|
Elmalı Tefsiri
1. "Güneşe ve onun
parıltısına yemin olsun".
Nâziât
Sûresi'nde geçtiği üzere "duhâ"nın asıl mânâsı güneşin, doğduğu mer'i
ufuktan yükselip ışığının parlama ve yayılmasıyla bakanlara açıkça
görünmesidir. Sonra o vakti ifade etmekte hakikat olmuştur.
O zaman kerahet
vakti geçmiş olur. Bu aydınlığın başlamasına dahve (kuşluk), biraz
sonrasına duhâ (kaba kuşluk), daha sonrasına zevale yakına kadar
"hâ"nın fethası ve med ile dahâ (koca kuşluk) denir. Kuşluk vakti
kesilen kurbana da udhiyye ve dahiyye denilmiş, daha sonra bu
genelleştirilerek her kurbana bu isim verilmiştir. Burada "güneşin
duhası" denilerek onun güneşe ait olduğu belirtilmesi nedeniyle
tefsirciler bunu güneşin doğarak parlayan ışığı diye tefsir
etmişlerdir.
Önce güneşin
görünsün görünmesin bütün özellikleriyle mutlak olarak kendisine, sonra
da özel olarak ortaya çıkış halindeki ışığına yemin ile başlanmıştır.
Çünkü âlemin ışık saçan kandili olan güneş, doğmasında da batmasında da
görülen özellikleriyle sistemindeki hareket ve hayat değişimlerinin
başlıca bir kaynak ve yörüngesi; ışığı ile de bize ufuklarımızdaki
maddi âlemin en büyük aydınlatma ve ortaya çıkarma vasıtası ve böylece
yaratıcının lütuf ve inayetini, kudret ve büyüklüğünü tanıtan,
kendimizde ve içimizde bulunan aydınlıkları anlamaya vesile olan en
açık bir ibret âyetidir.
Güneşten bize
doğru yayılan görülen görülmeyen, bildiğimiz bilmediğimiz nice faydalar
bulunabilmekle beraber bunlar içinde en belli olan ısı ve ışıktır.
Duhada en çok hissedilen de bu ikisidir. Güneş pek ateşli bir ısı
kaynağı olmak itibarıyla, önceki sûrenin sonundaki nâr=ateş ile uygun
düşmektedir. Fakat güneş denilince önce gözümüze çarpan ışıktır. Işık,
üzerine doğduğu ve yansıdığı şeylerin dış hudutlarıyla benzerlerini
taşıyarak gözü olan şuur sahiplerine göstermek üzere karşımızda
şekillendirir. Bu şekillenme ve görüntüler bizim gözlerimizden şuur
nuruyla kavranılarak nefsimizde eşyanın dış şekilleriyle belirlenmesine
vesile olur ve ışığın böyle dış ile iç arasında ard arda yansımalarla
şuura gelmesinden hasıl olan bu belirlenmelerden ve bunlara katılan
diğer hislerimizden gönlümüzde gittikçe ruhî ve manevî bir âlem oluşup
gelişir ve biz bunları "ben" ve "ben değil" arasında birer âyet olarak
okuya okuya, akıl ve ruhumuzla mânâ ve kavramlarına şuur edine edine
zevk ve irademizi onlara yöneltip birleştire birleştire eşyanın
hakikatlerini incelemeye ve onların dışta ve içte birleşme cihetinden
Hak yönü tanıma gayesine yol buluruz. O şekilde gözlerimiz,
gönüllerimiz Hak nuru ile nurlanarak parlak dolunay gibi aydınlanır ve
nefislerimiz ondan aldığı ilhâm feyzi ile maddî karanlıklardan sıyrıla
sıyrıla temiz ve nurlu hakikat âleminde huzurlu bir şekilde gelişip
ilim ve amel bakımından temizlenip feyizlenerek "Hem kendisi hoşnut,
hem de Rabbi kendisinden hoşnut bir halde."(Fecr, 89/28) Rabb'ine döner
de "Gir kullarımın içine, gir cenetime."(Fecr, 89/29-30) hitabıyla
kurtuluşa eren temizlenmiş nefislerden olur.
Işığın şuurumuza
gelmesinden önce dış mahiyeti ve hakikati, her ne olursa olsun, onun
tam anlamıyla ışık oluşu, bizim şuur nurumuzla birleşerek hem dışa hem
içe ait bir özellikle gözümüzde parlayışında ve dolayısıyla bizi
kendimizden ötesiyle birleştiren algılama nurunun en açık bir misali
oluşundadır. Bunun en belirgin olanı güneşin ışığı, onun da en açık
olanı duhasıdır. Bundan dolayı güneş bize her şeyden önce ışığıyla
görünür. Güneş denildiği zaman da biz herşeyden önce onun ışığını
anlarız. Bundan onun kültesine ve diğer özelliklerine geçeriz ki bu
bize şuurumuzdan kendimize ve ötemize geçişimizin de bir misalini
vermiş olur. Zira göz ve şuuru olmayanlar için nur, ışık ve güneş
kavramı yoktur. Onun için görünen ve görünmeyen bütün özellikleri ile
ilgili olmakla beraber bilhassa etrafımızı aydınlatmak suretiyle
nefislerimize karşı irşat niteliğini taşıyarak şuurumuzun dıştaki bir
timsali olan ışığının özelliğine dikkat çekmek hikmetine dayandığı
açıklanmak üzere "onun parıltısına" buyurulmuş ve yine bu nükte ile
ardından ışığın çeşitli durumları ve ışığın zıddı olan karanlığın hakim
olduğu zamanlar içinde gök ve yerde görülenden görülmeyip düşünülene
doğru harici bir gidişle Allah'ı tanımaya, sonra da nefsin ruhani
kıymeti ve şerrini ve hayrını anlayacak şekilde bir ilham alabilecek
seviyede düzeltilmesi yönü açıklanarak akli ve manevi duygularla
insanın kendisini inceleme yürüyüşü içinde temizlenmeye, yükselmeye ve
kurtuluşa sevketmek ve bu yolu göstermek için şu yeminler birbirine
girmiş şekilde ard arda getirilmiştir:
2. Ve
Ay'a yemin
olsun. Güneşten başka aya da yemin olsun, fakat her zaman değil onun
peşinden geldiği zaman, yani güneşe uyduğu, onun batmasının ardından
onu andırır bir surette doğduğu zaman ki bu tam anlamıyla ayın
ondördünden onaltısına kadar "Leyâli-i bîz" (beyaz geceler) denilen
dolunay gecelerinde görünür. Gerçi başlangıçtaki hilal şeklinde onbeş
onaltısına kadar hatta sonundaki mihak gecesi (kameri ayın son üç
gecesi) dışında her gece az çok görülebilirse de onaltısından sonra git
gide gecikip eksilerek uzaklaştığı için izleme ve uyma durumundan
çıkmaya başladığı gibi, gittikçe büyüdüğü ilk haftalarında da henüz
kütlesi tamam olmadan veya tamama yaklaşmadan evvel, bir güneşin
ardından ona bağlı ikinci derecede bir güneş doğuyormuş gibi tam
anlamıyla güneşe bağlı olmuş olmaz. Ancak ayın ortalarında dolunay
gecelerindedir ki güneşin batması sırasında veya batmasının hemen
ardından onu andıracak şekilde dolgun bir şekilde nurlu olarak doğar ve
sabaha kadar da ışığı uzanıp gider. O zaman aya tam anlamıyla "güneşin
talisi" yani güneşin ardından onun gibi gelen ikinci bir güneş demek
açık olur.
TELÂ, "tülüv"
mastarından fiil-i mazi (geçmiş zamanlı bir fiil)dir. ve diye yâî
(ya'lı) de, vâvî (vav'lı) de olur. Nitekim gibi da böyledir.
Tülüv; tabi
olmak, birine uyup ardınca gitmektir. Okumak mânâsına tilavet de bu
köktendir. Razî der ki: Ayın güneşe tabi olmasıyla ilgili birkaç izah
şekli vardır:
1. Güneş
battığında ayın doğmada kalmasıdır ki ayın ilk yarısında olur. Güneş
batınca ay aydınlatma hususunda ona tabi olur. Bu, Ata'nın İbnü
Abbas'tan naklettiği görüştür.
2. Güneş
batınca, ayın da batmada ona uymasıdır ki bu hilâl gecesi olur. Bu,
Katâde ile Kelbî'nin görüşüdür.
3. Ferrâ
demiştir ki: Bu tülüv'den, yani bağlı olmaktan maksat ayın güneşten
ışık almasıdır. "Filan, şu hususta filana tabi olur." denilir ki onu
ondan alır demektir.
4. Zeccâc
demiştir ki: yuvarlak hale gelmesi ve olgunlaşması zamanıdır. O vakit
ay, ışık ve nurda ikinci bir güneş gibi olur. Yani ışığı olgunluğa
erince aydınlatma hususunda güneşin yerine geçer gibi olur ki bu,
leyali-i biz denilen ayın ondört, onbeş ve onaltıncı gecelerindedir.
5. Ay görünen
şekliyle kütlesinin büyüklüğünde güneşe tabi olduğu gibi, insanların
menfaatlerinin bunların hareketine bağlı olması hususunda da ay güneşe
tabi olur.
Bu izahlardan
her biri özel bir mânâ ifade temekle beraber hepsi, güneşin arkasından
ayın ona bir uyuşu veya bir benzeyişi halini ve dolayısıyla ona uyup
benzediği zaman demek olduğunu, bunun da doğma veya batmada, ışık veya
kütlede veya faydada düşünülebileceğini anlatmış oluyor. Bu mânâ, ayın
halden hale geçerken ışığını güneşten aldığını da dolayısıyla anlatmış
olursa da, yemine bir kayıt olarak zikredildiği için o değişikliklerin
her zamanına değil, bilhassa güneşe en çok uyduğu veya benzediği zaman
ile kayıtlanmasını gerektiriyor. Bu ise Zeccâc'ın açıkladığı üzere,
ayın ikinci bir güneş gibi olduğu dolunay gecelerinde açık olur. Sözün
akışı hareket üzerinde değil, ışık üzerinde olmak itibariyle bu mânâ
açıktır. Uyma ve takip mânâsına gelen tülüv, bir hareket mânâsını da
içerse veya böyle bir mânâyı gerektirse de bunun ışık itibariyle bir
uyma ve hareket olması yaraşır. Çünkü ay harekette dünyaya, ışıkta
güneşe tabidir. Dünyanın etrafında döner. Güneşe olan konumuna göre
ışığı değişir. Hareketi nazar-ı itibara alan beşinci izahta, ayın
hareketi doğrudan doğruya güneşin hareketine bağlı olduğu zannedilmemek
için ışık açısından, kütlesinin görünüşte büyümesi; hareket açısından
da, hareketine insanların fayda ve yararlarının bağlı olması itibariyle
benzerlik mânâsında bir uyma olduğunu açıklamıştır. Bunlar ise dördüncü
izahta dahil demektir. Üçüncü izah şekli, mânâyı lazimi (gerekli mânâ)
olmak gerektir.
İkinci izah
şekli, ilk hilale dikkat nazarlarını çekmek itibariyle uygun ise de,
ayın sadece güneşin batması durumunda onun peşinden çıktığının
söylenmesi itibariyle tercih etmeyi gerektirecek bir sebep olmadan
tercihte bulunmak gibidir.
Birinci izah
şekli, hilalden tam dolunaya kadar ayın ilk yarısında günden güne artan
gelişme safhalarını göstermek itibariyle dördüncüden daha kapsamlı ve
maksat, ayın güneşe yönelmesinin arttığı ve doğması güneşin batmasını
takip ettiği müddetçe ışığını artıra artıra olgunluk gayesine ve adeta
ikinci bir güneşi andıran dolunay haline gelişini hatırlatmak olduğuna
göre hepsinden daha anlamlıdır. Fakat asıl maksat, güneşin parıltısı
gibi ayın da o olgunluk zirvesinde olan ışığına ve bunun güneşin
ışığına tabi ve ondan sonra gelerek ikinci derecede olduğunu anlatarak
bununla nefs-i mülheme (ilham alan nefis)nin olgunlaşma ve düzelmesine
bir zemin hazırlamak olduğuna göre dördüncü izah daha güzel ve daha
açıktır. Bu suretle nurlanan aya yemin de, ışığın ateş gibi olan
hararetli özelliğinden soyutlanarak sırf nur halinde yansıyan ve duyu
organlarıyla duyulandan akıl yoluyla bulunana, görülenden görülmeyene,
eserden müessir (eseri yapan)e geçişe vesile olan diğer bir durumuna
yemin olmuş olur.
Eğer tilavet
kökünden istiare-i tebeiyye olarak düşünülüp de ayın ışığında
duyularımızla göremediğimiz güneşin yansıyan ışığını dünyamıza yayarak
onu akıl sahiplerine akli delil ile andırması, bir okuyucunun Allah'ın
kitabından bir âyet okuyarak mânâsını lafzî delil ile anlatmasına
benzetilecek olursa hem ilham alan nefsin temizlenmesi haline, hem de
Kur'ân'a Nur ismi verilmesine de işaret edilmiş olacağı için pek beliğ
bir izah şekli olacaktır.
3.
"Güneşi
açtığı zaman gündüze yemin olsun".
Tecliye, tecelli
ettirmek, parlaklık ve açıklık vermek, yani iyice açıp ortaya
çıkarmaktır. Zamir, daha önce açık isim olarak geçmiş olan Güneş'in
yerini tutmaktadır. Güneş ışığının ufkun üstünde ortaya çıkıp yayılma
vakti demek olan gündüzün güneşi açıp ortaya çıkarma zamanı ise, havada
sis ve bulut gibi bir kapanıklık eseri bulunmayan açık gündüz zamanı
demektir. Bu da güneş ışığının tam bir yayılma ile diğer bir durumuna
yemindir.
Gündüz, güneş
ışığının dünyaya aksetmesinin bir neticesi olduğu halde, bunun, güneşi
açtığının söylenmesi, yani güneşin eseri olan ışığın güneşi etkileyen
bir şey gibi gösterilerek "gündüz, güneşi açtığı vakit" denilmesi ve
güneşin ışığından ve aydan sonra bir de buna yemin edilmesi elbette çok
dikkate değerdir. Bunda güneşin bizim dışımızda ve içimizde tecelli
etmesinin bir engel bulunmama şartına bağlı olduğuna ve eserin lazımı
dahi o eseri meydana getiren zatı göstermede etken olduğuna ve bu
delaletin açık ve gizli olması eserin açık ve gizliliği ile uygun
olduğuna bir dikkat çekme vardır. Yani gördüğümüz gündüz, güneş
ışığının; ışık da güneşin varlığını gösterir. Güneşin görülmesi
ışığının görülmesi vasıtasıyladır. Işığın bizde bir izlenimi olan
gündüz, ne kadar engelsiz ve açık olursa ışık da o oranda aydınlık;
ışık ne kadar engelsiz ve açık olursa güneş de o oranda açık olur.
Gündüz hava bulutlu olunca güneş doğrudan doğruya görülmez, dolayısıyla
aklen bilinir.
4. Ve
geceye
yemin olsun onu, (yani güneşi) bürürken. Bu da gecenin güneşi ve bütün
ufukları sarıp kaplıyarak nur ve ışığı tamamen örtmeye başladığı veya
örtmeye devam etmek üzere bulunduğu halindeki koyu karanlık zamanına
yemindir ki, açık gündüzün ve ışığın tam zıddı olan karanlığa, geçici
karanlığa ve engelin gelme zamanına dikkati çekmek suretiyle "eşya
zıddıyla ortaya çıkar" kuralınca yine ışığın önemine ve özellikle
zahiri nur ve ışığın kaybolduğu bir zamanda kaybolmayıp onun yokluğunu
duyan ve onunla etkilenen nefsî şuurun kıymetine de dolayısıyla dikkat
çekmedir. Bunda maddenin nur ve ışığın görünmesine engel olan karanlık
tabiatıyla ayın görünmediği son günlerine ve nefsin cahillik, küfür,
gam, sıkıntı, gaflet ve tembellik veya şehvet perdelerinin örtmesiyle
hak yolu bulmaktan mahrum kalma hallerine ve yok olma anına da işaret
vardır. Onun için önceki yeminler müjde, bu yemin ise korkutma mahiyeti
taşımaktadır. Öncekilerde mazi (geçmiş zaman kipi) "açtığı zaman" ,
"uyduğu zaman" denildiği halde bunda şimdiki ve geniş zaman kipiyle
"onu örterken" buyrulması; nur, geçmişte dahi olsa faydalı olup hükmü
ve önemi var ise de karanlığın önemi ancak ilk hücum anıyla devamı
sırasında olduğuna bir işarettir. Yani, bürüyeceği sıra veya bürürken
demektir.
Bir de Fecr
Sûresi'nde geçtiği üzere bunlara yeminden asıl maksat, meydana
gelişleri nefiste şuurla birleşen nitelikleri ile varlığını
gösterdikleri o yüce Rabb'i hatırlatmak olduğundan dolayı buyuruluyor
ki:
5.
Göğe ve onu
öyle enteresan bir biçimde bina edene yemin olsun. "Allah onu bina
etti. Yüksekliğini yükseltti ve nizamına koydu."(Nâziât, 79/27-28)
mânâsınca onda asılı yıldızları ve cisimleri yaratıp aralarındaki
yüksek ve geniş mesafe ve yükseklik ile beraber birbirlerine bitişik
bir bina bölümleri ve parçaları gibi tam bir kudretle bağlıyarak o
yükseklikte denge ve düzenine koyup içinde yaşanacak yükseltilmiş ve
süslenmiş bir bina halinde yapıp düzelten yüce Allah'a, yahut onu öyle
bina edişine, inşa ediş tarzına, kanunlarına
6. ve
(özellikle
onun içinde yaşadığınız) arza ve onu döşeyene, bir döşek gibi döşeyip
üzerinde yaşanabilecek ve kalınabilecek şekilde altınıza seren o
yaratıcıya veyahut öyle döşeyişine, döşeyişindeki eşsiz tarz ve biçime
yemin olsun. (Geniş bilgi için, "Ondan sonra da yeri döşedi."(Nâziât,
79/30) âyetinin tefsirine bkz.) ile , Nâziât Sûresi otuzuncu âyette
geçen ile gibi ve aynı mânâda olarak döşeyip yaymak, düzgün sermek
mânâsına "tahiv" kökündendir. Yâî de olurlar.
Düzgün yayılmış
ve geniş arza "taha", büyük ve yayvan gölgeliğe "tahiye, mathiyye ve
mathuvve" denilir. Arzın tahvı ve dahvi demek, yer kabuğunun
oluşturulmasıyla yüzeyinin yaşamaya elverişli bir şekilde döşenmesidir.
Tefsirciler der ki: Böyle olması onun küresel olmasıyla çelişki teşkil
etmez. ""Bakmazlar mı yere, nasıl yayılmış?"(Ğâşiye, 88/20)
hatırlatması gereğince deneysel gözlem ve delillerle sabittir ki yer
geometrik anlamda tam bir küre olmamakla beraber kürevi, yani
küremsidir.
Dağları,
dereleri, ovaları ve denizleri gibi girinti ve çıkıntılarıyla
kutuplarının basıklığı küreselliğine engel olmaz. Kütlesinin büyüklüğü
göz önüne alınca bunlar onun üstünde bir portakal kabuğunun pürüzleri
derecesinde kalır. Bu döşenişin tabiriyle anlatılması da bunu gösterir.
Nitekim karpuz ve kabak gibi sapsız olarak yer üzerine döşenip yayılan
sebze ve bitkilere "mutahhiye" denilir.
7.
Bunların, hep
canlı ve insan yaratılışının mukaddimesi ve bunları algılayarak
karanlıktan çıkıp yaratıcısını tanımak ve gereğince ahlâk düzeyine
yükselecek ilham alabilir bir nefsin düzeltilmesi meselesi ile ilgili
olduğunu hatırlatmak için de buyruluyor ki: Bir nefse ve onu düzeltene
yemin olsun. Yani, üzenine koyan Allah'a, yahut onu düzene koymasına
yemin olsun. kelimesinin nekre ve belirsiz olarak söylenmesi, onun
büyüklüğünü veya çokluğunu göstermek içindir.Büyüklük ifade
etmek için olunca, "büyük bir özel nefis" demek olur. Ki bu özelliği ya
şahsı ile ilgili, veya nev'i ile ilgili ya da cinsi ile ilgili
olabilir. Şahsi büyüklük düşünülmesi halinde Hz. Âdem'in veya Hz.
Muhammed (s.a.v.)'in nefsi akla gelir.Büyüklük, nefsin
nev'i ile ilgili olması durumunda seçkin bir tür nefis, yani diğer
nefislere baş olmaya layık, peygamberliğe mazhar bir mukaddes nefis
türü demek olup Peygamberlerin nefislerini kapsar. Fakat bu iki
takdirde yeminin gelecek olan cevabında "onu kirletti" ve "onu
temizledi" zamirlerinde istihdam> gözetilmesi gerekir.
Büyüklük nefsin
cinsi ile ilgili olması durumunda ise, bir cins nefis, hayvan
nefislerinden ayrı bir özellik taşıyan insani nefis cinsi demek olur ki
cevaba bu daha uygundur. Nefis kelimesinin nekre olarak gelmesinden
maksadın çokluk olduğunu tercih edenlerin muradı da bu olmalıdır. Yani
her hangi bir insan nefsi murat olunmak gerekir. Zira hiçbir kayıt
konmadan çokluk kastedilirse birçok nefisten herhangi bir nefis demek
olur. Bu ise organik bir bedende bir birlik ve olgunluk ifade edebilen
herhangi bir nefis, hayvansal nefsi ve bitkisel nefsi de içine alır.
Ancak mutlak, kemaline sarf olunmak veya "onu düzeltti" ve "ona
kötülüğünü ve takvasını ilham etti" karineleriyle kayıtlanmak suretiyle
insan nefsinin cinsi şeklinde tahsis edilebilir. Nefsin cinsinin
büyüklüğü murat edildiği takdirde ise bilhassa insan nefsinin bir cinsi
olan "nefs-i müdrike" (idrak edici nefis) doğrudan doğruya anlaşılır.
Nefis, ruh ile
bedenden oluşan zat veya bedeni idare eden ruhtur. Nefis deyince bunlar
anlaşılır. Bedenin düzgünleştirilmesi, yaratılışının "Onu düzeltip
ruhumdan ona üflediğim zaman."(Hıcr, 15/29) âyeti mânâsınca ruh
üfürülebilir bir seviyeye getirilmesidir. Nefsin düzgünleştirilmesi
ise, ruhun üflenmesiyle olgunlaşmasına kabiliyetli olmak üzere
uzuvlarının ve iç ve dış kuvvetlerinin düzenine konulmasıdır.
"Onu bina
edene", "onu döşeyene" ve "onu düzenine koyana" âyetlerinde geçen nın
mevsul veya mastar ma'sı olması hakkında tefsircilerin iki görüşü
vardır. Mevsul olması, doğrudan doğruya bu fiillerin yapıcısı olan yüce
Allah'ın bildirmesi nedeniyle daha açık ve sözün akışına daha uygundur.
Ancak yüce Allah hakkında şey tabirinin kullanılması zahire uymaz gibi
görünür. Bundan dolayı Ferra, Zeccâc, Müberred, Katade ve daha bir
çokları bunu mastar ma'sı kabul ederek, "yapması, döşemesi ve düzenine
koyması" diye tefsir edileceği görüşüne varmışlardır. Bu durumda
gelecek "ona ilham etti" fiili de bunlara bağlı olduğundan mastar
mânâsına alınarak "ilham etmesi" demek olur. Zemahşeri'nin belirttiği
bozukluk bulunmaz. Fakat bunda da bu dört fiilin altında gizli bulunan
fail zamirlerin, yerlerini tuttukları isimlerin zikredilmemiş olması
zahire uymaz. Zamirin yerini tutmuş olduğu ismin hükmen bilinmiş olması
da yeterli olabilirse de, fiili hatırlatmaktan asıl maksat fâilini
hatırlatmak olduğu için nın mevsul olması daha açık ve nazımda daha
uyumludur.
Bu âyetlerde
yerine denilmiş olması ise iki sebeptendir:
Birisi, 'da
müphemlik daha kuvvetli olmak ve hayret mânâsında kullanılmak
itibarıyla "şanı hayret veren bir yapıcı " mânâsına Allah'ın zatını tam
olarak anlamanın mümkün olmadığına ima nüktesidir.
Diğeri de,
Allah'ı tanımayanlara bu fiillerle tanıtılmak üzere, "o sizin
tanımadığınız Allah, bunları yapan yüce yaratıcıdır" demek mânâsını
ifade içindir. "Mâ"nın mastar mâ'sı olması durumunda ise bu mânâ
dolambaçlı olarak anlatılmış olacaktır. Bundan dolayı biz de meâlde
"mevsul" olmasını tercih ederek tefsirde mastar mâ'sı olmasına da
işaret ettik.
8.
Görülüyor ki,
güneşten başlayan ve gecesi, gündüzü, yeri ve göğüyle âlemi dolaştıran
yemin, dıştaki delillerden sonra nefsin anlaşılması deliliyle önce
Allah'a döndürülmüştür. O yüce yaratıcı ki, insan nefsini yaratıp
düzenine koymuş. Kabiliyet vermiş de ona kötülük ve takvasını ilham
etmiştir.
İLHÂM, aslında
bir şeyi bir defada yutmak mânâsına "lehm" kökünden if'âl kalıbında bir
mastar olup bir anda yutturmak mânâsınadır. Bundan, bir mânâyı gönüle
düşürmek ve telkin etmek mânâsında meşhur olmuştur.
FÜCÛR, haktan
sapmak, hak yolu yarıp düzeninden çıkarak kötülük ve isyana düşmektir.
Bilhassa zina etmek, yalan söylemek, daha Türkçesi edepsizlik etmek
mânâsında kullanılır. Böyle kötü ve günah olan fiillere de fücur
denilir.
TAKVA da fücurun
zıddı olarak, nefsi kurtarmanın, Allah'ın koruması altında fenalıktan
sakınmanın ismidir. Neticesi korunmak olan hayır ve itaat fiillerini
kapsar. Şu halde bir nefse fücurunu ve takvasını ilham etmek, fücur
yapmasını ve ondan korunmasını kalbine duyurmak ve dolayısıyla onu
ikisi arasında kendi seçimi ile başbaşa bırakmak mânâsına sanılabilirse
de asıl mânâ kötülüğün kötülük, yani nefse zarar, bozukluk; takvanın da
takva, yani nefsi koruma, iyi olduğunu duyurmak ve dolayısıyla
yapılması veya yapılmaması günah ve kötü olan işlerden sakınmak; takva
ve hayır olan işleri yaparak korunmak gerektiğini telkin etmedir. Zira
"kötü" kavramı yermeyi ve dolayısıyla yasaklamayı, "takva" kavramı ise
övmeyi ve dolayısıyla yapılmasının emredilmesini gerektirir. Bir de
takva sadece "sakınmak" mânâsına bir mastar olmayıp bir mastar ismi
olduğu için burada ona karşılık olarak zikredilen fücur da "günah
işlemek" mânâsına mastar olmayıp yapılması veya yapılmaması kötü olan
şer ve günah işler mânâsına isim olması yaraşır. Bu nedenle de fücûr ve
takvayı ilham, bir nefse "bunları yap" diye ikisinin de yapılmasını
ilham mânâsına olmayıp herhangi bir işte "bu kötüdür, şer ve günahtır,
nefsi fenalığa sürüklemektir. Şu yönden zarardır, yapma. Şu da
takvadır. Hayır ve itaattır. Fenalıktan korunmadır, yap" diye bir nefse
şerri ve hayrı, kötü ve iyiyi, zarar ve yararı beyan ve telkin ederek
birinden sakındırıp birini yapmak iyi olacağını duyurmak demek olur.
Kuşku yok ki yüce Allah her nefse, bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar
duygusu vermiştir. Bunun birisi sonuç itibarıyla o nefis hakkında
tehlike, birisi de kazanç ve başarıdır. Onun için insan zarardan
kaçınır, kâra atılır. Bu toplu mânâ ile ilham, yaratılıştan her nefiste
genellikle cereyan eder. Şu kadar ki insan sonuç itibarıyla hangi şeyin
iyi, hangi şeyin kötü olduğunu her hususta aklıyla her zaman bilemez.
Özellikle kişi ömrünün yeterli olamayacağı derecede uzun tecrübelere
bağlı olan şeyleri bir nakil ve duyurma olmadıkça hiç bilemez. Bunlar
ilham alabilir, kudsi nefislere vahiy ile veya asırlarca süren
tecrübelerle bildirlir.
Bir de birçok
insan, iyiyi kötüyü, doğru ve gelecek açısından değil de sonu ne olursa
olsun bugün için ve yalnız kendine, kendinin o anda hemen duyacağı
zevke göre ölçer. Başkalarını kendisi gibi düşünmez. Diğerlerinin elem
ve zararını önemsemez. Kendisi için iyi zannettiği şeyin başkaları için
kötü olup olmadığını ve kendi hakkında ilerisi için dahi iyi olacak
şekilde aslında ve Hak katında iyi ve kârlı olup olmayacağını hesaba
katmaz. Veya "gün bugündür" der ilerisine inanmaz da birçok kötülüğü
sadece kendisine bugün için bir zevk veya fayda olduğundan dolayı
yapar, birçok iyilikten de bugün kendisine zor geldiği için kaçınır.
Oysa bu insan esas itibarıyla elem ve lezzet, kötülük ve iyilik, şer ve
hayır işlerini duymakta bulunduğu için başkalarını da kendisi gibi
düşünerek "hak" fikriyle hareket etse ve ayrıntılarını bilmediği veya
tecrübe etmediği şeyleri bilenlerden sorsa ve bulamadığı ve
belirleyemediği takdirde de o işin kendine ait olduğunu ve zevkine hoş
geldiğini veya gelmediğini bir tarafa bırakarak genel olarak aslındaki
hakkını düşünüp kalbine, vicdanına başvursa yüce Allah onun kalbine o
işin kötü mü veya takva mı olduğunu ilham eder, duyurur. Çünkü o bir
şer ise mutlaka gönlü bulanır, "yapmasam iyi olur" der. Hayır ise gönlü
bir huzur ve rahatlık duyar. Onun için hadis-i şerifte: "Müftüler sana
fetva verseler de sen kalbine danış."
"Seni
işkillendirecek şeyi bırak, işkillendirmeyeceğe geç." buyrulmuştur.
Ancak kişi kötülüğü bir alışkanlık halinde yapa yapa fıtratı tamamen
bozulmuş ve "Allah tarafından kalpleri mühürlenmiş."(Bakara, 2/7)
kişiler takımından olmuş olursa başka. Bu şekilde bu âyet, önceki
sûredeki "Ona iki yolu gösterdik."(Beled, 90/10) âyetinin bir tefsiri
demektir. İki yol, biri şer olan kötülük, biri de hayır olan takva
gayesi; hidayet de bunları ilham edip açıklayarak kötülükten nehiy,
takvayı emirdir. Fücurun yani kötünün hayırdan önce zikredilmesi ise,
kötülüğü savmak, menfaat elde etmekten daha önce, başka bir deyişle
temizleme, süslemeden daha önce olduğu içindir. Zira maksat kötülükten
sakındırmak, takvayı teşvik etmektir.
9.
İşte bu
anlatılan zahiri aydınlatmaları yaratan ve onlarla beraber daha birçok
nimeti içinde bulunduran göğü bina eden ve yeri döşeyen ve bunları,
kendini, iyi ve kötüyü idrak edecek ilham alabilen nefsi yaratıp düzene
koyarak ona iç nuruyla kötülük ve takvasını ilham eden yüce Allah'a
yemin olsun ki o nefsi temizleyen kimse yani günahlardan temizleyip
takva ile terbiye etmek ve geliştirmek suretiyle feyizlendiren
kimseler; başka bir mânâ ile, Allah'ın böyle temizlediği, ilham almış
temiz nefis, gerçek kurtuluşu buldu. "Gir kullarımın içine, gir
cennetime."(Fecr, 89/29-30) hitabına nail olarak kurtulup muradına
erdi.
10.
Onu
korumayıp günahlarla alçaltarak gömen hileci kimseler, yahut başka bir
mânâ ile, Allah'ın öyle alçaltıp gömdüğü günahkâr ve alçak nefis de
gerçekten zarar edip hüsrana uğradı. Kendini kurtaramayıp bütün
hayalleri ters yüz olmuş ve her ümitten mahrum olarak "Allah ne olurdu,
hayatım için önceden hayır yapsaydım."(Fecr, 89/24) diye diye sonsuz
azap, kopmaz bağ içinde hasret ve hüsrana düştü gitti.
Tefsircilerin
çoğunun açıklamasına göre yeminlerin cevabı bu iki cümledir. Asıl olan
yeminin cevabında denilmek ise de yemin uzamış olduğu için
kaldırılmıştır. Buna göre bu sûrenin ruhu ve bütün anlatılmak
istenenler bu iki cümlede özetlenmiştir.
Yukarıdan beri
defalarca geçtiği üzere "tezkiye", keskin ile zekatın aslı olan "zeka"
fiilinin tef'il kalıbından gelmiş şeklidir.> Bu ise arılık dediğimiz
temizlik, paklık, taharet mânâsıyla artıp büyümek demek olan nema,
feyiz ve bereket mânâsınadır. Dolayısıyla ile tezkiye; temizlemek,
geliştirmek, feyizlendirip büyütmek ve temize çıkarmak mânâlarına
gelir. Bu şekilde nefsi temizleme tabiri başlıca üç mânâda kullanılır:
BİRİNCİSİ: Onu
kirletecek küfür, cehalet, kötü duygular, yanlış inançlar, fena huylar
gibi kötü şeylerden temizlemek.
İKİNCİSİ:
Temizleyip koruyarak iman, ilim, irfan, iyi, iyiliksever duygular,
güzel, ilâhî ahlâk, takva özellikleriyle terbiye edip ilâhî tecellilere
nail olarak, çevresine zekat verecek, hayır ve bereket yayacak şekilde
feyizlendirmektir ki, bu iki mânâ ile nefsi temizlemeye çalışmak, onu
yaratanın bir hakkı olmak üzere insanın görevi ve yararı gereğidir.
Onun için bu temizleme, bu işi yapması itibarıyla insana; sebep olması
itibariyle mürşit ve öğretici durumda bulunan diğer şahsa; takdir
edilmesi, başarılması ve yaratılması itibariyle Allah'a nisbet olunur.
Burada açık olan mânâ da budur.
ÜÇÜNCÜSÜ: Nefsi
tezkiye etmek, nefsin temiz olduğunu takdir veya son derece feyiz alıp
gelişmiş olduğuna hükmetmek suretiyle temize çıkarmak, övmek mânâsına
gelir. Nitekim şahitlik yapacak birini tezkiye etmek bu mânâdandır.
İnsanın bu mânâ ile nefsini tezkiye etmeğe hakkı yoktur. Henüz
akibetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan için böyle bir
iddia ile böbürlenme gurur ve cehalet ile düşüştür. Necm Sûresi'nde
"Nefsinizi temize çıkarmayın. Allah, günahlardan korunanı en iyi
bilendir."(Necm, 53/32) buyrularak insanların kendilerini temize
çıkarmaktan nehyedilmeleri bu mânâ iledir. Onun için burada bu mânâ
düşünülecek olursa nefisten ibaret; nın faili (öznesi) altında gizli
zamiri o nefsi düzenine koyup kendisine ilham veren Allah lafzının;
zamiri de nefisten ibaret olan lafzının yerini tutan ve sıla cümlesini
"men" ism-i mevsulüne bağlayan bir bağ olarak "Allah'ın temize
çıkardığı nefis kurtuluşa erdi" diye anlamak gerekir. Önceki mânâda ise
insan; nın fâili (öznesi) bu insanın yerini tutan zamiri, sıla
cümlesini ism-i mevsule bağlıyan bir bağ; zamiri de nefsin yerini tutan
bir zamir olarak "nefsini temize çıkaran insan kurtuluşa erdi" diye
anlamak da yeterlidir. Akla ilk gelen de budur. Mutezile bu mânâda
israr etmek istemişlerse de Ehl-i sünnet ikinci yönü de caiz görmüşler,
her mânâsıyla temizlemenin Allah'a isnadın daha doğru olduğunu
söylemişlerdir. Onun için meâlde iki yöne de ihtimalli olacak bir
şekilde ifade edilmiş, tefsirde her iki yön de gösterilmiştir.
Gerçekte insanın
nefsini, ruhunu temizlemeye çalışması sonunda faydası kendisine ait
olan bir vazifedir. İnsan iradesini bu yönde kullanmakla "Allah'a
yardım ederseniz o da size yardım eder."(Muhammed, 47/7) mânâsı
gereğince Allah'a hizmet ederek Allah'ın yardımına erer.
İmam Ahmed, İbnü
Şeybe, Müslim ve Nesai Zeyd b. Erkam'dan rivayet etmişlerdir ki
Resulullah (s.a.v.): "Allah'ım! Benim nefsime takvasını ver ve onu
temizle. Sen onu temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen onun velisi ve
mevlasısın." diye dua ederdi. Taberani ve daha bazılarının İbnü
Abbas'tan rivayetinde de Hz. Peygamber (s.a.v.) bu âyeti okuduğu zaman
durur ve bu duayı söylerdi. Bundan ve Buhari, Müslim ve Ebu Davud'da
bununla ilgili rivayet olunan bazı hadislerden dolayı bazıları bu
mânânın daha tercihe şayan olduğunu ve bu şekilde , fiillerinin
hepsinde gizli fail (özne) zamiri tek düzen içinde Allah lafzının
yerini tutacağı için nazmın daha uyumlu olacağını söylemişlerdir. Fakat
asıl mesele insanın kendisi hakkında kendi kazancıyla sorumluluğunu
anlatmak olduğu için, önceki izah şekli daha anlamlıdır. Resulullah
(s.a.v)'ın dua etmesi de kendi kazancı cümlesindendir. "onu kirletip
gömen" âyetinin izah şekli de böyledir.
TEDSİYE,
tezkiyenin zıddıdır. Devs, bir şey gelişip büyümeyerek bodur ve cılız
kalmak ve gizlenmek mânâlarınadır. Bundan tef'il kalıbında türetilen
tedsiye de, bir kimseyi hile ile ayartıp fesada düşürmek mânâsına
gelir. Bununla beraber demişlerdir ki, bu kelimenin aslı "dess"ten
türemiş olan "tedsis" ir. Kendisinde bir cinsten iki harf yanyana
bulunan bir kelime olduğu için, tef'îl kalıbından mazisi "dessese"de
üçüncü sin, "doğan kuşu, konmak için süzüldü" yerinde denilmesi gibi
illet harfine dönüştürülerek "dessâ" olmuştur. Dess ve dissise, bir
şeyi bir şeyin altına gömüp gizlemek ve toprağa gömmek mânâsınadır.
Bizim desise tabirimizin aslı dissise mastarıdır. Desis, hiçbir ilaç
ile giderilmeyen koltuk kokusuna, casusa ve küle gömülüp kebap olmuş
ete denir. Dessas da bir tür pis ve kötü yılana denir. İşte tedsis ve
tedsiye bu mânâlarla ilgili olarak bir şeyi iyice gömmek ve hile
yapmak, bir şeyi hile ile bozup fenalaştırmak ve iyice örtüp gizlemek,
gömmek mânâlarını ifade eder. Şair demiştir ki:
"Sen Amr'ı
berbat edip gömen kimsesin.
Böylece onun
hanımları ondan dul kalıp dağıldılar."
Demek ki nefsi
tedsiye, ruhu faziletli ve erdemli şeylerle temizlemeyip kötü işler ve
kötü ahlâk ile fesada vermek, sonunda kokup gömülmeye mahkum bayağı
beden kirleri, katı hayvani gayeler, gösteriş gibi şeytani ve karanlık
hislerle çürütüp kokutarak maddiyata gömmek ve ahirette, küle gömülmüş
"kebap" gibi cehennem ateşine kapatmaktır.
İlâhî ilhâm ile
nefsi temizlemenin nur, gündüz ve gök ile; nefsi kirletmenin de gece
karanlığı ve yer ile münasebeti de açıktır. Allah'ın insan tabiatına
üflemiş olduğu o ruhu, o ilâhî nuru böyle gömmek ise ne büyük kayıp, ne
büyük hüsrandır.
11.
Bunu bir
misal ile açıklığa kavuşturmak için buyruluyor ki: "Semud,
azgınlığından dolayı yalanladı".
Defalarca
geçtiği üzere Semud, Arab-ı bâideden, yani tamamen helak ve yok olmuş
ve yok oluş kıssası dillere destan olarak kalmış meşhur bir kavimdir.
Birçok sûrede beyan olunduğu üzere yüce Allah onlara Peygamber olarak
Salih (a.s.)'i göndermişti. Doğruluğuna dair bir âyet, bir mucize
istediklerinde "Bu, Allah'ın dişi devesi, sizin için bir alâmettir.
Bırakın onu Alah'ın arzında otlasın. Sakın ona bir fenalık yapmayın.
Yoksa elem verici bir azaba uğrarsınız."(A'râf, 7/73) buyrulduğu gibi,
bir Allah devesi, olağanüstü bir dişi deve âyet olarak gösterilmiş ve
"Su içme hakkı bir gün onun, belli bir gün de sizindir."(Şuara, 26/155)
mânâsı gereğince ona su verilmesi için nöbet ve sıra usulüyle bir gün
ayrılmış ve Allah'ın arzında yayılmak üzere bırakılması ve kötülükle
dokunulmaması, dokunulduğu takdirde elem verici bir azap geleceği haber
verilmiş idi ki, devenin yaratılışı bir mucize olduğu gibi, bu haber de
bir mucize oluyordu. O kavim buna inanmamış, yalanlama ile karşılamış
idi. Yalan kötü bir şey olduğu gibi, gerçek ve doğru olan bir haberin
yalan olduğunu söylemek de kötü bir iş, bir yalan; bir peygamberin
verdiğ haberi yalanlamak ise onu gönderen Allah'ı inkârdır.
Da'va kalıbında
"tağva", azgınlık mânâsına mastardır. Kayaları kesip biçen Semud,
kuvvetlerine güvenerek azgınlıkları sebebiyle peygamberlerine inanmayıp
yalanladılar.
12.
En azgınları
atılıp ortaya çıktığı zaman, yani o yalanlamanın görünen alâmeti o
vakit oldu. İçlerinden en azgın bedbahtları olan birisi, ki Kudar b.
Salif diye meşhurdur, o azap tehdidini yalanlayarak deveyi tepelemeye
kalkıştığı sırada göründü. Bütün kavim de ona ve beraberindekilere
engel olmayıp sustukları ve bıraktıkları için onlar da onun gibi
yalanlamış ve azgınlıkta ona katılmış oldular.
13.
O vakit
Allah'ın Resulü, yani "Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik."(A'râf,
7/73) âyetiyle onlara peygamber olarak gönderildiği bildirilen Salih
(a.s) onlara şöyle demişti: "Allah'ın devesi" (sakındırma mânâsı üzere
mansup olmakla fiili zikredilmemiştir.) Yani, sakının, dokunmayın
Allah'ın devesine, peygamberine mucize kıldığı deveye ve onun
sükyasına, yani gününde onun suvarılmasına mahsus olan suyuna da
dokunmayın.
14.
Fakat o en
azgın kişi ve beraberindekiler ve dolayısıyla o kavim o Allah'ın
elçisini yalanladılar. Söylediklerine, o "sakın ha yapmayın" demesine
ve korkutmasına inanmadılar da onu, o deveyi devirdiler, vurup
öldürdüler.
AKR'ın asıl
mânâsı, bir hayvanın ayaklarını biçip yıkarak öldürmektir. Rabb'leri de
günahları sebebiyle onları yere vurup sürte sürte ezdi, hışmını bası
basıverdi, azabını uygulayıverdi. "Onları korkunç bir gürültü
yakalayıverdi." (Hıcr, 15/73, 83), "Onları bir sarsıntı tutuverdi."
(A'râf, 7/78, 91, 155) ve "Alçaltıcı azabın yıldırımı onları
yakalayıverdi." (Fussilet, 41/17) buyrulduğu üzere bir gürültü, bir
sarsıntı, bir alçaltıcı azap yıldırımla çarpıp yere sererek hepsini
kırdı geçirdi. Hem de onu eşit yaptı. O yere vurmayı, o azabı yalnız en
azgınlarına ve bizzat onun beraberinde bulunanlara değil, Salih
peygambere iman etmeyen, susmak ve dokunmamak suretiyle o azılıya
katılmış bulunanların hepsine, çoluğuna çocuğuna eşit şekilde uyguladı.
Hepsini düpedüz kökünden yok etti. Yahut, yeri üzerlerine geçirip
düzleyiverdi. Bu tesviye (düzleme) de önceki tesviyenin bir karşılığı
demektir.
DEMDEME,
açıklandığına göre fiilinin tekrarıyla elde edilen bir fiildir. Demme,
boya veya yaldız sürmek, badana yapmak, gemiyi zift ile kalafatlamak
gibi, bir şeyi bir şeye sürüp sıvamaktır. Yeri düzlemek, bir kimseye
şiddetli azap etmek, bir adamın başını ezmek ve halkı kırıp geçirmek
mânâlarına gelir. "Demdeme" bunun tekrarlanmış şekli olarak katlısını
yapmaktır ki, fiilde birbiri ardınca bir yinelenme ile her tarafından
kaplıyacak bir kuşatma ve kuvvet ifade eder. denilir ki, "kabri,
üzerine yıkıp basa basa tamamen düzledi" demektir. Cevheri "Sıhah"ında
der ki: "Bir şeyi demdeme yaptım demek, onu yere yapıştırdım ve sürte
sürte ezdim." demektir. "Kamus"ta: "Kavme demdeme etti ve kavmin
üzerine demdeme yaptı demek, onları öğütüp yok etti." demektir ki
tekrar tekrar düzlemek, azap etmek mânâsından alınmıştır. Aynı şekilde
hışım, öfke ve gazap mânâsına gelir. denilir ki, "onu hışım tuttu"
demektir. Hışım ve öfkeyle homurdanarak söz söylemek mânâsına da gelir.
"Ona karşı öfkeli öfkeli gürleyerek söyledi." demektir.
Tefsirciler
burada başlıca tekrarlanan "sıvama" ve "kabri tamamen bastırma"
mânâsından; günahlarını başlarına geçirip üzerlerine öfkeyle azabı
uygulamak ve köklerini kazıyarak yok etmek, kırıp geçirmek mânâlarına
tefsir etmişler ve "onu dümdüz etti" fiilindeki zamirinin de işaret
ettiğimiz gibi demdeme mastarının ve bu karine (ipucu) ile Arzın yerini
tuttuğunu söylemişlerdir ki, birisi azabın eşit şekilde hepsine
genelleştirildiğini, birisi de o yok etmenin, onların yere geçirilmesi
suretiyle olduğunu ve oturdukları yerlerin başlarına geçirilip düpedüz
bir harabeye çevrildiğini veya yok olmalarıyla yerin düzlenmiş
bulunduğunu ifade eder. Bu zamirin "demdemen" mastarının yerini tutması
daha açık ve şu zamiri de uygundur.
15.
Ve o, onun
akibetinden korkmaz. Yani Allah verdiği cezanın sonundan, acaba sonunda
bir zarar veya sorumluluk gelir mi? diye endişe edecek değildir. O,
sonunda yaptıklarının hesabını vermeğe mecbur olan ve ona göre verdiği
cezalarda, ettiği azaplarda akibetinden korkması lazım gelen yaratılmış
hükümdar ve hakimlere benzemez. Çünkü onun üstünde onu sorumlu tutacak,
ona bir zarar verebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. O hakkın
kendisidir. Her şeyi yapmaya kendiliğinden layık, her ne yapsa
hakkıdır. Bütün mülk onun olduğu için mülkünde "Dilediğini yapan"(Hud,
11/107) ve "yaptığından mesul olmaz."(Enbiya, 21/23) bir zat olarak
dilediğini yapar, kimsenin karşı çıkma ve karışmaya hak ve selahiyeti
olmadığı gibi zerrece bir zarar verebilme ihtimali de yoktur. O, yok
ettiği yaratıkların daha iyisini yaratma ve yok edilmelerinden sonra da
onlara dilediği sevap ve cezayı verebilme gücüne sahip olduğu için,
onun yok etmesi kendisi hakkında bir zarar teşkil etmeyeceği gibi,
başkası hakkında bir zulüm değil, hak ve adaletin ta kendisi olur. Zira
hakkın zatının üstünde bir hak ölçü ve ilkesi yoktur. O nefisleri önce
düzgün hale getirip yaratan Allah, onları bu şekilde genel olan
günahlarından dolayı cezalandırmada eşit tutmakla bir haksızlık değil,
adalet yapmış olur.
Bu BİRİNCİ izaha
göre vav, mukadder bir soruya cevap olarak gelen başlangıç cümlesinin
başında bulunan vav olup "korkmaz" fiilin fail (özne) zamiri Allah
lafzının yerini tutmaktadır. Bu cümle yaratılmışların sorumluluğunu,
yaratıcının sorumsuz ve yaptığından sorumlu tutulmaz olduğunu anlatarak
cezanın şiddetiyle beraber hak olduğunu açıklamak ve dümdüz etmeden
hatıra gelebilecek sakıncalı kuruntu ve vehimleri defetmektedir. Yüce
Allah hakkında korku asla tasavvur edilemeyeceği için bu ifadenin,
onların Allah katında zelil ve hakir olduklarını tasvir için bir
istiare-i temsiliyye olduğu da söylenmiştir. Bundan başka burada başka
iki izah şekli daha söylenmiştir.
İKİNCİSİ,
zamirinin, "Resul" isminin yerini tutmasıdır ki, "o resul ne oldu?"
şeklinde mukadder bir soruya karşı, o resul bu cezasının sonucundan
korkmaz. Zira o onları sakındırmış, peygamberlik görevini yapmış olduğu
için ona korku ve sorumluluk yoktur demek olup "Azap emrimiz gelince
Salih'i ve beraberindeki iman etmiş olanları, tarafımızdan bir rahmet
ile kurtardık." (Hûd, 11/66) mânâsıyla temizlenmiş nefislerin
kurtuluşlarına misal olur.
ÜÇÜNCÜSÜ de
Süddî, Dahhâk, Mukatil ve Zeccâc'ın görüşlerine göre "vav", hal
bildiren vav olup zamir "eşkâ" (en azılı) şahsın yerini tutmaktadır.
"Halbuki o azılı kişi işlediği suçun cezasından korkmuyordu." demek
olur.
Tefsircilerin
bazısı, yeminin cevabı, bu Semud kıssasından anlaşılan mânâya göre,
sûrenin sonunda mukadder olduğu görüşüne varmışlardır. Buna göre
sûrenin asıl geliş gayesi özetle şu mânâ olur:
Güneşe, onun
parıltısına,... yemin olsun ki sizin içinizden Allah'ın Resulünü
yalanlayanlara azap muhakkaktır. Evvelki izah şeklinde ise "Elbette
nefsini temizleyen kurtulmuş; onu kirletip gömen ziyan etmiştir."
bölümü büyük önerme makamında asıl cevap olup bu kıssa onu misal ile
isbat ve vurgulama olduğundan neticenin şöyle dallara ayrılması
gerekir: İşte Allah'ın ilham ve hidayetine uyup nefislerini takva ile
temizleyenler kurtuluşu bulduğu gibi, nefislerini temizlemeyip de
aksine kötülük ve isyan ile fesada uğratmış olanlar, Allah'ın elçisini
yalanlayıp azgınlarına uyan ve bu yüzden günahlarıyla yok olup giden
Semud gibi Resulullah (s.a.v.)'ı yalanlayıp azgınlara uyarak
kendilerini neticede azaba mahkum edip kaybeder ve hüsrana uğrarlar. O
halde Allah'ın Resülüne ve nuru olan Kur'ân'a inanmaya, uymaya ve
nefislerinizi takva ile temizlemeye ve geliştirmeye çalışınız ki
kurtuluşa eresiniz. Denilmiş ki, bilhassa Semud kıssasıyla öğüt vermek,
ilk muhatap olan Araplar'ın yurtlarına yakın olduğu içindir.
Yorum ve işaret
açısından da şöyle denilebilir:
Bu kıssanın özel
olarak seçilmesinin
nedeni şudur: Burada "Allah'ın devesi" bedene; "Salih", ruha; "devenin
su nöbeti" de marifete işaret olduğuna göre, Semud kıssası insan
nefsinin hallerine uygun, bu sûre de nefsin mutluluk ve bedbahtlıktaki
mertebelerini açıklama akışı içerisinde geldiği için özellikle bu kıssa
zikredilmiştir.
|
|