|
Elmalı
Tefsiri
1.
Yukarılarda
ve aşağıda bulunan bütün yaratıklar her zaman, devamlı surette Allah'ı
tenzih eder durur. Bu sûrenin böyle tesbih ile başlaması, önceki sûrede
zikredilen İlâhî üstünlüğün bir beyanı, müminleri Allah'ı zikre teşvik
etmenin bir müeyyidesidir. Ayrıca eceli gelen bir kimsenin ecelini
tehir etmemesi de, kudretindeki bir kusurdan dolayı değil; zat, sıfat
ve fiillerinde her noksanlıktan berî olarak mülk ve tasarruflarında tam
üstünlük ve hakimiyyetinden dolayı olduğuna bir tenbih ve bu sûrede
zikredilecek yeniden dirilme konusunda bir mukaddime demektir. Ölüm,
gözlerinin önünde duran gafiller, kâfirler anlamaz düşünmezlerse de
göklerde ve yerde her ne varsa Allah Teâlâ'nın kemal ve yüceliğini her
an ilan edip durmakta, zerresinden cisimlerine, cisimlerinden fezasına
her neye bakılsa hepsi O'nun yüceliğine şehadet etmektedir. Mülk O'nun,
hamd O'nundur. O'ndan başkasının değildir. Çünkü hepsini yaratan,
hepsini tutan, koruyan O'dur. Hepsinde dilediği gibi yaratma ve yok
etme, öldürme ve yaşatma, üstün ve zelil kılma vesaire gibi tasarruf
etme hakkı da O'nun, her nede olursa olsun hamd ve şükür, övülme ve
ta'zim edilme hakkı da O'nundur. Ve o her şeye kâdirdir. Binaenaleyh bu
gün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük
galibiyetlere erdirmeye, zengin ve güçlü zannedilenleri zelil ve
perişan etmeye, sorumlu olmayız zannedenleri sorumlu tutmaya,
uykudakileri uyandırmaya, ölüleri diriltmeye, Resulü'ne vaad ettiğini
yerine getirmeye, kısacası varları yok, yokları var etmeye kâdirdir.
2.
Kudretinin
izlerinden bazısının beyanı şöyledir: O, o kudret sahibidir ki sizi
yaratmıştır sonra da içinizden kimi kâfir, O'nu, O'nun kudretini ve
kudretinin delillerini tanımaz, inkâr eder, yalanlar, nankörlük eder,
hakikati örter ve kendi yaratılışında gizlenmiş bulunan alâmetleri
görmemezlikten gelir, kimi de mümin; O'na, O'nun kudretine,
gönderdiklerine, indirdiklerine inanır ve yaratılıştaki görüntüye
muttali olur. Şu halde kâfir de, mümin de O'nun yaratığıdır. İnsanın
yaratılışı, yaratıcıya imanı gerektirmekle beraber, küfre de imana da
kabiliyetlidir. Mahlukat içinde hepsinden farklı bir insan cinsi
yaratmak, sonra da aynı cins içinde bir birine zıt iki grup meydana
çıkarmak şüphesiz yaratıcının her şeye kadir olduğuna delalet eden
kudretinin izlerinden önemli bir delildir. Bu cümlenin "kâfiren ev
müminen" gibi hal ve kayd veya "ba'züküm kâfir ve ba'züküm mümin" gibi
fâsıl suretinde ifade edilmeyip de açıklama veya kısımlara ayrılma ile
tertibe delalet eden ile şeklinde yan bir cümle olarak getirilmesi,
küfür ve imanın da Allah tarafından yaratılıp takdir edilmesiyle
beraber insanların bizzat yapma ve iradeleriyle alakalı olarak talî ve
gerekli bir şekilde yaratılmış bulunduğuna işaretle kâfirlere bir
tehdit ifade etmektedir.
Kadî Beydâvî
daha ziyade birinci noktaya işaretle şöyle demiştir: "Kâfir, küfrü
takdir edilen ve üzerine yüklenilen, mümin ise, imanı takdir edilen ve
gereğini yapmaya muvaffak kılınan demektir." Ebu's-Suud da ikinci
noktaya temas ederek şunları söylemiştir: "Sizi ilmî olgunlukların ve
ameliyenin prensiplerini içeren güzel bir yaratılışla yaratmış, bununla
beraber bazılarınız yaratılış gereğinin aksine olarak küfrü tercih
etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazılarınız da yaratılışının gereği
olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur. Halbuki üzerinize vacib
olan hepinizin imanı tercih edip halk ve îcad nimetine ve ona bağlı
diğer nimetlere şükretmekti. Siz ise yaratılışınız itibarıyla buna
kabiliyetli olduğunuz halde öyle yapmadınız da kiminiz kâfir, kiminiz
mümin olup gruplara ayrıldınız." Mamafih bu grup ve fırkalara
ayrılmayı, Cebriyye'nin dediği gibi kulun hiç bir rolü olmayarak sırf
Allah'ın takdirine nisbet etmek nasıl doğru değilse, Mu'tezile'nin
anladığı gibi Allah'ın yaratma ve takdiri olmaksızın sadece kulların
yaratmasına nisbet de doğru değildir. Âyet açıkladığımız gibi iki
cihetin ikisine de işaret etmektedir. Abd b. Humeyd, İbnü Münzir, İbnü
ebi Hatim, İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Ebu Zerr (r.a)'den şöyle bir
rivayet nakletmişlerdir: Ebu Zerr demiştir ki: "Resulullah (s.a.v)
buyurdu ki: Meni rahimde kırk gün durunca ona nüfus meleği gelir, sonra
O Allah'a yükseltilir. Melek "Ya Rab, Erkek mi dişi mi?" der. Allah
Teâlâ ne kaza buyuracaksa buyurur. Sonra melek "Cehennemlik mi
cennetlik mi?" der. Böylece ne ile karşılaşacaksa o yazılır." Ebu Zerr
bu hadisi rivayet edip Teğâbün Sûresi'nin baş tarafından üç âyeti 'e
kadar okumuştur. Bunun gibi başka hadisler de vardır. Bunlar insanın
yaratılışının içerisinde gelecekteki mukadderatının takdir edilmiş
bulunduğunu gösterir. Fakat bilindiği gibi bu mukadderatın böyle Allah
tarafından bilinip takdir edilmesi onun, bir kısmını kulun işlemesine
ve tercih etmesine engel değildir. Kulun bir fiili yapması üzerine
cereyan eden yaratma da, "Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.
" (Saffât, 37/96) âyetine göre yine Allah'a aittir. Binaenaleyh iman
da, küfür de yaratılmıştır. Ancak Allah'ın imana rızası var, küfre
rızası yoktur. Bu suretle iman ve küfrün yaratılması insanın iradesiyle
ilgili tali ve gerekli bir yaratma olduğundan "İçinizden kimi kâfir,
kimi mümindir." buyurulmuştur. Bu izahta, hem Kâdî Beydâvi'nin işaret
ettiği mânâ, hem de Ebu's-Suud'un tercih ettiği anlam mevcuttur.
Bunlardan birisi, "Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz."
(Tekvir, 81/29) âyetine, diğeri de "Dileyen Rabbine varan bir yol
tutar." (İnsan, 76/29) âyeti doğrultusundadır. Küfür ve nankörlükten
sakındırma, iman ve iyiliğe teşvik mânâsını ifade eden şu cümle de,
kulun fiilî tarafını kuvvetlendirmektedir. Halbuki Allah, her ne
yaparsanız görücüdür. Gerek küfür ve gerek küfürle ilgili ameller ve
gerekse iman ve imana bağlı ameller olsun her ne yaparsanız hepsini
görüp duruyor. İyiliği de, kötülüğü de görüyor. Siz O'nu göremeseniz de
O sizi ve yaptıklarınızı görüyor. O halde O'na karşı küfür ve
nankörlükten utanmaz mısınız? Utanmazsanız korkmaz mısınız? Şüphe yok
ki insanın işledikleri ameller içinde, elinde olmayan mecburi fiiller
de vardır. İnsan bunların da dünyada lezzet ve acı gibi sonuçlarına
dayanmaya mecbur olursa da, başlangıçları itibariyle olsun hiç kesb ve
iradeye bağlı olmayan cebri fiiller, sırf mecburi olduklarından dolayı
ahiretle ilgili sorumlulukları yönüyle insana ait değildir. "İnsana
çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Herkes kendi
kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21) âyetlerinden de anlaşılacağı üzere
insana ait olan, insanın gayreti ve çalışması ile alakalı bulunan
fiilerdir. Onun için bu âyette de "ne yaparsanız" ifadesi ile
kasdedilen, gerek doğrudan doğruya, gerek başlangıçları itibariyle
insanın çalışmasıyla ilgili amellerin olması lazım gelir ki, küfür ve
imana sebeb olanlar da nazar ve düşünce yönüyle bu kabildendir. Gerçi
Allah Teâlâ insanların yaptıkları her fiili de görür. Fakat sırf vehbî
(Allah'ın lütfuyla) veya zorunlu olan fiillerde sorumluluk ve
yükümlülük bulunmadığından bu cümlenin ifade ettiği tehdit, ancak irade
ile yapılan fiillere yöneliktir. Bu suretle sorumluluğun mânâsı da,
kulun ihtiyar ve iradesini Allah Teâlâ yerine getirdiği takdirde ilâhî
hikmetin gereği olarak, yaratılacak iyi veya kötü bütün sonuçların kula
ait olması ve böylece kulun, Allah'ın yanında ceza veya mükafat görmesi
demektir. O halde Allah yaptıklarımızı görürse ne olur? denilmemelidir.
3. Çünkü
Allah
Teâlâ bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Boşuna ve oyuncak
olarak değil, kendisinin vasfı olan hak mânâsını gösteren, eşya
arasında bir sıralanma ve intizam ifade edip hepsini hak gayesine doğru
götüren sabit bir irade ve üstün bir hikmetle yaratmıştır. Onun için
yaratıcının hakkını yaratığa, yaratanın hakkını da yaratıcıya isnad
etmemek nasıl bir hak ise, bir yaratığın hakkını diğer bir yaratığa
isnad etmemek de aynı şekilde bir haktır. Bütün fiilleri görüp duran
Allah Teâlâ, her birine hakkıyla gerekli görerek yaratacağı sonuçları,
elbette ki mahallinden başkasına isnad etmez. Küfür ve nankörlüğe
vereceği cezayı imana, iman ve ihsana (iyiliğe) vereceği mükafatı da
küfre ve nankörlüğe vermez. O, bütün gökleri ve yeri hak ile
yaratmıştır ve size suret vermiş, bütün yaratıkları içinde sizi ayrı
şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuş sonra
suretlerinizi, güzel de yapmıştır. Ahsen-i takvim denilen en güzel
biçime sokmuştur. Haşr Sûresi'nde "O, yaratan, var eden, şekil veren
Allah'tır..." (Haşr, 59/24) âyetinde geçtiği üzere suret, hususi olan
bedenle ilgili şekil ve biçime denildiği gibi akılla anlaşılan manevî
sınır ve belirtilere de denir. İnsanlar da gerek beden ve boy uygunluğu
ve gerek eşyayı birbirinden ayırdettiren suretlerini kavramakla hak
anlamını idrak eden ruhanî şekillenmeler açısından en güzel surette
yaratılmışlardır. Bu suretle kâinatın hak ile yaratılmış olan
özelliklerini kendinde hülasa ederek hakkı batıldan, güzeli çirkinden,
hayrı şerden, tatlıyı acıdan ayırmak mümkün ve mukadder olduğu kadar
tasarruf edip dilediğini yaratıcıdan isteyebilir. Böylece hayatta elde
ettiği şeye göre insan kendini ya daha ziyade güzelleştirir, cennetin
en yüksek makamına ulaşır, yahutta çirkinleştirir, cehennemin dibine
yuvarlanır. Denilmiştir ki :"İnsan cennet ile cehennem arasını
birleştiricidir." Bu da soyutlar âleminden Rabbın emri olan ruhu ile
maddeler âleminden olan bedeni sebebiyledir. Şu beyti Hz. Ali'ye nisbet
ederler:
"Sanırsın ki
sen
bir küçük cisimsin
Halbuki o büyük
âlem sende dürülüdür."
Câsiye
Sûresi'nde geçen "Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden size
boyun eğdirdi..." (Câsiye, 45/13) âyetinde de bu mânâya işaret vardır.
Yine bu anlamdan dolayı Ebu'l-Feth el-Busti şöyle demiştir:
"Nefsine
dikkat
et, onun faziletlerini tamamla
Çünkü sen
cisimle değil, ruh ile insansın."
Kısacası
Allah
Teâlâ, "Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tin, 95/4) buyurduğu
üzere insanı en güzel surette yaratmıştır. O halde bunun hakkı, layıkı
ve gereği de insanların çirkin hallerden sakınıp "Hanginizin daha güzel
iş yapacağınızı denemek için..." (Mülk, 67/2) buyurulduğu gibi en güzel
amellerle yarışarak Allah'a yaklaşmaya çalışmasıdır. Çünkü nihayet
dönüş O'nadır.
Masîr,
sayruret
etmek, rücu' etmek, dönüp gitmek mânâsına mimli mastar, bir de dönüp
varılacak yer anlamında ism-i mekândır. Burada birincisi yani dönüş
mânâsı, 'de ikincisi, dönüş yeri mânâsı daha uygundur. İlk yaratılış ve
geliş Allah'tan olduğu gibi nihayet gidiş de O'nadır. O gökleri ve yeri
hak ile yaratıp size o güzel suretleri veren ve hiç bir leke kabul
etmeyip bütün güzellikler, mülk ve hamd kendisinin olan, her şeye kâdir
ve her noksanlıktan berî olan Allah'a varılacak, O'nun hiçbir
haksızlığa yer vermeyen yegane huzurunda toplanılıp haklı, haksız, iyi
ve kötü ayırdedilerek yeniden dirilişte iyiye iyi, kötüye kötü ceza
verilecektir.
4. O,
göklerde
ve yerde ne varsa hepsini bilir ve siz her ne gizliyor ve
açıklıyorsanız hepsini bilir ve Allah bütün göğüslerin hakikatini de
bilir. Onun için gerek kalblerinizin ve ruhlarınızın derinliklerinde,
gerek bedenlerinizin içinde dışında ve gerek bulunduğunuz bütün
muhitlerde neler tutuyor, neler saklıyor, aranızda neler konuşuyor,
neler yapıyor, âleme neler yayıyor, âlemden neler alıp neler
yutuyorsanız, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, haklı ve haksız hepsini
bilir, sizin bildiklerinizi de bilmediklerinizi de hepsini tamamiyle
bilir. O halde insan olanlar O'na iman edip, O'nun yarattığı o güzel
yaratılışı, hakkıyla güzel kullanmalı, O'nun nimetlerini yerinde
sarfetmeli, hamd ve şükrünü yerine getirmeli de O'nun huzuruna yüz
akıyla gitmeli, küfür ve nankörlük, fısk ve isyan ile yüz karası içinde
gidip de o çok acı veren azaba atılmamalıdır.
5. Ey
bugünkü
kâfirler! Bundan önce küfredip de yaptıklarının vebalini tatmış
olanların önemli haberleri size gelmedi mi? Nuh, Âd, Semud, Lut kavmi
ve Firavun gibi küfürde ısrar edenlerin küfürlerinin, azgınlıklarının
vebali olan o ağır ve acı felaketleri bu dünyada nasıl tattıklarını ve
nasıl battıklarını işitmediniz mi? Gerek önceki kitablarda ve gerek
Kur'ân'da bunlar size haber verilmedi mi? Halbuki onlar yalnız bu
dünyada tattıkları o acılarla kalmadılar. Onlar için daha çok acıklı,
dayanılmaz bir azap da vardır ki o da ahirettedir. Bunlar size haber
verilmişken sizler niçin ibret almayıp küfürde ısrar ediyorsunuz.
6. İşte o,
haber
verilen dünyadaki tattıkları vebal ve ahirette tadacakları acıklı azap
şu sebepledir ki onlara peygamberleri beyyinelerle, açık deliller ve
mucizelerle geliyorlardı da bize bir beşer mi yol gösterecek? Dediler,
bu suretle küfrettiler Hakk'ı tanımadılar, o peygamberlere ve delillere
inanmadılar. Ve aksine gittiler, Allah da muhtaç olmadığını gösterdi.
Onların ne iman ve itaatlarına, ne de kendilerine asla ihtiyacı
bulunmadığını anlattı. Onların hepsini helak edip arkalarını kesti.
Şüphe yok ki yaratan Allah gani (zengin) olmasaydı öyle yapmazdı. Evet
Allah ganidir, sadece onlardan değil, bütün âlemlerden ganidir. Dilerse
hepsini mahveder, yenisini yapar. Hamîd'dir, zatında her güzelliği, her
üstünlüğü toplayıcı, her türlü hamd ve hürmete müstehaktır.
7.
Küfredenler
şöyle zannettiler, bilgiçlik taslayarak ahireti inkâr edip şu batıl
fikir ve itikada "doğru" diyerek saplandılar ki asla
dirilmeyeceklermiş, öldükten sonra yeniden diriltilmeleri, önce
yaptıklarının başlarına vurulması, iyilik nasılmış, kötülük nasılmış,
acı mıymış, tatlı mıymış, anlatılarak ceza çektirilmesi kabil değilmiş,
öldükten sonra her şey yok olur biter, iyilik de kötülük de, doğruluk
da, eğrilik de boşa gider, hak ve hakikat denilen sabit bir şey yoktur,
insan sadece kokup çürüyüp gidecek olan tenden ibarettir diye sandılar
ve o gidişin nereye olacağını düşünmediler de o yaptıkları
haksızlıklara, karıştırdıkları haltlara, o küfür ve nankörlüğe ondan
dolayı düştüler. De ki: Hayır! Rabbim hakkı için sizler gerek kâfir,
gerek mümin bütün insanlar elbette diriltileceksiniz. "İnsanlar
uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar." denildiği gibi hakkın
huzurunda ayıltılıp uyandırılacaksınız. Sonra da yaptıklarınız size
haber verilecektir. Hesaba çekilip cezalandırılacaksınız iman edip iyi
işler yapanlar kârlı çıkıp bahtiyar olacak, küfür ve nankörlüğe
gidenler zarara uğrayıp belalarını bulacaklardır. Bu, dirilme ve ceza
sizlere zor gelse de Allah'a göre kolaydır. Çünkü O yaratıcı, her şeye
kâdirdir.
8. O halde
yanlış zanlardan Allah'a ve Resulü'ne, bunları size tebliğ eden
peygamberi Muhammed (s.a.v.)'e ve indirmiş olduğumuz nura yani
şuurları, basiretleri aydınlatacak Hak nuru olan Kur'ân'a iman ediniz.
İnanıp gereğince amel ediniz, gösterdiği yolda, anlattığı huy ve
ahlâkta çalışınız, emirlerini tutup nehiylerinden kaçınarak, Hak
uğrunda güzel işler yapınız ki Allah her ne yaparsanız haberdardır,
küçük büyük, iyi ve kötü hepsini bilir, sırası gelince hepsini size
haber verir.
9. Ne günü
bilir
misiniz? Sizleri o dernek gününe derleyip toplayacağı gün O gün teğabün
günüdür. Kimin aldatıp kimin aldandığı, kâr ve zararın belli olacağı
gündür.
Teğabun,
gabn'den türetilmiş "tefaul" vezninde bir kelimedir. Gabn, alış verişte
veya görüşte aldanmak yahut aldatmak, yani değerinden aşağı veya yukarı
almak, ya da vermek demektir. Aradaki fark az olursa gabn-i yesir, çok
olursa gabn-i fahiş denilir. Teğabün de karşılıkla aldatma yahut
aldatma veya aldanmanın ortaya çıkması anlamını ifade etmektedir. Alış
verişte meydana gelirse gayn'ın üstünü, ba'nın sükunuyla "ğabn", re'yde
olursa ikisinin de üstünüyle "gaben" diye ayırd edilir. Mamafih
muameledeki de re'ye ait olacağından sonuçta ikisi de aynı yere
çıkmaktadır. Aldatan gabin, aldanan mağbun demektir. Rağıb der ki:
"Gabn, aranızdaki muamelede sana, arkadaşının bir nevi gizlice alçaklık
etmesidir. Malda olursa "Falanca aldattı." denir. Re'yde olursa "Şöyle
aldandı veya aldandım." denilir ki gaflet, gabin sayılır.
"Yevmu't-teğabun" kıyamet günü anlamını ifade eder. Çünkü "İnsanlardan
öylesi de var ki kendisini Allah'ın rızasına satar.." (Bakara, 2/207),
"Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak
üzere satın almıştır." (Tevbe, 9/111), ve "Fakat Allah'a verdikleri
sözü ve yeminlerini az paraya satanlar var ya, işte onların ahirette
bir payı yoktur.." (Âl-i İmrân, 3/77) âyetlerinde işaret edilen alış
verişte ğabin bulunup bulunmadığı o gün ortaya çıkacak, kâr ve zarar
olup olmadığı o zaman anlaşılacaktır." Bazıları, hakkında soru
sorulduğu vakit şöyle demişlerdir: "O gün eşya onlara, dünyadaki
miktarlarının tersine görünecektir." Bazı müfessirler de demişlerdir
ki: "Ğabnın aslı, şey'i gizlemektir. Şey'in gizlendiği yere de üstünle
"ğaben" denilir. Organlardan dirsek, kasık gibi büklüm yerlerine de
gizlenmesinden dolayı "meğabin" adı verilir. Bu anlamda kadına da
"tayyibetu'l-meğabin" (gizli güzel) denir." Zemahşeri de der ki:
"Teğabün burada, kavmin ticarette birbirlerini aldatmaları mânâsında
ödünç olarak kullanılmış olup, şaki (sapık) olanların said (bahtiyar)
oldukları takdirde işgal edecekleri mevkilere saidlerin konması ve said
olanların şaki oldukları takdirde işgal edecekleri mevkilere de
şakilerin konması mânâsınadır. Resulullah'ın hadisinde de, "Cennete
giren her kula, şayet kötülük yapmış olsaydı cehennemde bulunacağı yer
muhakkak gösterilirdi ki şükrü artsın, cehenneme giren her kula da
şayet iyilik yapsaydı cennette bulunacağı makam mutlaka gösterilir ki
üzüntüsü artsın." diye zikredilmiştir. (Bu konuda bilgi için "İşte size
cennet; yaptıklarınıza karşılık o size miras bırakıldı diye
seslenildi." (A'râf, 7/43) âyetinin tefsirine bkz.) Gerçi insanların o
günün dışında da aldatma ve aldanmaları olmaz değildir, ancak bu ne
kadar büyük olursa olsun dünya işlerinde aldanma ve aldatma, hakiki
teğabun olmayıp, gerçek teğabunun kıyamet günü olduğunu hatırlatmak
için ona denilmiştir." Ticarette Teğabun'un "tefaul" babının meşhur
mânâsına bakarak ekseriya alış veriş yaparken karşılıklı olarak
birbirini aldatmaya çalışmak mânâsına "iki kişi arasında" vuku bulduğu
söylenirse de, "tevazu" (alçak gönüllü olma) ve tekaud" (emekli olma)
kelimelerinde olduğu gibi tek kişi için de kullanılır. Burada Mücahid
ve Katade'den "Cennet ehlinin, cehennem ehlini aldattığı gün" diye
tefsir edildiği de nakledilmiştir. Biz buna hakiki aldatma ve
aldanmanın gerçekleştiği kâr ve zarar günü demekle her iki ihtimali de
ifade etmiş olacağımızı zannediyoruz. Dünya muhabbetine dalmış olan
bedbahtların en büyük arzuları, ticaret sevdasıyla şunu bunu aldatmak
olduğu cihetle, burada onların kınanması için teğabun tabiri
kullanılmıştır. Esasen maksad, en büyük kâr ve zararın tahakkuk
edeceğini ifade etmekle o günün büyüklüğünü anlatmaktır. Kimlerin kâr,
kimlerin zarar edeceği konusuna gelince her kim Allah'a iman edip
yararlı işler yaparsa işte o kâr edecektir. Çünkü Allah ondan onun
günahlarını örtecek ve onu altından ırmaklar akan cennetlere
koyacaktır. Öyle ki içlerinde ebediyyen kalacaklardır. İşte büyük
kurtuluş, büyük zafer odur. Çünkü her tehlikeden kurtulup en büyük
murad, en büyük zevk olan o yüce rızaya ermek oradadır.
10.
Küfredip
bizim âyetlerimize yalan diyenler ise işte onlar, aldanıp zarar
edenlerdir. Çünkü onlar ateş ashabıdırlar, cehennem ateşinde kalmaya
mahkûmdurlar. Öyle ki orada ebedi olarak kalacaklardır. Ki o da ne fena
masir , ne kötü varılacak yer, ne çirkin yataktır. Onun için insan
olanlar bundan sakınıp o büyük kurtuluşa ermek için iman edip yararlı
işler yapmalıdır. Öyle iman ve bağlılıkla çalışmak ve hangi amelin daha
faydalı, o gün için daha kârlı olduğunu bilmek kolay mı? Ve öyle
çalışan müminlerin başlarına da dünyada bir takım belalar gelmiyor mu?
denilecek olursa:
11-13. Bir
musibet isabet etmez ki Allah'ın izniyle olmasın. Yani gerek kâfir,
gerek mümin, ferd yahut topluluk her kim olursa olsun başına can, mal
veya başka şeylerle ilgili herhangi bir musibet, maddî, manevî, kavlî
veya fiilî hoşa gitmeyecek acı bir hadise gelirse o, her halde Allah'ın
izniyledir. Allah'ın izni olmayınca hiç kimsenin istemesiyle,
çalışmasıyla kimseye bir musibet erişmez. Allah'ın izni olmayınca bir
yaprak bile yerinden oynamaz. (Hadîd Sûresi'nde geçen (57/22) âyetinin
tefsirine bkz). Gerçi "Başına gelen kötülük ise nefsindendir." (Nisâ,
4/ 79), "Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların
durumlarını değiştirmez." (Ra'd, 13/11) âyetlerinde geçtiği üzere bazı
musibetlerin kaynağı, insanın veya kavmin kendisi olduğu muhakkak ise
de böylesi musibetler bile, yine de Allah'ın takdiri, iradesi ve izni
olmadıkça meydana gelmez. Onun için "De ki hepsi Allah'tandır.." (Nisâ,
4/78) buyurulmuştur. Bu ancak Allah'ın izniyle olduğu gibi her kim de
Allah'a iman ederse Allah onun kalbine hidayet verir, yardım eder,
doğruyu düşündürür, gelen musibetin ancak Allah'ın izniyle
olabileceğini ve kendisinin de Allah'ın olup yine O'na döneceğini
hatırlatarak "Biz Allah için varız ve biz sonunda O'na döneceğiz."
(Bakara, 2/156) tesellisiyle gönlünü rahatlatır. "Böylece elinizden
çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle
şımarmayasınız.." (Hadid, 57/23) irşadıyla sabır, metanet ve "Yalnız
sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10)
müjdesiyle ferahlık verir. Ve Allah her şeyi bilicidir. Binaenaleyh ona
izin vermesindeki hikmetini, ne gibi hayırlar ve faydalar
gerektireceğini, bu yüzden mümin kulunu ne gibi sevaplara
ulaştıracağını, böyle iman eden bir kulun ne şekilde hareket etmesi
gerekeceğini bilir ve kalbine o suretle hidayet vererek muvaffak kılar.
O halde yararlı işlerin neler olduğunu bilmek için de Allah'a ve
Resulü'ne ve o nura (Kur'ân'a) iman edin. "Allah'a itaat edin,
peygambere itaat edin." Bu emir, yukarıda geçen cümlesine yahut
âyetinin mânâsıyla ilgili olarak takdir edilen ya bağlıdır.
14. "Ey
iman
edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan." Toplumda iç huzurun en
önemli prensiplerinden biri de aile düzenidir. Böylesine mühim bir
mesele olmasından dolayı burada müminlere yararlı işlerin beyanı
sırasında aile problemleriyle ilgili bazı talimatları içeren bir hitap
ile sûreye son verilecektir ki bu husus, hem önceki iki sûrenin sonunda
yer alan hitabelerine bir nazire, hem de bundan sonra gelecek olan iki
sûreye bir mukaddimedir. Tirmizi, Hakim, İbnü Cerir ve daha başkaları
İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: "Bu âyeti bazı Mekkeliler
hakkında nazil olmuştur ki, onlar müslüman olmuşlar ve Medine'ye
Peygamber (s.a.v)'in yanına gitmek istemişlerdi. Hanımları ve çocukları
da onları bırakmaya razı olmadılar. Sonra kalkıp Resulullah'a
geldiklerinde insanların dinî bilgileri kavramış olduklarını görünce
zevcelerine ve çocuklarına ceza vermeyi düşündüler. Bunun üzerine Allah
Teâlâ bu âyeti indirdi." Diğer bir rivayette de şöyle denilmiştir. "Bir
adam hicret etmek istemişti, ancak karısı ve çocuğu ona mâni olmuştu, o
da "Eğer Allah Teâlâ sizinle beni Daru'l-hicre (Medine)'de bir araya
getirirse vallahi şöyle şöyle yapacağım." diye yemin etmişti. Böylece
bu âyet nazil oldu." Ata b. ebi Rabah'tan rivayet edildiğine göre:
"Avf. b Mâlik el-Eşcei Peygamber'le beraber gazaya gitmek istemişti.
Çoluk çocuğu toplanıp engel olmaya uğraştılar ve biz senin ayrılığına
dayanamayız diye sızlandılar. O da merhamet gösterip gazaya katılmamış,
sonra da pişmanlık duymuştu. Bunun üzerine söz konusu âyet indi." Bu da
gösteriyor ki âyetin nüzul sebebiyle ilgili birden çok rivayet vardır.
Ancak bu rivayetleri birleştirmek mümkündür. Âyetin söz gelimi ve
mânâsı bu ve benzeri rivayetlere uygun olduğu gibi daha da kapsamlıdır.
Ezvac, zevc
kelimesinin çoğuludur. Erkeğe de dişiye de denir. Burada hitab, âyetin
dış anlamı itibarıyla erkeğe olduğuna göre murad da, onların eşleri
olan hanımlar demektir. Ancak "Ey iman edenler!" gibi erkeklere yapılan
hitab'ın tağlib yoluyla kadınları da kapsaması kaidesine bakarak,
ezvacın da erkek ve kadın eşleri içine aldığı söylenebilir. Önceki
ifadeden bu mânâ, işareten veya delaleten anlaşılır. Buyuruluyor ki:
Ezvacınızdan, yani eşlerinizden ve çocuklarınızdan size bir düşman
vardır. Kadın ve çocuklardan oluşan ailelerinizin tamamı değilse de
içlerinden bazıları; yani bazı kadın, bazı çocuk veya bazı kadınla
çocuklardan teşekkül eden bir takımı, size bilerek veya bilmeyerek bir
nevi düşmandır. Dünyada kocalarına düşmanlık eden, canına bile kıymaya
kadar giden, yemeğine zehirler katan, aklını karıştıran, malına ırzına,
namusuna hıyanet eden, dinini diyanetini yıkan ve cehenneme sürükleyen
nice kadınlar ve çocuklar bulunagelmiştir. Bunu bile bile kasden
yapanlar olduğu gibi bir takımları ve belki de birçokları bilmeyerek ve
kötü bir maksat beslemeyerek kocalarını veya babalarını zararlara,
sıkıntılara, keder ve üzüntülere düşürür, böylelikle bir takım hayırlı
işlere, ibadetlere engel olurlar. Çocuklar hakkında ifade edilen bu
ikinci husus, bundan sonra gelen âyette fitne tabiriyle gösterilmiş
olmasına nazaran burada daha ziyade kasdi olan düşmanlık ilk akla
gelirse de, o âyette zikredilmemiş olan ezvacla beraber burada da aynı
mânâ düşünülerek mutlak anlamda olan düşmanlığın kasıtlı veya kasıtsız
olma ihtimalinin bulunması, iki âyet arasında bir "intibak" sanatı
ifade edebileceği cihetle daha beliğdir. Ailede böyle kasıtlı yahut
kasıtsız düşmanlık zevce ve çocuklar tarafından olabildiği gibi koca
tarafından da olabilir. Karılarına hıyanet eden nice erkekler de
vardır. Ancak hitabın zahiren erkeklere olması itibarıyla o taraf
açıklanmayıp mânânın işaret ve delaletine bırakılmıştır. Bunun da
sebebi şudur: "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün
kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için
erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur..." (Nisâ, 4/34) âyeti
gereğince erkeklerin infak, idare ve terbiyeyi üzerlerine alan reisler
olmaları hasebiyle hitab, öncelikle onlara yapılmış ve özellikle iman
sıfatıyla nida edilmiş olduğu cihetle akil, baliğ, mükellef bir mümin
olarak seslenilmiş, bir aile reisinin kendi ailesine karşı düşmanlık ve
ahlâksızlığının, erkeğin akıl ve iman yönüyle bağdaşmayacağı ifade
edilmiş ve onlara ancak bu gibi durumlarda uyanık bulunup birtakım
mahzurlardan sakınmak, af, bağışlama ve müsamaha gibi ahlâkî
faziletlerle idare etmenin uygun olacağı anlatılmak üzere bu cihet
açıkça belirtilip mukabili terk edilmiş veya gizlice zikredilmiştir.
Yani gerçekte kâmil bir mümin için öyle bir ahlâksızlığı düşünmek bile
mümkün değildir. O halde müminlerin zevcelerine ve çocuklarına yakışan
da onlara düşman değil, cidden dost ve esirgeyici olmak, o imanın
alâmet ve terbiyesini kazanmaktır. Hal ve ifade yönünden örnek olarak
bunu telkin ve idare etme vazife ve sorumluluğu ise öncelikle erkeklere
yöneltilmiştir. Bunun da sebebi, kadınların akıldan ziyade hislerine
tabi olmalarıdır. Binaenaleyh meâlin kısaca özeti şöyledir: "Ey iman
eden ve aile üzerinde yönetici olması gereken erkekler. Sizlerin
erkekliğiniz, aklınız, imanınız ve gereğince iyilik fikriniz size bağlı
olan ailenize düşmanlık yapmaya müsaade etmemeyi icab ettirirse de,
zevceleriniz ve çocuklarınız içinden akıl veya dinde noksanlıkları
sebebiyle sizlere düşman olan, başınıza problem çıkarmak isteyen
bazılarının da bulunabileceği muhakkaktır. O halde düşmanlardan
sakınınız. Onlara dikkat edip mahzurlarından korununuz, şerlerinden,
keder ve sıkıntılarından emin olup kendinizi onlara kaptırmayınız.
Bundan dolayı eş seçerken dış güzelliğine, malına, şusuna busuna
kapılıvermeyip her şeyden önce dinini, edebini, iffetini ve ahlâkını
aramak gerekir. Nitekim bir hadiste "Çöplükte biten yeşillikten
sakınınız!" buyurulmuştur. Sonra da aile hukukuna riayet ve onların
dinî
terbiyelerine dikkat etmeli, ayrıca onların yüzünden gelmesi beklenilen
dünyevî ve uhrevî zararlardan sakınmalı, gelişi güzel bırakıvermeyip
uyanık durumda bulunmalı, sevgi ve alaka sevdasıyla şımartmamalıdır.
Bununla beraber sakınacağız diye tazyik edip de sıkmamalı, her
kusurlarına aldırmamalıdır. Ve eğer affederseniz yani affetmek hakkınız
olup tarafınızdan affı mümkün olan suçlarını bağışlarsanız -ki bunlar,
size karşı yapılan ve başkalarını ilgilendirmeyen dünya işleriyle
alakalı yahut da dinî konularda olup da tevbe ettikleri suçlardır
affeder yüzlerine vurmaz, başlarına kakmaz ve ayıblarını,
eksikliklerini örter, müsamaha gösterirseniz, şüphesiz Allah da
gafurdur rahîmdir. O da sizin günahlarınızı rahmetiyle bağışlar.
15. Her
halde
mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir. Sizi kendilerine tutkun edip
zahmetlere ve günahlara sokmaya sebeb olan ve bir takım hayırlardan,
itaatlardan alıkoyan bir imtihan ve sıkıntıdır. Halbuki büyük mükafat
Allah'ın yanındadır. Binaenaleyh Allah muhabbetini, zikir ve taatı mal
ve evlat sevgisine tercih etmeli, mal ve evlat kaygılarıyla uğraşırken
Allah için olan ibadet ve itaatı bozmamalıdır.
16. Onun
için
gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Fitneden, Allah'ın rızasına
muhalif olan şeylerden sakınıp Allah'ın korumasına sığınarak takva
yolunu tutun. Bu emir, "Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkun..." (Al-i
İmrân, 3/102) emrine nazaran çok hafifletilmiştir. Yani Allah'a layık
bir şekilde, tam hakkıyla takva yapamazsanız bile gücünüzün yettiği
kadar müttaki olun, korunun, Allah'ı zikirden gaflet etmeyin. Ve
dinleyin ve Allah'ın emirlerini, nehiylerini, vaaz ve nasihatı dinleyin
ve itaat edin, dinlediklerinizi tutup kendi gönlünüzle tatbik ve icra
edin ve infak edin, çoğalmak ve iftihar etmek için mal toplayıp
biriktirmek hırsına kapılmayıp gerek çalışarak kazandıklarınızdan gerek
yerden çıkan madenlerden, Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden
zevcelerin ve çocukların nafakalarını verdikten sonra Bakara ve Berae
sûrelerinde emir ve teşvik edilen cihetlere; ana baba ve yakın akraba,
yetimler, miskinler ve yolcular için nafakalar, müslüman topluluğun
fakir kulların ihtiyaçları, İslâm dinini yayma ve müdafaa ile Allah
yolunda cihad, iyilik ve takvada yardımlaşmak için gücünüzün yettiği
kadar vergi, zekât ve sadaka verin. Nefisleriniz için hayır yapın,
Allah'ın koruması altında olmanız için kendi nefisleriniz hakkında en
hayırlı, en faydalı olanı işleyin. Yani büyük mükafatın Allah'ın
yanında olması, dünya zevklerinin yok olup Allah'ın yanındakilerin
kalması sebebiyle Allah rızası için harcamak, netice itibarıyla
nefisleriniz hakkında mal ve evlattan daha hayırlıdır. Bundan dolayı
mal ve evlat dert ve hırsıyla Allah'ı ve kendilerinizi unutup da hayır
için infaktan geri kalmayın. Allah için hayırlar yapın ve O'nun için
çalışın, mal ve evlada da o maksadı gözeterek bakın ve her kim nefsinin
hırs ve cimriliğinden korunursa ki bu ancak Allah'ın korumasına
sığınmakla olabilir. İşte onlar felah bulanlardır. O'nun için gücünüzün
yettiği kadar Allah'a sığının da hırslı ve cimri olmamaya çalışın.
Nefislerinizin hırsına düşkün olup da vurgunculuk ve cimrilik ile
kendinizi, çoluk, çocuğunuzu ve cemaatinizi felaketlere sürüklemeyin.
Cömert ve asil olmaya çalışarak Allah için hayır işlerde yarışın.
(Konuyla ilgili olarak (Haşr, 59/7 ve 9. âyetlerin tefsirine bkz.)
17. Eğer
Allah'a
karz-ı hasen (güzel borç) vermek suretiyle borç verirseniz (bilgi için
Bakara, 2/245; Hadîd, 57/11 âyetlerinin tefsirine bkz.) Bu âyet de
infaka teşvik etmektedir. Bazıları bundan maksat, farz olan zekâttır
demişler, bazıları mendub, bazıları da hepsinden daha umumi olduğunu
söylemişlerdir ki teşvike en uygun olan da budur. Yani Allah'tan güzel
mükafat istemekten başka bir maksat beslemeyerek samimi niyetle verilen
ödünçler gibi "(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allah yolunda cihada
adamış, Allah'a taatten başka bir düşüncesi olmayan, o sebeble
yeryüzünde dolaşıp kazanmaya imkan bulamayan, durumunu bilmeyen
kimselere karşı gösterdikleri tokluktan dolayı onlarca zengin sayılan
fakirlere verilmelidir..." (Bakara, 2/273) buyurulduğu şekilde Allah
yolunda çalışan ve çalışacak olanların ihtiyaçlarından ve bu kabil
diğer iyilik ve hayırlardan Allah rızası için mal veya emek sarfederek
infak ve bağışta bulunursanız, bu şekilde sarfedilen şeyler,
sandıklarda para saklamaktan, dünya istekleri için sarfetmekten veya
borç vermekten, tefecilik ve faizcilik şöyle dursun meşru ticaretlerden
bile daha kârlıdır. Çünkü Allah onu kat kat mükafatıyla öder. On kattan
yedi yüze kadar ve hatta daha ziyade katlar. Memlekette bu yüzden
meydana gelecek güzel çalışma ve işlerle umumi zenginlik artıp,
zenginlerle fakirler arasında sevgi oluşturmanın dışında ahirette de
kat kat sevab verir. Hem de günahlarınızı bağışlar, ve Allah Şekûr'dur.
Şükür, iyiliği iyilikle karşılamak demek olup, Allah Teâlâ da rızası
için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük mükafatlar verir. Nimet
esasen kendisinin olduğu halde onun şükrünü bilip de Allah için
Allah'ın sarfını emrettiği yerlere sarfedenlerin hem daha güzel ve daha
fazlasıyla mükafatını artırır, hem kıymetlerini yükseltir, hem de
Halim'dir. Günahkârları hemen cezaya çarptırmayıp mühlet verir. Gerçi
hesab görmek istediği zaman hesabı çok seridir, bir anda bütün
hesabları görüp bitiriverir. Fakat her günahın peşinden hesabını
görmez, bir çoklarına mühlet verir. Bu da kendisine her hangi bir şey
gizli kaldığı için değil, büyüklüğündendir.
18. Çünkü
gaybın
da alimidir, şehadetin de, gizli yapılanları da bilir, açık yapılanları
da bilir. Meydana gelenleri de bilir, gelmeyenleri de bilir. O öyle
Aziz, öyle Hakîm'dir. Şekûr ve Halîm olmakla beraber Azizdir. İsyana
karşı zorlama ve cezası şiddetlidir. Dilerse hiç birine mühlet vermez,
izzetiyle hepsinin hesabını görüverir, hatır ve hayale gelmeyecek
şeyler yapar. Bununla beraber Hakîm'dir. Yaptıklarını öncesini
sonrasını birbirine bağlayıp üzerine hikmetler gerektirerek hakkıyla
muntazam yapar. Her yaratmasında ve her emrinde hikmet vardır. Onun
içindir ki dünyadan sonra bir ahiret söz konusudur. Bütün bu emirler de
O'nun hak hikmetiyledir. Bunlarla amel edenler kıyamet günü
aldanmazlar.
Bu sûrenin
sonundaki hitabede aile halleriyle ilgili olmak üzere "Eşlerinizden ve
çocuklarınızdan sizin için bir düşman vardır. O halde onlardan
sakının!" buyurularak düşmanlık mahzurundan sakınılması emredilmiştir.
Halbuki evlat alakası yaratılıştan gelen, feshi ve yok edilmesi mümkün
olmayan bir neseb alakası olarak sabit olup, zevciyet alakası ise nikâh
akdi sebebiyle muteber olup, feshi ve ortadan kaldırılması mümkün olan
bir sebeb alakası olması hasebiyle karı ve koca arasında bundan
istenilen sevgi ve iyi geçinme nefret ve düşmanlığa dönüşünce bunun
mahzurundan kurtulmak bazı durumlarda yavaş yavaş veya katiyyen boşama
çaresine müracaatı gerektireceği cihetle İlâhî hikmet ve izzet,
boşamayı meşru kılmış ve bu münasebetle Teğabun Sûresi'ni de Talak
Sûresi takip etmiştir.
|
|