|
Elmalı Tefsiri
1-8- Bunların
iki isim olması gerektir. Onun için araları ayrılmış ve iki âyet
sayılmış gibi bir isim olduğuna göre ayırılması, başında diğer
"Hâ-mîm"lere uygun olması için denilmiştir. Böyle, bu vahiy tarzı ile
veya ilerde gelecek mânâ ile vahiy veriyor ve verir sana ve senden
önceki peygamberlere. Keşşaf sahibi burada şöyle der: "Yani bu sûrenin
kapsadığı mânâlar öyle mânâlardır ki yüce allah onun aynısını hem bu
sûrenin dışında sana vahy etmiştir, hem de senden önceki peygamberlere
vahyetmiştir. Bu şekilde yüce Allah bu mânâları Kur'ân'da ve semavî
kitapların hepsinde tekrar buyurmuştur. Çünkü bunlarda eninde sonunda
kullarına beliğ bir uyarı ve büyük bir lütuf vardır." "Vahyetti"
buyurulmayıp da muzari (şimdiki zaman) lafzı ile "vahyediyor"
buyurulması da böyle vahyetme âdeti olduğuna delalet içindir. Bundan
başka burada bir de şu mânâ vardır. Yüce Allah'ın sana ve senden önceki
peygamberlere vahyinin tarzı bu vahyi gibi, yani bu sûrede beyan ve
tarif olunduğu gibidir. Çünkü vahyin çeşitleri bu sûrenin sonunda
"Bununla birlikte hiçbir beşer için mümkün değildir ki Allah ona başka
suretle kelam söylesin, ancak vahiy ile veya bir perde arkasından
veyahut bir elçi gönderip de izniyle ona dilediğini vahyetmesi
müstesna." (Şûrâ, 42/51) diye beyan olunacaktır." ın da bu üç tarza
rumuz olması muhtemeldir. (Nisâ Sûresi'ndeki "Nuh'a, ondan sonraki
peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a,
evlatlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a
vahyettiğimiz ve Davud'a Zebur verdiğimiz gibi şüphesiz sana da
vahyettik biz." (Nisâ, 4/163) âyetin tefsirine bkz.) "Nerde ise gökler
üstlerinden çatlayacak gibi titreşiyorlar." Bu ifade yüce Allah'ın
yüceliğini, eserlerini anlatmaktadır. Yani Allah öyle yüksek ve öyle
büyük ve azametlidir ki cismanî yükseklik ve büyüklüğün timsali olan
semalar, o yüksek gökler, O'nun celal ve azametinin heybeti altında
üstlerinden çatlayıverecek gibi ezilip titremektedir. "Üstlerinden"
denilmesi Allah'ın yüksekliğinin semaların yüksekliğinin üstünde
olmasındandır. Zemahşerî'nin dediğine göre; çünkü yüce Allah'ın
celalini ve azametini gösteren âyetlerin en büyükleri semaların üstünde
Arş ve Kürsî ve arşın etrafında tesbih ve takdis ile çalkalanan
meleklerin safları ve daha nasıl olduğunu Allah'tan başkasının
bilemeyeceği büyük saltanat eserleridir.
Ve
yeryüzündekiler için mağfiret isterler. Şefaat, ilham ve itaate
sevkeden sebepleri ortaya koyma gibi araçlara koşarlar. Bu mânâ ise
genellikle mümini ve kâfiri kapsar. Hatta "istiğfar" eksiği örtmek
mânâsına tefsir olunursa hayvanı ve cansız varlıkları bile kapsar.
Tekabül (karşılık olarak getirme) karinesiyle müminlere tahsis olunduğu
takdirde ise maksat şefaattır.
***
10- Sizin
ve
gavurların gerek dine ve gerek dünyaya dair, hakkında ihtilaf ettiğiniz
herhangi bir şey ki onun hükmü, o ihtilafı kesip atacak hüküm Allah'a
aittir. Onu başkası değil, o halleder. O bir araya toplanma günü
haklıyı haksızı O ayıracak. "Bir fırkayı cennette, bir fırkayı da
cehennemde." (Şûrâ, 42/7) O yapacaktır. Burası Resul'ün
peygamberliğinden hikayedir veya yukardaki "Vahyettik." karinesiyle bir
"De!" emri, takdiren vardır. Yani de ki işte o hikmet sahibi Allah'tır.
Benim Rabbim, malikim, sahibim, ben O'na tevekkül etmişim. Bütün
işlerimde yalnız O'na dayanmışımdır. Ve hep O'na yüz tutarım. Başımın
sıkıldığı her zor işte O'na müracaat eder, O'na sığınır, O'na
yalvarırım.
11- O
gökleri ve
yeri yaratan, sizin için kendilerinizden, yani kendi cinsinizden yine
insan olarak çiftler, dişiler yaratmıştır. Hakkınızda minnete layık bir
nimet, bununla birlikte bu insanlara mahsus değil Hayvanlardan da
çiftler, yani hayvanların içinde de cinslerinden çiftler yaratmıştır.
Yahut sizin menfaatleriniz için hayvanlardan da erkekli dişili sınıf
sınıf eşler yaratmıştır. Bu fıkranın zikrinde insanların hayvanlara
"ortaklığı" özelliğini hatırlatma vardır. Çünkü eşleşme ve üreyip
çoğalma esas itibarıyla hayvanî bir özelliktir. Sizi onun içinde, yani
zikrolunan bu yapı, bu eşleşme tedbiri içinde zürriyetlen-dirip
üretiyor. Bu şekilde sizin eşleriniz, emsalleriniz evlatlarınız oluyor,
çoğalıyorsunuz. Fakat O'nun misli gibi bir şey yok, doğrudan doğruya
O'nun misli, aynısı bir şey bulunması şöyle dursun, O'na benzer bir şey
bile yoktur. Bu şerefli söz Allah'a benzer olmadığını ifade ile tevhid
ve tenzihde sağlam, belâgatlı bir delildir. Allah gibisinin olmadığını
ifade etmekten maksat, kendine benzer olmadığını ifadede mübalağadır.
Nitekim "Senin gibi bir kimse cimrilik etmez." derler. Bununla onun
zatında, şahsiyetinde cimriliğin olmadığını ifade etmek isterler, bunun
olmadığını ifadede mübalağa etmiş olmak için kinaye üslubuna giderler.
Bu mânâ dilimizde de çok yaygındır. Mesela senin gibi bir kimse ona
tenezzül eder mi? desek sen ona tenezzül etmezsin demiş oluruz. Bunda
mübalağa ile birlikte bazen ta'zim de kastedilir. Dolayısıyla, bu
niteliğin olmadığında doğrudan doğruya kendine nisbeti tasavvur bile
caiz olamayacağına işaret gibi bir incelik vardır. Bazen de bu bir
istidlal (delil getirme) neşesi verir. Hatta bu kinaye mânâsı o kadar
kuvvetlidir ki burada gerçek mânâsı üzere "Allah'a benzer bir şey yok."
denilse idi, kinaye yolu ile zatının olmadığını ifade şüphesi ve kusuru
bulunacağından dolayı güzel olmazdı. Keşşaf sahibi der ki: "Bunun
kinaye olduğu bilinince 'Allah gibi bir şey yok' demekle misli gibi bir
şey yok demek arasında kinayenin verdiği faydadan başka bir mânâ farkı
olmadığı anlaşılır ki ikisinin de mânâsı zatında benzerliğin olmadığını
ifadedir. Allah'ın misli yok demektir."
MÜMASELET:
(Benzerlik), hakikatte ortaklık, yani zatî sıfatta benzeyiştir. "Yerini
tutabilecek şekilde özel sıfatta ortaklıktır." diye tarif edilmiştir.
Bu açıklamaya göre asıl mânâ, Allah'ın benzeri olması suretiyle bir
başkasına benzetilmesinin mümkün olmadığının ifade edilmiş olmasıdır.
Bununla birlikte benzerliğe yakın bir şekilde benzetmenin olmadığı
ifade ediliyor denilmesi daha uygundur. Alûsî, der ki: "Bu âyet her
açıdan Allah'ın başkasına benzerliğinin olmadığını ifade etmektedir."
Bu hükme herhangi bir şeyin O'na eş olamayacağının ifadesi de dahildir.
Bu âyetin öncesine bağlanma yönü de budur. Bu açıklama, İhlâs
Sûresi'ndeki "Hiçbir şey O'nun dengi değildir." (İhlâs, 112/4)
ifadesinin mânâsıdır. Ebu's-Suud'un açıklamasına göre âyetin irtibatı
şu mânâ iledir: "Bu göz kamaştırıcı eşsiz idarenin içine dahil işlerden
hiçbir işte O'nun misli yoktur. Yani O'nun yaptığı gibisini yapacak
yoktur." Ragıb'ın ifade ettiği diğer bir mânâya göre, O'nun sıfatı gibi
sıfat yoktur, denilmesi de buna yakındır. Gerçi yüce Allah'ın ahlak ve
niteliklerinden ilim ve irade gibi bazıları ile insanın da nitelendiği
varsa da o sıfatların yüce Allah'taki niteliği ve gerçek yüzü
insanlardaki gibi değildir. Buna özellikle işaret için de buyuruluyor
ki: Ve O, öyle Semî öyle Basîr'dir. Yani misli olmayan işitici ve
görücüdür. İşitilmeye uygun olan şeylerin bazısını değil hepsini işitir
görülenlerin ve varlıkların hepsini görür, hem insanlarda olduğu gibi
dış dünyadan duyu organlarının etkilenmesi yolu ile değil, sonradan
olma durumundan hayal kurma ve vehmetmeden uzak ve ezeli bir idrak ile
bilerek işitir ve görür. Gerçi "Gerçekten biz insanı birbiriyle karışık
bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici,
görücü yaptık." (İnsan, 76/2) buyurulduğu üzere, insanı işiten ve gören
bir yaratık yapmıştır. Fakat O, böyle yaratılmış ve "Sizi bu şekilde
zürriyetlendirip üretiyor." (Şûrâ, 42/11) âyetinin mânâsınca yaratılıp
duran işitici ve görücü değil; O, kulakları ve gözleri yaratan ve
onları mülkünde tutup idare eden, benzeri bulunmayan, ezelî ve her şeyi
kuşatan gerçek bir işitici ve görücüdür. Edilen inabeleri, kendisine
yönelişleri, yapılan niyazları işitir, bütün ihtiyaçları görür ve
gözetir.
12-
O'nundur
bütün göklerin ve yerin kilitleri. Hiç kimsenin erişemediği, el
süremediği hazineleri, gizli servetleri dilediğine rızkı açar, kısar
da, kimisine bol verir, kimisine dar, aynı kimseye de bazı bol verir,
bazı dar. Çünkü O her şeyi bilendir. Hepsini her yönüyle pek iyi bilir,
her yaptığını gereği gibi bilerek yapar, her dileyişinde, dar
vermesinde de bir hayır ve hikmet vardır. Bu cümle, böyle öncesine göre
bir sebep, sonrasına da bir hazırlıktır ki "Şüphesiz ki Allah ne
dilerse ona hükmeder." (Maide, 5/1) ifadesince iradeye bağlı bir emir
olan teşriin (şer'î kanun koymanın) mükemmel bir ilimle de alakasını
gösterir.
13-Yani
sırf bir
dileme ve irade değil, her şeyi bilen bir ilim ile birlikte bir hüküm
ve hikmet ile Sizin için meşru kıldı. Ey Muhammed ve ümmeti! Sizin
iyiliğiniz ve yararınız için şeriat olmak üzere koydu ve kararlaştırdı,
açık yol, genel kanun yaptı. Dinden Nuh'a tavsiye buyurduğunu ve sana
vahyettiğimizi. Sûrenin başında "İşte böyle vahyediyor sana, senden
öncekilere de." (Şûrâ, 42/3) buyurulduğu üzere ta Nuh'tan sana
gelinceye kadar geçmiş ulu'l-azm peygamberlere ve özellikle İbrahim'e
ve Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şöyle ki dini ikame edin,
dürüst, doğru kılın, doğrultun, doğru tutun, doğru din tutun ve doğru
tutun.
DİN:
İhtiyarî
fiillerin (serbest irade ile yapılan fiillerin), iyiliğine veya
kötülüğüne göre, sonunda iyi veya kötü bir neticeye varacağına, sevap
veya ceza, bir akıbete sebep olacağına inanarak Hak Teâlâ katında en
güzel akıbete ermek için tutulacak yoldur. Bu şekilde din, insanları
tabiatta cereyan eden cebir (zorlama) ve ıztırar (mecbur kalma, zorda
kalma) baskılarının üstüne istekleriyle yükseltecek olan bir hürriyet
yolu, yani hürriyet ve iradenin başarı ve sorumluluğu kanunudur. Onun
için bütün tabiatların üstünde her şeyin yaratıcısı, "Onun misli gibi
bir şey yoktur." (Şûra, 42/11), her şeyi bilen yüce Allah'ın hüküm ve
iradesine yükselmeden doğru din bulunamaz. Dinin doğrusu "Bizi doğru
yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet." (Fatiha, 1/6) diye
beyan buyurulan doğru yol, tevhid ile yüce Allah'ın hükmüne iman ve
itaat, yani İslâm'dır. Onu "doğru tutmak" da erkânını ihlal etmekten
muhafaza ederek âyetlerinden ve delillerinden doğrusunu anlayıp iman ve
amelde ihlas ile tatbik etmektir. Doğru tutun, ve onda tefrikaya
(ayrılığa) düşmeyin. Çeşitli heveslere veya çeşitli ilâhlara tabi olup
da asıl dini ayakta tutmakta ihtilaf çıkarmayın, dağılmayın. İşte bu
emir ile bu yasak da Nuh (a.s.)'dan, Muhammed (s.a.v.)'e kadar gelen
şeriat sahibi peygamberlerin hepsine emir ve tavsiye olunan bir din
"Kanun-ı Esasî"si (anayasası), bir şeriatıdır ki bütün peygamberler
bunu tatbik için gönderilmiş; hepsi, zamanındaki din bozukluklarını
düzeltmek için doğru din ile gelmiş, tefrikayı (ayrılığı) kaldırmak
için tevhide davet eylemişlerdir. Her birinin zamanına göre
şeriatlerinin ayrıntılarında bir diğerini yürürlükten kaldıran çeşitli
hükümler bulunmakla birlikte Muhammed ümmetine şeriat yapılan bu
esasta, bu İslâm temelinde hepsi birdir.
Muhyiddin
Arabî,
Futuhat-ı Mekkiye'sinin sonunda vasiyyet bölümünde bu âyetten
başlayarak der ki: Yüce Allah vasiyyet-i âmme'de (genel tavsiyesinde,
emrinde) "(Allah) Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahiy
eylediğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye kıldığımızı kanun
yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin." (Şûra,
42/13) buyurdu. Şimdi, Hak Teâlâ, dini ayakta tutmayı, -ki o, her zaman
ve millette o zamanın şeriatidir- onun üzerinde bir araya gelmemizi ve
onda ayrılık çıkarmamızı emreyledi. Çünkü "Allah'ın eli cemaatle
beraberdir." Kurt da sürüden ayrılan koyunu yer ki o da topluluğun
bulunduğu yerden kaçıp uzaklaşarak yalnız kalandır. Bunun hikmeti
şudur: Allah Teâlâ'nın mabud bir ilâh olarak düşünülmesi ancak esma-i
hüsnası sebebiyledir. Bu esma-i hüsnadan uzak olması sebebiyle
değildir. Onun için "esmâ"nın çokluğu ile birlikte zatını birleştirmek
lazımdır. O, bunların tümü ile ilâhtır. Bundan dolayı "Yedullah" yani
kuvvet, cemaat iledir. Hakimlerden (bilge kişilerden) birisi vefat
ederken evladına vasiyyet etti. Onlar bir topluluk idiler, "Bana bir
kucak değnek getirin." dedi. Getirdiler, tuttu onları toplayıp bir
deste yaptı, "Bunu böyle toplu olarak kırın." dedi, kıramadılar. Sonra
dağıttı "Birer birer kırın." dedi kırdılar, "İşte dedi, siz de benden
sonra böylesiniz, toplu olduğunuz sürece mağlup olmaz yenilmezsiniz.
Ayrıldınız mı düşmanınız fırsat bulur sizi mahveder." İşte dini tutacak
olanlar da böyledir. Dini ayakta tutma hususunda bir araya gelip de
dağılmadıkları takdirde düşman onlara kahredemez. İnsan kendi nefsinde
de böyledir. Nefsinde kendini toplayıp da Allah'ın dinini yerine
getirmeye azmettiği zaman, ne insanlardan ne cinlerden bir şeytan,
vereceği vesvese ile onu imanın ve meleğin yardımı karşısında yenemez."
Müşriklere
ağır
geldi, o senin kendilerini davet edip durduğun şey, o putlardan, o şirk
ve ayrılıktan vazgeçip tevhid ile İslâm'a girmek, dini doğrultmak işi.
Allah ona, dinine veya kend sine dilediğini seçer, derer, ve kim gönül
verirse ona onu başarılı kılar. O doğru yola onu çıkarır.
14- O
ayrılanların ayrılmaları ise, gerek peygamberlere karşı ayrı baş
tutarak muhalefet etmeleri, gerekse onların arkasından ümmetlerinin
dinde tefrika çıkararak birbirleriyle uğraşmaları, başka bir sebeble
değil, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, tefrikanın zararlı ve
sonu kötü olduğu peygamberlerin tebliğiyle ve hatta tecrübe ile
malumları olduktan sonra aralarındaki azgınlıktan dolayıdır.
Kıskançlık, çekememezlik, dünya hırsı ile haksız istekler, aşırı
sevdalar yüzündendir. Demek ki ilim insanların düzelmesi için yeterli
değildir. Nefs-i emmârenin öyle kötü hisleri vardır ki insanları
bildiklerinin tersine açık açık fenalıklara sürükler, onun için
insanlığın ahlâkının düzeltilmesi konusunda ilimden başka hislerin
süslenmesi, geliştirilmesi için pratik bir terbiye daha lazımdır. Dinî
terbiyenin bu özelliği ile de özel bir önemi vardır. Madem ki ilim
böyle idi: Bu kadar peygamberlere "Onda tefrikaya (ayrılığa) düşmeyin."
buyurulmuş idi. O halde bunu dinlemeyip o ayrılıkları çıkaranlar hemen
ilmin gereği olan cezalarını görmeleri gerekmez miydi? denilirse ve
eğer Rabbinden bir kelime geçmiş olmasaydı, azab için ezelde bir vakit
ve saat takdir edilmiş bulunmasaydı belirlenmiş bir süreye kadar diye,
"Bir zümrenin cennette, bir zümrenin cehennemde." (Şûra, 42/7) olacağı
kıyamet gününe bırakılmış olmasaydı aralarında hüküm yerine
getirilirdi. Hemen ayrıldıkları sırada cezaları verilir, işleri
bitirilirdi. Fakat Allah, "Onlara vaad olunan asıl vakit, o saattir."
(Kamer, 54/46) buyurmuş, o hükmün yerine getirilmesini belirli bir süre
ile ceza gününe ertelemiştir. Onlardan sonra kitaba vâris kılınanlar
ise, o peygamberlerin arkasından kitaba varis kılınan, yani şimdi
Muhammed'in asrında bulunan kitap ehli de ondan yani kitaplarından
muhakkak bir şüphe içinde, kararsız bulunuyorlar, kıvranıyorlar.
15- şimdi
onun
için, yani şeriatın emri, öyle dini ayakta tutma, şu an da böyle "bağy"
(çekememezlik, kıskançlık, dünya hırsı) ile tefrika (ayrılık), şüphe ve
tereddüt içinde olduğundan dolayı ey Muhammed! sen hemen davet et, o
doğru dine tevhid ve İslâm dinine çağır, ve emrolunduğun gibi doğruluk
et, doğru git, de onların -yani gerek müşriklerden ve gerek ehli
kitaptan davet eylediğin halkın- heveslerine uyma. Onların çeşitli,
hakka aykırı batıl arzularına tabi olma, çünkü dinin eğilmesi,
tefrikanın sebebi hep heveslere tabi olmaktır. Onlara uyma ve de ki ben
Allah'ın indirdiği her kitaba iman ettim, bazısına inanıp da bazısına
inanmamazlık etmem ve şüphe üzere değilim. Ve emrolundum ki aranızda
adalet yapayım. Allah'ın hükümlerini ve şeriatini adalet ile tebliğ ve
icra eyliyeyim. O zulüm kaynağı olan, şunun bunun hevesi ile yapılan
şirk ve azgınlık hükümlerini atıp, Hak hükmüyle Allah için herkes
arasında adalet edeyim. Bundan anlaşılır ki dini doğrultmanın en önemli
görüntülerinden birisi zulüm hükümlerini kaldırıp adalet etmekti. Bu da
Allah'ı bir bilip dinine, doğru sarılmakla olur. Allah bizim de
Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Hepimizin yaratıcımız, hakimimiz,
mevlamızdır. Bizim amellerimiz bizim, iyiliğinden kötülüğünden siz
sorumlu olmazsınız, karşılığında sevabı veya cezası bize aittir. Sizin
amelleriniz de sizindir. Onun da sorumluluğu sizin, kâr ve zararı,
cezası size aittir. Sizinle bizim aramızda "huccet" yok, tartışmaya ve
birbirimize delil getirmeye gerek yok ey Kitap ehli! Çünkü bu açıklama
ve ispat ile Hak ortaya çıkmış, başkaca münakaşaya ihtiyaç kalmamıştır.
Allah aramızı birleştirecek, toplanma günü olan kıyamet günü hepimizi
bir araya toplayıp hükmünü verecek. Ve hep O'na gidilecektir. Her neye
tapılır, her ne emele hizmet edilirse edilsin nihayet herkesin varıp
hesap vereceği merci yalnız Allah'tır. "Sizinle bizim aramızda hüccet
yok." ifadesinin mânâsını açıklamak için buyuruluyor ki:
16- O'na
uyulduktan sonra, yani Allah'a uyulduktan, bu beyan gereğince bütün
indirdiği kitaba iman edilip, emri dosdoğru tutulduktan sonra, Allah
hakkında, veya Allah'ın dini hakkında münakaşaya kalkışacak olanların
delilleri Rableri katında çürüktür. Ne teorik, ne pratik, ne naklî ne
aklî hiçbir tutanakları kalmaz. Delil ancak eğriliğe ve eğrilere karşı
yönelik olur. İlmî ve amelî açıdan ortada olan "Hak" ve "İstikamet"
karşısında yapılan münakaşa, sırf bir azgınlık ve haksızlık ilanından
ibaret kalır. Onun için Allah katında delilleri çürük olmaktan başka
hem aleyhlerine bir gazab hem de haklarında şiddetli bir azab vardır.
17- Allah
odur
ki hem hakkıyla kitap indirmiştir, Hakkı, hakkın hükmünü beyan için
hakk olarak, hak peygamberlik ile kitap cinsini, özellikle Kur'ân'ı
indirmiştir, hem de mizan, denge kanunu, adalet ki bu sayede eşya
tartıldığı gibi ameller de tartılır, akılda ve nakilde hakkın hükmü
ortaya çıkar ve ona göre cezası verilir. Ve ne bilirsin belki kıyamet
saati yakındır, amellerin tartılıp hesabın görüleceği o kıyamet günü
gelmek üzeredir.
18-Çünkü
Ona
imanı olmayanlar onun acele ile gelmesini isterler. Çabuk oluversin
diye acele ediyorlar. Ki bu acele etmek hâlen (tutum ve davranışla) ve
kâlen (dil ile) olmak üzere iki şekildedir. Birisi olacağına
inanmadıkları için doğru ise, hani ne zaman o vaad? "Siz doğru
söyleyenler iseniz bu tehdit ne zaman?" (Yâsin, 36/48) diye eğlenmek
suretiyle, dilleriyle acele ederler. Bir de imanları olmadığı için
küfürle, haksızlıkla dengenin, adaletin bozulmasına, alemin nizamının
(düzeninin) ihlaline sebep olmak suretiyle fiilen acele ederler. İman
edenler ise ondan kaçınırlar, mizanlarının (terazilerinin) hafif
gelmesinden korkarlar da iyilik ve hasenatlarını artırmak, daha çok
sevap elde etmek için korunurlar. Ve bilirler ki o haktır, muhakkak
olacaktır. iyilik belki o "saat" hakkında şüphe uyandırmaya kalkışanlar
herhalde uzak bir sapıklık içindedirler. Haktan uzağa sapmışlardır.
Âlemin faniliği delillerine rağmen kıyamet saatinin meydana gelmesi
hemen hemen gözle görülür elle tutulur denecek kadar kuvvetli iken onun
caiz olduğuna yol bulamayan, ondan ötesine hiç bulamaz.
19- Allah
kullarına karşı lütuf sahibidir. Kulluğunu bilen, vazifesini doğru
yapan kullarına çok lütufkârdır. Onları çeşitli lütuflarla öyle mutlu
kılar ki akıllar onu kavramaktan acizdir. Her dilediğini bir şekilde
rızıklandırır. Kullarından her birini büyük hikmeti içeren "dilemesi"ne
göre bir çeşit lütuf ile seçkin kılar. Ve öyle güçlü, öyle azizdir ki
her şeye ve herkese karşı dilediği gibi iradesini uygulamaya, vaadini
yerine getirmeye kadir ve hiçbir sebep ve şekilde mağlup edilmez, her
yönden galiptir. Onun için dinini doğru tutan kullarını o korkunç
"saat" geldiği zaman perişan etmez, kuvvet ve izzetiyle türlü
lütuflarından nasiplendirir. Bu lütfun "saat"tan sonra zikredilmesi,
"ibtidaî" (cümle başlangıcı) değil, onun arkasından tertiplenmiş bir
vaad olduğuna işaret eder. Burada kulların Allah'a izafe edilerek
"Allah'ın kulları" denilmesi ya şeref için olarak "İman edenler ise
ondan çekinirler." (Şûra, 42/18) buyurulan müminleri gösterir veya
kelime "kul" kelimesinin çoğuludur. Bu şekilde hem bu vaadin iman ve
kulluğa gerekli olduğunu ima eder, hem de esas itibarıyla bu sonucun
zorunlu olmayıp lütuf ve ilâhî dileme eseri olduğunu anlatır.
Din ilminin
konusunun iradî fiiller olduğuna dikkat çekmek ve bu lütuf ve vaadin
niyyet ve iradeye bağlı olduğunu açıklamak için de buyuruluyor ki:
20- Her
kim
ahiret "hars"ı murad ederse, isterse. HARS, aslında sözlük anlamı
olarak yeri onarıp tohum atmak demektir. Kamus şerhi sahibinin
hatırlatmasına göre "zer'" (ekin ekmek) fiilinden daha geniş
anlamlıdır. "Hars" sürmek mânâsına da gelir. Ragıb'ın dediği gibi
"mahrus"a yani ekilen tarlaya ve ondan meydana gelen ekine de "hars"
denilir. Kelimenin asıl mânâsı olan bu iki mânâyı, "ekim" ve "ekin"
diye ifade edebiliriz. Bu mânâlardan istiâre yoluyla ilerde kazanmak
için yapılan çalışmalar, çabalarla onların meyveleri ve sonuçları
hakkında da kullanılır ve örf olmuştur, nitekim bu âyette de böyledir.
Amel veya sevabı demektir. Bu âyet bize gösteriyor ki din işi bir
"hars" yani ucunda hasılat almak, kazanmak maksadıyla yapılan bir ekim,
bir kültür işidir. Bu da ucunda istenilen yani niyet olunan gaye ve
maksatla uyumludur. Bu yönüyle "hars" iki kısımdır. Birisi ahiret
gayesi, ahiret sevabı diğeri de dünya yararı ve menfaati arzu
edilendir. Her kim din adına yaptığı ameli sırf ahiret sevabına niyyet
ederek yaparsa biz ona kazancında fazlalık veririz. Ekinini, hasılatını
artırırız, yani ahirette kat kat fazlasıyla vereceğimiz gibi
dünyasından da veririz, o lütuf ve rızık o şekilde artar. Her kim de
dünya harsini isterse, dünya kârı için, yani ölmezden önce dünya
hayatında ereceği bir maslahat ve gaye için çalışırsa Ona da ondan, o
geçici dünyadan veririz. "Hûd" ve "İsrâ" sûrelerinde geçtiği üzere
istediği kadar değil, amelinin haddizatında değerinden aşağı olmamak
üzere Allah'ın dilediği kadar dünyadan verilir. Ve fakat ona ahirette
hiçbir nasip yoktur. Buharî-i Şerif'in başında da rivayet olunan niyet
hadisi bu âyetin bir tefsiri gibidir. Şöyle ki "Ameller sırf
niyetlerdedir. Ve her kişiye niyet ettiği vardır. Mesela her kimin
hicreti Allah'a ve Resulü'ne ise onun hicreti Allah'a ve Resulü'nedir.
Her kimin hicreti ereceği bir dünyaya veya nikah edeceği bir kadına ise
onun hicreti de hicrete kalkıştığınadır." Bundan şu da anlaşılır ki
murat çeşitli fiillerin mukayesesi değil, aynı fiilin çeşitli niyetlere
göre hüküm ve sevabını göstermektir. Şu halde yaptığı fiili, hangi fiil
olursa olsun sırf dünya maksat ve gayesine ermek niyetiyle yapan
kimsenin ahirette onun için bir nasip, bir ecir ve sevap beklemeye hiç
hakkı yoktur.
21- Yoksa
onlar
için birtakım ortaklar mı var? Bu âyetin yukarıya üç yönden bağlantısı
ve ilgisi vardır. Bir kere, ahirette nasibi olmayan dünya ehlini
sakındırma ve hakir kılma olmak üzere öbür âyetin sonuna bağlanır.
İkincisi Allah'ın izin vermediği şeyleri meşru kılmak için şeriat
yapmaya kalkışmak dünya kazancı adına yapılan fenalıkların, şirklerin
başında sayılması gerekeceğini hatırlatır. Üçüncüsü de ta yukarıdaki
"Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiğimizi..."
(Şûra, 42/13) âyeti karşılığında müşriklerin cinayetlerini ele alıyor.
Yani Allah'ın şeriatına karşı gelmek için yoksa o müşriklerin, o çağdaş
kâfirlerin birtakım ortakları, Allah'a ortak olmak için ortaklık kurmuş
inkâr ortakları şeytanlar var ve istedikleri gibi şeriat koyma
yetkisini ellerinde bulunduruyorlar da dinden Allah'ın izin vermediği
şeyleri onlara meşru mu kıldılar? Mesela müşriklik, çeşitli hükümlere
uyma, ahireti inkâr, zulüm, verdiği sözü çiğnemek, güç yetirilmesi
imkansız şeylerin yapılmasını istemek gibi Allah'ın izin vermediği,
meşru kılmadığı birtakım şeyleri meşru kılıyorlar, diledikleri gibi din
yapıyorlar öyle mi? Fakat Allah'ın meşru kılmadığını meşru kılacak
hiçbir kuvvet yoktur. İnsanların teşrideki (kanun yapmadaki) çalışıp
çabalaması Allah'ın izin verdiği sınırı aşmamalıdır.
Ve eğer
"fasıl"
kelimesi olmasaydı aralarında hüküm yerine getirilmiş, bitirilmişti.
"Fasıl kelimesi" azabın belirli bir süreye geri bırakılmasına dair
ezelde önceden kararlaştırılan kelimedir. Burada "fasıl" hüküm veya
"beyan" veya "tefrik" (ayırma) mânâlarına olabilir. Tefrik mânâsında:
Müminlerle kâfirler arasında "Bir zümre cennette, bir zümre
cehennemde." (Şûra, 42/7) hükmü veya müşriklerle taptıkları ortakların
aralarının açılması veya dünya kazancı hükmünün ahiret kazancı
hükmünden ayrılması mânâları düşünülebilir. Gerçi mânânın aslı cezanın
saatine geri bırakılması meselesidir ki "Şüphesiz zalimler için can
yakıcı bir azab vardır." ifadesiyle tamama erdirilip beyan buyuruluyor.
Yani hak dinin gereği Allah şeriatının hükmü olan fasıl ve kaza ezelde
vakit ve saatine geri bırakılmakla icrasız kalmayacaktır. Bütün
zalimlere elemli bir azab muhakkaktır.
22-O fasıl
günü
gelecek. Göreceksin o zalimleri, Allah'ın izin vermediği şeyleri meşru
tanıtmak için yol açarak, hüküm koyarak, ceza vererek zulmeden ve
onlara uyan o zalimleri göreceksin ey muhatap! Yaptıkları zulümlerle
kazandıkları vebalin dehşetinden korkular içinde titrerlerken; o ise
tepelerine inmektedir. İman edip iyi ameller yapan kimseler ise
cennetlerin hoş ravzalarında, en hoş, en latif yerlerindedir.
RAVZA: Sulu,
yeşillik yerler olup bağların, bahçelerin en güzel oturulacak yerlerine
denir. Öyle ki onlara Rablerinin katında ne dilerlerse var. Yani o
cennet bahçelerinde olduktan başka Rablerinin huzurunda bulunacaklar,
cemalinin şerefiyle şereflenecekler ve işte orada bütün dileklerine
erecekler, ne isterlerse hazır bulacaklar. İşte bu müminlerin ereceği
bu ikbal, böyle her dilediğini ve dileyeceğini hazır bulma mutluluğu o
büyük lütuftur. Kadrini, değerini belirleme ve tayin mümkün olmayan ve
sonuna ulaşma ihtimali bulunmayan büyük ilâhî lütuftur. Bunun yanında
bütün dünya küçük, pek küçük kalır.
23- İşte
bu, bu
dinlediğiniz lütuf o müjdedir ki Allah o iman edip salih salih, güzel
güzel ameller yapan kullarına müjdeliyor. Allah, kullarına böyle
lütufkârdır.
De ki bu
tebliğ
ve müjdelemeye karşı ben sizden bir ücret istemem. Ancak buna üç mânâ
vermişlerdir. Birincisi: Akrabalıkta sevgi, yani hiç olmazsa size
akrabalığımdan dolayı haklarıma saygı göstermenizi isterim. Buharî,
Müslim, Tirmizî ve daha başkaları rivayet etmişlerdir ki: İbnü Abbas
hazretlerine bu âyeti sorulmuş. Said b. Cübeyr: Âl-i Muhammed
akrabalığı deyivermiş, bunun üzerine İbnü Abbas demiştir ki: Acele
ettin, Kureyş'ten hiçbir soy yoktur ki Peygamber (s.a.v.)'e akrabalığı
olmasın, hiç olmazsa sizinle aramdaki akrabalığa saygı gösterin. Bunun
sonucu şöyle demek olur: Peygamberliğim, risaletim, âlemlere rahmet
olmam dolayısıyla olan hukukumu tanımıyorsanız bari aramızdaki
akrabalık hukukuna saygı gösterin de söylediklerimi dinleyin, düşmanlık
etmeyin. İkincisi: Bana yakınlığı olanları, yani akrabamı sevmenizi
isterim diye mânâ verenler de olmuştur. Nitekim Said b. Cübeyr'in sözü
bunu gösteriyordu. Bazıları bu akrabalığı Hz. Ali ve Fatıma çocuklarına
özel kılmak istemişlerdir. Üçüncüsü: Alûsî'nin naklettiği gibi Abd b.
Hamid'in Hasen'den rivayet ettiği üzere yakınlıkta sevgi, yani güzel
amellerle Allah'a yakınlık hususunda sevgi demektir ki "kurbâ" nesep,
soy yakınlığı değil, "kurbet" yani Allah'a yakınlık mânâsınadır. Ve bu
mânâ hem daha geneldir, hem de âyetin öncesine ve sonrasına daha da
uygundur. Çünkü buyuruluyor ki Her kim bir hasene, güzel bir amel
kazanırsa biz ona onun hakkında daha fazla güzellik veririz, daha güzel
sevap veririz ve o sebeple hem o iyiliğin güzelliği artmış olur, hem de
daha güzelini yapmak yeteneği ihsan edilir. Çünkü Allah Gafur'dur,
bağışlayıcıdır, günahları örter. Şekûr'dur, güzel amellere, güzel sevap
ve mükafat ile karşılıkta bulunur. İyiliklerin ecrini zayi etmez.
24- Yoksa
Allah'a karşı bir yalan uydurdu mu diyorlar? Bu Kur'ân'ı yalan uydurup
Allah'a isnad ile iftira etti, diye iftira mı ediyorlar? Allah dilerse
senin de kalbini mühürler. Yani Kur'ân'a, uydurma yalan diyenler, sana
yalan isnad edenler kalpleri mühürlenmiş, hakkı duyacak yetenekleri
kalmamış kimselerdir. Yüce Allah dilerse senin kalbinin üzerini de
mühürleyiverir, vahyini, lütfunu kesiverir. Şu halde sen onların
dediklerine keder etme de Allah'ın lütfuna şükret. Hem Allah bâtılı
mahveder de kelimeleri ile hakkı yerine getirir, gerçekleştirir. Onun
için günden güne o yalan diyenlerin batıl sözleri mahvolur da senin hak
olan peygamberliğin gerçekleşir ve pekişir ve Kur'ân'ın vaadleri yerine
gelir. Kur'ân yalan olsaydı Allah onu gerçekleştirmez çok sürmeden
mahvederdi. Şüphesiz O bütün kalplerin içinidışını bilir. Senin
kalbindekini de bilir. Onların kalplerindekini de.
25-29-
Bununla
birlikte "O, kullarının tevbesini kabul edendir." Bundan dolayı o
günahkârlar da hemen tevbe edip o günahlardan vazgeçmelidirler.
Ve bu
ikisinde,
yani göklerde ve yerde yaymış olduğu debelenen canlı (da Allah'ın
kudretinin delillerindendir.) Bu âyetin ilk okunuşta anlaşılan mânâsına
göre göklerde de canlılar vardır. Mücahid de aynı kanaate varmıştır.
Diğer bazıları ise göklerdeki "Dâbbe"den maksat havada uçuşan
canlıların olduğu kanaatine varmışlarsa da böyle bir te'vile gerek
yoktur. Bunları böyle yaratıp yayan o Allah, dileyince hepsini
toplayıvermeye de kadîr, tamamıyla kadirdir. Onun için haşir ve neşir
(herkesin dirilip mahşere geleceği kıyamet) gününde tereddüde yer
yoktur.
30-
Başınıza ne
musibet geldiyse kendi ellerinizin kazanması sebebiyledir. Bu hitap ve
sesleniş günahkârlaradır. Çünkü sabır ile sevaba veya yüksek derecelere
ulaştırılmak gibi diğer birtakım sebeplerle günahkâr olmayanların
başlarına gelen musibetler de yok değildir. "Andolsun sizi biraz korku,
biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme
ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele." (Bakara, 2/155) Halbuki
birçoğundan affediyor da dünyada hesaba çekmiyor. Çünkü "Eğer Allah
insanları zulümleri yüzünden hesaba çekecek olsaydı yer üstünde hiçbir
canlı mahluk bırakmazdı." (Nahl, 16/61)
31- Ve siz
yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. Yani siz ne olsanız bu
yeryüzündesiniz ve her ne yaparsanız ne kuvvetler kazansanız başınıza
gelmesi takdir edilmiş olan musibetlerden yakanızı kurtaramazsınız. Ve
sizin için Allah'tan başka ne direkt olarak kurtaracak bir velî, bir
koruyucu vardır, ne de yardım edip onu savuşturacak bir yardımcı. Onun
için Allah'a sığınıp O'nun emirlerine, kanunlarına göre görev yapmaktan
başka şekilde korunmanın çaresi yoktur.
32- Ve
O'nun
âyetlerindendir denizde akan dağlar gibi ğemiler, sizin de yeryüzünde
haliniz o gemidekilerin hali gibidir.
33-Allah
dilerse
o rüzgarı yani o gemileri hareket ettiren, hareket sağlayan gücü
durduruverir, o zaman o gemiler denizin sırtı üstünde durakalırlar.
şüphe yok ki bunda, gemilerin denizin sırtı üzerinde duraklamasında çok
sabırlı, çok şükreden her kimse için birçok âyetler vardır ki
insanların acizliğini ve gerçekte Allah'tan başka ne bir velî, ne de
bir yardımcı olmadığını ispat eder. Fakat sabrı olmayanlar bu gemilere
binip de bu olayları müşahade ve üzerinde düşünmeye çalışamazlar, şükrü
olmayanlar da bu gözlem ve tefekkür nimetinin değerini bilip de
neticelerini ortaya çıkaramazlar onun için demişlerdir ki imanın yarısı
sabır, yarısı şükürdür.
34- Yahut
da
içindekilerin kazandıkları günahları sebebiyle veya mallarıyla birlikte
o gemileri telef eder, rüzgarı durdurmaz fakat şiddetli fırtına vererek
batırır, parçalar. Bununla birlikte birçoğundan da affeder, bağışlar,
batırmadan kurtarır.
35- Hem
bunları
bir de şunun için yapar ki âyetlerimiz hakkında mücadele edenler bilsin
anlasınlar kendilerine kaçamak, kurtuluş yoktur. Kurtuluş, ancak
Allah'ın âyetlerini kabul ederek onların gösterdikleri çerçevede
çalışmakladır.
36-Ey
Allah'ın
âyetleri hakkında mücadele eden kâfirler bütün bunlardan anlaşılır ki
şimdi size verilmiş bulunan şeyler her ne olursa olsun hep dünya
hayatının geçici metaıdır, geçimidir. Allah yanındaki ise hem daha
hayırlı hem daha kalıcıdır. Hem şer karışığı olmaksızın katıksız hayır
ve menfaattir, hem de devamlıdır, ebedidir. Fakat o kimseler için ki
iman etmişlerdir ve yalnız Rablerine tevekkül ederler. Ancak O'na
işlerini bırakırlar ve O'nun kudretine, vaadlerine ve tehditlerine
güvenerek emri dairesinde görevlerini yaparlar ve her vesile ile
rızasını ararlar. Hz. Ali'den rivayet olunur ki Hz. Ebu Bekir malının
hepsini tasadduk etmiş, birtakım kimseler onu kınamışlardır. Bu âyet o
sebeple nazil oldu. İman ve güven, gerek bir kişinin ve gerek bir
topluluğunun ruhunda dinin, başarının temeli olan iki temel özelliktir.
Bu iki özelliğin bazı dışa vuran görüntülerini açıklayan aşağıdaki
özellikler de bir millet için ne güzel düsturlardır.
37- Ve
onlar ki
günahın "Kebâir"ine ve "Fevâhiş"e uzak dururlar.
KEBÂİR:
Üzerine
tehdit gerçekleşen veya haddi (şer'î cezayı) gerektiren yahut açıkça
yasaklanmış olan günahlar.
FEVÂHİŞ de
onların içinde özellikle çirkinliği açık ve aşırı olan günahlardır. Ne
zaman da gazaplanırlarsa onlar bağışlarlar. Suçu onlar örterler, kusuru
bağışlarlar. Burada "onlar" zamiri "kasr" (ancak, sadece, yalnız)
anlamı ifade eder. Bu "kasr"ın da yönü, sebebi şudur: Gazab (kızgınlık)
halinde kusur ve günah bağışlayabilmek gayet nadir olan yüksek bir
ahlaktır. Bu sebeple şöyle denilmiş oluyor ki, işte kızgınlık halinde
kusur örtmek, kızgınlığı yutmak gibi büyük özellik ancak onlara yakışır
ve onlar ona lâyıktırlar. "Öfkelerini yutanlar, insanlar(ın
kusurların)dan af ile, geçenlerdir." (Âl-i İmran, 3/134) övgüsüne
layıktırlar.
38- Ve
onlar ki
Rableri için davete uymakta ve namazı dürüst kılmaktadırlar. Allah iman
ve itaat için Peygamber tarafından yapılan davete Ashab-ı Kiram'ın
bey'atları ve uymaları gibi bey'at ve dinin direği olan namazı kılmakla
cemaat ve toplumu sağlam tutanların İşleri de aralarında Şûrâ'dır.
İşleri, buyrukları zorbalıkla değil, aralarında danışıkla, görüşlerine
başvurma iledir. Kendi işlerine kendileri sahiptir, başkalarının elinde
esir değil, aralarında dayanışmasız, toplumsuz, darmadağınık ayrı da
değil, toplanıp sözü bir etmesini bilirler. Birbirlerinin görüşlerine
başvurmalarının şekli de görüş ileri sürmek yeteneği olan, toplumun
görüşlerini temsil edebilecek ictihad sahibi "hall ü akd" erbabının
(meseleleri düşünüp çözüme bağlayacak kimselerin) toplanıp müzakere
etmesiyledir. Resulullah (s.a.v.) "İş hususunda onlarla müşavere et."
(Âl-i İmran, 3/159) âyetinin mânâsı uyarınca, savaşla ilgili
meselelerde müşavere ederdi. Ondan sonra da ashab gerek onda gerek
hükümlere dair meselelerde müşavere ettiler. Hz. Peygamber'in vefatı
üzerine halife seçimi, ehli riddetle (dinden dönenlerle) savaş, dedenin
mirastan pay alması, şarap içenlere vurulacak "had cezasının" sayısı ve
Irak'ta fetholunan arazilerin ahkamı vs. gibi meseleler hep bu
kabildendir. Şüphe yok ki hükümlere dair müşavere, hakkında kesinlik
ifade eden bir nass bilinmeyip az çok ictihada elverişli olan veya
tatbikatı çalışmaya bağlı hususlardadır. Şûra müzakereleri
(görüşmeleri) icmâ meselelerinin aslını teşkil eder. İslâm tarihinde ve
fıkıh usulünde (metodoloji) malesef bu "Şûrâ" düsturu sahabe devrinden
sonra Kur'ân'ın verdiği bu önem ile uyumlu bir biçimde
geliştirilememiştir. Şûrâ aslında "Fütyâ" gibi "büşra" ölçüsünde masdar
olup "teşavür" yani birbirinin görüşünü almak demektir. Kelimenin aslı
arıdan bal almak mânâsı ile ilgilidir. "Zû şûrâ" (Şûra sahibi) mânâsına
da gelir. Nitekim bu mânâ ile şûra heyetine de denilir. Ve kendilerine
verdiğimiz rızıklardan infak da ederler. Belli ki bu infak şûrâ ile
verilen kararın yerine getirilmesi için gereken masrafı temin mânâsını
anlatmaktadır.
39-O
münasebetle
bu da gereğine göre şûrâ ile halledilmesi gerekir. Şu âyet de bunu
hissettirir: Ve onlar ki kendilerine "bağy" isabet ettiği, yani
haklarına saldırı olduğu zaman yine kendileri yardımlaşır, öclerini
alırlar. Haklarını savunur, haksızlığa boyun eğmez, zilletten
hoşlanmaz, azgınlık ve saldırıda bulunanın cezasını verirler, aşırı
gitmeyerek adaletle öclerini alırlar. Bunun için başka bir milletin
himayesine sığınmazlar, kendi toplum ve milletlerinin bağımsızlığı,
izzet ve yardımı, birliği ile zalim ve azgının hakkından gelirler.
Görülüyor ki burada bağy "onlar" zamiri ile çoğula gönderilmiştir. Bu
ise bağyin herkesle ilgili olduğunu ifade eder. Bundan dolayı bazıları
bunu yalnız dışardan gelen saldırıya özel zannetmişler de bir müşrik
bir müslümana saldırdığı takdirde intikamını alanın övgüsüyle tefsir
etmişlerdir. Fakat gerek Allah hakkı olsun, gerek kul hakkı olsun
mutlak hakkın korunması Allah hakkı, yani Hukuk-i amme (kamu hakkı)den
olduğu ve dolayısıyla her mümin kişinin haklarının toplumun taahhüdü
altında bulunması açısından ona karşı saldırı âmmenin (toplumun)
hakkına saldırı demek olduğundan gerek dıştan ve gerek içten genel ve
özel olarak yapılan saldırının savuşturulması ve cezanın verilmesi
toplumun görevi yani en azından farz-ı kifayedir. İçten olanlarda
mahkemelerin adaletini temin, dıştan olanda da siyasi tedbirlerle bu
yardımın yapılması ve yapılabilmesi bir milletin yüksekliğini ve yaşama
hakkını gösteren en yüce faziletlerdendir. Onun için diğer tefsir
bilginleri demişlerdir ki: "İleri giden her azgına karşı öc alma
övülmüştür." İbnü Cerir et-Taberî tefsirinde der ki: "Bu ikinci görüş
doğruya daha yakındır. Çünkü Cenab-ı Allah, bir mânâyı tahsis
buyurmamış, azgınlık edenden hakkı ile öcünü alan her galibi övmüştür.
Buna karşı birisi şöyle diyebilir: İntikamda övülecek ne var? Denilir
ki zalime hak ettiği ve layık olduğu cezayı vermekte onu hak yoluna
doğrultmak, bunda ise en büyük övgü vardır."
Kısacası bu
sıfat yukarda "Bana aranızda adalet yapmam emrolundu." (Şûra, 42/15)
diye beyan buyurulan adalet emrinin tatbiki açısından son derece önemli
olan yüksek bir ahlakın, kuvvetli bir toplumsal ruhun ortaya çıkmasını
ifade etmektedir ki bunu karşıtı olan "Onlar gazablandıkları zaman
bağışlarlar." (Şûra, 42/37) nitelemesi ile birlikte düşünmek, gerek
kasırların (yalnız, ancak, sadece ifadelerinin) mânâsını düşünmek ve
gerek önemini takdir etmek için daha faydalı olur. Yani af da ederler,
intikam da alırlar. Fakat her ikisini de kendi bağımsızlıklarıyla
yaparlar, ne bağışlamalarında ne intikamlarında başka bir millet ve
cemaatin etkisine mahkum olmazlar.
40-Böyle
galibiyet ve intikamın niçin ve nasıl meşru olduğu ve güzel görüldüğüne
gelince kötülüğün cezası da aynı dengi bir kötülüktür. Bu düstur
(prensip) Fıkıh'ta Ukubât (cezalar) ahkamına büyük bir temel olan ve
genel olarak ceza kanunlarına esas alınması gereken genel bir kanundur.
Yani azgınlık zulümdür, kötülüktür, kötülüğe meydan vermeyip ceza
vermek de güzel bir iştir. Fakat bunun güzel olması iki şarta bağlıdır.
Birincisi: Suça, ceza olabilmesi için onun gibi bir "seyyie" (kötülük)
yani suçlunun hoşuna gitmeyecek bir fiil olmalıdır. Yoksa o bir ceza
değil, cürüm ve zulme teşvik olur, yerine düşmeyen güzellik ise çirkin
olur. İkincisi; ceza suçun dengi ve ona eşit olmalıdır, yoksa adalet
olmaz. Bu mânâ adalet kelimesinin kavramında da dahildir. Onun için
azgınlığa karşı öc alınırken haddini aşıp da tecavüz etmemelidir. Her
kim de affedip ıslah ederse, kendine kötülük eden kimsenin suçunu
affedip onunla arasındaki düşmanlık halini düzeltirse Onun da ecri
Allah'a aittir. Allah'ın nezdindedir. Yani Allah ona çok büyük ecir
ihsan eder. Burada "Kim bağışlarsa" diye bağışlamanın tekil kipi ile
getirilmesi bunun kamu hakkı olan meselelerde değil, şahsî haklarda
cereyan edeceğine dair bir uyarı gibidir. Muhakkak ki o (Allah),
zulmedenleri sevmez. Yani gerek doğrudan doğruya zulmedenlerin, gerekse
cezada ileri gitmek suretiyle zulmedenlerin hiçbirini sevmez. Cezada
misil ve eşitliğe uyma zor olan meselelerde zulüm ihtimali fazla
olacağı için cezalandırmaya gücü yettiği halde bağışlayarak ıslah yapan
kimselere Allah büyük sevap verir.
41- Zulüm
olunduktan sonra öcünü alan kimseler var ya, elbette öyleler üzerine
yol yoktur. Bağışlama daha uygun olmakla birlikte bağışlamayıp da misli
ile aynen karşılık veren kimselere karış ceza için bir yol yoktur.
42- Zulüm
olunduktan sonra öcünü alan kimseler var ya, elbette öyleler üzerine
yol yoktur. Bağışlama daha uygun olmakla birlikte bağışlamayıp da misli
ile aynen karşılık veren kimselere karış ceza için bir yol yoktur.
43- O yol
ancak
zulmedenlere, doğrudan doğruya zulmeden veya karşılık vermede ileri
giden, cezada haddi aşanlara ve yeryüzünde haksızlıkla azgınlık
edenlere, tekebbür ve tecebbür yapanlara (kibirlenip azgınlık
edenlere)dır. İşte onlar, öyle haksız yere zulüm ve azgınlık ile
nitelenenler için de elemli bir azap vardır.
44-51-
Çünkü O,
her şeyi bilir ve O'nun her şeye gücü yeter. Onun için her ne yaparsa
hikmet ile (yerli yerinde) isteyerek, bile bile yapar ve her ne isterse
yapar. Bununla birlikte hiçbir beşer için mümkün değildir ki Allah ona
-şu üç şekilden- başka türlü söz söylesin. Ancak vahy halinde, doğrudan
doğruya vahyederek, gayet hızlı ve gizli bir işaret halinde anlatarak
ve birden bire kalbe bırakıp ilham suretiyle ki sözün sırf ruhanî
olarak vasıtasız içe doğması ve alınmasıdır. Şiddet ve zayıflık ile
çeşitli mertebelerde gelebilir. Hem peygamberlere hem de Hz. Musa'nın
annesine olduğu gibi diğer insanlara dahi gerek yakaza (uyanıklık)
halinde ve gerek uykuda olur. Gıyabdan da olur, rü'yet (görme) halinde
de nitekim İsra gecesi Resulullah'a öyle olmuştu, onun için bunun
karşılığında buyuruluyor ki: Veya perde arkasından söylemekle ki bazı
cisimlerde ve kulaklarda kelam, söz yaratıp işittirir de, işiten kimin
söylediğini görmez. Nitekim Hz. Musa'ya böyle olmuştu. Bu doğrudan
doğruya kalbe değil, kulaktaki işitme gücüne söylenmiş olduğundan perde
arkasından olmuş oluyor. Resulullah (s.a.v.); "Bazan bana çan sesi gibi
gelir." dediği kısmın da bu kabilden sayılması gerekir. Veya bir resul
yani tebliğ aracı bir melek gönderip, mübelliğ (tebliğci) olduğunu
tanıttırıp da izniyle, başarılı kılması ve yardımı ile dilediğini
vahyettirmek suretiyle ki peygamberlere çoğu zamanlarda vaki olan böyle
vahyetmedir. "dilediğini" buyurulmasından da anlaşılacağı üzere
vahyetme ile meleğin vahyi gerek kalbe doğdurulma ve gerek sesle veya
sessiz söz ile olabileceği gibi meleğin gelişi dahi cismanî bir biçimde
şekillenip şekillenmemekten daha geneldir ve daha geniştir. Meleğin
kuvvet ve mertebesinin de ayrıca özel bir önemi vardır. Mesela Cebrail
ile olan vahyin ifade ettiği zorunlu bilgi hepsinden yüksek olur. Sonra
peygamberler vasıtasıyla diğer insanlara olan tebliğler ve telkinler de
bu kısma dahildir, resul göndermektir. Bu kısımda Resul tebliğe vasıta
olurken aynı zamanda gönderen ile kendilerine gönderilenler arasında
bir şahit demek olması bakımından bu çeşit vahyin, bilgi ifade
etmesinde diğerlerinden fazla bir pekiştiricilik var demektir.
Peygamberlere çoğunlukla bu şekilde vahiy gelmesi de bundan olsa
gerektir. Vahiy hakkında yukarılarda bazı sözler geçmişti. Bu âyet,
mümkün olan bütün çeşitlerini özetlediği için, vahiy kelimesinin
sözlükteki mânâsına bir daha göz atalım: Alûsî'nin kaydettiği üzere
İmam Ebu Abdullah Teymî el-Isbahânî demiştir ki: "Vahyin aslı
anlatmaktır. Kendisiyle bir şey anlatılabilen, mesela ilham, işaret
yazı hep birer vahiydir." Ragıb da Müfredat'ında der ki: Vahyin aslı
hızlı işarettir. Vahiy, sürati de kapsadığı için denilir. Çok çabuk
emir demektir, bu bazen işaret, simge ve sözle dokundurma yollu
konuşmakla olur. Bazen kelime ve cümle olmaksızın ses ile de olur.
Nitekim "Onlara 'sabah akşam tesbihte bulunun' diye işaret etti."
(Meryem, 19/11) âyeti o mânâya yorumlanmıştır. Remiz denilmiştir,
itibar denilmiş, yazı denilmiştir. "Şeytanlar sizinle mücadele etmeleri
için kendi dostlarına mutlaka telkinlerde bulunurlar." (En'am, 6/121),
"Onlardan kimi kimine, aldatmak için yaldızla birtakım söz telkin
eder." (En'am, 6/112) âyetinde bu çeşitler üzere "O sinsi şeytanın
şerrinden." (Nâs, 114/4) ifadesi ile işaret olunan "vesvese"
tarzındadır. Bir de özellikle Allah Teâlâ'nın peygamber ve velilerine
verilen ilâhî kelimeye "vahy" denilir, bu da "Hiçbir beşer için mümkün
değildir ki Allah ona başka suretle kelam söylesin, ancak vahiy ile..."
(Şûra, 42/51) âyetiyle beyan buyurulduğu üzere birkaç türlüdür. Ya
müşahede olunan bir elçi ile olur ki zatı görülür, kelamı işitilir,
Cebrail (a.s.)'in belirli bir suretle peygambere tebliği gibi, veya
görülmeksizin kelamını işitmekle olur. Musa (a.s.)'nın Allah'ın
kelamını işitmesi gibi. Yahut da kalbe doğdurulmak suretiyle olur.
Resulullah (s.a.v.)'ın "Ruhu'l-Kudüs, kalbime üfledi." buyurduğu gibi,
veya ilham ile olur. "Musa'nın anasına 'onu emzir' diye vahyettik."
(Kasas, 28/7) gibi veya teshir (emre âmade kılma) ile olur. "Rabbin bal
arısına, dağlardan, ağaçlardan ve çardaklardan evler edin, sonra
meyvelerin herbirinden ye de... diye ilham etti." (Nahl, 16/68)
âyetinde olduğu gibi, veya rüyada olur. Nitekim Resulullah buyurmuştur
ki "Vahiy kesildi, mübeşşirat (müjdeleyen ilhamlar) kaldı, o da müminin
rüyasıdır." İlham, teshir, rüya bu üçüne "ancak vahiy halinde" ifadesi
işaret ediyor. Sözü işitmeye "Yahut perde arkasından" sözü delalet
ediyor. Cebrail'in tebliğine de "Yahut da tebliğ vasıtası melek
gönderip" ifadesi işaret ediyor.
Lügate göre
vahiy, sülasi (üç harfli) fiilden gelir ise de, Kur'ân'da hep "if'al"
ölçüsünde (dört harfli) gelmiştir. İf'al babından "iyha" kelimesi,
sülasisi (üç harflisi) gibi vahyetmek, vahiy vermek mânâsına gelmekle
birlikte müteaddî (geçişli) olarak vahyettirmek göndermek mânâsına dahi
gelir. Burada vahyin çeşitlerini birbirinden ayırmak için doğrudan
doğruya olan öncekine "vahiy", elçi aracılığı ile olan üçüncüye "iyha"
denilmiştir. Kısacası yüce Allah hiçbir peygambere, ne Musa'ya ne de
diğerlerine bu üç çeşitten başka bir şekilde kelam söylememiştir ve
hiçbir insanoğluna başka türlü söylemez. İnsanın insanla konuşması gibi
karşı karşıya ve apaçık belirli bir şekilde konuşmaz. Çünkü O çok ulu,
çok yücedir. Onun için insanoğlu O'nun yüksekliğine yetişip de kadîm
(ezelî) olan kelamını olduğu gibi almaya dayanamaz. Fakat hüküm ve
hikmet sahibidir. Onun için hikmetine göre "vahiy" veya "iyha" ile
söyler. Bu âyetin tefsirinde Şeyh Abdulvehhab Şa'ranî'nin kayda değer
bazı ifadeleri vardır; Alûsî, bunları şöyle nakleder: "Şunu bil ki,
Hakk'ın kelamını işitmekten men eden (buna engel olan) ancak
insanlıktır. Kul ondan (insanlık seviyesinden) yükseldiği zaman ona
yüce Allah vücudsuz ruhlara söylediği gibi söyler. İnsanlığa "Beşer"
denilmesi de ruhun derecesine ermekten alıkoyan işlere bulaşması
dolayısıyladır. Eremeyince de yüce Allah ona eşyada söyler ve onlarda
tecelli eder. Peygamberler gibi ona erenler ise öyle değildir. Onun
için onların dışındakilere Hak Teâlâ perde olan vücutları içinde
tecelli eyler. Eğer yüce Allah'ın kuluna hidayeti (yol göstermesi)
olmasa idi onun Rabbi olduğunu tanıyamazdı. Şunu da bil ki yüce
Allah'ın kendisinin başkasına söylemesine yahut kendisinin başkasına
işittirmesine insan gerçekten dayanamaz, o halde kuluna işittirmek
üzere seslendiği zaman onun bütün güçlerinin olması gerekir.(2) Çünkü
münacat sırasında yüce Allah onun bütün kuvvetleri olmaksızın hâdisin
(sonradan olan ezeli olmayan) bir varlığın Kelam-ı kadimi (ezelî
kelamı) işitmeye güç yetirebilmesi mümkün değildir. Onun için Musa
(a.s.) düştü, bayıldı, çünkü o makama layık olan tecelliyi kabul edecek
yeteneği yoktu. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.) sebat etti. Hakk'ın kuluna
kulağı, gözü ve bütün kuvveti olduğu o muhabbet derecesi dağda
bulunmadığı için "Cebel" (dağ) dahi hitabı işitmeye dayanamadı da
hurdahaş oluverdi. Şunu da bil ki yüce Allah'ın yaratıklarla konuşması
ebediyyen devam etmektedir. Şu kadar ki insanlardan kimisi onun hadîs
(konuşma) olduğunu bilir, Hz. Ömer (r.a.) ve ona varis olan evliya
gibi, kimisi de onu tanımaz da bana şöyle zuhur etti der durur ve onun
kendisine Hak Teâlâ'nın bir sözü olduğunu bilemez."
Şeyhimiz der
ki:
Hz. Ömer mutlak olarak duyanlardan idi ki Allah Teâlâ onlara her şeyde
söyler, fakat söylemenin lakabları vardır: Eğer onunla yüce Allah'a
cevap veriyorlarsa ona "Hadis" denir ve eğer birbirlerine cevap
veriyorlarsa buna "muhadese", "muhavere" (karşılıklı konuşma) denilir
ve eğer yüce Allah'ın sözünü dinliyorlarsa o kendileri hakkında "Hadis"
değil, bir "hitab" veya "kelam"dır. Teheccüd namazını kılanlar hakkında
Onlar müsamere ehlidir, diye bir rivayet etmiştir. Demek oldu ki vahiy,
yüce Allah'ın özel kullarının kalplerine "hadis" tarzında vermiş
olduğudur ki ondan onlar için herhangi bir durum hakkında bilgi meydana
gelir. Eğer böyle olmazsa ne vahiy ne hitap olmaz. Çünkü insanların
katındaki zorunlu bilgiler gibi bazı insanlar kalplerinde bir işe dair
bir bilgi duyabilirler ve bu sahih bir bilgidir. Fakat hitapdan doğmuş
bir bilgi değildir. Sözümüz ise vahiy denilen ilâhî hitap hakkındadır.
Çünkü yüce Allah vahyin bu çeşidini kendisine gelen kimsenin bir bilgi
elde edebileceği bir kelam yapmıştır. Şunu da bilmeli ki evliyanın
kalplerine ilham vahyinden inebilen ancak meleklere mahsus ruhlardan
uzanan bazı ince sırlardır, yoksa bizzat melekler değildir. Çünkü melek
peygamberlerden başkasına asla vahiy ile inmez ve kesinlikle ilâhî bir
emir ile emretmez. Çünkü şeriat tebliğ edilmiş yerine oturmuş, yalnız
mübeşşirat (birtakım müjdeler) vahyi kalmıştır ki bu, vahyin en
genelidir. Yüce Allah'tan kula olur, vasıtasız da olur vasıta ile de
olur, vasıta peygamberliğe aittir. Vasıtalı vahiyde meleğin aracılık
etmesi kaçınılmaz, gerekli olur. Fakat melek vahiy indirme halinde
görünmez. Halbuki peygamberlerde öyle değildir. Çünkü onlar meleği
söylerken görürler. Velî ise meleği ancak vahiy indirme halinin dışında
müşahede edebilir ve görebilirler. Kelamını işitirse göremez, görürse
melek söylemez. Demek ki arifler kendilerinden önce geçmiş olan
peygamberlik payelerine eremezler, bununla birlikte haklarında
"mübaşşirat" bakidir. Ancak onda da insanlar bir değil, birbirlerinden
farklı farklıdır. Kimisi vasıta beşaretinden ileri geçemez, kimisi de
yükselir. Fertler gibi onlar için vasıtaların yükselmesi ile mübeşşirat
vardır. Bununla birlikte peygamberlik yine yoktur. Onun için ahkâmda
inkâr olunurlar. Çünkü Hakk'ın kendilerine tanıtımlarından gördükleri
ile dış dünyada başlı başına bir şeriat imiş gibi amel etmeleri
bakımından peygamberlere benzemek isterler. Fakat o bir şeriat değil,
onu beyandır. Dolayısıyla kesilmiş olan vahiy ancak teşri' (hukukî
düzenlemeler getiren) vahiydir. Sünnette mücmel olan şeylerin tarifine
gelince, bu ümmet için o bakidir ki insanları davet ettikleri konularda
basiret üzere bulunsunlar, çünkü o ilâhî bir haberdir. Yüce Allah'ın
ilham eylediği kuluna görünmeyen bir melek aracılığı ile ihbardır,
haber vermedir. İlham ancak hayır hususunda olur. "Sonra da ona
kötülüğü ilham etti." (Şems, 91/8) âyetinde kötülüğün ilhamı,
sakınılması mânâsınadır. İlhamın en mükemmeli şeriata uymak ve ilâhî
kitaplara bakmak ve onun sınırları içinde durmak ve emirlerini tutmak
hususlarının ilham olunmasıdır, ta ki tabiatın pası silinsin de onda
âlemin suretleri nakşolunsun, kazınsın. Fakat "Perde gerisinden"
ifadesi kalbe değil, kulağa verilen ilâhî hitaptır ki verilen kimse onu
kavrar da işittirenin gayesinin ne olduğunu anlar. Bu bazen tecelli
biçiminde hasıl olur da o şekilde ona hitap eder. Halbuki o bizzat
perdenin kendisidir. Fakat o hitaptan delalet ettiği bilgi anlaşılır ve
bilinir ki o bir "hicabdır", konuşan onun gerisindedir. "Veya bir
resul, yani tebliğ aracı bir melek gönderir." âyetine gelince: Bu da
meleğe indirilen veya insan olan peygamber ile bize getirilen. İkisi de
yüce Allah'ın kelamını okuyanlar gibi özellikle naklettikleri zamandır,
yoksa kendi nefislerinde buldukları bir bilgiyi nakil ve açıklarlarsa o
ilâhî kelam değildir. Velilerden kimisi her insana özel olan vahiy ve
vahiy verme halinde yüce Allah'tan terceme verir. Bunda söylenen veya
yazılan harflerin biçimleri, terceme edenin; o biçimlerin ruhu ise
Allah'ın kelamı olur. Bazı kere de veli: "Kalbim bana Rabbimden şöyle
konuştu." der ki özel biçimde demek ister. Bunları öğren ve iyi düşün.
Şa'ranî
(k.s.)
bu son hatırlatma ile "Peygamberlerden başkasının ilhamı umum için
bilgi sebeplerinden değildir." diye akaid ve usulde bilginler arasında
bilinen esasa uyarı yapmış oluyor. Şundan da gaflet edilmemek gerekiyor
ki vahiy sırf sübjektif olan mücerred bir duygu (vicdan) olayı olarak
da kalmıyor, haktan haber alan bir deneme, nefsin ötesinde meydana
gelen, duyuran bir ilm-i yakîn ve hatta ayn-ı yakîn olma özelliği
taşıyor. Bunda göze, kulağa, kalbe ait üç özellik vardır. İhtimal ki
"ayn sîn kâf" buna işarettir. Bu şekilde sûrenin başında"İşte vahiy
veriyor sana, senden öncekilere de." (Şûra, 42/3) buyurulduğu gibi
burada da buyuruluyor ki: Ve işte böyle, bu zikrolunan üç çeşit vahiy
ile veya sûrenin başında geçtiği üzere önceki peygamberlere
vahyedildiği gibi bu üç tarz ile Sana emrimizden bir ruh vahyettik.
Yani ilim, irade prensibi gibi bir manevî hayat prensibi olan Kur'ân'ı
vahyettik, diğer bir mânâ ile ruh-u emîn olan Cebrail'i vahiy ile
gönderdik. Yoksa Sen, ne kitap nedir bilirdin, ne de iman. Kitap sahibi
olmak şöyle dursun, kitabın nasıl bir şey olduğunu bile bilmezdin ve
sırf kendi dirayetinle iman etmenin gerekliliğini, rükünlerini ve
şartlarını kitapta olduğu gibi bilemezdin. Çünkü imanın şartları
arasında yalnız akıl yeterli olmayıp vahiy ile alınması gerekli olan
noktalar vardır. Hatta şeriat gelmeden Tevhid bilinse de imanın vacip
oluşu yani mükellef tutulma ve görev, aklın değil, şeriatın gereğine
tabi olduğundan vahiysiz bilinemezdi. Kitabın ne olduğunu bilmeyen bir
kimsenin diğer bir şeriat ile ibadeti olabilirse de bilgisi ve
taklitsiz kesin bilgisi olamaz.
52-
"Onların
içinde ümmîler de var ki Kitab'ı bilemezler. Bildikleri bir sürü
kuruntu ve yalandan başkası değildir. Onlar başka değil yalnız zanda
kalmış bulunuyorlar." (Bakara, 2/78) ifadesince bir zan ve taklidden
ibaret olur. Fakat biz onu, -o sana vahy ettiğimiz ruhu- bir nur
kıldık. Bir nur ki onunla kullarımızdan dilediğimiz kimselere doğru
yolu göstereceğiz, onları murada erdireceğiz. Ve emin ol ki sen
herhalde bir doğru yola kılavuzluk ediyorsun. Yani Allah'ın yoluna,
eğri ve dolambaçlı yollara değil, doğrudan doğruya Allah'tan gelen ve
Allah'a götüren yola.
53-Bu
yolun, bu
gayenin şanındaki büyüklüğü tescil ve her murada ermek için istiklal ve
istikametinin yönünü anlatmak ve onu görmenin gerekliliğini pekiştirme
noktasında son söz olarak şu vasıf getirilmiştir: O Allah ki Göklerde
ne var, yerde ne varsa hep O'nundur. Her yönü ile O'nundur, O'nun
mülküdür. Bütün tasarruf hakkı O'nun, hüküm O'nundur. Onun için her ne
istenecekse O'ndan istenilmesi ve O'nun iradesi, şeriatı ve kanunu
dairesinde istenilmesi en doğru yoldur. Bazı şeylerin O'ndan beride
bazı kimselerin, kişilerin veya toplumların emir ve iradeleri altında
olmasına gelince, iyi bil ki bütün işler döne dolaşa nihayet yalnız
Allah'a varır. O geçici tasarruflar ortadan kalkar ve bütün hüküm
Allah'a ait olur. Onun için başka yola giden, başkalarına tapanlar
sonunda şaşkın ve perişan olurlar. Allah yolunu tutanlar ise sonunda
her murada erer, bağışlanmaya ve yüce Allah'ın hoşnutluğuna kavuşurlar.
Şûra Sûresi
burada son buldu. 30 Receb 1354.
|
|