|
Elmalı Tefsiri
1.
Ey Peygamber!
ünvanıyla anılan ve ta'zim edilen Peygamberlerin sonuncusu! Burada önce
Peygamber'e nida ile başlanması onun, ümmetin tebliğcisi ve önderi
olduğunu göstermesi yanında, beyan edilecek boşama tarzının onun
şeriatına ait Allah tarafından gönderilen yeni bir hüküm olması
hasebiyle, duyurma ve tebliğine itina gösterilmesi hususunda bir tenbih
ifade etmektedir. Yoksa açıklanacak hüküm, Peygamber'in kendisine
mahsus olmayıp umumidir. Onun için hitab genelleştirilerek buyuruluyor
ki kadınları boşadığınız vakit yani boşamak istediğiniz takdirde
onların iddetlerini gözeterek boşayın, yani âdetleri olan sayılı hayız
günlerini hesab ederek ondan önce temiz zamanında bir talak ile
boşayın. İşte talak verilecek olunca onun en güzel ve sünnet olan
şekli, kadını âdetinden önce temiz bulunduğu esnada cinsel ilişkide
bulunmaksızın bir talak ile boşamaktır. Binaenaleyh "Sana âdet
görmekden soruyorlar. Deki: "O eziyettir." Âdet halinde kadınlardan
çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.." (Bakara, 2/222)
emri gereğince hem tabii olarak hem de şeriate göre uzaklaşma zamanı
olup beklemek gerekeceğinden hayız günlerinde veya cinsel ilişki
meydana gelmiş temizlik zamanı içinde boşayıp salıvermek, bu emre ters
düşeceği için haramdır, bid'attır, çirkindir ve günahtır. Üç talak
birden boşamak ise daha çirkin ve daha günahtır. Bu boşama şeklinde
esas itibariyle talak vuku bulduğu gibi yapılan fiil de günah
sayılmaktadır. Çünkü asıl boşama, erkeklerin iradesine bırakılmış
olduğu için onu gerçekleştirmekle meydana gelir, batıl olmaz ise de
çirkin surette veya lüzumundan fazla, hem emre hem hikmet ve maslahata
ters düşen bir zarar, bir nankörlük ve bir ahlâksızlıktır.
Bunun
hikmeti:
"O'nun âyetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için size kendi
nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet
koymasıdır." (Rûm, 30/21) buyurulduğu üzere evlilikten maksat, karı ve
koca arasında Allah Teâlâ'nın yaratmış olduğu arzunun tatmini ile sevgi
ve merhamet üzerine bir aile kurmak, onun hukuk ve vazifelerini
yüklenerek "iffetli yaşamak , zina etmemek..." (Nisâ, 4/24) âyeti
gereğince iffet ve iyilikle temiz bir cinsel ilişki ve üreme gayesine
hizmet olduğu cihetle, karı koca arasında insanlık hali ufak tefek
dedikodu ve az çok kırgınlık yahut önemsiz meseleler dolayısıyla
sıkıntı veya ferahlık gerektiren geçici haller eksik olmasa bile, tabii
arzu ve sükun kesilmedikçe aile binasının yıkılmaması lazım gelir.
Fakat o istek ve sükun kesilecek olursa o vakit temel çürümüş ve karı
koca arasında bir nevi tabii bir boşama vuku bulmuş olacağından, şer'i
boşama da mümkün olabilir. Böyle bir halde devam etmek başlangıçtan
daha kolay olduğu cihetle kadının kusur ve kabahati olmadıkça tabii
arzunun kaybolmasına karşılık, dini, ahlâkı ve edebi ile takva hissi ve
vefa şuuru, önceki hakların ihlâl edilmesine ve aile binasının
yıkılmasına razı oluvermez. Lakin iş yalnız arzunun kesilmesinden
ibaret olmayıp bir de kadının kocasına karşı kibir ve geçimsizliği,
yahut düşmanlık kasdı yüz göstermeye ve istenilen dostluk ve hoşgörü
yerine, böylece kin ve nefret girmeye başlarsa, işte o zaman erkeğin
"onlardan sakının" emri gereğince korunmakla emrolunduğu düşmanlık ve
geçimsizlik mahzurunun tabii şekillerinden birisi olan boşama, şer'i
bir ihtiyaç halini alır. Yoksa kızgınlık veya şehvet düşkünlüğü
neticesi meydana gelen boşama, bir evin yıkımı ve nikah nimeti için
nankörlük olur. Bir çok durumda da önceden ihtiyaç olduğu zannedilir de
sonradan pişman olunur. O yüzden talak verileceği zaman iyi ve çok
düşünmeli, bütün ruh halleri, din ve ahlâk esasları hesaba
katılmalıdır. İcab ettiği zaman telafi edilebilmesi için şeriatın
bahşettiği fırsatlar elden kaçırılmamalıdır. Zira ruhda gizli kalan
arzular, kapalı işlerden olduğu için hiddet ve nefret zamanında
hissedilemez de sonradan deprenir, zararlara, günahlara sürükler ve
Allah'ın neler yaratacağı bilinmez. Onun için ihtiyaç anında meşru
kılınmış bulunan talakın verilmesinde mekruh ve güzel olan çeşitleri
vardır. Evvela kadına yaklaşmanın mekruh olduğu âdet günlerinde boşamak
haramdır. Boşama vuku bulursa da boşayan burada emredilen şeklin
tersine hareket etmiş olmasından dolayı günaha girmiş olur. Çünkü
yaklaşmanın caiz olmadığı ve tabii arzuya zıt olan o eziyetli halde
kadındaki isteksizliğin geçici olma ihtimaline binaen kat'i ve daimi
olduğuna hükmedilemez. Muhtemeldir ki, onu boşayan on gün sonra
gönlünde heyecan duyacak ve yaptığına pişman olacaktır. Hem bir gün
bile olsa beraber yaşamış olduğu karısını öyle bir durumda boşayıp
bırakıvermek, aynı zamanda alçaklıktan başka bir şey değildir. Aynı
şekilde temiz halde iken cinsi münasebette bulunduktan sonra boşamak da
mekruhtur. Çünkü cinsi münasebet arzunun varlığını gösterir. Ondan
sonra duyulan isteksizlik de geçici bir gevşemeden ibaret olabileceği
cihetle, tabii arzunun silinmiş olduğuna hükmetmek doğru olmaz.
Herhangi bir durumda üç talakı birden vermek ise, büsbütün hiddete
kapılarak ve her ihtiyatı elden bırakarak bu çirkinlikleri bir defada
üç kere tekrar etmek, şeriatın emrine kat kat muhalefet edip ailenin
menfaatı için şer'in bahşetmiş olduğu her fırsatı elden kaçırmak
olacağından dolayı kat kat çirkin ve günahtır. Bunun bu kadar çirkin ve
günah olması da, nikahı düşürmek demek olan boşamanın meydana gelmesi
sebebiyledir. Yoksa lağvedilir, çirkin ve günah olmasının mânâsı
kalmazdı. İşte boşamanın meşru olması zarar ve fesad için değil, aile
içerisinde ortaya çıkan sevgisizlik ve geçimsizlik sakıncalarını
defetmek için mümkün olduğu kadar bir ıslah tecrübesi yapılmak
suretiyle iki tarafın ruh hallerinin birbirinden ayrılmaya ne derece
müsaid olabileceğini göstermek hikmetiyle ilgili olduğundan boşama
ihtiyacını duyan kimsenin bunu en güzel şekilde kullanması emredilerek
buyurulmuştur ki, "o kadınları boşadığınız, yani boşamak istediğiniz
takdirde." Bu şart önce, boşamanın yalnız erkeklere ait ve onların
iradelerinde bulunan bir iş olduğunu gösterir. Koca karısını boşayınca
boşama, şer'i bir hak olarak sabit olur. Aksi halde olmaz. Bundan
dolayıdır ki bir hadiste "Boşama, o hakkı alan kimseye aittir."
buyurulmuştur. O halde kadının bunda doğrudan doğruya bir tercih hakkı
yoktur. Meğer ki dilediği zaman kadına kendisini boşamakta serbest
olduğuna dair, nikah zamanında veya sonra erkek tarafından bir hak
tanınmış olsun. Bu olmadığı takdirde kadın ancak hul ile (fidye vermek
suretiyle) kendisini kurtarmak için müracaat edebilir. Nitekim bu
husus, "O zaman kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede ikisine de bir
günah yoktur.." (Bakara, 2/ 229) âyetinde de açıkça ifade edilmiştir.
Bu durumda hakim, Hanefilere göre ya iki taraftan da hakem tayin
ederek, ya da doğrudan sulh girişiminde bulunarak koca tarafına fidye
verme teklifini yapar. Kocanın veya vekilinin teklifi kabul etmesi de
bir tür boşama sayılır. Şâfiîlere göre ise fesholur. Bazı âlimler,
"Eğer aralalarının açılmasından endişe duyarsanız, erkeğin ailesinden
bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin..." (Nisa, 4/35)
emrine nazaran hakimin fesh ve ayrılma hakkını da kabul etmişlerdir.
Hanefiler bunun, inninlik (cimadan acizlik) veya cüzzam gibi habis bir
hastalık halinde kabul edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. İkincisi,
"Boşadığınız zaman." şartı, boşamanın dinî yönden Allah Teâlâ katında
istenilen ve övülen bir şey olmayıp, "İki şerden en hafifi tercih
edilir." hükmünce nihayet bir izinden ibaret olduğuna da işaret eder.
Çünkü kayıtsız ve şartsız boşamayı teşvik mânâsı içeren hiçbir delil
yoktur. Bilakis mübah olmakla beraber buğzedilen bir şey olduğu ifade
edilmiştir. Bu konuda Ebu Davud ve İbnü Mâce'nin rivayet ettikleri bir
hadisde "Allah (c.c)'ın yanında mübahların en nefret edileni
boşamadır." denilmiş, diğer birinde de "Allah katında en sevimsiz helal
boşamadır." şeklinde zikredilmiştir. Bu hadislerde mübah ve helal
tabirlerinin bulunmasından dolayı bir takımları, boşamanın esasen mübah
olduğunu ileri sürmüşlerse de İbnü Hümam'ın tahkikine göre en doğrusu
şudur: "Boşama aslında nikah nimetine nankörlük olduğundan dolayı
sakıncalıdır. Çünkü Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Çok boşayana ve
aşırı derecede zevkine düşkün olandan her birine Allah lanet etmiştir."
Onun için ihtiyaç olmayınca talak, mekruh olur. Bundan dolayı
buğzedilmiş olduğu söylenmiştir. Mübah tabir edilmesi, ancak ihtiyaç
zamanlarında mübah olması hasebiyledir. Beyhakî de nefretin, sünnete
riâyet edilmeyerek boşamanın gerçekleştirilmesi durumunda söz konusu
olduğunu söylemiştir. Şâfiîlerden İbnü Hacer'in beyanına göre; "Boşama
bazen vacib, bazen mendub, bazen de haram veya mekruh olur. Vacib olan;
îlâ yemini yapıp da yaklaşma arzusu bulunmayan kimsenin karısını dört
ay bekletmemek için yaptığı boşama ve iki hakemin boşama görüşünde
bulunmamaları halindeki talak gibi. Mendub olan talak: Kadının
haklarını yerine getirmekten kocanın, gerekse kayıtsızlıktan dolayı
olsun aciz olması veya kadının âdet yönüyle kendisiyle geçinmeye
zorlanamayacak derecede huysuz olması, yahut kadının ahlâka aykırı
durumları korkulacak derecede olmamakla beraber pek iffetli olmaması
halindeki boşama gibi. Ancak bu son durumda boşama vuku bulunca kadının
ahlâksızlığa düşeceğinden korkulur veya ayrılığına dayanamayarak
erkeğin onunla ahlâksız yollara sapması, yahut zorluk çekmesi
düşünülür, halbuki boşama olmadığı takdirde bu korkular ortaya
çıkmayacak olursa o vakit talak mendub değil, harama yol açacağı
cihetle mekruh, belki de haram olur. Nitekim bid'i talak, yani bu
âyette emredilenin tersine, kadının âdet görmesi esnasında vuku bulan
veya üç talak birden verilmek suretiyle gerçekleştirilen talak,
haramdır. Bütün bu hallerin dışında meydana gelen boşamalar da
mekruhtur. Çünkü nakledildiği gibi sahih hadiste "Helaller içinde
Allah'a en sevimsiz olanı talaktır." buyurulması kerahetini ifade eder.
Çünkü kerahetin helal ile bir arada bulunabilmesi itibariyle, helal ile
buğzun birleşmesinden ilk akla gelen kerahet olur. O halde helal yönünü
kuvvetlendiren sebepler bir araya geldikçe kuvvetlerinin derecesine
göre kademe kademe mübah, mendub ve vacib mertebelerine doğru çıkar.
Kerahet tarafını kuvvetlendiren sebepler toplandıkça da buğz (nefret),
haram mertebesine varır. Buna göre helal veya mübah tabiri boşamanın
vuku bulmasına işaret olup, haram olan talakın dahi verilmesiyle
boşamanın meydana geleceğini gösterir. Nitekim bid'i talakın bile vuku
bulacağı hakkında fakihler, icma bulunduğunu belirtmektedirler. Buna
karşı İbnü Teymiyye ve İbnü Kayyim el-Cevziyye bid'i talaktan sayılan
üç talak birden verip boşamanın haram olması sebebiyle, böyle bir
boşamada birden fazla talakın vuku bulmaması cihetini ictihad edilmesi
gereken bir mesele gibi göstererek gündeme getirmek ve böylece pek
önemli bir noktaya parmak basmak istemişlerse de, bütün mezheblerin
ittifakla söz birliği ettiği bir meselede, usulen ictihadın caiz
olamayacağı ileri sürülerek iltifat edilmemiştir.
Fakihler
boşamayı hükmü yönünden ric'i ve bayin diye iki kısma, bayini de hafif
ve galiz diye iki çeşide ayırmışlardır. Boşama şekli yönüyle de, mesnun
ve bid'i olmak üzere iki nev'e, mesnunu ahsen ve hasen, bid'iyi de
ehaff ve eşedd diye yine iki kısma ayırmışlardır. Mesnun: Boşayacak
kimselere şer'an emir ve tavsiye edilip boşamada takip edilmesi gereken
şekildir. Bu şeklin en güzeli de, söz konusu âyette emredildiği gibi
temiz anında bir ric'i talakla boşamaktır. Talaklardan her birini
kadının temiz zamanlarında vermek üzere ayrı ayrı üç talaka kadar
varmak pek güzel olmamakla beraber hasen sayılır. Bid'î talak ise,
bunların tersine hayız halinde veya cinsî münasebetin vuku bulduğu
temiz zamanında boşamak, yahut her ne vakit olursa olsun üç talak
birden boşama şeklidir ki bu hepsinden daha şiddetlidir. Bu sûrenin
inişine kadar boşama şekillerinin güzeline ve çirkinine bakılmıyordu.
Ancak sûrede bunların ayırd edilmelerinin esasları anlatılmıştır. Asıl
talak, ne men ne de tavsiye edilmemekle beraber, verilmek istenildiği
takdirde emredilen en güzel şeklin şu olduğu ifade edilmiştir: O
kadınları, yani kendileriyle cinsî münasebette bulunup da boşamak
ihtiyacını duyduğunuz kadınları, boşamak istediğiniz takdirde "bundan
böyle onları iddetlerini gözeterek boşayın." Bunun, "Sayılı hayız
günlerinin önünde yaklaşma imkanı olup da yaklaşılmamış olan temizlik
halinde temiz olarak boşayınız." mânâsına olduğunda ittifak vardır.
Ancak bu âyeti bazıları, hayızları önünde, bazıları da temizlik halinde
yaklaşmayarak şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu iki mânâ da birbirine
yakındır. Çünkü hayzın önü, geleceği ve gayesi temizliktir. Abdullah b.
Mes'ud (r.a)'dan "Yaklaşmadan temiz olarak," İbnü Abbas (r.a)'dan
"İddetlerinin önünde" diye nakledilmiştir. Mücahid demiştir ki: "İbnü
Abbas'ın yanındaydım, bir adam geldi, karısını üç talakla boşamış
olduğunu söyledi. O sükut etti, hatta biz zannettik ki karısını ona
geri verecektir. Sonra dedi ki: "Biriniz gider ahmakça iş yapar,
sonrada gelir ey İbnü Abbas der. Halbuki Allah Teâlâ, "Kim Allah'tan
korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder." (Talâk, 65/2)
buyurmuştur. Sen ise Allah'tan korkmamışsın. Şimdi ise ben sana çıkış
yolu bulamam, Rabbine isyan etmişsin, karın senden bâyin talakla boş
olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ, "Ey peygamber! Kadınları boşadığınız zaman
onları iddetleri içinde boşayın." buyurmuştur." Dahhak'tan : "İddet
kar'; kar' hayızdır. Temiz, cima etmeden temiz olandır, sonra da üç
hayız beklemektir. Katade'den "onları iddetleri içinde boşayın." âyeti,
hayızdan temizlendiğinde "yaklaşmaksızın" keyfiyeti de, temiz olduğu
vakit dokunmadan bir talak verir, bir talak daha boşamak icabederse,
diğer bir hayız görünceye kadar bırakır, temizlendiği zaman ikinci
talakı verir. Üçüncüsünü de vermek isterse, bir hayız görünceye kadar
mühlet verir, temizlenince üçüncü talakı da verir. Sonra kadın bir
hayız daha iddet bekler, ondan sonra isterse başka kocaya gider." İbnü
Sirin'den: "Kadını, temiz haldeyken cima etmeyerek ve hamile olmadığı
belirlenmiş durumda boşar." Hasan ve İbnü Sirin'den: "Allah'ın
emrettiği gibi iddetinin önünde" boşar. Allah'ın zikrettiği iddetin
dışında gerek bir, gerek iki, gerek üç talakla boşamak mekruh olur."
Görülüyor ki, bütün bu rivayetler, hayzın geçmesi gözetilerek ondan
sonra "Cima etmeden temiz olarak" boşamak mânâsında birleşmiş
bulunuyorlar. Bununla beraber Mâliki ve Şâfiî bunlardan, iddet
müddetinin temizlik olduğu sonucunu çıkarmışlar, Hanefi imamları ise
onun hayz olduğunu beyan etmişlerdir. Bundan dolayı iddet, temizliktir
diyenler sebebiyle "temizlik vaktinde" demeyi daha doğru bularak bu
anlamı tercih etmişlerdir. İlk bakışta bu ifade uygun gibi görünürse de
bundan "cimanın olmaması" kaydını çıkarmak müşkildir. Bu anlam, "De ki:
O, bir ezadır. Ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye
kadar onlara yaklaşmayın.." (Bakara, 2/222) emri gereğince temizliğe
girinceye kadar hayzın hükmüdür. Temizliğe kadar sayıp beklemek
temizliğin değil, tabii olarak ve şeriate göre hayzın gereğidir. O
halde
iddetin temizlik değil, hayız olması lazım gelir. Temizlik iddetin
esası değil, gayesidir. de ittifakla kasdedilen temizlik, iddetin
kendisi değil, önünde gayesi olması itibarıyladır. ile beraber
tamamından Lazımi mânâ olarak sabittir. Hayız müddetinin başlıca iki
unsuru vardır. Birisi cimada bulunmamak, diğeri de önünde temizliğe
kavuşmaktır. İşte kasdedilen mânâ da kadını, bekleme müddeti olan hayzı
bitirip, temizlik vaktine girmişken, cimada bulunulmadığı takdirde
boşamak olduğundan "cima etmeden temiz olarak" denilmekle bu iki
unsurun ikisinin de kasdedilmiş olduğuna tenbih edildiği gibi
"iddetlerinin önünde" ifadesiyle de bu anlatılmıştır. Bu mânânın
anlaşılması için "lâm"ın mânâlarındaki ihtimallere de dikkat etmek
gerekmektedir. Bu lâm, ta'lil, akibet, tevkıt yahut da sıla için
olabilir. Ta'lil için olursa, beklediklerinden dolayı yani sayılı hayız
günlerini bitirip temizlenmişken zevciyyet muamelesinin
istenilmemesinden dolayı boşayınız demek olur. Akıbet mânâsına
alınırsa, hayızlarının sonunda boşayınız anlamına gelir. "Geçen on
(gün) içinde" gibi vakitle ilgili olursa temizlik vaktinde demek doğru
görünürse de, hayız vaktinde demek doğru değildir. Esasen "Hayızları
bittiği zaman" demek gerekmektedir. İddet lafzı, hayız müddetinin
tamamını içine alır. İhsâ (saymak) emrinde de buna işaret vardır. Bunun
için müfessirlerin bir kısmı, "İddetlerinin beklemek" diye bir muzaf
takdirini göstermişlerdir. de böyle demektir. Burada zikredilen "kubül"
ve "istikbâl"in hayızdan önce de sonra da olması doğrudur. Zemahşerî
gibi bazıları da müteallak takdiriyle hal yapmışlardır ki bu durumda
"lâm"ın tevkit veya sıla mânâlarına gelme ihtimâli vardır. Buna göre
iddetlerini veya iddet vakitlerini karşılarlarken mânâsını ifade edip,
bekleyecekleri hayızdan önceki temizlikleri halinde verilen talakın da
sünnete uygun olduğunu ve iddetin hayız ile başlayacağını gösterir.
Cima etmemek kaydının gerekli olduğu bilhassa hadisle beyan
buyurulmuştur. Buharî ve diğerleri şöyle rivayet etmişlerdir. "İbnü
Ömer (r.a) karısını hayızlı iken boşamıştı. Hz. Ömer bunu Resulullah'a
söyledi, Resulullah da ona kızdı, sonra da dedi ki: "O kadına dönsün,
sonra onu temizlenip peşinden bir hayız daha görüp temizlenene kadar
tutsun. O zaman yine boşaması gerekirse, onu, temiz olduğu halde
dokunmadan önce (İbnü Mâce'nin rivayetinde "cima'da bulunmadan önce"
boşasın. İşte Allah'ın emrettiği iddet budur." İbnü Ömer'in bu
boşamasını Talak Sûresi'nin inişine sebeb olarak gösterenler olmuşsa da
rivayetin tarzından da anlaşıldığına göre bu hadise, sûrenin inişinden
sonra meydana gelmiş göründüğünden doğrusu, sûrenin iniş sebebi değil,
belki bu hadis ile tefsirine sebeb olmuştur.
İşte
kadınları
boşadığınız zaman böyle iddetlerini gözeterek temiz olduklarında
dokunmaksızın boşayın ve iddeti sayın yani yazıp eksiksiz olarak
tamamiyle sayın. Bakara Sûresi'nde geçen "Boşanmış kadınlar, bizzat
kendileri üç aybaşı hali veya üç temizlik müddeti beklerler..."
(Bakara, 2/228) âyeti gereğince boşanmış kadınların iddet müddeti tam
üç yani üç âdet beklemeleridir. Bu iddeti saymada geriye dönüşün mümkün
olmasına, nafaka ve ikâmet esnasında talakı, temiz zamanlara dağıtmaya
riâyet gibi bir takım faydaları vardır. Ve Rabbiniz Allah'tan korkun
yani sizi erkek, onları kadın yaratmış ve sizleri yetiştirip nikah
nimetine ve boşama selahiyyetine nail etmiş olan Rabbinizin azabından
korkun da emirlerine dikkat edin, iddeti ne eksik sayın ne de uzatın.
Gerek boşamada gerekse iddette kadınları zarara sokmaya kalkışmayın.
Onları evlerinden çıkarmayın. O boşayıp da iddet bekletmekte olduğunuz
kadınları evlerinden hiçbir sebeple çıkarmayın. Bu evler, boşanıncaya
kadar onların kocalarıyla ikâmet ettikleri meskenleridir. Çıkarmanın
nehyedilmesinden anlaşıldığı gibi evlerin, erkeklere ait olmakla
beraber "o kadınların evleri" şeklinde kadınlara muzaf kılınması,
iddetleri sona erinceye kadar boşanmış kadınların da kendi mülkleri
gibi onlarda oturma haklarının bulunduğunu beyan ederek çıkarma
yasağını tekid etmektedir. Şu halde evin ödünç veya kiralık olup da
asıl sahibine teslimi gerekiyorsa bu durumda da kocaların onlara
kiralama veya satın alma yahut da başka bir yolla mesken tedarik
etmeleri lazımdır. Âyette yer alan "Onları çıkarmayın." nehyinin
bağlantısız olarak bir taraftan Allah'tan korkmayı beyan etmesi, bir
taraftan da başlangıç cümlesi halinde getirilmesi, bunun müstakil
olarak istenilmiş olduğunu yeniden hissettirmek suretiyle önemini
göstermektedir. Burada iddetten asıl maksadın nesebin ve kadınların
korunması hususlarına diyaneten olduğu gibi hukuken ve kazaen dahi
itina gösterme hikmeti vardır. Çıkarmayın demek, gadab, nefret veya
darlığa binaen mesken ihtiyacı yahut sırf düşüncesizlik gibi bir
sebeble çıkarıvermekten mantık yönüyle nehyedildiği gibi
kendiliklerinden çıkıp gitmelerine izin vermeyin mânâsını da içine
almaktadır. Çünkü onların, izin verilse bile çıkıp gitmelerinin caiz
olmadığı şu hususla anlatılmaktadır. Onlar da çıkmasınlar, yahut
çıkmazlar. Bu sıga, hem nehy-i gaib müennes, çoğul, hem de fiil-i
muzari nefy-i istikbal müennes çoğul olabileceğinden nehye de, nefye de
ihtimali vardır. Böyle nefiy (olumsuzluk) şekliyle yapılan nehiyin,
açık nehiyden daha fasih olduğu da bilinmektedir. Yani kocaları izin
verse bile bir zaruret olmadıkça çıkmaları, haramdır. Çıkmamalıdırlar
ve çıkmazlar. Apaçık bir edebsizlik yapmaları hali bir yana,
geçimsizlik ve dikbaşlılık yapıp da ihtiyaçları yok iken çıkıp
gitmeleridir ki bu durumda başka bir kabahat yapmamış olsalar bile
kendiliklerinden çıkmakla fahiş bir terbiyesizlik yapmış olurlar. Bu
istisnanın "çıkmasınlar" ifadesine bağlanması daha doğrudur. Ancak
yukarısına veya her ikisine bağlanma ihtimali de vardır. Çıkmaya
bağlandığı takdirde dikbaşlılıkla çıkmanın sanki açık bir fuhuş gibi
aşırı bir kötülük olacağını göstermekle yasaklamada mübalağa ifade eder
ki İbnü Ömer. Süddi, İbnü Sâib ve Nehaî'den rivayet edilen de budur.
Ebu Hanife de bu görüştedir. Çıkıp giderlerse iddet hakkından kurtulmuş
olmazlarsa da, ev ve nafaka hakları düşer. Çıkarmaya bağlandığı
takdirde ise, açık fahişelik, zina, hırsızlık su-i kast gibi bariz bir
hıyanet, bir isyan ve hatta ağır sövüp soyma gibi fahiş eziyyetlerin
olması düşünülmektedir. Böyle açık bir fenalığa giriştikleri görüldüğü
vakit, çıkarılmaları, ihrac nehyinden istisna edilmiş olur. Bu takdirde
fahişe tabirinde ilk akla gelen mânâ, zinadır. Katade, Hasen, Şa'bi,
Zeyd b. Eslem, Dahhâk, İkrime, Hammad ve Leys'ten rivayet edilen ve
İbnü Mes'ud ile İbnü Abbas'ın görüşü olduğu ileri sürülen de budur. Ebu
Yusuf da bu görüşü tercih etmiştir. Denilmiştir ki: bu takdirde haddin
(cezanın) yerine getirilmesi için çıkarılırlar. Bazıları da bunun,
gerek koca ve gerek akrabasına karşı fahiş sözlerle ağzını bozmak
mânâsına geldiğini İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdi. Said b.
Müseyyeb'ten nakledildiğine göre fahişe, her günaha denilmektedir.
Bundan dolayı bazıları, bunun cezayı gerektiren zina, hırsızlık ve
bunların dışında her günahı kapsayarak istisnanın tamamına bağlı
olduğunu kabul etmişlerdir. Taberi de bu görüşü benimseyerek demiştir
ki: "Bence doğru olan, burada fahişenin günah olduğunu ileri sürenlerin
görüşüdür. Çünkü fahişe, haddini aşmış olan her çirkin iş demektir.
Binaenaleyh zina, hırsızlık, aile fertlerine eziyet ve iddet beklemesi
gereken evden çıkıp gitmek gibi işlerden her hangi birisini kadın iddet
içinde yaparsa, bu durumda kocası onu evden çıkarabilir." Bu
istisnanın, yukarıdaki "Onları boşayın." emrine bağlanma ihtimali de
yok değildir. "Onları çıkarmayın." Cümlesinin yukarıda geçen Allah'tan
korkma hükmünü açıklaması itibariyle herhangi bir yere bağlanmamasından
dolayı buna engel de olmaz. Bu durumda mânâ şöyle olur: Bu emirleri ve
nehiyleri gözeterek boşayın, ancak boşadığınız takdirde o kadınlar açık
bir fuhş ve ahlâksızlığa düşecek olurlarsa başka. O takdirde
iddetlerini gözeterek dahi boşamak istemeyin. Müfessirler, âyetteki
istisnanın bu şekilde bir bağlanma ihtimali olduğunu söylememişlerse
de, yukarıda İbnü Hacer'den nakledildiği üzere boşandığı takdirde
ahlâksızlık korkusu ortaya çıkan ve boşanmadığı takdirde mazbut kalacak
olan kadını boşamamak tavsiye edilmiş ve bu bir hadisle de
delillendirilmiştir. Ebu Davud ve Nesai'nin İbnü Abbas'tan yaptıkları
rivayete göre: "Bir adam Resulullah'a gelmiş, "Benim bir karım var "El
uzatanın elini geri çevirmez." demiş. Resulullah da, "Onu boşa!"
buyurmuş, adam da "Korkarım gönlüm ardında kalır, sabredemem." diye
karşılık vermiş. Bunun üzerine Resulullah "Öyle ise onu sıkı tut."
buyurmuş." Nesâi bu hadisin merfu olmayıp mürsel olduğunu söylemiştir.
Yani İbnü Abbas bunu Resulullah'tan bizzat dinlememiş, vasıta ile
işitmiştir. Ancak, kendi işitmiş kadar kuvvetli olduğuna itimadından
dolayı vasıtayı açıklamayıp, merfu gibi nakletmiştir. Böyle sahabe
mürselleriyle merfu hadis gibi amel etmek ittifakla caiz olduğundan
buradan şu hükümler çıkarılmıştır: Birincisi, iffetli olmayan bir
kadını boşama emri. İkincisi, zahiri duruma nazaran boşandığı takdirde
ahlâksızlık korkusu bulunup, ancak boşanmadığı zaman böyle bir korkudan
uzak tutma imkanı olursa boşamayıp sıkı tutma emridir. Bu iki hususdan
delalet yoluyla bir hüküm daha anlaşılmış olur ki o da şudur: İffetli
olan bir kadının, boşandığı takdirde ihtiyaç sebebiyle ahlâksızlığa
düşeceği anlaşılırsa, onu boşamak günahtır. İşte bu istisnanın yukarıya
da bağlanması ihtimalinde âyet, o hadisten çıkarılan hükümleri de ifade
etmiş olacaktır.
Ve işte
bunlar,
talak hakkındaki bu emirler ve bu nehiylerle meşru kılınan ve öğretilen
hükümler Allah'ın hududlarıdır. Allah'ın kulları için koyduğu
sınırlardır ve her kim Allah'ın koyduğu sınırlara tecavüz ederse yani
bu hükümlerden bir şey ihlal ederse muhakkak nefsine zulmetmiş olur,
kendisine dünyevî, uhrevî zarar vermiş olur bilmezsin belki Allah ondan
sonra bir emir ihdas eder, o haddi aşmanın arkasından bir hadise, bir
iş çıkarır, kalbini çevirir, bir takım meşakkatler, ızdıraplar verir,
yaptığın zulme, haddini aşarak verdiğin talaka pişman olursun, dönmek
istersin, iş işten geçmiş bulunduğu için geri dönemez, telâfi
edemezsin, perişan olur, zararını ve vebalini kendin çekersin. Nitekim
"Kimse yarın ne kazanacağını bilemez." (Lokman, 31/34) âyetinde de bu
durum açıkça ifade edilmektedir. Onun için her hangi bir sebeble eşini
boşayacak olan kimse öfkeyle her şeyi kesip atıvermemeli, ilerisini
hesaba katmalı da Allah'ın bu emir ve nehiylerle tayin ettiği sınırını
aşmamalı, önce iddetini gözeterek temiz bir halde talak vermeli ve
iddeti saymalıdır. Şayet ayrılmak gerekirse bununla hem maksad hasıl
olur, hem de bir tecrübeye imkan bırakılarak ruhi görüntüleri
seyretmeye, düşünüp uyanmaya ve pişmanlık duyulursa geri dönmeye fırsat
tanınmış olur. Çünkü üçe ulaşmadıkça öyle açık bir boşama ric'i
olacağından hükmü ilerde geleceği gibi iddetin sonun kadar seçmeli olup
istenildiğinde geri dönebilmek, olmazsa ayrılmaktır. Bu hikmetlerden
dolayı haddi aşmaksızın iddetlerine karşı böyle bir talakla boşayın,
iddeti zabtedip sayın ve Allah'tan korkup takva ile hareket edin.
Onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar.
2.
Neticesine
gelince: Şu şart ile ya tutmak ya da salıvermek arasında tercih söz
konusudur. Sonra ecellerine yettiklerinde, yani iddetlerinin sonuna
geldiklerinde. Bu şart, geri dönüşün nihayeti, ayrılığın başlangıcı
olan vakti göstermek içindir. Binaenaleyh iddet müddeti içerisinde her
zaman dönme hakkı sabittir. Lakin iddet bitince tercih hakkı ortadan
kalkar, ayrılık gerekir. Kadının izniyle nikah tazelenmedikçe birleşme
mümkün olmaz. Henüz iddet çıkmadan sona erdiği zaman ise, durum
kendisini göstereceğinden o vakit ya iyilikle onları tutun, bırakmayıp
güzel ve meşru şekilde geçinmek, iki tarafın haline münasip
harcamalarda bulunarak ve iskanı temin ederek nikahlarınızda tutun.
"tutun" Buyurulmasından anlaşılan, dönüşün sözlü olmasının şart
olmayıp, fiilen de olabileceğidir. İmam-ı Azam'ın görüşü budur. Yahut
iyilikle onlardan ayrılın, buradaki tahyir (istediğini seçmeyi teklif
etmek) içindir. Yani tutmakla salıvermek arasında muhayyersiniz. Ancak
tutmayı, ya da salıvermeyi tercih etseniz de bunları iyilikle yapmakla
sorumlusunuz. Ayrılacaksanız o zaman güzellikle ayrılın, tatlı dille
hakkını vererek ve zarara sokmaktan sakınarak, mesela geçinme niyeti
olmadığı halde iddetini uzatmak için müracaat edip de, sonra yine
boşamak gibi zarar verici hilelere sapmayarak güzelce çıkarıp gönderin,
yani "Ve onları güzel şekilde serbest bırakın." (Ahzab, 33/49) âyetine
riâyet edin hem içinizden adalet sahibi iki erkeği şahit getirin;
geriye dönüp tutmayı tercih ettiğiniz takdirde dönüşe, ayrılmayı tercih
ettiğiniz takdirde de ayrılığa şehadet etmek üzere müslümanlardan
adalet sahibi, doğruyu söyleyen ve doğru yol üzerinde bulunan en az iki
erkeği hazır bulundurup şahid kılın ki, töhmete veya çekişmeye fırsat
kalmasın, gerektiği zaman şahidlik yapsınlar. Buradaki "şahit getirin"
emri "Onları tutun veya onlardan ayrılın." emirlerine bağlanmış olup
"Alış veriş yaptığınız zaman şahid tutun.." (Bakara, 2/282) âyeti gibi
nedb (yapılmasını uygun görmek) içindir. Genellikle âlimlerin görüşü
budur. Şafiî, eski görüşünde "şahid bulundurmanın dönüşte vacib"
olduğunu savunmuş ise de, yeni görüşünde o da, mendub olduğunu
söylemiştir. Alûsî bu konuda zayıf bulduğu şöyle bir görüşü nakletmiş
ve demiştir ki : "Tabersi," açıkça bunun boşama esnasında şahid
getirmekle emredilmesini, bu görüşün ehl-i beyt imamlarından rivayet
edildiğini ve vücub ifade edip boşamanın sahih olmasında şart olduğunu"
zannetmiştir." Ben bu meseleyi uzun zamandan beri düşünür, söz konusu
âyette buna bir ihtimal olup olmadığını ve güvenilir müctehidlerden bu
görüşü benimseyenin bulunup bulunmadığını araştırırdım. Adlı tefsirin
müellifi ve bir Şia âlimi olan bu Tabersi'nin, rivayet ve dirayetteki
selahiyetinin neden ibaret olduğunu ve ehl-i beytin imamlarıyla kimleri
kasdettiğini gereği gibi öğrenemedim. Ancak açık dediği husus açık
değildir. Zira "şahid getirin" emrinin talaka ait olması için, yukarıda
geçen "Onları boşayın." emrine bağlanması gerekir. Bu ise, kolayca
anlaşılır olmayıp, pek uzak bir durumdur. Zahir (anlaşılır) olan,
yakınındaki "tutun" veya "ayrılın" emirlerine bağlanmış olmasıdır Şayet
bu, talakın sıhhatinin şartı olacak derecede vücub ifade etseydi,
"sayın" emrinden önce zikredilmesi gerekir ve bu âyete tehir
edilmesinin bir hikmeti olmazdı. Hem yakınına, hem uzağına bağlanma
ihtimalinin caiz olduğunu göstermek için tehir edildiği söylenecek
olursa denilebilir ki, bu bir ihtimal olabilirse, de buna anlaşılır
demek doğru olmayacağı gibi, bu durumda hem boşama, hem tutma hem de
ayrılma konusunda aynı mahiyette olması gerekirdi. Halbuki emrin
herbirine göre vücub ifade etmesi ve bu vücubun, talakın sıhhatinin
şartı olacak derecede farz durumda bulunması, tutma veya ayrılmada
muhayyerlik emrine ters düşeceği gibi öteden beri izah edilegelen
sünnet şekli üzere boşamanın cereyan tarzına ve ric'i talakın
sağlayacağı faydaya da ters düşmektedir. Ayrıca boşama esnasında şahid
tutulmayıp da iddetten sonra imsak veya müfarakat için şahid
getirildiği takdirde sahih farzedilen talakın hükümsüz kalması gibi bir
tenakuza yol açacağı da ortadadır. Gerçi aksine delil bulunmadıkça
emirde asıl olan vücub ifade etmesidir. Ancak ihtimali içinde olan
vücub boşamanın sıhhatinin şartı olacak derecede kesin farz mânâsını
ifade edemeyeceği gibi, her vacib de, zıddının hükümsüzlüğünü
gerektirmez. Bununla beraber iddetin sonuna kadar dönülmeyince
ayrılığın gerçekleşmesi yönünden şahid getirmenin vacib olduğunu
söylemenin de mânâsız olacağı düşüncesiyle bütün müctehidler, ayrılıkta
şahid getirme emrinin (Bakara, 2/282) âyetinde olduğu gibi nedb ifade
ettiği hususunda ittifak halindedirler. Şu halde en yakın ve en açık
olan ihtimalde emir nedb için oldukça, en uzak olan ihtimalde vücub
için olmasının, hem de bu vücubun farziyyet derecesinde sıhhatinin
şartı sayılmasının doğru olamayacağı basit bir düşünce ile anlaşılmış
olur. Ancak denilebilir ki imsak veya müfarakatta şahid getirmek mendub
olunca boşamada niye olmasın? Evet bunun da mendup olduğunda şüphe
yoktur. Zira bu "şahid getirin" emrinin yukarıya bağlanma ihtimali,
uzak olmakla beraber bunun, delalet yönüyle ve öncelikle sabit
olacağında da şüphe etmemek gerekir. Şu emrin vücub için olduğunda
ihtilaf yoktur. "Şehadeti de Allah için doğru yapın!" Yukarıdaki
emirlerin hepsi boşayanlara ait olduğu gibi bu emir de şahidleredir. Şu
hitab da, hepsi içindir. Size söylenen bu işittikleriniz, gerek talak
verecek olanlara ve gerek şahitlik edenlere hitab edilen bu emirlerle
yapılan tebliğ; yani iddet bekleyerek boşamak, iddeti saymak, Allah'tan
korkup günahtan sakınmak evden çıkarmamak, çıkmamak, sınırları aşmayıp
sonunu hesaba katmak ve sonra iddet müddeti bitince, ya hakkıyla,
güzelce tutmak ya da daha fazla bekletmeyip hakkını vererek güzellikle
ayrılmak, bunlara şahid tutmak ve şehadeti de zamanında dosdoğru
yapmak, işte bunların hepsi ve her biri öyle bir derstir ki bununla
sizlerden, Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimselere vaaz ediliyor,
öğüt veriliyor çünkü bunlara riayet edip korunarak faydalanacak
olanlar, Allah'a ve ahirete imanı olan veya iman kabiliyeti silinmemiş
bulunan kimselerdir. İman yeteneği kalmamış, kalbleri kararmış ve
mühürlenmiş olanlar ne Allah'tan korkar, ne ahireti sayar, ne de
nasihat dinlerler, onlar kendi nefislerinin havasına giderler. Her kim
de Allah'a ittika ederse Allah'ın gadabından korkar, isyandan sakınır
ve öğütlerini tutarsa, Allah onun için bir çıkış yolu yaratır.
3. onu
düştüğü
darlıktan ve aile yüzünden çekmekte bulunduğu sıkıntılardan kurtulup
çıkacağı bir yol, bir çare gösterir ve onu hatırına gelmeyen yönden
rızıklandırır. Onun için boşayan da boşanan da, ayrılan da ayrılmayan
da, Allah'tan korktuğu takdirde gam yemesin, Allah ona da bir çare
yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
Rivayet
edilmiştir ki: "Resulullah (s.a.v) âyetini okumuş ve demiştir ki:
"(Allah) hem dünya şüphelerinden, hem ölümün sıkıntısından hem de
kıyamet gününün şiddetinden bir çıkış yolu (yaratır.)" Bir de Ebu
Zerr'den şöyle rivayet edilmiştir: "Resulullah âyetini okuyordu, tekrar
tekrar okumaya başladı, hatta beni uyku bastı da buyurdu ki: "Ey Ebu
Zerr, insanların hepsi bunu tutsaydı, kendilerine yeterdi." Ve her kim
Allah'a tevekkül ederse başına gelen herhangi bir şeye karşı O'nun
kudretine itimad edip, yapacağı işte kendini O'nun emrine teslim ederek
hükmünce giderse O, ona yeter. Allah onun işlerinin hakkından gelir.
Hesabına kâfidir. "Yani elde ettiği şeyler konusunda Allah'a güvenirse
kendisinin önem verdiği şeylerde de Allah ona kâfidir." Razî tefsirinde
zikredildiği üzere onun için Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki:
"İnsanların en kuvvetlisi olmayı arzu eden, Allah'a dayansın." Her
halde Allah emrini yerine getirir. Muradını muhakkak yapar, hiç bir
işinden geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği gibi
yürütür. Kendisine tevekkül edilse de, edilmese de yürütür. Nihayet her
şeyin sonu gelir. Dünyada acı da geçer, tatlı da geçer, sıkıntı da
geçer, refah da geçer. Ecel gelince takdir edilen ölüm, dakika
geçirmeksizin pençesini takar, akibet gelir çatar. İyiler iyiliği ile,
kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır. Ancak Allah'a
tevekkül de, O'nun emridir. Tevekkül edenin muradı da, Allah'ın irade
ve rızasına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah da onun mükafatını
büyütür. Hakikat, Allah her şey için bir ölçü takdir etmiştir, bir
sınır ve miktar tahsis etmiştir ki o şeyi ona göre yürütür. O sınır ve
miktardan ileri geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki her şey
hakkında geçerlidir. Ve her şeyin hükmü, kıymeti Allah'ın ona tahsis
ettiği ölçü ile uygunluk arzetmektedir. Gerçekte bir şeyi bilmek de
onu, o ölçü ve sınırıyla seçmek demektir. Bu cihetle sebeplerin bir
dereceye kadar kıymet ve itibarı yok değilse de, bunlar, zatî (aslî)
değil, değişken ve sınırlıdır. Tesir ve hüküm onun değil, Allah'ındır.
Asıl ilim ve kudretine itimad edilecek; işler, hüküm ve iradesine
havale edilecek hakim, sebepler değil, sebepleri yaratan Allah'tır. Her
şey geçer, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen kaderi
biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle Allah kalır. Hem Allah
takdir buyurmamışsa hiçbir şey diğerinde tesirini gösteremez. Takdir
buyurmuş ise, Allah'tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş,
Allah'ın yak dediğini kendi miktarınca dediği kadar yakabilir. Rızık da
Allah'ın doyur dediğini kendi miktarınca dediği kadar doyurabilir.
Demek ki sebeplere itimad sonlu, Allah'a itimad sonsuzdur. O halde
kuvvet ve kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil, Allah'a
dayanmaktadır. Tevekkül de gururla kendini sayıp koyuvermek değil,
Allah'ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazifesine önem vermek,
takva sahibi olmak, kusurunu itiraf ile beraber, Allah'ın kudretine
itimad edip netice hakkında telaşa düşmeksizin, O'nun iradesine teslim
olmaktır. Önce "Kim Allah'tan korkarsa" sonra da "Kim Allah'a
dayanırsa." buyurulmasında buna bir işaret vardır. Hz. Peygamber
(s.a.v)'in hadisinde "Deveyi bağla da tevekkül et." buyurulması da bu
mânâyı hatırlatmaktadır. Allah Teâlâ her şeye bir ölçü takdir ettiği
için her şey gibi insana da gerek cinsine, gerek nevine, gerek
toplumuna gerek ferdine, gerek rızıklarına gerek fiillerine, gerek
sözlerine gerek hallerine hep birer miktar takdir buyurmuş ve birer
sınır koymuştur ki, Allah'tan korkma ve O'na tevekkül bile o ölçü ve
değer dairesinde cereyan eder. Binaenaleyh, erkeğin de dişinin de birer
miktarı ve her birinin fiil ve hallerinde birer sınırı vardır. O sınırı
aşmaya kalkışan kendine zulmetmiş olur. Bu suretle Allah Teâlâ, iddete,
çıkarmaya, çıkmaya, kavuşmaya, ayrılığa, kederlere, sevinçlere, nasip
ve rızıklara hep birer miktar ve sınır takdir buyurmuştur. Bundan
dolayı boşanan kadınların iddetlerini de hayızlı, hayızsız ve hamile
olup olmamalarına göre ayrı ayrı birer miktar ile takdir etmiş, nafaka
ve
oturacakları evleri ona uygun olarak emretmiştir. Bu sebeple "Hakikat,
Allah her şey için bir ölçü takdir etmiştir." hükmü, hem kendinden
öncesini hülasa ve takviye etmektedir, hem de kendinden sonrakine bir
mukaddime ve tenbihtir. Allah'ın takdiri böyle her şeyi önünden,
arkasından ve hatıra gelmeyen yönlerden bağlar.
4. Şimdi
boşanan
kadınların iddetleri, âdetleri yani hayızları hesabıyla Bakara
Sûresi'nde geçtiği şekilde üç âdet sayılacak olursa, hayızdan kesilmiş
olan yahut hayız görmeyen veya gebe bulunan kadınların iddeti nasıl
sayılabilecek denirse onların iddetlerinin de miktarını beyan için
buyuruluyor ki hayızdan kesilmiş, yaşı ilerlemiş olup da artık hayız
görmekten ümidini kesmiş, "iyas" haline gelmiş kadınlarınızdan boşanmış
olanlar, çoğu defa örfe göre hayızdan kesilme yaşı elli beş ve altmış
olarak takdir edilmiştir. (Bakara Sûresi'nde bulunan (2/228) âyetinin
tefsirine bkz.) Eğer şüphe ediyorsanız, buradaki "Eğer şüphe
ediyorsanız" kaydı, ihtirazi (ilerisi için hesaba katılan bir kayıt)
değil, bu meseleyi soranların veya soracak olanların meydana gelen veya
gelecek olan sorularına göre vukuu (bir hadisenin cereyan tarzı)dur. Bu
bir itiraz cümlesi demektir. Yoksa hayızdan kesilip kesilmediklerinde
şüphe ediyorsanız demek değildir. Zira sığasıyla hayızdan kesilmenin
bilindiği söylendikten sonra, "hayızdan kesilmede şüphe ediyorsanız"
demek olmayacağı bellidir. Buna göre mânâ şöyledir: Bunların
iddetlerinin nasıl olacağını kestiremeyip de müşkil görüyor, tereddüd
ediyor ve soruyorsanız biliniz ki onların iddetleri üç aydır. Üç ay
beklerler, bu müddet zarfında hamile oldukları ortaya çıkmazsa sonunda
diğer hususlarda olduğu gibi "Ya iyilikte tutun, ya da iyilikle
ayrılın." (Talak, 65/2) âyetine göre hareket edilir. Hayız âdeti
görmeyenler de öyle üç ay beklerler. Bu yukarıda geçen mübtedasına
müfredin atfı suretiyle bağlanıp haberi de "Onların iddeti üç aydır."
cümlesinin olması caiz ise de, buna o karine ile başka bir haber takdir
edilerek "Âdet görmeyenlerin iddeti de aynı şekilde üç aydır." şeklinde
cümleyi cümleye bağlamak da caizdir. Miktarda iştirak itibariyle
önceki, hükümde müstakil olma itibariyle de ikincisi daha uygundur.
Bunlar gerek on yedi yaşından küçük olup henüz büluğa ermemiş
olduklarından dolayı hayız görmemiş olanları ve gerek büluğ yaşının en
üst sınırı olan on yedi yaşını geçmiş, binaenaleyh yaş itibariyle
büluğa ermiş oldukları halde âdet görmeyenleri kapsamaktadır. Bir veya
iki kere hayız görüp de sonra görmeyenlerde de sahih olan budur. Çünkü
âdet düzgün olduğunda muteber olur ki bunun da en azı üçtür. O halde üç
defa hayız görüp de sonra sürekli olarak hayızdan kesilmiş olanlara
hayız âdeti görmemiş denemeyeceğinden "temizlik süresi uzamış" denilir
ki böylelerinin iddeti müşkildir. Hanefiler bunun, hayız iddetine tabi
olarak hayızdan kesilme yaşına kadar beklemesinin gerekli olduğu
görüşündedirler. Çünkü buna hayız âdeti görmemiş denemeyeceği gibi
hayızdan kesilme haline geldiği de söylenemez. Ancak iddetten asıl
kasdedilen, gebelik şüphesini kesin olarak ortadan kaldırmak olduğuna
göre, bunu gebelik müddetinin en fazlasından daha ziyade bekletmek,
hüküm koyucunun hikmetine uygun olmasa gerektir. Acizane kanaatim bu
gibi durumlarda hamilelik şüphesini dikkate alarak, hamilelik
müddetinin en üst sınırına kadar bekletmektir. Haml sahibeleri, hamli
bulunan, yüklü, gebe kadınlara gelince, gerek söz konusu edilen boşama
ve gerek kocalarının vefatı halinde olsun mutlak surette bunların
ecelleri yani iddetlerinin sonu yüklerini bırakmalarıdır. Mudğa
(embriyonun gelişerek organların belirmeğe başladığı safha) veya alaka
(embriyonun rahim cidarına asılma safhası) halinde bir düşük bile olsa
yükü bırakma işi bitince o dakikada iddette bitmiş olur. İkiz de ise,
itibar sonrakinedir. Bakara Sûresi'nde geçen "Sizden ölenlerin, geride
bıraktıkları eşleri, kendilerinden dört ay on gün bekler.." (Bakara,
2/234) âyetinde kocaları vefat eden kadınların iddet müddetinin dört ay
on gün olduğu geçmişti. Burada ise mutlak olarak gebe olanların iddet
müddetlerinin, yüklerini bırakmalarına kadar olduğu beyan edilmiştir.
Denildiğine göre Hz. Ali ve İbnü Abbas (r.a) bu âyetin boşanmış
kadınlar hakkında olduğunu kabul etmişler, bununla beraber "kocaları
vefat edip de gebe kalan kadınların iddetinin, "eb'ad-ı eceleyn" "iki
süreden en uzunu" yani dört ay on gün ile yükü bırakmaktan hangisi daha
uzun ise, onunla olacağını söylemişlerdir. Şia'dan olan imamiyye de bu
görüşü benimsemiştir. Halbuki Hz. Ali ve İbnü Abbas bu âyetin yalnız
boşanmış kadınlar hakkında olduğunu ileri sürselerdi "eb'ad-i eceleyn"
"iki sürenin en uzunu" yahut "ahir-i eceleyn" "iki sürenin sonuncusu"
diye iki iddetin en uzun sürelerini kabul etmezlerdi. Bundan başka
Buharî ve diğer kaynaklarda şöyle nakledilmiştir: "Ebu Seleme b.
Abdurrahman haber verip dedi ki: "İbnü Abbas'a bir adam geldi. Ebu
Hureyre de yanında oturuyordu. O adam "Kocasından kırk gün sonra
doğuran bir kadın hakkında bana bir fetva ver." dedi. İbnü Abbas' "iki
sürenin en uzun olanı kadar beklemesi gerekir." diye cevap verdi. Ben
de "Gebe olanların bekleme süresi, yüklerini bırakmalarına kadardır."
dedim. Ebu Hureyre de "Ben kardeşim oğlu yani Ebu Seleme ile aynı
görüşteyim." dedi. Bunun üzerine İbnü Abbas, Gulam el-Kureyb'i Ümmü
Seleme hazretlerine gönderip ona sordurdu. Ümmü Seleme de dedi ki:
"Sübeyatü'l-eslemiyye gebe iken kocası öldürüldü. Sonra Sübey'a
doğurdu. Nikahına talib olanlar olunca da Resulullah (s.a.v) onu nikah
ettirdi. Ebu's-Senabil de talibler arasında idi." Nesaî'nin
rivayetlerinden biri de şöyledir: Ebu Seleme b. Abdirrahman, İbnü Abbas
ve Ebu Hüreyre (r.anhüm) kocasının vefatı esnasında yükünü bırakan bir
kadının (Sübey'atu'l-eslemiyye'nin) iddeti hakkında fikir alışverişinde
bulunuyorlardı. İbnü Abbas, "İki sürenin sonuncusunu bekler." dedi. Ebu
Seleme ise, "Hayır! Yükünü bırakınca helal olur." dedi. Ebu Hureyre de
ben kardeşim oğlu ile aynı görüşteyim." dedi. Bunun üzerine durumu Hz.
Peygamber (s.a.v)'in hanımı Ümmü Seleme Hazretlerine ilettiler. Ümmü
Seleme dedi ki: "Sübey'atu'l-Eslemiye kocasının vefatından biraz sonra
doğurdu ve Resulullah (s.a.v)'dan fetva istedi. Resulullah da ona
evlenmesini emretti." Bu Sübey'atu'l-eslemiyye hadisini muhaddisler
çeşitli yollardan rivayet etmişlerdir. Yine Nesaî bu hadisi,
Sübey'a'nın kendisinden hususi bir senedle rivayet etmiştir: "Abbullah
b. Utbe, Amr b. Abdillah b. Erkam ez-Zühri'ye mektub yazdı ve "Sübey'a
Binti'l-Harisi'l-Eslemiye'ye git, Resulullah (s.a.v)'ın ona gebeliği
hakkındaki fetvasından sor!" dedi. Bunun üzerine Amr b. Abdillah
Sübey'a'nın yanına vardı ve ona Abdullah'ın istediği fetvayı sordu.
Sübey'a da Resulullah'ın Bedir'de hazır bulunmuş ashabından Sa'd b.
Havle'nin nikahı altında olup, onun Veda Haccı'nda vefat ettiğini,
kocasının vefatından dört ay on gün geçmeden önce doğurduğunu ve
lohusalık halinden kalktığında Abdu'd-dar oğullarından bir zat olan
Ebu's-senabil'in yanına gelip kendisini süslenmiş görerek, "Zannederim
dört ay on gün geçmeden nikah arzu ediyorsun." dediğini haber verdikten
sonra dedi ki: "Ben Ebu Senabil'den bunu işitince Resulullah'a gittim
durumumu anlattım." Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Doğurduğun zaman
helal oldun."
Bundan başka
İmam Malik, Şafiî, Abdurrezzak, İbnü Ebi Şeybe ve İbnü Münzir rivayet
etmişlerdir ki: "Gebe iken kocası vefat etmiş olan kadın hakkında
soruldu. İbnü Ömer dedi ki: "O kadın yükünü bırakınca helal olur."
Bunun üzerine Ensar'dan bir zat da ona Ömer İbni'l-Hattab'ın şöyle
söylediğini haber verdi: "Kadın, kocası defnedilmeden tabutunda iken
bile doğursa helal olur." yani iddeti biter nikahı helal olur.
Buharî, Ebu
Davud, Nesaî ve İbnü Mâce, İbnü Mes'ud (r.a)'dan rivayet etmişlerdir
ki: "Suretü'n-Nisai'l-Kusra "Kısa Nisâ Sûresi" (yani Talak Sûresi)
Bakara Sûresi'nden sonra nazil oldu." Buhârî'nin lafzında ona ruhsat
yapmıyorlar da tağliz mi yapıyorlar? (Yani ona izin vermiyorlar da
hakkında kaba söz mü söylüyorlar?) Yemin ederim ki, Kısa Nisâ Sûresi
tuladan (yani en uzun sûre olan Bakara Sûresi'nden) sonra nazil oldu.
"Hamile olanların iddet süreleri, karınlarındakini doğuruncaya
kadardır." Nesaî'nin diğer bir lafzında şöyle denilmiştir: "Her kim
dilerse yardım ederim. âyeti, başka değil, kocası vefat edenler
âyetinden sonra nazil oldu." Bir lafzında da şu cümle yer almaktadır,
"Kısa Nisâ Sûresi, Bakara Sûresi'nden sonra indirildi." İbnü Mâce'nin
lafzında da şöyle zikredilmiştir: "Vallahi dileyene yardım ederiz. Kısa
Nisâ Sûresi başka değil (Bakara, 2/234) âyetinden sonra nazil oldu."
İşte meselenin anahtarı, bu sahih rivayetlerle sabit olan iniş tarihi
ile Resulullah (s.a.v)'ın Veda Haccı senesindeki fetvasındadır. Demek
oluyor ki Kısa Nisâ Sûresi ismi de verilen söz konusu Talak Sûresi,
özellikle bu âyet, Bakara Sûresi'nden sonra indirilmiş olduğu için o
sûrede bulunan, kocası vefat eden kadınların iddet müddeti hakkındaki
"dört ay on gün" âyetinin umumundan gebelere ait olan kısmını bu âyetin
genel mânâsı açıkça beyan etmektedir ki böyle daha sonraki bir tarihle
yapılan beyan, Usul ilminde tebdil (değiştirme) beyanı denilen nesih
kısmına dahil olduğu için, gebeliği konu edinen âyetin umumu, vefat
âyetinin umumundan bir noktayı değiştirmek suretiyle neshetmiştir. İbnü
Abbas başta iki rivayet arasında tereddüt ettiğinden ihtiyatlı
davranarak "âhiru'l-eceleyn" "iki sürenin sonuncusu" demiş isede Hz.
Peygamber (s.a.v)'in hanımlarından olan Ümmü Seleme (r.a)'den sorulması
üzerine, Resulullah'ın fetvası anlaşılmıştır. Buna göre gebe kadınların
boşanmada da, kocalarının ölümü halinde de iddet müddetleri, yüklerini
bırakmaları ile tamam olur.
Her kim
Allah'tan korkar, emirlerini tutar, haklarına saygı göstererek
korumasına sığınırsa Allah ona işinde bir kolaylık verir. İşini
kolaylaştırıp yararlı işler yapmada başarılı kılarak dünya ve ahiret
kolaylığı sağlar.
5. Bu
zikredilen
hükümler Allah'ın emridir onu size indirdi, diğer ümmetlerde yoktu. Hz.
Muhammed ile onun ümmetine indirdi ve her kim Allah'tan korkar emir ve
hükümlerini korursa Allah onun kabahatlerini tarafından keffâretleyip
örter. Çünkü "iyilikler kötülükleri giderir.." (Hud, 11/114)
buyurulmuştur ve onun mükafatını büyütür, katlar. Bu sûrede böyle takva
tavsiyelerinin her birinde dikkat çeken husus, müjde ve tehditler
beraberce zikredildiğinde birkaç defa tekrar ve teyide
(kuvvetlendirmeye), aile hukukunun, kadın ve boşama işlerinin hususi
önemine ve bu konudaki dikkatsizliğin, "Allah'ın yanında en sevimsiz
helal, boşamadır." hadisiyle de anlatıldığı gibi birtakım adi
bahanelerle talak salahiyyetinin kötüye kullanılmasındaki mahzurların
ve bu yüzden uğranılacak müşkillere göğüs gerilmesindeki mükafatın
büyüklüğüne ve onun için gerek aşk ve muhabbet, gerek kin ve nefret
sebebiyle Allah korkusu, vazife hisleri unutuluvermeyip her hususta
Allah'ın emirlerine itina gösterilerek, takva yolunun tutulması ve
korunma çarelerininin aranması gereğine sıkı sıkıya işaret etmesidir.
Böylece gerektiğinde boşama gerçekleştiği takdirde önce (Talak, 65/1)
âyetinde buyurulduğu gibi burada da yine korunma yollarından olmak
üzere buyuruluyor ki
6. onları:
yani
boşanıp da iddet içinde bulunan kadınları, boşamadan önce olduğu gibi
gücünüzün yettiğinden, kendi oturduğunuz yerin bir kısmında oturtun.
Vücd,
insanın
gücü, gücünün yetebildiği varlığı demektir. Buna göre kadının kocasına
gücünün yetemeyeceği bir ev teklif etmeğe de hakkı yoktur. Sonra belli
ki bu emirler, sağ kalanlaradır. Binaenaleyh kocası vefat eden kadının
iddetinde ikamet yeri ve nafaka talebinde bulunmaya hakkı yoktur. O
varisler arasında bulunduğu için tereke (ölen kimsenin bıraktığı
şey)den hissesi ne ise onu alır. Bu konuda bilgi için "İçinizden ölüp
geriye eşler bırakanlar eşlerinin, (evlerinden) çıkarılmaksızın bir
yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyyet etsinler..." (Bakara,
2/240) âyetinin tefsirine bkz.) Bununla beraber üzerlerinde tazyik
yapmak, bezdirmek için onlara zarar vermeye kalkışmayın ve eğer o iddet
bekleyen boşanmış kadınlar gebe iseler ki o gebelik gerek boşama
esnasında veya daha önce bilinmiş olsun ve gerek iddet içinde
anlaşılsın, kadının bunu gizlemeyip haber vermesi gerekmektedir.
Zira "Eğer
Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın kendi rahimlerinde
yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz..." (Bakara, 2/228)
âyeti de bunu ifade etmektedir. İşte böyle hayzın kesilmesi ve gebelik
gibi kendine ait hususlarda kadının sözü tasdik edilmelidir. O halde
onlar ta yüklerini bırakıncaya kadar kendilerine, infak ediniz
nafakalarını veriniz. İddetin asıl gayesi, gebe olup olmadığını ortaya
çıkaracak bir zaman bekletmek olduğu için, gebe olduğu anlaşılınca
artık onu üç hayız bekletmeye gerek kalmayacağı gibi, üç ay ile de
yetinilmeyip az veya çok miktarda, ta yükünü bırakıncaya kadar infak
etmek gerekir. Boşama tarihinden itibaren gebelik müddetinin en azı
altı ay, en çoğu ise Hanefilere göre iki sene, Şâfiîlere göre dört
senedir. Buradaki "eğer onlar galebe iseler" şartı, mutlak harcama
emrinin sebebi değil, "yüklerini bırakıncaya kadar" gayesiyle şartlı
infakın sebebidir. Onun için bu şartın zıt mânâsı, gebe olmayan
boşanmış kadınlara iddetlerinde, ikamet için ev lazım ise de nafaka
gerekmezmiş gibi bir anlam ifade etmez. Bilakis uzun olabilecek iddetin
sonuna kadar infak emrinin ibare (metin parçası) ile müdafaası,
iddetleri daha kısa olan kadınlara bekleme sebebindeki iştirakten
dolayı, infakın vacib olduğunu delalet yoluyla anlatır. "Onları
çıkarmayın, oturtun" buyurulması da, bu hususun yine işaret yoluyla
alâmetidir. Çünkü evden çıkarmayı yasaklamak, oturtmanın gereklerinden
birinin de infak olduğunu kolayca anlatmaktadır. Böyle iken burada
gebelik şartının açıklanması, şu nükteleri ifade eder.
Birincisi,
iddet
bekletip infak etmekten asıl maksadın, gebelik olduğunu göstermektir.
İkincisi,
Uzama
ihtimali bulunan gebeler hakkında şüpheyi ortadan kaldırmaktır.
Üçüncüsü,
boşama
olmasa bile gebe olanlara özel bir itina ile bakılmasına işaret
etmektedir.
Dördüncüsü,
de
şu meseleyi ayrıntılarıyla anlatmak içindir: Doğurduktan sonra çocuğu
şayet sizin için yani siz babaların hesabına emzirirlerse o vakit
onlara emzirme ücretlerini verin. Buna göre çocuk dünyaya gelince ona
baktırmak, infak etmek vazifesi esas itibariyle babalara aittir.
Murdıayı, yani emzirecek süt anayı baba tutacak, masrafını baba
verecektir. Ananın da hıdane, yani çocuğu kendi kucağında bulundurup
ona fiilen bakma hakkı vardır. Çocuğun hakkı da evvela ana sütünü
emmektir. Onun için boşanmış olan ana, çocuğa bakma hakkını kullanıp da
babanın hesabına olarak ücretle o çocuğu emzirecek olursa, babanın o
çocuğu ondan almayıp süt emzirme ve bakım ücretini vermesi gerekir. Yok
eğer babası hesabına değil de ana kendi hesabına emzirecek olursa o
zaman babanın çocuğun anasına ücret vermesi gerekmez. Yalnız baba,
emzirme ücretinin dışında giyim ve diğer masraflarını verir ve bütün
bunların aralarında kararlaştırılması lazım gelir. Onun için
buyuruluyor ki Ve iyilikle, yani iki tarafın durumuna uygun ve çocuğun
menfaatını gözeterek güzel bir şekilde, ne baba tarafından cimrilik, ne
ana tarafından zorluk gösterilmeksizin, aranızda müşavere edin, gereken
ücreti ve çocuğun nafakasını kararlaştırın, boşanıp ayrıldık diye küsüp
birbirinize zorluk çıkarmayın ve eğer birbirinize zorluk çıkaracak
olursanız baba cimrilik edip gerekeni vermez veya ana fazlasını ister,
emzirmeye nazlanır veya emzirmek istemezse o zaman onu babanın hesabına
diğer bir emzikçi kadın emzirecektir. Emzikli bir kadın tutulacaktır.
Baba diğer bir süt anası bulup emzirtecek ve ona gereken ücreti vermeye
mecbur olacaktır. Bu takdirde ise ana çocuğuna analık etmemiş, şefkat
duygusu beslememiş, Allah'ın kendisine vermiş olduğu sütü yavrusundan
esirgeyip fazla para ile satmak alçaklığına düşmüş olacağı gibi,
çocuğunu anasından esirgeyen ve gücünün yetebileceği ücreti vermeyip
zorluk çıkarmış olan baba da, evladını hem yabancı ellere düşürmeye
sebebiyyet vermiş hem de yine ücret ve nafaka vermeye, belki anasına
vermek istemediğinden fazla vermeye mahkum olacaktır. Ancak çocuk
anasından başka kadının memesini almadığı takdirde onu emzirecek diğer
bir kadın bulunanamış demek olacağından, bu durumda çocuğun ölümüne
meydan vermemek için ana takdir edilecek bir ücrette emzirmeye hakim
tarafından zorlanır.
7.
Genişliği
bulunan kimse genişliğinden infak etsin, bu âyet bütün nafaka
meselelerinde uygulanabilir bir hükümdür. Yani emredilen infaklardan
hangisi olursa olsun infak ile sorumlu bulunan kimsenin, hali vakti
müsait olup da malca genişliği varsa genişliğine göre nafaka versin.
Bütün genişliğini versin değil, genişliğinden yani "Ve onlar ki,
harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta
bir yol tutarlar." (Furkan, 25/67) âyetini unutmayıp ne israf ederek ne
de kısarak değil, orta bir yol tutarak uygun olanı versin rızkı
kısılmış olan kimseler de Allah'ın ona verdiğinden infak etsin; orta
halli olan orta halli, az olan da az versin. Çünkü Allah kimseye
verdiklerinin dışında bir şey teklif etmez; her hususta böyle olduğu
gibi infak teklifleri de böyledir. Zengin zenginliğine göre, fakir de
fakirliğine göre sorumlu olur. Borç bulabilirse sonradan vermek üzere
iyi niyetle borç eder. Bu da bir bakıma Allah'ın ihsanı sayılır Allah
bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır. Binaenaleyh fakirler ve
fakir aileleri de bulabildiklerine kanaat ederek ve sabrederek ilerisi
için Allah'tan ümidi kesmemeli, zenginler de böylelerini ihmal
etmemeli, zekat, sadaka ve yardımlarıyla gözetmeli, zengin ve fakir
hepsi Allah'tan korkarak çalışmalıdırlar.
Kadın, aile
ve
infak işlerinde bozukluk, ahlâksızlık, idaresizlik, Allah'ın emirlerine
isyan ile haksızlık ve azgınlığın; bir toplumun, bir medeniyetin bir
memleketin yok edilmesine yol açan sebeplerden olduğu anlatılmak
suretiyle bu sûrede yer verilen hükümlerin bir taraftan önceki Teğâbun
Sûresi'ne bir taraftan de gelecek olan Tahrim Sûresi'ne bağlanmak üzere
buyuruluyor ki:
8.
Yukarılarda
da geçtiği gibi karye, Kur'ân'da köy, şehir, ve memleket gibi cemiyyet
ve medeniyyet mahalli olan yerlere ve halkına denir. Bu kelime esasen
toplanmak mânâsından alınmıştır. Rağıb der ki: "Karye, insanların
toplandıkları yerin ve insanların tamamının ismidir ve bu mânâlardan
her biri için kullanılır." "Şehre sor.." (Yusuf, 12/82) âyetindeki
"karye" kelimesini müfessirlerin çoğu, şehir halkı diye tefsir
etmişlerdir. Bazıları da demiştir ki: "Hayır burada karye, kavmin
kendisidir." "Allah öyle bir kenti misal olarak anlattı: Güven içinde,
huzur içinde idi; her yerden rızkı bol bol kendisine geliyordu.."
(Nahl, 16/112), "Nice şehirler var ki... " (Muhammed, 47/13) âyetleri
bu minval üzeredir.
"O kurayı
helak
edecek değildi." (Hûd, 11/117) sözünde ki kura da o, medeniyyet yeri
olan şehrin, memleketin ismidir. "O kura halkı..." (A'râf, 7/96); "Şu,
halkı zalim olan karyeden.." (Nisâ, 4/75) âyetleri de böyledir.
Kadılardan biri Ali b. Hüseyn (r.a)'in yanına gelip Allah Teâlâ'nın
"Onlarla, içinde bereketler yarattığımız memleketler arasında, görünen
şehirler var ettik..." (Sebe', 34/18) âyetinden haber ver, bunun
hakkında âlimlerimiz yani ehl-i beyt âlimleri ne diyorlar? diye sormuş.
Onun da cevaben Mekke dediğinin hikayesi şöyle nakledilmiştir: "Sonra
gördün mü? dedi. "Neyi" dedim. "Ancak adamları kasdetti." dedi. Bunun
üzerine ben "O Allah'ın kitabında nerede?" diye sordum. Cevaben dedi
ki: "Allah Teâlâ'nın "Nice kentler, Rablerinin ve O'nun elçilerinin
emrine başkaldırdı..." kavlini işitmedin mi?" Kısacası burada karye,
bir medeniyet merkezi olan şehir, hatta şehirlerin oluşturduğu memleket
halkı, kavim veya hükümdarlar mânâsına "şehir halkı" demektir. Çünkü
Allah'ın ve peygamberlerinin emirlerine karşı gelerek isyan etmek,
mekanın değil, o mekanda bulunanların işidir. Azabı tadan onlardır.
Onların yüzünden memleketlerinin de harap olduğuna işaret için karye
denilmiştir. Azgınlık, dikbaşlılık demek olan utüvv'den bir zikir, hiç
unutulmayıp gereğince amel edilmesi lazım gelen bir öğüt, Kur'ân, yahut
bir müzekkir; öğüt verici, ihtar ve nasihat edicidir. Bu surette
yukarıdaki zikri beyan etmektedir, evvelki surette ise, "Bir peygamber
gönderdi." mânâsıyla inzalden bedeldir. Resulden murad, Resul-i Ekrem
Muhammed Mustafa (s.a.v)'dır. "Resul" kelimesindeki tenvin, yücelik
ifade etmektedir. Peygambere nazaran Resul de, Cibril'dir.
12. "Allah
O'dur
ki, yedi gök yarattı." Sema, esasen yüksek demek olup yer üzerinde
duran kimselerin baş tarafını kuşatan yüksek âlemlerin ismidir ki
Türkçe'de buna gök denilmektedir. "Seb'a semavat" "yedi gök" tabiri,
yedi göğün varlığını ifade etmekte kesin olmakla beraber, daha ötesinin
yokluğunu göstermez. Yani fazlalığı ortadan kaldırmaz. Çünkü
müfessirlerden çoğunun zikrettiği ve Usul ilminde de beyan edildiği
üzere sayıların mânâsı, karine (alâmet) bulunmadıkça, muteber olmayan
mefhum-ı muhalif (zıt mânâ) cümlesinden sayılmaktadır. Kitap ve
sünnette de yedi göğün daha ötesinin bulunduğuna işaret eden deliller
vardır. Ayetü'l-Kürsî, Kürsî'nin göklerden ve yerden daha geniş
olduğunu gösterdiği gibi, Kürsî'nin de Arş'ın içinde, sahradaki bir
halka gibi olduğunu ifade eden hadisi de bilinmektedir. Gökler o kadar
geniştir ki, "Seb'a semavat" tabiriyle hepsinin genel görünümü
kasdedildiği surette yere ışığı yetişebilen bütün yıldızların sahası,
dünya göğü denilen en aşağısından ibaret kalır. Nitekim "Biz yakın göğü
bir zinetle yıldızlarla süsledik." (Saffât, 37/6) âyetinin tefsirinde
bu hususa işaret edilmişti. Fakat sayı mânâsı hesaba alınmayarak "seb'a
semavat" denildiği zaman da ilk akla gelen mânâ umumiyetle, bilinen
yedi gezegenin yörüngeleriyle ayırdedilen bölgelerdir. Güneş iki
husustan dolayı bunların ortasında mütalaa edilir. Gerek yer ve gerek
güneş bakımından üçü yakın, üçü de uzaktır. En uzakta bulunan Zuhal
mıntıkası ve daha ötesi, yedinci demektir. Bunların böyle yedi sayısı
ile ifade edilmesinde hem umumiyetle bilinenleri göstermek, hem de
ötede bulunan güneşin merkeziyetine bir işaret vardır. Şu halde
Zuhal'in ötesinde Uranus ve Neptun gibi daha başka gezegenler
bulunması, yedi göğün varlığını bozmayacağı gibi "yedi gök" âyeti de de
gerek mefhum-i muhalifin (zıt mânânın) muteber olmaması ve gerek
onların da zikredilen nüktelere dayanan yedinci gök sınırında itibar
edilebilmesi haysiyyetleriyle daha başka gezegenlerin bulunabilmesine
engel olmaz. Evet iman edip yararlı işler yapan müminleri altından
ırmaklar akan cennetlere ebedi olarak koyacak, kendilerine güzel güzel
rızıklar ihsan edecek olan Allah, O Allah'tır ki, yedi göğü
yaratmıştır. Yerden de onlar kadarını yaratmıştır. Buradaki in hem
beyaniyye hem de ibtidaiyye olması mümkündür. Misliyyette de sayıda,
yani yedilikte bir benzemenin olduğu açıkça görünürse de "İş bunlar
arasında iner.." (Talak, 65/12) beyanından anlaşıldığına göre vasıfta
da bir benzeme ihtimali söz konusudur. Müfessirlerin çoğunluğu, in
beyaniye, benzemenin sayıda ve bazı vasıflarda olduğunu kabul ederek ve
bazı hadislerden de delil getirerek demişlerdir ki: "Yedi gök olduğu
gibi yedi de yer vardır. Her birinin arasında yer ve gök arası kadar
bir mesafe ve her arzda Allah'ın mahlukatından yaratıklar vardır. Bizim
anlayacağımıza göre esasen gezegenlerden her biri kendi göğü dahilinde
bir arz gibidir ve onlarda da Allah'ın yarattığı canlılar vardır. Ancak
buralarda insanın olup olmadığını Allah bilir. İbnü Abbas'tan gelen bir
rivayette "Yedi arz denizlerle ayrılmıştır ve hepsini gök kaplar."
denilmiş olması da bu anlamda olmalıdır. Denizlerle kasdedilen de, hava
ve buhar gibi "kör dalgalar" da denilen hava denizlerinin olması
gerektir ki, İbnü Abbas da bu gök denizlerinden söz etmiştir. Ancak bu
ifadenin Asya, Afrika, Avustralya, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Kuzey
kutbu ve Güney kutbu kıtaları gibi yerin az çok denizle ayrılmış olan
kıtalarına işaret etme ihtimali de vardır. Dahhak gibi diğer bazı
müfessirler de yedi arz tabakası arasında açılma olmaksızın, tabaka
tabaka birbirlerine benzer olduklarını söyleyerek "Yerden de onlar
kadarını..." âyetinde de bu şekilde arzın tabakalarına işaret
edildiğini ileri sürmüşlerdir. Bazıları da "akalim-i seb'a" "Yedi
bölge" diye tabir ettikleri eski bölge taksimatına ihtimal vermek
istemişlerdir. Ebu's-Suud'un naklettiğine göre Kurtubi demiştir ki:
"Önceki, yani her arz arasının, yer ve gök arası kadar bir mesafe ile
açık olması en doğru bir görüştür. Çünkü Buharî ve diğer kaynaklarda
rivayet edilen haberler bu görüşün doğruluğunu göstermektedir ki şu
haber de bu cümledendir." "Hz. Peygamber (s.a.v) girmek istediği
herhangi bir yerleşim birimini gördüğü anda hemen şöyle derdi: "Ey O
yedi göğün ve onların kapladığı şeylerin Rabbi, hem yedi arzın ve
onların taşıdıkları şeylerin Rabbi, hem şeytanların ve onların
aldattıkları şeylerin Rabbi hem rüzgarların ve savurdukları şeylerin
Rabbi olan Allah'ım! Senden bu şehrin (köy veya kasabanın) hayrını ve
halkının hayrını ve onun içinde bulunan kimselerin hayrını dileriz. Ve
onun şerrinden ve halkının şerrinden ve onun içindekilerin şerrinden
sana sığınırız."
Kur'ân'da bu
âyetin dışında arzın yedi tabaka olmasına işaret eden başka bir âyet
görülmüyor. Yer ve göğü konu edinen âyetlerde bazen diye ikisi de
müfred olarak zikredilmiş olmakla beraber çoğu zaman şeklinde gökler
çoğul, arz ise hep tekil olarak getirilmiştir. "Yedi arz" ifadesine ise
ancak hadis ve haberlerde rastlanmaktadır. Bu arada delil getirmeye
uygun olmayacak derecede gayr-i sahih (sahih olmayan), garib, zayıf,
mevzu (uydurma) ve bazen de temsili bir takım haberler de yok değilse
de, Kurtubi'nin dediği gibi muhaddislerin sahih kabul edip rivayet
ettikleri hadisler de mevcuttur. Bu sahih haberler söz konusu âyetin
işaretiyle birleşince, arzın birden fazla olduğunu kabul etmek doğru
olur. Böyle iken Kur'ân'ın diğer âyetlerinde "gökler ve yer" denildiği
gibi bu âyette de "yerden" diye arz müfred olarak getirilmiş de "gökler
kadar yerler" veya "yedi gök ve yerler" denilmemiş olmasının hikmetini
de düşünmek gerekir.
Allah bilir
ya
bunun nüktesi şu olabilir: Gök, yükseliş meydanı, yükselme sahası olan
üst tarafı; arz, ağırlık menzili ve düşüş yeri olan alt tarafı işaret
etmektedir. Emrin iniş hükmüne göre hikmet ölçeğinde her oluşum için
iniş ve düşüş merkezinin bir noktadan ibaret olması sebebiyle bize göre
altımızda bir iniş noktası, düşüş ve ağırlık, merkezi olan arzımız tek
olup buna karşılık tepemizde duyularımıza yansıyan, ruh ve şuurumuza
delil ufuklarından doğarak kalbimizi şahidler ötesindeki gayb
hakikatine yükseltmek veya yere indirmek için kuşatıp çırpındıran
gökler birden fazladır. Böylece, cisimlerin hangisinden bakılsa yine
yeri teşkil eden arz bir ve onu çepeçevre kuşatan gökler birden çoktur
ve bunların hepsi de Allah Teâlâ'nın ilim ve kudretiyle ihata
edilmiştir. Onun için ifadeye öyle bir şekil verilmiştir ki bir zemin
üzerinde türlü türlü manzaralarıyla bakışları kuşatan ve neresinden
bakılsa bakış noktası gözetilmek şartıyla yüksek hakikatler arzeden
yedi gök gibi şekil ve tabakaları ihtiva etmektedir.
Beyaniyye
olduğuna göre "el-Arz"dan maksat, lâmın cins için olup arz cinsini
ifade ettiğini, bu cinsin yahut bazısının yedi göğe olan benzerliğini
ve o yedinin bizim arzımızla olan cins birliğini anlatır. Bu yöndeki
benzerliğin yalnız sayıdan ibaret kalmayıp, bazı hususi vasıflarda da
olduğu anlaşılmaktadır. En sahih olarak kabul edilen bu ihtimale göre,
arzımızın gezegenlerle, gezegenlerinde arzımızla bir cins birliği ve
göklerle de bir benzerliği bulunduğu neticesi, ortaya çıkar. Bundan da
arzımızın bir gezegen ve gezegenlerin az çok arzımız gibi, kendi
âlemlerinde birer ağırlık merkezi, bazı yaratıklara mesken ve bazı
eserlere konak yeri olan maddî ve en azından maden ve nebatları içeren
birer cisim oldukları sezilebilir. İkinci bir ihtimal de, "el-Arz"daki
"Lâm"ın ahd için olup arzın, yalnız bizim arzımızdan ibaret olduğunu
ifade eder ve buna nazaran da arzımızın kıtaları, tabakaları ve
bölgeleri itibariyle yedi göğe benzerliğini gösterir. Ki bu da bizi
birçok araştırma yapmaya sevkeder. Bu mânâlarda in ba'ziyyet mânâsı da
düşünülüp düşünülmemesine göre de birer fark meydana gelir. Bizce bu
anlamların hepsi doğrudur.
Diğer bir
ihtimal de in ibtidaiyye olmasıdır ki müfessirlerden buna karşı çıkanı
görmedim. Bununla beraber lisan itibariyle bunun da doğru
olabileceğinden şüphe etmiyorum. Bu surette de "Onu topraktan yarattı,
sonra "Ol" dedi, artık olur.." (Al-i İmrân, 3/59) ve "Sizi ondan
yarattık..." (Tâhâ, 20/55) âyetleri kabilinden olarak arzdan insanın
yaratılışını ve onun nefsinde, üstündeki gökleri hususi ve mantıklı bir
şekilde cisimlendiren ve düşündüren şuur ve idrak görüntülerinin
yaratılışını ifade etmiş olur ki bu da beş duyu, akıl ve vahiyle
birlikte yediden aşağı değildir. Ve yedi gök tabakasının böyle
birbirine uygun olan ruhi işlere ait mertebelere göre düşünülmesi gibi
bizim için pek önemli olan bir bakış açısını da gösterir ki, göğe ait
haberlerde tasadüf edilen sözleri bir dereceye kadar tasavvur edebilmek
için bunun faydası vardır. Aralarına yavaş yavaş emir iniyor "Ve her
göğe emrini vahyetti..." (Fussilet, 41/12) buyurulduğu şekilde o yedi
gökle arzdan da bir o kadarı arasında, gerek hepsine ve gerek her
biriyle ilgili olan, umumi, hususi bütün hareket ve sükunları, hadise
ve işleriyle tedbir ve idarelerine, kısacası kaza ve kaderleriyle
alakalı olan ilâhî emir ve Rabbani vahiy inip duruyor. Buradaki
kelimelerine de dikkat etmek gerekmektedir. Bunda bizim arzımızla
beraber, dahil olduğumuz ve güneş sistemi diye ifade ettiğimiz cisimler
manzumesinin genel ve özel konumlarına bir işaret ve yaratılmalarından
sonra onlarda beraberce yahut tek olarak veya karşılıklı bir denge
içinde cereyan eden bütün mukadderatın, gerek onlarda kalan ve gerek
bize kadar gelen ışık, hararet ve saire gibi bütün işlerin, onların
tabiatlarında olan bir iş olmayıp bu manzumeden daha yüksekleriyle de
ilgili olarak "De ki: Ruh Rabbimin emrindedir..." (İsrâ, 17/85)
âyetinde buyurulan ruh gibi Allah katından inen bir emir olduğuna,
böylece Kur'ân'ın, bu emirlerin de göklerin üstünden inen nur gibi Hz.
Muhammed'in kalbine indirilmiş bulunduğuna tenbih edilmiştir. Onun için
bunların bizim ruhi işlerimizle bilhassa alakası anlatılmak üzere
buyuruluyor ki O yaratma ve emrin inmesi, şunu bilmemiz içindir ki
Allah her şeye kâdirdir. Binaenaleyh iman edip yararlı iş yapan
müminlere olan vaadini yerine getirmeye de kâdirdir. Ve Allah her şeyi
ilmiyle kuşatmıştır. Zira bütün o yüce ve alçak, cismani ve ruhani
kâinatın yaratılış ve düzeni, o bilimsel işlerin yayılması, hepsine
hakim bir kudretin ve hepsinin içi ve dışıyla bütün hakikatını, başını
ve sonunu kuşatıcı bir ilmin delil ve burhanıdır. Binaenaleyh bütün bu
hükümleri, o ilim ile takdir etmiş ve kanun yapmış, o kudretle indirmiş
ve tebliğ buyurmuştur.
|
|