|
Elmalı Tefsiri
1-4-Rivayet
olunuyor ki, Ebu Talib hastalandığı zaman Kureyş'ten bir heyet geldi.
İçlerinde Ebu Cehil de vardı. Yanına girdiler. "Kardeşinin oğlu bizim
ilâhlarımızı kötülüyor, şöyle yapıyor, şöyle şöyle diyor. Ona haber
göndersen de bundan men etsen" dediler. Haber gönderdi. Resul-i Ekrem
(s.a.v.) geldi, odaya girdi. Ebu Talib'in yanında bir kişilik yer
vardı, oraya oturmasın diye Ebu Cehil sıçradı, oraya oturdu.
Resulullah, amcasının yakınında oturacak yer bulamayınca kapının
yanında oturdu. Ebu Talib: "Ey kardeşimin oğlu! Kavmin yine senden
şikayet ediyorlar, ilâhlarını kötülüyorsun, şöyle şöyle diyorsun,
iddiasında bulunuyorlar" dedi. Onlar da birçok şeyler söylediler.
Resulullah söz aldı: "Ey amca! Ben onları bir kelime üzere istiyorum.
Bir kelime ki onunla Araplar, onlara boyun eğecek, Acemler, onlara
cizye verecek" dedi. Bunun üzerine sevindiler, "Babanın aşkına ondan
fazlasını veririz, ne o kelime?" dediler. "Bir tek kelime" dedi. "Ne
o?" dediler. "lâ ilâhe illallah" dedi. Derdemez telaş ile kalktılar ve
elbiselerini çırparak
5-7-
"İlâhları
bir tek ilâh mı kılmış? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!" dediler. İşte
(1-7. âyetler) bunun üzerine nazil oldu. Bunu âyet sayan rivayet
yoktur. Yazılışı itibarıyla bir harf, okunuşu itibarıyla bir isim veya
dan fiili mazî, veya dan emri hazır olabilir. Harf olduğuna göre diğer
mukatta' harflerde geçtiği üzere meydan okuma ve icaz yoluyla
söylenmiştir. Çoğunluğun görüşüne göre bu sûrenin ismidir. Sadece bir
rumuz olması da düşünülebilir. Fâtiha'da bu harf ile ilgili "sırat"
kelimesi vardır. Sıdk (doğruluk) maddesi de bu rumuzun ilk
hatırlatacağı kelimelerdendir. "Allah doğru söyledi", sadıksın ey
Muhammed!, ey sadık gibi. Hasen'den rivayet edildiğine göre "sadâ"nın
müfaale babı olan "müsâdât"tan emirdir. Sada, karşılık vermektir. Onun
için sesin aksettiği yerden verilen karşılığa "sadâ" denir. Buna göre
"dal"ın kesresiyle "sâdı", seslen sen, Kur'ân sesine karşı aksettirici
ol, sadâ gibi karşılık ver, yani muhtevası ile amel et, yerine getir,
demek olur. İbnü Abbas'tan bir rivayete göre gece ve gündüz yokken
Rahmân olan Allah'ın arşının, üzerinde bulunduğu denizin ismidir. (
"O'nun arşı su üzerindeydi." Hud, 11/7 âyetinin tefsirine bkz.) Said b.
Cübeyr'den de şöyle rivayet edilmiştir: Allah Teâlâ'nın, sûra iki
üfürüş arasında ölüleri dirilttiği denizin ismidir. Bu iki rivayet
garip olmakla beraber güzeldir. Bunlarda yemin mânâsını da içerir. O
şekilde atfoluyor. Zikir sahibi, zikirli, zikir dolu. Burada zikir, şu
üç mânâdan her biriyle açıklanabilir:
ZİKİR: a)
İsmi
anılmak: Şeref ve şan mânâsına; "Gerçekten o Kur'ân, hem senin için,
hem kavmin için bir şereftir." (Zuhruf, 43/44) âyetinde olduğu gibi.
b) Anmak,
hatırlatmak; öğüt ve hatırlatma mânâsına; şeriat ve hükümler, vaad ve
tehditler, geçmiş ümmetlerin olaylarından ibrete vesile olacak kıssalar
ve haberler gibi.
c) Dinde
ihtiyaç
bulunan şeyleri anlatmak mânâsına; yani şanlı, öğütlü, din öğreten,
ibret dersi veren Kur'ân'a yemin olsun ki...
Bu kasemin
cevabı hazfedilmiştir. o hazfedilen cevaba matuftur. Yani sen
peygamberliğinde doğrusun, sana söylenen gerçektir, o vaad ve tehdit
mutlaka yerini bulacaktır. Fakat kâfirler bir gurur ve ihtilaf
içindedirler. Kendilerini bir gurur, bir ihtilaf sarmış, kibirlerinden
dolayı hakkı kabul etmiyorlar. Çeşitli maksatlarla türlü mabutlar
peşinde boğuşuyorlar. Çağrıştılar, yani helaki gördükleri zaman tevbe
edip, aman ya Rabbi diye bağrıştılar, feryat ettiler. Fakat o zaman,
yahut o çağırışma, kurtulacak zaman değildi. Kaçma ihtimali kalmamıştı.
, (yok) demektir. İlâhları hep bir ilâh mı kıldı? Yani diye hepsinden
ilâhlığı kaldırdı da yalnız birine mi tahsis etti? Bu gerçekten çok
acayip bir şey! Atalarından beri şirke alışmış olan cahiliye kafası, bu
kadar çeşitli insanların, çeşitli emel ve duygularını yalnız bir
mabudun nasıl tatmin edebileceğini düşünemiyor, onun, "her şeyin
hükümranlığının elinde" (Yâsin, 36/83) olduğunu bilmiyor da tevhide
şaşıyor. Biz, bunu millet-i ahirede işitmedik. Millet-i ahire, diğer
millet yahut sonraki millet demektir. Bu durumda Hıristiyanlığa işaret
olur. Çünkü İslâm gelmeden önce, o zaman için en son millet,
Hıristiyanlıktı. O da teslisi (üçlü ilâh inancını) kabul ediyordu.
8-14- O
zikir,
yani Allah'ın zikir ve hatırlatmasını içeren Kur'ân, aramızdan ona mı
indirilmiş? Benim zikrim, yani Kur'ân. demektir. Kesre ile yâ'dan
iktifa olunmuştur. de böyledir. Onlar, burada çeşitli kabilelerden
kalma, bozguna uğratılmış bir ordu döküntüsüdür. Yani eskiden
peygamberlere karşı toplanmış, mahvolmuş, çeşitli gruplardan geri
kalma, onlar gibi bozulmaya mahkum, bozuk, ruh birliği yok, maneviyatı
perişan, derme çatma birkaç asker, ordu, askerler böyle askerler. Bu
âyet çok dikkat çekicidir. Burada Kureyş'in "Bedir"den başlayan
yenilgisine işaret edildiği gibi, başarıya ulaşacak düzenli bir
ordunun, muntazam bir milletten çıkabileceğini anlatıyor.
15-17-
KITT:
Aslında pusula, bahşiş pusulası demektir. Burada pay mânâsınadır. Hesap
gününe, kıyamete kadar beklemeye lüzum yok, o azabdan bizim payımızı
şimdiden peşin olarak ver, diye alay etmek istiyorlar.
Güçlü,
kuvvetli.
Rivayet edilir ki, Davud (a.s.) yıl boyunca bir gün oruç tutar, bir gün
yerdi ve gece yarısı namaza kalkardı. Böylece kuvvetinin aslının, din
kuvveti olduğu anlatılmak üzere şu sebebe bağlanıyor: Çünkü o bir
evvabdır (Allah'a yönelmiştir).
EVVAB:
"Tevvab"
vezninde "evb"den mübalağalı ismi faildir. "Evb", Rağıb'ın açıkladığına
göre, dönüşün bir çeşidi, iradeye bağlı olan kısmıdır. Dönülmesi
gereken yere dönmek demektir. Bu mânâdan "evvab", "tevvab" gibi Allah'a
çokça dönüp yönelen demek olur. Onun için burada "Allah'ın rızasına
çokça dönüp yönelen" diye tefsir etmişlerdi. Ancak hem dan, hem de
müteaddisi olan dan olabilir. ise döndürmek ve "terci" mânâlarına
geldiğine ve seste terci, nağme ve ahenk yapmak veya ses vermek, demek
olduğuna göre iyi terci yapan mânâsını da ifade etmiş olur. Nitekim "Ey
dağlar! Onunla beraber çınlayın." (Sebe', 34/10) âyetinde bu mânâ
açıktır. Bu münasebetle "evvab", Mücahid'den rivayet edildiği üzere,
bir de "müsebbih" (çok tesbih eden) mânâsına tefsir edilmiştir ki,
Ebu's-Suud, bunun izahında şöyle diyor: "İkinci evvab, müsebbih yerine
konmuştur. Çünkü tesbihi sesli yapıyordu. Tesbihi sesli yapan da onu
ahenkli yapıyor demektir. Çünkü ardı ardına fiiline döner durur."
Evvab, Allah Teâlâ'ya çok dönen tevbekar demek olduğuna göre de çok
tevbe edenin âdeti, çok zikir, tesbih ve takdis etmektir. Kamus'ta
"evb", kasd ve istikamet mânâlarına da geldiğinden evvab, çok doğru ve
azimli demek de olabilir. Şu halde evvab, birçok mânâlara ihtimali olan
bir kelime olduğundan hepsini aynen bir kelime ile terceme mümkün
olmayacaktır. Bir kere, Allah'a dönüş, sûfilerin "iradeye bağlı ölüm"
dedikleri "fenâ fillah" (Allah'da fânî olma) makamıdır ki, tevbe ve
inâbe (tevbe ile Hak yoluna dönme) bunun başıdır. Bu makamda meydana
gelen her kuvvet ilâhîdir.
18-Onun
için güç
ve kuvvetinin sebebinde şöyle buyuruluyor: "Çünkü o bir evvab idi."
Gerçekten biz dağları onunla birlikte emre âmâde kılmıştık. Öyle ki
dağlar, Akşam ve işrak vakitleri tesbih ederlerdi. Bunun zahiri, onunla
beraber sesle tesbih etmeleri, onun tesbihine ses ve nağme yoluyla
cevap vermeleridir. Resulullah'ın avucunda taşların tesbihi gibi olduğu
da söylenmiştir.
İŞRAK VAKTİ:
Güneş doğup doğu ufkunda biraz yükselerek ışığının berrak bir şekilde
parlamaya başladığı vakittir ki, ilk kuşluk vaktidir. Yani bayram
namazlarını kıldığımız vakittir. İşrak namazı da sünnettir. Sonra kaba
kuşluk vakti olur.
19-
Kuşları da
emre âmâde kıldık, toplu halde, toplanmış olarak. Hepsi, yani dağlar
da, kuşlar da hep onun için, yani Davud için evvab idi, yani hep onun
için seslenerek ahenk ile tesbih ediyorlardı. Ne hoştur ki burada
"evvab" fasılasının nağmesiyle, mânâsındaki dönüş ve yönelişe bir misal
de verilmiştir. Mesela Davud, "evvab" deyince, onlar da "evvab"
diyorlar. Bununla beraber bu, sadece bir tekrardan ibaret değil,
mânâları farklıdır. Demin hatırlatıldığı üzere birincisi, dönüşten çok
dönen mânâsına, ikincisi de terci' (nağme ve ahenk) mânâsına kökünden
nağme ve ahenk yapan mânâsına olmuş oluyor. Davud Allah'a dönüyor,
onlar Davud'a seslenip nağme yapıyorlar. Bununla beraber şu mânâ da
verilmiştir: Hepsi, yani Davud da, dağlar da, kuşlar da hep Allah için
ahenk ile tesbih yapıyorlardı. Dini, ibadeti böyle kuvvetli olduğu gibi
20- hem
mülkünü
kuvvetlendirmiştik hem de kendisine hikmet, peygamberlik, ilim ve
amelde sağlamlık yahut Zebur ve şeriat ilmi ve fasl-ı hitab, söz kesimi
vermiştik. Yani hakkı batıldan ayırarak tartışmayı ayırt edip kesme
kabiliyeti vermiştik. Kesip atan ayırt edici söz ve sözde iki kıssa
arasını ayıran (Bundan sonra...) gibi ayırıcı söze de fasl-ı hitab
denilir. İşte böyle güçlü ve kuvvetli bir tevbekar idi.
21-22-Bununla
beraber bir de geldi mi sana? Bu şekildeki soru, kıssasının önemine
dikkat çekmek içindir. Hasım kıssası. Hasım, aslında masdar olup,
hasımlık yapan (davacı) mânâsına da kullanılır. Tekile, çoğula, erkeğe,
kadına söylenebilir. Nitekim burada şöyle çoğul zamiri gönderiyor.
Mihrabın sûrunu aştıkları zaman.
"Sûr" yüksek
duvar; "Mihrab" da köşk, balkon, mânâlarına gelir. Davud'un huzuruna
girdikleri zaman ki, birden bire onlardan telaş etti. Çünkü bunca
muhafızlara rağmen sûr aşılmış, içeri girilmişti. Fakat girdiler de ne
yaptılar? Dediler ki: Korkma, iki hasım, yani biz, birbiriyle davalı,
iki alay davacıyız. Bazımız bazımıza tecavüz etti. Onun için sen
aramızda hak ile hüküm ver. Ve aşırı gitme. Haktan uzaklaşıp, haksızlık
etme de bizi düz yolun ortasına çıkar; adalet yap. Görülüyor ki,
davadan önce bulunan bu sözlü arz-ı hâlin kelimeleri çok şüphe
vericidir. Hele bu hitabında iğneleyip sataşmadan daha ileri giden bir
ihtar vardır. Bunlar, sıradan davacılara benzemiyorlar.
23- O
halde dava
nedir? denirse İşte şu, mecliste hazır bulunan zat benim kardeşimdir.
Melek olduklarına göre din kardeşi veya arkadaşı diye tefsir
edilmiştir. Fakat zorunlu değildir. Onun doksan dokuz na'cesi var.
"Na'ce",
dişi
koyuna ve dişi sülüne denildiği gibi, kadına da istiare edilir. Benim
ise bir tek na'cem vardır. Böyle iken onu benim nasibime bırak, dedi ve
hitapta bana ağır bastı. Söyleşmede; yahut aday olmada hatırlı geldi,
üstün çıktı.
24- Dedi
ki
Davud: Senin bir koyununu, kendi koyunlarına istemekle sana zulmetmiş
vallahi ve gerçekten "halîtlardan" bir çoğu. Burada "huletâ"yı, yalnız
ortaklar, diye tefsir etmek bize eksik geliyor. (kardeş) tabirinden de
anlaşıldığına göre karışık halde bulunan, yani bir toplumda yaşayan
insanlar, kardeşler, dostlar, arkadaşlar, yoldaşlardan birçoğu mutlaka
birbirlerine tecavüz ediyorlar. Ancak iman edip, salih ameller
işleyenler başka. Onlar da pek az ve Davud zannetmişti. Girdikleri
zaman veya bu bağiy (tecavüz) sözünü söylerken sanmıştı ki, biz
kendisini sırf bir fitneye düşürdük. Allah'ın sevki ile mülkünde bir
ihtilal oluyor, kendine saldırı ile bir baskın yaptılar zannetti. Yahut
sezmişti ki, kendisine sadece bir imtihan yaptık. Hemen Rabbinden
bağışlanma diledi. Mağfiretini niyaz etti. Ve rüku ederek secdeye
kapandı, ve tevbe ile Allah'a sığındı.
25- Biz de
onun
için kendisine onu, o zannını veya zannettiğini bağışladık. Demek
mülkünün sağlamlığı ve kuvveti, surdan aşılıp, mihraba girilivermesine
engel olmadığı gibi, öyle bir fitne manzarası görülünce de "evvab" olan
Davud, derhal tevbe ve istiğfar ile Allah'a yönelmede gecikmemiş ve
hemen Allah'ın mağfiretine ermiştir. Zannettiği fitne meydana gelmemiş,
sadece bir ibret dersi olarak kapanmıştır. Bu kıssa münasebetiyle
birçok sözler edilmiş, masallar söylenmiştir. onun için Hz. Ali'nin:
"Her kim Davud hadisesini hikayecilerin rivayet ettiği gibi anlatırsa
ona yüz altmış deynek vururum." dediği naklediliyor. Özellikle Cenab-ı
Hak buyuruyor ki: Ve şüphesiz ki, ona yüce huzurumuzda mutlaka bir
yakınlık ve bir dönüş yeri güzelliği, sonunda varacağı güzel bir merci,
cennette güzel bir makam vardır.
26-Onun
için
kendisine şöyle hitab edildi: Ey Davud! Şüphesiz ki biz seni yeryüzünde
bir halife yaptık. Yani kendi keyfine göre asaleten hüküm vermek için
değil, Allah Teâlâ'nın adına izafetle, O'nun hükümlerini yürütmekle
görevli ki, Âdem'in yaratılışının hikmeti de bu idi. Şimdi insanlar
arasında hak ile hüküm ver. Çünkü halifeliğin mânâsı budur. Ve hevaya
tabi olma. Nefsin arzusu arkasından gitme, keyfe göre hükmetme ki, seni
Allah'ın yolundan şaşırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar; Firavunlar
gibi hüküm kendilerinin zannederek Allah'ın hükümlerinden başkasını
tatbike çalışanlar, hesap gününü unuttukları için kendilerine çok
şiddetli bir azab vardır.
Bunun
üzerine şu
üç âyet, iki kıssa arasında fâsıla âyetleri, yani bir fasl-ı hitabdır.
Bunların da Davud'a hitab olma ihtimali var ise de "sabret, hatırla!"
gibi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e hitab olması daha doğrudur.
27-29-
(Geniş
bilgi için Âl-i İmran, 3/190. âyetin tefsirine bkz.) Kur'ân, yahut bu
sûre, "düşünsünler diye..." Tedebbür (inceden inceye düşünme)ün, aklî;
tezekkür (ibret alma)ün naklî yönlerde olması gerekir.
30-31-32-
"Aşiy",
öğleden sonra akşama kadar. Atın üç ayağını
basıp,
birinin
tırnağını dikerek duruşuna "sufun" denir ki, en güzel duruştur.
Genellikle halis Arap atlarında olurmuş. Öyle duran ata "sâfin",
çoğulunda "sâfinât" denir. ın veya in çoğuludur. Koşuda süratli olan
öğdül at. Demek ki "sâfinât", duruştaki güzelliği; "ciyad" da gidişteki
güzelliği ifade ediyor. Şu halde arzda hem duruş gösterilmiş, hem
koşuş.
Onun üzerine
dedi ki, "Gerçekten ben, mal sevgisine sırf Rabbimi zikretmek için
düştüm." Tefsircilerin çoğu buna şu mânâyı vermişlerdir: "Ben hayır,
yani mal ve at sevmek için Rabbimin zikrinden kaldım." Nihayet güneş
perdenin ardına gizlendi, yani battı. İkindi namazı geçti diye bu
şekilde üzüldü ve bundan dolayı, getirin onları bana deyip, hepsini
Allah için kurban etti diyorlar. Bu durumda da nin mekûlü cümlesinde
dahil olarak zamir, "Şems"e gönderilmiş oluyor. Fakat diğer birtakım
tefsircilerle beraber biz bunu şöyle anlıyoruz: Ben o hayır sevmeyi, at
sevmeyi Rabbimin zikrinden dolayı sevdim dedi, yani namazını veya
virdini geçirmedi, bilakis böyle diyerek atları bırakıp zikrini yerine
getirmeye gitti. Nihayet o atlar perdenin ardına izlendi, ahırlara
çekildi, yahut koşuda gözden kayboldu, o zaman namazını bitirdi.
33- Geri
getirin
onları bana, dedi. Artık bacaklarını, boyunlarını silmeye başladı.
Okşadı, tımarlarına itina gösterdi, öncekiler buna kılıç ile silmek
mânâsı vermişler ve namazı geçirtmeye sebep oldular diye Allah yolunda
kurban edildiklerini söylemişlerdir ki, ikisi de Süleyman'ın çok zikir
ve tesbih eden biri olduğunu anlatan birer misaldirler. Eğer bu kurban
ediş, harbe gönderilmek suretiyle öldürülmüş olmaları ise güzel bir
mânâdır.
34-
Andolsun ki
Süleyman'ı bir de fitneye düşürdük ve tahtının üzerine bir cesed
bıraktık. Bu fitne hakkında da birtakım garib şeyler söylenmiştir.
Bakara Sûresi'nde (Bkz. 2/102. âyetin tefsiri) işaret edildiği üzere
anlaşılıyor ki, Süleyman (a.s.) Beytü'l-Makdis'i (Mescid-i Aksa)
yaptırdığı sırada getirdiği sanatkarlar içinde sanatların hilelerini
bilen birtakım şeytanların kurdukları bir ihtilal yüzünden bir süre
nüfuzunu kaybetmiş, yahut tahtından ayrı kalmış;böylece tahtında ya
kendisi kuvvetsiz bir cesed halinde hükümsüz kalmış yahut tahtı da
işgal edilip, ona kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu. Mason
tarihinde mason cemiyetlerinin Süleyman (a.s.) aleyhine olan bu ihtilal
hareketlerini esas aldıkları ve başkanının hatırasına saygı
gösterdikleri söylenir.
Bu fitne
oldu
sonra Süleyman, dönüş yaptı, tevbe ile Allah'a sığınıp tekrar tahtına
döndü.
35-Şöyle
ki: Ya
Rab! dedi beni bağışla! Her ne kusur, hata meydana geldiyse, af ve
cömertliğinle ört ve bana öyle bir mülk (hükümranlık) bağışla ki,
benden sonra kimseye gerekmesin. Yani benim halime uygun, bana mahsus
bir mucize olsun yahut bu defa olduğu gibi kimse onu benden çekip
alamasın. Yukarılarda da geçtiği üzere Râzî, tefsirinin bir yerinde
buna şöyle de mânâ vermiştir: Yani bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben
ona kavuşup öldükten sonra "dünya mülkünün vefası olsaydı Süleyman'a
olurdu" denilsin de kimsenin dünya saltanatına hırs ve rağbeti
kalmasın. Bu da güzel bir anlamdır. Fakat biz öyle anlıyoruz ki,
Süleyman (a.s.)ın asıl maksadı, fani olan dünya mülkünü değil, ahiret
mülkünü istemektir. Çünkü "Her kim ahiret gelirini isterse ona, ondan
veririz. Her kim de dünya gelirini isterse ona da ondan veririz. Ama
onun için ahirette bir nasip yoktur." (Şûrâ, 42/20) buyurulmuştur ve
ondan dolayıdır ki, kendisine fazlası verilmiştir. Nitekim şöyle
buyuruluyor:
36-37 Biz
de
onun üzerine rüzgarı kendisinin emrine verdik. Bunda dünya mülkünün bir
rüzgar gibi gelip geçici olduğuna da bir işaret vardır. O rüzgar ona
öyle bağlandı, öyle boyun eğdi ki, bir memur gibi Onun emriyle yumuşak,
yumuşak istediği yere akardı. eytanları da. Fitnenin başı olan
şeytanları da onun emrine verdik. Burada bu şeytanların hem birtakım
sanat dehalarını da kapsadığını ve hem üç derece üzere teşekküllerini
anlatan şöyle bir "bedel" ile açıklanması ne kadar dikkate değer!. Her
biri bina edici; her türlü yapıcı, bina yapmak sanatı olanların her
türlüsü, her çeşit bina yapanlar ve yapıcıların her çeşidi: mimarı,
ustası, kalfası. Corci Zeydan (tarihu'l-Masuniyeti'l-Âm
ve'l-Benâ-ini'l-Ahrâr) adındaki genel masonluk tarihinde "bennâ"
kelimesini "mason", "Fran mason" kelimesini de "hür bennâ" diye terceme
etmiştir. ve dalgıç, denizlerin diplerine dalmakta maharetli olanları
38- ve
daha
diğerlerini, ki aşağı derecede bulunan bunlar, diğer sanatkarları
içermekle beraber insan şeytanlarından cin şeytanlarına kadar
varmaktadır. Bukağılarda, zincirlerde çatılı olarak emir altına
alınmışlardır.
Asfâd, safed
in
çoğuludur ki, bukağı, bend demektir. Bir de bahşiş mânâsına gelir.
Çünkü bahşiş de, alanı verene bağlayan bir bağdır. Fakat burada değil,
yani "asfad ile çatılmış" değil, "asfadda birbirlerine çatılmış"
denilmekle bukağı manasına olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki kötülük ve
bozgunculuklarına meydan verilmeyecek bir şekilde sıkı bir takip altına
alınmışlardır.
39- Bu,
yani
emrine verdik de dedik ki, sana verilen bu saltanat, bu boyun eğdirme
bizim ihsanımız, bahşişimiz, vergimizdir. Artık diler ikram et,
dilediğine ver, bağışla, ihsan et diler tut, dilediğinden de men et ey
Süleyman! Hesap yok.
40-Çünkü
yetki
sana havale edilmiştir. Yahut hesapsız çok bir vergi; dünyada böyle
olmakla beraber şu da bir gerçektir ki, ona yüce huzurumuzda şüphesiz
bir yakınlık ve güzel bir yer; cennette güzel bir mevki ve makam vardır.
41- Eyyub
(a.s.)
b. Iys b. İshak (a.s.) hani Rabbine nida ettiği, ya Rab! diye çağırdığı
vakti an. Şöyle ki benim halim şu zahmet ve acı ile şeytan bana
dokundu; vesveseye yol buldu.
42-43-"Nusb"
meşakkat, bedende zahmet, azabda acı, mal ve evlat acısıyla tefsir
edilmiştir. Debren ayağınla.
"Rekz" ,
özengi
tepmek, kanat çırpmak tarzında olan harekettir. Ne kadar dikkate değer
bir noktadır ki, Cenab-ı Allah Eyyub'un duasına cevap olan kurtuluş
mucizesini verirken bile, önce ona böyle bir hareket emretmiştir ki, bu
emir, tıpkı Meryem kıssasındaki "(hurmanın dalını kendine doğru)
silkele!" (Meryem, 19/25) emrine benzer ve "O'na ancak güzel kelimeler
yükselir. Onu da salih amel yükseltir." (Fâtır, 35/10) ifadesini de
hatırlatır. Burada bu emir Hz. Eyyub'a söylendiği gibi hikâye edilerek
"dedik" kelimesi hazfedilmiştir. Böylece âyet, arada Resul-i Ekrem'e
hitab eden bir ara cümlesiymiş gibi bir telmih de yapılmıştır. Ayak
vurmak, ayakla debrenmek, özengilemek, olduğu yerde tepinmeye,
çabalamaya veya yolculuk veya hicret ya da harb etmeye yani mücahedenin
mümkün olabilen her kısmına uygun olabileceğine göre bu telmih,
kıssanın hisse noktalarından birini teşkil eder. "elinle... tut"
ifadesi de böyledir. İbnü Cerir Taberî, tefsirinde Hz. Eyyub'un
deprendiği bu yerin "Câbiye" olduğunu naklediyor.
İşte; yani
deprenince bir kaynak çıktı, işte dedik sana bir yıkanacak sepserin ve
içecek. Yıkan ve iç; için, dışın iyileşsin, yorgunluğun dinlensin,
yüreğin soğusun. Bazılarına göre , ün sıfatı değil, ikinci bir haber
yerinde ve soğuk içecek mânâsındadır. Bunlar, biri sıcak, biri soğuk
iki menba çıkmış, sıcağıyla yıkanmış, soğuğunu içmiş olduğunu
söylemişlerdir. Fakat âyetin zahiri birincisidir.
44- Ve
elinle
bir demet tut da vur onunla ve yeminini bozma, yemininde durmamazlık
etme.
"Dığs" ;
demet,
deste. Deniliyor ki, bir hadise dolayısıyla eşine yüz deynek vurmaya
yemin etmişti. Böylece bir demet yaparak vurmakla yeminin yerine
geleceği kendisine ruhsat olarak gösterilmiş, şer'î ceza ve yeminlerde
bu, "Eyyub ruhsatı adıyla baki kalmıştır." Âyette ne demeti olduğu
açıkça belirtilmediği için daha geniş mânâlara ihtimali vardır. Bizim
kanaatimizce bu emir, yalnız o ruhsatı göstermekle kalmıyor, eli
altında bir cemaat kurulması gerektiğini de anlatmış bulunuyor. Nitekim
şu hatırlatmada o yön daha açıktır:
45- "Eller
ve
gözler sahipleriydiler." Amelde ve ilimde kuvvetleri: İcra ve
istihbarat âletleri vardı.
46-47-
Çünkü biz
onları ihlaslılardan, ihlasa erdirilmiş has kullarımızdan kılmıştık.
Bir halisa ile, yani temiz bir özellik, lekesiz bir haslet ile ki
şudur: Yurt düşüncesi. Şüphe yok ki, düşünmek, sonucu düşünmektir. :
Aslı dir. Yani Mustafalardan, güzîdelerden; süzülüp seçilmişlerden. en
hayırlılar. Ömürlerini zevk ve safa ile geçirmişler değil, Allah
yanında en hayırlı olarak seçilmişlerden ifadesince "İnsanların en
hayırlısı, insanlara faydası olandır." İnsanların gerçek faydası da
sonunda kötülük olmayan ahiret menfaatleridir.
48-
İsmail'i,
Elyasa'yı ve Zü'l-Kifl'i de an. İsmail'i, babası İbrahim ile kardeşi
İshak'tan ayrı olarak anlatmak, bilhassa şanına itina göstermek
içindir. Elyasa b. Uhtub b. Acuz (a.s.), İlyas (a.s.)'ın İsrailoğulları
üzerine halifesi olup, sonra kendisine peygamberlik verilmiştir.
Zü'l-Kifl de Eyyub (a.s.)'un oğlu Şeref olup, Şam'da tevhid inancına
davet ettiği anlatılıyor. Hep bunlar da en hayırlı kimselerdendir.
Allah için hayır ve fazilet neşredenlerdendir.
49-54- Bu;
geçen
âyetlerle anılan güzellikler bir zikirdir. "Bu öğüt (zikir) dolu
Kur'ân'a andolsun." (Sâd, 38/1) buyurulduğu üzere, Kur'ân'ın içerdiği
zikirlerden bir zikir daima hatırda tutulup, ibret alınacak bir şeref
hatırası "Eğer bizim yanımızda önce gelenlerinkinden bir zikir (kitap)
olsaydı." (Sâffât, 37/168) diyenlerin istedikleri "öncekilerden bir
zikir"dir.
55-57-
"Gassâk"
yaradan akan sarı su, irin, cerahat akıntısı yahut şarap gibi, kaynar
su olan "hamîm"in zıddı olmak üzere içilmez derecede gayet soğuk ve çok
çirkin kokulu içki ki, "hamîm" sıcaklığı ile yakar, "gassâk" da
soğukluğu ile.
58-61- Ve
onun
şeklinden, yani o tadılan azab veya içki cinsinden daha başkası da var.
Çifte çifte, türlü türlü acılar, zehir zakkım içtiler. Şu sizinle
beraber peşinizden gelen bir olaydır. Beraberlerindeki tâbileriyle
birlikte cehenneme girdikleri sırada o azgınların önderlerine hikâye
buyuruluyor.
İKTİHAM:
Şiddete
göğüs gerip saldırmaktır. Onlara merhaba yok, yahut merhaba olmasın. Bu
da önderlerin onlara sözlerini hikâyedir. Merhaba demek takdirinde bir
dua ile misafire bir iltifattır ki, "geniş olasın, genişlik içinde güle
güle oturasın." demektir.
62-64-
"Bize ne
oluyor da kötülerden saydığımız birtakım adamları göremiyoruz? derler."
Bununla müminlerin fakirlerini kastediyorlar.
65-69- De
ki o
bir büyük haberdir. Yani benim size verdiğim bu haber, benim böyle
korkutmakla görevli peygamberliğimle Allah'ın ortaktan münezzeh olarak
birliği haberi, çok önemli, azametli, büyük bir haberdir. Bir ucunda o
bir olan Allah'ın hiçbir tarafından savunulması mümkün olmayan ebedî
kahrı, bir taraftan da O'nun izzet ve bağışlaması var. Benim o melekler
yüksek topluluğuna ait hiçbir bilgim yoktu.
"Mele-i
a'lâ";
en yüksek heyet, melekler âlemi, demektir. Onlar münakaşa ederlerken.
70- Ancak
ben
sırf açıktan açığa bir korkutucu, korkutmakla görevli bir peygamber
olduğum için o bilgi bana vahyediliyor da biliyorum. Şöyle ki:
71- Yani
Rabbin
şöyle dediği zaman ettikleri münakaşa ki Bakara Sûresi'nde açıklandığı
üzere "Sen orada fesat çıkaracak ve kan dökecek bir kimse mi
yaratacaksın?" (Bakara, 2/30) demişlerdi. Bilinen bir hadis-i şerifte
Mele-i a'lânın tartışması, keffaretler ve dereceler hakkındadır, diye
açıklanması da bu mânânın tafsilatındandır. Şüphe yok ki en yüksek
münakaşanın sırrı, Allah'ın nezdinde bağışlanma ve yüksek derecelere
kavuşma meselesidir. Meleklerin "Biz seni hamdinle tesbih ediyor ve
seni takdis ediyoruz." (Bakara, 2/30) diyerek halifeliğe rağbet
göstermeleri de bundan olmuştur. Ben bir çamurdan bir insan
yaratmaktayım. Beşeresinin, yani derisinin açık olması itibarıyla
insana "beşer" denmiştir.
72-
Dolayısıyla
onu tesviye ettiğim "Yarattı ve tesviye etti." (A'lâ, 87/2) sözünden de
anlaşıldığı üzere tesviye yaratmadan sonra olur. Demek ki, insan
maddesi çamurdan yaratıldıktan sonra bir de insan suretini alması,
insanlık seviyesine gelmesi için bir müddet de tesviye edilmiş,
bedeninin parçaları kıvamına getirilmesi için düzeltilmiştir. Bu
sebepledir ki, çeşitli âyetlerde çeşitli yaratılış kademelerine işaret
edilmiştir. Nitekim Âl-i İmran Sûresi'nde topraktan (3/59), burada
çamurdan, Müminun Sûresi'nde çamur hülasasından (23/12), Hıcr
Sûresi'nde kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan (15/28); Enbiya
Sûresi'nde aceleden yaratıldığı söylenmiştir. Ve içine ruhumdan
üflediğim zaman, izafeti, cüziyet için değil, şeref içindir. Çünkü ruh,
Allah'ın emrindendir. Üfleme tabiri de maddeye fiilen hayat
başlangıcının akışını temsil eder. Hatta "Âdem'e isimleri öğretti."
(Bakara, 2/31) ifadesinden anlaşıldığına göre yalnız cisme ait olan
hayat değil, zihin ve ilim hayatının da başlangıcı olan şuur ruhunun,
konuşan nefsin ilgisini ifade eder. Yoksa ruh üflemek, hayat
belirtilerinden olan nefes alıp verme ile de tevil edilebilir. cezaiye,
vuku'dan emri hazırının çoğuludur. Yani ruh üflenince onun için düşünüz
secde edici olarak, her biriniz secde ederek. Saygı ve ikram secdesi,
yahut Allah'ın emrine kıble secdesi.
73-83-
Onun
üzerine meleklerin hepsi secde ettiler. İşte o secdenin neticesidir ki,
peygamber olanlara vahiy getirirler. İki elimle yarattığıma. Kur'ân'da
Allah Teâlâ'ya bazan "Allah'ın eli" (Fetih, 48/10) gibi tekil olarak,
bazan da "Ellerimizin yaptıklarından..." (Yâsin, 36)71) gibi çoğul
olarak, bazan da böyle "iki elimle" gibi tesniye (ikil) olarak el
nisbet edilmiştir. Bir hadiste "O'nun her iki eli de sağdır."
buyurulduğundan her birinde Allah'ın şanına layık bir mânâ
kastedildiğinde şüphe yoktur. (Mâide, 5/64. âyetinin tefsirine bkz.)
Birçokları
burada iki elin ayrıca birer mânâsı kastedilmiş olmayıp, özel bir itina
ile yaratmak mânâsından kinaye olduğu görüşüne sahiptirler. Çünkü Âdem
bütün normal sebeplerin üstüne olarak en yüksek bir seçim ile
yaratılmıştır. Bazıları da kudret, mânâsıyla tevil etmişler ve
tesniyenin sadece tekit için olduğunu, çünkü Âdem'in yaratılışında
Allah'ın kudretinin tecellilerinin tekitli ve kat kat bulunduğunu
söylemişlerdir.
İbnü Ömer
hazretlerinden rivayet olunur ki: Allah Teâlâ dört şeyi eliyle
yaratmıştır: Arş, Adn cenneti, Kalem, Âdem. Sonra her şeye "ol!" demiş,
olmuştur. Burada açıktır ki, el, hiçbir sebep araya girmeksizin
doğrudan doğruya Allah'ın kudreti ile demektir. Âdem'de ise bu mânâ kat
kat vardır. Bizce burada en yakın yorumun, biri tesviyeye, biri de ruh
üflenmesine işaret olmasıdır. Çünkü böyle olunca insanın yaratılışında
cisim âlemi ile ruh âleminin bir araya gelişini ve dolayısıyla insanın
toplayıcı bir varlık olduğunu anlatmış olur.
Büyüklük
taslamak mı istedin, yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?
Yani hiç hakkın olmayarak sırf büyüklük mü tasladın, yoksa zannınca
gerçekten yüksek, üstün mü bulunuyorsun? Nitekim İblis cevabında bu
ikinci şıkka tutunarak Ben ondan hayırlıyım... dedi. (A'raf, 7/11 ve
müteakip âyetlerin tefsirine bkz.)
Bu
açıklamaya
göre buradaki "Yüksektekilerden" deyimi "Yaratanların en güzeli"
(Müminun, 23/14) âyetindeki "hâlikîn" (yaratanlar) gibi farazî ve
takdirîdir. Fakat Muhyiddin Arabi bunu gerçeğe yorumlayarak buradan
delil göstererek şu görüşe sahip olmuştur ki, Âdem'e secde ile
emredilmeyen melekler de vardır. Bunlar "âlîn" (yüksek)dir.
"Müheyyemûn" denilen birkısım melekler vardır ki, Allah Teâlâ'nın cemal
ve celalini düşünmeye dalmışlardır. Hiçbiri, Allah Teâlâ'nın ondan
başkasını yaratmış olduğunu bilmez, bunlar Âdem'e secde ile
emrolunmamışlardır. "Yüksek olanlar", bunlar, yahut gök meleklerinin
hepsidir. Onlar da Âdem'e secde ile emrolunmamışlardır. Âdem'e secde
ile emrolunan melekler hep yeryüzü melekleridir. Ancak Şeyh'in bu
fikri, insanın toplayıcı bir varlık olması hakkındaki görüşüne uygun
düşmemiştir.
84- Allah
Teâlâ
buyurdu ki o, hak, yani ihlaslı kullarımı şaşırtamayacağın sözü
doğrudur. "Kullarım üzerinde senin asla bir hükmün yoktur." (Hıcr,
15/42). Yahut o halde hakkı, yani şaşırttığın takdirde hakkı, hak
cezası nedir bilir misin? O hakkı, o gerçeği de ben söyleyeyim, yahut
ben hep hak söylerim.
85-
"Andolsun ki
cehennemi senden ve onların sana tabi olanlarından, topunuzdan
dolduracağım."
86- De ki:
Ona
karşı, yani Kur'ân'dan, o büyük haberden dolayı sizden bir ücret
istemiyorum. Ben o tekellüfçülerden de değilim. Kendinde olmayan bir
şeye özenerek zorla ve yapmacık hareketlerle satmaya çalışan
iddiacılardan değilim. Yani böyle ciddiliğim, samimiyetim sizce
bilinmektedir. Yok yere peygamberlik iddia etmeyeceğimi, Kur'ân'ı
uydurmaya kalkışmayacağımı kabul etmeniz gerekir.
İbnü Adiy,
Ebu
Berze'den şöyle rivayet eder: "Demiş ki: Resulullah 'Size cennet ehlini
haber vereyim mi?' buyurdu. 'Evet, ey Allah'ın Resulü' dedik. Buyurdu
ki: 'Onlar, aralarında merhametli olanlardır.' 'Size cehennem ehlini
haber vereyim mi? dedi. 'Evet ey Allah'ın Resulü' dedik. Buyurdu ki:
'Onlar, ümitsizliğe düşenler, ümidi kesenler, yalancılar, tekellüfçü
olanlardır.' Tekellüfçünün belirtisi de Beyhakî'nin "Şüabü'l-İman"da
İbnü Münzir'den rivayetine göre üçtür. Kendisinden üstün olan kimse ile
yarışmak, yetişemeyeceği şeye el uzatmak ve bilmediği şeyi söylemek.
Buharî ve Müslim'de rivayet edildiği üzere İbnü Mesud (r.a.) demiştir
ki: "Ey insanlar! İçinizden her kim bir ilim bilirse söylesin, bilmeyen
de 'Allahü a'lem' (Allah daha iyi bilir) desin. Allah Teâlâ Resulüne
şöyle buyurdu:
87- O
Kur'ân
başka değil, bütün âlemler için bir zikirdir. Bütün akıllılar âlemi
için ilâhî bir hatırlatma, bir öğüttür.
88- Ve
yemin
ederim ki, onun haberini, dünya ve ahiretle ilgili olarak haber verdiği
vaad, tehdit ve diğerlerini bir zaman sonra muhakkak bileceksiniz. Kimi
dünyada, kimi ahirette.
|
|