|
Bu sûrenin nüzul
sebebiyle ilgili üç rivayet vardır. Hakim ve daha başkaları Abdullah b.
Selâm (r.a.)'dan sahih olarak şöyle bir rivayeti nakletmişlerdir.
Abdullah demiştir ki: "Resulullah (s.a.v)'ın ashabından birkaç kişi
oturmuş, "Acaba amellerin hangisi Allah yanında daha sevimlidir? Bilsek
de onu yapsak." diye konuşuyorduk. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. O, çok güçlüdür,
hüküm ve hikmet sahibidir." âyetleriyle başlayan sûreyi inzâl buyurdu.
Resulullah da bize bu sûreyi sonuna kadar okudu." Âlûsî der ki: "Bu
hadis Şeyheyn'in (Buhârî, Müslim) şartı üzere sahih bir hadistir. Bunu,
Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve daha birçokları rivayet etmişlerdir. Hatta
Hafız İbnü Hacer demiştir ki: "Bu hadis, dünyada rivayet edilen
müselsel hadislerin en sahihidir."
İkincisi,
Dahhâk'tan yapılan şu rivayettir. Bazı gençler, savaşta şöyle yaptık,
böyle yaptık diye yapmadıkları şeyleri söylemişlerdi. Bunun üzerine söz
konusu sûre nazil oldu. Üçüncüsü, İbnü Zeyd'in rivayetidir. Buna göre
"Münafıklar, müminlere biz sizdeniz ve sizinle beraberiz." dedikleri
halde fiillerinde buna ters davranışlarının görülmesi sebebiyle bu
sûrenin nazil olduğu söylenmiştir. Âlûsî, bu son rivayetin önceki iki
rivayet kadar kuvvetli olmadığını beyan etmektedir.
Bu
sûrenin
kısaca anlamı, doğruluk ve sadakatle Allah yolunda cihada teşvik edip
hazırlamak ve bu suretle önceki sûrenin mânâsı ve imtihan konusu olan
nehiylerini te'kid etmek ve İslâm'ın geleceğini aydınlığa
kavuşturmaktır. İmtihan Sûresi'nin sonunda ümidsizlikten sakındırılmak
sûretiyle ahiret ümidi takviye edildiği gibi, bu sûrede de İslâm
dininin bütün âlem önünde ortaya çıkışını ve yüceliğini ispat etmek
için daha büyük imtihan devreleri geçirmek üzere müslümanlar cihad
meydanlarında "Bünyân-ı mersûs" (sağlam bir yapı) gibi yer alacak
şekilde nizam ve intizama davet olunarak, buna uyan müminlere başarı
müjdelenecektir.
1-2.
"Ey
iman edenler!"
Râzî tefsirinde der ki: "Bu âyetlerin nazmında münasebet açısından
makul bir güzellik vardır. Çünkü inatçı şu üç halden uzak değildir.
1- Ya
inadına
devam eder.
2-
Yahut inadını
terketmesi beklenir.
3-
Yahut da
inadı terkedip teslimiyyet gösterir.
İşte
Allah Teâlâ
bu âyetlerde hali beyan ederek onlara her bir durumda halin gereğine
göre muamele edilmesini müslümanlara emretmektedir. Bunlar içinde
(60/4) âyeti birinci duruma (60/7) âyeti ikinci duruma, (60/10) âyeti
de üçüncü duruma işarettir. Ayrıca bütün bu âyetlerde güzel ahlâka sevk
ve teşvik eden hoş uyarılar vardır.
Çünkü
Allah
Teâlâ bu üç hali karşılamada müminlere en güzel olan karşılıkla ve en
layık olan sözle emretmiştir." Ey iman edenler! Mümine kadınlar size
hicret ederek geldikleri zaman, burada müminât ifadesi, imanın gereği
olan kelime-i şehadeti açıktan söylemiş ve ona zıt bir hal göstermemiş
olmaları, yahut imtihan ile imanlarını ispat etme durumunda bulunmaları
itibariyle açıkça belirtmiş olmalarını gerektirir. Yoksa imtihana tabi
tutulmalarının mânâsı olmazdı. Yani dâr-ı küfürden dâr-ı İslâm'a hicret
ederek müminiz diye size geldikleri zaman onları imtihan edin,
kalplerinin de dillerine uygun olduğuna sizi inandırmaları için onları
sınayın. İbnü Cerir ve daha başkalarının İbnü Abbas (r.a)'tan
yaptıkları rivayete göre, Resulullah (s.a.v) bu çeşit kadınları
kelime-i şehâdeti üzere imtihan eder ve şöyle yemin ettirirdi. "Bir
kocaya buğzetmekten dolayı çıkmadığına yemin eder misin? Bir yerden bir
yeri arzulayarak çıkmadığına yemin eder misin? Allah ve Resulüne
muhabbetten başka bir maksatla çıkmadığına yemin eder misin?
Buhârî
ve diğer
kaynaklarda rivayet edildiği üzere Hz. Aişe (r.a.) demiştir ki:
"Resulullah mümineleri ancak (60/12) âyeti ile imtihan ederdi." Bu
imtihanın sebebi, İmanlarını Allah'ın en iyi bilmesidir. Hakikaten
mümin olup olmadıklarını tamamiyle Allah bilir. Çünkü imanın asıl
şartı, kalbin tasdik etmesidir. Kalplerdeki sırları ise ancak Allah
bilir. Siz açıktan denemek suretiyle zahiri bir ilim elde
edebilirsiniz. Bu yüzden imanın hükmünü zayi etmemek için deneyin.
Nisâ
Sûresi'nde
geçen "Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek:
'Sen mümin değilsin!' demeyin..." (Nisâ, 4/94) âyeti gereğince selam
verene, müminim diyene, mümin değilsin diyerek kâfir muamelesi yapmak
doğru olmasa da, andlaşmalı bile olsa dâr-ı harbden yeni hicret ederek
gelenlerin sırf müminiz demeleri ile bir deneme ve tecrübe yapmaksızın
derhal hür müminlerin her türlü hak ve muamelelerine
kavuşturulmalarında da müminlere zarar vermesi şeklinde bir
tedbirsizlik vardır. Bunda önce casusluk sonra andlaşmayı bozmak,
üçüncü olarak da nifak ve ahlâksızlık gibi fesadlar düşünülebilir.
Kısacası, dâr-ı İslâm'da asıl olan zimmetin beraatı ise de, dâr-ı
harbden iman iddiasıyla geliş, meydana gelen hadisenin beraatı davası
mânâsına geldiği ve imanın asıl şartı olan tasdikin ise kalbe dair
işlerden bulunması cihetiyle, zâhirde başkasının hukuku açısından dahi
muteber olacak surette hükmen sabit olabilmesi için açık bir alamet
olan ikrarın ona delaletini kuvvetlendirecek bir yaptırım lazımdır ki,
o da zikredildiği gibi bir imtihanla olabilir. Onun için hicretlerinin
başka maksatla değil, halis bir iman ile iyi niyete dayalı olduğu
hususunun bir dereceye kadar bilinmek üzere denenmesi gerekmektedir.
Nitekim Hucurât Sûresi'nde geçen "Bedeviler 'inandık' dediler. De ki:
'Siz inanmadınız, fakat 'İslâm olduk' deyin..." (Hucurât, 49/14)
âyetinde de bu mânâya bir işaret vardır. Mamafih söz konusu bu âyet,
mutlak mânâda olmayıp kadınlar hakkında ayrıca bir koruma ve itinâyı
ifade edici özellikte zikredilmiştir. Eğer imtihanla o kadınların
mümine olduklarını bilirseniz "Allah, imanlarını daha iyi bilir."
karinesine dayanarak müfessirler buradaki ilmin, zann-ı galib (hakikate
en yakın ilim) mânâsına olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre
muâmelatta zann-ı galib ile amel etmenin vacib olduğunu göstermek için
zann-ı galib ilim ile ifade edilmiştir. Yani bu konuda sizin için kesin
bir bilgi mümkün olmasa da, mümkün olabilen bazı soru ve cevaplarla bir
tecrübe, yemin ve diğer hususlar gibi karine ve delillerden hareket
ederek hüküm çıkarmak suretiyle hakikate en yakın zan kadar bir ilim ve
kanaat meydana gelirse artık o kadınları kâfirlere geri vermeyiniz,
çünkü onlar onlara, yani müminler kâfirlere helal değildir onlar da
onlara, yani kâfirler de müminlere helal olmazlar. Aradaki haramlığı
ifade etmek için bu cümlelerin birisi dahi kâfi gelirse de, haramlığın
yalnız bir taraftan olmayıp, iki taraftan da sabit olduğunu beyan etmek
için tekrar edilmiştir. Yahut birincisi ayrılığın meydana geldiğine,
ikincisi de yeniden nikah kıymanın mümkün olmadığını hatırlatmak
içindir. Şu halde onları iade etmek, zorla zinaya sevketmek gibi bir
cinayet olur. Böylece denilebilir ki, bu imtihan âyeti, özellikle
kadınları bu tarz bir haramdan korumaktadır. Bununla beraber yapmış
oldukları masrafları o kâfirlere verin, yani o kadınların bırakıp
geldikleri kâfir kocalarının onlara sarf etmiş oldukları mehirleri ne
ise, onu o kâfirlere tazminat olarak ödeyin. Bu emir dış anlamıyla
mutlak gibi görünürse de üzerinde düşünülünce bunun iade konusunda
andlaşma yapanlar tarafından kaçıp gelenlerle ilgili olduğu anlaşılır.
Çünkü hiçbir andlaşma yapmayan veya fiilen harbeden konumunda bulunan
taraftarlar kaçıp geldikleri takdirde, umumi kurallara göre böyle bir
tazminat ödemeye sebeb yoktur. Nüzul sebebi hakkında zikredilen bazı
rivayetler de bunun Hudeybiye andlaşması hükümlerine mahsus olduğuna
delalet etmektedir. Zira Hudeybiye andlaşmasının maddelerinden biri
şöyleydi: "Kureyş tarafından velisinin izni olmadan Muhammed'e geleni
geri gönderecekler, ancak Muhammed'den Kureyş'e gelen olursa iade
etmeyeceklerdi. Muhammed'in sözleşmesine dahil olmak isteyenler ona
girecek, Kureyş'in sözleşmesine dahil olmayı arzu edenler de ona
girebileceklerdi..." Resulullah andlaşma süresi içinde Kureyş'ten
velisinin izni olmadan kaçıp gelen erkekleri, mükellef müslaman bile
olsalar velilerinin istemeleri halinde iade etmişti. Nitekim Kureyş'in
andlaşma delegesi olan Süheyl'in oğlu Ebu Cendel'i nasıl iade ettiği ve
neticesinin ne olduğu yukarılarda geçmişti. Sonra kadınlardan da hicret
edip gelenler oldu. Halbuki andlaşma müzâkerelerinde erkeklerle ilgili
meseleler üzerinde durulmuş fakat kadınlar hakkında bir şey
konuşulmamış ve andlaşma metninde açıkça zikredilmemişti. lafzının
içeriğinde böyle bir ihtimal bulunmakla beraber "erkek veya kadın."
denilmemişti. Binaenaleyh mesele yoruma müsaid ve şüphe çekici idi.
İşte bazı rivayetlere göre bu âyet söz konusu meselenin çözümü için
indirilmiş ve bir imtihan ile imanlarına kanaat hasıl olduğu takdirde
kadınların iade edilmeyip ancak evli olanların kocalarına mehirlerinin
ödenmesi suretiyle şüphenin giderilmesi emredilmişti. İlk gelen ve sözü
edilen âyetin inişine sebeb olan kadın hakkında da nakledilen
rivayetler farklıdır. Bir rivayette, ilk defa Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı
Ümmü Gülsüm gelmiş, arkasından da kardeşleri Ammâr ile Velid gelerek
iadesini taleb etmişlerdi. İşte bu esnada âyet nazil olmuş ve bu yüzden
Ümmü Gülsüm geri verilmeyip bilahare Zeyd b. Harise (r.a.)'ye nikah
edilmişti. Diğer bir rivayette ilk gelen kadın Sübey'a binti Harise idi
ki bu kadın, müşrik olan Sayfiyy b. Rahib'in, başka bir nakle göre de
misafiri Mahzumi'nin karısıydı. Mekkeliler onu geri istemişler, fakat
kocasının sarfettiği mehri verip, Hz. Ömer onu nikahı altına almıştı.
Bir başka rivayete göre de bu âyetin nüzulüne sebeb olan kadın, Ebu
Hasan b. Dahdaha'nın karısı Ümeyme binti Bişr idi ve iadesi taleb
edilmekle birlikte geri verilmeyip Süheyl b. Sayfiyy ile
evlendirilmiştir. Bu rivayetler sebebin birden çok olmasıyla meselenin
Hudeybiye andlaşmasıyla ilgili olduğunu gösterir. Fakat Dahhâk'tan
gelen bir nakilde Resulullah ile müşrikler arasında şöyle bir
andlaşmanın bulunduğu ifade edilmektedir. "Bizden sana senin dininden
olmayan bir kadın gelirse onu bize geri vereceksin. Şayet senin dinine
girerse, evli olduğu takdirde sarf etmiş olduğu mehri kocasına
vereceksin." Buna göre âyet doğrudan doğruya bu sözleşmenin hükmüne
uygundur. Daha önce Tirmizi'den nakledildiği üzere sûrenin hepsi
Hatib'in mektup hadisesiyle ilgili olduğu takdirde de, bu tazmin
meselesi yine taraflardan birinin hükümleriyle alakalı olması gerekir.
Ve o
müminleri
nikahlamanızda da, kendilerine mehirlerini verdiğiniz takdirde size bir
günah yoktur. Çünkü iman edip İslâm'a girmiş olmalarıyla dar-ı harbdeki
kâfir kocalarından ayrılık ve haramlık meydana gelmiştir. Mamafih eski
kocalarının verdiği mehri geri ödeme kâfi gelmeyip kendilerine de
evlenme akdi olarak ayrıca mehir vermek gerekmektedir. Mehirlerini
vermede de hemen ödeme şart olmayıp, verilmek üzere taahhüt etmek dahi
yeterlidir. Mehir zikredilmeden nikah fasid olmayıp mehr-i misil
(benzer mehir) lazım gelirse de bu âyette, günahı ortadan kaldırmak
için vermek şart kılındığı cihetle, mehri zikretmemenin mekruh olacağı
anlaşılır. Kâfirlerin ise, ismetlerine yapışmayın. Kevâfir, kâfirenin
çoğulu, isam, ise ismetin çoğuludur. İsmet, dokunulacak tutamak demek
olup gerdanlık, bilezik ve himaye etmek mânâlarına gelmesinden dolayı
gerek andlaşma ve gerek sebep gibi herhangi bir tutamağa denir. Burada
kasdedilen nikâhlarının bâtıl sayılmasıdır. Yani dâr-ı harbden hicret
etmeyip kâfire olarak kalan veya Allah korusun mürted olarak dâr-ı
harbe katılan kadınlarla aranızda ne bir ismet ne de bir evlilik
alakası olmasın, onun tutamaklarına da tutunmayın. Daha Türkçesi
ellerine yapışmayın ve ipleriyle kuyuya inmeyin. Hem de sarf ettiğiniz
mehri isteyin. O kâfirler de size hicret eden mümine kadınlara sarf
etmiş oldukları mehri istesinler, yani takas edin, fazla alacaklı
çıkarsanız isteyin, borçlu kalırsanız "harcadıklarını onlara verin."
emri gereğince verin bu dinlediğiniz hükümler Allah'ın hükmüdür. O,
aranızda hükmediyor, zikredilen kâfirlerle siz müminler arasında hüküm
veriyor. Ve Allah Alîm, Hakîm'dir. İlmiyle hikmetinin gereğini yapar.
Ve eğer sizin zevcelerinizden bir şey sizden fevt olur, yani kaçıp
dâr-ı harbe geçer ve ödenmezse sonra da siz muakıb olursanız...
Müfessirlerin çoğu burada geçen muâkebenin ukûbetten değil, teâkub gibi
nöbet mânâsını ifade eden "ukbe"den olduğunu ileri sürmüşlerdir ki buna
göre mânâ şöyledir: Sonra da nöbet sizin olur. Yani onların
kadınlarından iman ile size hicret edenler bulunur ve bu suretle
tazminat verme sırası size gelirse, yahutta bazılarının dediği gibi
"ukûbet"ten olduğuna göre, siz de çarpışıp ganimet alırsanız zevceleri
gitmiş olanlara yaptıkları masrafın mislini verin, verilecek
tazminattan bu kadarını onlar için hesab edin, yahut alınan ganimetten
önce bunların zayiatı kadarını ayırıp verin ve Allah'tan korkun,
alacağınızda ve vereceğinizde O'nun hükmüne riayet konusunda Allah'tan
korkun, azabından korunun. O Allah ki, sizler O'na iman etmiş
müminlersiniz, imanın gereği ise, başkasından çekinmeyip ancak O'ndan
korkmak ve O'nun yardımıyla korunmaktır.
"Ey
Peygamber!
Mümin kadınlar sana bey'at etmeye geldikleri zaman..." Bu âyetin fetih
günü nazil olup Resulullah'ın Safa Tepesi üzerinde erkeklerden bi'at
aldığı sırada Hz. Peygamber adına Ömer (r.a)'in de aşağı kısımlarda
kadınlardan bi'at aldığını İbnü Ebi Hatim, Mukatil'den rivayet etmiş
ise de, daha önce Hz. Aişe'den gelen rivayette bunun da imtihan
âyetiyle beraber nazil olduğu ve Tirmizî'den yapılan nakilde de bütün
sûrenin Hatib b. Ebi Belte'a'nın mektub hadisesi üzerine indiği
anlaşılıyordu. Ahmed b. Hanbel, Nesaî, İbnü Mace ve Tirmizî sahih
diyerek Ümeyme binti Rükayye'den şöyle rivayet etmişlerdir: Ümeyme
demiştir ki: "Ben Resulullah (s.a.v)'a bi'at edelim diye vardığımda
bizden, Kur'ân'daki "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak hususunda..?"
(Mümtehıne, 60/12) âyetinin öngördüğü şekilde bi'at aldı. Nihayet "İyi
iş istemekte sana karşı gelmeme hususunda.." kavline geldiğinde "güç ve
takatları yettiği derecede" buyurdu. Biz de, "Allah ve Resulü bizlere
kendimizden daha merhametlidir. Ya Resulallah! Bizimle müsafaha etmez
misin?" dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: "Ben kadınlarla
müsafaha yapmam. Ancak yüz kadına söylediğim söz, bir kadına söylediğim
söz gibidir." Bazı rivayetlerde Resulullah kadınların bi'atı esnasında
mübarek eline bir bez parçası koyardı, denilirken bazılarında da bir
bardağa su koyup, elini o suyun içerisine soktuğu, sonra da kadınların
ellerini bu suya daldırdıkları anlatılmaktadır. Meşhur ve en güvenilir
olan husus, Hz. Peygamber'in kadınlarla müsafaha yapmadığıdır.
Resulullah'ın kadınlardan biat alması bir kere değil, bir kaç defa vuku
bulmuştur. Medine'de olduğu gibi fetihten sonra Mekke'de de bi'at
yapıldığı konusunda rivayetler vardır. Mekke'deki biatta Ebu Süfyan'ın
karısı olan ve Uhud Harbi'nde seyyidu'ş-şühedâ (şehidlerin efendisi)
Hz. Hamza'nın şehadetine ön ayak olması ve naşına karşı gösterdiği kin
ve düşmanlığı sebebiyle yukarıda da naklettiğimiz gibi fetih günü eman
verilmeyip öldürülmesi emredilen Hind'in bi'atı hadisesini gerek
tefsirler ve gerek hadis kitapları zikretmektedirler. Yezid b. Seke'nin
kızı Esma, (r.a) rivayetinde şöyle demiştir: "Ben Resulullah'a biat
eden kadınların içinde idim. Utbe'nin kızı Hind de kadınlar arasında
bulunuyordu. Hz. Peygamber âyeti okuyup "Allah'a hiç bir şeyi ortak
koşmamak üzere." buyurduğunda Hind, "Erkeklerden kabul etmediğini
bizden kabul edeceğine nasıl ihtimal verebiliriz." dedi. Ki bu emrin
lüzumu kendini göstermiş oluyordu. Sonra "Hırsızlık yapmamak
hususunda..." buyurduğunda Hind, "Bazen Ebu Süfyan'ın malından haberi
olmaksızın bir şeyler aldığım olurdu. Bu bana helal olur mu?" dedi ve
ardından da şunu ilave etti: "Ebu Süfyan da, "Geçmişte ve gelecekte
benden her ne alırsan, o sana helaldir." dedi. Resulullah (s.a.v)
tebessüm buyurdu ve Hind'i tanıdı da, "Sen Hind binti Utbe'sin öyle
mi?" dedi. O da, "Evet ey Allah'ın nebisi geçmişi affet." dedi. Hz.
Peygamber de "Allah seni affetsin." buyurdu. Sonra da "zina etmemek
hususunda..." ifadesini okudu. Hind "Hiç hür olan kadın zina eder mi?"
dedi. Cahiliyye döneminde zina ekseriya cariyelerde olur, hür kadınlar
zina etmez, denirdi. İşte buna binâen Hind, cahiliyye de bile ekseriya
hür kadınlar zina etmezken İslâm'da öyle şey olur mu? Demek istiyordu.
Resulullah "Çocuklarını öldürmemek hususunda" buyurduğunda, Hind, "Biz
onları küçükken büyüttük, fakat onları sen öldürdün." dedi. O, bu
sözüyle oğlu Hanzale b. Ebi Süfyan'ı kasdediyordu. Çünkü o, Bedir'de
katledilmişti. Hz. Ömer gülmekten katıldı.. Resulullah ise tebebsüm
etti, sonra "bir iftira uydurup getirmeme hususunda..." buyurduğunda da
Hind. "Vallahi iftira çok çirkin bir şeydir. Allah Teâlâ hep doğru
yolda gitmeyi ve güzel ahlakı emrediyor." dedi. Resulullah en sonunda
da "iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda..." buyurdu. Bunun
üzerin Hind de, "Vallahi biz bu meclise nefsimizde hiçbir şeyde sana
isyan maksadıyla gelmedik." dedi." Yine rivayet ediliyor ki, burada
kadınlardan ilk önce Hz. Peygamber'e bi'at eden Ümmü Sa'd b. Muaz ve
Kebşe binti Râfi ile beraberlerindeki kadınlardı. Allah hepsinden razı
olsun.
"Çocuklarını
öldürmemeleri..." Bu cümleye, Araplar'ın dedikleri "kız çocuklarını
öldürmek" âdetinin nehyi de dahil ise de, nassın dış anlamı erkek ve
dişi hepsinden daha umumi olması itibariyle mutlak katlin yasaklanması,
gerek o fiili bizzat yapmak, gerek sebep olmak suretiyle olsun her
türlü öldürme olayını içine almaktadır. Binaenaleyh burada, gerek ruh
üfrülmüş ceninin düşürülmesi, gerek bakımındaki ihmal yüzünden çocuğun
ölümüne sebebiyet verilmesi ve gerek diğer benzer katillerin hepsi söz
konusudur. "Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup
getirmeyecekler." Elleri ve ayakları arasında iftira edilen... Bühtan,
başka bir kadının doğurmuş olduğu çocuğu alıp veya kendi doğurduğu ile
değiştirip ben doğurdum diyerek kocasına isnad etmesidir. Gerçi bunun,
başka bir erkekten gayr-i meşru olarak yapmış olduğu bir çocuğu
kocasına isnad etmesi mânâsına gelme ihtimali varsa da, bu mânâ önce
geçen cümlesine dahil olduğu için burada böyle bir ihtimale yer
vermemek daha doğrudur. Bu âyette yer alan "elleri ve ayakları
arasında" ifadesi, yalnızca avret mahallerinden değil, zattan kinaye
olarak kendi nefislerinden uydurdukları her çeşit iftirayı içine
almaktadır. Zira bu âyetin mânâsına daha uygundur ve böylece fiili
cinayetlerin yasaklanmasından sonra kavli (sözlü) olan cinayetler de
yasaklanmış demektir. Binaenaleyh burada, namuslu bir kadına zina isnad
etmek, gıybet, koğuculuk ve diğer hususlarda yapılması düşünülmüş olan
iftiradan, yalan ve sahtekârlıktan nehiy vardır.
Ve
sana hiçbir
iyi işte isyan etmeyecekler, yani gerek iyilikle emir ve gerek
kötülüklerden yasaklama gibi hususların hiçbirinde asi olmayıp itaat
edecekler. Zira isyan ya emre karşı ya da yasaklamaya karşı olur. emrin
güzel ve meşru olması, iyilikle emredilmesinde, nehyin iyi ve meşru
olması da, şer'an yapılması caiz görülmeyen hususların
yasaklanmasındadır. Bunun için burada yer alan kaydı, emri de nehyi de
kapsamaktadır. "Sen affı tut..." (A'râf, 7/199) âyeti gereğince
Resulullah'ın ancak maruf, yani meşru ve güzel olanı emredeceği ve
münkerden yani yapılması caiz olmayan hususlardan nehyedeceği bilindiği
halde kaydının zikredilmesi, yaratıcıya isyan edilen konularda mahluka
itaatın caiz olmayacağını hatırlatarak "itaat ancak iyiliktedir."
ifadesinin mânâsına işaret etmektedir. "Allah, hiç kimseyi güç
yetiremeyeceği bir şey ile mükellef tutmaz." (Bakara, 2/286)
buyurulmasından dolayı bir kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk
yüklemek de maruf değil münker olur. Onun için yukarıda zikredildiği
gibi Resulullah (s.a.v) bir tefsir kabilinden olmak üzere "Güçleri,
takatları yettiği derecede." diyerek güç ve takatı beyan buyurmuştur.
İşte kadınlar bu şartlar üzerinde itaat için bi'ate geldikleri vakit
sen de onlara bi'at ver. Ve onlar için Allah'a istiğfar da ediver. Yani
bi'attan fazla olarak günahlarının affedilip sevaba nail olmaları için
Allah'tan af dileyiver. Bu suretle günahları bağışlamanın peygamberin
elinde olmayıp Allah'a ait bulunduğu ve bağışlama hususunda
Peygamber'in selahiyyetinin ancak onların affedilmeleri için dua ve
şefaat olduğu da anlatılmış olmaktadır. Çünkü Allah Gafur ve Rahîm'dir.
Binaenaleyh bi'atlarına sadık kalırlarsa geçmiş günahlarını, ne kadar
çok olsa da bağışlar ve rahmetiyle ikram eder.
Bu
âyet
gereğince erkeklerden dahi bi'at alındığını Buharî, Müslim ve Beyhakî
"Esma ve Sıfat" ta Ubade b. Samit (r.a.)'ten şöyle rivayet etmişlerdir:
Söz konusu zat demiştir ki: "Biz Peygamber (s.a.v) Hazretlerinin
huzurundaydık. O, şöyle buyurdu: "Bana şunlar üzerine bi'at edersiniz:
"Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmamak, zina etmemek, hırsızlık
yapmamak..." Bunun üzerine içinizden her kim sözünü tutarsa, mükâfatı
Allah'a aittir. Ve her kim de sözünü tutmayıp bunlardan bir şey yapar
da o yüzden azap görürse o da keffarettir. Her kim de bunlardan bir şey
yapar Allah'a da o yaptığı şeyi örterse, o da Allah'a aittir. Çünkü
Allah dilerse ona azap eder, dilerse affeder.
Müslim
de "Esma
ve Sıfat"da Beyhakî Ebu Zerri Gifarî (r.a.)'den o da, Resulullah
(s.a.v)'tan o da, Cebrail (a.s.)'den o da, Allah Teâlâ'dan şu kudsi
hadisi rivayet etmişlerdir: Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Ey kullarım!
Haberiniz olsun ben zulmü kendime haram kıldım. Size de aranızda haram
ettim. Binaenaleyh birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım: Sizler gece
ve gündüz hatalar yaparsınız ben ise günahlarınızı mağfiretimle
örterim, onlara ehemmiyet vermem. O halde benden bağışlanmanızı
isteyiniz ki sizi affedeyim. Ey kullarım! Sizler hep açsınızdır, ancak
benim doyurduklarım müstesnadır. Onun için benden isteyiniz ki size
yiyecek vereyim. Ey kullarım! Sizler hep çıplaksınızdır, ancak benim
giydirdiklerim hariç. Onun için benden giyecek isteyin ki sizi
giydireyim. Ey kullarım! Sizin evveliniz, âhiriniz, ins ve cinniniz
içinizden en temiz kalpli bir adam gidişinde de olsa, o benim mülkümde
bir şey artırmaz. Ey kullarım! Sizin evveliniz, âhiriniz, ins ve
cinniniz içinizden en kötü kalpli bir adam gidişinde de olsa, o benim
mülkümden bir şey eksiltemez. Ey kullarım! Sizin evveliniz, âhiriniz,
ins ve cinniniz hepiniz bir yere toplanıp benden isteseniz de ben
sizden her isteyene istediğini versem o benim mülkümden yine bir şey
eksiltmez. Denize bir iğneyi bir kere daldırmakla ne eksilir. Ey
kullarım! Yalnız sizin amellerinizi size karşı korur, saklarım. Onun
için hayır bulan hemen Allah'a hamd etsin, ondan başkasını bulan da
kendisini kınasın."
"Ey
iman
edenler!" Bey'attan sonra bütün müminlere bir nasihat olan bu âyet,
sûrenin mânâsını özetlemekle beraber sonunu başına döndürmek,
ümitsizlikten sakındırmakla ahiret ve gelecek için arzu ve ümidi
takviye etmek ve aynı zamanda Saf Sûresi'ndeki "kenetlenmiş yapı"
mânâsını göstermek üzere bir hazırlıktır. Ey iman edenler Allah'ın
gazab ettiği bir kavmi dost edinmeyin, onların dostluklarına
tutunmayın, taraftarlık etmeyin ve herhangi bir şeylerine heves edip de
yönelmeyin. Allah'ın gadab etmiş olduğu kavim ifadesinin ekseriyetle
yahudiler hakkında kullanılmış olması cihetiyle, burada da yahudilerin
kasdedildiği ileri sürülmüştür. Bundan sonraki sûrede
İsrâiloğulları'ndan bahsedilmesi uygun görülmüş ise de bu, esasen
onlarla dostluk içinde bulunan münafıklara yahut sûrenin yukarısı ile
olan münasebetine nazarandır. Bu tabirle müşriklerin özellikle Kureyş
müşriklerinin kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Fakat nekre olarak
zikredildiği için belirli ve bilinen bir topluluğu ifade etmiş olmayıp,
belirtilen vasıflarla muttasıf olan her hangi bir kavmi kapsamış olması
gerektir. Zira gadabın veya nehyin sebebi olmak üzere beyan edilen şu
vasıf, onların ayırıcı vasıfları olarak durumlarını açıklamaktadır.
Onlar ahiretten ümidi öyle kesmişlerdir ki, kabir halkından kâfirlerin
ümidlerini kestikleri gibi ümidsizliğe düşmüşlerdir. Ahiretten
ümidlerini kesmiş olanlar ise, İblis gibi fırsat buldukça her fenalığı
yapar ve kendilerine yardaklık edenleri de ye'se düşürerek cehenneme
sürüklerler.
İfadesinde
iki
anlam vardır. Birinci mânâda beyaniyedir ve kâfirlerin durumlarını
açıklamaktadır. Buna göre âyetin mânâsı, "kabir halkından olan
kâfirlerin ümidsizliği gibi" demektir. Çünkü ölüp kabre girmiş olan
kâfirler cehennemdeki ebedi kalacakları yerlerini görmüşler ve ahiret
nimetlerinden mahrum oldukları ortaya çıkmıştır. Böylece ne gelecekte
bir şey kazanmak ne de geride kalan dirilerden bir yardım alma ihtimali
kalmamış olduğundan her şekilde ümidleri kesilmiştir. İkinci anlamda
ibtidaiyye olarak ye's fiiline bağlanır. Buna göre de, mânâ,
"kâfirlerin kabir halkından ümidsiz olmaları, yani ölülerin
dirilmesinden, hayatlarından ümid kesmiş bulunmaları gibi." demek olur.
Kısacası, ümidsizlik bir küfürdür, Allah'ın gadabını davet eder.
Nitekim Kur'ân'da "Zira kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden
ümid kesmez." (Yusuf, 12/ 87) buyurulmuştur. Bu yüzden ahiretten ümidi
kesmekten sakınılmalıdır Hak Teâlâ, kalblerimizi ümitsizlikten koruyup
iman neşesi ve rıdvan ümidi ile doldursun.
"Ey
iman
edenler! niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz?" Nüzul sebebi olarak
ilk sırada zikredilen Abdullah b. Selam rivayetine göre bu hitab,
gerçek müminlere adaklarını yerine getirmenin lüzumunu
hatırlatmaktadır. Yapmayacağınız bir şeyi adamayın, madem ki adadınız o
halde sözünüzde durup adaklarınızı yerine getiriniz demektir. İkinci
sırada zikrettiğimiz Dahhâk rivayetine göre yapmadığınız şeyi niye
söylüyorsunuz? Müminlere yalan söylemek yakışır mı? tarzında bir
kınamadır. Üçüncü rivayette ise, zâhirde mümin görünen münafıkları
azarlama mânâsı vardır. Fakat bu iki rivayete göre 'de gibi mazi
(geçmiş zaman) mânâsı gözetmek lazım geleceğine bakarak evvelki
rivayette de belirtildiği şekilde, geleceğe aid adak mânâsını anlamak
daha doğru görünmektedir. Onun için bu âyet ile adağın yerine
getirilmesinin vacib olduğuna delil getirilmiştir. Yani aslı meşru
olmakla beraber vacib olmayan bir fiil, adamakla vacib olur. O halde
yapmayacağınız bir fiili adamayınız. Adayınca da onu hemen yerine
getirin. Adaklarınız konusunda yalancı durumuna düşmekten son derece
sakının.
3.
Yapmayacağınız
şeyi söylemeniz
Allah'ın buğz ve nefret ettiği şeylerden olması itibariyle ne büyük bir
kabahattir!
Makt,
yukarılarda da geçtiği gibi şiddetli buğz, son derece nefret ve
iğrençlik demektir. fiili bu nevi yerlerde gibi zem veya taaccüb mânâsı
ifade eder ki, Kehf Sûresi'nde yer alan "bu söz ne büyük oldu.."(Kehf,
18/5) âyetinde de aynı anlamdadır. O halde Allah'ın en sevdiği ameli
bilsek de yapsak diyen samimi müminler, Allah'ın buğzettiği kimselerden
olmamak için, büyük söylememeli, yapamayacakları şeylere nezr etmemeli,
nezr ettikleri takdirde de yapmalıdırlar.
4-5.
Bundan dolayı
Allah Teâlâ
onların yapabilecekleri amellerden sevdiği bir ameli haber vererek
buyuruyor ki haberiniz olsun ki Allah Teâlâ kendi yolunda sağlam bir
bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever, Allah'ın sevgilisi olmak
için müminlerin de böyle yapmaları gerekir. Dikkat edilmesi gereken bir
husus da şudur ki, bu sûrede fâsılası (âyetin son harfi) ile yalnız bu
âyete tahsis edilerek tekvücut olmanın önemine işaret edilmiştir ki,
sûreye "Saff Sûresi" denilmiş olması da bunu göstermektedir . kurşunlu
bina, parçaları kurşunla kenetlenerek yekpare bir cisim haline gelmiş
olan sağlam bir bina demektir. İşte müminlerin sosyal durumları gerek
Saffât Sûresi'nin başında ve gerek Fetih Sûresi'nde yer alan "Onlar,
filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve
gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da
hoşuna gider..." (Fetih, 48/29) âyetinde ifade edilen benzetme ve
tasvir üzere sağlam bir irtibât ile bir diğerine bağlanmış kuvvetli bir
yapı teşkil etmeli ve İslâm mücahidleri böyle birbirlerine kenetlenmiş
tek bir saf halinde çarpışmalıdır. Şüphesiz bu benzetmede, ferdlerin
cismen tekdüzen bir şekil ve nizam ile terbiye ve asayişleri konu
edildiği gibi, kalben niyet ve imanlarının da bir kelime etrafında
toplanacak ve birbirlerini sevip sayacak bir surette samimiyet ve
kararlılıkta olması mevzu bahistir. Bazı müfessirlerin beyanına göre de
bu âyette ordunun en önemli teşkilatının piyade olduğuna da işaret
vardır. Çünkü süvari, donanma ve diğer birimlerde de her ne kadar
cereyan ederse de en fazla saf harbi piyadede meşhurdur. Binaenaleyh
askeri terbiyede hem fizikî düzene hem de din terbiyesi ile kalbî ve
manevi birliğe itina gösterilmesi ve müminler arasında bu birlik ve
sevgiyi bozacak ahlâksızlıklardan son derece kaçınılması gerekmektedir.
Bunun yapılabilmesi için de gaye, güzel tayin edilmeli ve alçak
maksatlar terkedilip Allah yolunda en yüksek ve en yüce gayeye
yapışılmalıdır. Bundan dolayı harb meselesiyle ilgili olan sebepler,
amiller, hedef ve gayeler izah edilerek İslâm dininin ortaya çıkış
hikmeti anlatılmak üzere semavî dinlere şöyle bir geçit resmi
yaptırılarak buyuruluyor ki düşünün o zamanı ki Musa kavmine, yani
İsrâil oğullarına demişti. Bana niçin eziyet ediyorsunuz? Halbuki benim
size Allah'ın elçisi olduğumu biliyorsunuz. Bu âyetle yahudilerin
Peygamberlere küfür ve isyan etmelerinin öteden beri sürüp gelen
âdetleri olduğu ve hep o âdetin günahını çektikleri anlatılmış
olmaktadır. Hz. Musa'ya yaptıkları eziyetlerin tafsilatı Bakara
Sûresi'nde geçmiş. Özellikle zorbalara karşı savaşmada "Şu halde sen ve
Rabbin gidin savaşın: biz burada oturacağız." (Maide, 5/24) dedikleri
ve neticede şaşkınlığa düştükleri Mâide Sûresi'nde zikredilmektedir.
Vakta ki böyle zeyğ ettiler, haktan meyl etmek suretiyle yamukluk edip
eğri gittiler. Allah da kalplerini yamulttu. Yani eğriltti, eğriliği
kalplerine tabiat yaptı. Bundan dolayı hep eğrilik düşünürler, eğri
giderler, hak söz kendilerine tesir etmez ve doğru yola yanaşmazlar.
Allah da dinden çıkmış fasıklar topluluğunu doğru yola iletmez,
muvaffak kılmaz, muradlarına erdirmez. İşte müslümanların savaş için
hazırlanmalarının sebeplerinden birisi böyle hak dinlemez, bozulmuş
fasıklar topluluğunun ruh halleridir.
6.
Nitekim
kalplerinin
eğriliklerinden dolayı İsa'yı da kabul etmediler, kabul ettik diyenler
de sözlerini tutmadılar. O vakti düşünün ki: Meryem oğlu İsa şöyle
demişti: Ey İsrailoğulları, Musa (a.s) baba tarafından İsrail
oğullarından olduğu için onlara, ey kavmim diye hitab etmişti. İsa
(a.s.)'nın ise babası olmadığı için ey İsrail oğulları dedi. Haberiniz
olsun ki ben size Allah'ın elçisiyim önümdeki Tevrat'ı tasdikçi ve
benden sonra gelecek bir Resul'ün müjdecisi olarak gönderildim ki o
Resul'ün ismi, Ahmed'dir. Burada Ahmed isminin özel bir isim olması da,
mânâsı da kasdedilmiş olabilir. Yani adı son derece övgüye layık ve pek
güzel demek de olabilir. Zira Hz. İsa'nın müjdelemekle emredildiği Hz.
Peygamber (s.a.v)'in bir ismi de Ahmed'dir. Onun Muhammed ismi de Ahmed
ismi gibi, aynı hamd maddesinden olarak en güzel ve övülecek ismidir.
Mamafih burada Ahmed isminin bizzat kendisinin kasdedilmiş olması daha
doğrudur. Nitekim İmam Mâlik, Buhârî, Müslim, Darimî, Tirmizî ve Nesaî
Cübeyr b. Mut'im (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir. Resulullah
(s.a.v) buyurdu ki: "Benim çeşitli isimlerim vardır. Ben Muhammed'im,
ben Ahmed'im, ben toplayıcıyım, insanlar benim ayaklarım üzere
toplanacaklardır. Ben mahvediciyim ki, Allah benimle küfrü
mahvedecektir. Ve ben sonuncuyum."(1)
Âkıb,
kendisinden sonra Peygamber gelmeyen "son Peygamber" demektir. Hz.
Hassan'ın şu beyti de Ahmed isminin Resulullah'ın bir ismi olduğunu
ifade etmektedir.
Yani
"Allah
Teâlâ, O'nun arşını kuşatmış olan melekler ve bütün temizler mübarek
Ahmed'e salât getirmişlerdir." Ahmed lafzının, aslında hamd ederim
mânâsına fiili muzâri nefs-i mütekellim vahdeh sigasından nakledilmiş
olması da düşünülebilirse de, daha doğru olan ism-i tafdil olmasıdır.
İsm-i tafdillerde asıl olan fâil mânâsı ise de, "daha meşhur" anlamına
gelen "eşher" gibi ism-i mef'ûl mânâsını da ifade edebilir. "Tekrar
güzeldir." tabirinde olduğu gibi, Ahmed lafzının övülmekte üstünlük
mânâsına kullanıldığı da bilinmektedir. Şayet hamidiyyetten olursa bu
durumda "en fazla hamd eden" mahmudiyyetten olursa o zaman da mânâsı,
"en ziyade hamd ve medhedilen" demektir. İsim olması durumunda da bu
anlamların birinden nakledilerek o isimle çağırılan zât
kasdedilmekdedir. Bu âyette Hz. İsa'nın peygamberliğinin hikmeti olarak
şu iki şeyi söylediği beyan edilmiştir: Birisi, kendisinden önce gelen
Tevrat'ı tasdik etmesi, diğeri de kendisinden sonra gelecek olan
Ahmed'i müjdelemesidir. Tevrat'ı tasdik etmesi, hükümleri yönüyle
düşünülebilse de ihbar (haber verme) itibariyle olması daha doğrudur.
Zira Tevrat'ta hem Mesih'e hem de Son peygamber Hz. Muhammed'e dair
haberler vardı. Bu yüzden Hz. İsa'nın gelişi, hem Mesih'e ait
haberlerin doğruluğunu ispat etmiş hem de son Peygamber'i müjdelemek
suretiyle o konudaki haberleri tasdik etmiştir. Ancak yahudiler, Hz.
İsa'yı inkar ettikleri gibi hıristiyanlar da bu müjdeyi kısmen inkar ve
kısmen değişik şekilde te'vil ederek haksızlığa sapmışlar ve eldeki
mevcut İncillerin böyle bir şeyden bahsetmediğini iddia edecek kadar
ileri gitmişlerdir. Şayet Hz. İsa'ya verilmiş olan İncil de Kur'ân gibi
aynen korunmuş olsaydı, bu müjdenin İncil'de zikredilip edilmediğini
anlamak mümkün olurdu. Mamafih Bakara Sûresi'nde de geniş bilgi
verildiği gibi elde mevcut olan Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid kitablarında
buna dair deliller hiç de az değildir. Mesela Ahd-i Cedid'de Resullerin
işlerinin üçüncü bâbında: Musa ecdâdımıza, "Rabbiniz Allah size
birâderlerinizden benim gibi bir Peygamber ortaya çıkaracaktır. Onu,
size söyleyeceği bütün işlerde dinleyiniz. Ve kavmim arasından her kim
o Peygamberi dinlemezse mahvolacaktır." dedi. İsmail ile ondan sonra
gelen peygamberlerin hepsi dahi bu günleri müjdelemişlerdir diye de
zikredilmiştir. Musa gibi olan bu gelecek peygamber, İsmail'den de söz
edilmesi karinesiyle belli ki, peygamberlerin sonuncusu Muhammed
Mustafa (s.a.v.) idi. İsa (a.s) onu tasdik etmiş ve geleceğini
müjdelemişti. Hıristiyanlar bunu İsa (a.s.)'nın kendisine hamletmek
istemişlerse de İsa (a.s.) Musa gibi harbetmekle emredilmiş bir
peygamber değildi. Alûsî söz konusu âyetin tefsiri esnasında
İncillerden bahsederken şunları söyler: "Hıristiyanların yanında dört
İncil vardır.
Birincisi,
Mata
İncili'dir ki, on iki havariden biri olan Matta, Hz. İsa'nın göğe
çıkarılmasından sekiz sene sonra Filistin'de Süryani lisanı ile
cemetmiştir. Altmış sekiz bölümdür.
İkincisi,
Markos
İncili'dir ki yetmişlerden olan Markos, İsa'nın ref'inden on iki sene
sonra Roma'da Efrenci (yani Latin) lügatı ile toplamıştır. Kırk sekiz
bölümdür.
Üçüncüsü,
Luka
İncili'dir. Luka da yetmişlerden olup İskenderiye'de Yunanca olarak cem
etmiştir. Seksen üç bölümdür.
Dördüncüsü,
Yuhanna İncili'dir ki Hz. İsa'dan otuz sene sonra Rum beldelerinden
olan Efsus şehrinde, Yuhanna tarafından cem edilmiştir. Bölümleri,
Kıbti nüshasında otuz üçtür. Bu İnciller çeşitlidir. Bunların
muhtevalarında bazı yerler vardır ki, vicdan bunların ne Allah sözü ne
de İsa (a.s.)'nın sözü olduğuna şahitlik etmez. Mesela kendi
kanaatlarınca İsa (a.s)'nın çarmıha gerilmesi ve kabrine defnedildikten
sonra göğe çıkarılması kıssası gibi ki, bunlar bazı büyükler ve salih
kimseler hakkında telif edilen hal tercemesi kitabları gibi İsa
(a.s)'nın doğumu, göğe yükseltilmesi ve bazı halleriyle, bir kısım
sözlerini şerh yollu yazılmış tarih ve biyografik eserlere benzerler.
Binaenaleyh İsa (a.s)'nın Kur'ân'da haber verilen beşikte konuşması ve
Hz. Muhammed'i müjdelemesi gibi diğer bazı hal ve sözlerini bu
İncillerin ihmal etmiş olmaları Kur'ân'ın beyanına karşı hiç bir zarar
vermez. Bununla beraber insaf ile hareket eden ve taassubu bırakıp
doğru yolda gidecek olan kimseler için bu İncillerde dahi o müjdeye
dair sözler vardır. Yuhanna İncili'nin on beşinci bölümünde Yesu' Mesih
demiştir ki: "Pederin göndereceği Hak ruhu Faraklit size her şeyi
öğretecektir." Yine Mesih demiştir ki: "Beni seven sözlerimi ezberler,
Pederim de onu sever ve ona varır, katında yer tutar. Ben bunu size
söyledim. Çünkü ben sizin yanınızda ikâmet etmiyorum. Pederin
göndereceği Ruhu'l-Kudüs Faraklit, size her şeyi öğretecek ve benim
söylediğim sözleri hatırlatacaktır. Size selamımı emanet bırakıyorum,
kalbleriniz ızdırap içinde olmasın. Telaş etmeyin.
Ben
gideceğim ve
size döneceğim. Beni seviyor olsanız benim Pedere gitmemle
sevinirdiniz." Ve demiştir ki: "Benim Pedere gitmem sizin için
hayırlıdır. Çünkü ben gitmesem Faraklit size gelmez, amma gittiğimde
onu size gönderirim. O geldiği vakit de âlemi, günahtan dolayı
kınayacaktır. Size söylemek istediğim daha çok söz vardır lakin siz
onlara tahammül edemeyeceksiniz. Fakat o Hakk'ın Ruhu geldiği zaman
sizi Hakk'a irşad edecektir. Çünkü o, kendiliğinden söylemez, ne
işitirse onu söyler> ve bütün geleceği haber verir ve Pedere ait
olanın hepsini size tarif eder." Bir de (ondördüncü babda) demiştir ki:
"Eğer siz beni seviyorsanız benim tavsiyelerimi ezberleyiniz ve ben
Pederden, ebediyyen beraberinizde sabit kalacak diğer bir Faraklit
vermesini dileyeyim. O Hak Ruhunu ki, âlem onu kabul etmeye güç
yetirmedi. Çünkü onu tanımadılar. Ben sizi yetim bırakmam. En yakın
zamanda size geleceğim." Alûsî bunları naklettikten sonra da der ki:
"Faraklit
kelimesi, hamdi gösteren bir kelimedir. Gözlerini taassub perdeleri
bürümemiş olanların nazarında İsa (a.s)'nın bu sözünden Ahmed
(s.a.v)'in kasdedildiği anlaşılır. Hıristiyanların bazısı bunu
"Hammâd", bazısı da "Hamid" diye tefsir etmişlerdir. Bunun delaletinden
de aleyhisselatü vesselamın Ahmed (yahut Muhammed) ismine işaret var
demektir. Diğer bazı hıristiyanlar da onu, muhallıs (kurtarıcı) diye
tefsir etmişler ve buna İsa (a.s.)'nın başka bir sözünde "Allah size
diğer bir halaskâr gönderecektir." demiş olmasıyla delil
getirmişlerdir. Bu cümlede de Peygamber'in risaletine hamd ismiyle
değilse de kurtarmak ve yardım etmek ünvanıyla işaret edilmiştir.
Hıristiyanlardan bir kısmı da Faraklit Hz. İsa'nın öğrencilerine gökten
inmiş olan ateşli gönüller olup bir takım alâmetler ve acaib işler
yapmışlardır diye zannedilmiştir. Lakin "diğer bir Faraklit" diye başka
bir vasıfla tavsif edilmiş olması bu anlayışa müsait görünmez. Zira İsa
(a.s.)'dan sonra onlardan önce diğer birisi geçmiş değildir."
Faraklit
kelimesi hangi dildendir? Müfred midir, mürekkeb midir? İbranice midir,
değil midir? Bu konulardaki ihtilaflar ve mânâlarına ait bazı bilgiler
Bakara Sûresi'nde geçmişti. Eski İncil tercemelerinde bu kelime
Faraklit (veya Paraklit) diye aynen muhafaza edilerek ifade edilirken
yakın zamanlarda basılmış olan İncil tercemelerinde "teselli edici"
diye zikredilmiştir. Mesela bin dokuz yüz yirmi (1920) tarihiyle
İstanbul'da Matyosyan Agop Matbaası'nda basılan nüshasında yukarıdaki
sözler hep "teselli edici, yani hakikat ruhu" diye terceme edilmiştir.
Ve bazı kayıtlarda da tuhaf şekilde değiştirilerek ifade edilmiştir.
Mesela, Yuhanna'nın ondördüncü babında şöyle denilmiştir: "Ve ben
Pederden dilerim, O dahi sonsuza kadar sizinle beraber olmak üzere size
diğer bir teselli edici, yani hakikat ruhunu verecektir. Bunu dahi
dünya görmediği ve tanımadığı için kabul edemez. Amma siz onu
tanırsınız. Zira yanınızda bulunup gönlünüzde olacaktır." On beşinci
babında da "Amma şeriatlerinde bana sebepsiz buğzettiler diye yazılı
olan sözün tamamlanması için böyle oldu. Fakat Peder tarafından benim
göndereceğim teselli edici, yani Pederden çıkan hakikat ruhu geldiği
zaman benim hakkımda o şehadet edecektir. Ve siz dahi şehadet
edersiniz. Zira başlangıçtan beri benimle berabersiniz." denilmiştir.
Bu yeni tercemeciler "paraklid" kelimesinin Yunanca "teselli edici"
mânâsına olduğunu söylüyorlar ve ruhu'l-hak tâbiri yerine de hakikat
ruhu diyorlar. Bu suretle tercemeden tercemeye değiştirilerek aslı
kaybolmuş bu İncillerle, Kur'ân'ın açık beyanına karşı çıkılmak
istenilmesi hak ve adalet fikriyle uyuşmayacağı gibi, insaf sahibi
kişilerin Kur'ân'ın haber verdiği bu müjdenin, te'vil edilmiş bir
şekilde bile olsa itiraf edildiğini görürler. Fatih Kütüphanesi'nde bu
mesele ile ilgili bir risale görmüştüm ki, bir papaz İncillerdeki
faraklit müjdelerinin, Kur'ân'ın bu âyetinde haber verilen "Benden
sonra gelecek olan Ahmed isimli bir peygamberi müjdeleyici olarak."
müjdesi olduğuna kanaat getirerek müslüman olmuş ve bu hususa dair bir
risale yazmış olduğunu söylüyordu. Fikir sahibi bazı kişiler de bu
mesele hakkında İncil (Avangel) kelimesinin asıl mânâsını araştırmak
istemişler ve bu kelimenin esasen müjde anlamına geldiğini ve hakikatte
Hz. İsa'nın davetiyle bütün İncillerin özet olarak beyanının, gelecek
bir Resul ile İlâhî Saltanatı müjdelemekten ibaret bulunduğu görüşünde
birleştiklerini ifade etmişlerdir.
İşte
Hz. İsa
böyle söylemiş olduğu halde İsrail oğullarının çoğu, yani yahudiler onu
dinlemedikleri gibi hıristiyanların çoğu da bunu gizlemiş ya da te'vil
ve tahrif (değiştirmek) ile inkar etmiş olduklarından dolayı bu hakikat
hatırlatılarak buyuruluyorki: Sonra o Resul, yani İsa (a.s)'nın
müjdelemiş olduğu ismi Ahmed olan Resul, onlara delillerle: açık açık
âyetler ve mucizelerle geldiği zaman da bu apaçık bir sihir dediler. Bu
Ahmed, o müjdelenen Resul değil, bu açık sihirlerle bizi aldatmak
istiyor diye küfre, haksızlığa saptılar ve bu haksızlıkla bir takım
değişiklikler yapmak suretiyle İsa, Allah'ın oğludur gibi aslı olmayan
yalanlar yazarak onları Allah kelâmı diye Allah'a isnad ettiler.
7-9.
Bundan dolayı
da şöyle
buyuruluyor: Halbuki İslâm'a davet edilirken Allah'a yalan iftirada
bulunan, yani Allah'a yalan isnad eden veya Allah hakkında yalan
söyleyen yahut uydurduğu yalanı Allah indirdi diye iftira eden
kimselerden daha zalim kim olabilir? Allah ise zalimleri hidayete
erdirmez, haksızları doğru yola iletmez, isteklerinde başarılı kılmaz.
Onun için böyleleri hak sözle yola gelmez, İslâm'ı kabul etmezler.
Sonuçta yaptıkları zulümlerin cezasını çekmeleri gerekir. İşte böyle
iftiracı zalimlerin haksızlıkları, zulümkarlıkları da, müminlerin Allah
yolunda savaşa hazırlanmalarını ve o yolda harb etmenin Allah katında
sevimli bir amel olmasını gerektiren sebeblerdendir.
10.
"Ticaret." Bu
kelimedeki tenvin
ta'zim içindir. Yani büyük, şanlı bir ticaret demektir ki, şu şekilde
tefsir edilmiştir: sizi acı bir azabdan kurtaracak, beyan edileceği
üzere sizi o azabdan kurtarıp, hürriyete kavuşturacak ve büyük murada
erdirecektir.
11-12.
O ticaret
nedir? diye
sorulursa şöyle beyan edilir: Allah ve Resulüne iman edersiniz,
emirlerini tutar, verdiği haberlerin ve müjdelerin doğruluğuna
inanırsınız mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz.
Yani iman ile cihadı bütünleştirirsiniz. Bir hadiste zikredildiği üzere
cihad, İslâm'ın örgücü yani kubbesidir. İslâm binasının temeli iman,
zirvesi ve en yüksek kubbesi, cihaddır. Bu, yani böyle bir iman ve
cihad sizin için hayırlıdır. Gerçi "Hoşunuza gitmediği halde savaş size
yazıldı. (farz kılındı)." (Bakara, 2/216) âyetince cihad sizin zorunuza
gider, sevimli görünmezse de hakkınızda hayırlıdır. Çünkü âyetin
devamında "Bazan hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve
hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir..." (Bakara, 2/216)
buyurulmuştur. Herhalde fâsıkların, zalimlerin ve müşriklerin hükmü
altında esaretle ezilmekten ise, Allah yolunda ve hak uğrunda
mallarınız ve canlarınızla savaşarak ya şehid ya gazi olmak elbette
hayırlıdır. Eğer bilirseniz. İlim sahibi olur ve iman ile cihad
etmesini bilirseniz cihadın hayırlı olduğunu anlarsınız. Demek ki cihad
için de körükörüne hareket edilmemeli, bilgi sahibi olunmalıdır. Çünkü
iman ve ümitle itaat etmek, ümitsizlik ve küfürden; cihad ve şehadet
ise esaret ve zilletten her halde hayırlıdır.
13.
Diğer biri de
yani cihadda bu
nimet veya bu ticaretten başka, diğer bir nimet yahut ticaret daha
vardır. Ki siz onu seversiniz, cihadı hepiniz sevmeseniz ve neticesi
olan o büyük kurtuluşu hepiniz takdir edemeseniz bile, diğer neticesi
olan şu nimeti hepiniz seversiniz ki o da şudur. Allah'tan bir zafer,
düşmanlara karşı bir galibiyet ve yakın bir fetih, işte cihadın bir
meyvesi de budur ki, bundan herkes hoşlanır. Böyle söyle hem kendin
müjdelen hem de müminleri müjdele ya Muhammed! Çünkü onlar için bu iki
ticaret muhakkaktır.
14.
Onun için Ey
iman edenler!
Allah'ın yardımcıları olunuz, yani bu müjdelere ermek için
iradelerinizi Allah için, O'nun rızasına kavuşmak için yardımcı olunuz.
Meryem oğlu İsa'nın Havarilere dediği gibi: Benim Allah'a doğru,
yardımcılarım kimdir? Yani ben Allah'a doğru giderken başarıya kavuşmak
için bana yardım edecek, benimle beraber ona kavuşmak isteyecek
yardımcılarım kimlerdir? Buna cevaben Havariler "O Allah yardımcıları
biziz" dediler. İşte siz de ey müminler! İsa'nın Havarileri gibi
Allah'ın yardımcıları olunuz. Peygamber'in davetini kabul ederek
Allah'a tam bir iman ile yardım ediniz.
Havâriyyun,
Hz.
İsa'nın, ilk iman eden seçkin öğrencilerinden on iki kişiye denir ki,
bunlar dini yaymak için etrafa dağılmış olduklarından "Rusul-i İsa"
(İsa'nın elçileri) ismi dahi verilmiştir. Eldeki İncillerde bunlara on
ikiler de denilmektedir. Havâriyyun kelimesi, esasen "Havârî" ism-i
mensubunun çoğuludur. Kâmus şarihinin beyanına göre bazı âlimler
demişlerdir ki, "Bu kelime, çoğuldan cinse nakledilerek hem müfred hem
çoğul için kullanılır. "Havar ve haver lügatte, beyaz ve beyazlık
mânâsına isimdir. Bu münasebetle şehir kadınlarına beyazlıklarından
dolayı "Havariyyât" denilir. Bezleri yıkayıp çırparak ağırtan kassara,
eski Türkçe karşılığıyla çırpıcıya da havarî denildiği gibi saf ve
temiz dost ve yardımcıya, özellikle büyük peygamberlerin davet ve
emirlerini yerine getirme uğrunda yardımcı olanlara da samimi niyyet ve
temizliklerinden dolayı havarî denilir. Mamafih zikredildiği gibi bu
isim en fazla İsa (a.s)'nın seçkin yardımcıları olan zatlar hakkında
kullanılmıştır. Müfessirler bunlara söz konusu ismin verilmesinde
çeşitli görüşler nakletmişlerdir ki, Kâmus sahibi Fîrûzâbâdî "Besâir"de
bu görüşleri şöyle özetlemiştir: "Bazı âlimler, onların bir kısmının
kassâr (çırpıcı) bir kısmının da avcı olmaları sebebiyle bu ismi
aldıklarını söylerken, bazıları da beyaz elbise giydikleri için yahut
daima ilim ve din eğitimiyle insanları temizlemiş olduklarından dolayı
onlara bu ismin verildiğini ileri sürmüş ve demişlerdir ki: "Kassârlık
isnad edenlerin maksatları da budur. Avcılık isnad edenler ise onların,
din ve ahiret konularında şaşkınlığa düşen kimseleri avlayıp din yoluna
çektikleri için bu adı aldıklarını savunmuşlardır." Diğer bazıları da,
işaret ettiğimiz gibi inançlarındaki saflık, ilgi ve niyyetlerindeki
temizlik sebebiyle onlara havarî dendiğini ifade etmişlerdir ki en
münasib olan görüş de budur. Frenkler havarîlere "aptres" ismini
vermişlerdir ki bu kelimenin Yunanca'dan alınarak uzağa gönderilmiş
elçiler anlamını ifade ettiği söylenmektedir. Buna göre aptre,
Havariyyûn kelimesinin tercemesi olmayıp Yâsin Sûresi'nin "...onlara
elçilerin geldiği ..." (Yâsin, 36/13) âyetinde geçtiği üzere İsa'nın
eçileri mânâsına diğer bir isim olmuştur. Yalnız avcıya, "dağıtılmış"
mânâsı düşünüldüğü takdirde Havariyyûn'a avcı mânâsı verenlerin kavline
de itibar edilebilir.
Alûsî der ki:
"Bahr'in beyanına göre Hz. İsa bunları çeşitli beldelere dağıtmış
kimini Rûmiyye'ye, kimini Babil'e, kimini Afrika'ya, kimini Efsus'a,
kimini Beyt-i Makdis'e, kimini Hicaz'a, kimini de Arz-ı Berber ve
havalisine göndermişti. Mamafih her beldeye gönderilenin tayini ve
isimlerinin zabtedilmesi hususlarının sıhhatine güvenilemez. Suyûtî de
bunları "İtkân"da zikretmiş ise de, esasen bulunulabilecek yerlerde
araştırılmalıdır."
Endülüs'lü
müfessir Ebu Hayyan "el-Bahru'l-Muhit" adlı tefsirinde der ki:
"Havarîler, on iki kişidir ve bunlar, Hz. İsa'ya ilk iman edenlerdir.
İsa bunları çeşitli beldelere göndermişti. Batris ve Pavlis Roma'ya,
Andiravs ve Matta, halkı insan yiyen arza, Bukas Babil'e, Filibs
Kartaca'ya yani Afrika'ya, Yuhann, Ashab-ı Kehf'in kenti olan Efsus'a,
iki Ya'kub Beyt-i Makdis'e, İbnü Büleymin Hicaz'a, Testemir Berber
ülkesine ve havalisine gönderilmişti. Mamafih bu isimlerin bazılarında
zabt cihetiyle zorluk vardır. Onun için esas bulunması gereken
yerlerden araştırılsın." Hakikatte Senpol dahi denilen Pavlis,
Havarîler'den değildir. Sonradan onlara katılmış, mektubları ve
risaleleri Ahd-i Cedîd'in "a'mâl-i Rusül" (elçilerin işleri) kısmına
sokulmuştur. Bu zat hrıistiyanlıkta sünnet olmayı kaldırmış ve bir
takım değişiklikler yapmıştır. Sonra İbnü Büleymin ile Testemir
isimleri özellikle araştırılmalıdır. Matta İncili'nin onuncu bâbında
şöyle denilmiştir: "Ve on iki şakirdini (öğrencisini) yanına çağırıp
temiz olmayan ruhlar üzerine onları göndermeğe ve her marazı her
hastalığı def etmeye onlara kudret verdi. O gönderilen on ikilerin
isimleri şunlardır: Batris adı verilen Şem'un ile kardeşi Endravs,
zibidi oğlu Ya'kub ile kardeşi Yuhanna, Filbs ve Bertolmavs Toma ve
Gümrükcü Matta, Halfi oğlu Ya'kub ve Tedavs lakablı Lebaüs, Fanvi
Şem'un ve onu ele veren İsharyoti Yehuda. İsa bu on ikileri gönderip
onlara tenbih ederek dedi ki: "Tâifelerin yoluna gitmeyiniz ve
Samiriler'in bir şehrine girmeyiniz. Bundan ise, beyt-i İsrail'in zâyi
olmuş koyunlarına varınız ve gittiğinizde "Melekûtu's-Semâvat (göklerin
saltanatı) yaklaşmıştır." diye va'z ediniz. Hastalara şifa veriniz.
Cüzzamlıları temizleyiniz. Cinleri çıkarınız. Bedava aldığınızı bedava
veriniz. Kemerlerinizde ne altın ne gümüş, ne bakır ve yol için ne
dağarcık, ne entari, ne ayakkabı ve ne de asâ tedârik etmeyiniz. Zira
işçi kendi yiyeceğine layıktır. Ve hangi şehre veya köye giderseniz
orada kimin layık olduğunu sorup ayrılıncaya kadar orada kalınız. Ve
hâneye girdiğinizde ona selam veriniz. Ve eğer o hâne buna layık ise
selamınız onun üzerine gelsin ve eğer layık değilse selamınız size geri
dönsün. Ve sizi her kim kabul etmeyip sözlerinizi dinlemezse o haneden
yahut o şehirden çıktığınızda ayaklarınızın tozunu silkiniz. Hakikaten
size derim ki, ceza gününde Sedum ve Gamure diyarının hali o şehrin
halinden ehven olur. İşte ben sizi koyunlar gibi kurtlar arasına
gönderiyorum. İmdi yılanlar gibi akıllı ve güvercinler gibi sade-dil
olunuz. Lakin insanlardan sakınınız. Zira sizi millet meclislerine
teslim edip sinagoglarda dövecekler, hem de benim için onlara ve
tâifelere şehadet olmak üzere hakimler ve krallar huzuruna
götürüleceksiniz. İmdi sizi teslim ettikleri zaman nasıl ve ne
söyleyeyim diye endişe etmeyiniz. Çünkü ne söyleyeceğiniz size o saatte
verilecektir. Zira söyleyenler siz değilsiniz, sizde söyleyen
Pederinizin ruhudur. Ve kardeş kardeşi ve baba evladı ölüme teslim
edecek ve evlad ana babanın aleyhine kalkışıp onları öldürecekler ve
ismim için herkes tarafından buğzedileceksiniz. Lakin kim sonuna kadar
tahammül ederse o kurtulacaktır. Ve size bir şehirde düşmanlık
ettikleri zaman diğerine kaçınız. Zira hakikaten size derim ki,
insanoğlu gelinceye kadar İsrail şehirlerinin devrini
tamamlamayacaksınız. Öğrenci öğretmenine ve kul efendisine üstün
değildir. Öğrenciye öğretmeni gibi, kula efendisi gibi olmak kifayet
eder. Hane sahibine balezbul dedikleri halde onun hanesi halkına ne
kadar ziyade diyecekler. İmdi onlardan korkmayınız. Zira
keşfedilmeyecek ve bilinmeyecek gizli bir şey yoktur. Size karanlıkta
dediğimi aydınlıkta söyleyiniz. Ve kulağınıza söyleneni damlar üzerinde
ilân ediniz ve canı öldürmeye kâdir olmayıp cesedi öldürenlerden
korkmayınız. Lâkin hem canı hem cesedi cehennemde helak etmeye kâdir
olandan korkunuz."
Bunu
takib eden
on birinci bâb:
"Ve
İsa on iki
öğrencisine emir vermeyi tamam ettiğinde şehirlerinden va'z ve
öğretimde bulunmak üzere oradan hareket etti. Ve Yahya zindanda
Mesih'in işlerini haber alınca, o gelecek kimse sen misin? Yoksa diğer
bir kimseyi mi bekleyelim demek için kendi öğrencilerinden ikisini onun
yanına gönderdi."
Denildiğine
göre
on ikilerin bu suretle etrafa gönderilmesi Hz. Yahya'nın hapiste
bulunduğu sırada olmuştur. Halbuki yine aynı İncil'in yirmi altıncı
bâbında ise, mekir yani su-i kasd anlaşılırken: "Akşam olduğunda on
ikilerle beraber sofraya oturdu ve onlar yemek yerken, "Hakikaten size
derim ki, sizden biriniz beni ele verecektir." dediğine göre bundan
onların, göğe çıkarılma sırasında Hz. İsa'nın yanında toplanmış
bulundukları ve sonradan etrafa yayıldıkları anlaşılmaktadır. Al-i
İmrân Sûresi'nde geçen "İsa onlardan inkârı sezince: 'Allah'a gitmek
için kimler bana yardımcı olacak?' dedi. Havariler: 'Biz, Allah
(yolunun) yardımcılarıyız;..." (Al-i İmrân, 3/52) âyetinde Hz. İsa'nın
"Allah'a gitmek için kimler bana yardımcı olacak?" demesi ve
Havarilerin "Biz Allah (yolunun) yardımcılarıyız." cevabını vermeleri
de, Hz. İsa'nın göğe çıkarılmasından önce gerçekleşmiş demektir. İbnü
Cerir'in Sa'id b. Cübeyr tarikiyle İbnü Abbas'tan yaptığı rivayete
göre: "Allah Teâlâ Hz. İsa'yı göğe çıkarmayı murad ettiği zaman İsa
ashabının yanına vardı, onlar on iki kişi bir evde idiler. O evin bir
(su) kaynağından onların yanına çıktı, başından su damlıyordu. Onlara,
"İçinizden birisi bana yakında on iki kere küfredecek." dedi. Sonra da
"Benim benzerim onun üzerine atılıp da benim yerime öldürülecek ve
benimle beraber benim derecemde bulunacak hanginiz?" dedi. İçlerinde
yaş itibariyle en genç birisi "Ben" dedi. İsa ona "Otur" dedi ve sonra
yine tekrar etti. Yine o genç kalktı ve "Ben" dedi. Hz. İsa da, "Evet
sen osun." dedi. Bunun üzerine ona İsa'nın benzeri bırakıldı ve İsa
evdeki bir pencereden göğe yükseltildi. Derken Onu arayan yahudiler
geldi ve benzerini tutup öldürdüler. Bazısı ona iman etmiş iken on iki
kere inkar etti. İlh ..." En iyisini Allah bilir. (Bu konuda bilgi için
Al-i İmrân, 3/52; Nisâ, 4/157 âyetine bkz.) Mamafih Kur'ân burada da bu
tafsilata taarruz etmeyerek buyuruyor ki: "Ey inananlar! Allah'ın
yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa da havarilere: "Allah'a
(giden yolda) benim yardımcılarım kimdir?" demişti. Havarîler: "Allah
(yolunun) yardımcıları biziz." dediler.." Bunun üzerine
İsrailoğullarından bir taife iman etti, Havarîlerin mesaisi üzerine
İsa'ya ve müjdesine inandı ve dine yardım etti bir taife de küfretti.
Neticede biz de iman edenleri düşmanlarına karşı güçlendirdik.
Binaenaleyh onlar galib geldiler. İman edenler düşmanları olan
kâfirlere karşı galib gelip yüze çıktılar. İşte siz de Allah'ın
vaidlerine ve emirlerine, Resulullah'ın yukarıda zikredilen davetlerine
iman edip Havarîlerin çalıştığı gibi Allah yolunda Hak dinine yardım
için cihad ederek çalışın. Allah'ın yardımcıları olursanız bütün
düşmanlara galib gelir, (Saff, 61/9) vaadiyle zikredilen müjdelere
ulaşırsınız. Hakikaten Muhammed'in ashabı öyle çalıştılar, çok geçmeden
müşrikleri ve hıristiyanları yendiler. Hak dinini galib kıldılar ve
öyle üstün duruma getirdiler ki, İslâm'ın o göz kamaştırıcı galibiyyeti
ve bir Hz. Ömer hilafetinin hakkaniyyet ve adalet zevkini hâlâ bütün
dünya sonsuz bir hayret ve hasretle erişilmez bir umut gibi yad
etmektedir. Mamafih bu emir ve taahhüd yalnız onlara değil "Ey iman
edenler! Allah'ın yardımcıları olun!" hitabının genel mânâsından
anlaşılacağı gibi her zaman için o tarzda amel edecek bütün müminleri
kapsayan bir vaad ve müjdedir. O halde Allah'ın yardımcıları
olmayanlar, O'nun yardımından mahrum kalıp geriye sürükleniyorlarsa,
bunun sebebini Hak dinde değil, kendi günahlarında aramalıdırlar.
Kısacası, "Eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz (Allah da) size
yardım eder.." (Muhammed, 47/7), "Sana gelen her kötülük de
kendindendir.." (Nisâ, 4/79) âyetleri de bu hususu net bir şekilde
ifade etmektedirler. Ashab-ı Kiram içinde Aşere-i Mübeşşere (cennetle
müjdelenen on kişi) Resulullah'ın havarîleri makamındadır. Bir hadiste
"Her peygamberin bir havarîsi vardır, benim havarîm de Zübeyr'dir."
buyurularak Hz. Zübeyr bu vasıfla yad edilmiştir. Ancak Katade'den
gelen bir rivayette de Zübeyr'den başkalarına da Havarî denildiği
zikredilmektedir. Resulullah'ın havarîlerinin: Ebu Bekr, Ömer, Osman,
Ali, Hamza, Cafer, Ebu Ubeyde İbni'l-Cerrah, Osman b. Maz'un,
Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr
b. Avvam olduğu nakledilmiştir.
|
|