|
Elmalı
Tefsiri
1- "Saf bağlayıp
duranlara andolsun..." yemin içindir. "O saf dizip duranlara andolsun"
mânâsını gösterir.
SÂFFÂT, saf
yapanlar demektir ki, Ebu's-Suud'un açıklamasına göre hem dizilip saf
olanlar, hem saf dizenler mânâsına gelir. İleride gelecek olan "Saf
bağlayanlar elbette biziz." (Sâffât, 37/165) âyeti de bu iki mânâ
üzerinde döner dolaşır. Saff, birçok şeyleri, düz bir çizgi nizamı
üzerinde sıra ile dizmek mânâsına masdar olup, dizilen sıraya da isim
olarak "Saff" denilir. Namaz saffı, harb saffı nizamı gibi. Allah'ın
hükümranlığında çeşitli mertebelerde tam bir düzen ile dizilip, vazife
gören meleklere yemin ediliyor ki, bunda İslâm için istenen cemaat,
cihad, ilim kuvvetleri gibi teşkilatın esaslarına da işaret vardır. Bu
durumda mânâ şu olur: Yemin ederim o meleklere, o kuvvetlere ki, saflar
yapıp dizilmişler. Bu saff, Allah'ın arşı etrafını donatmış olan
meleklerden, ta dünya göğünü süsleyen gök cisimlerinde yer alarak
vazife yapmak için Allah'ın emrine hazır bulunan meleklere kadar
hepsini içine almakta ve esası beş vakit namazlarda bağlanan saflarla
temsil edilen millet ve cemaate işareti de içermektedir. Derken
zecrederek sürerler.
2-ZECR:
Aslında
bir sataşma ile bağırıp azarlayarak bir şeyden uzaklaştırmaktır.
Haylayıp sevketmek ve bağırmaksızın men ve yasak etmek mânâlarına da
kullanılır. Şu halde gerek bulutları sevk eden sürücü melekler gibi
sevk edici ve gerek genel olarak men ve def eden uzaklaştırıcı
kuvvetler bu zecredicilerdendir. Bu şekilde bütün mücahid ordular buna
dahil olduğu gibi, özellikle kumanda edip götürenler ve öğüt verip
yürütenler de buna dahildir.
3- Sonra
bir
zikir okurlar. Hak'tan vahiy, kitap, Kur'ân indirir, ilim ve marifet
telkin ederler.
4-Bütün
bunlara
yemin ile önemlerini hatırlatarak söylerim ki gerçekten sizin ibadet
edeceğiniz ilâhınız birdir.
5-İspatı: O
bütün göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbi, hem bütün doğuların
Rabbi. Doğular, yıldızların doğuş yerleri veya sene içerisinde her gün
başka bir noktada doğması itibarıyla güneşin doğuş yerleri demek
olabilirse de bunlardan başka "Sonra bir zikir okurlar." karînesiyle
bütün manevî nurların da doğuşlarına işaret olunması için "doğuların
Rabbi" buyurulmuş olması daha doğrudur. Çünkü zâhir ile bâtın, dış âlem
ile zihin, objektif ile sübjektif birleşmeden Hakk'ın birliği
bilinemez. Zâhirî nurların, dünya göğünün süslerinden gösterilmesi de
bunu anlatır.
6-Şöyle ki:
Biz
dünya semasını, en yakın göğü bir zinet ile donattık. Yıldızlarla.
ifadesinde de "dünya" "ednâ"nın müennesidir ki, "en yakın" demektir. Bu
ifadenin zâhiri, bütün yıldızların en yakın gökte olmasıdır. Şu halde
burada en yakın gök, yer kürenin etrafında yalnız ayın yörünge
sahasından ibaret değil, yalnız güneş sistemi âlemi de değil, genel
olarak yıldızların bulunduğu cisim olan saha, yani üç boyut sahasıdır.
Gerçi süsleme cisimleriyle değil de ışıklarıyla olduğuna göre, bunların
dünyadan görünebildikleri şekillenme ve akislenme sahasına sırf görünüş
(optigue) itibarıyla bu isim verilmiş olması muhtemel ise de zâhir olan
birincisidir.
Her iki takdirde
de bu şekilde en yakın göğün süslenmesi hatırlatılmakla bu zahirî
nurların ve süsün herkes tarafından bile his ve takdir edilebileceği ve
fakat daha yukarısının böyle olmadığı anlatılmış oluyor.
7- Onun
için
buyuruluyor ki, hem de inatçı, itaate yanaşmaz her bir şeytandan
koruduk.
8-9-Şöyle
ki:
Onlar, yüce (melekler) topluluğunu dinleyemezler. O cisimlere ait
süsleri, zahirî nurları geriden görürler. Fakat daha yüksek heyetleri,
en yüce cemiyetleri, yani melekleri dinleyip işitemezler, peygamberler
gibi vahiy alamazlar, miraca çıkamazlar, o sınırlarda duramazlar.
Kovulmak için her taraftan atış edilir, mermiye tutulurlar. En yakın
göğün de sınırlarında böyle def edici, geri püskürtücü kuvvetler vardır
ki, bunlar anlatılan, haykırıp sürenlerdendirler. Dinsiz şeytanların
yüksek topluluğu dinlemeyip de peygamberlik taslayamamaları için
karakol bekler, onları kovarlar. Bir de o şeytanlara devamlı bir azab
vardır ki, o da ahirettedir.
10- Ancak
bir
çalıp kapmaca yapan olur. Bir kulak hırsızlığı ile yüksek topluluk
haberlerinden, vahiy ve ilham gelişlerinden çalıp kaçan bulunur. Onu da
yakıcı bir ateş, gökten yere doğru delip geçen bir alev takip eder.
Hıcr Sûresi'nde "Şihab" (delici alev) hakkında söz geçmişti. (Hıcr,
15/18. âyetin tefsirine bkz.)
SÂKIB: Esasen
delen veya delici demektir. Işığı ile göğü delivermiş gibi parlak
görünen yıldıza sâkıb (delici) yıldız denildiği gibi, sâkıb alev de
böyledir. Bununla beraber şihablar (alevler) gerçekten havayı dışından
bir mermi gibi gelerek delip geçiyor da demektir. Şihabların, yükselen
buharlardan tutuşmuş olması görüşü bugün kabul edilmiyor. Şihablar en
yakın göğün sabit süsü olan, bilinen yıldızlar gibi büyük olmamakla
beraber yine yıldızlar cinsinden sayılabilecek küçük ve küme küme
dolaşan gök cisimlerindendirler. Havaya teması ile parladığı sırada bir
fişek gibi kaymasıyla süs hizmetinden de uzak kalmaz. Bununla beraber
şeytanlara atılan şihabdan maksadın ruhanî bir şihab olması da pek
muhtemeldir. Asıl mesele aşağıdan göğe karşı saldırmak isteyenlerin
durumlarını göstererek, ilâhî olan ilhamlardan bir kulak hırsızlığına
ait şeytanlıklarla peygambere karşı rekabete kalkışan, dinler uydurmaya
çalışan dinsizlerin maddî ve manevî yenilgi ve perişanlıklarını
anlatmaktır.
11- Şimdi
sor
onlara. Bunları gösterdikten ve hepsini, yaratanın birliğini
anlattıktan sonra, sor o seninkilere, o inkârcılara ki yaratılışça
kendileri mi daha çetin, daha kuvvetli yoksa bizim yarattığımız o
yaratıklarımız mı? O saf bağlayanlar, o zikir okuyanlar, o gökler mi?
Hangisini yaratmak daha zor? Bunları yaratan Allah, hiç kendilerini bir
yaratışla daha yaratamaz mı? Görülüyor ki burada Yâsin'in sonundaki
"Gökleri ve yeri
yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya kâdir değil midir?" (Yâsin,
36/81) âyetinin bir açıklama ile zihinlere yerleştirilmesi vardır. Bu
sorunun cevabı da şunun içindedir: Çünkü biz kendilerini, cıvık,
yapışkan bir çamurdan yarattık. Onlar yaratıldıktan sonra cıvık bir
çamurun ne çetinliği olur? Bir cıvık çamur ki, en gelişmiş şekli nutfe
(bir damla su)dir.
12-21-
Fakat sen
şaşırdın, Allah'ın kudretine ve onların inkârına. Onlar ise
eğleniyorlar.
O fasıl
(iyilerle kötülerin ayırt edilişi), o ayırış şöyle ki:
22-27-
Eşleriyle, yani dengi dengine; puta tapanı puta tapanla, yıldıza tapanı
yıldıza tapanla, yahut zulmedenlerin erkeğini, dişisini yahut
şeytanlardan olan arkadaşlarını.
28-40-
Bize
sağdan gelirdiniz. Sağdan gelmek, sağlam taraftan, iyi ve hayırsever
bir şekilde gelmek.
41-47-
Devamı,
lezzeti gibi özellikleri belli ve yerleşmiş bir rızık, yani Meyveler.
Bu tabirde iki nükte vardır. Birisi, cennet ehlinin yemeleri ve
içmelerinin sırf zevk ve lezzet için olduğunu hatırlatmadır. Çünkü
meyve sade lezzet için yenir. Diğeri de dünyadaki çalışmanın meyvesi
olduğuna işarettir.
Naîm
cennetlerinde, nimetten başka bir şey olmayan cennetlerde. Keis; dolu
kadeh, boşuna "keis" denmez. menba suyu.
MAÎN: Aslında
kaynağından çıkan, yahut göz önünde akan su demek olup, cennet içkisi
bununla vasıflandırılmıştır ki Onda hiç bir gâile (keder, sıkıntı,
zarar) yok. Dünya şarapları gibi sarhoş ediciliği, zararı, günahı yok.
48-49-50- Ve
ondan sarhoş da edilmezler.
Gamzelerini
kocalarına tahsis etmiş, başkasına bakmaz dilberler.
51-61-
Benim bir
yakınım vardı. Yani dünyada beraberimde duran bir arkadaş. Buharî'de bu
yakın (karîn), şeytan diye açıklanmıştır.
62- Bu mu
hayırlı konukluk için?
NÜZÜL: Misafir
gelir gelmez ikram için sunulan konukluk. Burada bu ifade gösteriyor
ki, yukarıda cennetlikler için söylenen, henüz yeni gelene konulan
ikramiye cinsinden olup, onlara onun ilerisinde öyle nimetler vardır
ki, şimdi akıllar onu anlamaktan acizdir. İşte cehennemlikler için de
zakkum ağacı, öyledir.
ZAKKUM:
Tihame'de biten küçük yapraklı, acı ve fena kokar bir ağacın ismi olup,
aşağıdaki şekilde tarif edilen ve meyvesi, cehennemliklerin konukluğu
olan ağaç bununla isimlendirilmiştir.
63-Buyuruluyor
ki: Çünkü biz onu zalimler için bir fitne (imtihan) kılmışızdır. Ona
dünyada zalimler vurgun ve tutkun olur. Ahirette de sıkıntı ve azabını
çekerler. Allah daha iyi bilir ya, halkı zulüm ile yemek için kurulan
zalimler teşkilatı, o zalimler kurumu.
64-66- O
cehennemin kökünde, dibinde çıkar da dalları tabakalarına dağılır.
tomurcuğu, meyvesinin doğum noktaları, sanki şeytanların başları
gibidir. Buna üç mânâ verilmiştir:
1- Son derece
çirkinlikten kinaye olmak üzere hayalî bir benzetme.
2- Şeytanlar,
çirkin suratlı korkunç yılanlar demektir.
3-
"Ruûsü'ş-Şeyâtîn" (Şeytanların başları), çirkin manzaralı, bilinen bir
otun meyvesiymiş ki Yemen'de Esten denilirmiş.
Biz de dördüncü
bir mânâ anlamak istiyoruz ki, zalimleri en çok aldatan, meftun eden
nokta, onun çiçek açıp meyvesini verecek olan noktalarıdır. Gelir
kaynakları gibi görünen o noktalar öyle iğfal edicidir ki, sanki
şeytanların başları, yahut reisleri gibi.
67-74-
Sonra
onların bunun üzerine hamîmden (kaynar sudan) bir haşlamaları da
vardır.
ŞEVB: İçkiye
karıştırılan katkı, aşlama veya haşlama.
HAMÎM: Esasen
kaynar su demek olup, cehennemin bağırsakları parçalayan suyuna denir.
Bununla haşlanan o içki de "gassâk", akan cerahat, irindir. Çünkü
zalimler halkı bu hale getirirler. Ahirette de öyle haşlanırlar.
75-77- Tufan
felaketi. Hem neslini, baki kalanlar kıldık. "O'nun üç oğlu; Sam, Ham,
Ya'fes ve bunların eşlerinden başka, diğer gemide bulunanların hepsi
nesil bırakmayarak vefat etti" demişlerse de biz bunu Hûd Sûresi'nde
geçen "Denildi ki: Ey Nuh! Bizden sana ve seninle birlikte olanlardan
gelecek ümmetlere selam ve bereketlerle gemiden in." (Hûd, 11/48)
âyetine uygun bulmuyoruz. Çünkü "seninle birlikte olanlar" dan
maksadın, "O'nunla beraber iman edenler pek azdı." (Hûd, 11/40) diye
buyurulan az kişiler olduğu açıktır. O halde buradaki Kasrın (Tahsisin)
gemidekilere değil, boğulanlara göre izafî olması daha uygundur.
Bununla beraber denilebilir ki, bütün gemidekilerin nesilleri tağlib
yoluyla (çoğunluk itibarıyla) onun zürriyeti hükmünde tutulmuş ve bu
şekilde baki kalanların hepsi onun zürriyeti olarak sayılmış, ona
ikinci Âdem denmiştir.
Taberî der ki:
Arap Sam evladından, Sudan Ham evladından, Türk ve diğerleri Ya'fes
evladındandır. Ebu Hayyan da "Bahr"de bunu naklettikten sonra şöyle
kaydediyor: Bir grup da şöyle söylemiştir: "Allah Teâlâ Hz. Nuh'un
zürriyetini baki bırakıp neslini uzatmıştır. Bununla beraber bütün
insanlar onun nesliyle sınırlı değildir. Ümmetler içinde ona ait
olmayan da vardır". Alûsî, de şu mütalaada bulunmuştur: Sanki bu grup,
suda boğulmanın genel olduğunu söylemiyor. Nuh (a.s.) kâfirler
aleyhinde dua etmiş, fakat dünya halkının hepsine gönderilmemiştir.
Çünkü peygamber gönderilmenin genel olması ilk önce peygamberlerin
sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in özelliklerindendir. Genel
olduğunu söyleyip de kasrı, boğulanlara nispetle yapmış olması da
caizdir.
78- Hem de
ahirîn içinde, yani sonrakiler, geriden gelen bakiler içinde de kendine
bıraktık. Burada iki şekil vardır. Birisi, mef'ul, hazfedilmiştir.
Namına güzel bir anı, güzel bir övgü bıraktık demektir.
79-82-Bu
durumda
Bütün âlemler içinde Nuh'a selam, Allah Teâlâ tarafından bir selam
olur. Diğeri de hikâye yoluyla bu selamın mef'ul olmasıdır ki, bu şekil
daha açıktır.
83-85-
Şüphesiz İbrahim de elbette onun kolundan (şiasından)dır.
ŞÎA: Bir
kimsenin arkasında, izinde giden taraftarları, tabileri demektir.
İbrahim (a.s.) da iman ve ihlas esnasında ve Allah yolunda müşriklere
karşı cihad hususunda ve şeriatının teferruatında değilse de
asıllarında onun izince gitmiştir. selîm kalb; tertemiz, her lekeden
arınmış, Allah sevgisinden samimi, tamamen O'na teslim olmuş kalb.
86-87-
"İfk"
için mi Allah'tan başka ilâhlar istiyorsunuz?.
İFK: Yalan
dolan, iftira demek ki, Allah'tan başka ilâh var demek, yalancılıktır,
iftiradır, bühtandır.
88-89-
Derken
yıldızlarda bir bakış yürüttü, yahut bir bakıma baktı. Bundan bizce
hemen akla gelen mânâ En'am Sûresi'nde "Üzerini gece bürüdüğü zaman bir
yıldız gördü..." (En'am, 6/76) âyetinde geçen fikir ve bakıştır. Bu
şekilde Baktı da "ben hastayım" dedi. Söz "Eğer Rabbim beni hidayete
erdirmeseydi mutlaka sapıklar topluluğundan olacaktım." (En'am, 6/77)
meâlinde olur. Fakat tefsirciler buna şöyle mânâ vermişlerdir:
Kendileriyle beraber ibadet teklif ettikleri için yıldızlarda bir
bakıma baktı da, yıldızların hükümlerine bakıyormuş gibi yerlerini,
bağlantılarını gözden geçirdi, onlar müneccim oldukları için o da
onlarla istidlal ediyormuş gibi görünerek ben keyifsizim, dedi. Onların
tekliflerinden rahatsız olduğunu kastediyordu
90-100-Hastayım
deyince Arkalarını dönerek başından kaçışıverdiler. Hastalıktan,
taundan (vebadan) korkmuşlar. Bu ifade ne kadar nüktelidir. Hastayım
deyince arka dönmek, sonra darbeyi vurunca da zifaf eder gibi birbirine
girerek ona yöneldiler. Hücum ettiler. Yöneliş göstermeleri, adi
insanların, umumi toplumların psikolojik durumlarını anlatır.
101-
Bunun
üzerine onu yumuşak huylu bir oğul ile müjdeledik. Bu uslu oğul, İsmail
(a.s.)'dir.
102-İshak'ı
müjdeleme bundan sonra ayrıca söylenecektir. Ne zaman ki beraberinde
koşmak, yani çalışmak çağına erdi, ona Allah için yapılacak bir iş, bir
itaat göstermek üzere ey yavrum! dedi, ben düşümde görüyordum ki ben
seni boğazlıyorum. Artık bak ne görürsün? Ne dersin, ne görüşte
bulunursun? Deniliyor ki, Hz. İbrahim, bunu Zilhicce'nin sekizinci,
dokuzuncu, onuncu yani terviye, arefe, nahir geceleri sıra ile üç gece
görmüştü. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olduğundan
Hz. İbrahim böyle görmüş ve böyle tabir etmiş ve dolayısıyla böyle
vahiy almış olmakla bu, yerine getirilmesi vacib hak, bir emir olmuş
oluyordu. Bunun üzerine onu zorla yapmaya kalkışmayıp, önce yerine
getirilme şeklini istişare etmek üzere böyle görüşünü sorarak tebliğ
etti ki, bununla ilk önce onun itaat ve boyun eğmekle ecir ve sevaba
ermesini temin etmek istedi. Düşünmeli, bunu söylerken "ey yavrucuğum!"
diye hitab eden bir babanın kalbinde ne yüksek bir şefkat duygusu
çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah sevgisi hakim
bulunuyordu. Düşünmeli de duymalı ki, bu ne büyük bir bela, ne dehşetli
bir ilâhî imtihandı! İşte bunun böyle ilâhî bir emir olduğunu anlayan
ve Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o yumuşak huylu oğul
ey babacığım! dedi, ne emrolunuyorsan yap. Beni inşaallah
sabredenlerden bulacaksın.
103- Ne
zaman ki
böyle ikisi de teslim oldular; Allah'ın emrine kendilerini teslim
ettiler. Ve İbrahim onu tuttu, şakağına yıktı.
CEBİN: Şakak,
yani alnın yanlarıdır. Bu, Mina'da sahranın yanında veya mescide bakan
yerde yahut bugün kurbanların kesildiği mevkide olmuştu, diye
naklediliyor. Bıçağını çekip çekmediği hakkında iki görüş vardır.
104-105-
Burada
yalnız buyuruluyor ki, şakağına yatırdı. Biz de ona şöyle seslendik: Ey
İbrahim! Rüyayı gerçekten tasdik ettin. Doğrulukla yerine getirdin,
gördüğün gibi inandın, kararlılık ve doğrulukla yerine getirdin. Çünkü
"boğazlıyorum" diye görmüş, "boğazladım" dememişti. Kararlılık ve
ciddiyetle kesmeye teşebbüs etmekle de kalmayıp o tahakkuk etmişti.
Taberî gibi bazı tefsirciler bu nün, nın cevabı ve "vâv"ın da daki
"vâv" kabilinden olduğunu söylemişlerse de araştırmacı âlimlerin
tercihine göre atıf vâvı olup, burada cevap, tefhim (bu işin
büyüklüğünü anlatmak) için hazfedilmiştir. Şöyle demektir: Ve biz böyle
seslenince; ne büyük bayram, ne tarife sığmaz neşe ve sevinç meydana
geldiğini söylemeye hacet yok! Şu da cevabın tâlilidir (sebebinin
açıklanmasıdır): Çünkü biz, iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.
106-
Şüphesiz ki
bu; İbrahim'in karşılaştığı bu oğlunu kurban etme işi elbette açık
bela, parlak imtihandır. Öyle açık bela ve parlak imtihandır ki, gerek
İbrahim'in ve gerekse oğlunun "İhsan, Allah'a kendisini görüyormuşsun
gibi ibadet etmendir." hadis-i şerifinin ifadesince en yüksek ihsan
mertebesinde bulunan ihsan edenlerden (iyilik yapanlardan) olduklarında
hiç şüpheye yer bırakmaz. Onun için onların o ihsanlarını mükafat ile
karşılayarak öyle seslendik.
107- Ve
ona
büyük bir kurbanlık ile fidye de verdik. Yani İbrahim'e oğlunun yerine
kesilmek için büyük bir kurbanlık kurtuluş fidyesi de verdik.
Boğazlamaya başlamakla rüya gerçekleştirilmiş olup da "Rüyayı tasdik
ettin" diye nida edildikten sonra fidyenin mânâsı ne olabilir? Bunu en
güzel açıklayan yön şudur: Deniliyor ki, İbrahim (a.s.) bir oğlu
olursa, Allah yolunda kurban edeceğini adamıştı. Sonra unutmuş, rüya
bunu hatırlatmıştı. Onun için nida olunduğu zaman rüya
gerçekleştirilmiş olmakla beraber adak yerini bulmamış olduğundan bu
fidye onu böyle hüküm değiştirmek suretiyle tamamlamış ve ayrıca bir
nimet olmuştur. Bundan dolayı İmam-ı Azam demiştir ki: Çocuğunu kurban
etmeyi adayana bir koyun kesmek vacib olur. Acaba o büyük kurbanlık ne
idi ve büyüklüğü neresindeydi? Çokları cennetten gelme, beyaz ve bir
rivayette emlah, yani alaca ve a'yen, iri gözlü bir koç idi demişler
ki, yahudilerin görüşü de buna uygundur. Bazıları da Sebîr dağından
inme bir va'l, yani dağ keçisi demişlerdir. Büyüklüğünü de bazıları
maddî olarak, iri yapılı diye, bazıları da manevî büyüklük ve önemle
tefsir etmişlerdir. Yalnız bir peygamber değil, belki baba ve oğul iki
peygamberin sıkıntısını kaldıran ve özellikle neslinden peygamberlerin
sonuncusu gelecek bir peygamberin fidyesi olan ve cennetten gelen bir
kurbanlık elbette büyük olur. Bazıları da demişlerdir ki, büyüklüğü
ondan sonra sünnet ve din olması itibarıyladır. Ebu Bekir Verrak, bir
nesilden değil, doğrudan doğruya yaratılmış olması bakımındandır,
demiştir. Fakat hatırlatmaya hacet yoktur ki, Kur'ân'ın "Büyük bir
kurban" ifadesi bütün bunlardan daha kapsamlı ve daha büyüktür. En
iyisini Allah bilir.
108-
Sonrakilerde de namına bıraktık. Onu güzel bir anı ile yad eder ve
sünnetini yerine getirmekle bayram yaparlar.
109-
Selam
İbrahim'e.
110- İşte
iyilik
yapanları böyle mükafatlandırırız. Burada "Biz" denilmemesi, biraz önce
geçmiş olduğu için burada bir nevi tekit kastedildiğine işaret
olmalıdır. Evet İbrahim iyilik yapanlardandı.
111-
Çünkü o
bizim mümin kullarımızdandır. Yahudiler bu kurban edilenin Hz. İshak
olduğunu söylüyorlarmış. Muhammed b. İshak, Taberî gibi bazıları da
buna taraftar olmuşlar, Muhyiddin Arabî de Fusûs'unda bu görüşe
gitmiştir. Fakat burada şu atıf onları reddetmekte açıktır.
112-Çünkü
"Biz
ona yumuşak huylu bir oğul müjdeledik." ifadesi üzerine atıf ile
buyuruluyor ki: Bir de onu İshak ile müjdeledik. Belliki bu şöyle demek
oluyor:
"Ey Rabbim! Bana
salihlerden (bir oğul) ihsan et." diyen İbrahim'i o boğazlama kıssası
anlatılan halîm (yumuşak huylu) oğulla müjdelikten başka, bir de İshak
ile müjdeledik. Ki salihlerden bir peygamber olmak üzere. Şu âyetin de
bu ikisine ait kılınması daha uygundur.
113- Hem
ona, o
halîm oğula ve hem İshak'a bereketler de verdik. Yani ikisinin de
nesillerini bereketlendirdik, çoğalttık. Burada zamirini İbrahim'e
göndermek, zürriyet yönüyle İshak'a karşılığı gerektireceğinden
yakışmaz. İshak ve zürriyeti, İbrahim'in zürriyetinden olduğu için
İbrahim'in İshak'a karşılık olarak zürriyet ve bereketi ancak diğer
oğlu itibarıyla olabilir. Onun için zamiri bu itibarla İbrahim'e
gönderilse bile şu tesniye (ikil) zamirin, herhalde iki oğula
gönderilmesi gerekir. İkisinin zürriyetinden de; İbrahim'in iki oğlunun
ikisinin zürriyetinden de;halîm oğul olan İsmail'in zürriyetinden de,
İshak'ın zürriyetinden de hem ihsan eden, hem de kendi nefsine açıkça
zulmeden vardır. Bu "İkisinin zürriyetinden" maksadın İsmail evladı ile
İshak evladı olduğunda hiç tereddüt edilmemesi gerekir. Çünkü zamir
İbrahim ile İshak'a gönderildiği takdirde bile İshak zürriyetinin
karşılığında İbrahim zürriyetinin, İshak zürriyetinden başka bir
zürriyet olması gerekir. Bu da bilinmekte olan İsmail evladıdır. Ve
hatta bu takdirde İbrahim zürriyeti ünvanının İshak evladından çok
İsmail evladına daha uygun ve daha layık olduğuna bir işaret yapılmış
olur. Kısaca; "Ben Rabbime gidiyorum" deyip de "Ey Rabbim! Bana
salihlerden (bir oğul) ihsan et!" (37/100) diye yalvaran ve o apaçık
bela ile imtihanı başarı ile geçen İbrahim'e, Rabbi öyle selam ve
selametle güzel bir anı ihsan etti. Ve iki oğul müjdeleyerek, onlardan
zürriyetine öyle bereket verdi ki, hâlâ ikisinin de zürriyeti o feyiz
ve bereketle yaşamakta ve fakat hepsi salih ve iyi kimseler değil,
kimisi iman ile ihsan mertebesinde, kimisi de küfür ve isyanla nefsine
zulmetmekte. Bu şekilde İbrahim'e verilen bu zürriyet bereketi, Nuh'a
verilen zürriyet bakiliğine benzemektedir. Ancak şunu unutmamalı ki,
ataların salih oluşu, evladın da salih oluşunu gerektirmez. Onun için
Nuh'un zürriyetinden putperestler, İbrahim'in zürriyetinden zalimler
çıkmıştır.
114-122-
Belli
kitap, yahut açıklaması, ifadesi güzel kitap, yani
123-136-Tevrat.
İlyas da gönderilen peygamberlerdendir. Yani yukarıda "Gerçekten biz
onların arasına uyarıcı peygamberler gönderdik." (Saffât, 37/72)
buyurulduğu üzere, uyarı için gönderildiklerine yemin edilen
peygamberlerden, o da İsrailoğulları peygamberlerinden (İlyas b. Yâsîn)
ki Harun (a.s.)'un torunlarından denilmiştir. (En'am Sûresi, 6/85.
âyetin tefsirine bkz.)
BA'L: Bir putun
ismi ki yirmi arşın boyunda, altından ve dört yüzlü bir put olduğu
söyleniyor. Kim bilir konduğu kaidesi ne kadardı? Hâlâ Şam'da Ba'lebek
kasabası bu ad ile anılmaktadır. İlyasîn'e selam olsun.
İLYÂSÎN: İlyas,
demektir. Bazı kırâetlerde okunduğundan her iki kırâete de uygun olması
imlâsı için şeklinde yazılır.
YASÎN: İlyas
(a.s.)'ın babası olmakla Âl-i Yâsîn yine İlyas demek olur. Yâsîn bir de
Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre bazıları Âl-i Yâsîn'den
maksadın, Muhammed ümmeti olduğunu söylemişlerdir. Herhalde denilmeyip
buyurulması, bir tevriyeden uzak değildir. "Âl-i Yâsîn" kırâeti de bu
tevriyede açıktır. İmlâda vasledilmeyip de iki kırâete uygun şekilde
yazılması da bu tevriyenin birkaç yönden gerekli olduğuna işaret eder.
Şu halde demek olur ki, burada "Selam İlyas'a" denirken; "Selam
Muhammed âline" mânâsına bir de tevriye kastedilerek buyurulmuş ve
bundan dolayı olmalıdır ki selam fıkraları da burada bitirilmiş, Lût ve
Yunus kıssalarında daha çok "Bak uyarılanların sonu nasıl oldu?"
(Sâffât, 37/73) ifadesine dikkat çekilmiştir. Bu tevriyeye göre "O
mümin kullarımızdandır." İlyas'a ve Yâsîn'e ait olabilir demektir.
137-138-
"Ve siz
sabahleyin onlara uğrar, üzerlerinden geçersiniz." Kureyş, Şam'a
ticarete giderlerken yolları, Lût kavminin yerlerine uğrar.
139-
Şüphesiz ki
Yunus da gönderilen peygamberlerdendir. Yunus (a.s.)'un kıssasında
Allah Teâlâ'nın bir peygamberini hapsedişinin bir ifadesi vardır.
Bunun, burada anlatılması, daha çok peygamber efendimize bir hatırlatma
olmaakımındandır.
140-
Hani, düşün
o zamanı ki Yunus, "İbak" suretiyle o dolu gemiye kaçmıştı.
İBAK: Bir
kölenin, efendisinden kaçmasıdır. Enbiya Sûresi'nde "Ve Zünnûn'a (da
lutfettik). Hani o (kavmine) kızarak gitmişti." (Enbiya, 21/87)
buyurulduğu üzere Yunus (a.s.) öfkelenip, Allah tarafından izin
gözlemeksizin çıkmış olduğundan "ibak" (kaçış) denilmiştir. Alûsî,
tefsirinde der ki: "Yunus (a.s.) hakkında kitap ehlinin kitaplarında
anlatılan şudur: Allah Teâlâ, onu Nînüvâ halkına gidip onları Hakk'a
davet etmekle görevlendirmişti.
O zaman Nînüvâ
çok büyüktü. Üç gün kadar bir müddet içerisinde katedilebilirdi.
Kötülükleri büyümüş, bozgunculukları çoğalmıştı. İşi büyük gördü ve
Tersis'e kaçtı. Onun için Yafa'ya geldi, bir gemi buldu. Sahipleri
Tersis'e gitmek istiyorlardı. Kiraladı, ücretini verdi ve gemiye bindi.
Derken büyük bir fırtına koptu, dalgalar çoğaldı. Gemi gark olacak hale
geldi, gemiciler telaşe düştüler. Geminin hafiflemesi için bazı
eşyaları denize attılar. O sırada Yunus, geminin içine inmiş, uyumuş,
hatta nefesi yukarı çıkarmış. Kaptan ona vardı. "Ne uyuyorsun? Kalk,
Rabbine dua et. Ola ki bizi bu durumdan kurtarır da helak etmez" dedi
ve birbirlerine; "Gelin bu kötülük bize kimin yüzünden geldiğini bilmek
için kur'a atalım" dediler. Kur'a attılar, Yunus'a düştü. Bunun
üzerine: "Anlat bize sen ne yaptın? Nereden gelip, nereye gidiyorsun?
Hangi köyden, hangi soydansın?" dediler. O zaman onlara: "Ben, karayı
ve denizi yaratan, göklerin ilâhı olan Rabbin kuluyum." dedi ve olayını
anlattı. Onun üzerine çok korktular ve niye öyle yaptın diye kınadılar.
Sonra ona: "Bu denizin durması için biz sana ne yapalım?" dediler.
"Beni denize atın, durur. Çünkü bu büyük fırtına benim içindir" dedi.
Adamlar gemiyi geri karaya atmaya çalıştılar, yapamadılar. Nihayet
Yunus'u tuttular, gemide bulunanların kurtulması için denize attılar.
Derhal deniz durdu ve Allah balığa emretti. O'nu karaya bıraktı, sonra
Allah Teâlâ büyük bir balığa da emretti, onu yuttu. Balığın kırnında üç
gün üç gece kaldı. Karnında Rabbine dua ediyor, O'na yalvarıyordu.
Derken yüce Allah balığa emretti. Onu karaya bıraktı, sonra Allah Teâlâ
ona: "Kalk, Nînüvâ'ya var, bundan önce sana emrettiğim şekilde halkına
çağrıda bulun!" buyurdu. Yunus (a.s.) da vardı, çağrıda bulundu ve
"Nînüvâ üç gün içinde batacak" dedi. Bunun üzerine Nînüvâ halkı Allah
Teâlâ'ya iman ettiler ve oruç ilan ettiler, hepsi eskiler giydiler,
kral haber aldı, o da tahtından indi, süslü elbiselerini çıkardı ve bir
çul giydi ve kül üzerine oturdu. Gerek insan ve gerekse hayvan, hiçbiri
ne yiyecek, ne içecek tatmasın diye tellal çağırtıldı ve hepsi Allah
Teâlâ'ya sığındılar, kötülük ve zulümden vazgeçtiler. Allah Teâlâ da
kendilerine merhamet etti, azaba uğratmadı. Onlara azab etmeyince Yunus
(a.s.) merak etti: "Allahım! İşte ben bundan kaçmıştım, çünkü
biliyordum ki, sen çok merhamet edici, çok şefkatli, çok sabırlı ve
tevbeleri çokca kabul edicisin. Ey Rabbim! Benim canımı al artık, ölüm
bana yaşamaktan daha iyidir" dedi. Allah: "Ey Yunus! Çok üzüldün",
dedi. Yunus: "Evet ya Rab!" dedi ve çıktı, şehrin karşısında beride bir
gölgelik yaptı, altına oturdu. Şehirde ne olacağını gözetliyordu. Allah
Teâlâ emretti, kendisine sıkıntısından gölge olması için başı ucundan
bir kabak çıktı. O kabakla ferahlandı, büyük bir rahatlık duydu. Yine
Allah Teâlâ bir kurda emretti, kabağı vurdu, kuruttu. Sonra sıcak bir
samyeli esti, güneş de Yunus (a.s.)'un başına geçti, durum ağırlaştı.
Ölüm sevilecek hale geldi. O zaman Allah: "Ey Yunus! Kabağa gerçekten
acıdın mı?" buyurdu. O da: "Gerçekten acıdım ya Rabbi!" dedi. Allah
Teâlâ da: "Ya sen o hiç üzerine yorulmadığın, bakıp büyütmediğin, belki
bir gecede bitip, bir gecede yok olan kabağa acırsın da, ben o içinde
on iki tepeden fazla insan oturan ve sağını solunu bilmez bir kavim ve
birçok hayvanlar bulunan o büyük Nînüvâ şehrine merhamet etmez miyim?"
buyurdu."
Alûsî, bunu
naklettikten sonra: "Burada hakka muhalif noktalar bulunmakla beraber
bilgi olması için naklettim" diyor. Onun için bu kıssaları okurken
Kur'ân'ın ifadesindeki nezihliğe ve inceliğe dikkat ederek okumalıdır.
Orada Yunus (a.s.)'u kavminin imanından sonra azab etmedi diye, balığın
karnındakinden daha çok vicdan azabına düşmüş ve başında kabak da ondan
sonra bitmiş gösteriyor. Halbuki Kur'ân Enbiya Sûresi'nde "Biz onun
duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz iman edenleri
böyle kurtarırız." (Enbiya, 21/88) diye onun tasadan kurtarıldığını
anlattığı gibi, burada da alana atılışını ve kabağın bitirilmesini,
balığın karnından hasta olarak çıkarılması olayının peşinden anlatmış
ve kıssanın sonunu da kavminin imanıyla istifadeleri gibi güzel bir
sonuçla bağlamıştır. Yunus Sûresi'nde "Keşke (azabı gördükten sonra)
inanıp da imanı kendisine fayda veren bir memleket olsaydı (ama
olmadı). Yalnız Yunus'un kavmi (azab henüz inmeden) iman edince, dünya
hayatında onlardan rezillik azabını kaldırmış ve onları bir süre daha
yaşatmıştık." (Yunus, 10/98) buyurulduğu üzere böyle yeis (ümitsizlik)
halindeki imanla kurtuluş yalnız Yunus kavmine nasib olmuştur. Azab,
iman etmediklerinden dolayı vaad edilmiş olduğu için, kavmi iman
ettikten sonra azab etmedi diye, bir peygamberin güya yalancı çıkmış
olup da ölsem bundan iyi idi diye üzülmesinde bir mânâ yoktur. Bu
üzüntü belki başlangıçta kızıp kaçtığı zaman olmuş olabilir.
141-142-Kısaca
buyuruluyor ki: Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı da kur'a çekmişti ve
kaydırılanlardan olmuştu. Yani kur'ada yenilmiş, gemiden atılmıştı.
Burada kendi kendini attı diye bir söz varsa da (kaydırılan) deyiminin
zahirine uygun değildir. Kendini atmış değil de kendi rızasıyla atılmış
olabilir. Derhal balık onu lokma etti, yani yuttu. O halde ki,
pişmanlık içindeydi, kendini kınıyordu, pişman oluyordu.
143- Eğer
o çok
tesbih edenlerden olmasaydı. Öteden beri Allah'ı tesbih ile çok
zikrederdi. Bu karanlıklarda da "Senden başka ilâh yoktur, seni tesbih
ederim, ben gerçekten haksızlık edenlerden oldum." (Enbiya, 21/87) diye
nida ediyordu. Fakat sadece şimdi değil, öteden beri çok tesbih
edenlerden olmasaydı yeniden dirilecekleri güne kadar elbette onun
karnında kalırdı.
144- Eğer
o çok
tesbih edenlerden olmasaydı. Öteden beri Allah'ı tesbih ile çok
zikrederdi. Bu karanlıklarda da "Senden başka ilâh yoktur, seni tesbih
ederim, ben gerçekten haksızlık edenlerden oldum." (Enbiya, 21/87) diye
nida ediyordu. Fakat sadece şimdi değil, öteden beri çok tesbih
edenlerden olmasaydı yeniden dirilecekleri güne kadar elbette onun
karnında kalırdı.
145-Fakat
kalmadı, hemen biz onu alana, açık, boş bir sahaya fırlattık o halde
ki, hastaydı.
146-Fırlattık
ve
üzerine yaktîn, yani bal kabağı cinsinden bir ağaç bitirdik. Gövdesiz,
çabuk biter, çok çatallanır, uzar ve yaprakları büyük olduğundan
gölgeliğe elverişli bir ağaç; gövdesi olmadığı halde buna ağaç
denilmesi, çatallanıp yükselebilmesinden dolayıdır. Demek ki başında bu
kabağın bitmesi, çıktığı sırada hasta halinde bir siper olması içindi.
Bunun basit bir teşkilata işaret olması da düşünülebilir.
147- Ve
onu,
yani Yunus'u yüz bine gönderdik. Yani kaçtığı yere tekrar gönderildi
ki, yüz bin nüfusa ulaşıyordu. Hatta artıyorlardı. Yani pek çok
değillerse de az da değillerdi. Artmaya da hazırdılar. Bu ifade iki
gönderme arasında artış bile olduğuna işarettir.
148-
Bunun
üzerine iman ettiler de biz de onları bir zamana kadar yaşattık. Yeis
(ümitsizlik) halindeki iman fayda vermezken bu şekilde Yunus kavmine
verdi. Bu bir fezlekedir (özetlemedir). Yani yukarıdaki "Bak o
korkutulanların sonu nasıl oldu? Ancak Allah'ın ihlas ile seçilen
kulları başka." (Sâffât, 37/73-74) emrinden buraya kadar açıklanan
kıssaların bir özetini yaparak demek olur ki, şimdi bunlara bir göz
atıp, nihayet
149-Yunus
kıssasını da düşündükten sonra, peygamberliğin zorluklarından
kaçınmayarak ey Muhammed! sen yine müşriklere sor; susturmak için de
ki: Rabbine kızlar, onlara oğullar öyle mi? Bu ne biçim taksim?
Cüheyne, Seleme oğulları, Huzaa, Melih oğulları gibi Arap müşrikleri;
"Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyorlardı. Halbuki kendilerinin kız
evlatları olsa istemiyorlardı. Bir de meleklere kız demekle onlarda
şiddet düşünmüyorlardı. Sûrenin başında onların anlatılan şiddetlerini
duyurmak için "Sor onlara: Yaratılışça kendileri mi daha çetin..."
(Sâffât, 37/11) buyurulduğu gibi, burada da inançlarını iptal için
azarlanıyor.
150-Buna
karşılık itiraz makamında, maksat dişi yaratıkları demektir, diyecek
olurlarsa buyuruluyor ki Yoksa biz melekleri dişi olarak yaratmışız da
onlar şahitler miymiş?
151-158-
Ha bak!
Bu yukarıki "sor!" emrinde dahil olmayarak doğrudan doğruya Alah
tarafından yalancılıklarını ilan ile görüşlerini iptal ve bozma gibi
açıkça yalan olduğu belli olan şeylere şahitlik etmeye kalkışanların,
şahitliklerinin dinlenmeyeceğini hatırlatır. Bir de Allah ile cinler
arasında bir neseb uydurdular. Bu cümle, "Onlar, 'Allah doğurdu'
derler." sözü üzerine atfedilmiştir. Muhatabdan yine bu şekilde gaibe
(2. şahıstan 3. şahısa) geçilmesi, sözlerinin kötülüğünden dolayı
hitaba kabiliyetleri olmadığına dair bir hatırlatmadır. Yani
iftiralarından bütün cinlerle Allah arasında bir neseb, ilâhlıkta
ortaklığı ifade edecek şekilde bir münasebet, bir ortaklık uydurmaya
kadar gittiler. Burada cin, melekleri de içine alan en genel mânâya
bütün gizli mahluklar, metafizik güçler, bütün ruhanîler demektir.
Mecusî mezheplerinde olduğu üzere, şeytan Allah'ın kardeşidir, melekler
Allah'ın kızlarıdır, dedikleri gibi; bazıları da ruhanilerin, cinlerin,
meleklerin Allah'a münasebeti, yakınlığı vardır, biz onların aracılığı
olmadan Allah'a yaklaşamayız, Allah yanında şefaatçilerimiz olması için
biz onlara ibadet etmekteyiz diyor, şirk koşuyor; biri kötülük yapar,
biri iyilik diyorlardı. (En'am Sûresi'nde "Allah'a cinleri ortak
koştular." (En'am, 6/100), "Böylece biz her peygambere insan ve cin
şeytanlarını düşman kılmışızdır." (En'am, 6/112) âyetlerinin
tefsirlerinde bu hususta bilgi verilmiştir, oraya bakınız.)
Halbuki o neseb
isnad ettikleri ruhaniler, özellikle melekler bilir, şahitlik ederler
ki, herhalde onlar, o iftirayı uyduran yalancılar mutlaka cehenneme
götürüleceklerdir.
159-Yakalanıp
cehenneme tıkılacaklardır. Allah, onların isnad ettikleri niteliklerden
münezzehtir, çok yücedir. Bilirler, böyle tesbih ile tenzih ederler.
Meleklerin tesbihinde şüphe olmadığı gibi "Beni ateşten yarattın."
(Sâd, 38/76) diye yaratılmış olduğunu itiraf eden İblis bile,
müşriklerin isnad ettikleri şirk vasıflarından Allah'ı tenzih eder.
"Ben sizden uzağım." (Enfal, 8/48) der.
160-
Fakat
Allah'ın ihlas ile seçilen kulları başka. Onlar böyle isnadda
bulunmazlar ve onun için azaba da hazır bulundurulmazlar.
161-
Çünkü siz
ne taptıklarınız; putlarınız ve şeytanlarınız Allah'a karşı kimseyi
kandıramazsınız. Ancak cehenneme yaslanacak olanı aldatırsınız. Onun
için Allah'ın ihlas ile seçilen kullarını bozamazsınız. Şu da o bilen
cinlerin, yani meleklerin sözlerindendir.
162-163-
Çünkü
siz ne taptıklarınız; putlarınız ve şeytanlarınız Allah'a karşı kimseyi
kandıramazsınız. Ancak cehenneme yaslanacak olanı aldatırsınız. Onun
için Allah'ın ihlas ile seçilen kullarını bozamazsınız. Şu da o bilen
cinlerin, yani meleklerin sözlerindendir.
164-166-Bizden ise başka değil,
ancak onun için bilinen bir makam vardır. Yani
her birimizin Allah Teâlâ'ya kulluk için durduğumuz belli bir makamı,
muayyen bir sınırı vardır ki, onu geçemeyiz. Ve biz elbette o saf
tutanlarız. "O saf tutup duranlara andolsun." (Sâffât, 37/1) Ve biz
herhalde o tesbih edenleriz. Yani Allah Teâlâ'yı şanına layık olmayan
vasıflardan tenzih ederiz. Dolayısıyla çocuk, neseb gibi iddiaları
kesinlikle reddederiz. nin muhaffefidir.
167-170-Yani
gerçekten kesinlikle diyorlar ki bizim yanımızda öncekilerden bir zikir
(kitap) olsaydı. Onlarınki gibi Allah tarafından indirilmiş bir kitap,
fikirler açıp ibret dersi veren ilâhî bir kitap olsaydı Allah'ın ihlas
ile seçilen kulları olurduk. Kureyş, böyle demişlerdi. Fakat olunca onu
inkâr ettiler. İhlas ile sarılmak şöyle dursun küfrettiler, zikirlerin
en güzeli olan Kur'ân inince nankörlük edip tanımak istemediler. Artık
ilerde bilecekler.
171-179-
Küfürlerinin sonunun neye varacağını görecekler, çünkü Allah'ın vaadi
şöyledir: Andolsun ki, peygamber olarak gönderilen kullarımız için
ezelde şu kelimemiz geçmişti. Elbette onlara yardım edilecektir. Önünde
olmazsa sonunda yardım onlara olacaktır. Ve elbette bizim askerlerimiz,
o gönderilen peygamberlere yardım edecek, onun yardımcıları olacak olan
hak orduları mutlaka onlar galip geleceklerdir. Peygamberlerin
gönderiliş hikmetleri sonunda gerçekleşecek, davaları zaferi
kazanacaktır. Burada bu ilâhî söz, peygambere vaad, muhaliflerine
tehdit yerindedir.
180-Bu
vaad ve
tehdit tekrar edildikten sonra, bu yüce sûre de şu âyetle bitiriliyor:
O izzet sahibi Rabbin, onların isnad ettikleri vasıflardan münezzehtir,
yücedir. Yani seni terbiye edip, peygamberlik görevi ile gönderen ve o
kesin zafer ve galibiyeti vaad buyurmuş olup, vaadinden caymasına veya
kuvvet ve kudretine karşı gelinmesine ihtimal bulunmayan izzet, güç ve
kuvvet sahibi olan Rabbin, o müşriklerin, kâfirlerin isnad ettikleri
eksik vasıflardan münezzehtir.
181- Bir
de
selam o peygamberlere. Muzaffer olacakları ezelde takdir edilmiş olan
sana ve yukarıda birkısmının isimleri geçmiş olan bütün peygamberlere;
bütün bu nimetlerden dolayı
182-
hamd de
âlemlerin Rabbi Allah'a. Bu âyet de çok anlamlı olan âyetlerdendir.
İbnü Ebi Hatim'in Şa'bî'den rivayet ettiği bir hadiste Resulullah
(s.a.v.) buyurmuştur ki: "Her kimi, kıyamet günü sevabdan tam ölçekle
ölçmek sevindirecekse bulunduğu meclisten kalkacağı sırada şöyle desin:
|
|