|
Tebbet
Suresi Tefsiri
|
|
|
Elmalı Tefsiri
1. Helâk
oldu.
Bu fiil esasen bir durumu haber
vermekle birlikte dilek kipi de olabilir. Dilek kipi olması, ya tekvînî
şekilde zarar
görmesini dilemek, yahut da Arapların
adetlerinde
olduğu gibi "Kahrolası" şeklinde beddua olarak hüsran ve helâkı hak
ettiğini
anlatmak suretiyle kınamak ve çirkin görmek
mânâsınadır. Söz konusu fiili, ilk nüzûlüne bakarak çokları, bu mânâda
yorumlamışlardır. Bu yüzden "elleri kurusun"
şeklindeki tercüme pek yaygındır. Eli kurusun tabiri daha ziyade yani
"eli
çolak
olsun" mânâsında kullanılmaktadır. Bununla
beraber mecâzî anlamda iflâs etsin, elinde avucunda bir şey kalmasın,
tutacağını
tutamasın ve her tuttuğu boşa çıksın gibi
beddua mânâsına da gelmektedir ki, bu şekilde terceme edenlerin maksadı
da budur.
Bu fiile, yuh
olsun, perişan olsun gibi
mânâ vermek, de olduğu gibi tebâbın anlamına daha uygun görünmektedir.
Ancak Ebu
Leheb'in Bedir Savaşı'nın arkasından
ümitsizliğe
düşerek ölmesi ve Nasr Sûresi'nin inişinde onun hüsrân ve helakinin
gerçekleşmesi sebe b iyle Tebbet Sûresi'nin
tertibde buraya konulması, söz konusu kelimenin meydana gelen bir
durumu
haber verdiğini ifade etmektedir. Hatta
Peygamber'in
şanlı vefatıyla dahi Ebu Leheb'in isteğinin yerine gelmeyip, bilakis
helakinin
gittikçe daha çok artacağın a işaret
sayılmaktadır.
Bu da, fiilin gereği olarak kınama mânâsı taşımasına engel teşkil
etmez.
Yani,
sadece ona yuh olsun değil, helake gitti.
İki eli sağdan, soldan gerek olumlu gerek olumsuz, gerek tutmak ve
gerek
itmek içinkullanmak istediği bütün
sebeb ve vasıtaları,
gerek dünyaya gerek dine uzatmak istediği iki eli de helâk oldu. O
Peygamber'in
zaferine ve hak dinin ortaya çıkmasına mani
olmak ve küfre sarılmak için müracaat ettiği maddî manevî şey kendi
aleyhine
döndü
de, yuh diye üflediği eller i hakikaten helâk
oldu. Ebu Leheb'in, Peygamber'e nankörlük ve düşmanlıkta ileri giden ve
İslâm
dininin yayılmasına engel olmak için her
türlü fitne ve fesat ateşini alevlendirmeye çalışan Ebu Cehil ve
benzeri
azgın kâfirlerin
küfür ve taşkınlıkları Kur'â n 'da anlatılmış
olmakla beraber hiçbirinin adı açıkça zikredilmediği halde, Ebu
Leheb'in
ismine
özellikle yer verilmesi, ayrıca Peygamber'in
zaferini konu edinen Nasr Sûresi'yle tevhidi konu edinen İhlâs Sûresi
arasında
bulunması da dikkate değer niteliktedir.
Şöyle ki:
Birincisi:
Ona, "Ey suçlular, bugün şöyle
ayrılın (bakayım)." (Yâsin, 36/59) âyetinin ifade ettiği anlam üzere
bir
üstünlük vermektir.
Onun, Peygamber ile Allah arasına girmek,
çoğalmasına mâni olmak isteyen ateşli düşmanlar arasında nazar-ı
itibara
alınmaya
değer bir ayrıcalığa sahip olduğuna işaret
eder. Çünkü Ebu Leheb, Peygamber'in baba bir amcası olması sebebiyle
hususi
bir
şerefe haiz bulunuyordu. Böyle iken bu şeref
ve nimetin değerini takdir etmediği ve ona yardım edecek yerde a ksine
engel
olmak için nankörlük ve düşmanlıkla ateş
püskürmek isteyenlerin önüne düşmesi sebebiyle İslâm düşmanlarının
hepsinden
daha fazla teessüfe layık olduğunu bildirerek
yine Peygamber'in şanını yüceltmek, onun neseb, şeref ve
haysiyetlerinin
üstünde
olan Hakk'ın cilvesinin büyüklüğünü
göstermektir.
İkincisi: Ebu
Leheb, şahsı gösteren bir künye
olmakla beraber lugat itibarıyla asıl mânâsı, alev babası demektir. O
itibarla
Peygamber'e ve İslâm'a karşı ateş püskürmek
isteyip de, kendini cehenneme atmış olan kâfirlerin hepsinin temsilcisi
olması
sebebiyle onun helâki, hepsinin helâkına
misâl yapılmıştır ki, bu da, "Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek
istiyorlar.
Halbuki,
kâfirler istemese de Allah, mutlaka nûrunu
tamamlamak ister." (Tevbe, 9/32) âyetinin ifade ettiği anlama işaret
olur.
Künyeler,alem ismi olmakla beraber
yerine göre Hâtem-i
Tâi'nin cömertlik, Ebu Hanife'nin ilim ile şöhret bulması gibi sıfatlık
mânâsına
gelmelerinden ve Meânî ilminde Ebu Leheb
isminin de "ateş babası" demek olma s ından dolayı, kinâye yoluyla
"cehennemlik"
vasfına delâlet eden meşhur bir misâl olarak
söylenmiştir. Ayrıca kinâyeler de, hakikatin iradesine engel
olmayacağına
göre
burada, söz konusu mânânın hususi bir önemi
vardır. Yani maksat sadece Ebu Leheb'in şahsını belirtmekten ibaret
olmayıp,
onun vasfına ve bu vasıfta ona benzeyenlerin
hallerine de işaret edilmiş demektir. Asıl ismi, Abdüluzza b.
Abdilmuttalib
iken
yanaklarının pek kırmızı olmasından dolayı
ateşe benzetilerek, Ebu Leheb denilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur.
Çok ateşli
mânâsına gelen "alev babası" künyesi ona
başlangıçta, yüzünün parlaklığı veya canlılığı, yahut hiddet ve şiddeti
itibarıyla övgü
mânâsı düşünülerek verilmişti. Ancak bu
vasfın
hakikatinde "ateş kaynağı olmak" veya "ateşi sevmek" mânâsının
bulunması
ve
en şiddetli ateşin de cehennem ateşi olması
dolayısıyla Ebu Leheb ismi, kendisini ateşe sürükleyen "cehennemlik"
ünvanına
dönüştürülmüş, fiil ve hareketleri itibarıyla
da "cehennemin babası" mânâsına darb-ı mesel olarak kullanılmıştır.
Burada
söz
konusu nüktenin kastedildiğine özellikle
"(o) alevli bir ateşe girecektir" âyetiyle işaret edilmiştir. Yani Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in
amcası olmak gibi yüksek bir neseb, yakınlık,
soy ve şerefe sahip olduğu halde, iman etmeyip de ona düşmanlık ve
küfürdeısrar ettiğinden dolayı Ebu
Leheb böyle helâk
oldu. O soy ve şeref Ebu Leheb'i kurtarmazsa Peygamber (s.a.v.)'e
buğzedip
de
tevbe etmeyen diğer insanların ne kadar
bedbaht
olacakları ibret nazarıyla düşünülmelidir.
Keşşaf'da
denilir ki: "Tekniye" mastarı,
ikram etmek mânâsı ifade ederken burada künye anlamında kullanılmasının
üç sebebi
vardır.
1. İsmiyle değil,
künyesiyle şöhret
bulmasından dolayı.
2. Esasen ismi,
Abdu'l-Uzzâ olduğu halde künyesi
kullanıldığı
için.
3. âyetine göre ateş
ehlinden
olmasından
dolayı künyesinin haline uygun olması sebebiyle.
Ayrıca şerli olan
kimseye
"Ebu'ş-Şer", hayır sahibine de "Ebu'l-hayr"
denilmesi kabilinden de Ebu Leheb denilmiştir." Evet, Ebu Leheb'in iki
eli, yuha,
hüsrana gitti, helâk oldu. K endisi de yok
oldu. Muradına eremeyip, perişan oldu ve mahvolup gitti. Ebu Leheb,
Peygamber'e
karşı Kureyş ile beraber olduğu halde hasta
olduğu için Bedir Savaşı'na bizzat iştirak edememiş, ancak maddî
yardımda
bulunarak Ebu Cehil'in kardeşi Âs b. Hişâm'ı
kendi yerine göndermişti. Kendisi "adese" denilen çiçek hastalığına
benzer
bir
hastalığa tutulmuş, Kureyş'in yenildiğini
haber alınca savaştan yedi gün sonra kahrından ölmüştü. Alûsî ve diğer
tefsircilerin
naklettiğine göre Kureyşliler, adese
hastalığınd
a n tâun gibi sakındıkları için kendilerine de bulaşır korkusuyla
ailesinden
bile
kimse yanına yaklaşmamış, bu yüzden ölüsü
üç gün evde kalıp kokmuştu. Nihayet utandıkları için Sudâni'lerden
birkaç
kişiyi
ücret karşılığı tutarak gömdürmüşlerdi. Bir
rivayett e de bir çukur kazıp ağaçlarla içine kakmışlar ve örtünceye
kadar
da üzerine
taş atmışlardı. Başka bir rivayete göre de
çukur kazmayıp bir duvarın dibine koymuşlar ve sonra da üzeri
örtülünceye
kadar taş
atmışlardı.
Demek ki
hâdise, Kur'ân'ın on beş sene kadar
önceden haber verdiği tarzda cereyan etmişti. Mamafih durum, sadece
bundan
ibaret de değildi. Ebu Leheb, dünyada
maksadına
ulaşamadığı gibi âhirette de çekeceği azaptan dolayı hem cismânî ve hem
de ruhânî bir zarara uğrayarak helâk olmuştu.
|
|
|
2.
Buradaki
istifhâm-ı inkârî veya doğrudan
doğruya olumsuzluk edâtıdır ve Ebu Leheb'in helâkini izah etmektedir.
Yani
ne fayda verdi ona? Hiçbir fayda vermedi. Onu kurtaracak
hiçbir hayra yaramadı malı ve kazandığı, yahut kazancı. Buradaki da
mevsûl eya mastariyyedir. Mamafih önceki gibi
istifhâm-ı
inkârî veya olumsuzluk mânâsını ifade eden edat olması da
düşünülebilir.
Malı
ona ne fayda verdi? Ve ne kazandığı? Onu
felaketten kurtaracak hiçbir şeye yaramadı ve kendisi de hiçbir fayda
elde
edemedi
anlamındadır. Ancak "Malı da fayda vermedi,
kazancı da." anlamı, iki elin helâkini izah etmeye daha uygundur.
Malından
maksat,
sermayesi, kazancından maksat da, kâr ve
gelirleri, yahut kazanmak için yaptığı ticaret ve benzeri işler; veya
malı,
babasından
miras kalan, kazancı da kendi kazandığı
şeylerdir.
Ayrıca söz konusu âyette ifade edilen malından kasıt, eski ve yeni
bütün
malı,
kazancından kasıt da, gerek malından harcamak
ve gerekse başka yollardan faydalanmak suretiyle kendi istek ve
arzusuna
göre elde ettiği, pay ve nasip, yani
çalışması
ve emeği ile yaptığı işler ve sahip olduğu şeylerdir ki buna, isteyerek
çalışıp elde
ettiği bütün kazancı, çocukları, sosyal
durumu,
kendine ve toplumuna örf ve âdetlerine göre yaptığı iyilikler, ayrıca
Peygamber
'e karşı kurduğu tuzak ve düşmanlıkların
hepsi dahildir.
İbnü
Abbas'tan nakledildiğine göre, âyette
geçen "kazancından" maksat, Ebu Leheb'in çocuğudur. Yine denilmiştir
ki:
Ebu
Leheb'in oğulları aralarında anlaşmazlığa
düşerek, muhâkeme olmak üzere babalarının yanına gelmişler, derken
birbirleriyle
çarpışmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Ebu
Leheb oğullarını ayırmak için aralarına girmiş ve orada birisinin
itivermesiyle
yere düşmüştü. Buna son derece
sinirlenen Ebu
Leheb "Çıkarın yanımdan bu pis kazancı." demişti.
Bir
hadisde de "Her
insanın
yiyeceğinin en temizi ve çocuğu
kazancındandır."
buyurulmuştur. Dahhâk: "Ebu Leheb'in kazancı, kötü ameli yani
Resulullah'a
yaptığı düşmanlık ve kurduğu tuzaktır."
derken,
Katâde de "Onun kazandığı şey, bir iyi l ik yapıyorum zannıyla işlediği
ameldir ki,
bu "Yaptıkları her işin önüne geçtik de,
onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirdik." (Furkân, 25/23)
mânâsınadır."
demiştir.
Yine Ebu Leheb'in eğer kardeşimoğlunun
söylediği
hak ise, malımı ve çocuk l arımı fidye vererek ondan kurtulurum."
dediği
rivayet edilmiştir. Verilen bu mânâların
hiçbirisi diğerine zıt değildir. Maksat, tahsis olmayıp, örnek
vermektir.
Âyette ifade edilen
"kesb", bu mânâların hepsini içine
aldığından,
esasen âyetin anlamı şu şekildedir: "Ne malı ne de hiçbir kazancı
kendisine
fayda
vermedi, onu zarar ve helâkten kurtaramadı.
|
|
|
3. Zira
o bir
ateşe yaslanacak ki yarın âhirette
bir ateşe girecek ki Gayet alevli, dünyada eşi, benzeri görülmemiş son
derece
şiddetli bir alev ve iltihabı olan bir ateş,
yani sadece cisimleri yakan bir ateş değil, ruhları sarıp gönüllere
nüfûz
eden "Allah'ın
tutuşturulmuş ateşidir ki, gönüllere işler."
(Hümeze, 104/6,7) âyetinde buyurulan cehennem nârıdır.
|
|
|
4. Karısı
da
ki o Harb'in kızı, Ümmü Cemil
ve Ebu Sufyân b. Harb'in kız kardeşidir. Bu isimlerdeki imâlara da
dikkat
etmek
gerekmektedir. Bu kelime, fiilinin altında
gizli bulunan Ebu Leheb'e ait olan zamirine bağlıdır. Yani Ebu Leheb'in
yalnız kendisi
değil, karısı da o ateşe yas l anacaktır.
Diğer kırâetlerin hepsinde kelimesi, haber olarak ötreli okunur. Bu
durumda
Ebu Leheb'e
bağlanmayıp cümle olarak ondan hal yapılır.
Âsım kırâetinde ise üstün okunur. Bu durumda da şu iki şekil söz
konusudur.
1-
Kelimesinden hal ya pılmasıdır ki, karısı
da odun hammalı olarak cehenneme girecek, Ebu Leheb'i götürecek veya
onun
ateşini artırmak için, dünyada küfrüne,
arzusuna
hizmet ettiğinden dolayı cehennemde de azabına iştirak ile hizmet
edecek
demektir. Çünkü "O halde yakıtı i nsanlar
ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının." (Bakara,
2/24), "O inkâr
edenler var ya, ne malları, ne de çocukları
onlara, Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamaz. Onlar ateşin
yakıtıdırlar."
(Al-i İmrân, 3/10)
âyetlerinde buyurulduğu üzere cehennemin
odunu, çırası kâfirler olduğundan küfre hizmet etmek, cehenneme odun
taşımak
mânâsına gelmektedir. Buna göre onun
sırtındaki
cehennem odununun da, Ebu Leheb'in kendisinin olması en uygun bir
mânâdır.
2- Kınama
anlamında mansuptur. "Yani o odun
taşıyıcısı karı" mânâsındadır. Bu durumda, kelimesi üzerinde durmak
câizdir.
Burada da "hatab"dan maksat Ebu Leheb'dir.
Bundan başka bir de tâbiri, koğucu, ona buna laf taşıyan bozguncu
şeklinde
mecâzî bir anlam da taşımaktadır. Keşşaf
sahibi ez-Zemahşerî der ki: "İnsanlar arasında koğuculuk yapan
bozgunculara,
"Aralarında odun taşıyor." denilir. Bu cümle,
insanlar arasında ateş yakmak, şerre sebeb olmak anlamında
kulanılmaktadır.
Nitekim
"Beyaz
insanları, yani yüzleri ak temiz kimseleri
avlamaya çalışmadın,
Alçaklığın sırtına binerek oba arasında yaş
odunla yürümedin."
diyen şair de
bu mânâyı ifade etmiş, dumanı
çok olmasından dolayı şiirinde "yaş odun" tabirini kullanarak şerrin
çokluğuna
işaret
etmiştir." Lisanımızda bu mânâ, "kundakcılık
etmek" şeklinde ifade edilmektedir. "Yangına körükle gitmek" sözünde de
aynı
anlam söz konusudur. Ancak, Türkçe'de "odun
hamalı" tabirinden bu mânâ anlaşılmaz. Onda sadece küçümsemek anlamı
vardır.
Zira izzet ve servet içinde büyümüş bir
kadının odun hamallığı yapması, acıklı bir sefâlet demektir. Esasen
bundan,
koğuculuk
ve bozgunculuk mânâsını çıkarmak için ya
"kundakçı" demek, yahut "hammâlete'l-hatab" tâbirini terceme etmeyerek
darb-ı
mesel tarzında aynen söylemek daha uygundur.
Bu anlam, cehenneme girmenin sebebi olan dünyadaki durumu göstermiş
olmaktadır. Fakat asıl mânâ, dünyadaki aile
şerefine, zenginlik ve üstünlüğüne rağmen, ahiretteki sefâlet ve
hakaretini
duyurması
ayrıca Ebu Leheb'in arzusuna boyun eğenler
içinde en sakınması gereken karısının bile cehennem ateşinde hakaretle
onun
azâbını şiddetlendirmeye hizmet etmekte
olduğunu
ifade etmesi sebebiyle, diğer anlamlarını da dikkate almakla birlikte,
"odun
hamalı" diye terceme etmeyi daha uygun
gördük.
Nitekim İbnü Zeyd ve daha başkalarından gelen rivayetler de, bunu
kuvvetlendirmektedir. Denildiğine göre, Ebu
Leheb'in karısı, Resulullah (s.a.v.)'in geçeceği yol üzerine geceleyin
diken dalları
bıraktırmak suretiyle ona eziyet etmek
isterdi.
Onun için bu tabirle kınanmıştır. Mamafih bu rivayet de onun
Peygamber'e
eziyet
vermek ve dinin yayılmasına engel olmak için
kocasının fikrine hizmet etmek üzere gizlice koğuculuk ve benzeri işler
yapmak
suretiyle rahatsız etmeye çalışması tarzında
temsilî bir ifade olarak düşünülürse, yu k arıda söylenen mânâların
hepsine
uygun
düşmüş olur.
|
|
|
5. Bu
cümle
de "hammale"nin altında gizli
olarak bulunan zamirinden haldir. Yani gerdanında süs yerine bir ip
ki...
Âyette yer
alan "cîd" boyun mânâsına gelirse
de, "unuk" kelimesi gibi sadece boyun anlamı ifade etmeyip, özellikle
gerdanlık
gibi zinet eşyalarıyla süslü veya süslenmeğe
layık güzel boyunlar anlamındadır. Bu yüzden denilmeyip buyurulmuştur.
Gerçi
burası, tahkir makamıdır. "... biz de inkâr
edenlerin boyunlarına ( a teşten) halkalar koyduk."
(Sebe',
34/33) gibi "ğull" (pranga) ve benzeri
ifadelerle küçümseme mevkiinde boyun zikredilmektedir. Ancak burada
"odun
hammalı" diye küçük düşürüldükten sonra
"Boynunda
da bir ip mevcuttur." denilseydi, kapsamlı bir mânâ ifade etmezdi.
Halbuki "cîd" şâirin "Güzel kadının gerdanındaki
zinetten daha güzel." dediği gibi süs ve övgü ile söylenmektedir. Bu
mânâ
farkı,
Türkçe'de de söz konusudur. Biz de bu gibi
durumda "gerdan" tabirini kullanırız. Bu sebeple âyette, tahkirden
sonranın
zikredilmesi, kadının kadınlık onurunu
coşturmak
suretiyle durumun acıklı manzarasını göstermektedir. Binaenaleyh bu
kelâm
"boynunda bir ip vardır" diye anlaşılmalıdır.
"O dilberin boynunda gerdanlık yerine bir ip vardır" şeklinde
düşünülmelid
i r ki, "Süs
içinde yetiştirilip mücâdelede açık olmayanı
(tartışmayı beceremeyeni) mi (Allah'ın parçası yaptılar)." (Zuhruf,
43/18)
âyetinin ifade
ettiği mânâ üzere, süslü gerdanlıklarla
donatılıp
ikramla yetiştirilen, düşmanlık ve mücâdele mevkilerin d e bulunmaması
gereken
bir gerdanın hamallık ipi ile
aşağılanmasındaki
hakaret ve istihzânın acılığındaki fesahat anlaşılabilsin. Said b.
Müseyyeb
ve daha
başkalarından rivayet edildiğine göre, onun
gerdanında mücevherlerle süslü, kıymetli bir gerdanlık va r dı. Öyle
iken
bu
gerdanlığın yerinde sağlam liflerden,
kuvvetli
tellerden bükülmüş, kıvrılarak örülmüş bir ip bulunmaktaydı. Söz konusu
kelime ile
ilgili Ragıb el-İsfahânî'nin "Müfredât" adlı
eserinde şu açıklamalar mevcuttur: "Mesed, ince hurma dalları n dan,
yani
şahlarından
elde edilen ve fitillenen sağlam bükülüp
örülen liftir. de yaratılışı, vücudu bükülmüş ip gibi derli toplu olan
kadın demektir.
Bunun netiesi
şudur ki, mesed, hurma lifinden
bükülmüş, sağlam bir urgan demek oluyor. Fakat Zemahşerî diyor ki:
Mesed,
iplerden şiddetli ve kuvvetli bir şekilde
bükülmüş olandır. Bu ister liften olsun, ister deriden olsun, ister
başka
şeylerden olsun
aynıdır. Şair: "Develerden daha hızlı, daha
kıvrak geçen mesed..."> demiştir.
Aynı şekilde
cümlesi de sağlam yapılı kuvvetli
adam mânâsını ifade etmektedir. Kâmusta "mesd" kelimesi "ip bükmek" ve
"yolda gayretle sürüp gitmek" mânâsınadır.
denildiğinde bu sözle, "ipi güzelce bükmek" mânâsı kasdedilmektedir.
"Mesed"
ise,
demirden çark oku demektir. Ayrıca hurma
lifinden, bir görüşe göre de "Mukl" ağacının ince dallarından bükülmüş
ipe
denilmektedir. Bazı alimlere göre de sağlam
ve kuvvetli bükülüp örülmüş olan ipe "mesed" adı verilir. Besâir'de
açıklandığına
göre, "Mesd" mastar, "Mesed" ise isimdir,
ancak "Memsûd" anlamındadır, yani pek sağlam örülmüş ip demektir. Yani
âyet,
"gerdanında şiddetli bir şekilde bükülüp
demir bir ip yapılmış olarak" mânâsınadır. Demek ki mesed, esasen
"memsud"
mânâsına alınarak bununla, hurma veya mukl
ağacının lifl e ri gibi kuvvetli liflerden bildiğimiz kendir, urganlar
tarzında fitil fitil, kat
kat bükülmüş veya örülmüş sağlam urganlar
kasdedilmektedir. Bu anlamda kıl, deri ve demir gibi hangi maddeden
yapılırsa
yapılsın, ip şeklinde bükülmüş yahut örülmüş
olan sağl a m telli, fitilli urgan, halat ve zincirlerin hepsine mesed
denilmektedir.
Burada da maksat ipin, yapıldığı maddeden
ziyâde kuvvet ve kıvraklığı söz konusu olduğu için en sağlamının
düşünülmesi
gerekmektedir. "Biz, kâfirler için zincirler
ve demir halk a lar hazırlamışızdır." (İnsan, 76/4) âyetinin ifade
ettiği
mânâ üzere
cehenneme giden kâfirlere vaad edilen de
zincirler ve bağlardır. Bir gerdana gerdanlık yerine yakışan da bir
zincirdir.
Fakat bir
odun taşıyıcısının sırtına aldığı odunları
bağlayıp uçla r ını, gerdanlık yerine sarkıtacağı sağlam ipin de zincir
değil, liften bir urgan
olması daha uygundur. Kâfirin hassasiyetine
dokunan en acıklı manzara âyetin, sırtında cehennem odunu olan kocasını
taşırken
gerek iftihar ettiği gerdanlığını, gerekse
örgülü k ıvrık saçlarının gerdanından sarkmasını, kendi yanacağı ateşin
odununu taşıyan
bir odun hamalının boynuna düğümleyip
geçirdiği
kuvvetli urganın boynundan sarkması şeklinde tasvir etmesidir. Bu da,
dünyada Allah yoluna sarf edilmeyen servet
ve kazancın, şükrü bilinmeyen şeref ve asaletin ardındaki hakaret ve
aşağılanmaya
bir misâldir. İşte o ateş babası Ebu Leheb,
parlaklığına ve bir takım üstünlüklerine rağmen Allah'a ve Resulü'ne
karşı
küfür ateşi
yakmak istediğinden dolayı o ateşin odunu
olarak helâke sü r üklenmiş ve karısıyla birlikte bütün âleme darb-ı
mesel
olmuştur.
Ta peygamberliğin başlangıcında haber
verilmiş
olan bu hakikat, aynı tarzda tahakkuk etmiş, Resulullah (s.a.v.)'in
tebliğ
ettiği
şekilde Allah'ın birliğine imân etmediği
için onun şefaatından istifade edememiş, ne nesebinin şerefi, ne de mal
ve kazancı gibi
asaletinin kudret ve ihtişamı, kendini helâk
olmaktan kurtaramamıştır. Onun için diye beddua etmesinden dolayı da
kendisine
tevbe de nasip olmayıp mahvolup
gitmiştir.>
"Kötü sondan Allah'a sığınırız."
Şimdi
birisi, tesbih, hamd ve istiğfar ile
Allah'a giden, diğeri de hüsran ve aşağılanma ile ateşe giden iki son
böyle
beyân edildikten sonra, güzel bir
sona erişmek
ve o helâkten kurtulmak için tek çarenin Allah'ın dinine sarılmak ve
bunun
için de önce
Allah'ı birlemek ve samimiyetle tanımak sonra
da bütün kötülüklerden korunmada O'nun yardımına sığınmak olduğu hususu
beyân edilecek arkasından da Allah tarif
edilerek tevhid ve samimiyetle O'na bağlanma emredilecektir.
|
|
|