|
Elmalı Tefsiri
1-Kur'ân'da
hamd
ile başlayan beş sûre vardır. İkisi ilk yarısında, En'am ile Kehf;
ikisi de son yarısında Sebe ile
bundan sonraki Fâtır
Sûresi, birisi de Fatiha'dır ki, hem ilk yarı ile okunur hem son
yarı ile. Razî der ki:
"Bunun hikmeti
şudur: Yüce Allah'ın nimetleri pek çok ve bizim saymaya gücümüz yok
olmakla birlikte, esas itibarıyla iki kısımdır: Birisi "İycad" (yoktan
var etme) nimeti, birisi de "İbka" (devamlı ve sürekli kılma)
nimetidir. Çünkü yüce Allah bizi önce rahmetiyle yaratmış ve bizim için
durabileceğimiz şeyler de yaratmış, yoktan var etmiştir. Bu nimet birde
iade olunacaktır. Çünkü O bizi, başka bir diriltme ile bir daha yoktan
var edecek ve bizim için devam edecek şeyler de yaratacaktır." Demek ki
bizim bir başlangıç ile, bir yeniden yaratılma iki halimiz vardır. Her
iki halde de üzerimizde iki nimet var. Yoktan var etme ve ibka (devamlı
ve sürekli kılma). Fatiha Sûresi'nde her iki nimete işaretle "Hamd
Alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, Din gününün tek sahibi Allah'adır."
(Fatiha, 1/1,2,3) buyrulduğu gibi, ilk yarıda En'am Sûresi'nde nimeti
yoktan var etme şükrüne işaret olmak üzere, "Hamd olsun o gökleri ve
yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a." (En'am, 6/1)
buyuruldu. Kehf Sûresi'nde de nimeti sürekli kılmaya şükür olmak üzere,
"Kitabı kulu üzerine indiren Allah'a hamd olsun." (Kehf, 18/1)
buyuruldu. Çünkü Kitap ve Şeriat varlığı koruma sebebidir. Son yarıda
bu sûrede ahiret nimeti ve yeniden yaratılma hatırlatılarak buyuruluyor
ki: Hamd, övgü ile ululanmak Allah'ındır. Allah'ın hakkı, Allah'ın
özelliğidir. O ki bütün göklerdeki ve yerdeki hep O'nundur. O'nun
yaratması, O'nun mülkü, O'nun nimetidir. Bu dünyada insanların elinde
ne varsa hep emanettir. Ahirette de hamd O'nundur. Yani bu önün bir
sonu, bu dünyanın bir ahireti var. O ahiret ve ahiretteki nimetler de
O'nun ve onun için önünde hamd O'nun olduğu gibi, sonunda da hamd
O'nundur. Ahiret, kazanma ile ilgili olduğu için, orada hamd, O'nun
hakkı değil zannedilmesin. Onu hikmetiyle hazırlayan çalışanların,
çalışmasını ve çabasını zayi etmeyip çabasına ve kazanmasına göre,
ecrini ve karşılığını verecek olan O'dur. Ve gerek dünya nimetleri ve
gerek ahiret nimetleri, kazanma ile ne kadar ilgili olursa olsun esas
itibariyla kazanıp hak etmekten daha çok bir ihsan yoluyla olduğunda da
şüphe yoktur. Cennetlikler "Hamd olsun Allah'a ki bizi hidayetiyle buna
kavuşturdu. Eğer Allah bize hidayet etmeseydi kendiliğimizden bunun
yolunu bulmuş olamazdık.." (A'raf, 7/43) diye, "(Dediler): Bize
vaadinde doğru olan, bizi cennetten neresini dilersek yerleşmek üzere
buraya mirasçı yapan Allah'a hamdolsun". (Zümer, 39/74) diye, "Derler:
Bizden tasayı
gideren, Allah'a hamdolsun. Gerçekten Rabbımız çok bağışlayıcıdır, çok
nimet vericidir ki, ihsanından bizi durulacak bir yurda yerleştirdi."
(Fatır, 35/34,35) diye türlü hamdlerle hamd edecekler ve bütün
dualarının sonu da "Hamd âlemlerin Rabbı olan Allah'adır." (Yunus,
10/10) olacaktır. Dünyada hamd bir görev, bir ibadet, ahirette ise bir
zevk duyma, zevk almadır. Ve O, öyle hakîm, hikmetiyle dünyayı ahirete,
ahireti dünyaya bağlayarak iki alemin de işlerini sağlam biçimde idare
eden, hamdetmeye layık olan hakîm öyle habîrdir. Her şeyin sırrını
içyüzünü, önünü ve sonunu bilir. Bilerek işleri idare eder.
2-Öyle
haberdardır ki bilir yeryüzüne ne giriyor, yerkürenin içine çevresinden
ne sokuluyor, mesela neler yağıyor, neler gömülüyor, neler ekiliyor,
neler saklanıyor. Ve ondan ne çıkıyor, ne dışarı çıkıyor? Hayvanlardan,
bitkilerden, madenlerden, buhardan kokulardan, hararetten, soğukluktan
ve başka şeylerden neler içinden dışına çıkıyor. Ve gökyüzünden ne
iniyor; mesela yağmurdan, kardan, şimşekten, yıldırımdan, taştan, akan
yıldızdan, aydınlıktan, hararetten ve diğer maddi ve manevî güçlerden
ve meleklerden neler yerküreye iniyor. Ve gökyüzüne ne çıkıp
yükseliyor. Mesela, ne gibi buharlar, ne çeşit gazlar, ne gibi
maddeler, güçler, melekler, ruhlar, dualar, götürüp taşıyanlar,
yankılar semaya yükselip çıkıyor. Kısacası hem yerin, hem göğün
karşılıklı olarak gelir ve gider bütçelerini sadece bütün kalemleriyle
değil, bütün tahakkuklarıyla da tamamen bilir ve hepsinin önünü, sonunu
o şekilde idare eder. Hem O öyle rahîm, öyle bağışlayıcıdır. Hakîm, her
şeyden haberdar olduğu gibi, rahîm ve bağışlayıcıdır da. Hamd edenlere
rahim, rahmetli; kusur edenlere bağışlayıcıdır. Bu sebeble de dünya va
ahirette hamd O'nundur. Burada bu "Esma-i Hüsnâ'nın zikredilmesi,
ahiretin mümkün olabilirliğini kolay tasavvur ettirmek içindir.
3-5- Öyle
olmakla birlikte inkâr edenler, yani Allah'a o şekilde hamd etmeyip o
sıfatlarını ve ahiret kudretini inkâr edenler dediler ki.. buradaki
"vav" yemin vavıdır. Bu ifade kelimesinin sıfatıdır. Taberi'nin
beyanına göre, "gayb"dan maksat, insanların henüz bilmedikleri mümkinat
(olabilir şeyler) tır ki, gerek hiç yaratılmamış olsun, gerekse
yaratılmış da henüz kimse bilmemiş olsun. Burada bu nitelikle niteleme
iki nükte, iki ince mânâ ifade eder. Birisi geleceği haber verilen
"saat"in, yani kıyamet gününün ne zaman geleceğini yalnız O'nun
bildiğini anlatır; birisi de dağılmış parçaların toplanmasını uzak
görerek, imkân dahilinde görmeyerek onu inkâr edenlere cevap noktasını
gösterir. Bunun benzeri Kaf Sûresi'nde "Fakat yeryüzünün onlardan neyi
eksilttiğini biz mutlak biliriz." (Kaf, 50/4)dir. Yani ilmi böyle olan
habîr, her şeyden haberdar, ve hakîme bu nasıl imkânsız olur? Ne
göklerde, ne yeryüzünde zerre ağırlığı, yani en küçük karınca miktarı,
ufak bir mikrop veya molekül O'ndan uzak kalmaz, ilminden kaçmaz ve ne
o zerre ağırlığından daha küçüğü, atom, elektron, bir tek parça,
parçalanmayan en küçük parça derecesinde en küçük sonsuz ne de daha
büyüğü, tamamına varıncaya kadar hiçbiri O'nun ilminden gaib olmaz.
Hepsi huzurunda apaçık bir kitaptadır. Tefsir bilginlerinin çoğu burada
"Kitab-ı Mübin"i, "Levh-i Mahfuz" diye tefsir etmişlerdir. Fakat bunun
"Yaş ve kuru hiçbir şey müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir
kitaptadır." (En'am, 6/59) âyetinde olduğu gibi, doğrudan doğruya ilâhî
ilmi anlatıyor olması daha açıktır. Yani gaib ve hazırı ile bütün
kainat, Allah'ın huzurunda apaçık bir kitap gibi açık, malum,
besbellidir. Buradaki yukardaki fiiline bağlı ve O'nun hikmetini beyan
içindir. Yani Allah'ın, o iman edip salih ameller işleyenlere mükafat
vermesi için muhakkak o saat gelecek... O halde sözün özü şu oluyor:
Hikmet o saatin gelmesini gerektiriyor. Hem gaybı, hem de büyük küçük,
gizli aşikar, bütün parçaları ve bütünüyle tüm kainatı kuşatan kamil,
mükemmel bir ilim var, bütün onları yoktan var eden kudret de var. O
halde o saat neden gelmesin?
6-Elbette
gelecek, bu önün bir sonu olacak, müminlere mükafat, kâfirlere ceza
verecek, kâfirler onu inkâr ediyorlarsa da onlara karşılık Kendilerine
ilim verilenler, Resulullah'ın sahabeleri ve ümmetinden onların izince
gidenler veya ehli kitap bilginlerinden ilmiyle amel edip de imana
gelenler sana Rabbından indirileni, yani Kur'ân'ı görüyorlar ki o sırf
hak hem de "Çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna götürür."
Azîz, çok izzetli, çok onurlu, kahreder de aslâ mağlub edilmez.
HAMÎD: O hamdin
sahibi, dünyada ve ahirette hamd kendisinin hakkı olan yüce Mahmud'un
yolunu gösteriyor. Doğrudan doğruya caddeyi gösteriyor. O yüksek izzet
ve hamdi duyuruyor. Ona ermek zevkini veriyor. Yolunu da bildiriyor.
7-8-Böyle
iken,
O inkâr edenler, âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için çalışan, yarışan
kâfirler dediler. Kureyş kâfirleri peygamberlik ile alay yollu
aralarında demişlerdir ki "Size bir adam gösterelim mi?..." Hayır,
doğrusu ahirete inanmayanlar uzak sapıklık ile azab içindedirler. Onun
için öyle saçma sapan konuşuyorlar.
Ahirete imanı
olmayanların, ahirette görecekleri azabtan başka dünyada da vicdanları
azab içindedir. Çünkü dünyanın faniliği görüldüğü için, ahiret
inançları olmayanların kötümser olmaları tabiidir. Sonu hakkında
kötümser olan vicdanların ise, azab içinde bulunduğunda şüphe yoktur.
Ancak ölümü kendisi için kurtuluş saydıracak bir azab içinde olursa bu
başkadır. Peygambere karşı o saçma sapan sözleri söyleyen kâfirler de
böyle telaş ve şaşkınlık içinde idiler. Bu şekilde bu "ıdrab" (Sözün
akışın değiştirerek öncekinden bir başkasına geçme), Allah tarafından o
kâfirlerin hallerini beyan ile sözlerini hükümsüz bırakmaktır.
9- Kör mü
onlar?
O göklerden ve yeryüzünden önlerine ve arkalarına bakmazlar mı? Nasıl
bir şekilde bulunuyorlar? Dilersek biz onları yere geçiriveririz. Bir
sarsıntı ile yerin yarılıvermesi bir anlık bir iş veya üstlerine
göklerden parçalar düşürüveririz. Bununla için de bir göktaşı parçaları
veya bir yıldızın yeryüzüne çarpıvermesi yeterlidir. Bu tehdid cümlesi,
arada parantez arası cümlesi gibidir. Şüphesiz ki onda, o göğe ve yere
bakıp da önünü ardını düşünmekte mutlak bir âyet bulunur. Bir delil,
açık bir alamet bulunur ki, Allah'ın kudretini ve Peygamber'in dediğini
ve gerçekten didik didik dağıldıktan sonra da yeni bir yaratmanın
mutlak olduğunu ve bu yaratılmanın boş bir oyuncaktan ibaret olmayıp bu
dünyanın bir ahireti bulunduğunu anlatır. Fakat herkes için değil
Allah'a dönen her kul için "inabe" eden, yani tutuculuktan vazgeçip
Hakk'a dönen her kul için.
Buna tarihten
güzel bir örnek vermek üzere buyuruluyor ki:
10- Şanıma
yemin
ederim ki, Davud'a, en güzel "inabe" etmiş olan Davud (a.s.)'a verdik.
Bizden, bizim tarafımızdan, yani gelişi güzel değil, yüce Allah'ın
azametini ayrıca bir özellikle ifade eden sırf ilâhî bir bağış,
olağanüstü bir mucize olarak bir ihsan, o zamana kadar peygamberlere
verilenlerden fazla bir âyet, bir nimet verdik. Şöyle ki: Ey dağlar!
Dedik. Onunla birlikte zikir yapın, ötün, çınlayın siz de ey kuşlar,
Enbiya Sûresi'nde geçen "Dağları ve kuşları Davud ile birlikte tesbih
etmek üzere boyun eğdirmiştik." (Enbiya, 21/79), Sâd Sûresi'nde gelecek
olan "Gerçekten biz dağları kendisine râm eyledik ki bunlar akşamleyin
ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp tesbih ederlerdi. Toplanıp
gelen kuşları da. Herbiri ona dönücü idi." âyetleri (Sad, 38/18,19)
bunun tefsiri demektir.Yani Davud'a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir
eda verilmiştir ki akşam, sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar
ve kuşlar katılırlar, çınlar öterlerdi. Demek ki güzel sesle nağmeler
Davud'un özel bir üstünlüğü, kuşları dahi başına toplayan bir mucizesi
olmuştu. Bu mânâ iledir ki, Davudî ses meşhur olduğu gibi, Davud'un
Mezamir'i (Zebur'un Sûreleri) de meşhurdur. Bu güzel sanatı, İslam'da
kesin olarak kınanmış bir sanat zannedenler olmuştur. Fakat bilmek
gerekir ki, kınanmış olan fasıklığa yol açan nağmelerdir. Yoksa Kur'ân
okunurken, tertil (Kur'ân'ı usulüne göre okuma) ve sesini güzelleştirme
emrolunan bir şeydir. Bu konuda sahih hadis kitaplarında birçok
hadisler vardır. Birçokları "gına"nın yani musikînin etkisini ruhanî
zannederler. Böyle bir zan, ruhu hava zannetmektir. Ses bir hava
titreşimi olduğu için, müziğin doğrudan doğruya verdiği etki ve
heyecan, bir öpücük zevki gibi cismanî ve sinirsel bir etkidir.
"Teganni" yani bir parçayı makamla okuma, ancak bir kelimenin, bir
sözün mânâsını ruha duyurmaya hizmet etmesi itibarıyladır ki ruhanî bir
değer alabilir. Fasıklar hep şehvete yönelen konularla cismanî heyecan
aradıkları için, mânâyı öldürerek sadece sinirlere basan kuru
nağmelerle cismanî etki arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil yok
eder. Belki fasık için tamamıyla kendinden geçip hiçbir şey
hissetmeyerek mest olmak bir zevkdir. Fakat dinin, şeriatın vermek
istediği zevk bu değil, güzel mânâlı, mukaddes şuurlu bir hayat
yaşatmaktır. Şeriat istiyor ki, Kur'ân okunurken ses güzelleştirilsin,
makamla okunsun, ancak ifadenin metnini bozarak, mânâyı unutturarak
kuru ses izleyen fasıkların bestesiyle ve nağmeleriyle değil, sözlerin
tecvidini, fasihliğini bozmayarak mânâsının, belagatının (iyi, güzel,
pürüssüz söz söyleme) incelikleriyle duyurarak şuurlu bir hayat
yaşatacak olan bir seda ile okunsun ki, buna Peygamberin hadisinde
"lühûn-ı Arap" denmiş, kırâet ilminde "Tecvid" diye tarif olunmuştur.
Bu suretle biz Kur'ân okunurken Hz. Davud'un mucizesini yaşamış oluruz.
Nitekim Kur'ân'ı güzel okuyan hakkında "Davud ehlinin mizmarlarından
bir mizmar verilmiştir" diye övülmüştür.
Hz. Davud'un
dağları boyun eğdiren, uçan kuşları durduran mucizesi de kuru bir ses
oyunundan ibaret, kuru bir terenmüm değil, ruhtan kopup Allah'a arz
olunan kutsama ve tesbihler idi. Nitekim bu mânâyı belagatla ifade için
onunla birlikte dağlar, akıllılar gibi gösterilerek, "Ey dağlar" diye
seslenilerek "Kuşlar" kelimesi onun mahalline atfedilmiştir. Dağlar,
kuşlar böyle emrine râm edildiği gibi, ve ona demiri de yumuşattık.
Tefsir bilginleri bunu şöyle tefsir ediyorlar: Kızdırmaya ve dövmeye
muhtaç olmaksızın elinde bal mumu gibi dilediği şekle koyuverdi.
Fahruddin Razî der ki: "Allah'ın kudretine göre bunu uzak bir ihtimal
olarak görmemelidir." Çünkü görülüyor ki ateşte öyle yumuşuyor, öyle
çözülüyor ki, yazı yazılan mürekkep haline geliyor. O halde aklı
başında olanlardan kim onu ilâhî kudrete göre uzak görür? Gerçi bazı
insanlar bundan maksadın, ateş ile ve alet kullanmakla demir eritmeyi
buldu ve ortaya çıkardı demek olduğu kanaatine varmışlardır. Fakat bu
doğru değildir. İnancının zayıflığı ve Allah'ın kudretine itimatsızlığı
onu bu düşünceye sürüklemiştir. Böyle olmakla birlikte âyetin bu mânâya
da ihtimali yok değildir. Demirin bulunması ve eritilmesi daha eski
olsa gerektir. Fakat onu mum gibi dilediği şekle koyarak elbise
dokuyacak derecede hassas sanayi uygulamak Davud (a.s.)a nasib olmuş
bir sanattır. Nitekim Enbiya Sûresi'nde Biz ona sizin için, savaşınızın
şiddetinden korumak için giyecek sanatını öğrettik.." (Enbiya, 21/80)
buyurulmuştu ki, bundan bu sanatın daha sonrakilere de yadigar kaldığı
anlaşılıyor. Çünkü âyetteki "sizin için" ifadesi Muhammed ümmetinedir.
Burada ise bu hikmet şöyle ifade olunuyor.
11- Yap
diye,
bol bol, geniş geniş zırhlı elbise parçalarını birbirine ölçülü biçimde
tak. Dokunuşunu ve biçimini iyi ölç, biçiminde maharetli ol, iyi biçime
yatır. Deniliyor ki, yüce Allah'ın bu sanatı övmesinin hikmeti şudur:
Bu sanatta "Savaşınızın şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80)
buyurulduğu üzere, Allah katında muhterem olan insanlığı öldürülmekten
korumak ile ruhu koruma vardır. Onun için bunu yapan, kılıç vesaire
gibi saldırı silahı yapanlardan daha hayırlıdır. Dünyada fazla bir
silah buluşu yapan ve onu kullanmasını bilenler insanlığa bir bakımdan
yararlı iseler, ondan korunma vasıtasını bulanlar barışa ve iyiliğe
hizmet ettikleri için daha çok yararlıdırlar. Bu sebeple buyuruluyor ki
hem salah ile çalışın, iyi bir iş yapın. Burada "yap" denilmeyip de
"yapın" denilmesi dikkate değerdir. Bu fiilin öznesi yerine kullanılan
çoğul zamiri, Davud ile birlikte beraberinde bulunanların yerine
kullanılmıştır, diye söylemişler ise de biz bunun, "Savaşınızın
şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80) gibi hikayenin bir ibreti
olmak üzere Muhammed ümmetine sesleniş ile bir ek cümle olduğu
kanaatindeyiz ki, şöyle demek olur: Siz de ey Muhammed ümmeti, iyilik
ve barış ile çalışın, daha güzel işler yapın. Çünkü ben ne yapacağınızı
gözetiyorum, her ne yaparsanız görürüm. Yani ona göre mükafatını
veririm.
12-
Süleyman'a
da rüzgarı, râm ettik, emrine verdik. Deniliyor ki Süleyman (a.s.)ın
emrine verilen özel bir rüzgardı. Bildiğimiz bütün rüzgarlar değildi.
Çünkü onlar ihtiyaç zamanlarında herkesin yararı içindir. Onun için
bütün kıraatlarda bu "Rüzgar" kelimesi tekil okunmuş, hiç birinde
"Rüzgarlar" okunmamıştır. Yani Süleyman (a.s.) isterse bütün âlemin
rüzgarını tutabilirdi demek değil, havanın bir akıntısına yön
verebilir, onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgardı ki sabah
gidişi bir ay akşam dönüşü de bir ay. Şer'an bir günlük yol altı saat
olduğuna göre, otuz kilometre itibar edilirse, gidişi dokuz yüz
kilometre, gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre
kateder. Burada "Sabah gidişi"nin zamiri "riyh" rüzgardır denilmiş.
Onun gidişi diye, Süleyman'dır denilmemiş olduğuna göre, yalnız
rüzgarın hızı gösterilmiş demek olur. Süleyman (a.s.) bununla balon
gibi mi, yoksa uçak gibi mi giderdi, orasını Allah bilir.
Seyretti heva
üzere denir taht-ı Süleyman
Ol saltanatın
yeller eser şimdi yerinde.
Hem ona, yani
Süleyman'a "Kıtr", yani erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık. Yani
madenden su akar gibi akıttık. Kâdî Beydavî, bunun Yemen'de olduğunu
kaydetmiştir. Alûsî de şu rivayetleri kaydediyor: İbnü Münzir,
İkrime'den şöyle rivayet etmiştir: "Yüce Allah bakırı üç gün su gibi
akıttı" dedi. "Niçin" denildi, "bilmem" dedi. İbnü Ebî Hatim de
Süddî'den şöyle rivayet etmiştir: Ona üç gün bakır madeni akıtıldı.
Behir'de de İbnü Abbas, Süddî ve Mücahid'den şöyle nakledilmiştir:
Demişler ki üç gün üç gece akıtıldı ve Yemen'de idi. Mücahid'den bir
rivayette de bakırın Sana'dan aktığı, ayda üç gün aktığı da
söylenmiştir. Biz bununla, ilâhî bir ihsan olan ilim ve sanatla
akıtılmış olmasını daha önemli görüyoruz. Cinden de, tekili cinnî olan
cin, bizim açıklayamayacağımız gizli yaratıklardır. En'am Sûresi'ndeki
"Biz her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yaptık"
(En'am:112)
âyetine bkz. Cinden denilmekle anlaşılıyor ki hepsi
değil bazı cin. Rabb'ının izniyle, yoksa cin insana çalışmaz. "Onlardan
her kim emrimizden saparsa..." Bu cümle cinlerin de mükellef
olduklarına bir uyarıdır. Bununla birlikte Hz. Süleyman'a çalışan
cinlerin bir parça sapınca ve kayınca yanacak şekilde ateş kenarında,
şiddetli bir baskı altında çalıştıklarına da işarettir.
13-14-Burada
cinlerin sanatın sırlarını bilen birer sanatkar oldukları da şundan
anlaşılıyor Onlar ona ne isterlerse yaparlardı. Mihrablar ve heykeller.
MİHRAB: "Mif'al"
alet ismi ölçüsü olduğu gibi, bir de "midrar" gibi mübalağa (abartma)
kipi olur ki, mihrabın esasen bu mânâdan alındığı söyleniyor. Keşşaf'ta
denilir ki: Meharib, bayağılıktan korunmuş ve uzak olan şerefli
meskenler ve oturulacak yerler demektir. Bunlar onur ve haysiyetle
korunduklarından ve savunulduklarından dolayı, "Meharib" ismi ile
isimlendirilmiştir. Gerçi burada meharib, mescitlerdir diye de tefsir
olunmuştur."Temasil" timsal kelimesinin çoğuludur. Timsal, canlı veya
cansız bir şeyin biçimine benzer yapılan herhangi bir şekildir. Burada
"temasil" melekler, peygamberler ve salih insanların şekilleridir
denilmiştir. Halk görsün de onlar gibi ibadet etsinler diye mescitlerde
bakırdan, piriçten, sırçadan, mermerden bunların şekilleri yapılırmış.
Böyle heykeller yapılmasına Süleyman (a.s.) nasıl izin verdi? diye
sorabilirsin. Cevaben derim ki: Tasvir yalan ve zulüm gibi aklın kötü
gördüğü şeylerden değildir. Böyle olanlarda şeriatlerin birbirinden
farklı hüküm getirmeleri mümkündür. Ebü'l-Âliye'den rivayet olunduğu
üzere, o zaman resim yapmak haram kılınmamıştı. Bununla birlikte
heykellerin hayvan suretinde olması şart değildir. Ağaç gibi cansız
resimleri olması da caizdr. Onun için Razî, yalnız "nükuş" demekle
yetinmiştir. "havuzlar gibi canaklar."
CİFAN: Çanak
mânâsına "cefne" kelimesinin çoğulu, CEVAB da büyük havuz mânâsına "
cabiye"nin çoğuludur. "Sâbit kazanlar."
KUDÛR, "Kıdr"
kelimesinin çoğuludur. Kıdr, gerek topraktan ve gerek başka bir
madenden çömlek, tencere ve kazan gibi içinde yemek pişen kapdır.
RASİYAT,
yerinden kalkmaz, ağır ve sabit mânâsına "Rasiy" veya "Râsiye"nin
çoğuludur. Demek ki çok yemekler pişiriliyor, pek büyük sofralar
kuruluyormuş. Çalışın ey Davud ailesi, o büyük şükür için çalışın. Yani
o büyük nimet ve refah içinde tenbelliğe zevk ve eğelenceye dalmayın,
çalışın. Hem çalışmanız, bu nimetlerin şükrünü eda etmek, her birini
yerinde harcayarak Allah Teâlâ'ya daha güzel amellerle kulluk eylemek
için olsun ki "Andolsun şükrederseniz elbette sizin (nimetinizi)
artırırım." (İbrahim, 14/7). Bununla birlikte kullarım içinde çok
şükreden azdır.
ŞEKÛR, çok
şükreden, bütün gücünü şükretmeye harcayan, kalbi, dili ve diğer
organları hem itikad, hem itiraf, hem çalışmakla ve çoğu zamanlar da
şükür ile meşgul olandır. İbnü Abbas'tan bir rivayette: Bütün
durumlarında şükredendir. Neml Sûresi'nde geçtiği üzere "Ey Rabbim!
Bana, ana ve babama lutfettiğin nimetine şükretmemi ve senin razı
olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de salih
kullarının arasına sok." (Neml, 27/19) duasını vird edinmiş olan
Süleyman (a.s.), o az olan şekur kullardandır. Rivayet olunuyor ki Hz.
Ömer bir adamın "Allahım beni o azdan kıl" diye dua ettiğini duymuş:
"Bu nasıl dua!" diye sormuş. O zat, "İşitiyorum ki, demiş, Allah
"Kullarım içinde şükreden azdır" buyuruyor. Beni de azlardan kılmasını
istiyorum." Bunun üzerine Hz. Ömer "Herkes Ömer'den daha bilgili" demiş.
Burada "arz",
yeryüzünün ismi değil, fiilinden "ekl" ölçüsünde mastardır. Erda
adındaki böceğin fiili, yani ağaç kurdu denilen bir nevi güvenin
yemesi, kırkması mânâsınadır deniliyor, bir güve böceği demek olur.
Süleyman (a.s.)ın ölüm şekli hakkında türlü rivayetler varsa da biz
onları bir yana bırakıyoruz.
Allah Teâlâ'ya
inabe'si (dönmesi) güzel, nimetlerine şükrü ile hep bahtiyar olan Davud
ve Süleyman (a.s.)ın hallerini beyandan sonra, nankörlükte bulunanlara
örnek olmak üzere, Sebe' kavminin hali hikaye olunarak buyuruluyor ki:
15- Sebe'
kavminin evlerinde, yukarıda açıklandığı üzere ataları Sebe' b. Yeşcüb
b. Ya'rub b. Kahtan'ın adıyla yâd olunan Sebe' kavmi Neml Sûresi'nde
hikayeleri geçtiği üzere önceleri güneşe taparlarken, Belkıs idaresinde
Hz. Süleyman'a itaat ederek memleketlerini kurtardıktan başka,
ilerlemişlerdi de. Meskenleri, merkezleri Yemen'de Me'rib şehri idi ki,
Sebe' ona dahi denilir. Bunların meskenlerinde kendileri için bir ayet,
bir ibret olmuştu, bu ayet, zikrolunacak iki cennet zannedilebilirse de
Keşşaf'ın hatırlattığı üzere yalnız o değil, hikayelerinin tamamıdır.
Şöyle ki Sağ ve soldan iki cennet, iki taraflı bağlar, bostanlar, hal
dili ile diyorlardı ki Rabbınızın rızkından yiyin de O'na şükredin. Bu
nimetin değerini bilerek ona göre ibadet edin, çünkü beldeniz hoş bir
belde, son derece şirin bir belde, Rabbiniz, bağışlaması çok bir
Rabdır. Onun için şükrünü bilin de iyi hizmet edin. Çok güzel bir
tesadüftür ki "Hoş bir belde" ifadesi ebced hesabıyla İstanbul'un
fethine tarih düşmüştür. (857) Molla Cami rahmetlinin bir hediyesi
olmak üzere meşhurdur ve bilinmektedir.
16-17-
Fakat
onlar, o Sebe'liler yüz çevirdiler. Rivayete göre on üç peygamberleri
kendilerini davet ettikleri halde şükürden kaçındılar, hizmetine
bakmadılar. Biz de üzerlerine "Arim" selini salıverdik. Arim seli,
Ebülfida, tarihinde "Bu seddi (barajı) Me'rib yurdunda Sebe' b. Yeşcub
yapmış ve ona yetmiş kadar çay akıtmış ve uzak vadilerden selleri
celbeylemiş idi" der. Alûsî'de de, Keşşaf'ta da denilir ki: "Bu sed
(baraj) Belkıs'ın yaptığı sedd idi ki, iki dağın arasını taş ve zift
ile kapatarak kaynak ve yağmur sularını biriktirmiş ve sulama için
gereği kadar haklar bırakmıştı." Alûsî'nin nakline göre, seddin
arkasına suyu hapsedip, tutup, birbiri üzerine çeşitli kapılar ve önüne
nehirlerinin sayısınca on iki havuz yapmıştı. Bir rivayette bu barajı
Yemen kabilelerinin babası olan Hımyer'in yaptığı söylenmiş, bir
rivayette de büyük Lokman b. Âd'ın yaptığı ve taşlarını kalay ve
demirle perçinlediği ve bir fersah kare olduğu söylenmiştir. Bu
rivayetlerin hepsinin alınmasında bir çelişki yoktur. Önce Sebe'in
başlamış olması, sonra Hımyer'in, sonra Lokman'ın ve Zülkarneyn'in daha
sonra da Belkıs'ın peşpeşe çeşitli inşaat ve tamirlerde bulunmuş
olmaları pek ala düşünülebilir. acı, kekre veya buruk "esl" ağacı,
tarafe veya tarfâdan bir çeşit, büyük bir çeşit diye tefsir ediyorlar.
Kamus tercümesinde "tarfâ" ılgın ağacı ve "esl" onun acı ılgın denilen
iri kısmı diye zikredilmektedir. "Sidir" Arabistan'ın en makbul
ağaçlarından olmak üzere m eşhurdur. Meyvesine "nıbk" ve "Arabistan
kirazı" denildiği Kamus tercümesinde yazılıdır. Ezherî demiştir ki:
Sidir ikidir. Birisinden yararlanılmaz ve yaprağı yıkamalara yaramaz.
Meyvesi kekredir, yenmez, "dâl" denilen budur. Bir kısmı da su üzerinde
biter, meyvesi "nıbk"dır. Yaprakları yıkama özelliğine sahiptir. Unnab
ağacına benzer. "Onların iki bahçesini buruk yemişli... İki bahçeye
çevirdik." Burada ikinciye "cenneteyn" denilmesi müşakele ve tehekküm
içindir. Türkçede bilinen bir atasözü vardır. "Bakılırsa bağ olur,
bakılmazsa dağ olur." Bu küfrandadır. Yani nimete nankörlüklerinden
dolayı.
18- Hem
onlarla
o mübarek kıldığımız, içlerine bereket verdiğimiz kasabalar arasında,
sırt sırta kasabalar yapmıştık. O "bereketli kasabalardan maksat, Şam
diyarıdır." Katade'den rivayet olunduğu üzere, yani sırt sırta bitişik
diye tefsir edilmiştir. Ve onlarda, yani o kasabalarda yolculuğu
belirli bir miktar üzere tertib ve tanzim etmiştik. Her biri yolcu için
birer istasyon ve birer merhale halinde idi; birinden çıkan azık
taşımadan ve açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebilirdi.
Öyle ki O sırt sırta kasabalar içinde geceler ve günlerce emniyet ve
asayiş ile gidin gezin, öyle muntazam, öyle emniyetli idi. Demek ki
yalnız Sebe' değil, Yenen'den Şam'a kadar Arabistan baştan başa böyle
bayındırmış ki, bu çok dikkat çekicidir.
19- İşte
bu
nimete karşı da onlar nankörlük ederek ey Rabbimiz dediler, bizim bu
seferlerimizin arasını uzaklaştır. İsrailoğullarının hayır olan
"A'la"yı, (daha değerli) "edna" (daha değersiz) ya değişmek istedikleri
gibi, bunlar da bayındır olmasından rahatsızlık gösterdiler, onların
ortadan kalkıp, aralarına uzun mesafelerin, sahraların girmesini
istediler.
Bunu gerçekten
böyle sözlü olarak istemiş olmaları düşünülür ise de yaptıkları
nankörlük ve isyan durumları ile istemiş olmaları da zannedilir. Öyle
dediler ve nefislerine zulmettiler, kendilerine yazık ettiler. Çünkü
belalarını aradılar biz de kendilerini efsanelere, masallara çevirdik.
Denilir ki ciddî bir süvari, iki aydan fazla bayındır yer ve
kasabalardan giderdi ve dört aylık mesafeden ahali bir diğerinden ateş
alabilirdi. Ve didik didik darmadağınık ettik. Gassan, Şam'a katıldı,
Enmar Yesribe, Cüzam Tihame'ye, Ezd Uman'a katıldı. Şüphesiz ki bunda,
Sebe'in zikrolunan bu hikayesinde elbette âyetler var, ibret alınacak
delaletler var. Çok şükredecek her çok sabırlı için, yani çok şükredici
olmak için çok sabırlı olmak lazımdır. Ve işte böyle çok sabırlı olup
çok da nimetlere eren ve çok şükredici olan kimseler için, bu Sebe'
hikayesinde önemli ibretler vardır. Heva ve heveslerini frenleyip
zahmetlere, meşakketlere tahammül ederek görev ve ibadetlerine çalışan
sabırlı kimseler, memleketlerini Allah'ın yardımıyla cennet gibi imar
eder nimetlere ererler. Allah'ın pek az olan şükredici kullarından
olmak isteyenler de, o nimetlerle azmayıp yine sabır ve sebat ile
şükrüne gayret edip, sabırla çalışacak olan sabredenlerin ve çaba
sarfedenlerin içinde yer alırlar.
20-21-
Yine
yemin ederim ki, İblis onlar, yani Sebeli'ler ve Âdemoğulları aleyhinde
zannını doğru çıkarttı. "Ey Rabbim! Beni azdırdığın şeye karşılık, ben
de andolsun yeryüzünde onları herhalde süsleyeceğim (onları kendilerine
hoş göstereceğim), onların hepsini toptan mutlaka azdıracağım. Ancak
onlardan ihlasa erdirilmiş kulların hariç" (Hıcr, 15/39,40) demiş olan
İblis dediğini gerçekleştirdi. Onun için halis müminlerden ibaret bir
zümreden başkası o İblis'e tabi oldular, ardınca sürüklendiler. Bu
sürükleniş de onun gücünden değil, kendilerinin ahirete
imansızlıklarındandır. Çünkü Allah Teâlâ imanı olanla olmayanın
ahiretini ayırmıştır. Onun için, o ardınca gidiş esas itibarıyla
şeytanın üstün gelmesinden değil, Hak'kın emrinin ve iradesinin üstün
gelmesindendir. Yoksa Allah'ın iradesinin aksini gerçekleştirmek kimin
haddine. Her şeye karşı koruyucu, muhafız hakim ancak rabbin Allah'dır.
"Rabb'in her şeyi gözetleyendir." Onun için hiçbir şeyden korkmayarak:
22-30-
Ancak
kendisine şefaat için izin verilmiş olan kimse hariç ki önce Makam-ı
Mahmud'da Muhammed (s.a.v.), sonra derece derece diğer peygamberler,
salih kimseler ve melekler. "Nihayet kalblerinden dehşet giderilince.."
Yani izin verdiklerinin şefaati de birdenbire oluvermez, mahşer de,
bekleme yerinde çok beklerler. Dehşetli korku heyecanlar içinde bekler,
o dereceye kadar beklerler ki sonunda kalplerinden o dehşet ve heyecan
giderildiği, yani şefaate izin verdiği zaman, şefaat bekleyenler şefaat
eden şefaatçilerine derler Rabbınız ne söyledi? Şefaatinizi kabul
buyurdu mu? Şefaatçılar da buna cevap olarak Hakk'ı derler, yani hakkı
söyledi. Hakk ne ise o olsun buyurdu derler, dolayısıyla kâfirlere
şefaat olmaz. "Bunlar, O'nun rızasına ermiş olandan başka kimseye
şefaat etmezler"(Enbiya, 21/28) âyetine uygun olarak, yalnız Allah'ın
razı olduğu müminlere şefaat ederler. "Biz seni ancak bütün insanlara
peygamber gönderdik..." Bu âyet de Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
Arap ve Arap olmayan bütün insanları topyekün içine aldığına delil olan
âyetlerdendir.
****
37-43- "De
ki:
'Rabbim gerçekten kullarından dilediği kimseye rızkı hem genişletir,
hem daraltır." Bu, bir kişide iki zamana göre, yukardaki de 34/36 ayrı
ayrı iki şahsa göredir. Onun için iki âyet birbirini tekrarı değildir.
Hem O, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Çünkü diğerleri gerçekten
"râzık" (rızık veren) değil, O'nun rızkını insanlara ulaştırmaya
yarayan birer araçtırlar.
44-45-
Kendilerine senden önce bir nezîr (korkutucu) göndermedik. Yani o
yaptıkları şirkler ne bir kitaba dayalıdır, ne de bir peygambere.
Müşrikliği ortaya çıkaranlar peygamberler değildi, yoksa daha önce
İsmail ve İbrahim gönderilmemiş değildi. Onun için burada böyle
buyurulması, ileride "Hiçbir ümmet hariç olmamak üzere, mutlaka içinde
bir korkutucu peygamber geçmiştir." (fatır, 35/24) buyurulmasına aykırı
değildir.
****
46-50-
"Gerçekten Rabbim hakkı fırlatır, yerli yerine koyar." Hakkı fırlatır,
yani kullarından dilediğinin kalbine indirir, yahut bâtılın tepesine
geçirir de onun beynini parçalar yahut her tarafa yayar; âyet bu
durumda İslâm'ın yayılmasını vaad etmiş olur. Nitekim Hak geldi, yani
İslâm geldi, şirk yok olacak. "De ki: 'Ben yanılırsam, ancak kendime
kalarak yanılırım." Bunda Peygamberin de kendi kendine ictihat ile
hareket ettiği takdirde hata edebileceğine delalet vardır.
51-54- O
telaşa
ve dehşete düştükleri zaman, ölüm veya haşır dehşeti veya "Bedir"
telaşesi "Onlar için (imana âhiret gibi) uzak bir yerden el sunmak
(ulaşabilmek) nerede?"
TENÂVUŞ:
Tenavül, el atmak, el sunmak demektir.
MEKAN-I BAİD:
Yani imanın fayda vereceği, mükellefiyetin geçerli olduğu zaman,
mükellef olma dünyası geçtikten, azab gelip çattıktan sonra iman,
ümitsizlik halinde iman faydasızdır. İşkilli bir şüphe, yani birçok
kimseleri de şüpheye düşürmek isteyen veya kendi içlerini de rahatsız
eden işkilli, töhmetli şüphe, bütün zalimlerin, kâfirlerin ahirette
böyle dehşetli azaba yakalanacaklarını vaad eden bu âyetlerin, gerek
Peygamber ve gerek müminler için, büyük bir müjde ve bütün kullar için
bir nimet olması bakımından bunun ardından Fâtır Sûresi'nin de "hamd"
ile başlaması ne kadar güzel olmuştur.
|
|