kabir ziyaretini kötülemeyi,
öğünme ve gururlanma ile kayıtlamış, sonra da onu bir takım kötülükler
ve şerler işlemesine alet eden cahillere şiddetle hücum etmeye fırsat
bularak,
kabir ziyareti öğütlenme ve hatırlama için de olsa caiz değilmiş gibi
ileri
gitmiştir. Maksadı hadisin delalet ettiği ibret ve hatırlatma
hikmetiyle
meşru olan ziyareti inkâr değil, mefhum-i muhalif (zıt kavram) geçerli
olmamak bakımından âyetin suskun olduğunu ve asıl söylenmesi kötülenmiş
olan ziyaretleri kınama yönünde bulunduğunu söylemek olacaktır. Fakat
bu
münasebetle hadisin işareti ile meşruluk yönünü de açıklamış olan
önceki
sözü eleştirmesi doğru değildir. Gerçekte şeref ve şan ile gitmiş büyük
geçmişlerin, babaların ve dedelerin iyiliklerine ve olgunluklarına
varis
olmayan, onların hayır ve haseneleriyle ahlakî faziletlerini daha
ileriye
götürmek için kendilerinde yaşatmayan, onların hayat ve akıbetlerini
düşünmekle
ibret almak, o şekilde kendisinin sonunu düşünmek istemeyip de sadece
onların
isim ve şanlarıyla öğünmek, ölmüşlerin çokluğuyla gururlanmak, çürümüş
kemikleriyle övünmek, gömülmüş bulundukları kabirleri çiğneyerek
üzerlerinde
düğün ve eğlence yapar gibi ciciler bicilerle eğlenmek, yanı başında aç
kalan komşusunu düşünmeyip de kimseye faydası olmaz, israftan başka ad
verilmez masraflar bile yaparak gösteriş için kabir ziyaretlerine
gidenlerin,
kabir ziyaretini ters gayelerle kötüye kullanmış, çokla öğünmek
kendilerini
sapıtmış, tamamen "çoklukla öğünmek sizi kabirlere varıncaya kadar
oyaladı"
âyeti mânâsında dahil, kötüleme ve kınamasına layık olduklarını
hatırlatmak
doğrudur. Fakat kabir ziyaretinin meşru olan yönü yokmuş ve bu âyette
ondan
bahsetmek münasebet almazmış gibi zannettirmek doğru değildir. Fıkıh
kitaplarında
kabir ziyaretinin dine uygunluğu ve adabı hakkında bahis vardır. Bu
cümleden
olarak "Dürrü Muhtar"da: "Kabir ziyaretinde bir sakınca yoktur, isterse
kadınlar için olsun. Çünkü "Size kabir ziyaretini yasaklamıştım, haydi
onları ziyaret edin." hadisi vardır" İmdaa, Mücteba, Bahir ve Redd-i
Muhtar'da:
"Doğrusu hadiste emrolunduğu için mendubdur". "Redd-i Muhtar"da: "Her
hafta
ziyaret olunur, en faziletli olan Cuma, Cumartesi, Pazar, Pazartesi,
Perşembe
günleridir". "Fethu'l-Kadir"de: "Sünnet olan, ayakta duadır. Nitekim
Peygamber
(s.a.v) Bakıa çıktığında öyle yapıyordu ve diyordu ki: "Selam sizlere
müminler
kavminin yurdu, biz de -inşâ Allah- sizlere katılacağız." "Şerh-i
Lübab"
da: "Ziyaretin adabındandır. Ziyaretçi âlemin baş ucundan değil, ayak
ucundan
gelir, fakat bu mümkün olduğu takdirdedir. Yoksa Peygamber (s.a.v.) bir
ölünün başı ucunda Bakara Sûresi'nin baş tarafını, diğer bir ölünün
ayak
ucunda da sonunu okumuş olduğu sabittir. Edeplerinden biri de sahih
olan
lafzıyla selam vermektir, "aleykümüsselam" değil. Zira şöyle varid
olmuştur:
"Selam sizlere müminler kavminin yurdu, biz de -inşâ Allah- sizlere
katılacağız,
bizim ve sizin için Allah'dan afiyet dileriz". Sonra ayakta dua eder,
oturursa
hal-i hayatındaki derecesine göre uzak veya yakın oturur ve Kur'an'dan
kolayına geleni okur. Bu cümleden olarak Fatiha'yı ve Bakara Sûresi'nin
başını e kadar ve Âyetül'kürsi ve Âmenerresulü, Yasin Sûresi, Mülk
Sûresi,
Tekâsür Sûresi ve on iki yahut onbir yahut yedi yahut üç kerre İhlas
Sûresi,
okuyabildiğini okur, sonra "Allahım, okuduğumuzun sevabını felana veya
onlara ulaştır." der. Gerek kırâat ve gerek diğer amellerden ölüye
sevap
hediye edilmesi hakkında "İbnü Abidin"de geniş bilgi vardır. Özeti: Hac
Ani'l-Gayr (Başkası adına haccetme) bahsinde âlimlerimiz açıkça
söylemişlerdir
ki, insan namaz, oruç sadaka veya diğer amelinin sevabını başkasına
yapabilir.
(Hidaye). Hatta "Muhit"den naklen "Tatarhaniye"nin Zekât bahsinde:
Sadaka
veren için en faziletli olan bütün mümin erkek ve kadınlar için niyet
etmektir.
Çünkü o onlara ulaşır, kendi sevabından da bir şey eksilmez. "Bahir"
de:
Bir kimse namaz kılsa veya oruç tutsa veya sadaka verse de sevabını
gerek
yaşayanlardan ve gerek ölülerden başkasına yapsa caiz olur. Ve sevabı,
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e göre onlara ulaşır. (Bedayî). Hafız İbnü
Teymiyye,
kırâet savabının Peygamber (s.a.v.) hazretlerine hediye edilmesini
yasaklamak
istemiş, çünkü onun yüksek şanına ancak onun izniyle cür'et edilebilir,
o ise ona salevat getirmek ve onun için vesile istemektir, demiş. Sübkî
ve daha diğerleri ise bu gibi hususlarda özel izne ihtiyaç olmadığını
İbnü
Ömer'den ve daha başkalarından misal göstermekle beyan ederek onu
reddetmişlerdir.
İmâm-ı Âzam,
İmam Ebu Yusuf'a "Vasiyetname"sinde
şöyle demiştir: Sultanından ilme uygun olmayan bir şey gördüğün zaman,
onu kendisine itaatinle beraber an, çünkü onun eli senin elinden
kuvvetlidir.
Ona, "Ben senin sultan olduğun, başkaları üzerinde otoriteyi haiz
bulunduğun
şeyde sana itaat ediciyim. Ancak gidişatında ilme uygun olmayan bir şey
arzedeceğim." dersin. Bunu sultanın yanında bir kerre yaparsan
yeterlidir.
Zira üzerine düşer ve devam edersen belki sana kahrederler. Bu da dinin
yıkımı olur. Şayet senin dininde ciddiliğini ve iyilikleri emretmekteki
hırsını anlamak için onu bir iki kerre yaparsa, bir kerre daha yaptığı
zaman yanına sen yalnızca gir ve dinde öğüt ver. Eğer bid'at ehli
(sapık
mezheb sahibi) ise, sultan da olsa, onunla tartış, Allah'ın Kitabı'ndan
ve Resulullah'ın sünnetinden bildiklerini söyle. Kabul ederse ne âlâ,
etmezse
artık seni ondan korumasını Allah Teâlâ'dan dile ve ölümü an. Üstadın
ve
kendilerinden ilim aldığın kimseler için bağışlanmalarını dile ve
Kur'ân
okumaya devam et, kabirleri, şeyhleri ve mübarek yerleri çok ziyaret
et.
Hep bunlar,
kabir ziyaretinin de meşruluğunu,
hikmetini, zamanını, usul ve edeplerini göstermektedir. Dikkate
şayandır
ki bunlarda ölülerden bir şey istemek, "yetiş ey felan" gibi yardım
istemek
yoktur, ancak selam vermek "Allah'tan bize ve size afiyet dileriz."
gibi
gerek diriler ve gerek ölüler hakkında selamet ve afiyet için Allah'a
dua
etmek ve Kur'an okuyup sevabını hediye etmek ve bilhassa geridekilerin
de onlara katılacağını düşünerek kamil iman ile gitmek için hazırlanmak
üzere inşa Allah (Allah dilerse) diye ilâhî iradeye sığınmak vardır ki,
bunun özeti ölülerden birşey dilenmeksizin onlara sadece ruhlarını şad
edecek, Allah katında mertebelerini yükseltecek sevap hediye edip, her
ne dileyecekse Allah'tan dilemek ve bütün kalbiyle ahireti, sonunda o
kabirlere
gidileceği ve o kabirlerin deşileceği ve gönüllerdekinin derileceği,
insanların
dağılmış çekirgeler ve dağların atılmış boyalı yünler gibi olacağı ve
amellerin
tartılıp tartıları ağır basanların razı olan geçime ve hafif gelenlerin
kızgın ateşe ayrılacağı günü düşünüp Allah'a kâmil iman ve güzel amel
ile
ermek azmini kuvvetlendirerek, insanları aldatan gurur ve çokla öğünme
hırsından sıyrılıp tartıda ağır basacak hayır işlerle hayatın feyiz ve
meyvesini derlemeye çalışmaktır. Ölenler, Allah katında derecelerine
göre
ya razı olan geçim veya kızgın ateşe gitmek üzere Allah'a dönmüş veya
döndürülmüşlerdir.
Hayatta olanlar da "Kişi sevdiğiyle beraberdir..." sözü üzere
sevdikleriyle
haşrolunacaklarından, iyileri sevenler iyilerle, kötüleri sevenler de
kötülerle
haşrolunacaklardır. Sevginin kıymeti de "İnananlar en çok Allah'ı
severler."
(Bakara, 2/165) âyeti gereğince Allah için olması ve "De ki: 'Eğer
Allah'ı
seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Al-i İmran, 3/31)
emri
gereğince Allah için itaatte bulunmak dolayısıyladır. Yoksa ölenler
Allah
katında ne kadar iyi olurlarsa olsunlar. "Onlar bir ümmetti, gelip
geçti:
Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz,
onların yaptıklarından sorulmazsınız." (Bakara, 2/134) âyeti hükmünce,
geçmişlerdir. Onların kazancı kendilerine, sizin kazancınız sizedir,
siz
onların amellerinden sorumlu olacak değilsiniz. Onun için onlarla
öğünme
ve gururlanmanın mânâsı yoktur. "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak
senden
yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşması gereğince ibadet Allah'a ve
yardım
ise ancak Allah'tandır. Allah için halka yardım öğülmüş ve emredilmiş
ise
de halktan dilenmek kötülenmiştir. Dirilerden istenmesi caiz olmayan,
şeyleri
ölülerden istemenin hiç yakışmayacağı da açıktır. Onlardan faydalanma,
onların O hallerini ve gidişatlarını düşünerek ilmî, amelî eserlerinden
ve güzel gidişatlarını yaşatmak suretiyle ruhaniyetlerinden
istifadedir.>
Onun için İbnü Abidin (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) "Redd-i
Muhtar"da
der ki: "Veliler, Allah'a yakınlıkta farklıdırlar. Ziyaret edenlerin
menfaatleri
de, marifetleri ve sırları oranındadır." Bir insanın bir kitaptan bir
proplemini
halletmesi, geçmişlerden bir istifadesi olduğu gibi, bir kabri
ziyaretle
bir kitap okur gibi düşüncenin uyandıracağı hatıralara göre bir etki
alması
da tabiidir.
Bunun en
güzeli de meydana gelen kalp inceliği
ile ahiret hissini duyup, o uyanma ile hayata dönmek ve gaflet
perdesini
sıyırıp, kalan ömrünü hayır ve iyilikler ile Hakk'a kavuşanlara
katılmak
üzere hak yolunda güzel amellerle geçirmek azmini beslemektir ki,
hadis-i
şerifte buna: "Çünkü o size ahireti hatırlatır." diye tenbih
edilmiştir.
Böyle uyanma ile ibret alınması lazım gelen kabir ziyaretini, zıddına
olarak,
öğünme gururuyla çoklukla öğünmek için yapmak, sıkıntının, gafletin son
derecesi olduğundan dolayı öyle yapanlara "Çoklukla övünmek, sizi
kabirlere
varıncaya kadar oyaladı." hitabıyla azarlama yapılmıştır. Bu açıklama,
kabir ziyareti, hakikat mânâsına olduğu takdirdedir. Buna, "Çoklukla
öğünmek
sizi ta kabirleri ziyaret edişinize kadar oyaladı." yani kabirleri
ziyaret
ettiğiniz zaman o çokla gururlanma ve oyalama kalmadı veya kalmaz,
mânâsı
verildiği takdirde gaye, gaye edilenden hariç olacağından kabir
ziyaretlerinin
dünya hırsına çokla öğünme ve oyalamaya son vereceğine de işaret
edilmiş
olur. Fakat yukarda açıklandığı üzere tefsirciler bu takdirde kabir
ziyareti
hakikat mânâsına olmayıp, ölümden kinaye olacağını söylemişlerdir.
Çünkü
çoklukla öğünmeye kesin şekilde son veren ölümdür. Gerçi bir ölü
başında
bulunmak ve bir cenazeyi kabre götürüp defnetmek veya sonra kabrini
ziyaret
etmek hallerinde de açıklandığı üzere kalbi olanlara bu anahtar ve
hatırlatma
hükmü inkişaf etmez değilse de bu, genel ve kesin olmadığı gibi, bunlar
hakikatle hep ölümün fer'i ve gereğidirler. Bir de bunlar istenildiği
takdirde
yasak ve kötülenmiş değil, sözün gelişi gayeye yönelik olarak vacip
veya
mendub olmak gerekir. Yani asıl maksat oyalamayı beyan ile zorlama ve
azarlamadan
çok kabir ziyaretine sevketmek demek olur. Fakat bu haddizatında güzel
bir mânâ olmakla beraber, bundan sonraki ile zecr (yasaklama)e uygun
düşmez.
Çünkü kelâmın sevki, gereğinde kelâmın yasaklama ve tehdidi, doğrudan
doğruya
ziyarete yönelmiş olmak lazım gelir. Bu ise zıtlık ve çelişki olur.
Bundan
anlaşılır ki, kelâmın sevkedildiği şey kabir ziyareti değil, oyalama ve
çokla öğünmekle kınamadır. Kelâmın yasaklama ve zorlaması da ona
yöneliktir.
Önceki vecihlerde ise çokla öğünmek için olan kötülenmiş kabir ziyareti
bahis konusu olarak gaye, gaye edinilende dahil olduğu için bu mahzur
varid
olmadığı gibi, gaye, gaye edilenden, kelâmın sevkedildiği şeyden hariç
olmak üzere ölüm mânâsına olduğu takdirde de varid olmaz. Ve meâl şu
olur:
"Çokla öğünmek sizleri öyle gaflete düşürdü ki, tâ canlarınız
çıkıncaya,
tenleriniz kabirlere girinceye kadar.
|
|
|
3. İş
öyle
değil, sakının, öyle kabir ziyaretine
varıncaya kadar çoklukla öğünme ve gururlanma ile oyalanmayın, sonu
kabre
varan dünyada çok önemli olan görevi unutup da boş, gelip geçici
şeylerle
eğlenip oyalanmak, mal çokluğuyla gururlanmak aklı olanlara yakışmaz;
gerçek,
sandığımız gibi değil. İlerde bileceksiniz. Ne büyük gaflette
bulunduğunuzu,
bulunduğunuz halin sonu ne kadar kötü olduğunu, sonucunu gördüğünüz
zaman
anlayacaksınız.
4. Sonra,
hayır, ilerde bileceksiniz. Öncekini
tekiddir. İkincinin birinciden daha belagatlı olduğuna delalet içindir.
Bir de önceki ölüm sırasında veya kabirde, ikincisi de ölümden sonraki
dirilme sırasında denilmiştir.
5-6.
"Hayır
öyle değil." Önceki yasaklamaları
bir daha te'kiddir. Râzî der ki: "Bu iadenin güzel oluşu, çünkü her
yerde
'ya diğer yerlerindekinden başka bir şey takip ettirmiştir. Bu şöyle
demek
gibidir: Yapmayın azabı hak etmiş olacaksınız, yapmayın daha diğer
zararlara
giriftar olacaksınız. Bu gibi tekrarlar ise belagatçılar katında çirkin
değil, güzeldir, faydalıdır. Fakat Hasen'den rivayet edildiği üzere bu
üçüncü 'nın "hakikaten, gerçekten" mânâsına olması da yakışır, yani
doğrusu
. Yakîn (kesin bilgi) ile bilesiniz. Dilimizde Arapça'dan olan "yakîn"
ile sırf Türkçe olan "yakın" kelimelerini birbirine karıştırmamak
gerekir.
Türkçe "yakın", Arapça "karib" demek olduğu malumdur. Bununla beraber
Arapça
olan "yakîn" de dilimize öyle mal olmuştur ki, çokları Türkçe "yakın"ı
bile Arapçası gibi yazarlar. Bu kelimenin ilim ve edebiyat
ıstılahımızda
kıymeti çok büyüktür. Bütün ilim ve fende aranan gaye bu yakîne
ermektir.
Onun için "ilme'l-yakîn", "ayne'l-yakîn", "hakka'l-yakîn" deyimleri de
birer klişe olmuştur. Yukarılarda da geçtiği üzere "yakîn" aslında
şeksiz
ve tereddütsüz ilim mânâsına "yakn" gibi masdar veya mübalağalı ism-i
fail
olup ilmin sıfatından olarak bilinmektedir. "Müteyakkan" (şeksiz
şüphesiz
bilinen) mânâsına malumun sıfatı olarak da kullanılır. Özellikle
"ölüm"ün
de ismi olmuştur. Rağıb der ki: İlmin sıfatı olan yakîn, anlayışın
sebatıyle
nefsin sükunudur. Marifetin, dirayetin ve benzerlerinin üstündedir.
İlm-i
yakîn (kesin bilgi) denilir, marifet-i yakîn denilmez. Seyyid'in
beyanına
göre de sözlükte yakin, şek ve şüphe olmayan ilimdir. İstılahta, "o şey
öyledir diye öyle inanmaktır ki, başka türlü olması mümkün değil,
inancı
ile beraber olaya uygun ve yok olması mümkün olmayan bir inanç ola. (Bu
tarifin, ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn mertebelerinin
açıklaması
hakkında Bakara Sûresi'nde "Onlar ahirete de kesinlikle inanırlar."
(Bakara,
2/4) ve Vâkıa Sûresi'nde "İşte kesin gerçek budur." (Vâkıa, 56/95)
âyetlerinde
söz geçmişti. Oraya bkz.). Burada şunu söyleyelim ki, bu âyette
mef'ul-i
mutlak "kesin bilgi" tamlamasında yakînın üç mânâsına göre üç ihtimal
vardır:
Birincisi:
Yakîn ilmin sıfatı olmak mânâsıyla
mevsufun sıfata veya âmmın hassa izafeti kabilinden olmasıdır ki, yakîn
ilim, yakîn denilen sağlam biliş demektir.
İkincisi:
İlmin malumuna izafeti kabilinden
olmasıdır ki, emr-i müteyakkane yani şeksiz malumunuz bulunan şeyleri
bilirsiniz
gibi demektir. Tefsircilerin pekçoğu bu mânâyı söylemişlerdir.
Üçüncüsü:
"el-Yakîn", mevt (ölüm) mânâsına
olarak ölümü bilmek, ölümü biliş, yahut ölüm ilmi, ölüm bilgisi ile
ilerisini
bilseniz, demek olur. Bazı tefsirciler de burada bu mânâyı
vermişlerdir.
İnsanların
ölümü bilişleri üç mertebededir:
- Birincisi:
Her aklı olan, benzerlerinin ölümünden
inceleme ve kıyas yoluyla delil getirerek kendinin öleceğini de
şüphesiz
bilir ki bu ilme'l-yakîndir.
- İkincisi:
Ölüme çok yaklaştığında melekleri
açıkça görmesiyle ölümü bilir ki bu da ayne'l-yakîndir.
- Üçüncüsü: Tam
öldüğü andaki biliştir ki, o
da hakka'l-yakîndir. Önce ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn malumu olan yakîn
o zaman kendisi olarak tahakkuk etmiştir.
İlme'l-yakîn, bu üç mertebeye
âmm olarak da kullanılır. Bu mânâlarla ilm-i yakîn ve ilm-i mevt (ölüm
bilgisi) deyimi, mesela matematik ilmi, tıp ilmi, hayat ilmi, ruh ilmi
(psikoloji), din ilmi, felsefe ilmi deyimleri kabilinden olarak
mânâ: Yakın
bilgisini, ölüm bilgisini hakkıyla
bilseniz de o ilim ile ilerisini, sonuçtaki cezayı bilseniz! demek
olur.
Sonra, bütün tefsirciler burada in cevabının hazfedilmiş olduğunda
ittifak
etmiş görünüyorlar. Ancak takdirinde bir-iki vecih söylemişlerdir:
1- Eğer
ilerisini şüphesiz ilimle bilseniz
öyle yapmazdınız, mal çokluğu ile öğünme sizi oyalamazdı, diye, öneri
ile
tayindir.
2- Zihinler
mümkün olabilen her şekli düşünsün
diye kapalı bir şekilde korkutmayı en yüksek derecede büyütmek üzere
haziftir
ki, eğer ilerisini şeksiz ilimle bilseniz neler neler yapardınız, yani
öyle çalışır, öyle işler yapardınız ki, şimdi onun içeriği tarif ve
tavsife
sığmaz. Fakat biliyorsunuz, bilgisizlik ve gurur ile yanlış
gidiyorsunuz,
çokla öğünmek ve gururlanmakla vakit geçiriyorsunuz, demek olur. Tahkik
ehlinin tercihleri de bu ikinci vecihtir.
Birçok
kimseler ilim denilince, ilmin lafını
etmek, onunla düşük ve fani maksatlar elde etmek zanneder. Lafıyla
öğünmek
ve çokla gururlanmayı, ilmi ve ilmin adını düşük maksatlar için
kullanmayı
hüner sayar. Halbuki düşünülürse, tefsircilerin hatırlattıkları
vechile,
bu âyette âlimlere çok büyük tehdit vardır. Zira bu âyet gösterir ki,
çokla
öğünmenin sonundaki âfet ve felakete kesin ilim hasıl olsaydı çokla
öğünme
ve gururlanmadan vazgeçerlerdi. Bu ise suçu gerektirir: Demek ki, çokla
öğünme ve gururlanmayı terketmeyenlerde yakîn (kesinlik) hasıl olmaz. O
halde ilmin gerçeğini sezmeyerek kötüye kullanan, bildiklerine imanı
olmayan,
bilgisiyle ilme yaraşır amelde bulunmayan, onunla beraber bilgin adını
taşımak isteyenlerin vay haline, vay haline. İlmin şartlarından birisi
ve hatta en birincisi güzel amellerin en şiddetli uyarıcılarından
olmasıdır.
O, amel zamanında önünde bulunursa rehber, teşvikçi, öğütçü olur. Amel
vakti geçtikten sonra olursa, o vakit de hasret ve nedamet olur. Bu
hasret
şöyle bir misal ile temsil edilir:
Bir yolcu
kâfilesi karanlık bir
yerden
geçmişler. Geçerken ayaklarına ilişen birtakım taşlardan zahmet
çekmişler.
Bir çokları sadece o zahmetten bir an önce sıyrılıp çıkmayı düşünerek
geçip
gitmişler, bazıları da o karanlıkta onlardan biraz alıp ceplerine,
torbalarına
koymuşlar. Sonra karanlıktan çıktıkları vakit bakmışlar ki o taşlar
kıymetli taşlar imiş. O zaman her iki kısım da hasret ve nedametle ah
çekmiş.
Almış olanlar,
"ah niye daha çok almadık" diye gam yemişler.
Almayanlar
da:
"ah niye biz hiç almadık" diye çırpınıp dövünmüşler.
İşte kıyamet
günü
kıyamet ehlinin hali bunun gibi olacaktır. Çalışanlar, "niye daha iyi
çalışmadık"
diye; çalışmayanlar da, "niye biz çalışmadık" diye üzüleceklerdir. Onun
için gençler, hayat ve memat (ölüm) için karanlıkları aydınlatacak olan
yakîn ilmine (kesin ilme) çalışmalı, ilmi olanlar da güçleri
yetebildiği
kadar bilgilerini ahirette işlerine yarayacak, tartılarında ağır
basacak
güzel ameller yapmak için tatbik ve icraya çalışmalı, dünya zevki
geçirmeye,
dünyada kalacak servetler toplamaya uğraşmamalı, kazançlarını hak ve
hayır
uğrunda sarfetmelidirler. Zira bu dünya eğlenecek yer değildir,
istikbal
geçidi, sırat çok tehlikelidir. Buyuruluyor ki:
Vallahi o
cehennemi muhakkak göreceksiniz.
O cehennem, önceki sûredeki "haviye" (çukur), nâr-ı hamiye denirken
kızgın
ateştir. Bununla o tefsir edilmiş, cehennem ateşi demek olduğu da
anlatılmıştır.
İlk bakışta bu âyet yukarıki in cevabı ve lâm-ı ibtidaiye (başlama
lâmı)
sanılır. Fakat öyle değildir. Demin açıklandığı üzere in cevabı
hazfedilmiş,
bu "lâm", kasem (yemin) için olarak, cümle, hazfedilmiş cevabın sebebi
olmak üzere baştan tehdittir. Bunun doğrudan doğruya e cevap
olmamasının
sebebini tefsirciler şöyle izah etmişlerdir. Zira " edatı bir şeyin
imkânsız
oluşu sebebiyle diğer bir şeyin de imkânsızlığını ifade içindir." Yani
asıl vaz'ı şartının vuku bulmamasından dolayı cevabının vuku
bulmadığını
ifade içindir. Şu halde bu cümle ona cevap olsaydı, mânâ: kesin ilim
(ilm-i
yakîn) bulunmadığından dolayı o cehennemin görülemediğini anlatmaktan
ibaret
olurdu. Durum bu ise sözün cereyanından ve bundan sonraki âyetlerin
devamından
anlaşılıyor ki maksat, o cehennemin, şimdi niçin görülmediğini beyan
değil,
ilerde muhakkak olarak görüleceğini beyan etmekle korkutmadır. Bu ise
bunun
e cevap değil, başlı başına ibtida-i kelâm (kelâm başlangıcı) olduğuna
karinedir. Bu şekilde de lâmın kasem için olması açıktır. Gerçi bunu e
cevap yaparak ve görmeyi ilim mânâsına, kalp görmesine yorarak,
dolayısıyla
o korkutma ve tehdit mânâsını anlamak da mümkündür. "Eğer kat'i ilimle
bilesiniz, elbette o cehennemi görecektiniz, yani göreceğinizi muhakkak
bilecek anlayacaktınız, fakat bilmiyorsunuz. Onun için şimdi görmüyor,
anlamıyorsunuz. Ama ilerde göreceğiniz muhakkak" demek olabilir. Fakat
bu daha dolambaçlı, daha uzun bir yoruma ve takdir olur. Öbürü ise daha
sade ve daha açıktır.
|
|
|
7. Sonra
yemin olsun ki cehennemi yakin gözüyle
göreceksiniz. Bu "ayne'l-yakîn" (yakîn gözü) tamlamasındaki "ayn"da iki
vecih vardır. Birisi: "Ayn", göz mânâsına olmasıdır. Yakîn gözüyle,
açıkça,
önünüzde göreceksiniz, demek olur. Rü'yet (görmek)den zahir olan budur.
Bu şekilde önceki görmek tehdit, ikinci görmek mahşerde,
sıratta
görme demektir. Diğeri de "ayn", zat mânâsına olmaktır ki yakînin
zatından,
kendisinden ibaret olan bir görüşle göreceksiniz, demek olur.
Tefsircilerin
çoğu burada mânâ bu olduğunu söylemişlerdir. Bu ise hakka'l-yakîn
mânâsının
aynı demektir. Bunda bilen, biliş, bilinen, gören, görüş ve görünen hep
aynı şey olarak birleşmiş olur. Böyle biliş ve görüş de Allah korusun
ancak
o cehenneme girmekle olur. Onun için buna göre de demişlerdir ki,
önceki
rivayet (görüş), ortaya çıkış esnasında, sonraki görüş girme
esnasındadır.
8. Sonra
vallahi o gün o nimetlerden muhakkak
sorulacaksınız.
Naîm,
kendisiyle tad alınan her türlü nimeti
içerir. Hayat, sıhhat ve afiyet ve hatta içilen bir yudum tatlı,
soğuk
su da bunda dahildir. Sözün gelişine göre hitap, malla öğünme
kendilerini
oyun ile oyalamış olanlara; o nimetlerden maksad da öyle oyun ve
gafletle
tadılarak ve nimetlenerek dinden veya dinin görevleri ve
sorumluluklarından
alıkoyan nimetler olmak açık görünür. Bu şekilde sorudan, sorgudan
maksat
da, o gün elden gidecek olan o nimetleri başa kakmak, onların
acılarını,
azaplarını çektirmektir. Onun için "Keşşâf"ta der ki:
"İnsanın sorumlu
olacağı ve cezalandırılacağı nimetler nedir? Çünkü hiçbir nimeti
olmayan
kimse yoktur, dersen, derim ki: O bütün himmeti lezzetlerini elde
etmeye
sarfedilmiş olan, ancak hoş yemek ve yumuşak giyinmek, vakitlerini
eğlence
ve oyunla geçirmek için yaşayan; ilim ve amele, layık oldukları önemi
vermeyen;
nefsine onların zorluklarını yüklemek istemeyen kimselerin
nimetleridir.
Fakat Allah Teâlâ'nın sırf kulları için yarattığı nimeti ve rızıkları
ile
faydalanıp, onlarla ilim tahsiline ve gereğince güzel ameller yapmaya
çalışmak
için kuvvet alan ve şükrünü yerine getirmeye çalışan kimseler ondan
hariçtir.
Resul-i
Ekrem (s.a.v.) hazretleri rivayet olunduğu
üzere ashabıyla bir
hurma yiyip, üzerine su içtiklerinde
-Bizi doyuran, suya kandıran ve
müslümanlar
olarak yaratan Allah'a hamdolsun." diye hamdederek buna işaret
buyurmuştur.
Bunda dinden
büsbütün gaflet eden kâfirler
dahil olduğu gibi, dinî yükümlülüklerden gaflet eden fasık müminler de
dahil olur. Yani bunlar, hep o nimetlerden sorumlu olacaklardır.
Şükrünü
bilen salih müminler değil. Beydâvî bunu şöyle özetlemiştir: "Naim
(nimetler),
yani o sizi oyalayan nimetler demektir. Hitap, dünyası dininden
alıkoyan
her kimseye, naim de onu işgal edene mahsustur. Çünkü karine ve "De ki:
'Allah'ın kulları için var ettiği zineti ve temiz rızıkları kim haram
etti?"
(A'râf, 7/32) gibi birçok nasslar ona delalet eder. Bununla beraber
ikisi
de geneldir. "Herkes şükründen sorumlu olacaktır." da denilmiş; "Âyet,
kâfirlere mahsustur." da denilmiştir. Hakikatte Hasen, Mükatil ve İbnü
Abbas'dan rivayet edilerek bazı tefsirciler bu sûredeki hitapların
kâfirlere,
bundan dolayı bu âyetteki sorunun da cezalandırma sorusu olarak onlara
mahsus olduğuna kani olmuşlardır. "Biz hiç, bir nankörden başkasını
cezalandırır
mıyız?" (Sebe', 34/17) buyurulmuş olmasıyla da delil getirmişlerdir.
Fakat
bundan maksad nimeti inkâr etme olduğuna göre önceki mânâya eşit olur.
Diğer bir kısım tefsirciler de sûrenin sonundaki bu hitabın gerek
kâfir,
gerek mümin, gerek fasık, gerek salih bütün insanlara ait bir hitap,
naimin
de her nimeti içeren nimetler cinsi olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde
sorudan maksat, yalnız başa kakmak için azarlama ve ceza sorgusu demek
olmayıp, inkâr veya şükrü ortaya çıkaran ve ona göre ya ceza veya
mükafat
ile neticelenecek olan soru demek olur. Buna bir hayli haberlerle delil
getirmişlerdir.
Bu cümleden
olarak: Tirmizî'nin Abdullah b. Zübeyr'den,
babasından rivayet ettiği üzere âyeti nazil olduğu zaman,Zübeyr b.
Avvam
(r.a.):
-
Ey Allah'ın Resulü! Biz hangi nimetlerden
sorgulanacağız?
- O
iki
karadan ibaret: Hurma ve su! Haberiniz olsun ki
o olacak." buyurdu.
Ebu Hüreyre'den rivayette:
-
İnsanlar ey Allah'ın
Resulü,
biz hangi nimetlerden sorgulanacağız?
- Onlar iki siyahtan ibaret düşman
hazır, kılıçlarımız boyunlarımızda. Muhakkak
bu
olacaktır" buyurdu.
Tirmizî
öncekine hasen ve ikinciden çok sahih,
demiştir.
Yine Ebu
Hureyre'den: Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki:
-
Kıyamet günü kula nimetlerden sorulacak ilk
soru, ona:
- Biz
senin
cismine sıhhat vermedik mi? Ve seni soğuk suya kandırmadık mı?
denilmektedir.
Tirmizî
buna, "garib" demiştir. Hz. Ömer'den rivayet olunmuştur:
-
Hangi
naimden sorulacağız ey Allah'ın Resulü? Halbuki memleketimizden ve
mallarımızdan
çıkarıldık, demişti.
Resulullah da,
- Sizleri sıcaktan ve soğuktan
koruyan
meskenlerin, ağaçların, çadırların gölgeleri ve sıcak günde soğuk su,
buyurmuştur.
"Kendi yurdunda emniyette, bedeni
afiyette, gününün azığı yanında olan
kimse sanki dünya tamamiyle ona tahsis edilmiş, onun olmuş gibidir."
hadisi
de ona yakındır.
Bir
de
Resulullah zamanında bir genç müslüman
olmuştu. Resulullah ona Tekasur Sûresini öğretmişti. Sonra da onu bir
kadınla
evlendirmişti.
Kadının yanına girip de büyük bir cehiz ve birçok nimet görünce,
- Ben
bunları
istemem" diyerek çıktı gitti.
Peygamberimiz sebebini sorunca:
-Sen bana
"Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız." diye öğretmedin mi?
Ben onların cevabını vermeye güç yetiremem." dedi, diye rivayet
edilmiştir.
Ve Enes'den
rivayet edilmiştir ki:
Bu
âyet nazil
olduğu zaman bir
muhtaç
kalkmış,
-
Benim üzerimde
nimetten birşey var mı?" demişti.
Resulullah
-Gölge,
iki nalın, soğuk su, buyurdu.
Bu hususta
rivayet edilen haberlerin en yaygını,
Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbnü Mâce ve daha diğerlerinin Ebu
Hureyre'den
rivayet ettikleri şu hadistir:
Bir
gün Hz. Peygamber (s.a.v.) dışarı
çıkmıştı.
Ebu Bekir, Ömer (r. anhüma)'e rastladı.
- Bu saatte sizi evlerinizden
çıkaran
nedir?" buyurdu.
- Açlık ey Allah'ın Resulü." dediler.
- Nefsim yed-i
kudretinde
olan yüksek zata yemin ederim ki, beni de sizi çıkaran çıkardı. Öyle
ise
"kalkın" buyurdu.
O'nun emrinde kalktılar, Ensar'dan bir
zatın evine
gittiler.
Vardılar ki o, evinde yok, hanım:
- Buyurun, merhaba" dedi,
Peygamber
(s.a.v):
- Filan nerdedir? buyurdu.
- Bize iyi su almaya gitti, dedi.
Derken
Ensarî
geldi, Peygamber'i ve iki arkadaşını görünce:
- Allah'a hamdolsun, bugün
benden daha kerim (şerefli) misafirli kimse yok." dedi, hemen gitti,
bir
hurma dalı getirdi, koruğu da hurması da vardı.
- Bundan buyuradurun, dedi
ve kendisi bıçağı aldı,
- Resulullah, sağılır sakın kesme! buyurdu.
O
hemen
onlar için bir koyun kesti, o koyundan ve o hurmadan yediler ve su
içtiler.
Ne zaman ki doydular ve kandılar, Resulullah (s.a.v.) Ebu Bekir ve
Ömer'e
buyurdu ki:
-Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin
ederim ki kıyamet
günü bu nimetten sorulacaksınız.
İbnü
Hibban'ın ve İbnü Merduye'nin İbnü Abbas'dan
rivayetlerinde de:
Nebi
(s.a.v.)
ve iki arkadaşı Ebu Eyyüb el-Ensarî
hazretlerinin evine gittiler, hanım:
- Merhaba Allah'ın Nebisi (s.a.v.)
ve yanındakiler!dedi.
Derken Ebu Eyyüb geldi bir hurma salkımı
kesti,
Hz. Peygamber:
- Bunu bizim için niye kestin meyvesinden
toplasaydın
ya!
buyurdu.
- Ey Allah'ın Resulü hem kuru hurmasından,
hem tam
olgunlaşmayanından,
hem olgun tazesinden yemenizi arzu ettim, dedi.
Sonra bir oğlak kesti,
yarısını kebap etti, yarısını pişirdi, Peygamber'in huzuruna getirip
koyduğu
zaman oğlaktan biraz aldı, onu bir yufkaya koydu da:
- Ey Eba Eyyüb!
Bunu
Fatıma'ya yetiştir, zira günlerden beri o böylesini tatmadı, buyurdu.
Ebu Eyyüb de onu Fatıma (r.anha)'ya
yetiştirdi. Ne zaman ki yediler ve
doydular, Nebi (s.a.v.):
- Ekmek, et, hurma, henüz olgunlaşmamış
hurma,
olgun taze hurma, buyurdu ve mübarek gözleri yaşardı,
- Nefsim kudret
elinde
olan yüce Allah'a yemin ederim ki işte bu sorulacağınız nimetlerdir,
Allah
Teâlâ "Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız." buyurdu, bu
işte
o kıyamet günü sorgulanacağınız nimetlerdir." dedi.
Bu, ashabına ağır
geldi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)
buyurdu ki:
"Böylesine rastlayıp da el
sürdüğünüz zaman "Allah'ın adıyla"
deyin; doyduğunuz zaman da:
"Hamdolsun
Allah'a ki bizi doyurdu, nimetler verdi ve lütfuyla ihsan buyurdu."
deyiniz,
çünkü bu ona yeterlidir".
Daha bunlar
gibi hadislerden dolayı bu sorunun
mümin ve kâfire genel olduğunu söylemişlerse de, bu son hadis Keşşaf'ın
da seçmiş olduğu üzere şükredenlerin bu sorudan kurtulacaklarına
delalet
etmektedir. Fakat İmam Râzî "Tefsir-i Kebir"inde demiştir ki: Doğru
olan,
soru nimetlerin, gerek lüzumlu olanlar ve gerek olmayanlar, hepsinden
mümine
ve kâfire genel olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın lütfettiği şeylerin
hepsi
onun isyanına değil, itaatine sarfedilmek vaciptir. O halde soru da
hepsinden
vaki olur. Bunu, rivayet olunan şu nebevi hadis de tekit eder:
- Kıyamet
gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları kımıldamaz:
Ömründen;
onu ne ile yoketti.
Gençliğinden;
onu nerede çürüttü.
Malından; onu
nereden
kazandı ve nereye sarfetti.
İlminden;
onunla ne yaptı."
Zira
Peygamber
(s.a.v.)'in bu zikrettiklerinde her nimet dahil olur. Bununla beraber
Râzî
şunu da hatırlatmıştır: Fakat kâfire olan soru, azarlama sorusudur,
çünkü
o şükrü terketmiştir. Mümine olan soru, şereflendirme sorusudur, çünkü
şükür ve itaat etmiştir.
Bunun özeti,
burada sorumluluğun mânâsı, her
nimetin kötü kullanılmasına; yerine sarfedilip edilmediğine göre sevap
ve ceza gerektirmesi mânâsına, borçlanmanın hükmü olan sorumluluk demek
olur. Bu sorumluluk ise gerek kâfir, gerek mümin her mükellef için
şüphesizdir.
Görevini yerine getirmeyip nimeti kötüye kullanan ceza için sorumlu,
görevini
güzel yapanlar da ecir ve sevap ile ödüllendirilmek için sorumludur.
Hiçbiri
ihmal edilecek değildir. Ve şüphe yok ki, nimet ne kadar çok olursa,
görevi
de o oranda çok ve zor, sorumluluğu da o oranda büyük ve ağır olur.
Onun
için burada çokla öğünmenin oyalaması bahis konusu olmuştur. Onun için
Resulullah ve ashabı geçimlerinde ümmetin en fakirleriyle düşüp
kalkarak
çokla öğünmekten son derece çekindirmişlerdir. Yukarılarda da bilindiği
üzere Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir zarurî fakirlik ile fakir
değillerdi.
Zikredilen o açlık halleri bütün ellerindekini Allah için ümmetin
ihtiyaçlarına
sarfetmekten haz duydukları isteğe bağlı fakirlik ile kerem ve sabır
halleri
idi. İsra Sûresi'ndeki "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri
olma.
İsrafa dalarak da elini tamamen açma, sonra kınanır açıkta kalırsın."
(İsrâ,
17/29) âyeti de bu gibi sebeplerle iktisadı tavsiye ederek nazil
olmuştu.
Şu halde görevli olmanın bir gereği demek olan sorumluluk, yalnız
kâfirlere
mahsus olamaz, elbette müminlere de şamildir. Bununla beraber Râzî'nin
pek mutlak olan genellemesinde de birkaç noktada problem vardır:
Birinci
olarak: "Kim mecbur kalırsa (başkasına)
saldırmadan ve sınırı aşmadan (haram kılınanlardan) yemesinde bir günah
yoktur." (Bakara, 2/173) âyeti gereğince zaruret hallerinde günah
kaldırılmış
olduğundan dolayı zaruret ölçüsünde sorumluluk kalkıyor demektir. Şu
halde
zaruret derecesi soru ve hesaptan istisna veya tahsis edilmek gerekir.
Nitekim "Zevaid-i Zühd"de Abdullah b. İmam Ahmed'in ve Deylemî'nin
Hasen'den
naklettikleri şu hadis de buna delalet eder.
Resulullah
(s.a.v.)
buyurdu
ki:
- Üç şey, kul onlarla sorgulanmaz:
Gölgeleneceği bir çatı
gölgesi
Belini kuvvetlendireceği bir ekmek kırığı
Avret yerlerini
örteceği
bir elbise".
Bu şekilde
Râzî'nin nimeti mutlak kabul etmesi üzere
"malabudde
minhu"den genellemesi cay-ı nazardır.
İkinci
olarak: Asıl korkulacak mesele azarlama
ve ceza sorusudur. Bunu ise Râzî, kâfirlere tahsis etmiş olmakla
genelleştirmiş
değil, "hitap, kâfirleredir" diyenlere iştirak etmiş oluyor:
Üçüncü
olarak: Azarlamanın sebebini açıklarken
şükrü terketmenin ve şeref vermenin sebebini şükür ve itaat ile talil
ediyor,
halbuki şükür ve itaat eden kamil mümindir. Fasık, mümin olmakla
beraber
itaatsizlik etmiş, eğlence ve çokla öğünmeye kapılmıştır. O hade
azarlama
sorusu da yalnız kâfirlere mahsus olmayıp fasıkları, asileri de içine
alması
gerekir. Görevli olmanın gereği sorumluluk da bunu gerektirir. Şu halde
meseleyi "Keşşaf"ın izah ve "Beydâ-vî"nin özetlediği üzere bu âyette
azarlama
sorusu ve ceza sorusuna, hitabı gerek kâfir, gerek mümin çokla öğünme
kendilerini
alıkoyanlara, genellemeyi de -ahd lam'ı ile- alıkoyan nimetlere tahsis
ederek anlamak en doğru tefsirdir. Nitekim bundan sonraki Asr
Sûresi'ndeki
"Ancak iman
eden ve güzel amel işleyenler... müstesna." (Asr, 103/3)
istisnasıyla
bu mânâ tamamen beyan edilmiş ve açıklanmıştır.
|
|
|