|
Elmalı Tefsiri
1. Ey Peygamber! Bu
nidâ her şeyden evvel bir ta'zim hitabıdır. Sonra da yapılacak ihtardan
asıl maksadın kendi şahsı itibarıyle değil, nübüvvet vasfı itibariyle
ümmete tebliği istenen hüküm olduğuna işarettir.
Niçin haram
ediyorsun? Muzâri sîgası hal mânâsı ifade etmekle beraber, istikbâle de
ihtimali vardır, binaenaleyh bu sözün mânâsı, "niçin haram kılıyorsun?"
demek olabileceği gibi, "niçin haram kılacaksın?" şeklinde de olabilir.
Cümlede yer alan soru edatı da inkâr anlamındadır. Bundan dolayı nehiy
ifade etmektedir. Yani "İyi değildir, böyle yapma!" demektir. Yukarıda
da işaret ettiğimiz gibi tahrim, itikâdî, sözlü veya fiilî olabilecek
nitelikte inşâî (dilek kipiyle yapılan) bir haramlıktır. Allah'ın haram
kıldığını, kimsenin helâl kılma selahiyyeti olmadığı gibi, helâl
kıldığını da haram etmesi sözkonusu değildi. Zira "Allah ve Resulünün
haram kıldığını haram saymazlar ve hak dini din edinmezler." (Tevbe,
9/29); "Allah'ın haram kıldığının sayısını çiğnemek ve onun haram
kıldığını helâl kılmak için.." (Tevbe, 9/37) âyetlerinde de geçtiği
gibi Allah'ın hükmüne karşı haramı helâl veya helâlı haram itikad
edecek yahut ettirecek şekilde bir haramlık meydana getirmeğe
kalkışmak, küfür veya sınırlı olarak nehyedilmiş olduğundan bu husus,
Peygamber şöyle dursun, müminler hakkında bile düşünülemez. Binaenaleyh
burada tahrimden maksat, esas itibariyle fiilî, yahut terkedilmesi
helâl olan sözlü veya fiilî bir tahrimdir. Sözlü tahrim, ya "şu
haramdır" gibi ihbâr sigasıyla, veya "bana haram olsun" gibi inşâ
şeklinde bir sözle olur. Sırf ihbar kasdıyla söylendiği zaman "Helâl
olan şu şey bana haramdır." demek bir yalan olur, tahrim olmaz. Fakat
aldım, sattım, boşadım ve haram ettim gibi ihbârlardan inşâ
kasdedilebildiği takdirde, yahut "haram olsun" gibi inşâ sigasıyla
söylendiğinde, bu bir yemin olur. Zemahşerî, tefsirinde sözlü olarak
haram kılma hakkındaki görüşleri özetleyerek der ki: "Helalı haram
kılmanın hükmü, Ebu Hanîfe'ye göre, her şeyde yemin demektir. Bir
kimsenin haram kıldığı şeyde maksada itibar edilir. Şayet bir yemeğe
tahrim etmişse, onu yememeye; cariyesini kendisine haram kılmışsa cimâ
etmemeye, karısını haram kılmışsa belli bir niyyeti olmadığı takdirde
onun hakkında "îlâ"ya yemin sayılır. Zıhâra niyyet ederse zıhâr, talaka
niyet ederse bâyin bir talak vuku bulur. İkiye veya üçe niyet ederse,
aynı şekilde niyeti tahakkuk eder. Yalan söyledim derse o Allah ile
kendisi arasındadır, yahut niyetine bırakılır. Fakat kazaya gelince
îlânın iptaline gidilmemesi dinin gereği olur. "Her helâl bana
haramdır." derse, bir niyeti olmadığı takdirde yiyecek ve içecek için,
niyeti varsa niyetine göre yemin olur." Şâfiî, tahrimi yemin saymamış,
lâkin yalnız kadınlar hakkında keffârete sebeb saymıştır. Ona göre
boşamaya niyet ederse ric'î talak meydana gelir. Ebu Bekr, Ömer, İbnü
Abbâs ve İbnü Mes'ûd (r.a)'dan nakledildiğine göre "Haram kılmak, yemin
demektir." Ömer'den: Boşamaya niyet ederse ric'idir, Ali'den: Üç talak
vuku bulur, Zeyd'den: bâyin bir talaktır, Osman'dan: Zıhâr meydana
gelir şeklinde rivayetler vardır. Ayrıca Mesrûk ve Şa'bî de böyle bir
durumda herhangi bir şeyin vuku bulmayacağı görüşündedirler.
Çünkü onlar
"Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmayın..."
(Mâide, 5/87) ve "Dillerinizin yalan olarak vasfettiği şeyler hakkında
"Bu helâldir, bu da haramdır." demeyin..." (Nahl, 16/116) âyetlerini
delil getirerek Allah'ın haram kılmadığını kimse haram kılamaz, kılarsa
onun haram etmesiyle haram olmaz demişler ve Resulullah'ın tahriminin
yeminle gerçekleştiğini ileri sürmüşlerdir." Ancak burada şunu söylemek
lazım ki "Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden
dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerinizden
dolayı sizi sorumlu tutar..." (Mâide, 5/89) ve "Allah sizi,
yeminlerinizdeki kasıtsız yanılmadan dolayı sorumlu tutmaz. Lâkin
kalplerinizin kazandığı şeyler ile sorumlu tutar..." (Bakara, 2/225)
âyetleri gereğince yemin ile haram kılmak da, Allah'ın haram kılması
cümlesindendir. Yeminler de örfe dayalıdır. İhtilâfın da kaynağı budur.
Fiilî tahrime gelince şöyle tarif edilebilir: Hiçbir şey söylemeksizin
bir helâlden kendisini veya başkasını menetmeye denir. Mesela,
gerektiğinde kendi helâl malını yemekten çekinmek veya birisini su
içmekten zorla menetmek, fiilî bir tahrimdir. Nitekim "Biz daha önce
onun süt analarının sütünü kabulüne müsaade etmedik..." (Kasas, 27/12)
âyetindeki tahrim de böyle menetmek mânâsınadır. İşte Peygamber'in söz
konusu edilen tahrimi, sadece fiilî bir tahrimden ibaret miydi? Yoksa
sözlü bir tahrim de var mıydı? Bu surette de yemin miydi değil miydi?
ihtilâf edilen mesele budur. İkinci âyette (Nahl, 16/116) yeminin
zikredilmiş olması karinesiyle (alâmetiyle) tahrim olayında bir yeminin
dahi bulunduğu anlaşılıyor. Rivayetler de bunu gösteriyor. Fakat bu
yemin yalnızca "haram olsun" demekten ve bununla îlâya niyet etmekten
ibaret miydi? İmam-ı A'zâm gibi birçokları birinciyi, bazıları da
ikinciyi kabul etmişlerdir. Yukarıda zikredilen rivayetlerden
anlaşıldığına göre Resulullah (s.a.v), sözle yaptığı tahrim veya
yeminin ötesinde fiilen de kendisini birtakım şeylerden menetmiştir.
Mesela, pöstekiyi bile sermeyip de bir hasır üstünde oturması ve bir
izârdan başka bir şey örtünmemesi fiilen bunu kendisi için gerekli
görmesinden ibaret demektir. Yemin ise, kadınlar ve nihayet bir de
balla ilgili bulunmaktadır. "Allah'ın helâl kıldığı şeyler." Soru
edatından istifade edilen nehiy mânâsına göre bu cümle, genel bir mânâ
ifade eder. Binaenaleyh, nikâh, talâk, yeme içme ve diğer helâl ve
mübah olan fiilleri ve bu fiillerle ilgili olanların her birini
kapsamaktadır. Yalnız Peygamber'in, nüzul sebebi olan tahrimine göre
bunlar sınırlı ve belli şeylerdir. Hem "hıllin" kaydıdır hem de
tahrimin bağlandığı (yeri) gösterir.
Yani
"Allah'ın
senin için helâl kıldığını, kendi üzerine niçin haram ediyorsun?"
mânâsını ifade eder. Helâl olan bir şeyin işlenmesi vacip olmayıp,
vücub veya nedbin taalluk etmediği hususlarda yapılması da terkedilmesi
de caiz ve mübah demek olduğundan, yerine getirilmesi bir vazife değil,
bir hak teşkil eder. Bir kimsenin kendi hakkından fedakârlık ederek
nefsini kendi helâlından söz veya fiil olarak mahrum etmesinde ise esas
itibarıyla bir yasaklık yoktur, iki yönü de helâldır. Hatta, "Yakub'un
kendisine haram kıldıkları dışındayiyeceğin her türlüsü
İsrâiloğulları'na helâl idi..." (Al-i İmrân, 3/93) âyetinde olduğu gibi
terkedilmesi bazen mendub da olabilir. Ancak başkasının hakkına veya
Allah'ın haklarından birinin yerine getirilmesine mâni olacak şekilde
nefsine zararlı olduğu durumda sözlü olarak veya fiilen mahrumiyeti
gerektirerek helâlı haram gibi tutmak da caiz değildir. Bu gibi
hususlarda yemin dahi edilmiş olsa keffâret verip o yemini çözmek caiz
olur. Peygamber'in kendi kendine bir baskısı demek olan sözkonusu
tahrimin, mutlak olmayıp bir durumla kayıtlı bulunduğuna işaret etmek
ve sebebinin Allah'ın emri olmayıp kadınlarının hoşnutluklarını
gözetmekle ilgili olduğuna tenbih etmek için de buyuruluyor ki:
"Eşlerinin
hoşnutluğunu ararsın." Razî ve Ebu Hayyân bu cümlenin nün fâilinden hal
olmasında ısrar etmişlerdir. Buna göre mânâ, eşlerinin rızalarını
arayarak, hoşnutluklarını gözeterek veya gözetirken" demektir. Ancak,
Zemahşerî, Kâdı Beydâvî ve Ebu's-Suud gibi bazı müfessirler de bunun yü
tefsir eden yahut da sebeplerini açıklayan başlangıç cümlesi olmasını
uygun görmüşlerdir ki, bu durumda da mânâ, "niçin eşlerinin rızasını
ararsın da kendini sıkarsın, yahut sen yalnızca eşlerinin
hoşnutluklarını arıyorsun, o sebeple kendini sıkıyor, mahrumiyete
katlanıyorsun da Allah'ın seni serbest bıraktığı haklarından
vazgeçiyorsun, halbuki Allah buna razı değildir." demektir. Buna göre
üzerinde vakıf yapmak caizdir. Onun içindir ki secâvendi konularak bu
cümlenin istinâf (başlangıç) cümlesi olduğu hususu tercih edilmiştir.
Tahrimi bilhassa Mâriye veya bal yemini olayına göre düşünüp de îlâyı,
Peygamber'in eşlerinin hepsiyle ilgili göstermeyen müfessirler bu
hususu, "Eşlerinin hoşnutluğunu ararsın." kaydına ters gibi görmüşe
benziyorlar. İlk bakışta eşlerinin hepsini kendisine haram kılması,
onların rıza ve hoşnutluklarını aramak maksadına zıt gibi görünebilir.
Lakin şerbet yemini, hepsinin değil, olsa olsa yalnız bazısının
hoşnutluğunu gözetmekten ibaret olacağı gibi, Mâriye yemini hepsini
memnun edebilecek olsa da bunu rivayet edenler onun, yalnız bir eşi
hoşnut etmek ve diğerlerine duyurmamak üzere yapıldığını söylemişlerdir
ki, dolayısıyla bunda da, hepsinin rızası gözetilmemiş demektir. Gerçi
lafzı, cins için kullanılarak bir veya ikisine de ihtimali olabilirse
de doğru olan, eşlerin hepsini ifade etmesidir. Bu kayıtta ise,
tahrimle, eşlerin hoşnut edildikleri söylenmemiş, onların hepsinin rıza
ve hoşnutluklarını arama sebep ve maksadıyla yapılmış olduğu beyan
edilmiştir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi îlâdan maksat da bu olduğu
için, bunu Mâriye veya bal şerbeti hadisesine tahsis etmek, genel bir
anlam ifade eden çoğulunun dış mânâsına ters düşmektedir. Onun için
bunu, Mâriye ve şerbet olayını karıştırmadan îlâ meselesini anlatan Hz.
Ömer'in yukarıda naklettiğimiz açıklaması dairesinde anlamak gerekir ki
o da, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, eşlerinin hepsinden uzlet ederek
onların hoşnutluklarını gözetmek maksadıyla bir ay ayrılık ve meşakkati
seçmiş olmasıdır. Keşşâf hâşiyesinde Ahmet b. Münir der ki: "Hz.
Peygamber'e "Allah'ın helâl kıldığını niçin kendine haram ediyorsun?"
buyurulması, hem tatlılık ve şefkat için, hem de, rütbe ve makamının,
hanımlarını hoşnut etmek maksadıyla meşakkat yolunu seçmesinden yüce
olduğuna tenbih içindir." Râzî de bunun, azarlamak için değil, uyarı
için olduğunu söyler. Şu halde Hz. Ömer'in açıklamasının sonundaki itâb
(kınama) tabirinin ifade ettiği serzeniş (başa kakma) ve azarlama esas
itibariyle Peygamber'in kendisine değil, ona karşı çıkan eşlerine
yöneliktir ki bu da üçüncü âyette anlatılacaktır. "Allah çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." Vâv, itirâziyye veya
istinâfiyye olup bu cümle, Peygamber'in üzüntüsünü giderme anlamını
ifade etmektedir.
2. "Allah
size
farz kıldı." Buradaki farz kelimesi, Razî tefsirinde "Sâhibu'n-Nazm"dan
nakledildiği gibi bazen "Farz kılmak" bazen de Nur Sûresi'nin başındaki
gibi beyan mânâsına gelir. Ancak "Biz müminlere neyi farz kıldığımızı
bildirdik..." (Ahzâb, 33/50) âyetinde olduğu gibi "farz" kelimesi "alâ"
ile kullanıldığı zaman şüphesiz "farz kılmak " mânâsından başka bir
anlama ihtimali yoktur. Lakin buradaki gibi "lâm" ile getirildiğinde
yukarıda zikredilen iki mânâya da ihtimali vardır. Onun için Mukâtil bu
âyeti, "Allah açıkladı", diğerleri de "farz kıldı" diye de tefsir
etmişlerse de, her iki mânâ da doğrudur.
Tehille,
aslı
tecribe tekmile ve tekrime kelimeleri gibi tahlile şeklinde "tef'il"
bâbında kaide dışı bir mastar olup kâideye uygun olan "tahlîl" veya
"mâbihi't-tahlîl" mânâsına isim olarak kullanılır ki helâl etmek,
çözmek, çözülmek, çözümlük ve helâllık demektir. Yeminin helâllığı,
çözümlüğü de; birincisi, yaptığı yemini doğru bir şekilde yerine
getirmek; ikincisi, inşallah kaydıyla istisna etmek, üçüncüsü de
ısrarında bir günah bulunduğu takdirde bozup keffâret vermektir.
Yeminin keffâreti de "Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren
yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız
yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti..." (Mâide,
5/89) âyetinin tefsirinde açıklanmıştır. Bakılabilir.)
Burada
Peygamber'e ait olan "sana" hitabından onunla beraber bütün müminlerle
ilgili "size" hitabına geçilmiştir. Bu âyette Peygamber'in yaptığı
tahrimin yeminle alâkalı olduğuna dair bir işaret varsa da, yemini
bozduğunu gösteren bir delil mevcut değildir. Ancak "Yeminlerinizi
koruyun." (Mâide, 5/89) emri gereğince yeminleri muhafaza etmek
gerekmekle beraber, "îlâ" ve "tahrim" gibi zararlı ve sakıncalı
yeminlerde ısrar etmenin iyi olmayıp, onu çözerek farz olan keffâreti
vermenin daha iyi olacağına da işaret sözkonusudur. Nitekim bu hadiste
de "Her kim yemin eder de, sonra ondan hayırlısını görürse, yemininden
dolayı keffâret versin, sonra o hayrı yapsın." buyurulmuştur.
Ve Allah
sizin
mevlânız, yani sahibiniz, mâlikiniz ve âmirinizdir. Onun için kendi
arzularınıza göre değil, O'nun emirlerine göre hareket ediniz. "O, her
şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibidir." Binaenaleyh size verdiği
emirleri ve hükümleri de sizin ihtiyaç ve menfaatlarınızı bilerek ilim
ve hikmetiyle vermiştir. Tahrimin asıl sebebini hatırlatmakla
kadınların her hususta hoşnutluklarını aramanın neden dolayı iyi
olmadığını açıklamak ve karı koca arasındaki sırların korunmasının
gereğine işaret etmek, ayrıca kadınların kocalarına karşı çıkmalarının
boşamaya sebebiyet verebilecek ve neticede ateşe sürükleyebilecek
sakıncalardan olduğunu anlatmak ve öyle bir durumda tevbe etmeyip ısrar
edecek olanları tehdid etmek suretiyle Hz. Peygamber'in eşlerine
gereken vasıfları ve ahlâkı izah konusunda buyuruluyor ki:
3. "Hani
peygamber eşlerinin bazısına sır olarak bir söz söylemişti." Vâv
ibtidâiyyedir. "İz" edatı da hazfedilen fiiline bağlı olarak geçmiş
zamanı hatırlatmak içindir. Nedensellik mânâsını da ifade edebilir.
Hitap umûmadır. Yani aile hususunun önemini, tahrim ve boşamaya
sebebiyet verebilecek halleri anlamak için daima o vakti hatırda
tutmalı ki Peygamber eşlerinden birine sır olarak bir söz söylemiş ve
bu sözü kimseye söyleme demişti; bu sır ne idi? Evvela buyurulmakla
bunun bir fiil olmayıp karı ile koca arasında kalması gereken sade bir
sözden ibaret olduğu anlatılıyor. Fakat ne o hanımın isminin
açıklanmasına, ne de bu sözün neden ibaret olduğunun beyan edilmesine
bir sebep olmadığı için Allah Teâlâ, âyette ne onun ismini ne de bu
sözün ne olduğunu bildirmeyerek aile arasındaki bu nevi sırları
bilenlerin de, onları yaymalarının caiz olmayacağını hatırlatmıştır. O
halde en doğrusu bunların kim ve ne olduğunu Allah bilir deyip
tecessüse (iç yüzünü araştırmaya) kalkışmamaktır. Ancak tefsir ve hadis
kitapları bunu sükut ile geçiştirmemişlerdir. Bunlar, sözkonusu hanımın
Hz. Hafsa olduğunda ittifak halindedirler. Sır olan söze gelince, bu
konuda da üç sözden bahsedilmektedir. Birisi ve en sahih olarak rivayet
edileni, bal şerbeti yeminidir. İkincisi esasen rivayeti zayıf olmakla
beraber daha çok yaygın olan Mâriye yeminidir. Fakat bunların ikisinin
de diğer eşlerden gizlenmesi gereken büyük bir sır olacağını, bundan
dolayı iki kadına karşı çıkıp Peygamber'in nâil olduğu bütün kudret ve
kuvvetin beyanıyla "Şüphesiz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail
ve müminlerin iyileridir. Bunların ardından melekler de ona
yardımcıdır." (Tahrim, 66/4) diye gayet dehşetli bir ihtar ve tehdidin
reva görüleceğini, akıl pek de kabul edebilecek gibi görünmez. Gerçi
asıl mesele söylenen sırrın büyüklüğünde değil, zatında küçük de olsa,
sır olması itibariyledir. Önemsiz gibi görünen birtakım şeyler
vardırki, sırası gelince pek büyük bir öneme sahip olabilirler. Küçük
bir sırrı saklayamayanın büyüğünü hiç saklayamayacağı cihetle kendisine
verilen bir emaneti muhafaza edemeyeceğinden dolayı emniyet ve güveni
zayi etmiş, bir töhmet ve hıyanet konumuna düşmüş olur. Bununla beraber
ona yapılacak kınama ve azarlamanın da, sırrın mahiyetiyle uygunluk
arzedeceği, "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim
bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükafatı Allah'a aittir." (Şûrâ,
43/40) hükmüyle bilinmektedir. Bu yüzden kanaatimizce burada söylenen
sırrın başka bir söz olması gerekir. Şöyle ki: Üçüncüsü; Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in kendisinden sonra devlet başkanlığının Ebu Bekr'e ve Ömer'e
geçeceğini Hafsa'ya bir müjde olarak haber vermiş ve gizlenmesini
emretmiş olmasıdır. Tefsirlerin birçoğunda zikredilmiş olan bu haber,
gerçi Kütüb-i Sitte'de (altı kitapta) nakledilmemiştir. Ancak Mâriye
olayını rivayet edenler içinde bu haberi de rivayet edenler olduğu gibi
başka güvenilir zatlar da nakletmişlerdir. "el-Bahru'l-Muhît"de Ebu
Hayyan şöyle diyor: "Hadis, Mâriye sebebiyledir; bir de bal içtim
denilmiştir. Meymûn b. Mihrân dedi ki: "Hadis, Peygamber'in Hafsa'ya
sır olarak söylediği şu hadistir: "Ebu Bekr ve Ömer benden sonra
hilafet yoluyla benim emrime sahip olacaklardır". Alûsî de bu
rivayetleri daha derli toplu naklederek demiştir ki: "İbnü Merdûye İbnü
Abbas'tan ve İbnü Ebî Hâtim Mücahid'den şöyle rivayet etmişlerdir:
"Peygamber (s.a.v.) Hafsa'ya Mâriye tahrimini ve kendisinden sonra
muhakkak Ebu Bekr ve Ömer'in insanlara emîr olacaklarını gizlice
söylemişti. Hafsa da gizlice Aişe'ye söyledi. Hakikaten bu işin gizlice
söylendiği hakkında daha başka haberler de vardır." İbnü Ebî Adî ve Ebu
Nuaym Hz. Ebu Bekr'in faziletleri hakkında ve İbnü Merdûye birkaç yolla
Hz. Ali ve İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir. Her ikisi de dedi
ki: "Ebu Bekr ve Ömer'in emirlikleri Allah'ın kitabında vardır.
"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti..." (Tahrim,
66/3) Peygamber Hafsa'ya demişti ki: "Baban ve Aişe'nin babası benden
sonra insanların vâlisidirler. Sakın kimseye söyleme." Ebu Nuaym bir de
sahabilerin faziletleriyle ilgili Dahhâk'tan şöyle bir rivayet
nakletmiş ve demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) Hafsa'ya şunu gizlice
söylemiştir. Kendisinden sonra halife, Ebu Bekr ondan sonra da Ömer
olacaktır." İbnü Ebî Hâtim bir de Meymûn b. Mihran'dan böyle bir
rivayet nakletmiştir. Alûsî bunları zikrettikten sonra şöyle der:
"Şia'nın ileri gelenlerinden Tabressi, "Mecmau'l-Beyân"da Zeccâc'dan
naklen demiştir ki: "Resulullah (s.a.v.) Mâriye'yi tahrim ettiği vakit,
kendisinden sonra Ebu Bekr ve Ömer'in mülke sahib olacaklarını haber
vermişti. İyâşî'nin senediyle Abdullah b. Atâî'nin, Mekkî'den ve Ebu
Cafer Muhammed Bakır (r.a.)'dan rivayet ettiği de buna yakındır. Âyetin
bu haberlere göre tefsiri, şüphesiz bal hadisine göre yapılan
tefsirinden daha doğrudur. Ancak bal hadisi daha sahihtir. Bütün
haberleri bir araya cemetmek de mümkün gibi görünmüyor. Nihayet özet
olarak şunlar söylenebilir: Anlatılan bu olayların üçü de (Mâriye ve
şerbet olayı ile Ebu Bekr ve Ömer'in hilafetiyle ilgili hadise) vuku
bulmuş, ravilerin bazısı bir kısmını, bazısı da bir kısmını rivayet
ederek "Ey peygamber! Niçin haram ediyorsun?" âyeti nazil oldu."
demiştir. Bunlardan hiç birisi de yalnız kendi rivayetlerinin
sahihliğini iddia etmemiş olduklarından, burada söylenen de doğrudur.
Bu doğru olursa, ihtilafın çözümü de kolaylaşmış olur. Değilse başka
çözüm yolu ara. En iyisini Allah bilir."
Bu muhakeme
hayli güzel olmakla beraber biz buna şunu da ilave etmek istiyoruz.
Yukarıda açıkladığımız şekilde sûrenin asıl nüzul sebebi, ne yalnız
Mâriye, ne de bal şerbeti yeminidir. Doğrusu o, eşlerin hepsi için
yapılan îlâ yeminidir. Diğerlerini, nihayet onun sebeb ve
mukaddimelerinden saymak lazım gelir. Nitekim Hz. Zeyneb'in hediyeyi
reddi, Hz. Aişe'nin "seni horlamış" demesi, ve nafaka istekleriyle
birbirlerine arka çıkmaları, îlânın sebeb ve mukaddimelerindendir. Bu
itibarla rivayetleri bir araya toplama ihtimali belki daha fazla
mümkündür. Ancak Mâriye tahriminin sebebi hakkında söylenen
rivayetlerin bazısı mantıksız bazısı da akla ters düştüğü gibi, şerbet
rivayetinin de Zeyneb ile mi yoksa Hafsa ile mi ilgili olduğu hususunda
ihtilaf vardır. Halbuki imamet haberi hakkındaki rivayetlerde bir
tenakuz söz konusu değildir. Bu haberin Kütüb-i Sitte'de yer almaması
da sahih olmamasını gerektirmez. Özellikle Meymûn b. Mihrân'dan gelen
rivayet onun güvenilirliğini kuvvetlendirmektedir. Çünkü Meymûn b.
Mihrân, "Tehzib" ve diğer biyografik eserlerde anlatıldığına göre Hasan
el-Basrî ayarında bir zat olup tâbiînin büyüklerindendir. Hz. Ömer'den,
Zübeyr ve diğer birçok sahabeden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de
pek çok âlim feyz almış ve Ömer b. Abdulaziz'in son derece güvenine
layık olarak kâtibliğini ve kadılığını yapmıştır. İbnü Mihrân yüz on
yedi senesinde yüz yaşında olduğu halde, on yedi günde on yedi bin
rekat namaz kılıp on sekizinci gün vefat etmiş büyük velilerden
biridir. Ömer b. Abdülaziz bu zatı överken şöyle dermiş: "Bu ve bunun
gibi birkaç kişi kaldı, vefat ederlerse dünya muzdarib olur." Eğer sır
hadisi hakkında Ebu Bekr ve Ömer'in hilafeti rivayetleri öyle güvenilir
bir yolla ve Hz. Ali'den dahi çeşitli kanallarla nakledilmiş olmasaydı,
Şia'nın ileri gelen âlimleri bunu dikkate bile almazlardı. Bir de bu
sûreyi, Mülk Sûresi'nin takip etmesi ve baş tarafında ölüm ve hayatın
zikredilmesi bize buradaki sırrın, Hz. Peygamber'in vefatından sonraki
mülk ve imamet meselesiyle ilgili olduğunu imâ etmektedir. Kısacası bu
açıklamalardan çıkan netice şudur. Gerek Mâriye'nin tahrimi olayı ve
gerek şerbet yemini rivayetlerindeki izahlar, kısmen birbirine zıt ve
muzdaribtir. Bununla beraber bir bal şerbeti içilmiş ve Mâriye hakkında
dahi bir tahrim yapılmış olduğu da tafsilata bakılmaksızın rivayetlerin
genelinden mutlak surette anlaşılmaz değildir. Fakat imamet hadisinin
rivayetlerinde bir tenakuz bulunmadığı gibi büyük bir sır olmaya
yakışan ve sır olduğu için fitneden korunarak diğerleri kadar
yayılmamış olan da budur. "Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir
kısmından da vazgeçmişti..." (Tahrim, 66/3) âyetinden de anlaşılacağı
üzere burada bahsedilen sırrın birkaç çeşidinden de söz edilmiş
olmasından bunu, yalnız Mâriye veya sahih olan "Bal şerbeti içtim."
rivayetlerinden birine hasretmenin doğru olmayıp imamet haberleriyle
beraber üç rivayetin birleştirilmesiyle meydana gelecek öz üzerinde
mütalaa etmek ve asıl nüzul sebebinin Hz. Ömer'in beyan ettiği şekilde
bu nevi birtakım sebeblerden doğmuş bulunan îlâ tahrimi ile
Peygamber'in bir müddet inzivaya çekilmeyi gerekli görmüş olması
hakikatine varmaktır. Bu âyetten anlaşıldığına göre hadisenin
başlangıcı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eşlerinden birine karşı bir fiil
yapmış olması değil, sır olarak mühim bir söz söylemiş olmasıdır.
Vakta ki o
hanım
bu sır sözü haber verdi, rivayetlere göre Hafsa gizlemeyip arkadaşı
Aişe'ye gizlice duyurmuştu Allah da Peygamberine onu açtı. Demek ki Hz.
Aişe söylememişti, lâkin Allah Teâlâ, vahy ile anlatmış, Cibril de
haber vermişti. O vakit Peygamber, haberi duyuran eşine bazısını
bildirdi bazısından da vazgeçti. O eşinin söylemiş olduğu sözün bir
kısmını anlattı ise de bir kısmını yüzüne vurmadı. Tolerans gösterdi de
tamamı kadar utandırmak istemedi. Ebu's-Suud'un da zikrettiği gibi
bunun, Resulullah'ın imamet (devlet başkanlığı) ile ilgili sözü olduğu
söylenmiş ve şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah: "Ben sana bunu gizle
dememiş miydim?" buyurmuş, o da: "Seni hak ile gönderen o yüce zâta
yemin ederim ki, arkadaşımın babasına Allah Teâlâ'nın bahşetmiş olduğu
ikrama sevincimden dolayı kendimi zaptedemedim." demiştir. Bazıları da
burada geçen "bildirdi"den maksadın, "biraz azarladı, kınadı" anlamına
geldiğini söylemişlerdir. Nitekim bu mânâ, "ben onu sana bildiririm
veya tanıtırım" şeklinde dilimizde de vardır. Kur'an'ın birçok yerinde
geçen âyeti de bu anlamdadır. Şüphe yok ki söylediğinin bir kısmını
yüzüne vurmak da bir kınama ve başa kakmadır. Bununla beraber bir
rivayete göre Hz. Peygamber Hafsa'yı ric'i bir talakla boşamış, bu
yüzden Hz. Ömer de kızına, "Hattab ailesinde bir hayır olsaydı
Peygamber seni boşamazdı." demiş, sonra da Hz. Peygamber'e Cebrail
gelip, "Ona dön, çünkü o çok oruç tutan ve çok namaz kılandır ve
herhalde senin cennetteki kadınlarındandır." diye tebliğ etmiştir.
Ancak şunu hemen belirtelim ki bu rivayet desteklenmemiş ve yukarıda
zikredilen Hz. Ömer hadisinde de boşamanın meydana gelmediği sabit
olmuştur.
Ona bunu
böyle
anlatıverince o hanım söylediği sırrın duyulmuş olmasından üzülmüş
olarak ve inkâra da kalkışmayarak birdenbire heyecanla "Bunu sana kim
haber verdi?" dedi, Aişe'nin haber verip vermediğini öğrenmek istedi.
Buna karşı Hz. Peygamber de "Bana o bilen ve haberdar olan Allah haber
verdi." dedi. İşte kendine verilen bir sırrı saklamayıp da ne kadar
gizli bir şekilde ve yakınına söylemiş olsa bile, Allah Teâlâ onu böyle
utandırır ve hele aile arasında özellikle karı koca ile ilgili bir
sırrı söylemek büyük pişmanlıklara sebebiyyet verebilir. İşte "Sizin
hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanınızdır." buyurmuş olan
Peygamber bu kadar söylemekle yetindi ve yine onların hoşnutluklarını
düşündü. Sonra bu yüzden onlarda gördüğü bazı dilekleri ve birbirlerine
arka çıkmaları karşısında da başka bir şey yapmayıp sırf bir ibret
dersi olmak üzere, bir ay müddetle onları kendi hallerine bırakarak bir
yeminle yakın alâkadan mahrum etti. Öyle büyük irfân (bilgi, anlayış,
kültür) sahibi olan kadınların daha fazla ıslah olmaları için de böyle
acı bir dersin olması gerekirdi.
4. Onun
için bu
İlâhî beyandan sonra Allah tarafından Hz. Peygamber'in eşlerine hitaben
buyuruluyor ki eğer her ikiniz Allah'a tevbe ederseniz ki Hz. Ömer
hadisinde bu iki hanımın Aişe ve Hafsa olduğu zikredilmişti. Çünkü
kalpleriniz kaymıştır. Yani kalplerinizde tevbeyi gerektiren bir kusur
bir kayma oldu. Size bir sır söylenmekle gönlünüzde o tarafa meyledip
birbirinize uyarak Resulullah'a karşı ihlâs vazifesinde kusur ettiniz.
Binaenaleyh tevbe ederseniz kalpleriniz yapılan nasihatı dinlemiş ve
hizaya gelmiş olur.
Sagat
kelimesinin aslı (sagavet) olup, bir tarafa meyletmek demek olan
mastarından fiil-i mâzi müfred müennestir. Müzârisi gelir. (En'am,
6/113) âyetinde olduğu gibi söz dinlemek veya dikkat edip kulak vermek
anlamını ifade eden "isğa" da bu kökten türemiştir. Buhari'de "sağv" ve
"isğa"ya, "meyletmek" mânâsı verildiği gibi Müslim'de de nakledilen
mânâ, "ikinizin kalbi meyletti" şeklindedir.
Müfessirler
deki
edatından dolayı bu cümleyi doğrudan doğruya şartının cezası yapmayıp,
fâ-i ta'liliyye (sebep fâ'sı) olarak cezanın yerine geçen illet
olduğunu söylemişlerdir. Bilinmektedir ki meyil denilince ilk akla
gelen haktan meyildir. Bu ise tevbeyi gerektirir. Haksızlıktan hakka
meyil de tevbenin gereği ve nasihate kulak vermek demektir. Bu sebeple
iki hususa da işaret edilmesi için denilmeyip şeklinde ifade edilerek
illet (sebep), ceza makamına konulmuştur. Üzerinde durulması gereken
bir nokta da "kalpleriniz" izâfetidir. Zira kalp kelimesi şeklinde
tesniye olarak getirilmeyip, çoğulu olan "kulûb", tesniyeye muzaf
kılınmıştır. Halbuki iki kişinin ikiden fazla kalbi olmaz. Müfessirler
maksadın anlaşıldığı yerde iki tesniyenin bir yere getirilmemesi
nüktesiyle bu şekilde ya çoğul ya da tekil sigasıyla kullanıldığını
söylemektedirler.
Ancak biz
bunun
dışında başka bir nükte de anlamak istiyoruz. Maksad, yalnız şahsen iki
hanımın değil, Peygamber'in eşlerinin iki grup halinde toplandıklarına
işaretle, iki grubun hepsinin de kalplerine tenbihde bulunmaktır. Çünkü
Peygamber'in eşlerinin böyle iki grup halinde birbirine arka
çıktıkları; Aişe ile Hafsa'nın bir taraf, Zeyneb'le diğerlerinin de bir
taraf olduğu rivayet edilmiştir. Ve ihtimal ki, hep birlikte arz
ettikleri dileklerinde Aişe ile Hafsa'nın önde bulunmasından dolayı,
diğerlerinin o ikisinin etrafında toplandıklarına ve Peygamber'in
hepsini kendisine haram kılmasının sebebinin bu olduğuna işaret
edilmiştir. Bundan sonra gelen âyette hitabın "eğer sizleri boşarsa"
diye hepsine yöneltilmiş olması da, bize bu fikri telkin etmektedir. Şu
halde Hz. Ömer'in de Aişe ve Hafsa demiş olması, bunların önde bulunmuş
olmalarından dolayı olsa gerektir.
Ve eğer
Peygamber'e karşı ikiniz veya her iki taraf birbirinize arka verecek
olursanız fiilinin aslı, 'dır. Böyle "tâ"nın tekrar ettiği sîgalarda
müzârî fiilinin "tâ"sı kâide ile hazfedilir. Tezahür, birbirine arka
verip yardımlaşmaktır. ile kullanıldığı zaman da bir diğerine karşı
dayanışmaya girerek ve yardımlaşarak üstün olmaya çalışmak mânâsını
ifade eder. Burada yardımlaşmak mânâsıyla tefsir edilmiş olmakla
beraber ile getirilmesi Peygamber'e karşı birbiriyle yardımlaşma ve
dayanışma içine girdiklerini göstermektedir "Her ikisi de birbirine
arka verecek olursa." denilmekle, bu dayanışmanın fiilen yapılmış
olduğu ifade edilmiş olmaz. Çünkü farz etmek, gerçekleşmesini
gerektirmez. Ancak yüz yüze gelme karinesi (delili) tevbeyi gerektiren
meylin böyle bir dayanışmayı andırdığını ve bu sebeple büyük bir
tehdide müstahak olduklarını işaret eder. Onun için Peygamber'e karşı
öyle birbirlerine arka çıkacak olanların kendilerini büyük bir
tehlikeye atmış olacaklarından dolayı, bundan sakınmalarının gereği
anlatılmak üzere yine cezanın illeti, ceza makamına konarak
Peygamber'in hak ve selahiyyeti, maddî ve manevî her kuvvete sahip olan
yüce şanı ve maddiyattan ziyâde maneviyatının büyüklüğü şöyle izah
edilmektedir. Hiç şüphesiz haberiniz olsun ki: Allah O Allah O
Peygamber'in mevlâsı, yardımcısıdır. Yani hak onundur ve her şeyden
önce onun sahibi ve yardımcısı Allah Teâlâ'dır. Hem de Cibrîl
-Ruhu'l-Emin (güvenilir ruh) olan ve Peygamber'e vahiy getiren o manevî
ve rûhânî kuvvet- de onun yardımcısıdır. Ve müminlerin salihi. O iki
hanımın babaları Ebu Bekr ve Ömer'den her biri ve genelde müminlerin
iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır. Burada salih lafzı, bütün
salihler cinsini göstermekle beraber tekil getirilmiş, iki kadının
dayanışmasına karşı veya diye kuvveti çoğaltmakla topluluk halinde
karşılaşma reva görülmemiş, iki hanımdan her birine göre izafette (isim
tamlamasında) ahd ile en güvenebilecekleri babalarına, yani Aişe'ye
göre Ebu Bekr'e, Hafsa'ya göre Ömer'e işaret olmak üzere "müminlerin
salihi" buyurulmuştu. Yukarıda Müslim'in rivayet ettiği İkrime
hadisinde geçtiği gibi Hz. Ömer'in "ben ve Ebu Bekr" demiş olması ve bu
ikisinin Hz. Peygamber'in veziri durumunda bulunmaları cihetiyle
müminlerin salihleri arasındaki ferdî üstünlüklerine ve Peygamber'e
sevgi ve hizmet hususunda gösterdikleri samimiyet ve sadakatlerine
işaret için Cibril'in peşinden denildiğini, müfessirlerin çoğu beyan
etmişlerdir. Bundan başka "salih" kelimesinin tekil olarak
zikredilmesinde iki nükte daha vardır. Birisi, müminlerden vecibelerini
yerine getiren her ferdin, Peygamber'e yardım etme hususunda toplu
halde bulunup bulunmadığı gözetilmeksizin Cebrail gibi tek başına
koşacağını ifade eder. Nitekim sahabiler gerek tek ve gerek toplu
olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'in emir ve hizmetine tam bir sadakatle
koşarlardı. İkincisi, terkibinin yazıda olmasa da söyleyişte
"Müminlerin salihleri"şeklindeki çoğulundan farkı olmadığından okuma
esnasında hem ferd hem cemaat mânâsı ihtimal üzere anlaşılır. Bu da,
gerekeni hakkıyla yapan ferdlerin bir cemaat mesabesinde olduğuna ve
diğer müminlerin tek olarak değilse de topluluk halinde onların
arkasından gideceklerine delalet eder. Onun içindir ki bunu, alışılmış
olsun olmasın genel anlamda salih ferdler cinsi diye anlamak doğrudur.
Bu kadar da değil, onun arkasından yani Allah'ın, Cebrail'in ve salih
müminlerin sevgi ile yardımlarından sonra bütün melekler de yardımcıdır.
İşte
Peygamber
böyle bütün manevî ve maddî kuvvetlerin sevgi ve yardımına kavuşmuştur.
O halde ona karşı çıkmanın nasıl bir felakete yol açacağını düşünmeli
de bundan bütün müminlerin erkek ve kadınları korunup sakınmalıdırlar.
Böyle bir kudret karşısında birkaç kadının birbirlerine arka
çıkmalarının ne hükmü olabilir?
5. "Eğer
sizi
boşarsa belki de Rabbi." Görülüyor ki burada hitap, tesniye değil,
cem'i müennes zamiriyle hanımların hepsini kapsamaktadır. Ve Hz.
Peygamber onları boşamamıştır. Onların hoşnutluklarını gözettiği için
kendini, Allah'ın helâl kıldığı boşama hakkından da menetmiştir. Böyle
yapması da, onları boşarsa hayırlı kadınlar bulamayacağı gibi bir
düşünceden, ötürü değildir. Gerektir ki onun Rabbi, şayet onları
boşarsa sizin yerinize ona sizlerden daha hayırlı eşler verir.
Tefsirler burada şöyle bir sorunun akla gelebileceğini söylerler:
Peygamber'in eşleri, ümmehâtu'l-müminîn "müminlerin anneleri" ünvanına
sahiptirler. Yeryüzünde onların dengi olabilecek onlardan, daha hayırlı
kadınlar nasıl düşünülebilir? Bu soruya şöyle cevap verirler: Onların
ayrıcalıkları, Peygamber'in sevgili ve itaatlı eşleri olmaları
sebebiyledir. Eğer eziyet ve isyan ederler de Peygamber onları
boşayacak olursa, o vakit bu özellikleri kalmaz ve onların yerine
gelecek ve Peygamber'e her hususta itaat ederek, onun rıza ve sevgisini
elde edecek olan kadınlar, onlardan hayırlı olmuş olurlar. Nitekim bu
sıfatlara işaret için buyuruluyor ki Kendini Allah'a veren, inanan,
sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve
bakireler. Bu vasıflar, nin sıfatı olup eşlerde bulunması istenen ahlâk
ve davranışları gösterirler. den hal olarak düşünüldüğünde de doğrudan
doğruya Peygamber'in eşlerinin durumlarını ifade ederler. Bu nükteden
dolayıdır ki sökonusu sıfatlar, den sonra getirilmiştir.
İlk vasfı
İslâm,
şirkten ve şirk ahlâkından berî olarak Allah'ın birliğini ve
Resulullah'ın hakikatini kabul edip, Allah'ın emrine ve Peygamber'in
sözüne boyun eğmek ve teslim olmak. İkincisi iman, diliyle söylediği
gibi kalbiyle de tasdik ederek içi dışı müslüman olmak. Üçüncüsü,
kanitât: Kunut, can ve gönülden itaate devam etmek. Dördüncüsü, tâibât,
tevbe etmek, en küçük bile olsa kusur ve günahtan daima tevbe edip
sakınmak. Beşincisi âbidât, gerek farz ve gerek nafile ibadetlere devam
etmek. Altıncısı sâihât, dünya hayatını bir yolculuk bilip geçim
konusunda bir yolcu gibi olduğuna kanaat ederek oruç ve perhizi ahlâk
edinip daima ilerisini, akibetini, Allah'ın mükafat ve cezasını
düşünmek. Seyahattan türeyen bu kelime hakkında üç görüş vardır.
Bazıları, "seyahat hicret etmek demektir" sözünden hareketle
"muhâcirât" "hicret eden kadınlar" anlamına geldiğini söylemişler, bir
kısmı da itaatla ilgili her işe koşar, Peygamber'in git dediği yere
gider, hacca, cihada, sefere gidelim dese de hemen gidenler mânâsını
vermişlerdir. Müfessirlerin çoğu da, Resulullah'dan yapılan
rivayetlerde de görüldüğü gibi bu çeşit yerlerde seyahatın "oruçtan
kinaye" olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre oruçlunun durumu,
azığı yanında olmayan ve bulduğu yerde yemek yiyebilen yolcunun haline
benzemektedir. Bizim izah ettiğimiz mânâ da böyledir. (Konuyla ilgili
olarak (Tevbe, 9/112) âyetine bkz.) Yedincisi, seyyibât ve ebkâr, bu
iki vasıf diğerleri gibi olmayıp birbirlerinin karşıtı bulunduğundan
öncekiler atıfsız (bağlantısız) getirilmiş olduğu halde bu ikisi bir
"vâv" ile ayrılmıştır. Bazı âlimler de bu vâv'a vâv-ı semâniyye
demişlerdir ki, yedi ile sekiz arasına gelir. Resulullah'ın, eşleri
arasında da bekar olarak aldığı yalnız Hz. Aişe olup diğerleriyle dul
oldukları halde evlendiği de bilinmektedir.
Peygamber
(s.a.v)'in eşlerine bu şekilde nasihat edildikten sonra bütün müminlere
hitaben buyuruluyorki:
6. Ey iman
edenler! Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyun, cehennem ateşine
sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak Allah'ın
emirlerine, itaate götürün. Çünkü aile sahibi kendinden sorumlu olduğu
gibi ailesinden de sorumludur. Zira konuyla ilgili "Hepiniz çobansınız
ve hepiniz teb'anızdan sorumlusunuz." ve "Sizin hayırlı olanınız,
ehline karşı hayırlı olanınızdır." hadisleri bilinmektedir. Ebu
Hayyan'ın kaydettiğine göre, "Hz. Ömer, "Ya Resulallah! Nefislerimizi
koruruz, fakat ehlimizi nasıl koruyabiliriz?" demişti. Bunun üzerine
Allah'ın Resulü de şöyle buyurdu: "Allah'ın sizi nehyettiği şeylerden
onları nehyedersiniz ve Allah'ın size emrettiği şeyleri onlara
emredersiniz. İşte bu, onları korumak demektir." Zemahşeri de şu
hadisleri nakletmiştir: "Allah o kimseye rahmet etsin ki, "Ey ehlim,
ailem! Namazınıza, orucunuza, zekâtınıza, miskinlerinize, yetim ve
komşularınıza dikkat edin." der. Ola ki Allah Teâlâ onları onunla
beraber cennette toplar." Çocuklar da ehle dahildir. Bazıları enfüse
(nefislere) dahil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlara göre çocuklar,
babadan bir parça sayılırlar.
O cehennem
ateşi
öyle bir ateştir ki yakıtı, o insanlar ve o taşlardır. (Bilgi için
"Bunu yapamazsanız ki, elbette yapamayacaksınız, yakıtı insan ve taş
olan ateşten sakının..." (Bakara, 2/24)
âyetinin tefsirine bkz.) O
ateşin üzerinde görevli galiz (kaba), çetin (sert tabiatlı) melekler
vardır ki bunlara zebâni denilir. Bunların kabalık ve sertlikleri
cehennem ehline karşıdır. Çünkü Allah onlara öyle emretmiştir. Bütün
meleklerin vasfı da şöyledir. Onlar, Allah'ın kendilerine buyurduğuna
karşı gelmez ve emredildikleri şeyleri yaparlar. Bu uyarıdan sonra
kâfirlere hitaben de şöyle buyuruluyor:
7. Ey
kâfirler!
Bugün özür dilemeye kalkışmayın, yani ahirette cehennem ateşine
atılacakları gün kâfirlere böyle söylenecektir. Çünkü o gün özür beyan
etmenin hiçbir faydası yoktur. Onun için dünyada iken küfürden ve özür
dileme mecburiyetinde kalınacak kötülüklerden sakınmak gerekir. O gün
ancak dünyada yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz. Bu âyet, tahrim
olayı hakkında kâfirler tarafından her zaman olduğu gibi Peygamber'i ve
müminleri incitecek bazı lakırdılar edildiğine veya bazı hareketlerde
bulunulduğuna işaret etmektedir.
Herkes
yaptığı
şeylere göre karşılık göreceği için bundan sonra da müminleri samimi
bir tevbe ile temizlemek, olgunluğa teşvik etmek ve Peygamber'i
kâfirlere ve münafıklara karşı yönlendirmek konusunda buyuruluyor ki:
8. Tevbe-i
nasûh:
Nasûh bir tevbe. Tevbe, imana dair makamların ilki, hak
yolculuğunun başlangıcı, (sevgiliye) ulaşma kapısının anahtarıdır.
Yukarılarda geçtiği gibi lugatte dönmek demek olan tevbe, ıstılahta ise
kabahatten, kabahat olduğu için pişmanlık duyarak vazgeçmektir.
Vicdanında meydana gelen çirkinliğinden dolayı değil de bedenine,
malına veya şerefine zarar verme gibi herhangi bir korku yahut ümit
sebebiyle vazgeçmek, tevbe değildir. Asıl tevbe, yaptığı kabahatin bir
menfaatini görse de esasen onun çirkinliğini duyup tiksinerek
vazgeçmektir. Burada tevbenin sıfatı olan "nasûh" ise, "gafûr" vezninde
mübalağa sıgası olup nush, nasahat ve nasîhat maddesindendir. Bu madde,
kamus sahibinin de "Besâir"de beyan ettiği şekilde esasen iki anlama
gelir. Birisi hâlislik ve saflık mânâsınadır. Nitekim mumu alınmış
hâlis bala denir. Bu mânâda nasûh çok hâlis ve temiz demektir. Diğeri
de söküğü dikmek, yırtığı yamamak suretiyle onarıp düzeltmek
anlamındadır. Nitekim elbisenin dikişine "nesahatü's-sevb" denilir. Bu
mânâya göre de nasûh, çok ıslah edici, hiçbir gedik bırakmayacak
şekilde eksiklikleri düzeltip iyi onarıcı demektir. Her iki mânâ da
dikkate alındığı zamanda nush, iyi niyet ve temiz kalb ile herkesin
iyiliğini isteyerek eksiklikleri düzeltip ıslah etmek, öğüt vermek,
vaaz ve nasihat etmek mânâsına gelir ki nasihat, o verilen öğüdün
ismidir. Bu anlamda nasûh, çok iyi nasihat edici demektir. Önceki iki
anlamda nasûh, tevbenin doğrudan doğruya sıfatı olarak hâlis, ciddi,
temiz bir tevbe veya insanın dinini ve ahlâkını çok iyi ıslah edecek
te'sirli bir tevbe anlamındadır. Üçüncü mânâda ise nasûh, hakikatte
tevbe eden kimsenin vasfı olup tevbeye aklî mecaz suretiyle isnad
edilmiş olur. Yani bir tevbe ki, onunla tevbe eden kimse önce kendi
nefsine, sonra da diğerlerine çok iyi nasihat edip düzeltmiş
olacağından nefsin hakkıyla düzelmesine sebeb olan o tevbesine, isim
tamlaması olarak "çok iyi nasihatçının tevbesi" anlamında nasûh tevbesi
demek doğru olur. Bununla beraber sıfat tamlaması olarak "çok iyi
nasihat edici tevbe" mânâsına nasûh tevbe demek daha doğrudur. Böyle
bir tevbe nasıl olur? Kabahatlerden başka bir sebeple değil, sırf
çirkinlikleri yani Allah'ın rızasına ters düşen bir kabahat oldukları
için vicdanında pişmanlık duyarak ve işlemekten dolayı şiddetli üzüntü
hissederek ve bir daha çirkinlik yapmamaya azmedip vazgeçmek, nefsini
buna alıştırıp hiçbir sebep ve engel karşısında dönmemeye karar
vermekle olur. İbnü Merdûye'nin rivayet ettiği bir hadisde şöyle
denilmiştir: "Mu'âz b. Cebel (r.a) Hz. Peygamber (s.a.v)'e, "Ey
Allah'ın Resulü! Nasûh tevbe nedir?" Diye sordu. Hz. Peygamber de
buyurdu ki: "Kulun yapmış olduğu günaha pişmanlık duyup ve Allah'a
özrünü arzedip sonra da sütün memeye geri dönmediği gibi o (günaha)
dönmemesidir." Hz. Ali (r.a)'den şöyle rivayet edilmiştir: "O, bir çöl
arabının "Ey Allah'ım senden beni bağışlamanı diliyor ve sana
(günahlarımdan dolayı) tevbe ediyorum." dediğini işitmişti de ona, "Ey
adam! Tevbede dil çabukluğu yalancıların tevbesidir." demişti. Adam, "O
halde tevbe nedir?" deyince de, Hz. Ali (r.a) ona şöyle cevap vermişti:
"O tevbenin altı özelliği vardır. Geçmiş günahlara pişmanlık duymak,
farzları iade etmek, mazlumun hakkını vermek, düşmanlarla helâllaşmak,
bir daha ona dönmemeye azmetmek ve nefsi günah içerisinde büyüttüğün
gibi Allah'a itaatte eritmek ve ona günahların tadını tattırdığın gibi,
itaatın da acısını tattırmaktır." (Tevbenin kabul edilmesi konusunda
Nisâ Sûresi'nde geçen "Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden
kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir..." (Nisâ,
4/17) ve "Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip
çatınca 'Ben şimdi tevbe ettim' diyen ve kâfir olarak ölenler için
tevbe yoktur." (Nisâ, 4/18) âyetlerine bakınız.) Gereği gibi yapılan
tevbenin kabul edileceğinin vaad edilmiş olduğuna dair bir hayli âyet
ve hadis vardır ki, şu âyet de bu cümledendir. Umulur ki Rabbiniz
sizden kabahatlerinizi örter. Zira Kur'ân'da tehdit ve tamaa düşürmek
mânâsını ifade eder. Mamafih burada dikkat edilecek birkaç nokta vardır.
Birincisi,
bunun
esasında Allah Teâlâ üzerine aklen vacib olmayıp İlâhî bir vaadin
gereği olmasıdır. Tevbe-i nasûh hakkında böyle olunca, onun dışında
olan tevbeler hakkında da bundan daha ileri bir vaadin olmayacağı da
aşikârdır.
Şu halde
'daki
dan anlaşılacak olan vücubun da nihayet düşünmeden yapılan tevbe-i
nasûh mânâsında bir tehdit ve taahhüdün gereğinden başka bir vücub
ifade etmemesidir.
İkincisi,
bağış
ve sevab ile güzel bir şekilde kabul edilme ümidini besleyerek tevbe
etmek, tevbenin hâlis ve nasûh olmasına mâni değil bilakis şiddetli bir
arzu ve istek verir. Kabahati ve kötülükleri kötü ve çirkin oldukları
için pişmanlık duyup terketmek, yalnız kendi nazarında değil, esasen
Hak Teâlâ'nın katında çirkin olduğu için vazgeçmek, O'nun rızasına
uygun hareketle, geçmişte olan kötülüklerin yapılmamış gibi
örtülmelerini ve tam bir günahsız gibi rızaya ermesini istemekten başka
bir şey değildir.
Üçüncüsü, az
çok
ihtimal mânâsı ifade etmekten de uzak olmayan ayrıca burada şu anlama
da gelmektedir. Tevbe ile günahın örtülmesi, hiç işlenmemiş gibi
Allah'ın ilminden silinmesi demek değildir. Onun içindir ki tevbeden,
her hususta tam bir masuma eşit olması lazım gelecek derecede örtülmesi
mânâsına, genel bir tehdit ve taahhüd anlaşılmasın. Kabahat madem ki
yapılmıştır, o halde yazılı kalmalıdır. Allah'ın ilminden silinmesine
imkân ve ihtimal yoktur. Ancak nasûh bir tevbe iyilikler ve keffâretle
örtülür, bağışlanır ve cezası affolunur. Geçmişi hesab defterinden
silinir, hatta ondan sonra hâle göre tam bir günahsız gibi muamele
edilir. Fakat esasen masum olmadığından o dereceye yükseltilmesi
hususunda teminat verilmez. Bununla beraber ümid de kestirilmez, çünkü
Allah her şeye kâdirdir. "Onların nuru önlerinde ve sağlarında koşar."
(Hadid Sûresi'nde geçen "Mümin erkeklerle mümin kadınları, önlerinden
ve sağlarından nurları koşarken gördüğün günde..." (Hadid, 57/12
âyetine bkz.) "Onlar: Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla,
derler." Bu âyetle münafıkların halinden sakınmakla imanda devam ve
ilerleme istenmektedir. Rivayet edildiğine göre bu sözü, münafıkların
nuru sönüverdiği zaman müminler, sakınarak söyleyeceklerdir.
9. "Ey
peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla savaş ve onlara sert davran." Bu
âyette, daha önce beyan edildiği üzere tahrim olayı esnasında Peygamber
hanımlarını boşamış, Gassâniler Medine'ye hücûm için hazırlanıyorlarmış
gibi şayialar çıkararak ve yalan sözler yayarak zihinleri tırmalayıp
fesat çıkarmaya çalışan kâfirlerin ve münafıkların halleri
anlatılmaktadır. Bu âyet, mânâ itibarıyla "Andolsun ki, iki yüzlüler,
kalblerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar, (bu
hallerinden) vazgeçmezlerse seni onlara musallat ederiz..." (Ahzâb,
33/60) âyetinin benzeridir. Bu âyetin bir benzeri de Tevbe Sûresi'nde
(9/73) geçmiştir. Kâfirlere karşı cihad ve sertlik, "Onlara karşı
gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar
hazırlayın..." (Enfâl, 8/60) âyetine göre hazırlıkla münafıklara karşı
cihadı hatırlatmak, delil getirmek suretiyle tebliğde bulunmak, cezalar
koymak, yerine göre sırlarını ifşa etmek ve her ikisinde de teyakkuz
durumunda olmak sezgi ve dayanıklılıkla olur.
10.
"Allah,
inkâr edenlere misal verdi." Bu gibi yerlerde zikredilen atasözleri,
garip bir durumu misal olarak göstermek suretiyle gariplikte ona
benzeyen diğer halleri tanıtmaktadır. Yani Allah, O'na küfredenlerin
durumlarına dikkate değer acayip ve garip bir misal olarak şunların hal
ve durumlarını örnek gösterdi. Ki Nuh'un karısı ve Lut'un karısı,
birinin adının Vâile, diğerininkinin Vâhile veya Vâlihe olduğu
söylenmiştir. Bunlar ne oldu bilir misiniz? Kullarımızdan iki salih
kişinin nikahında idiler. Her biri Allah'ın hâlis kulları arasından
seçilmiş birer şanlı Peygamber'in, biri Nuh (a.s)'un biri de Lut
(a.s)'un nikahlı hanımları idiler, bu sayede dünya ve ahiret hayır ve
mutluluğunu kazanabilecek bir mevkide bulunuyorlardı. Öyle iken onlara
hıyanet ettiler. Nankörlükle küfredip onlara inanmadılar. Nuh'un karısı
ona deli demiş, ara bozuculuk yapmış ve Nuh'un sır olarak telakki
ettiği vahiy haberlerini müşriklere duyurmuştu. Lut'un karısı da
münafıklık ediyor, evinde duyduğunu kavmine ulaştırıyordu. Lut'un gizli
gelen misafirlerini de haber vermişti. Bu konudaki rivayetlerin özeti
budur. Said b. Cübeyr, "Nuh'un karısının ne yaptığını bilmiyorum, fakat
Lut'un karısı misafirlerini haber veriyordu." demiştir. Rağıb der ki:
"Hıyanet ile nifak birdir. Ancak hıyanet, söz ve emanet itibarıyla,
nifak da din itibarıyla söylenir. Sonra da bunlar birbirinin yerine
kullanılırlar. Şu halde hıyanet gizlice ahdi bozarak hakka muhalefet
etmektir ki, bunun tersi emanettir." Bu âyetteki hıyanet de bu
anlamdadır. Her hıyaneti yaptılar demek değil, münafıklık ederek bir
emanete hıyanet ettiler demektir. Buradaki hıyanetten maksadın,
döşeklerine hıyanet, yani ahlâksızlık ve zina olmayacağı bütün
tefsirlerde beyan edilmiştir. Zira "Hiçbir peygamberin karısı zina
etmemiştir." hadisi de buna işaret etmektedir. "Zina eden kadınla da
ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenebilir..." (Nur, 24/3)
âyetinde de ilk akla gelen mânâ budur. Hem zina, yalnız iyiler
nazarında değil, bütün insanların nazarında leke ve tabii olarak nefret
edilen bir fiildir. Peygamberler ise, nefret edilen hallerden
uzaktırlar. Fakat bir peygambere karşı en küçük bir hıyanet bile
küfürdür, hakkı inkârdır. Velev bir söz olsun, emanete hıyanetin her
türlüsü de hıyanettir. Gerek Nuh (a.s) ve gerek Lut (a.s)'un nikâhı
altındaki eşleri de iffetsizlik etmiş değil, ancak eş olma şerefinin
gerektirdiği iman ve itaate, iyilik ve doğruluğa sahip olamamış, elde
ettikleri nimetin kıymetini takdir etmeyerek küfür ve nankörlüğe
meyletmiş, hayra ve iyiliğe çalışan eşlerinin başarılarını
kolaylaştırmaya çalışacak yerde onlara eziyette bulunmuşlardır. Bununla
da yetinmeyerek Allah düşmanlarının fesadlarına yardım edecek gizli
haberler vererek fitneyi tahrik etmek suretiyle emanete hıyanet
etmişler ve böylece Allah'ın gadabına uğramışlardır. Onun için Allah'ın
salih kulu olan o iki peygamber onları, o hanımlarını Allah'ın
azabından kurtaramadılar. O kadınlara, kocalarının iyi kimseler olması,
peygamberliği ve kurtarmak için gösterdikleri gayretler zerre kadar
fayda vermedi. Nuh hanımını gemisine alamadı da "Aleyhinde söz geçmiş
olanlar dışında aileni ve iman edenleri gemiye yükle..." (Hûd, 11/40)
buyuruldu, Lut (a.s) da kendi şehrinden dışarı çıkaramadı, bu yüzden de
"Karından başka sizden hiçbiri geri kalmasın..." (Hûd, 11/81) denildi.
Ve o iki kadına şöyle seslenildi: "Girin ateşe girenlerle beraber!"
İkisi de helak olan kâfirlerle beraber cehenneme gittiler. Demek ki
yalnız kocalarının iyiliği, Allah katındaki büyük derecesi ve
peygamberliği bile, inkâr eden hanımlarını Allah'ın azabından, o
şiddetli meleklerin vazifeli oldukları cehennem ateşinden kurtaramaz.
İşte bu, bütün kâfirler için darb-ı mesel olmuş bir nümûnedir.
Peygamberler her ne kadar küfredenleri ıslah etmek, kurtarmak isteseler
de imana gelmeyen, küfür ve hıyanete tevbe etmeyenleri eşleri bile olsa
Allah'ın azabından kurtaramazlar. Herkes kendi ameline göre karşılık
görür. Onun için peygamberlerin ve gerek diğer iyi insanların eşleri,
bütün kadınlar, kocalarının ve yakınlarının derecelerine, Allah
katındaki makamlarına aldanmayıp Allah'tan korkmalı ve kendileri
iyiliğe çalışmalıdırlar.
11. Allah
iman
edenler için de şu iki kadını misal gösterdi. Birisi Firavun'un karısı,
ki o, Müzâhim'in kızı Âsiye'dir. Bazıları da bu hanımın, Hz. Musa'nın
halası olduğunu söylemişlerdir. Hz. Musa Firavun'a karşı âsasını
salıverdiği zaman iman etmiş, Firavun da iman etmesinden dolayı ona
şiddetle azab etmişti. Ebu Hureyre'den nakledildiğine göre güneşe karşı
dört çivi ile çiviletip üzerine kocaman bir kaya koydurtmuştu. O vakit
o hatun demişti ki Ya Rab! Benim için katında, cennette bir ev yap!
Ruhunun, Allah yolunda iman ile şehid olarak alınıp, bu sebeple
Allah'ın yanında rahmete erişmesini ve Arş'a en yakın olan Sidre-i
Müntehâ'nın yanında, Cennetü'l-Me'vâ'da kendisine ebedi bir dinlenme
yeri inşâ edilmesini istemiş. demişti ki: Bu suretle beni hem
Firavun'dan ve onun işinden koru. Hem onun pis nefsinden ve hem kötü
işinden; şirk ve zulümle icra ettiği hüküm ve sataşmasından kurtar. Hem
de beni o zalimler kavminden koru; zulümde Firavun'a uyup Firavun
ailesi ünvanını almış olan Kıptîler'den kurtarıp ebedi olarak kurtuluşa
çıkar! Böyle söyleyince rivayet edildiğine göre ona derhal cennetteki
makamı keşf yoluyla gösterilmiş ve hiçbir azab duymaksızın ruhu
alınmış, üstüne konulan kaya ruhsuz kalan cesedinin üstüne düşmüştür.
Bu da, sahib (Habîb b. Musa en-Neccâr) gibi doğrudan doğruya cennetlik
olarak Allah'ın rahmetine ve rızasına kavuşmuştur. Evet öbürleri de
dünyadan gitmiş, bu da gitmiştir. Fakat arada ne büyük fark vardır!
Onlar, kavimlerini cennete götürmek isteyen iki peygamberin elinde,
hayır ve iyilik içinde cennete götürülecek halde iken, küfürleri
yüzünden cehenneme, ateşe gittiler. Bu hanım ise, kavimlerini ateşe
sürükleyenlerin başı, şirk ve zulmün en büyük timsali olan Firavun'un
elinde ateşe sürüklenmek istenirken imanı ve ihlası sebebiyle cennetin
en yüksek makamına, Rahmân'ın yanına uçmuştur. Herkes kendi yaptığından
sorumlu olduğu için kötü kocaların eline düşmüş saliha (iyi) kadınlar
her tehlikeye rağmen fenalıktan sakınarak Allah'a karşı iman ve
samimiyetlerini korudukları müddetçe kocalarının kötülüklerinden
sorumlu olmazlar. Allah, onları sonunda kurtarır. Hem yalnız evli
olanlar değil
12. bir de
İmrân'ın kızı Meryem'i dahi Allah iman edenler için bir örnek
vermiştir. O kız ki, ırzını sağlam korumuştu, iffetini iyi muhafaza
etmiş, yakasını ve eteğini kale gibi sağlam tutup kimseye açmamıştı.
Hatta Meryem Sûresi'nde geçtiği gibi Cebrail kendisine göründüğü vakit
bile "Senden, çok esirgeyen Allah'a sığınırım..." (Meryem, 19/18) diye
korunmuştu. "Ey Meryem! Hakikaten sen çok garip bir iş yapmışsın." "Ey
Harun'un kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi; annen de
iffetsiz değildi." (Meryem, 19/ 27,28) diye iftira etmek isteyenlerin
zannettikleri gibi töhmetli değil, eteği sağlam, temiz bir kızdı. Fakat
biz ona ruhumuzdan üfürmüştük. Bir cesedden değil, doğrudan doğruya
ruhtan, yani "kün" emriyle yaratılmış yüksek ve temiz bir hayat
başlangıcı ve kuvvet olması hasebiyle Allah'a isnadından dolayı
şereflendirilen ve ilâhî bir emir olan mukaddes ruhtan, Cibril'den bir
kelime üfürülür gibi ona İsa (a.s), Allah tarafından üfürülmüştü. Bu
âyetin muhtevası bize şu fikri vermektedir. Demek ki bir erkeğin
sulbünde (belinde) meni hücresi, bir kadının rahminde yumurtalık
hücresi nasıl yaratılıyorsa, bakire Meryem'in rahminde ikisi de öyle
bir Rabbâni emirle yaratılıvermişti. Buna göre Meryem o üfürülme anında
hem dişi hem erkek özelliğini toplayan fevkalade bir seçimle, "Seni
tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti." (Al-i
İmrân, 3/42) buyurulduğu gibi âlemin kadınlarında görülmemiş bir
üstünlükle seçilerek, dıştan bir aşılamaya muhtaç olmaksızın kendine
görünen ruhun (Cebrail'in) üfürmesinden gebe kalmıştı. Bu âyette
Meryem'in hem kadın hem erkek vasfıyla tasvir edilmesi bize bu mânâyı
anlatan bir delil gibi görünmüştür. Bu âyetin Enbiya Sûresi'nde geçen
benzeri "Irzını iffetle korumuş olanı an! Biz, ona ruhumuzdan üfledik;
onu ve oğlunu, bütün âlem için bir ibret kıldık." (Enbiya, 21/91)
buyurulmuştu. Oradaki zamirlerin hepsi müennes olduğundan zamirinin de
semâî (işitmeye bağlı) müennes olan "ferc" kelimesine gönderilme
ihtimali olmakla beraber diğer zamirlerden ayrılmaması için Meryem'in
kendisine gönderilmişti. Halbuki burada müzekker zamiriyle buyurulmuş
ve bu suretle diğer zamirlerden ayrılmış olmakla, dönüş yeri itibarıyla
elbette dikkati çekmektedir. Doğrusu, sözkonusu zâmirin ferce
gönderilerek Enbiya Sûresi, 21/91. âyette bulunan 'yı tefsir etmiş
olmasıdır. Daha önce de sözü edildiği gibi maddesi, esasen lugatte
açmak ve ayırmak mânâsına konulmuş olmakla (ferc) kelimesi mastar
olduğu zaman gam ve kederi açmak mânâsına geldiği gibi isim olduğu
zaman da şakk ve fürce gibi iki şey arasındaki açıklık mânâsına olarak
herhangi bir yarığa, yırtığa, çatlağa ve aralığa denilir. Ve açıklık
anlamıyla bilhassa insanın bacakları arası demek olan apış arası
mânâsında hakikattır. Sonra bununla gerek erkek ve gerek dişinin avret
mahalli olan uzvundan kinaye yapılır. Ve bu kinaye dişininkinde asıl
anlamıyla beraber bulunduğundan dolayı daha fazla yaygın olarak
kullanılmıştır. İnsanın çift olan organlarının isimleri Arapça'da semaî
müennes olduğundan bu kelimenin de uzuv mânâsına gelmesi durumunda göz,
kulak, el ve ayak gibi müennes olması gerekip dişi zamiri gönderilir.
Diğerlerinde ise, iki şey arasındaki açıklık mânâsı düşüncesiyle
müennesliği de müzekkerliği de caizdir. Kur'ân'ın edebî üstünlüğü bu
bilgi lafızlarını hep kinaye olarak zikreder. İşte Enbiyâ Sûresi'nin
91. âyetinde burada eklinde bir müennes bir de müzekker olarak ifade
edilmesi, her iki zamirin merciinin ferc olduğunu gösterdiği gibi
bundan maksadın bilinen uzuv değil, kinaye veya başka bir mânânın
olduğu da anlatılmış demektir. Onun için bu hususta İbnü Abbas'tan
nakledilen tefsirde, "Cebrail gömleğin yakası içine üfledi." denilmekle
bu üfürmenin aşağıdan değil, yukarıdan olduğu ifade edilmiştir. Üfürme
tabir edilmesi de ruhun yayılmasıyla gebeliğin kabarmasından kinayedir.
Kısacası hem Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti.
Kitaplar, peygamberlere indirilmiş bütün kitaplardır. Kelimeler de,
onlarda ifade edilen ve Allah'ın her şeye kadir olduğunu "O'nun işi bir
şey yaratmak istediği vakit, sadece "ol" demektir ve o şey derhal
oluverir." (Yâsin, 36/82) âyetinde de belirtildiği gibi, dilediğini
yaratıcı olduğunu anlatan olağanüstü olaylar ve mucizelerle ilgili
vahiy haberleridir ki, Meryem onlara inanmış olduğu gibi bu şekilde
İsa'ya gebe kalarak kendisi de onlardan bir kısmına fiilen muhatab olup
o haberleri doğru çıkarmıştı. Ve kânitinden, yani itaate, namaz ve
ibadete devam eden itaatkârlardandı. "Kânitin" cem'i müzekker sîgası
olmakla, Meryem "kânet"in altında "hiye" zâmiri ile müennes (dişi)
olarak ifade edilirken, erkek olan "kânit"lerden sayılarak, aynı
zamanda hem dişi hem erkek vasfını biraraya toplayıcı bir halde
gösterilmiştir. Nitekim Al-i İmrân'da "Rabbine ibadet et: Secdeye
kapan, eğilenlerle beraber sen de eğil." (Al-i İmrân, 3/43) âyetinde de
bu mânâ vardır. Müfessirler bunu iki şekilde yorumlamışlardır. Birisi,
mescidde namaz ve itaat hizmetine devam eden erkekler arasında ve o
gruptan sayılmış olmasıdır. Diğeri de öyle kendilerini ibadete verenler
sülâlesinden gelmiş bulunmasıdır. Mamafih her iki yorum da kendisinde
iki şerefin toplanmasını ifadeden uzak olmadığı cihetle biz, burada
arzettiğimiz mânâya bir işaret bulunduğunu da görüyoruz. En iyisini
Allah bilir.
İşte Allah
Teâlâ
iki şanlı Peygamber olan Nuh ile Lut (a.s)'un hanımlarını küfürle
hıyanetlerinden dolayı adlarını kötüye çıkarıp, cehenneme atılmaya
mahkum olan en fena kimselerle beraber o kötü akibete uğratarak
kâfirlere, küfrün korkunç bir sonuca götürdüğünü göstermek için birer
nümune yapmış olduğu gibi, kaderinde Firavun'un eline düşüp onun hatunu
olması takdir edilen Müzâhim kızı Âsiye'yi iman ve şehadetle Allah'a
yaklaşma yolundaki o güzel dileklerine ulaştırmak sûretiyle Firavun'un
ve adamlarının şerrinden ebediyyen kurtuluşa çıkarıp, yükselterek aynı
şekilde İmrân'ın kızı Meryem'i de öyle akılları hayran bırakacak temiz
ve rûhânî bir üstünlüğe erdirerek, ikisini de iman edenlere, imanın
güzel akıbetini anlatmak için birer darb-ı mesel yapmıştır. Gerçi
bunlar Allah Teâlâ'nın akıl üstü, garip, harikulâde keramet ve
mucizeler kabilinden takdir ve ihsan ettiği görüntülerden iseler de,
küfür ve hıyânet, iman ve ihlâs ile ciddi dilek, ihsan ve iffet, tasdik
ve ibadet gibi insanların ihtiyarî fiilleri ile de alâkası gösterilmiş
iman konularından oldukları cihetle, tasdik edilmesi ve uyulması akıl
ve şuur, kalp ve vicdan sahibi her insan için ibret dersi olacak ilâhî
kelimeler olduğu da anlatılmıştır. Muhakkak ki Peygamber'in ailesi;
müminlerin anneleri olan eşleri ve kızları ile ehl-i beyti, Ahzâb
Sûresi'nin (33/33) âyetinde "Allah sizden, sadece şek ve şüpheyi
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." buyurulduğu üzere en güzel
örnek ve ibret alanların önündedirler. Hz. Hatice, Hz. Aişe ve diğer
Peygamber eşleriyle Hz. Fatıma'nın fazilet ve menkıbeleri hakkında
hadis ve tefsir kitaplarında nice sözler zikredilmiş ve nice müstakil
eserler yazılmıştır. Binaenaleyh, bütün müminler ve aileleri bunları
hiçbir zaman dikkat nazarlarından uzak tutmayarak kendilerini ve
ailelerini o dehşetli ateşten koruyup Allah'ın nurundan tam istifade
etmek için gayret sarfetmelidirler. Bu suretle Tahrim Sûresi'nde aile
hukuku ve terbiyesi konusunda, Talâk Sûresi'nin bir tamamlayıcısı
olarak Teğâbun Sûresi'nin sonundaki "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve
çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama
affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız,
bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." "Doğrusu mallarınız
ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükafat ise Allah'ın
yanındadır." âyetlerini açıklayarak sözkonusu sûrenin tamamlayıcısı
olarak son bulmuş olduğundan şimdi burada Teğâbun Sûresi'nin başındaki
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk O'nundur,
hamd O'nadır. Her şeye gücü yeten O'dur." (64/1) âyetine ve orada tâ
Hadîd Sûresi'nin evveliyle Vâkıa Sûresi'nin sonundaki "Öyleyse Rabbini
o büyük adıyla tesbih et.." (56/96) emrine kadar bütün bu beyanatın
aslına uygun ve ürününün elde edilmesiyle ilgili bir safhaya geçiş
hususunda Mülk
Sûresi başlayacaktır.
|
|