1.
"Andolsun
gökyüzüne." Buradaki "vav" yemin içindir. Sema ise, bildiğimiz göğe ve
mutlak yüksek mânâsına maddi ve ruhani her yüksekliğe ve dolayısıyla
hava boşluğuna, buluta ve yağmura veya yağmurdan meydana gelen
bitkilere ve yiyeceklere dahi denir. Burada bazıları "yağmur" mânâsına
demişlerse de çoğunluğun dediği gibi bildiğimiz gök mânâsına olması
açıktır ki yukarıda çatlayacağı, yarılacağı hatırlatılan ve burçları
olduğu bildirilen gök demek olur. Bununla beraber Arş'a kadar maddi ve
ruhani mutlak yükseklik mânâsına olması da yeminin cevabına pek
uygundur.
Yeminin faydası,
yemin edilen şeyin önemine dikkati çekerek verilen haberi
desteklemektir. Burada iki şeye yemin olunuyor. Birisi gök, birisi de
Târık'tır.
TÂRIK, aslında
"tark" kökünden ism-i fâildir. Tark, bir ses işitilecek şekilde
şiddetle vurmak, çarpmaktır. Bu asıl mânâsından genişletilerek bunun
gerektirdiği birçok mânâda kullanılmıştır. "Çekiç" ve "çomak" mânâsına
"mıtraka" bu köktendir. Yol mânâsına gelen "tarîk" da bundan
türetilmiştir. Zira yolcular ona ayak vururlar. Buna göre "târîk",
esasen "tokmak vurur gibi şiddetle vuran" demek olduğu halde sonra ayak
vurmak, yol tepmek mânâsıyla lügat örfünde yola giden yolcuya isim
olmuş ve bu mânâda yaygın şekilde kullanılarak hakikat olmuştur. Sonra
"gece gelen" mânâsında özelleşmiştir ki geceleyin gelip kapı çalan veya
gönül hoplatan ziyaretçi mânâsını ifade eder. Mastarı "tark" ve
"turuk"tur. Sonra bu mânâdan genişletilerek her ne olursa olsun
geceleyin ortaya çıkıp göze, gönüle çarpan her şeye, hatta hayalî
görüntülere dahi târık denilmiştir. Nitekim Şair:
"O hayal gördü
ve hiçbir tarafa meyletmedi. Oysa kervanlarımızı hızlandırma açısından
gece kadar etkili bir şey yoktur." demiştir. Bizim zihne çarpmak
tabirimiz de bu türdendir. Bir de Târık, özellikle sabaha karşı doğan
sabah yıldızına da denir. Burada Târık, yemin ile cevabı arasında bir
ara cümlesi olarak şöyle tefsir olunuyor:
2. Bildin
mi sen
Târık nedir?.
3.
"Karanlığı
yaran yıldızdır." Üzerine yemin edilen o Târık, delen yıldızdır.
NECM-İ SÂKIB,
delik mânâsına "sakb" kökünden "delen yıldız" demek olup ışığının
kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza
denir. Nitekim aynı mânâ ile şihaplara yani kıvılcımlara veya akan
yıldızlara da "sâkıb" denilir. Bir de kuş yukarı yükseldi demek olan
tabirinde olduğu gibi sakb, yükselme mânâsına gelir ki bazıları bu
mânâyı göz önünde bulundurarak necm-i sâkıb, yüksek yıldız demek
olduğunu söylemişlerdir. Şu halde 'nün başındaki "lâm" cins ifade eden
lâm olmak üzere, gece doğan herhangi bir parlak veya yüksek yıldız
cinsi veya lâm ahd için olarak, sabah yıldızı ve İbnü Abbas'tan bir
rivayete göre Cediy yıldızı veya Sûresi'nin başında geçtiği gibi
Süreyya veya Kur'ân yıldızı olmak ihtimali de vardır.
İlk akla gelen
Sabah yıldızı olmakla beraber Târık manevi şeyler için de
kullanılabildiğine ve "yıldızla da yol bulurlar"(Nahl, 16/16) mânâsınca
yıldızda bir hidayet ve yol gösterme mânâsı olduğuna göre "Necm-i
Sâkıb"tan maksadın geceleyin gökte doğan herhangi bir parlak yıldızın
göze çarpması halinde ışığın şuurumuzda parlayışı gibi manevi semadan
nefislerimize gelip vicdanımıza işleyen ve zihnimize nakşedilerek bizi
içimizdeki ve dışımızdaki karanlıklardan çıkaran iman ve kesin inanç
nurlarıyla manevi kalbe doluşları ve ilâhî irşatları kapsaması daha
uygundur. Yani, göğe ve sizi karanlıklardan aydınlatmak için yıldız
gibi şuurunuza çarpan ve maddenizi delip gönüllerinize işleyen hak
nuruna yemin olsun.
4. Hiçbir
nefis
yoktur ki ille üzerinde bir hafız, bir koruyucu olmasın.> Her nefis
üzerinde, her halde mutlak bir koruyucu vardır. Onu, her halinde bütün
varlığıyla bütün fiil ve davranışlarını ve onunla ilgili olan her şeyi
görür gözetir, hepsi onun koruması, gözetimi ve kontrolü altında olur.
Ki O, Levh-i Mahfuz'u da koruyan yüce Allah'tır. Bir nefis ne kadar
yüksek olursa olsun, her halinde üzerinde bir koruyucu bulunmaktan
kurtulamaz. Hiç bir zaman kendi kendine başıboş bırakılmaz. Her an
kontrol altındadır. "Oysa üzerinizde muhakkak gözcü melekler var.
Dürüst yazıcılar var. Her ne yaparsanız bilirler."(İnfitar, 82/10-12)
buyurulduğu üzere insanlar üzerine her yaptıklarını bilerek yazan
değerli melekler ve "Onun önünden ve arkasından takip eden melekler
vardır. Onu Allah'ın emrinden dolayı gözetirler."(Ra'd, 13/11)
buyrulduğu üzere Allah'ın emriyle her insanı önünden ve arkasından
muhafaza ederek takip eden muhafız melekler bulunmakla beraber, Kaf
Sûresi'nde "Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler
vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf,
50/16) âyetinde geçtiği gibi onlar insanın nefsindeki her gizli
vesveseye ulaşamaz; fiillerini, sözlerini, kararlarını kayıt edip zabıt
tutarlarsa da bütün içindekileri bilemezler. Fakat şahdamarından daha
yakın, "Her şeyi koruyucu" (Hud, 11/57), "Her şeyi hakkıyla
gözetici"(Ahzab, 33/52), "Her şeye şahit" (Mâide, 5/1117)
"Göğüslerdekileri bilici"(Âl-i İmran, 3/119, 154) olan yüce Allah
hepsinin üzerinde koruyucudur. Bütün muhafızlar onundur. İnsanın
hafızası da onun koruyucu olduğunu gösteren delillerden biridir.
Ebu Umame
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur
ki: Mümine yüzaltmış melek vekil kılınmıştır. Onlar bal çanağından
sinek kovalar gibi müminden şeytanları kovarlar. İnsan kısa bir süre
kendine bırakılsa şeytanlar onu kapışıverirlerdi.
Bazıları bu
âyette geçen "hâfız"ı, koruyucu hafaza melekleriyle, bazıları da
amelleri kayda geçiren yazıcı kontrol melekleriyle tefsir etmek
istemişlerse de asıl maksat her iki mânâ ile hepsinin üzerinde gerçek
koruyucu olan yüce Allah'tır.
Bazıları da
burada "hâfız"ı akıl diye anlamak istemişlerdir. Fakat söylediğimiz
gibi insanın akıl ve hâfızası da yüce Allah'ın âyet ve delillerinden
biridir. Nefis, göğü ve Târık'ı onunla anlayıp kendisiyle mukayese
ederek üzerindeki "hâfız"ı anlamaya giden yolu bulabilir. Bundan dolayı
akıl yoluyla bu dâvâyı isbatın veya nakil yoluyla bu haber vermenin bir
dalı ve şubesi olarak buyruluyor ki:
5. Onun
için
insan baksın, üstünde bulunan göğe ve geceleyin karanlığı delen parlak
veya yüksek yıldız gibi göze gönüle çarparak nefsine gelen Târık'a
bakıp içinden ve dışından nasıl yüksek bir koruma ve kontrol altında
bulunduğunu anlamak ve ona göre fenalıktan sakınıp sonunda
sevinebileceği görevleri gayret sarfederek yapmak üzere kendini
düşünsün. Neden, hangi şeyden yaratıldı?
Bazıları burada
insan nefsinin, "heykeli mahsüs" yani görünen heykel denilen bedenden
ibaret olduğunu ve bu şekilde bu sorunun insana, değersiz bir varlıktan
ibaret olduğunu düşündürme akışı içinde sorulduğunu söylemişlerse de bu
tamamen doğru değildir. Zira "insan baksın" emrinden, ilk evvel insanın
bedenden ibaret değil, bakan, yani düşünen şey demek olduğu anlaşılır
ki bu da Kıyame Sûresinde geçtiği gibi "Doğrusu insan kendine karşı bir
basirettir, kendi nefsini görür."(Kıyamet, 75/14) âyetinin ifade ettiği
mânâ ile tamamen aynıdır. Gerçi cevapta insanın bedeni itibarıyla
yaratılışı, yaratılmaya başlanması anlatılmış ise de bundan insanın
bedenden ibaret olması gerekmeyip yaratılış aşamalarından bir aşamaya
ait olarak beden ile ilgili bulunduğu anlaşılmış olur.
İkinci olarak,
bu sorunun bu şekilde sorulmasında, sözün akışına göre insanın üzerinde
bulunan koruyucu ve gözetici karşısında aciz ve değersiz olduğuna bir
uyarı bulunduğunda şüphe yok ise de asıl sorunun gelişi, o değersizliği
düşündürmek değil, onu değersiz bir başlangıçtan yaratıp yükselterek
"düşünen insan" derecesine getiren yüce yaratıcının yaratma ve
korumadaki gücünün büyüklüğünü düşündürerek o yaratıcının tekrar
yaratabileceğini göstermek ve dolayısıyla "Bütün sırların yoklanacağı
gün"de sırların temiz olması için gurura saplanmayıp Allah'a doğru
yükselmek üzere kendi nefsinden çaba harcaması gerektiğini anlatmaktır
ki nazar, yani bu âyette emredilen bakma ve düşünme, bu çabanın
başlangıcı demektir.
6. Onun
için
yaratılışının başlangıcında bir erlik suyu halinde iken bile rahime
geçmek için bir tür gayret ve çaba demek olan dıfk, yani "atma"
özelliği açıkça belirtilerek cevabında buyruluyor ki: Atan bir sudan
yaratıldı.
DIFK fiili,
dökmek, atmak gibi geçişli olduğu için suyun niteliği "atılan" veya
"dökülen" olması gerekirken "atan" denilmesi kuşkusuz çok dikkat
çekicidir. Bunun izahını üç şekilde yapmışlardır.
BİRİNCİSİ,
Zeccac'ın Sibeveyh'ten naklettiği üzere hurmalı ve sütlü gibi nisbet
mânâsıyla "dıfıklı" demek olarak yine atılan mânâsından olmasıdır.
İKİNCİSİ, "Razı
olunmuş hayat"(Kâria, 101/7) âyetinde olduğu gibi isnad-ı mecazî
yoluyla ism-i mef'ul yerine ism-i fâil kullanılmış olmasıdır. Ferrâ:
"Sıfat yerinde bunu Hicazlılar diğerlerinden daha çok yapar. "Gizlenmiş
sır" , "Yorgun düşmüş dikkat" ve "Uyunan gece" tabirlerinde olduğu
gibi" demiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ, İmam
Halil ve Kutrub'tan dıfk ve dufuk kelimelerinin dökülme mânâsına da
geldiği nakledilmiştir. Fakat hangisi de olsa bunun bu şekilde
anlatılmasında bir nükte olmalıdır. Bu ise, suda bir çaba tasavvur
ettirmek üzere atma işinin onun tarafından yapıldığının söylenmesidir.
"Mâ" kelimesinin
başındaki "min" başlangıç ifade eder. "Bir kısım" mânâsına gelmesi de
"Suyun hepsinden çocuk olmaz." sahih hadisinin mânâsına uygun olur ki,
"atan bir suyun bir kısmından yaratıldı" demek olur. "Mâ" kelimesinin
sonundaki tenvin de küçümseme, değersizlik, âdilik ifade eder.
Değersiz, basit bir sudan mânâsındadır.
7. Ama
rastgele
atılan her sudan değil şu nitelikteki atan sudan ki erkeğin sulbü ile
kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.
SULB, sulüb,
saleb sâlib; başın arka dibinden kuyruk sokumuna kadar arka kemiğine
denir ki omurga kemiği, amûdi fikarî ve bel kelimeleri ile ifade
edilir. Dimağdan inen ve "nuha-ı şevki= omurilik" denilen ve sinir
sisteminin ana hattı olan "korkar ilik" onun içinden iner. Beden
şekillenme ve oluşumunun sertlik ve sağlamlık ekseni demek olan bir
temel direğidir.
TERÂİB de
"teribe"nin çoğuludur. Göğüs kemiklerine denir ki "göğüs tahtası" tabir
edilir. İki meme ile boyun halkası kemiklerinin aralığına veya göğsün
sağ tarafından dört ve sol tarafından da dört kaburgaya veya iki el,
iki ayak ve iki göze de denilir. Özellikle göğüste gerdanlık takılan
yere denir. Demek ki sırttaki omurların karşılığı olarak göğüs
kemiğinin sağ ve sol kaburgalara doğru dallanan her boğumu bir teribe
olup hepsine birden terib ve teraib denilmiştir. Bu durumuda asıl
terâib, göğüs tahtasının eksenini teşkil eden ve boyundan memeler
arasına doğru inen kemikler olup etrafı itibarıyla sinenin gerdanlık
takılan bölümüne ve hepsine denir. Nitekim İmriu'l-Kays'ın:
"Beli ince,
bembeyaz, göbekli değil,
Sinesi ayna gibi
parlaktır."
beytinde ayna
gibi cilalanmış diye nitelediği terâib, kemikler değil, sinenin
kendisidir.
Sulb ile terâib
bedenin arkadan ve önden iki duvarını bel ve bağır gibi esaslı iki
temel direğiyle ifade etmiş oluyor ki bunların arası üreme aygıtını
kapsar. Şu halde "sulb ile terâib arası", bedenin bütün şekliyle ilgili
olup ortasında bulunan üreme aygıtlarından kinâye olur. Aynı zamanda
sulb erkeğe, terâib de kadına işaret olarak aralarının birleşmesinden
kinâye olmak da sulbün erkek, sinenin kadın hakkında daha meşhur ve
açık olması itibarıyla herkes tarafından bilinmiş olmaya daha yakındır.
Gerçi "çıkan" kelimesi "ma-i dâfik" (atan su)in sıfatı olmak daha yakın
bulunduğu için, altında gizli olan "o" zamirinin bunun yerini tutmuş
olacağına nazaran dâfık kelimesinden açıkça erkeğin suyu
anlaşılabileceği gibi; "sulb ve terâib arasından" ifadesinden de ilk
akla gelen erkeğin sulbü ile erkeğin göğüs kemikleri arası olur ise de
birleşme halinde erkek ve kadından her birinin sulb ve teraibi arasına,
yahut sulb erkeğe teraib kadına ait olarak ikisinin de sebep oluşuna
işaret olmak daha uygundur. Çünkü bu şekilde bu vasfın faydası daha
kapsamlı olur.
Tefsircilerin
burada başlıca iki görüşü vardır:
BİRİSİ, ilk
söylediğimiz gibi "atan su" erkeğin suyu, "sulb ve terâib arası" da
erkeğin sulbü ve göğüs kemikleri arası olmaktır. Bununla bu işte kadın
yönü yok sayılmış değil, ancak açıkça ifade edilmeyip "Allah onu hangi
şeyden yarattı? Bir erlik suyundan, onu yarattı."(Abese, 80/18-19)
âyetinde olduğu gibi en önemli olanına işaretle yetinilmiş olur.
İKİNCİSİ,
erkeğin sulbünden ve kadının göğüs kemiklerinden, yahut ikisinin de
sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan iki suyun toplamına işaret
olmaktır. Çünkü tâ Al-i İmran Sûresi'nin başında geçtiği üzere Hz.
Peygamber (s.a.v.) 'den "Erkek ve kadından hangisinin suyu -kuvvetçe-
üstün gelirse çocuk daha çok ona benzer." diye rivayet olunduğuna göre
çocuk, erkekle kadın suyunun birleşmesinden meydana gelir.
Bunun iki su
olduğu halde sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan "atan bir su" diye
ifade olunmasının sebebi de şöyle açıklanmıştır.
BİRİNCİSİ:
Erkekle kadın ikisi birleşme halinde bir tek şey gibi olduklarından
dolayı burada bu ifade güzel olmuştur.
İKİNCİSİ: Bir
şeyin iki sebebi olduğu zaman, "bu, şununla şunun arasında oldu" demek
uygun olur. O halde "dâfik" (atan) denilmesi de, bir şeyin bir kısmının
vasfıyla o şeyin tamamını nitelemek kabilinden olur. Bir kısmı "atan"
vasfını taşıması sebebiyle tamamına da bu vasıf verilmiştir. Yahut
kadının suyu da rahime dökülmesi nedeniyle onda da bu sıfat
düşünülebilir.
Bu iki görüş
üzerine burada kadının da menisi var mıdır, yok mudur? Varsa, çocuğun
doğmasında asıl olan hangisidir? tarzında bazı tartışmalar olmuştur.
Kadının da bir suyu bulunduğunu ve buna şer'an onun menisi denildiğini
ve embriyonun meydana gelmesi için döllenmede iki tarafın da ilgili
olduğunu tartışmaya gerek yoktur. Fakat kadının suyu erkeğin menisi
gibi hayati maddeyi içeriyor mu, yoksa mezi gibi bir yardımcı hizmeti
yapmakla kalıyor mu? Çocuğun yaratılmasında ikisi birlikte etken birer
unsur mudur? Yoksa biri işi yapan, öbürü bunu kabullenen durumunda
mıdır? Bu yönler aranmıştır.
Kur'ân
âyetlerinin toprak, çamur, kupkuru çamur, şekillenmiş balçık, çamur
hülâsasından sonra başlangıç olarak gösterdiği değersiz su, meni, atan
su hep erkeğin menisinde olduğu bilinmesini ve kadın menisi hakkında
bir açıklık bulunmamasını göz önüne alan bir kısım âlimler, çocuğun
oluşumunda asıl unsurun erkeğin suyu olduğu görüşüne varmışlar ve
kadının suyunu bir hayat unsuru değil, bir yardımcı mahiyetinde
düşünerek ilk görüşü tercih etmişlerdir.
Öte yandan
ulûkun yani döllenmenin meydana gelmesinde kadından da bir maddenin
iştirak edip katıldığı daha sonra çocuğun anaya da benzemesi
durumlarının ortaya çıkmasından da anlaşılmasına ve hadiste de bunun
kadın menisinin katılıp üstün gelmesinden olduğunun söylenmesine
dayanılarak katılan etkili veya etkiyi kabul eden bir unsurun dahi
nazar-ı itibara alınması gerekmiştir ki bu unsur kadının bezr (tohum)
veya büyeyza (yumurtacık) tabir olunan ve döllenen yumurtacığıdır.
Kadının suyunun bir meni gibi sayılması rahmin üstünde "mebiz" denilen
yumurtalıktan çıkan bu yumurtacıklar dolayısıyladır. "Suyun tamamından
çocuk olmaz." hadisi gereğince çocuk erkek suyunun tamamından değil bir
kısmından olduğu gibi, kadın suyunun da hepsinden değil, bu
yumurtacığındandır. Gizli olan döllenme işinde bunun görevinin ne
olduğu hususunda üç ihtimal vardır:
BİRİNCİSİ, erkek
tohumunun faaliyet ve gelişmesine yalnız zemin teşkil eden bir edilgen
olmasıdır.
İKİNCİSİ, onun
ile karışıp birleşerek hepsinin birden faaliyet gösterip gelişmesidir.
ÜÇÜNCÜSÜ, erkek
menisi bunun faaliyetine yalnız bir uyarıcı sebep gibi olup yavrunun
aslının o yumurtacıktan gelişmesidir. İşte tefsirciler âyetinin
tefsirinde birinci ve ikinci ihtimaller üzerinde yürümüşler, üçüncü
ihtimali hiç nazar-ı itibara almamışlardır. Bu münasebetle burada erkek
ve kadın suları ile anlatılan bu üç ihtimal hakkındaki teorilere dair
biraz açıklamada bulunmak faydasız olmayacaktır.
Yüce Allah'ın
yaratma ve kudretine, koruma ve yardımına delil göstermek suretiyle
başlangıç ve son hatırlatılmak üzere insanın yaratılış aşamaları
Müminûn Sûresi'nde "Andolsun biz insanı çamur hülasasından yarattık.
Sonra onu sağlam bir yerde bir tohum yaptık. Sonra o tohumu bir
embriyon haline getirdik. Arkasından bu embriyonu bir et parçası
yaptık. Sonra et parçasını da kemikler haline çevirdik. Sonra bu
kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşa ettik.
Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir. Sonra siz bundan
sonra muhakkak öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü muhakkak
diriltilileceksiniz."(Mü'minûn, 23/12-16) âyetiyle dokuz mertebe
halinde sınırlandırılarak zikredilmişti. Ki bunlardan birincisi çamur
hülâsası, ikincisi tohum, üçüncüsü embriyon, dördüncüsü et parçası,
beşincisi kemikler, altıncısı et, yedincisi bir başka yaratılış,
sekizincisi ölüm, dokuzuncusu yeniden dirilmedir. Birincisi olan
çamurdan hülasa hakkında orada söz geçmişti. Burada da insan nefsi
üzerindeki ilahî koruma ile Allah'ın onu tekrar yaratmaya gücü olduğu
düşündürülmek üzere bütün bu mertebeler "Neden yaratıldı? Atan bir
sudan. O, sulb ile göğüs kemikleri arasından çıkar. Elbette Allah'ın
onu döndürmeye gücü yeter." mânâlarıyla özetlenerek "insan baksın" diye
insana, bakması emredilmiş ve bu bakış için her şeyden önce en açık ve
ortada olan "atan su" başlangıcından hareket tarzı gösterilmiştir.
Gerçi bu hakikatte "Sonra onu sağlam bir yerde bir tohum
yaptık."(Mü'minûn, 23/13) âyetiyle beyan edilen ikinci mertebedir.
Fakat hemen bakış atabilmek için en açık ve en yakın olan başlangıç bu
olduğu için birçok âyette önce bu başlangıca dikkatler çekilmiştir.
Burada "Sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan" vasfında bu suyun hem
oluşumu ilkelerine hem de yedinci mertebe olan "bir başka yaratılış"la
doğum anına kadar gelişim özelliklerine anatomik, fizyolojik ve
embriyonolojik açıdan işaretler vardır. Bunlar fiziksel, kimyasal ve
biyolojik cihetlere kadar dallanırsa da burada en çok aranan biyolojik
özelliktir. Bu arada cenin ilmi ve embriyon ilmi adıyla zamanımızda
ayrıca bir tasnif ve incelemeye tabi tutulan bilim dalı da bu
zikredilen "bakış"ı görev edinerek takip eden deneysel ilimlerdendir.
Bu konuda eser yazılması genellikle tıp açısından olduğu için yazılan
eserler hep o gayeyi hedef edindiklerinden dolayı ilahiyat bakımından
bunu delil olarak kullanıp da bir neticeye varmakla meşgul olmazlar ise
de anatomi, doku bilimi ve organların görevleri gibi onda da insanın
yaratılışına bakmak suretiyle yaratıcının kudretli olduğu neticesi
çıkarılabildiğinden ve ahlâkî, dinî, insanlık görevini takdir açısından
konumuzla ilgisi olan nice nice oluşum delilleri tetkik edilip
düşünüldüğünden "İnsan neden yaratıldığına baksın" emrine uyarak
aşağıdaki bazı tartışmalı konuları incelemeliyiz.
Müslüman doktor
Muhammed b. Ahmed el-İskenderânî
"Keşfü'l-Esrari'n-Nuraniyyeti'l-Kur'âniyye" adlı eserinde diyor ki:
Yüce Allah şahsı
koruma görevlerini var ettiği gibi türü koruma görevlerini de gerektiği
gibi var etmiştir. Onun için onu bazı görevler gibi yalnız iradenin
hükmü altına koymamış, üreme ihtiyacı hikmetine uygun kılmıştır. Zira
sırf iradeye bağlı kılsaydı türün üreme ve çoğalmasında bir çok
bozukluk ve düzensizlik meydana gelirdi. Fakat yüce Allah bizde tabii
bir meyil ve üreme organları içinde bulunan batıni ve vicdani bir his
yaratmıştır. Bu organlardaki o his, midede bulunan batıni açlık hissi
durumundadır. Meyl, gerçekte üreme organlarına bağlıdır. O nedenle bu
organ, işini yapamadığı zaman, o his bulunmaz ve çocukluk çağında iğdiş
edildiği takdirde asla hissedilmez. Ama açlık ve diğerlerini hissetmek
gibi bu batıni hissin sebeplerine gelince onu anlamak mümkün değildir.
Döl suyunun varlığını ve bu döl suyunun kendine ait bölümlerde
durmasını onun sebeplerinden olmak üzere zikretmişlerdir. Gerçi bunun
ona yardımcı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü uzun süre bu iş yapılmayınca
istek kuvvetlenir. Zira bu zaman içinde atım maddesi cidden çoğalır.
Fakat bu müstakil bir sebep değildir. Zira aşırı derecede düşkün
olanlarda alışkanlık nedeniyle cinsel ilişkiye büyük bir meyil bulunur.
Oysa iffet sahibi olan kuvvetli erkekler böyle değildir. Çünkü onlarda
bu meyil az bulunur. Bu duygu kadınlarda da bulunur. Fakat bunlarda
meni salgısı olmaz.
Beyin ve
beyincikten her birinin de gerçekte bu görevin başlangıcında etkisi
vardır. Bu hususta hayal gücünün etkisi de ona açık bir delildir. Bu
anılanların dışında bu son iki uzvun her birinde de bir meyil bulunur
ki bu durumun ortaya çıkmasında onun da etkisi vardır. Cinsel ilişki
halinde erkeğin yaptığı iş, kadının üreme organına erkeğin akıcı döl
suyunu atmak için hazırlanmış olan uzvunu sokmak ve içerde olduğu
müddet içinde o sıvıyı atmaktır. Fakat bu ortak gayenin meydana
gelebilmesi için cinsel uzvun kuvvetlenme, kalkma denilen gelişme
sebebi ile sokmaya yeterli bir kıvama, tava gelmesi gerekir. Bu belirti
ve gelişme ise erkeğin o batınî duygu sebebiyle arzu duyduğu zaman
ortaya çıkar. O vakit sidik yoluna iki ortası boş cisminde atardamarlar
vasıtasıyla büyük miktarda kan akımı olur. Sonra bu kan damarlarda
toplanır. O sırada bu iki ortası boş cismin gelişip kalkabilen
dokusunda, sidik borularında ve penisin başında hakiki bir kan birikimi
meydana gelir. Bu kan hücumunu da bu dokularda şehvet artışı ile
meydana gelen heyecanlanmaya nisbet olunması gerekir. Bununla penis
zorunlu bi sertlik kazanır ve onunla döl yatağı kanalına girmesi tamam
olur. Onda meydana gelen uyanma, erkeğin diğer üreme aygıtına yayılır.
O vakit iki erkeklik bezinin salgısı çoğalır. Nitekim çiğnerken tükrük
bezlerinden tükrük salgısı çoğalır. Sonra o vakit meni, çoğalmak
suretiyle meni torbacıklarına gelir. Ondan da bu torbacıklar uyarılır.
Sonra büzülüp atıcı boru vasıtasıyla sidik borusuna atar. Sonra bu boru
periyodik bir şekilde kasılıp çekilir. Bu spazmatik yani istek dışı
kasılıp büzülme ona komşu olan kasların hepsinde olur. İşte bu
birbirini harekete geçiren kuvvetler sebebiyle meni döl yatağında uzağa
atılır. Bu giriş vaktinde kadının görevi tamamen kısmadır. Zira onun
cinsel uzvunun dışı hazır olur. Bu hazır oluş ile ona penisin iğne gibi
girmesi gerçekleşir. Ancak girmeyi geciktiren bir engel bulunursa
başka. Mesela bekaret zarı gibi ve fercin, hazırlanması mümkün olan
dokusunda meydana gelen biyolojik kan toplanması ve sıkıcı kasının
fiili gibi ki bu son ikisinin faydası penisi sıkıp çarpmasını mümkün
olduğu kadar tam kılmaktır. Kadın da lezzet veren şehvetin artmasında
erkeğe ortak olur. Onun da ferc ve dilciğinde erkekte bulunan durum
gibi, hatta daha çok bir kan hücumu olur. Bu iş erkeklik uzvunun
sokulması neticesinde ortaya çıkar. O sıra lezzet veren etlerin
gevşeyip büzülme işi cinsel birleşme süresince devam eder ve gittikçe
artar. Hatta öyle bir dereceye gelir ki kadın, erkekte meydana gelen
duruma benzer müthiş bir kasılma hareketiyle boşalır. İşte o zaman
yumurtalıklar ile borularda bir etki hasıl olur ki ondan döllenme vuku
bulur.
Fizyolojik
mahiyeti böyle açıklanan cinsel birleşmeler, doğumların ortaya çıktığı
biricik üreme fiilleridir. Fakat irade bunu gerek idaresi altına alsın,
gerek almasın herhalde bu fiil, hazırlık yapma anlamında bir iş
yapmaktan başka bir şey değildir. Yeni bir bireyin oluşturulması için
yaklaştırmaya ve erkekle dişiden çıkacak olan maddeleri dökmeye hizmet
etme hususunda, yemeğin sindirilmesinden önce yapılan işlere benzer. Bu
hususta makul olan tecrübelere göre açık olan şudur ki, döllenmenin
olmasına yardımcı, erkeklerden çıkan menidir. Mezi ve vedi denilen
sıvılar, sadece meni denilen sıvıyı geçirmek için yol verici ve
kolaylaştırıcı şeyler durumundadır. Fakat bu "atan sıvı", kadının üreme
aygıtından hangi yere kadar ulaşır. Bu bilinmemektedir. Bu konuda
âlimlerin görüşleri, üremenin hasıl olması hakkında tercih ettikleri
metotlara göre değişiktir.
Bazıları, "bu
meni denilen sıvı dölyatağında kalır" demişlerdir. Çünkü bunların iddia
ve kanaatlarına göre oradan emilir. Sonra devretme yollarından
yumurtalığa yönelir. Bazıları da, "rahme ulaşır, sonra buhar olarak
yükselir ve yumurtalığa kadar varır da döllenme olur" demişlerdir. Son
olarak bazıları da zanna dayanarak demişlerdir ki, "rahme ulaşır, sonra
oradan iki boru ile alınır ki bu borular rahme ve iki yumurtalığa
bitişik iki kanaldır ve iki boru görünüşündedirler. O vakit onlarda bir
dikilme hasıl olur. Dolayısıyla onu yumurtalıklara, onlardan da yine
rahme yöneltirler."
Açık olan şudur
ki, bu son görüş doğruya daha yakındır. Zira artık anlaşılmıştır ki
döllenme ancak yumurtalıklarda tamamlanır. Nitekim bu, rahim dışında
hamile kalma durumundan anlaşılır. Şu da bilinmekte ve kesindir ki,
meni rahme püskürülür. Cinsel ilişki halinde mutlaka penisin ucu rahim
girişinin ortasına ulaşır. Bunun ise erkekten çıkan meni sıvısının
rahme girmesinden başka faydası yoktur. Kaldı ki meni sıvısı rahimde
çok bulunmuştur.
Sun'i döllenme
için yapılan akıllıca tecrübelerden de anlaşılmıştır ki var sayılan
meni esinti ve buharı döllenmenin oluşumunda tek başına yeterli
değildir. Aksine meninin yumurtalıklara bizzat çarpması gerekir. Bu
takdirde meninin onlara varması için ise borulardan başka yol yoktur.
Bu görüşün
gerçeğe daha yakın olmasının bir delili de: Erkek hayvan dişisiyle
çiftleştirildikten hemen sonra kesilip yarılan hayvanlarda borunun
sayvanı (şemsiyesi) iki yumurtalığa temas halinde görülmüş ve kadın
yumurtacığının bu iki kanalda yani borularda durduğu da görülmüştür.
Şimdi de
döllenmede meniden ve kadın maddesinden meydana gelen şeyden
bahsedelim. Çünkü bu gizli sırra vakıf olmak onu tanımakla olabilir:
Şu bilinmelidir
ki kadında iki yumurtalık, erkekteki iki husye (yumurta, taşak)
yerindedir. Çünkü husyelerin çıkarılmasıyla olduğu gibi,
yumurtalıkların çıkarılmasıyla da kısırlık durumu meydana gelir. Bir de
bunlar ergenlik çağında açık bir şekilde gelişme gösterirler. On
buğdaya denk olan ağırlıkları bu yaşta iki dirheme denk olur. Yine bu
yaşta yüzeylerinde daha önce bulunmayan küçük torbacıklar görünür. Bu
ilmin âlimlerinden büyük bir kısmı bunları yumurtacığın kaynağı
saymışlardır. Sonra solar ve ay halinden kesilme çağında yok olur.
Tecrübecilerin büyük bir kısmı döllenmeden az bir zaman sonra kesilen
hayvanlarda, yumartalıklarda oluşan küçük taneler içinde bir dane
bulmuşlardır ki onda küçük bir benek ortaya çıkmış, ondan damarlar ve
sinirler çıkıyor. Kütleleri de bu yumurtacığın kütlesi arttıkça
artıyor, sonra ayrılıyor. Bazı hayvanlarda kendisine mahsus kanala,
kadınlarda da borulardan birine giriyor. Sonra da ondan rahme veya
rahim yerine geçecek bir yere gidiyor. O halde denebilecektir ki: Bu
vazifede bütün canlılar arasında fark ancak şundan ibarettir:
Bazılarında bu yumurtacık dışta yumurtlandıktan sonra yavru oluyor.
Bazılarında da içte onun için hazırlanmış olan depoya bırakıldıktan
sonra yavru oluyor. Bu vazifedeki bu farklılıktan dolayı canlılar iki
büyük kısma ayrılır: Yumurta ile üreyenler ve canlı varlık doğuranlar.
Bu anlatılan mukaddimelerin gereğine göre yumurtalıktan ayrılan ve
rahme düştükten sonra yerinde kalan, eseri görülen bu yumurtacığın
kadından kaynaklanıp çıktığı muhakkak olur.
O halde meninin
yumurtalığa veya rahme düşüşü süresince doğum vazifesindeki etkisine
gelelim:
Bu vazifede
organik iş pek azdır. Bu nedenle duyu organlarımız onu görmekten
acizdir. Biz bundan sadece şunu biliyoruz ki, meninin yumurtalığa
dokunması bu enteresan görevin yapılması için âdet bakımından
zorunludur. Diğer vazifeler gibi bütün organların tam anlamıyla düzgün
olmasına ve özellikle ait olduğu organın biyolojik özelliklerinin tam
olmasına bağlı olan bu vazifenin neticesi de onu gerçekleştiren
işlerdendir. Bu vazife kimyevî ve fizikî fiillere benzemediği için bunu
biyolojik organsal vazifelerden saymamız gerekmektedir. Bazı deneyciler
bunun hakikatini anlayabilmek için son derece gayret sarfetmişler,
bununla beraber sadece zanna dayanan bir sözden başka bir şey elde
edememişlerdir. Fakat bu zanna dayanan sözü de tamamen görmezlikten
gelemeyiz. Aksine ilim ehli kişilerin uğraştıkları zanna dayalı
görüşleri de kısaca söylememiz gerekir. Şöyle ki:
Bunların farklı
düşünceleri şu üç görüşe dayanmaktadır:
BİRİNCİ görüşün
sahipleri şöyle demiştir: Cenin önce kadınların yumurtalığında bulunur
ve ceninin asıllarının ayrıldığı bu uzva özgü bir fiil ile onda oluşur.
Bundan dolayı yumurtalıktaki yumurtacık bu "yeni varlık"ın tamamını
kapsar. Ancak bu yeni varlık, tek başına hayat taşıma özelliği
bulunmadığı için bâkir tavuk yumurtası gibidir. Yavrunun bütün
asıllarını kapsasa da bizzat kendisi yavrulayamaz. Onun için bu cenin
de erkeğin menisi temas etmeden hayat bulamaz. Bu noktadan hareketle
çocukların babalarına benzemesini, "o sırada tutkalımsı bir kıvamda
bulunan o yumurtacığa karışan erkek menisi ile büyük bir çeşitlilik
meydana gelmesi" sebebiyle açıklamak mümkün olur. Bu akıcı meninin o
yumuşak yumurtacıkta etkisi, mührün yumuşak mum üzerideki etkisine
benzer ki, mum o etki ve eseri korur, kalır. O halde erkek cinsel
ilişkide gücünü ne kadar çok harcarsa çocuğun ona benzemesi de o kadar
yakın olur. İrsi (kalıtımsal) hastalıkların çocuklara geçmesini de bu
durum ile açıklamak mümkün olur. Sonra görünüş itibarıyla alaka'nın içi
dişiden kaynaklanır. Aksine dışı da erkekten çıkar demek olur. O halde
dişi at ve erkek eşek gibi türleri farklı iki hayvanın
birleştirilmesinden netice olarak doğan katır, dıştan erkeğe içten
dişiye benzer.
İKİNCİ görüş de,
iki meninin yani erkek menisi ile dişi menisinin rahimde birbirine
karışması hakkında söyledikleri eski metottur ki Hipokrat, Calinos ve
daha başkalarının eserlerinde açıklanan budur. Son devir âlimlerinden
bazıları da bu görüştedir. Bu görüşü savunanlar şöyle der: Erkeğin
bedeninden her uzuv, uzvî (organik) denilen bir takım cüz'î şeyler
atar. Erkeğin de kadının da gözlerinden, kulaklarından ve diğer
uzuvlarından çıkan bu cüz'i şeyler erkekten ve dişiden gelen ve
bünyenin temelini teşkil eden bir iç kalıbı etrafında sıralanıp
dizilirler. Bu yol, anne ve babaya benzeme yolu olmalıdır.
ÜÇÜNCÜ görüş,
"bezriyyun" yani "tohumcular"ın görüşüdür ki en güzel yol budur. Bunlar
arasında da farklı görüşler vardır:
Birincisi:
Mütekaddimin (önceki âlimler) şunu tercih etmişlerdir: İki nutfeye
hayat verilmesi rahimde olur ve bu son derece latif bir sinirsel unsur
vasıtasıyla olur. Fisagurs bu görüşe varmıştı. Yahut bir manyetik
karışım ile veya erkeğin sıvı menisi ile olur.
İkincisi:
Döllenme yerinin yumurtalık olduğu görüşünü savunanlar der ki: birleşim
ancak yumurtalıkta olur. Şu anda son devir âlimlerinden büyük bir
bölümünün görüşü de budur. Ancak bunlar da şu hususta ayrılmaktadırlar:
Bu birleşme, meni maddesinin döl yatağına girdikten sonra emilmesi ve
kan akımı yoluyla yumurtalığa gitmesi ile midir? Bazılarının görüşü
budur. Yoksa meninin buharlaşması vasıtasıyla mı? Veya manyetik karışım
ile mi? Veya elektiksel bir coşturma ile mi? Yahut sadece cinsel
ilişkiden meydana gelen hareket ve titreşim ile midir? Çeşitli görüşler
vardır.
Üçüncüsü: "Gözle
görülmeyecek kadar canlılar" olduğunu savunanların görüşleridir.
Bunlardan kimine göre, döllenme rahimde yumurtacığın katılımı olmadan
olur. Kiminin görüşüne göre de anılan hayvancıklar yumurtalıktaki küçük
torbacıkları rahimde beraber bir birikinti sağlamak için kendilerine
çekerler de döllenme rahimde olur. Kimi de şöyle olur varsaymıştır: Bu
hayvancıklardan biri rahimde yumurtacığını kendine çeker de ondan küçük
bir yol açarak içine girer. Ve döllenme o anda meydana gelir.Prikus ve
Domas,
Bukrat ve Arastatalis'in görüşlerine dönerek rahim boşluğunun döllenme
yeri olduğunu tercih etmişler ve bunu bir takım maddelerle
vurgulamışlardır. Bu cümleden olarak tecrübelerinde ne boruda ne
yumurtalıkta o hayvancıklardan bir şey bulmamışlar. Oysa rahimde ve iki
tarafında çok bulmuşlardır. Bir de yumurtacık karışımdan evvel
sümüğümsü bir tabaka ile kılıflanmaya muhtaçtır. Bunu ise yumurtalıktan
rahme giderken borudan alır. Bir de bunlar doğrudan doğruya
yumurtalıktan aldıkları yumurtacığa sun'î döllenmenin yapıldığını
görememişlerdir. Oysa onlara göre borunun geçirdiği yumurtacığa sunî
döllenme ile hayat vermeden daha kolay bir şey yoktu. Fakat buna karşı
şu müşkil durum ortaya çıkmıştır. Ruviş çocuk yapıcı maddeyi yani
meniyi zina yapan bir kadının -ki o sırada kocası tarafından
öldürülmüştü- borusunda bulmuştur. Bunun gibi bazıları da o halde
öldürdükleri hayvanların dişilerinde bulmuştur. Bazıları da köpek ve
sığırlarda bu gibi gözlemlerde bulunmuşlardır. Kurbağaların yumurtasını
dölleme ancak önce koyu bir sümüğümsü yağa batırılmakla mümkün olduğu
bizce bilindiği için kadınlarda bu durumun hasıl olmasını da buna kıyas
edebiliriz.
Prikus ve
Domas'ın döllenemez buldukları yumurtacığa gelince, anlaşılıyor ki
onlar onu yumurtalıktan kuvvetle ayırırlarken aletler onda mutlak bir
bozulma meydana getirmiştir.
Ne rahme bitişen
bir boru ile hamileliğin varlığı, ne yarısını boruda yarısını
yumurtalıkta gözledikleri cenin gözlemi, ne de çok gözlenmiş olan
"rahim dışı hamilelik" sabit olmadığı var sayımına göre de söz
aşağıdaki gibi esere dayanacaktır:
Nutfelerin
birbirine karışımı: Doğrusu döllenme hareketi bize gizlidir. Bu konuda
nihayet söyleyeceğimiz: Yumurtalıkta bulunan küçük torbacıklardan
birisi ergenlikten sonra hızla büyür ve uzvun düzeyinden yükselir. Dış
zarı yavaş yavaş incelir. Sonra cinsel ilişki vaktinde çatlar. Ondan
bir küçük tohum çıkar ki o hakiki yumurtacıktır. Çıkınca yumurtalıktan
bulunduğu yer üzerinde kan alma şişesi şeklinde bahis konusu bulunan
boruya girer. Çatlamadan önce o yumurtacığı kapsayan koruyucu cisme
bazıları cism-i asgar (küçük cisim) demişlerdir. Sonra bu koruycu cisim
çatladığı zaman onda küçük bir yara meydana gelir.Bu yara yavaş
yavas iyileşip kapanır ve yerinde bir pürüz veya derinliği farklı bir
çukur, bir eser bırakır. "Küçük cisim" denilen asıl bu pürüz veya
eserdir.
Bu ilmin
âlimleri demişlerdir ki:
Bu iki görüşün
hakikatını ortaya çıkarmak için yeni bir inceleme ve tetkike ihtiyaç
vardır. Bazıları demiştir ki: Ben kadınların yumurtalığında hatta
döllenmeden önce sararmış bir kütle, hatta soğan büyüklüğünde, bazan da
fındık gibi kütleler müşahede ettim. Yardıktan sonra da onda bazan bir
durum gözledim ki yumuşamamış bir ciğer uru gibi, bazan da tane tane
yapışmış bir donmuş madde görüntüsü gibi, bazan da merkezinden
dairesine doğru yumuşamaya başlamış bir kese manzarası gibi ve
yumurtalığın yüzeyi üzerinde bundan meydana gelen yumurtacıklar bazı
kere cidden büyük oluyor ve olgunluk halinde parçalandığı vakit de
ondan bir boşluk hasıl oluyor ki ancak çok yavaş bir şekilde iyileşip
kapanır. Sonra derin bir çukur bırakır. Bu çukur daha önce orada onun
var olduğunu gösterir. Bir yumurtacık için olan şeylerin üç veya daha
çoğu için de olması mümkündür. Bu yumurtacığın gelişmesi gibi, gerek
cinsel ilişki halinde çarpıntı vasıtasıyla, gerek elektriksel akım ile,
gerek meninin buharlaşması ile, gerek küçük canlılar ile, gerek meni
maddesinden herhangi bir unsur ile olsun, her döllenmeden sonra
yumurtalığından bir yumurtacığın ayrılması gerekiyor ki, ondan derhal
ne türlü olursa olsun, bu neticeyi doğuran varlığa benzer bir varlık
hasıl oluyor. Gerek meni unsuru kadının nutfesine doğrudan doğruya
ulaşsın, gerekse genel dolaşım içine girdikten sonra ulaşsın.
Gözlemlerden elde edilen ancak budur. Bundan fazlası bilinmiyor.
Erkeğin nutfesi:
Meni çıkarken iki sıvıyı kapsar. Birisi sütü andırır, azdır. bunun aslı
prostat (kestanecik) denilen guddeye nisbet olunur. İkincisi beyaz,
koyu, ak tutkal görünümündedir. Bunun da husyelerden çıktığı söylenir.
Bunda hayat maddesi bulunur. Araştırmalardan elde edildiğine göre insan
menisinden her yüzyirmibeş cüz; yüzonikibuçuk cüz suyu, yedibuçuk cüz
sümüğümsü canlılık maddesini, 1, 1/4 cüz sodayı ve 3,1/4 cüz fosfat
kireci, yani yanmış kemik gibi bir toprağı içerir. Onda bunlardan başka
bir sümüğümsü madde, bir uçan madde ve kükürt de bulunur. Meni bir
kapta örtülü veya örtüsüz bırakıldığı vakit 20-25 dakika sonra su gibi
incelir. Bunun nedeni bilinmemektedir. Isı az da olsa bu sulanma olur.
İyice ısıtıldığında terkibi çözülür. Bundan birçok nışadır çıkar.
Mesela, meni bir sahanda havaya karşı bırakılsa, eğer hava sıcak ve
kuru ise koyulaşır ve katılaşır ve onda fosfat kireci billurları
görünür. Az şeffaf, kolay kırılır kabuklar olur. Eğer hava sıcak ve
rutubetli ise terkibi kurumadan bozulur, sararır, asitleşir ve ondan
kokmuş balık gibi bir koku yayılır. Sonra küflenir. Meninin
özelliklerindendir ki ne sıcak ne de soğuk suda cıvıtmadan önce erimez.
İnsandan ayrılması halinde meni bir suya düşerse kabın dibine iner ve
biraz toplanır, sonra bir miktarı erir. Kalanı da suyun içine atılmış
pamuk tozuntuları gibi dağılır, o vaki süzülür de süzüntü "hammam-ı
mariyye" (kaynamakta olan su) üzerinde kuruyuncaya kadar ısıtılırsa
ondan bir koku yayılır ki bu, meninin kendine özgü kokusudur. Bu
durumda meni biraz sarıya çalan inci gibi bir görünüm kazanır. Kabın
kenarlarında ondan çok ince bir tabaka kalır. Kabın dibinde kalan
artıktan alınıp da o tabaka üzerine eriyinceye kadar dökülür, sonra
sıvı kurutulur da ondan geriye kalan artık, damıtılmış su ile
çalkalanır sonra da bu su yükselirse ondan bir hülasa olur ki
ayçiceğinin gök rengini kızartır ve bu madde et hülasasına benzer.
Çünkü ısıtıldığında kızarmış et gibi kokar. Kömür olup yanıncaya kadar
ısıtma devam ederse biraz kül kalır ki bu kül soda ihtiva eder.
Erkek menisinin
konulmuş bulunduğu uzuvlar:
İki husye, iki
meni borusu, iki meni torbacığı ve iki meni atıcı kanaldır.
Meni husyelerde
çıkarılıp "ev'iye-i âtiye" denilen özel damarlarda peşpeşe geçer. Meni
borusu denilen nakledici kanaldan meni torbasına gider. Husyenin özel
dokusu olan bu damarlar gayet ince, çözülünce 900 metreye kadar
uzanabildiği söylenen katlı liflerden mürekkep olup birbirine eklenerek
ve dal ve gövdelere ayrılarak örülmüş ve hepsi üst tarafta "ceyb"
denilen küçük bir boşluğa yönelmiş damarlardır ki bu gövdelerin sayısı
ondan onikiye ve bazan yirmiye kadar olur. Bunların toplamından
husyenin başında "berbah" denilen bir kısım oluşur ve ondan meni
nakledici kanal çıkar.
Meni borusu;
atardamar, toplardamar, lenf damarları ve meni nakledici kanaldan
oluşur. Bunların hepsi hilal şeklinde bir doku vasıtasıyla birbirine
katılır. Bu meni borusu husyenin üst kenarından kasık mafsalına doğru
yükselip orada kalça halkasından geçerek karına dahil olup meni
torbacığı ile birleşir ve oradan meni atıcı kanal çıkar.
Biri sağ ve biri
solda iki meni torbacığı, sidik torbasının alt tarafında boğum
arkasında iki sidik borusunun girdiği yerin önünde ve kalın barsağın
üst tarafında kalan yani bel kemiği önüne konulmuş, her birinin
uzunluğu iki, eni yarım santim kadar iki küçük örtülü torbadır ki
faydaları meniye depo olmaktır. Meni onlarda korunur ve ayrılacağı
zaman onlardan çıkıp atıcı kanal vasıtasıyla atılır.
İki meni atıcı
kanal ise, iki meni torbacığının itici kanalıyla nakledici kanalın
birleşmesinden oluşmuş ve bir santim kadar uzunlukta olup iki meni
torbacığından geçerek akıntı yoluna açılır.
Dişinin Suyu:
İlk olarak, biraz yapışkanlığı bulunan akıcı bir sıvıdır ki döl yolu
duvarlarından ve fercin iki dudağının yakınlarından çıkar. Çünkü onun
tarafında hafifce beze dokusuna benzer bir doku vardır. Bu sıvı,
erkeklerin menisine benzemez. Çünkü hafif, şeffaf, saf ve berraktır.
Bunda erkeklerin menisinde bulunan hayattan bir şey yoktur. Fakat ilâhî
kudret ferc boşluğunda o suyun dökülmesini sağlayan damarlar yaratmış
ve bu sıvının inişini tam bir lezzet ile beraber kılmıştır ki
yumurtalıkta döllenme için kadının üreme organları uyansın.
İkinci olarak,
erkekteki husyeler yerinde, hacimleri fındık kadar ve şekilleri yumak
gibi, basık oval biçimde olan iki yumurtalık da, yapışkanlı bir sıvıyı
kapsayan, rengi sarıya çalan küçük küçük torbacıklardan oluşmuştur ki,
Allah bilir, cenin tohumlarını içermektedir.
Rahmin iki
tarafından üstte, her biri bir tarafta iki delik vardır. Bunlara rahim
boruları denilen iki boru (Fallup borusu) bitişmiştir. Uzanışları
deliklerden rahmin iki tarafı üzeriden boğum yakınına doğru karşı
karşıya bir hizadadır. Çapları çok küçüktür. Ünsiyet ve yakınlık
yönleri rahimde sabit ve yerleşmiş; vahşilik tarafları ise serbest,
yayılmış ve serilmiştir ki buna borunun sayvanı denir. Yumurtalığı
kucaklar, yumurtalıklar borunun bu sayvanları içine yerleştirilmiştir.
Yüzeylerinde büklümler pürtükler ve mesafeler ve iki yumurtalık
arasında onbeşten yirmiye kadar şeffaf küçük torbacıklar vardır ki
hacimleri is tanecikleri gibidir. Bunlar da sarıya çalar yapışkanlı bir
sıvıyı kapsarlar. İşte yumurtalıkların faydası böyle birtakım
torbacıkları kapsamaktır ki bu torbacıklar daha sonra erkek menisinden
gelişmesi mümkün olmak üzere önce oluşturulmuş birer tohum diye
zannedilmekte ve öyle kabul edilmektedir. Bunları rahime nakleden de
borulardır. Fıkıhta "erkek menisi; beyaz, kalın ve atma özelliği taşır,
kadın menisi ise, ince ve sarı olur, atma özelliği taşımaz" diye tarif
olunması da bu açıklamalara uygun düşmektedir. Bu şekilde çocuk, sulb
ve göğüs kemikleri arasından çıkan iki suyun toplanmasından meydana
gelir.
Erkeğin atıcı
olan menisi birçok miktarda meni tanecikleri içerir ki her biri
gelişmesinden sonra neş'et ettiği varlığa benzer varlıklar olmak mümkün
ve iyi bir aslı içermekte olup ondan bütün asabî özellikleri doğar ve
dişi ancak onu içinde taşıyan bir kap gibi bir unsur olma mânâsı ifade
eder.
İnsan bu şekilde
nutfe mertebesinden üçüncü mertebe olan embriyon aşamasına geçer ki o,
tutmuş olan nutfe olup cidden farklı zamanlarda rahmin içinde
gözlenebilir. Tohumun içerdiği şeffaf bir sıvının ortasında karanlık,
küçük bir asli noktadır. Bu nokta, âlimlerin görüşüne göre rahmin
liflerine yapışıktır. Bazılarının görüşüne göre o sıvının ortasında
yüzmektedir. Şu ana kadar tohumun rahimde ne zaman ortaya çıktığı tam
olarak tesbit edilememiştir. Bukrat, "altı günde o sıvının ortasında
küçük şeffaf bir küre olur" demiş, bazıları da ancak ononbeş günden
sonra gözlenebileceğini söylemiştir. Birçok tercübelerden anlaşıldığına
göre tohumun yumurtalıktan rahme nakli için biraz gün gerekli olduğu
anlaşılmış ise de canlılardan her türün ferdi için bu zaman bir mi
değil mi ortaya konamamıştır. Açık olan tavşanda üç gün, köpeklerde
altıdan yediye veya sekize kadardır denilmiş; bazıları da ceninde insan
şeklinin ancak otuzbeş günde başladığı ve o zaman balarısı büyüklüğünde
olduğu kanaatine varmıştır. Daha başka sözler de söylenmiştir.
İşte insan o
atan sudan böyle bir embriyon, sonra et parçası, sonra kemik yapılarak,
daha sonra bu kemiğe et giydirilerek yedinci mertebede bir başka
yaratılış olarak, nihayet kadının sulbü ve göğüs kemikleri arasından
doğar.
Bu birleşme ve
böyle hayati birtakım görevlerin yerine getirilmesi hikmetiyle Allah
tarafından sağlam bir şekilde yaratılıp örtülü ve saklı yerlerde bir
düzene göre gereği gibi yerleştirilmiş olan üreme aygıtına "Sulb ve
göğüs kemikleri arası" tabiriyle işaret olunması ve bunları çevreleyen
sınırların özellikle "sulb ve göğüs kemikleri" ile ifade buyrulması ve
bu arada "çıkar" buyrularak çıkma işinin atan suya nisbet edilmesi
kuşkusuz bu görevin bütün sırlarını içeren nükteleri kapsamaktadır.
Bu önce iki sert
kemik arasında mahsur olarak ıztıraplı bir görevin yerine getirilişine
ve bunu yerine getirme sırasında saklılık ve gizliliğin gerekli
olduğuna işaret olduğu gibi, bu kemikler dimağdan gelen sinir
sisteminin bütün kollarıyla ilgili olmak itibarıyla, bu görevin yerine
getirilmesinin kapsamlı bir hassasiyetle ilgili olarak idrak edici
nefsin isteğe bağlı ve istek dışı hükmü arasında cereyan ettiği ve
dolayısıyla bundan insanın yaratılışı düşünülmek suretiyle "Hem de
Rabbin Âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp da onları
kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
dedi."(A'râf, 7/172) mânâsı üzere yüce Allah'ın kudreti ve onun insan
nefsi üzerindeki koruma ve gözetimi olduğu neticesine varmanın gayet
açık olacağına da dikkat çekmiş olmaktadır.
Râzi'nin
naklettiği gibi burada bazı inkarcılar Kur'ân'da böyle "atan su"dan
bahsedilerek "Sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkar." diye
nitelenmesini tenkit etmişler ve demişlerdir ki:"Sulb ve göğüs
kemikleri arasından çıkar." denilmekten maksat, meni bu yerlerden
ayrılır, yani dediğiniz gibi husyelerden sulbe doğru oluşur demek ise
öyle değildir. Çünkü o, kanın fazlasından doğup oluşur ve bedenin bütün
cüzlerinden ayrılır. Hatta her uzuvdan o uzvun huyunu ve özelliğini
alır da ondan onların, yani o uzuvların benzeri doğmaya elverişli olur.
O'nun için görülür ki, cinsel ilişkide aşırı gidenin bütün uzuvlarını
zayıflık kaplar. Eğer maksat, meninin en önemli cüzleri burada oluşur
demek ise, bu da zayıftır. Çünkü meninin en önemli cüzleri dimağda
gelişir. Bunun delili de meninin görünüşte dimağa benzemesidir. Bir de
onu çok harcayanın önce gözlerinde zayıflık ortaya çıkar. Eğer maksat,
meninin karar kılıp kaldığı yer burasıdır demek ise bu da zayıftır.
Çünkü onun kaldığı yer meni damarlarıdır. Bunlar ise hayalardan
itibaren birbirine girmiş girift damarlardır. Eğer maksat, meninin
çıkış yeri buradadır demek ise bu da zayıftır. Zira his gösteriyor ki
durum öyle değildir.
Yukarıdaki
açıklamalardan sonra bu itirazların haksız yere söylenmiş safsatalardan
ibaret olduğunu anlamak kolay olur. Bunda sade dimağ işinden ve bir de
aşırı gitmenin zararından bahis itibarıyla iki fayda varsa da bunları
vesile edinerek yapılan itirazlar boştur ve "sulb ile göğüs kemikleri
arasından çıkış" sözünün ifade ettiği mânânın kapsamından gafil
olmaktır.
Bir kere meninin
doğup oluşması, ayrılması ve uzuvların ondan doğması keyfiyetleri
hakkındaki sözler kuruntu ve zayıf zandan ibarettir. Kuşkusuz Allah
sözü uyulmaya daha layıktır.
"Sulb ile göğüs
kemikleri arası" tabiri, hakikat ve kinayesiyle bütün iç organları ve
üreme aygıtını kapsayan ve sinirleri hatta bütün vücudu ve hatta
birleşmeyi ifade eden son derece kapsamlı ve bu konuda bütün sırları
içine alan en güzel bir tabirdir.
Bilindiği gibi
meninin halis meni olarak oluşması ayrılması ve karar kılması sulbe
bağlı olan meni torbacığında neticelenmektedir. Üreme yapması için
atması şart olduğu gibi, çıkışının da birleşme halinde döl yolundan
rahme doğru, kadının sulbü ve göğüs kemikleri arasında olması şarttır.
İnsan bu şekilde yaratılmıştır. Onun için burada "atan su" tabiri
mutlak bırakılmayıp bu şarta işaret için bu sıfatla nitelenmiştir.
İkinci olarak,
kuşku yok ki en önemli uzuvlar ve hatta bütün uzuvlar, sade bu
vazifeyle değil her işle ilgilidir. Bu arada en büyük parçası da
dimağdır. Arkada sulb, dimağdan gelen omuriliğin kalesi olduğu gibi,
önden gerdan, sine ve bütün dallarıyla göğüs kemikleri de böyledir. Bu
şekilde sinir sisteminin dayanağı olan "sulb ile göğüs kemikleri arası"
bir de her canlıda daima uyanık olan ve ihtiyaçlarının tamamlanmasına
ve giderilmesine memur edilmiş tabii ve doğuştan var olan bir meyli
ifade eder. Bu bakımdan da şunu söyleyelim ki:
Bizim
ihtiyaçlarımızı gidermek için hazırlanmış olan eşyadan beyin merkezinde
meydana gelen tesir, daima bu tesirin meydana geldiği sırada iç
organların bulunduğu hale göre olur. Mesela, görme ve koklama duyusuna
bir yiyecek sunulduğu zaman, mide ona son derece muhtaç durumda kalmış
ise onun algılanması lezzetli ve elde etme arzusu kuvvetli olur. Oysa
mide dolgun bulunduğu zaman aynı yiyeceği nefis ihmal eder veya
tiksinir de algılama merkezi o canlıda onu uzaklaştırmaya mahsus
hareketler meydana getirir. İşte bu hal, üreme vazifesine mahsus
fiillerde ve daha diğerlerinde de olur. Bundan anlaşılır ki algılama
merkezinin yabancı cisimler etkisine ait hükmü, onların iç uzuvlar için
önemli olması veya olmamasıyla bir paralellik arzetmektedir. Bu hükmün
meydana gelmesi için, dış duyularla algılanan ve sinirlerden algı
merkezine geçen tesirin derhal bu merkezden iç uzuvlara yansıması da
zorunlu olmak gerekir. Bu hal zorunlu olmakla beraber bu etkilenme
yalnız kendisine ihtiyaç duyulan uzva yansımakla kalmaz bütün sinir
sistemine yayılır, şimşek gibi büyük bir hızla uzuvların hepsini
etkiler. Bir yırtıcı hayvan, mesela bir kurt farz edelim, bir yerde
bulunuyor ki, bulunduğu yerden hem dişisini hem de bir koyunu aynı anda
görmesi mümkün oluyor. Duyular, beyne ancak bu iki hayvanın dış
şeklinin etkisini nakleder. Bunun üzerine beyinden çıkacak hüküm de iki
türlü olur. Çünkü dişisini görmekle üreme uzuvları uyanır, koyunu
görmekle de yemek arzusu uyanır. Eğer kurtta yemek ihtiyacı hakim ise,
önce koyunu avlayıp yemek için saldırır. Eğer cinsel ilişki ihtiyacı
ağır basarsa dişisine saldırır. Buna "Bu şekilde farklı iki tesirin
olması, farklı iki hayvandan olduğu içindir." diye itiraz etmenin
mânâsı da yoktur. Çünkü bu farklılık, sırf o iki etkinin aynı anda
ulaştığı iki organın farklılıığndan meydana geliyor. Kurt iğdiş
olsaydı, kuşkusuz dişisini bırakıp avına koşacaktı. Bir koyunu bir
taraftan bir kurt, bir taraftan da bir koç görseydi kurt yemeğe, koç
aşmaya koşacaktı.
Bunlar gibi daha
birçok misalden anlaşılır ki, bir şeyden iki ayrı uzuvdaki etkisine
göre farklı iki hüküm çıkar. Biri erkek biri dişi iki kaplanı bir araya
getirsek, bunlar birbirleriyle cinsel ilişkide bulunma arzusu
duydukları zamanın dışında birbirinden kaçınır, böyle bir zamanda ise
yanaşırlar. Aralarında ortak olan bu etki öncekinin aksine olur.
Demek ki, aynı
etkilerden iç uzuvların durumuna göre farklı fiiller oluştuğu, bunların
her zaman bütün uzuvlara aynı anda yansıdığı ve ihtiyacı daha fazla
olan uzvun beyne, bu tesiri diğerlerinden daha şiddetle geri çevirdiği
kesindir. İç uzuvların isteklerine dair algı merkezine vuku bulan
duyurudan ve bu isteklerin yerine getirilmesi için hazırlanan
fiillerden zihinsel belirtiler meydana gelir. Her ne zaman canlı, bu
isteklerin algılanması ile bunların yerine getirilmesine mahsus hareket
arasında bir zaman geçirmezse, onun fiilleri başka değil, sadece ilham
kuvveti (estinque)nden meydana çıkar. Zira yalnız bu ilham kuvvetidir
ki, terkipçe en aşağı derecede bulunan canlıların fiilleri bununla
tamam olduğu gibi, terkipçe en mükemmel olan canlılar, hatta doğumundan
hemen sonra insan da böyledir. Fakat beyin gelişip zihin sağlamlaşmaya
başladıkça insan kendisini tanımaya başlar, Bu vazifeler gelişmede en
yüksek dereceye ulaştığı zaman, iç organların etkisinin beyin üzerinde
önceki gibi otoritesi kalmaz. O vakit evvvelki ihtiyaçlardan hemen
yapılan fiiller zihin kuvveti ile türlü şekillerde nevilenmiş olur. Bu
kuvvetten öyle yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar ki, bunların, o gayesi
hayatı korumak olan ihtiyaçlarla ilgili olmadığı açık olur. Bu şekilde
hayattan fedakarlığı gerektiren bu zihinsel ihtiyaçları ya kendinden
başka gaye gözetmeyen boş, oyun ve eğlence zevkinden ibaret bir düşüş
ve aklî ve bedeni bir kötüye kullanış olur; bunlar "Dinlerini oyun ve
eğlence edinenler." (A'râf, 7/51) dir. Yahut kendinden fedakârlık
ederek Allah'ın kullarına yararlı olmak için Hak yolunda can feda etmek
derecesine kadar varacak ilâhî bir olgunluk gayesini hedef edinen
yüksek bir ruhani zevk olur ki, bunlar da "Onlara mühürlü halis sudan
içirilir. Onun sonu misk kokar."(Mutaffifîn, 83/26) diye
anlatılanlardır.
Bu ihtiyaçların
da sinir sistemine intikal etme durumları öncekilerin intikal ediş
şeklinden farklı olmaz. Bu şekilde bu kuvvetin iç uzuvlarda da bağ ve
dalları vardır ki bunlar sulb ve göğüs kemikleri arasıdır. Bu hikmet
ile de yüce Allah "sulb ve göğüs kemikleri"ni özellikle zikretmiştir.
Bundan da anlaşılır ki, dimağa işaret edilmemiş diye sulb ve göğüs
kemikleri arasından bahsedilmiş olmasına itiraz eden inkârcılar,
bunların sinir sistemi ile ilgisini ve sinir sisteminin dimağa ait
olduğunu bilmediklerinden dolayı o lafları söylemişler ve imanları
olmadığı için ilâhî kelâmın irşatlarından yoksun kalmışlardır.
Bu şekilde
insanın nutfeden yaratılışına dikkatleri çekmenin yararı da pek
büyüktür. Çünkü yukarda da hatırlattığımız gibi bu, insana kendini
tanıtacak ve üzerinde koruyup gözetici tek üstün varlık olan yüce
Allah'ın yaratıcılığını ve kudretini anlatacak en açık delillerdendir.
İLK OLARAK,
İnsan Sûresi'nin başında da geçtiği gibi, insan vücudunda enteresan
terkipler çoktur. Dolayısıyla onun sümük gibi değersiz ve basit görünen
bir maddeden yaratılışı, dilediği gibi hareket eden güçlü yaratıcının
varlığını ve gücünü gösteren en büyük delildir. Bir nutfenin düşünen,
bakan, akıl eden, koruyan ve yüce değerlere sahip olan bir insan haline
getirilmesi ne büyük yaratıcılık ve güçlülüktür?!...
İKİNCİ OLARAK,
insan kendi hallerini başkalarının hallerinden daha iyi anlar ve görür.
Onun için bu delil olmada daha tamamlayıcı bir yol oynar.
ÜÇÜNCÜ OLARAK,
insan bu halleri hem kendi evladında hem de diğer canlıların
doğumlarında devamlı olarak gözleyebilmektedir. Onun için bunun,
dilediğini yapan bir yaratıcının varlığına delil olması daha
kuvvetlidir.
DÖRDÜNCÜ OLARAK,
bunun delil olarak kullanılması, hikmet sahibi bir koruyucu ve
dilediğini yapan bir yaratıcının varlığını kesin olarak gösterdiği
gibi, aynı şekilde bu, öldükten sonra dirilmenin ve haşir ve neşrin
doğru olduğuna da kesin delildir. Çünkü insanın sonradan yaratılışı
anne ve babasının vücudunda ve hatta bütün âlemde dağılmış olan
cüzlerin bir araya getirilmesi ve ona ruh üfürülmesi sebebiyle olduğu
için, onu öyle toplayıp düzeltmek suretiyle de düzgün bir insan yapan
yaratıcının kudreti düşünülünce, ölüm ile o cüzlerin dağılmasından
sonra onları bir araya getirmeye ve önceki gibi düzgün yaratıklar
yapmaya gücü yettiğini itiraf elbette gerekli olur.
8. Onun
için
buyruluyor ki: Kuşkusuz o yaratıcının onu geri döndürmeye elbette gücü
yeter. Yani bu yaratılış şekline gerek bir bütün olarak ve gerek
ayrıntılarıyla bakılınca insanı başlangıçta yaratanın tekrar geri
döndürmeye gücü yettiği, onu ölümle çevirip yeniden dirilterek huzuruna
dikmeye ve o suretle kendini tanıtmaya kadir olduğu anlaşılır ve bu
şekilde size onu haber verir.
Burada "Ancak
ona döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/245) mânâsını ifade eden bu geri
döndürüş, insanın Müminûn Sûresi'nde anlatılan yaratılışının dokuz
aşamasından sekizinci ve dokuzuncu mertebe olarak "Sonra siz bundan
sonra muhakkak öleceksiniz. Sonra da muhakkak siz kıyamet günü
diriltileceksiniz." (Mü'minûn, 23/15-16) âyetleriyle haber verilen ölüm
ve kıyamet günü yeniden dirilme aşamalarını anlatmaktadır.
9. Bütün
sırların yoklanacağı, imtihan meydanına çıkarılıp bildirileceği gün ki
bu, arz ve hesap günüdür.
SERÂİR,
"Serire"nin çoğuludur ki kalplerde gizlenen inançlar, niyetler,
sevgiler, kinler ve maksatlar gibi sırf batıni işlerden olan sırları ve
gizli şekilde yapılan iyi veya kötü gizli işleri kapsar. Bu sırların
imtihan meydanına çıkarılması, yoklanması da iyisini kötüsünü, pisini
temizini ayırmak için ortaya çıkarılıp teftiş ve tetkik edilerek
seçilmesi ve tanınmasıdır.
Bazı hadislerde
tevhid, oruç, namaz, zekat, cünüplükten temizlenme yüce Allah'ın
buyurduğu sırlardır diye buyrulmuştur. Bunların "sırlar" olmasının iki
türlü izahı vardır:
Birisi, bunların
doğru olmasının, sırf kalp ile ilgili işlerden olan tasdik ve niyete
bağlı olmasıdır. İkincisi de, tevhidin dışındakilerin sırf ibadetle
ilgili işlerden olmasıdır. Bununla beraber hadisten maksadın, sadece
bunların sırlardan olduğunu başkalarının olmadığını ifade etmek değil,
güzel sırların esaslarının beyan olduğu açıktır. Çünkü âyetteki sırlar,
iyi ve kötü bütün sırları içerip kapsaması ve ortaya çıkması da
korkulacak kötü sırları içine alması nedeniyle büyük bir korkutma akışı
içersinde söylenmiş bulunduğu açık olduğundan belli bazı sırlara mahsus
kılınamaz. Onun için Hasan-ı Basri Hazretleri Şair Ahvas'ın:
"Sırların
yoklanacığı gün, kalbin ve iç uzuvların derinliklerinde,
Onun için bir
sevgi sırrı kalacaktır." beytini işittiği zaman "Ve's-semâi
ve't-târık"tan ne kadar gaflet etmiş! diyerek şairin cahil olduğunu
söylemiştir. Çünkü şair kendisinin kalp ve iç uzuvlarının
derinliklerinde sevgilisine ait bir sevgi sırrının, sırların ortaya
çıkarılacağı gün dahi sır olarak kalacağını iddia etmiş bulunuyor.
Âyetteki "yevm"
kelimesi ilk bakışta zannedilebileceği gibi "kâdir" kelimesinin mef'ul
(tümlec)ü değil, rec' yani geri çevirme kelimesinin mef'ulü
(tümleci)dür. Çünkü Allah'ın buna kudreti o gün ile kayıtlı değil, her
zaman için mutlaktır. Onun için bunun, arada mukadder bir soruya cevap
olan başlangıç cümlesi olması daha uygundur. Yani, "o geri çevirme ne
vakit olacak?" denilirse, "o, sırların ortaya çıkarılacağı gün
olacaktır" demek olur.
10. O
vakit
insan için ne bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı, yani Allah'a karşı
kendisini korumak, sırlarını meydana döktürmemek için o gün insanın ne
kendinde bir kuvvet bulunur, ne de dıştan bir yardımcı. Çünkü "O gün
mülk yalnız Allah'ındır."(Hacc, 22/56) O halde o gün o insanın ortaya
dökülen sırları yüz karartmıyacak, güzel, temiz, pak sırlar ise; o
kimse öyle bir temiz kalp ile yüce Allah'ın huzuruna varmış ise ona ne
mutlu! Yok eğer o sırlar içinde yüz karası olacak, ortaya dökülmesi
elem verici azap teşkil edecek iğrenç şeyler ise vay haline!... O gün
"Allah'a selim bir kalp ile varanın dışında hiç kimseye ne malın ne de
oğulların fayda vermeyeceği gün." (Şuarâ, 26/89)dür. Onun için insan
neden yaratıldığına bakmalı da, sulb ile göğüs kemikleri arası gibi bir
kafes, bir geçit olan dünyada yaratıcının kendisine verdiği kuvveti
kötüye kullanmamalı, nefsini uzuvlarının adi ve iğrenç etkilerine
kaptırmamalı, üzerinde daima bir koruyucu ve gözetici bulunduğunu
bilerek sırların ortaya döküleceği günde temiz sırlar ile Hakk'ın
huzuruna varmak için lekesiz bir selim kalp ile hareket etmeli, bu
dünya geçidinde sıkıntılara göğüs gererek bu ten kafesinden kâmil bir
iman ve güzel bir amel ile Allah'a gitmeye gayret sarfetmelidir.
11. O
dönüşlü
göğe,
12. o
yarılıp
çatlayan yeryüzüne yemin olsun ki.
REC', geri
çevirmek veya geri dönmek mânâlarına müteaddi (geçişli) de lazım
(geçişsiz) da olduğuna göre; "semai zati'r-rec", dönümlü gök veya
döndürümlü gök demek olabilir. Bundan ilk zihne çarpan mânâ göğün
kendisinde veya içine aldığı kütle, cisim ve olaylarda tekrar eden
(yinelenen) devirli hareket ve değişimlerin hepsini kapsayan "geri
dönme" veya "döndürme"dir.
Kadî Beydâvî
gibi bazıları bundan, göğün her turunda hareket ettiği yere dönmesi
mânâsına olabileceğini söylemişse de bizzat göğün kendisi, felekleri,
hareket ettiğine dair bir delil bilinmediği ve feleklerin hareketleri
hakkındaki eski astronomi nazariyeleri sabit görülmediği için
nakledilen tefsirlerde bu dönüşü göğün kendisine nazaran değil,
içindekilerin devir ve değişimlerine nazaran tefsir etmişlerdir ki
"dönüp duran" veya "döndürülüp duran gök" demek olur.
İbnü Zeyd'den
nakledildiğine göre gök, bildiğimiz göktür. "Dönmek" de, güneş, ay ve
yıldızların halden hale, bir konaklama yerinden diğerine geri
dönüşleridir.
İbnü Abbas'tan da
bunun "yağmurlu bulut" şeklinde tefsir edildiği rivayet edilmiştir.
Hansâ'nın:
"Ayrılık günü
öyle akan gözyaşları görürsün ki,
Geceleyin gelip
kaplayan ve devamlı yağdıran kara buluttaki yağan devamlı yağmura
benzer."
demek olan
beytinde, aynı şekilde bir kılıcı anlatan Hüzelî'nin:
"Bembeyaz yağmur
suyu gibi berrak bir keskin kılıç ki,
Her ne zaman bir
toplanma yerinde öterse biçer."
beytinde geldiği
gibi Arapça'da "rec"ın yağmur ve su mânâsına kullanıldığı çoktur.
Zeccâc ve diğer
dilcilerin açıklamasına göre, rec'in yağmur mânâsında kulanılması,
baştan bu mânâ için konulmuş bir isim olarak değil, mecazdır. Bu
mecazın birkaç yönden güzel olduğunu söylemişlerdir:
1. Sesin
tekrarlanması mânâsından alınmıştır ki, sesi tekrar tekrar söylemek ve
harfleri birbirine eklemektir. Yağmur da tekrar tekrar dönüp yağdığı
için rec' denilmiştir.
2. Geri dönüşü
hayra yorulduğu için söylenmiştir.
3. Her sene
dönüp rızık getirdiği içindir.
4. Bir de
denilmiştir ki, bulutların yerdeki deniz ve diğer sulardan çıkan su
buharından hasıl olması dolayısıyla güya göğün yerden aldığı suyu yine
geriye çevirmesi ve iade etmiş olması düşünülmüştür. Bu şekilde rec'
kelimesi "mercu'" yani geri döndürülmüş mânâsına olarak iade edilmiş,
döndürülmüş demek olur.
"Kamus"ta
yazıldığına göre, göle ve suyun anafor yaptığı su durağı yere, menfeat
ve faydaya ve baharda biten bitkiye de rec' denilir. Bundan dolayı
birçok tefsirci burada rec' kelimesini "yağmur" diye tefsir
etmişlerdir. Bu şekilde "sema", bildiğimiz gök mânâsına olabileceği
gibi Mücahid'den rivayet edildiği üzere "bulut" mânâsına olma ihtimali
de vardır. Buna göre meâli: Döndürüp döndürüp yağmur yağdıran gök,
yahut dönüp dönüp yağan bulut demek olur. "Rec"in böyle yağmur ve su
ile tefsiri, insanın yaratılışında anılan "atan su" meselesine göre bir
nevi muraâtı nazîr (benzerini gözetme) sanatı ifade etmiş olur.
Hasen'den gelen
rivayette de, "Yağmur ve rızıktır. Çünkü yağmur her sene döner rızık
getirir." denilmiştir ki bunda su, bitki ve fayda mânâlarını içerme
vardır.
Bir de "rec"i,
kulların amelleriyle geri döndükleri için, melekler diye tefsir
etmişlerdir ki, gökten yere inip çıkan ve bütün olup giden olaylarla
eserleri görülen melek kuvvetleri diye düşünmek de uygun olur. Bununla
beraber hangisi olursa olsun, sözün asıl akışı yukarki hükmünce,
sırların ortaya çıkarılacağı günde geri çevirme ve iadeyi vurgulamak ve
ispat ile ilgili olduğundan dolayı hepsinde de geri çevirme ve iade
mânâsını düşünmek gerekir. En meşhur olan "yağmur" mânâsına olduğunda
dahi bu geri çevirme mânâsı ile yaratılıştaki iade kanununa işaret
kastedildiğinde şüphe etmemek lazımdır. Onun için gerek cisimlerin
devirleri, doğma ve batmaları; rüzgarın, bulutların akımları gibi
kütlesi olsun ve gerek ışık ve karanlık, sıcaklık ve soğukluk, nemlilik
ve kuruluğun birbirinin peşinden gitmesi gibi kütlesel olmasın bütün
hareket ve değişimleri, olmak ve bozulmaktan sonra iadeyi ifade eden
mutlak geri çevirme mânâsıyla bütün bu tefsirleri kapsayan bir fiil ve
etki mânâsı kastedilmekle hepsinin arası bulunmuş ve bu ihtilaflar
kesilmiş olur.
ARZ-I ZÂT-I SAD'
ın mânâsına gelince:
SAD': Şakk ve
infitar kelimeleri gibi yarılmak, çatlamak ve çatlak demek olduğu için
bunun da iki üç şekilde izahı yapılmıştır:
BİRİNCİSİ:
"Sonra yeri yardık ve (bu suretle) orada daneler ve üzüm...bitirdik."
(Abese, 80/26-28) mânâsı üzere yerkürenin bitki için çatlayışına
işarettir ki, bu münasebetle mecazî olarak bitkilere de saddenilir.
İKİNCİSİ:
Genellikle yerkürede bulunan ve gerek ekin, gerek diğer sebeple meydana
gelen çatlakla, yarıklar, arklar, hendekler, vadiler ve yolcuların
çiğneyip iz yaptığı yollar gibi herhangi bir çatlaklığa işaret
olmasıdır.
ÜÇÜNCÜSÜ de özel
olarak kabirlere işaret olmasıdır ki, insanın yaratılış mertebelerinde
ölüm ile öldükten sonra diriltilip toplanma arasında bir berzah, bir
geçiş yeri olmak itibarıyla ana rahmi yerindedir. Hem gömülmek, hem de
dirilip çıkmak için yarılır.
Bu üç mânânın
üçünde de yerkürenin çatlayışı, üzerinde yapılan etkilere karşılık
verme ve boyun eğme mânâsı ifade etmekte birleşir. O halde göğün
dönüşü, yukardan gelen fiil ve tesiri; yerkürenin çatlayışı da aşağıda
bulunan kabullenmeyi ve boyun eğmeyi ifade etmek itibarıyla gök ve
yerkürenin dönme ve çatlamalarında biri diğerini kucaklayıp sararak
döllenmeyi sağlayan karı-koca durumunda olup bunlar arasından doğmuş
olan insanın yine bunlar arasından, sulb ve göğüs kemikleri arasından
çıkar gibi çıkarak Allah'a dönmek üzere ahiret âlemine gideceğine ve
bütün bunlar yüce Allah'ın yaratma ve korumasıyla gözetimi ve gücü
altında cereyan etmekte bulunduğuna dikkat çekilmiş ve buna irşat
yapılmış olur. Bundan dolayı sofilerden bazıları göklere "babalar",
yerlere de "analar" tabir etmişlerdi. Özellikle "rec"i yağmur, "sed"i
de nebat diye düşündüğümüz takdirde "atan su"yun tohumu döllemesi;
yağmurun gök muhiti içinde bir tohum demek olan yerküreyi nebat
çıkarması için döllemesi kabilinden olup asıl hayatın yaratılışının
sırf ilâhî bir fiil olduğuna bir imâ dahi yapılmış olur. "Bütün
çiftleri yaratan Allah noksan sıfatlardan uzaktır."(Yâsîn, 36/36)
Kısacası, ne
taraftan bakılırsa bakılsın yukardan etkisini sürdüren bir döndürme,
bir döndürüş ve çeviriş tecellileri; aşağıda bir çatlayış, bir
etkilenme ve boyun eğme ile "olma"yı ve "bozulma"yı kabullenme
tezahürleri bulunduğu muhakkaktır.
13. İşte
sizin
arasında bulunduğunuz o döndürüşlü göğe ve o çatlayışlı yerküreye yemin
olsun ki o, size başlangıç ve sonla ilgili olan bu âyetleri bildirerek
o geri çevirme ve geri dönmeyi haber veren Kur'ân kuşkusuz bir ayırıcı
sözdür, hak ve batılı ayıran kesin bir söz, keskin bir hükümdür.
14. O asla
bir
şaka değildir.
Târık'tan, delen
yıldızdan, nefisten, nefis üzerindeki koruyucudan, yaratıcının
kudretinden, sırların ortaya döküleceği günden bahsederken ölüm ve geri
dönüşü, başlangıç ve sonu göstermek üzere atan sudan, sulb ve göğüs
kemiklerinden bahsetmesi şiir ve mizah türünden bir şaka değildir.
Hepsi ciddi ve gerçektir. Bunun için onu hak kulağıyla dinlemeli,
hükümlerinden ve irşatlarından faydalanıp sırların açıklanacağı günde
gerçek murada ermelidir.
15.
Haberin
olsun onlar, o kâfirler, bu âyetlerin inmesine sebep olan Mekke
kâfirleri bir tuzak kuruyorlar, yani Ku'ân'ı geçersiz saymak ve onun
nurunu söndürmek suretiyle hakkın emrine karşı gelmek için bir takım
hileler kuruyorlar, entrikalarla önlemler almak istiyorlar.
16. Ben de
hilelerine karşı hile kuruyorum ki "Biz onları bilemedikleri yönden
derece derece azaba yaklaştıracağız."(Kalem,44),
"Benim tuzağım
sağlamdır."(Kalem,
45)
17. onun
için o
kâfirlere mühlet ver mühlet ver onlara biraz. Çünkü Ve'n-Nâziât
Sûresi'nde geçtiği üzere "Onlar onu görecekleri gün sanki dünyada bir
akşam veya kuşluk vaktinden başka durmamışa dönecekler."(Nâziât,
46)dir.
EMHİL, âyetin
başında geçen "mehhil"den bedeldir. "Ruveyden" aslında mühlet mânâsına
"rûd" mastarının küçültme ismidir. "Bir mühletçik ver." demek gibidir.
Ebu Hayyan'ın ifade ettiğine göre, mühlet vermek mânâsına gelen "irvâd"
mastarının, kısaltıldıktan sonra yapılmış küçültme ismidir. Burada
küçültme ismi yapılması hakir görmek ve az olduğunu ifade etmek
içindir. Bundan başka bu kelimenin iki kullanış şekli daha vardır.
Birisi, emir mânâsına fiil ismi olur. "Zeyd'e mühlet ver." mânâsına
denir. Birisi de, hal olarak kullanılır. "Ağır ağır, acele etmeden
yürüdüler." mânâsına denilir. Burada mef'ulu mutlaktır. yahut, yani, az
bir mühlet demektir.
|