|
1.
Rahmân,
Fatiha Sûresi'nde besmele tefsir edilirken bu yüce isim hakkındaki
açıklamalar geçti. Yani rahmet ve sonsuz ihsanı kaynaşıp duran ve ondan
dolayı bir ismi de Rahmân olan Allah Teâlâ. İrâb yönünden mübtedâ,
kendinden sonra gelen de haberi görünür. Lakin müstakil bir âyet
olduğuna bakarak takdir edilen bir mübtedânın haberi olarak şöyle bir
cümle ortaya çıkar.
Allah,
Rahmândır, yahut "O muktedir Melik, Rahmândır."
2.
Rahmetiyle O
Rahmân, Kur'ân'ı öğretti. İlimden, öğretmek mânâsını ifade eden
"ta'lim" fiili, iki mef'ul alacağı için bu anlamda burada birinci
mef'ul hazfedilmiş, böylece maksat, şuna veya buna öğretmek değil,
bizzat öğretimin kendisinin ifade edildiği anlatılmıştır. Böylece bu
kelime, gerek Cibril'e, gerek Peygamber'e, gerek ümmete olan öğretimin
kısımlarından hepsini içine almaktadır. Bazıları da demişlerdir ki,
burada alâmet mânâsınadır. Buna göre âyetin anlamı, Kur'ân'ı alâmet
kıldı, yani ibret alacak olanlara bir âyet, yahut nübüvvet için bir
delil ve mucize kıldı demektir. Bu durumda diğer bir mef'ulün hazfini
gözetmeğe gerek kalmaz ve önceki sûrenin başında yer alan "Ay yarıldı."
(Kamer, 54/1) âyeti ile mütenasib olur. Yani o sûre heybet kapısından,
bu sûre de rahmet kapısından bir mucize ile başlamış bulunur. Şu halde
tercemede öğretti denilmeyip de ta'lim etti denilirse bu iki duruma da
işaret edilmiş olur. Mamafih Alûsî der ki: "Konuşan bin münasebet de
gösterse, yine bunun ilim öğretiminden ibaret olduğunu bilmek gerekir."
Kur'ân'ın öğretimi mânâsına gelince, âyette fiilinin yer alması,
Kur'ân'a ilim izafe etmektedir. Bu, Kur'ân'ın yalnız lafızlarının
değil, mânâsının da çok üstün bir tarzda ilim ifade ettiğini
göstermektedir . Ancak bu, farklılık arzetmektedir. Bazan işaret ve
remizlerden kevnî hadiselere vakıf olma derecesine kadar çıkar. İbnü
Cesir ve İbnü Ebî Hâtim'in İbnü Mes'ud'dan yaptıkları rivayete göre,
Kur'ân'da her şeye dair ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmiş ise de
bizim ilmimiz onun tamamını kavrayacak durumda değildir. İbnü Abbas da
demiştir ki: "Devemin ipi kaybolsa her halde onu Allah'ın Kitabında
bulurdum." Mûrsî de şöyle der: "Kur'ân, evvelkilerin ve sonrakilerin
ilimlerini içine almaktadır." Öyle ki onun hakikatini ancak mütekellim
olan (konuşan) Allah Teâlâ bilir. Sonra "Onun te'vilini (yorumunu)
ancak Allah bilir..." (Âli İmran, 3/7) âyetince Allah Teâlâ'nın kendine
tahsis ettiği bilgiler müstesnâ olmak üzere Resulullah, sonra da
sahabilerin büyükleri, onlardan sonra da ilimde onlara varis olan
Tâbiîn bilir." Bir kısım âlimler de öğretimi, mânâların tasavvur
edilmesi için nefsi uyarmak şeklinde tarif etmişlerdir.
Kıyametin
yaklaşmasına karşı ilâhî rahmetten ortaya çıkan en büyük ve önemli
nimetin Kur'ân öğretimi nimeti olduğu böylece ifade edildikten sonra,
kime ve nasıl öğretildiği hususunu anlatmak için buyuruluyor ki:
3. O Rahmân
insanı yarattı. Bazı âlimler burada insanla kasdedilen Âdem, bazıları
da Kur'ân'ın işaretiyle Muhammed Aleyhisselâtü ve's-selâm'ın olduğunu
söylemişlerse de, hepsini içine almak üzere insan cinsi olması daha
doğru olabilir. Mamafih Kur'ân'ın öğretimine konu alan kâmil insanın
kasdedilmiş olması da düşünülebilir. Yani Kur'ân'ı öğretmek üzere
insanı yarattı.
4. Ona
beyanı
öğretti, yani kendini, vicdan ve gönlünde meydana gelen duygu ve
anlayışlarını, başkalarına açık ve güzel bir şekilde ifade etmek,
maksadı anlatmak ve anlamak demek olan konuşma ve dil nimetini belletti
ki, ilmin elde edilmesi ve Kur'ân öğretimi nimeti de bununla meydana
gelir. Hz. Âdem yaratıldıktan sonra kendisine eşyanın isimlerinin
öğretilmesi sayesinde meleklerin bilemediklerini bildi, onların
ulaşamadıklarına ulaştı. Peygamberlerin nübüvvete nâil olmaları, Allah
tarafından tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerin
onlardan istifade edebilmeleri hep beyan ilmi, dil nimeti sayesinde
olduğu gibi, Kur'ân'a ve Kur'ân'ın tefsir ve tercemesi nimetine
ulaşmamız ve ondan faydalanma derecemiz dahi o nimetten aldığımız hisse
oranındadır. Ebu's-Suud der ki: "Âyette ifade edilen beyanı öğretmekten
murad, insanı sırf kendi beyanına gücü yeter kılmaktan ibaret değil,
onunla başkasının beyanını anlamak mânâsını da ifade eder. Çünkü
Kur'ân'ı öğretmek ancak onun üzerinde dönüp dolaşır." Bu cümleler,
eşanlamlı haberlerdir. Sonrakilerin atıf harfi olmadan zikredilmeleri
teker teker sayım üslubunda geldikleri içindir. Müsned-i ileyhin
(mübtedânın) başta zikredilmesi de, kasr (tahsis) ifade eder.
5. Bundan
sonra
beşer hayatının en fazla ilgilendiği nimetler güzel bir surette beyan
edilerek secde ve şükretmeye davet için buyuruluyor ki: Güneş ve ay bir
hisâb iledir, yani hesâb ile cereyan ederler. Binaenaleyh insanlar
hesâbı iyi bellemeli ve bir hesâb gününün geleceğini bilip ona göre
hesâba hazır olmalıdır.
Hüsbân, "hâ"nın
ötresiyle hisâb mânâsına ve hisâbın çoğulu hisâblar mânâsına gelir. Bir
de değirmen taşının eksenine hüsbânü'r-rehâ denilir.
6. Ve
Necim,
yani arzdan çıkıp da sapı olmayan bitki, çemen ve şecer, sapı olan
bitki, ağaç secde ederler, Allah'ın iradesine tabii olarak boyun
eğerler, kanunları karşısında elastikiyetle istediği konumu alırlar. O
halde insanlar isteyerek Allah'ın emirlerine uyarak, nimetlerine
şükretmek için secdeyi bilmelidirler.
7. Hem
semaya
bak onu yükseltti. Bu terkib Nahiv'de tabiri ile ifade edilir. Yani bir
mef'ulün fiilini önce hazfedip sonra zamiriyle meşgul olarak tefsir
etmektir. Şu halde kelâm, "Göğü yükseltti, onu yükseltti."
takdirindedir. Bunun faydası, evvela mef'ule dikkatleri çekmek, sonra
da fiilin bilindiğini beyan etmekle özel bir şekilde bunu
hatırlatmaktır. Semadan kasıt, bütün cisimleriyle üzerimizde yükselen
yüce bir alemdir. Onun yükseltilmesi, yani yükseklik verilip yukarı
kaldırılması da yüksek olarak yaratılması ve inşa edilmesidir.
Yükseklikten maksat da, belli olan hissi ve sûrî yüksekliktir. Genel
mecaz yoluyla hissi ve manevi yüksekliği içine alacak bir mânânın
kasdedilmiş olması da caiz olabilir. Belli ki semanın böyle yüksekliği
onu yükselten Rahmân'ın kudret ve rahmetinin yüksekliğini, böylece
kendisinin daha yüce, yani cihet ve mekânın ötesinde bir ululukla
yüksek olduğunu gösterir. Evet, O Rahmân öyle ulu, öyle yüksek, öyle
secde ve saygıya müstahaktır ki, gerek maddî ve gerekse manevî tarafı
ile yüksekliği görülüp duran o güzel semaya yüksekliği O verdi. Ve
mizanı koydu, yani o yüksekliklerin durabilmesi için aşağıya ve
yukarıya çeşitli ve birden fazla ağırlıklar, varlıklar ve haklar
arasında her şeyin kendi hakkına göre duruşu ve konumu demek olan denge
kanununu, adalet kanununu koydu ki, bu kanun olmasaydı göklerin ve
yerin nizam ve intizamı olmazdı. Nitekim bir hadis-i şerifte "Göklerin
ve yerin varlığını sürdürmesi adaletledir." buyurulmuştur.
Mizan, "misâk"
kelimesi gibi hem tartmak mânâsına masdar hem de tartı aleti, terazi,
mânâsına ism-i âlet olabilir. Vezin, eşyanın diğerine nibsetle miktarı
veya miktarının tanınmasıdır ki esasen bu kelime ağırlık için
kullanılır. Ve bir mukayese ve eşitlikle yapılır. İşte bu mukayesenin
yapıldığı alete de mizan denilir. Bu surette vezin, daima bir muâdele,
yani bir denkleşme nisbetini ifade ettiğinden adalete ve adaletin
ölçüsü olan şeriata da mizan denilmiştir. Onun için burada mizan,
eşyanın gerek ağırlık itibarıyla ve gerek diğer hususlarda
miktarlarının bilinmesine ölçü olarak herhangi bir alet mânâsına
yorumlanabildiği gibi daha genel bir anlam ifade etmek üzere adalet
mânâsında kullanıldığı ve şeriat olarak da tefsir edildiği olmuştur.
Burada mizan kelimesi üç kere zikredilmiştir. Her ne kadar Zemahşerî
bunun şiddetli bir tavsiye ve takviye için tekrar edildiğini söylemiş
ise de, marifet yönüyle zikir ve tekrar da ilk yaratıcının aynı olması
şeklinde bir külli kaidenin olmadığı ve peşpeşe gelen üç fâsılanın
(âyet sonunda yer alan kelimenin) aynı mânâda bir tekrardan ibaret
olmasının uygun düşmeyeceği cihetle biz bunlardan herbirinin ayrı bir
mânâya işaret ettiğine inanıyoruz. Öncelikle "Mizanı koydu." âyetinde
yer alan mizan, semanın yüksekliği münasebetiyle ortaya çıkan bütün
eşya arasındaki genel denge kanunudur ki: (pesenteur) yahut
(gravitaion) denilen yer çekimi veya ağırlık kanunu bunun en açık
görüntüsüdür. Bildiğimiz terazi, kantar ve çeki gibi tartı ölçeği olan
bütün mizanların esası da budur. Eskiler bunun yalnız yeryüzünde
kullanıldığını zannediyor idiyseler de, sema ve yerdeki bütün cisimler
hakkında geçerli genel bir kanun olduğu ve astronomi ilmi bakımından
hususi bir önemi bulunduğu artık anlaşılmıştır. Bununla beraber genel
denge kanunu yalnız cansız, duygusuz ve fizikî olan çekim kanununa
hasredilmeyip kimyevî ve ruhî münasebetleri dahi içine almak üzere
adalet kanunu adıyla daha kapsamlı olarak izah edildiği takdirde,
faydasının daha fazla olacağı âşikârdır. Bu, her şeyi eşya arasında
layık ve münasib olduğu yer ve mertebeye koyma demektir. Kâdi Beydâvî
mizanı, her hazır olan şeye hak ettiğini, her hak sahibine da hakkını
vermek suretiyle âlemdeki işlerin düzeni ve doğru hareket etmesi diye
tarif etmiştir. Böylece o, gerek yaratma ve gerek kanun koyma açısından
adalet ve dengeden daha genel bir mânâ ifade etmiş olur. Şu halde
ikinci mizan kelimesi, mastar yahut şeriat, üçüncüsü de amel defteri
olabilir. Mamafih başka türlü düşünmek de mümkündür.
8. Evet,
mizanı
koydu ki tartıda haksızlık etmeyesiniz. Şeriat ve kanuna tecavüz edip
de haddinizi aşmayasınız, tartısız iş yapmayasınız, yahut maddî ve
manevî tartıda taşkınlık etmeyesiniz de Allah Teâlâ'nın emirlerine,
hükümlerine itaat ve hukuka riayet edesiniz.
9. Hem
vezni:
ister söz, ister fiil olsun her hususta tartma işini adaletle yapın,
yani hem ayarsız tartı kullanmayın, hem de tartarken insaf ve adaletle
dosdoğru tartın. Kendiniz için tartarken bir tarafı, başkası için
tartarken de diğer tarafı ağır tutmayınız. Hepsinde terazinin dilini
doğru tutunuz. Ve tartıyı aksatmayın, eksiltmeyin. Teraziyi kötü
niyetli kullanmak suretiyle ahirette mizanınıza yazık etmeyesiniz diye
O Rahmân, mizanı koydu ve göğe yükseklik verdi.
10. Arzı
da alta
koydu, tevazulu (alçak gönüllü) kıldı, aşağıya serdi. Enâm için. Enâm,
lugatta halk, yahut cin ve insan yahut yer yüzünde ki yaratıklar
demektir. Yerin bu şekilde aşağıya konulması, üzerinde bulunan
yaratıkların menfaati içindir.
11. Şöyle
ki:
Onda bir çok meyva vardır. Mahlukatın özellikle insanların
faydalanabilmesi için bir çok meyva vardır. Ve ekmamı olan hurma ağacı
vardır. Ekmâm, kâfın kesriyle "kimm"in çoğuludur ki, meyvanın çiçeğinin
üzerindeki kabcık, tomurcuk demektir. Yahut kâfın fethiyle "kemm"den
çoğul olarak örtmek anlamını ifade etmesi sebebiyle, lifleri, dalları
ve kabcıkları gibi üzerini örten şeyler demektir ki birisinde gelecek
için çoğalma ve faydalarına, diğerinde de kurutmasına işaret edilmiş
demektir.
12. Ve
çimli
daneler, buğday ve arpa gibi hububat ki, taze çim yaprakları içinde
yetişir ve o yapraklar kuruduğu zaman saman olur ve bu suretle hem
kendilerinden hem de yapraklarından istifade edilir. Hem de reyhan, ki
koku alma organını temizler, sinirlere ve ruha neş'e ve canlılık verir.
Reyhan, güzel kokulu ve gönül açıcı demek olup, bizim de reyhan
dediğimiz nebat gibi koklanan güzel kokulu otların hepsine denir.
Bununla beraber İbnü Abbas'tan reyhanın burada rızık mânâsına olduğu da
nakledilmiş. Nitekim bir a'rabiye nereye gidiyorsun? diye sormuşlar o
da: "Allah'ın reyhanından yani rızkından istiyorum." diye cevap vermiş.
Rızkın insana rahatlık vermesi, yahut ekmek kokusunun özellikle acıkmış
olanlara her kokudan daha güzel gelmesi, reyhan ile rızık arasındaki
münasebeti ortaya koymaktadır. Buna göre maksat, Zemahşeri'nin de
dediği gibi, dânenin çimli yapraklarına karşılık özü demek olur. Hamza,
Kisâ'i ve Halef-i âşir kırâetlerinde nasb ile şeklinde okunması,
ihtisas üzere fiilin hazfedilmesinden dolayıdır. "Taneyi yarattı."
Takdir edenler olmuşsa da "Özellikle taneyi..."takdiri bizim zevkimize
göre daha mülayimdir ki, bu durumda mânâsı, hele o çimli daneler ve o
hoş reyhan (koku) demektir.
13. İmdi
Rabbinizin nimetlerinin hangisini yalanlıyorsunuz? "Fâ" kendisinden
sonra geleni önce geçene uygun olarak sıralamak içindir. Âlâ, Necm
Sûresi'nde geçtiği üzere nimetler ve lütuflar demek olup müfredi 'dür.
Nimeti
yalanlamak, inkâr ile nankörlük etmektir. Nimetin nimet olmasını inkar
veya nimeti verene nisbetini inkâr veya her ikisini inkâr mânâsını
ifade eder. Mesela hem Kur'ân öğretiminin bir nimet olduğunu hem de
bunun Allah'ın bir nimeti olduğunu inkâr ederler. Yaratılışın, lisanın,
yer ve göğün, adalet ve mizanın nimet olduğunu inkâr edenler de
bulunmaktadır. Meyvaların, yiyeceklerin ve koklanacakların nimet
olduğunu inkâr etmeseler de özellikle Allah'a nisbetini açıkça veya
işaretle inkâr edenler de çoktur. Hitab, aşağıda açıklanacağı üzere ins
ve cinne olduğu içindir ki, yaratıkların hepsi buna dahildir. Rab
isminin açıklanması da, azarlama da şiddet ifade etmektedir. Yani ey o
yaratıkların gizli ve âşikâr iki kısmını teşkil eden insanlar ve
cinler! Şimdi siz bunları işittikten sonra Rabbiniz Rahmân Teâlâ'nın şu
dinleyip gördüğünüz türlü nimetlerinden hangi birine yalan deyip de
nankörlük edersiniz! Hiç böyle bir nimet sahibine nankörlük edilir mi?
İbnü Ömer ve Câbir (r.a)'den rivayet edilmiştir ki, Hz. Peygamber
(s.a.v) ashabına er-Rahmân Sûresi'ni okuduğunda onlar sükût ettiler.
Buyurdu ki, niye ben cinnilerden, sizden işitmediğim güzel cevaplar
işitiyorum? Cinlerin gecesinde ben bu sûreyi onlara okumuştum da
âyetini her tekrar ettiğimde "Hayır nimetlerinden hiçbir şeyi
yalanlamayız, Ey Rabbimiz hamd sana." dediler. Bunun için Rahmân Sûresi
okunurken dinleyenlerin her âyeti okundukça öyle söylemelerinin mendub
olduğu nakledilmiştir.
14.
İnsanlar ve
cinlerden her birinin özellikle kendi yaratılışlarıyla ilgili nimetin
şükrünü yerine getirmemelerine karşı kınamaya mukaddime yapılmak üzere
her birinin yaratılışlarının başlangıç ve esasını beyan ile buyuruluyor
ki: (Allah) insanı fehhâr gibi bir salsalden yarattı. İbtidâ içindir.
Salsal, tıngır tıngır ses veren kuru çamur demektir. Fehhâr, iyi pişkin
saksı, yani fağfur (porselen) gibi çın çın ses verecek kadar kurumuş,
hayattan o derece uzak kuru topraktır ki, insanın ilk çıkış yeri olan
arz, güneşin sıcaklığı karşısında bu derece hayattan uzak iken Allah
Teâlâ ondan tavırdan tavıra bir sülale (soy) seçerek insanı yarattı.
(Bakara, Al-i İmran, Hicr, Mü'minûn Sûrelerine bkz.)
15-16.
Cânnı da
yarattı. Cânn, nûn'un şeddelenmesiyle cin demektir. Mâlih ile milh
gibi, ikisi de vasıftır. Veya cin milh gibi cins ismi, cânn da, mâlih
gibi sıfat ismidir. Yahut burada insandan murad, Âdem (a.s.) olduğuna
göre cânndan murad da, cinnin babası demektir. Bazıları bunu
Mücâhid'den İblis değil, cinnin babasıdır diye nakletmişlerdir. Bizim
kanaatimize göre başlangıç itibarıyla bütün insan cinsi salsalden
yaratılmış olduğundan insandan kasıt, Âdem değil insan cinsi olduğu
gibi, Cânn'dan kasıt da cin cinsidir. Aşağıda da "İnsan ve cin..." diye
ikisi de cins olarak zikrolunacaktır. Hicir Sûresi'nde "Cinleri de daha
önce zehirli ateşten yaratmıştık." (Hîcir, 15/27) buyurulduğuna göre,
demek ki Allah Teâlâ, insanı yaratmadan önce cânn yahut cin denilen
gizli mahlukları yaratmıştı. Bir mâriç ateşten, birinci ibtidâiyye,
ikinci beyaniyye olarak bir mâric ateşten demektir. Burada mâric iki
mânâ ile tefsir edilmiştir. Bazıları asıl mânâsı, ızdırap anlamını
ifade eden merec'den, halis ateş ya da dumansız sâfi alev demek
olduğunu söylemişler, bazıları da merec'in asıl mânâsının ihtilât
(karışma) olması itibariyle, mâric'in muhtelit (karışık) dumanlı bir
ateş olduğunu ifade etmişlerdir. Hicir Sûresi'nde geçen "nâri's-semûm"
tâbirine (Hicr, 15/27) muhtelif mânâsı daha uygun düşmektedir. Şu kadar
var ki, muhtelit, yalnız duman karışık demek gibi ibtidâi bir mânâya
olmayıp, "semûm" anlamına da uygun olmak üzere her şeye nüfuz edebilen
ve karışan mânâsında ateşin hakikatini ifade etmiş olsa gerektir.
Bundan başka mâric "merc"den müteaddi olarak haltedici yani karıştırıcı
mânâsına da gelebilir ki bu da ateşin, yani hararetin eşya üzerindeki
kimyevî bir özelliğini belirtmiş olur. Kısaca demek oluyor ki, insan
yaratılmadan önce güneşte veya arzın başlangıç durumunda olduğu gibi
çalkalanıp duran ızdıraplı ve çoşkun bir halde bulunan saf bir ateş,
veya elektrik halinde olduğu gibi her şeye karışabilen bir ateş veyahut
eşyayı birbirine karıştırmak özelliği taşıyan bir ateşten, biz
insanların gözüne âdet olduğu vechile görünmeyen gizli bir takım hayat
kuvvetleri, hayati unsurlar yaratılmıştır ki, bunlara cânn ismi
verilmektedir.
17-18. Hem
iki
doğunun Rabbi, hem iki batının Rabbidir O yaratıcı Rahmân, yani yalnız
insan ve cinnin başlangıçtan yaratıcısı olmakla kalmayıp, bütün varlık
yönlerinin hatta varlık ve yokluk nimetlerinin hepsinin sahibi ve bütün
tekamül (gelişme) mertebelerinin Rabbidir. Âyette geçen iki doğu ve iki
batı tabirlerinde de bir kaç mânâ vardır. Birincisi, "Güneş ve ay bir
hesap iledir." âyetinden anlaşılacağı gibi güneş ve ayın doğuları ve
batıları demektir. İkincisi, yaz ve kış mevsimlerinde günlerin uzayıp
kısalmasına göre olan doğular ve batılardır. Bu durumda gerçi hergün
için ayrı bir doğu ve batı varsa da, en son noktalarını zikretmekle
aralarındakileri de içine aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim "bütün doğu
ve batı O'nun" denildiği vakit, bunlar arasında kalan bütün yönler de
kasdedilmiş olmaktadır. Üçüncüsü, nev'i kasdedilerek gerek güneş ve
gerek diğerlerinin doğusu demek olabilir ki, bununla bütün cisimlerin
doğu ve batısına işaret edilmiş olur. Dördüncüsü arzın, kürevî olması
nedeniyle her yarısına nazaran bir doğu ve batıya işaret edilmiş olur
ki, bunda doğu kabul edilen bir nokta aynı zamanda batı ve batı kabul
edilen nokta da aynı zamanda doğu olmuş olur. Beşincisi de, güneş ve ay
gibi görünen ışıklarla, akıl ve şuur gibi görünmeyen ışıkların doğuş ve
batış noktalarına işaret olabilir ki bunu, bir yönüyle üçüncü kısma
dahil etmek de mümkündür. Bunlardan hangisi olursa olsun, asıl
kasdedilen mânâ, Allah'ın var olan ve olmayan bütün nimetlerin sahibi
ve yöneticisi olduğunu beyan etmektir. Görülüyor ki bu âyetler, hem
nimeti hem kudreti hatırlatmaktadır. Nimeti tenbih, şükrü gerektirir,
kudreti tenbih de, nankörlüğe karşı kınamayı takviye eder.
19. Evet
iki
denizi mercetti (salıverdi) . Burada merc müteaddidir . mânâsınadır ki,
salıverdi demektir. Bu da esas itibariye karıştırmak mânâsına gelirse
de, bu ayrı bir kullanmadır. Bu iki deniz hakkında misal olmak üzere
çeşitli yorumlar yapılmıştır. Önce Furkan Sûresi'nde geçen "O, iki
denizi birbirine salmıştır. Bu, tatlı ve susuzluğu giderici; şu tuzlu
ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir
perde koymuştur."(Furkân, 25/53) âyetine mutabık olmak üzere biri tatlı
diğeri acı iki derya denilmiş. Mesela Şap denizine Nil, Basra
Körfezi'ne Dicle dökülmüş olduğu gibi, diplerindeki suların
birbirlerine kavuşması ile beraber birden bire diğeri ile karışmaksızın
bir hayli mesafeleri uzayıp giden büyük sularla temsil edilmiştir.
Buradaki iltikâ (karşılaşma) fiilî olarak birbirine temas mânâsına
gelmektedir. İltikâ, temas edecek şekilde yakınlık ve komşuluk olarak
da yorumlanabilir. Bu, acı denizin altında veya yakınında yer alan su
hazineleri şeklindeki düşünceye de uygun olabilir. İkincisi, her
ikisinin suyu da acı olmak üzere bir zamanlar Faris Denizi adı verilen
Hint Okyanusu ile Rûm denizi denilen Akdeniz ile temsil edilmiştir ve
aralarındaki engel Arabistan yarımadası veya karşılaşmak üzere
bulundukarı Süveyş engelidir. Buna göre : "o iki deniz,
birleşeceklerdir" mânâsına da yorumlanabilir ki, bu da Süveyş kanalının
ileride açılacağını göstermektedir. "İkisinden de inci ve mercan
çıkar." (Rahmân, 55/22) âyeti de, bu ikinci mânâya daha yakın bir anlam
ifade etmektedir. Zira tatlı sudan inci ve mercan çıkması, biraz
te'vile dayalıdır. Üçüncüsü, gök denizi ve arz denizi denilmiştir ki
denizlerle, bulutlar veya daha geniş bir mânâ kasdedilmiş olabilir.
Dördüncüsü, yeri etrafından kuşatan dış denizle yerin kıtaları
arasındaki iç deniz ki, bu iki deniz birbirine kavuşurlar. Yer,
aralarında bir engel halinde kalır, böylece taşıp da o yeri istilâ
edemezler.
Beşincisi,
"maşrikayn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı)de geçtiği üzere acı,
tatlı, iç dış, semavî ve arzî hatta hakikat ve mecaz her iki nev'iyle
deniz de demek olabilir ki en genel anlamı budur. Bu suretle işarî mânâ
olarak cismanî (maddi) âlem ile ruhanî (manevî) âlem anlamı da
bulunabilir ki aralarında mevcut olan berzah da, hayal ve gölge alemi
olmuş olur. Kavuşurlar. Bu cümle ya istinâfiyye (başlangıç) ya da hal
cümlesidir. Mânâsı, kavuşurlar yahut karşılaşırlar. Veyahutta öyle bir
halde salmıştır ki, kavuşacaklardır veya kavuşuyorlardır.
20. Fakat
"aralarında bir berzah vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan
engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi
iki deniz arasında bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı
ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır.
Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine
geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek,
özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya
meydan bulmazlar
22. İnci,
özellikle iri inci ve mercan. Lisanımızda da mercanın kırmızısı
meşhurdur. Bilindiği gibi inci ile mercan, hem süs eşyası olarak
kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir.
24. O
denizde
inşa edilmiş akıp gidenler O'nundur. Cevârî, akıcı mânâsına câriyenin
çoğuludur ki gemiler demektir.
Münşeât, iki
mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, bilindiği üzere inşa edilmişler
demektir ki, gemilerin inşasının ehemmiyetini ve bunun Allah'ın bir
nimeti olduğunu gösterir. İnsanlar tarafından inşa edilmiş olması,
"Oysa sizi de, yaptığınız (bu şeyler)ı da Allah yaratmıştır." (Saffât,
37/96) âyetine göre onların, Allah'a ait olmasına mani değildir.
İkincisi yelkenleri açılmış mânâsına da tefsir edilmiştir. Çünkü inşa,
yükseltmek, yukarı kaldırmak mânâsına geldiği için, münşeât,
yükseltilmiş demektir. Gemiler hakkında kullanıldığında bu vasıf,
yelken açmış veya bayrak açmış anlamını ifade eder. Şu teşbih de, buna
da bir işaret vardır. Alemler gibi, yani dağlar gibi burada alem, dağ
mânâsına olmakla beraber, bayrak ve alâmet mânâsına da gelebilir. Evet,
inşa edilip de denizde akıp giden, o inci ve mercan gibi nice faydalı
şeyleri taşıyan o dağlar gibi gemiler de Allah'ın nimetlerindendir.
Mamafih "cevâri'l- münşeât" vasfı, gök deryasında yüzüp duran bütün gök
cisimlerinin Allah Teâlâ'nın kudret delillerinden olarak denizde yüzüp
giden gemiler gibi akıp gittiklerini de ifade etmeye müsaittir. Bu
durumda gelecek âyete de bir girizgâh (maksadı beyan için uygun söz)
olmuş olur. Şöyle ki:
26. "Yer
üzerinde bulunan herşey fanîdir." Buradaki zamiri, "cevâri" dolayısıyla
yahut doğrudan doğruya yukarıdaki (10. âyete) arza râcidir. Yani o arz
üzerinde bulunan her kim olursa olsun hepsi yok olucudur. Gerek o
gemilerdekiler, gerek diğerleri hepsi de su üzerindeki o yüzen gemiler
gibi akıp akıp yokluğa gidecekler ve öleceklerdir.
27. Ey
muhatab!
Rabbinin yüzü ise bâki kalır O celâl ve ikram sahibi, deki vechin,
"O'nun zâtından başka her şey helak olacaktır.." (Kasas, 29/88)
âyetinde olduğu gibi Allah'ın zâtı mânâsına olduğu anlaşılmaktadır.
Çünkü zül-Celâl ve'l-ikrâm sıfatı "zû" diye merfu (ötreli) olarak
"vech" kelimesine sıfat yapılmıştır. Eğer öyle olmasaydı sûrenin
sonunda geleceği şekilde "zi'l-celâli ve'l-ikram" diye cer (esre) ile
Rabba sıfat yapılması gerekirdi. Bununla beraber başka mânâlar da
verilmiştir.
Kâdî Beydâvî
vechi, zât ile tefsir ettikten sonra şöyle
demiştir:
"Varlıkların
cihet (sebeb) ve vecih (zât)lerini araştırmış
olsan hepsini fâni bulursun, ancak vechullah yani Allah'ın yüzü
müstesnâ ki bu, "O'nun cihetine (tarafına) yönelen yüz", yahut cihetine
O'nun sahip olduğu yüz demektir." Hâşiyesinde Şihâb bunu şöyle izah
etmiştir: "Bu, başka bir tefsir şeklidir. Burada vech, zattan mecazdır.
Organ mânâsına değil, belki kasdedilecek ve kendisine yönelinecek cihet
(taraf-yön) mânâsınadır."
Üstadımız
Makdisi (k.s.) de der ki:
"Hadd-i
zatında yok olanda asıl, kendi zâtı itibariyle bulunduğu hal üzere
kalması, yani yok olmasıdır. Ancak Allah'ın sahip olduğu cihet, yani
lütfuyla yakınlık gösterip kendi katından o şeyi feyizlendirdiği cihet
müstesnâdır.
Şu halde mânâ şudur:
Hakk'ın
dışındaki her şey fânidir.
Yani aslında yok olmayı kabul etmektedir. Allah ona nazarı ve varlık
elbisesini feyziyle giydirmeseydi, onun için varlık şerefi mümkün
olmazdı. Bulunduğu hal üzere kalır, ortaya çıkmamış olurdu. Demek ki
Hakk'ın ona nazarından sonra ancak varlık alemine geçmiş aslında
Hakk'ın kendine nazarı ile kendisi için sabit olan yokluk üzere
kalmamıştır.
Şu halde bazı
tefsirlerde olduğu gibi vech ile amel-i
sâlih kasdedilmiş de olabilir. kavlinin mânâsı da şudur: Onunla Allah'a
yaklaşılır ve yönelmeyi bize emrettiği cihet kasdedilir. O yokluk
meydanında iken kul, onu emre uyarak işleyince Allah o kula mükafatını
verinceye kadar onu, kul için dâim kılar. Diyebilirsiniz ki: O, kabul
ile yokluğu kabul etmez oldu, çünkü ceza, onun yerine geçmiştir, O ise,
bâkidir.
Âlimlerimizden
bazıları da şöyle dedi: "O yok olmamakla
vasıflanan vech (yüz) Allah Teâlâ'nın varlıklara kayyumiyetidir
(özdenliğidir). Ve o, Hak Teâlâ'nın zâtında yokluğu kabul etmeyen bir
sıfatıdır. Biz vech sıfatına Allah Teâlâ'nın haber verdiği şekilde iman
ederiz. Selef mezhebinin yolundan giderek "vech", "yed" gibi sıfatları
ispat eder, keyfiyeti yahut te'vili ile uğraşmayız, dediğimiz takdirde
de bu sıfatı, esasında yokluğu kabul etmez şeklinde tavsif etmiş oluruz
ki, bu da, sahihtir. Bazı ârifler de demişler ki, Muhakkikler (hakikatı
araştıran âlimler)i, Allah Teâlâ'dan başkasına şehadet etmekten yüz
çevirdiler. Çünkü Allah, onları varlık delilleri ve daimi bir bilgi ile
donatmıştır.
İbnü Ata
demiştir ki; varlık hep karanlıktır. Varlığı,
ancak Hak Teâlâ'nın onda görünmesi nurlandırmaktadır. Binaenaleyh her
kim varlığı görür de onda veya onun yanında veya ondan önce ya da sonra
ona şehadet etmezse, o nurlardan yoksun kalmış, kendisinden bilgi
güneşleri, bulutlarla gizlenmiş olur. Kısacası Allah'ın yüzü, eşyanın
veya insanların Allah'a bakan yüzü, yani kendi zâtlarına nazaran değil
de Allah'ın rubûbiyyetinden (Rab sıfatından) ve yansımasındaki
feyzinden istifade etmeleri sebebiyle ona nisbet edilmeleri, ilimdeki
eşyanın sabit olan sûret ve hakikatleri ile gelecek kader görüntüsü
gibi bir mânâ ile de düşünülebilirse de, burada vechin, zü'l-celâl
ve'l-ikrâm sıfatı ile vasıflanması, bütün bu düşüncelerin hepsine
mânidir. Bununla ancak Allah Teâlâ'nın zât-ı kibriyâsı vasıflanabilir.
O halde "Rabbinin yüzü." "Rabbinin zatı." demek olunca "Rabbin kalır."
denilmekle yetinilmeyip de zatın vech ile ifade edilmesinin nüktesi ne
olabilir? diye bir soru hatıra gelebilir. Bunun nüktesi, zâtın yalnız
gizli ve mücerred zât olarak değil, sıfat ve rubûbiyyetinin görünmesi
ve yansıması itibariyle dahi bâki oluşunu göstermektedir. Bunu
kayyumiyet (ebedilik) sıfatı ile ifade edenler de bu nükteyi anlatmak
istemişlerdir. Özellikle şu iki sıfatla vasıflandırmak da bunu te'yid
etmektedir. Yani Rabbinin bâki kalacak olan yüzü, şu iki sıfatla
vasıflanmaktadır. Ki hem celâl hem ikram sahibi. Karşısında hiçbir şey
kendi kendine tutunamayacak, azamet ve celâli ile her şeyi kahr ve yok
edebilecek derecede büyüklük ve mutlak ihtiyaçsızlık sahibi, hem de yok
olan ve yok olacaklara hayat vererek bağış ve ihsanına nâil kılacak tam
bir lütuf sahibidir. Burada zikri geçen Celâl ve ikram, gelecek
âyetlerle açıklanacaktır. Rağıb el-İsfahânî der ki: "Bu zü'l-Celâl
ve'l-ikram sıfatı Allah'a mahsus olan ve ondan başkası için
kullanılmayan sıfatlardandır. Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın en hususî
vasıflarındandır." Tirmizî'nin Enes'ten, Ahmed b. Hanbel'in Rebia b.
Âmir'den merfu olarak rivayet ettikleri şu hadis de buna işaret
etmektedir. "Yâ ze'l-Celâli ve'l-İkram"a devam edin, dualarınızda
onları çok söyleyin." demektir.
Yine Tirmizî,
Ebu Dâvud ve Nesâî
Enes'ten rivayet etmişlerdir ki söz konusu sahabî Peygamber (s.a.v)'le
beraber bulunuyordu, bir adam da namaz kılıyordu. Sonra dua etti de
şöyle dedi:
"Ey Allah'ım
senden istiyorum, hamd sanadır, senden başka
ilâh yoktur, sen ihsanı bol olan, semavatı ve arzı yaratan, celâl ve
ikram sahibisin. Ey hayy ve kayyum olan Allah'ım."
Bunun üzerine
Hz.
Peygamber buyurdu ki biliyormusunuz bu zât ne ile dua etti? Onlar da
Allah ve Resulu en iyisini bilir dediler. Resulullah buyurdu ki:
"Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki O, Allah'a en
büyük ismiyle dua etti. O, ism-i azam (en büyük isim) ki onunla
çağrıldığı zaman cevap verir, ve onunla istenildiği vakit ihsanda
bulunur."
28. Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız? Yani sizler fâni
olduğunuz
halde, sizin yok olmanızdan sonra bile ikramı devam eden Rabbinizin
hangi nimetlerine nankörlük edersiniz?" Buradaki "Fa" evvelki âyetin
mânâsıyla ilgilidir. Çünkü fenâ, bekânın, ebedi hayatın sürekli nimet
ile sevabın bir kapısı olmuş oluyor. Teybî demiştir ki, "Geçen âyetten
murad, mânâsının içeriğidir. Zira o, bir ceza ve mükafat vaktinin
geleceğinden kinayedir. Onun için bilhassa celâl ve ikram
zikredilmiştir. Bu sıfatlar ceza ve sevaba delalet ederler. Cezayı
hatırlatmakdan maksat da, günahı, gerektiren fiillerden kulları
sakındırmaktır. Bu gibi sakındırmalar ise, ayrıca bir nimettir. İşte
"Hangi nimet?" hitabı, bu nimetlere teşvik içindir." Bunu şöyle de
anlayabiliriz, Allah'ın celâlinde de nimet, ikramında da nimet vardır.
Yahut şöyle diyebiliriz; Allah'ın celâlinden nasıl korkmaz, ikramına
nasıl talib olmaz da nimetlerine nankörlük edersiniz?
29. O
celâl
ve ikramı izah konusunda cümle-i istinâfiyye (başlangıç cümlesi) veya
hâliyye (hâl cümlesi) ile buyuruluyor ki: Göklerde ve yerde olan her
kes O'ndan ister, gerek sonradan meydana gelmeleri ve gerekse aynı hal
üzere kalmaları ve diğer halleri itibariyle muhtaç oldukları her dileği
ondan isterler. Gerek davranışla ve gerek sözle olsun daima ondan ister
dururlar. Çünkü kendi kendilerine ve mümkün olan hakikatlerine nazaran
var olmaya asla hakları yoktur. Bu yüzden her an O'ndan isterler.
O hergün bir
iştedir. Ya celâle veya ikrama bağlı bir iştedir ki, onlara
istediklerini vermek de bu cümledendir. Zira Hak Teâlâ üstün
hikmetlerine dayalı dileği gereğince her an nicelerini yok eder ve
nicelerini var eder, nicelerini de zengin kılar, bazı halleri giderir,
bazılarını getirir. İbnü Mâce, İbnü Hibbân ve daha bazı hadis âlimleri,
Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir ki, Hz. Peygamber (s.a.v)
şöyle buyurmuştur: "Günahları affetmek, sıkıntıları gidermek ve
birtakım insanları yükseltip, bir takımlarını alçaltmak da O'nun
şânındandır". Bezzâr'ın rivayetinde dualara icabet (kabul) etmek
ziyadesi de vardır. cümlesi, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi
gün, mutlak vakit mânâsına olarak her saat, her an diye açıklanmıştır.
Bir de İbnü Uyeyne ve Hasan-ı Basri'den nakledildiği üzere Allah
Teâlâ'ya göre zaman iki günden ibarettir. Birisi dünya birisi
ahirettir. Her birine göre de Allah'ın bir şe'ni (işi) vardır.
Dünyadaki işi, emir ve nehiy, ahiretteki işi de, hesâb ve cezadır.
31.
Nitekim
ahiretteki işi beyan için buyuruluyor ki sizin için boş kalacağız.
Ferağ, lugatta boşalmak demektir. Buna göre bir meşguliyetten boşalmak
sonradan bir meşguliyeti gerektirir. Halbuki Allah Teâlâ'yı hiç bir iş,
diğer işten alıkoyamayacağı için burada özellikle ahiret işleri olan
hesap ve cezayı ifade etmek üzere bu suretle bir istiâre veya kinaye
yapılmıştır. Yani bugünkü dünya işleri geçecek, bu dünya hayatı ve
nimetleri yok olacak, bu mühletler, hoşgörüler tükenecek, yarın Allah'a
dönüşle mücerred sorumluluk hesap ve ceza için huzura geleceksiniz de
sırf sizin işinize bakılacak, sizin sorumluluğunuzun gereği
yapılacaktır.
33. Ey
sekelân.
Sekalân yahut sekaleyn iki sekal; bundan sonraki âyette de açıklanacağı
üzere insan ve cinnin bir adıdır. Sekal, yük ve ağırlık demektir.
İsimlendirme şekli anlatılırken deniliyor ki: Arz bir yüklü hayvana
insan ve cin de ona yükletilmiş iki ağır yüke benzetilerek bu isim
verilmiştir. Buna göre yer yüzünde insan ve cinden başka mahlukat,
ilave kabilinden demek olur ki, iki denk (yük) arasına konulan fazlaya
veya takılan takıya ilave denilir. İnsan ve cin yeryüzünde gizli ve
açık hayatî kuvvetler olması itibarıyla onun esaslı ağırlığı gibi
düşünülmüş demek olur. Bir de yer üzerinde ağırlıkları veya
görüşlerinin ağırlıkları, itibar ve şöhretlerinin önemi ve büyüklüğü
hasebiyle o ismi aldıkları söylenmiştir. Bundan başka sorumlulukla
kendilerine ağırlık verilmiş olduğu için bu ismi almış olabilirler.
Ayrıca günah ile ağırlaşmasından dolayı bu ismin verildiği
nakledilmektedir. Bir hadisde "Ben sizin içinizde iki ağırlık bıraktım,
biri Allah'ın kitabı, biri de ıtretim (zürriyetim)." buyurulmuş ve
bunda sakalân tabiri kitabullah gibi itibar ve şöhreti büyük olan
manevî ağırlıklar hakkında kullanılmış bulunduğuna göre bu mânâ, üçüncü
hususa uygun olabilir. Yani insan ve cinne maddî taraflarından ziyade
manevî şerefleri itibarıyla sakalân isminin verilmiş olması tercihe
şâyan görünmektedir.
34. Yani
yarın
böyle hesâb gelip çatacakken gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat
nimetlerine ve gerek yarının ceza ve mükafatına nasıl nankörlük
edersiniz? Yahut bu uyarı ve haberle nankörlükten sakındırmak dahi o
nimetlerden birisi iken nasıl olur da bugün nankörlük edip yarının o
yüksek nimetlerinden mahrum kalır ve kendinizi büyük tehlikelere
sürüklersiniz? Bu suretle bir ceza gününün geleceği anlatıldıktan sonra
Allah Teâlâ'nın hüküm ve saltanatından çıkıp kaçmanın imkan ve ihtimali
bulunmadığı ve binaenaleyh yok olmakla hesâb ve cezadan kurtuluşa çare
bulunamayacağını anlatmak için buyuruluyor ki ey cin ve insan
topluluğu, bununla sekalân da tefsir edilmiş oluyor. Yani ey cin ve ins
cemaati O semavât ve arzın aktarından, göklerin ve yerin hudud ve
uzaklıklarından çıkıp gitmeğe gücünüz yeterse, yani Allah Teâlâ'nın
mülkünden, hüküm ve saltanatı altından kaçabilirseniz haydi çıkıp
gidin, mümkünse kendinizi kurtarın. Bu emir onları aciz bırakmak
içindir. Fakat çıkamazsınız bir sultan olmadıkça, yani bütün o göklerin
ve yerin kuvvetlerini mağlup edecek başka bir kuvvet ve saltanat
olmadıkça çıkamazsınız. Zaten öyle bir kuvvetiniz de yoktur. Cin ve
insan, kendilerine sekalân ismi verilecek kadar itibar ve şöhrete sahip
olmakla beraber, bütün şu yer ve gök kuvvetlerinin üstüne çıkacak
derecede bir kuvvet ve saltanatı elde etmiş değillerdir. Onun için
çıkamazsınız. Daha doğrusu Allah Teâlâ tarafından bahşedilecek bir
kuvvet veya bir emir olmadıkça çıkamazsınız, kaçamazsınız,
denilmektedir.
Şu halde
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilir ve inkâr edebilirsiniz?
Yani her nereden bakılsa onun hüküm ve saltanatının hududundan çıkmak
imkanı olmadığı halde ona karşı nasıl küfür ve nankörlük etmeğe cesaret
edersiniz? Ancak çıkmağa kalkışıldığı takdirde ne olur? Denilirse,
bunun cevabı şöyle verilir.
35.
Üstünüze
ateşten yalın bir alev salınır. Ve bir bakır, yani erimiş bakır, yahut
bakır gibi kızıl bir duman, veya zehirli bir duman ki hem yakar hem
boğar "da her ne yapsanız bundan kurtulamazsınız." Kendinizi savunamaz
ve kaçıp gidemezsiniz, yakalanır ve yakılırsınız. Ebû Hayyan "Bahr" de
der ki: "Bu ifadeden maksat, cin ve insanın acizliğini göstermektir."
Yani kaçamayacaklarını beyan etmektir. Lakin dikkat edilmesi gereken
bir husus şudur ki, bu tehdit tarzı zamanımızdaki topların, uçak
bombalarının ateşlerini andırır şekilde bir tasvir fikri vermektedir.
İbnü Ebî Şeybe'nin bu âyetle ilgili olarak Dahhak'tan yaptığı bir
rivayete göre: Bu, dünyada da vuku bulacak, batı tarafından bir ateş
çıkacak insanları hatta maymunları bir araya toplayacak, domuzlar da
onların yattıkları yerde yatacak, uyudukları yerde uyuyacaklardır.
Buralarda hitabın gerektirdiği tehdit bir lütuf ifade eder. Çünkü,
itaat edenle isyan edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir
nimettir. Mamafih bu görüşleri takdir etmek suretiyle hal cümlesi
olarak yukardaki âyete bağlamak da mümkündür. Yani onlara böyle
söylenerek ateş salınır.
37. Sonra
da gök
bir yarıldı mı yani kıyamet kopmaya başlayıp gök dürülmek üzere
çatladığı çatlayıp da bir gül olduğu, kıpkırmızı bir gül gibi kızarmış
bir halde yağ gibi eridiği zaman.. şartiyyedir, cevabı mahzuftur. Yani
şimdi tafsilatını anlayamayacağınız, beyana sığmaz ne dehşetler, ne
inkılablar olacaktır.
38. Böyle
iken
şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Zira o, korkunç
dehşetli inkılâb günlerini haber vererek kurtuluşa götürmek ve terbiye
için hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî lütuflardandır. Yahut o günler, o
yalanlayanların cezasını vermek için böyle hitabı ceza ile azarlayarak
gelecektir.
39-41.
İşte o
gün gök yarılıp olacaklar olduğu gün ne insan ne de cin günahından
sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının anlaşılması için şuradan buradan
sorularak araştırılmaya ihtiyaç yoktur. Günahlı ile günahsız
karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi açıklanacağı gibi
suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve sorumluluk yok
değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulmaz.
42.
Buralarda
hitabın gerektirdiği tehdit bir lütuf ifade eder. Çünkü, itaat edenle
isyan edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir.
Mamafih bu görüşleri takdir etmek suretiyle hal cümlesi olarak
yukardaki âyete bağlamak da mümkündür. Yani onlara böyle söylenerek
ateş salınır. Sonra da gök bir yarıldı mı yani kıyamet kopmaya başlayıp
gök dürülmek üzere çatladığı çatlayıp da bir gül olduğu, kıpkırmızı bir
gül gibi kızarmış bir halde yağ gibi eridiği zaman.. şartiyyedir,
cevabı mahzuftur. Yani şimdi tafsilatını anlayamayacağınız, beyana
sığmaz ne dehşetler, ne inkılablar olacaktır. Böyle iken şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Zira o, korkunç
dehşetli inkılâb günlerini haber vererek kurtuluşa götürmek ve terbiye
için hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî lütuflardandır. Yahut o günler, o
yalanlayanların cezasını vermek için böyle hitabı ceza ile azarlayarak
gelecektir. İşte o gün gök yarılıp olacaklar olduğu gün ne insan ne de
cin günahından sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının anlaşılması için
şuradan buradan sorularak araştırılmaya ihtiyaç yoktur. Günahlı ile
günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi
açıklanacağı gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve
sorumluluk yok değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru
sorulmaz. Suçlular, yüzleriyle tanınırlar da bu sebeble perçemleriyle
ayaklarından tutulurlar daha Türkçesi yaka paça yakalanırlar.
Rabbinizin hangi nimetlerine yalan derdiniz? diyerek yakalanırlar.
Yahut suçluların bu şekilde yakalanması suçlu olmayanlar için bir nimet
olur.
43. İşte
bu
cehennem ki suçlular onu yalanlıyor ve yalan olduğunu söylüyorlardı.
44. Dönüp
dolaşıyorlar onunla o cehennem ateşi ile kızgın bir hamîm arasında
Hamîm, sıcak su Ân, son derece kızgın demektir. Diye suçlarının, küfür
ve nankörlüklerinin cezası çektirilir.
Zü'l-celâl
ve'l-ikramın celâl tecellileri (görüntüleri) bu şekilde beyan
edildikten sonra ikram tecellileri ifade edilmek üzere buyuruluyor ki:
46.Rabbinin
makamından korkan kimse için ise, Burada zikredilen makam kelimesi,
mimli mastar ya da mekân ismi olabilir. Mastar olduğunda da ya failine
ya da mütaallakına (bağlı olduğu kelimeye) muzaftır. Failine muzaf
olması durumunda mânâsı, Rabbinin makamı, âlemlerin Rabbi olan Allah
Teâlâ'nın kıyamı ve her şey üzerindeki hakimiyeti ve insanların bütün
hallerine gözcü ve muhafız oluşu demektir ki, "Her nefsin kazandığını
gözetleyip muhafaza eden (hiç böyle yapamayan gibi) olur mu?" (Ra'd,
13/33) âyetindeki kıyam gibidir. Mutaallakına muzaf olması durumunda
ise anlamı, insanların kıyamet günü hesap için Hak Teâlâ'nın huzuruna
duruşu demek olur. İsm-i Mekân olduğunda da bu mânâ ile Rabbinin
huzurunda duracağı yer demek olur. Yahut makam kelimesi, kinaye yoluyla
"Rabbinden korkan" mânâsında da yorumlanabilir. Korkudan kasıt, yalnız
yürek çarpıntısı değil, küfür ve nankörlükten sakınıp iman ve şükür ile
itaat için saygı ve hürmet göstermek demektir. Kısacası, rubûbiyyet
sıfatını taşıyan, zü'l-celâl ve'l-ikram sahibi Rabbinin celâlinden
korkan, yahut kıyamet günü onun celâli karşısına dikileceği makamını
sayıp da korkan kimseler için de iki cennet vardır, ki biri cismanî,
biri rûhanî cennet yahut biri adn, biri naîm cenneti veya biri
dâru'l-İslâm biri dârû's-selam gibi mânâlara gelebilirler. Zikredilen
iki cennet için daha başka anlamlar da söylenmiş ise de kıyamet halleri
görülmeden bunların tafsilatı bilinemiyeceğinden daha fazla izaha
girmek doğru olmasa gerektir. İbnü Ebî Hâtim ve Ebu'ş-şeyh, Atâ'dan
şöyle bir rivayeti naklederler: "Ebu Bekr, (r.a.) bir gün düşünüp,
kıyamet, mizan, cennet, nâr, meleklerin dizilmeleri, göklerin katlanışı
dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülmesi ve yıldızların
parçalanışı hakkında fikir yürütmüş de, "Arzu ederdim ki, ben şu
yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni yeselerdi ve
ben yaratılmamış olsaydım." demişti. İşte bunun üzerine âyeti nazil
olmuştu." Beyhaki Şuabu'l-îman'da Hasan-ı Basrî'den şu rivayeti
zikreder: Hz. Ömer zamanında bir genç, mescide ve ibadete devam ederdi,
derken bir kızla birbirlerine aşık olmuşlardı. Birgün kız tenhada
yanına geldi, konuştular sonra gencin gönlü onu çekti, bunun üzerine
genç çığlıkla hıçkırdı ve arkasından bayıldı. Onun bir amcası vardı,
geldi onu yüklenip evine götürdü. Genç ayılıp kendine geldiği vakit ey
amca! dedi: "Ömer'e git benden selam söyle ve ona sor ki; Rabbinin
makamından korkan kimseye ne vardır? Bunun üzerine amcası gitti durumu
Ömer'e haber verdi. Ancak genç arkasından bir çığlıkla daha hıçkırıp
vefat etti. Hz. Ömer bu olaya vâkıf olunca "Sana iki cennet var, sana
iki cennet." dedi."
48. İkisi
de
efnân sahipleri, zevâtâ, zâta gibi, zâtın tesmiyesidir. Zira sâhibe
mânâsına zâtın aslı zevât olup tekil ile çoğulunu ayırmak için "Vâv"
hazfedilmiştir. Efnân, fen yahut fenen'in çoğuludur. Fenn, çeşit
demektir. Nitekim ilmin çeşidine de örfte fen ismi verilmektedir. Fenen
de ince ve yumuşak dal ve taze fidan mânâsınadır. Yani her birinde
türlü türlü bostanlar, yahut birçok dallar, bölümler vardır. İkisi de
çeşitlidir.
50.
Onlarda
iki kaynak akar birine tesnîm birine de selsebil denilir.
52. Her
meyvadan çift çift, mesela yaşı da vardır kurusu da, yahut biri dünyada
tanınan veya tanınmayan olmak üzere iki sınıf
54.
dayanmış
oldukları halde deki den haldir. Mefrûşât, yaygı, döşeme takımları ki
astarları, kalın ipek kumaştandır Artık yüzlerinin güzelliğini Allah
bilir. Hem iki cennetin meyvalarının toplanışı da yakındır her konumda
zahmetsizce alınıverecek derecede yakındır.
56-61.
Cennetlerde. Burada "hümâ" denilmeyip "Hünne" diye çoğul zâmiri'nin
zikredilmesi, her iki cennetin çeşitleriyle bir çok cenneti ihtiva
etmiş olduğuna yahut her perde ikişer cennetten daha fazla verileceğine
işaret etmektedir. Bakışı kısan dilberler. Buradaki "kâsırâtu't-tarf"
ifadesi, bir kaç mânâda yorumlanabilecek bir övgü sıfatıdır. Birincisi
bakışlarını yalnız kocalarına çeviren, başkalarına bakmayan sevgili,
sadakatli ve vefâlı dilberler demektir. İkincisi, bakanın bakışlarını
kendisine çeken, gören bir gözü başkasına bakmak istemeyecek derecede
kendisine bağlayan güzeller anlamındadır. Nitekim Mütenebbi şöyle
demiştir:
"Bir bel ki ona
gözler dikilir, sanki üzerinde göz bebeklerinden bir kuşak teşekkül
eder."
Üçüncüsü, süzgün
bakışları kendi önlerine çevrilmiş; şuraya buraya bakmayan; edeb, haya,
vakar ve nezâketiyle seçkin dilber mânâsına gelir. Nitekim İmru'ul kays
şöyle demiştir:
"O bakışlarını
kendi önüne çevirmiş dilberlerden ki bir karıncanın bakışı, burnunun
üstünde dolaşsa rahatsız eder."
Çokları ilk
mânâyı tercih etmişlerdir. Bazı haberlerde de Hz. Peygamber'in söz
konusu kavrama, kocalarından başkasına bakmazlar diye mânâ verdiği
nakledilmiştir. Âlûsî der ki: "Bazı haberlerde şöyle zikredilir. :
Onlardan her biri kocalarına, "Rabbin izzeti hakkı için ben cennette
senden daha güzelini görmüyorum. Beni sana, seni de bana eş yapan
Allah'a hamdolsun." der.
Tams, esasen
kanamak demektir. Onun içindir ki hayız kanına tams denir. Bu kelime
daha sonra bekâret halinde olan birleşmeye isim olmuştur. Ayrıca mutlak
cinsî yaklaşım anlamı ifade ettiği de söylenmiştir. Buna göre âyetin
mânâsı şöyle olur: Onları kimse kanatmamıştır. Yahut onlara kimse
dokunmamıştır. Hep bekâr kalmışlardır. İyiliğin karşılığı ancak
iyiliktir. Yani güzelliğin karşılığı güzellik, güzel iş yapanın
karşılığı güzel sevaptır. Bundan anlaşılıyor ki (Rahmân, 55/46)
âyetinde yer alan "havf" (korkmak)dan maksad, güzelce amel etmektir.
Zira ihsanda esas olan hadisinde zikredildiği üzere "Sana gereken
Allah'ı, görüyormuşsun gibi ona ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu
görmesen de O seni görüyordur." prensibine uygun hareket etmektir.
Hakim et Tirmizi'nin Nevâdiru'l-Usûl'de, Bağavi'nin tefsirinde,
Deylemi'nin Müsned-i Firdevs'de ve İbnü Neccâr'ın tarihinde Enes'ten
yaptıkları rivayette, Resulullah (s.a.v) âyetini okuyarak, oradakilere:
"Biliyor musunuz Rabbiniz ne buyuruyor? diye sormuş, bunun üzerine
onlar da, "Allah ve Resulü en iyisini bilir." diye cevap vermişler. Hz.
Peygamber (s.a.v) de "O, "Benim kendisine tevhidi nimet olarak verdiğim
kimsenin mükafatı ancak Cennettir, buyuruyor." diye karşılık
vermiştir."
Tevhid, ilim ve
amelden daha umumî olarak düşünülünce bu, yukarıda geçen ihsan
hadisinin içeriğini meydana getirmiş olur. Mamafih âyette iki ihsanı
mânâ itibariyle birleştirmek için daha genel anlamda tefsir edilmiş
olduğu açıkça görülmektedir.
62.
Onların
berilerinde yahut ötelerinde (diğer) iki cennet vardır. İbnü Zeyd'den
yapılan rivayete göre önceki cennetler, mukarrebler (takva ve kullukta
Allah'a yakın olanlar) için bunlar ise, ashab-ı yemin (amel defteri sağ
eline verilenler) içindir. Hasan-ı Basri'ye göre de öncekiler
sahabiler, sonrakiler de tâbiîn içindir. Bu iki görüşe göre de
ikinciler, şeref ve mertebe yönünden öncekilerden aşağıdır ve nın ifade
ettiği anlam da budur. Öncekiler, ikisi de çeşitli olmakla daha derli
toplu ve daha olgun vasıfla vasıflanmıştır. âyeti de, en yüksek olan
ihsan mertebelerini göstermiş olmaktadır. Mamafih bir kısım âlimler de
sonrakilerin vasıflarının daha üstün olduğunu kabul etmişlerdir. Bu
anlayışa göre onların daha ilerisinde demektir.
64.
Yemyeşil.
Müdhâmmetân, müdhâmme'nin tesniyesidir. Müdhâmme, ihmirâr bâbından den
ism-i fâil müennestir. Aslı, dühmeden gelir ki, gece karaltısı ve yağız
at rengi demektir. Nitekim yağız ata edhem denilir. Yağıza yakın tam
koyu yeşile de bu isim verilir ki, burada da aynı mânânın olduğu beyan
edilmektedir. İbnü Abbâs, Mücahid, İbnü Cübeyr, ikrime, Ata, İbnü Ebî
Rebâh ve daha başkaları söz konusu kelimeyi, "hadrâvân" (yemyeşil) diye
tefsir etmişlerdir. Hatta Taberânî ve İbnü Merdûye'nin rivayetlerine
göre, Ebû Eyyûb (r.a.) demiştir ki; "Hz. Peygmber (s.a.v.) 'den âyeti
hakkında sordum, onun hadravân mânâsına geldiğini söyledi."(2) Demek ki
bundan maksat, yeşilliklerin şiddetini beyan etmektir. Lisanımızda biz
bunu, yemyeşil, yahut gömgök şeklinde ifade ederiz.
66.
Onlarda
fışkıran çifte pınarlar vardır. Yahut fıskıyeler, şadırvanlar vardır.
Âyette geçen nadh, suyun fışkırması ve püskürmesidir. Nokta ile nadh
ise, daha kuvvetlice fışkırma halini gösterir ki, burada kelimenin
"hâ"sı noktalıdır. Böyle fışkıran şadırvanlar daha sanatlı ve
cereyandan fazla güzelliğe sahib bulundukları için bazıları bunları
"Akan iki pınar." dan daha övgüye layık ve daha üstün saymışlardır.
68.
"İkisinde
de türlü türlü meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır." Bu
kelimelerdeki tenvin, onları benzeri görülmedik derecede
nekreleştirerek (bilinmez yaparak) üstün kılmaktadır. Fâkiheden sonra
özellikle nahl ile rummân zikri de En'âm Sûresi'nde geçtiği üzere
bunların yemiş olmaktan başka yemek ve ilaç olmak gibi bir
özelliklerinin bulunmasındandır. Hele çekirdeksiz nar bilhassa zikre
şâyândır.
70.
Onların
içinde hayırlı ve faydalı güzeller vardır.
72-75.
Çadırlar
içinde kocalarından başkasına bakmayan hûriler vardır. Yani şurada
burada dolaşan takımdan değil, evlerinin işleriyle meşgul namuslu,
beyaz tenli, kara gözlü seçkin dilberler bulunmaktadır. Hûr, ahver veya
havra'nın çoğuludur ki gözünün beyazı şiddetli beyaz, karası da
şiddetli kara olan âhû gözlüye denilir. Âlûsî der ki: "İbnü Münzir ve
diğerlerinin İbnü Abbas'tan nakline ve Ümmü Seleme'nin Resulullah
(s.a.v)'dan rivayetine göre hûr, "beyaz" mânâsına tefsir edilmiştir."
Ümmü Seleme hadisi sahih kabul edilirse Resulullah (s.a.v)'ın
tefsirinden dönmemek gerekir. Hayme dilimizde çadır diye meşhurdur.
Kâmus tercemesinde hayme, Arap evlerinin yuvarlak olanına denir ki,
işte çadır diye isimlendirilen bu evdir. Bazıları dedi ki, üç yahut
dört direk üzerine kurulup üstü Sümâm denilen otlukla kapatılan ve
havanın sıcağını alta geçirmeyen bir evdir. Yahut mutlaka ağaç
dallarından yapılan eve denir ki, Türkçe'de bu tip evlere salaş adı
verilir. Kısaca ifade etmek gerekirse Araplar'ın kıldan yuvarlak kubbe
tarzında yaptıkları, bazan dikdörtgen biçiminde olan evleridir. Deriden
dahi yapılabilir. İşte bunlara çadır denilir. Ayrıca ağaçtan
yapılanları Türkmen dilinde "alacık", sazlıktan yapılanlara ise "hüg"
ismi verilir. Bu bilinen çadırlar hâlâ yapılmaktadır. Çadırların otak,
şemşiyye, kubbe ve aylak gibi türleri vardır. Fakat burada cennet
çadırlarının inciden olduğu nakledilmiştir. Buharî, Müslim, Tirmizî ve
diğerleri Ebû Mûsa el-Eş'arî'den Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu
nakletmişlerdir. "Çadır, içi boş bir incidir: "Dürretin mücevvefetün"
Gökte boyu altmış mildir. Her köşesinde müminin bir ehli (yakını)
vardır. Diğerleri onları görmezler, mümin bunları dolaşır." Bir
takımlarının da Ebu'd-Derdâ'dan yaptıkları rivayete göre "Hayme, büyük
bir incidir ve inciden yetmiş kapısı mevcuttur." Şüphe yok ki bunlar,
cennet evlerinin sefâsını tasvir etmek için yapılan temsillerden
ibarettir. Râzî de der ki: "Çadırlar içinde kocalarından başkasına
bakmayan hûriler." Sözü, hûrilerin büyüklüklerine işarettir. Çünkü
onlar, yasaklama ve hapsetmek suretiyle bakışlarını kendi kocalarına
çevirmiş değillerdir." Âyet kendileri için hususî çadırlar kurulduğuna
ve üzerlerine örtüler atıldığına işaret etmektedir. Ahşabdan oda gibi
yapılan çadırlar yatak odası, olarak kullanılırlardı. Hatta Araplar,
kıldan yaptıkları evlere çadır ismini verirlerdi. Çünkü bunlar, ikamet
için hazırlanmış çadırlardı. Bunu tesbit ettikten sonra şunu da ifade
edelim ki bu sözü, gayet güzel bir mânâya işaret eder. Şöyle ki:
Cennette mümin bir şeyi elde etmek için harekete ihtiyaç hissetmez,
eşya ona doğru hareket eder. Binaenaleyh o hareket etmeden yiyeceği
içeceği gelir. Arzu ettikleri şeyler, üzerlerinde dolaşırlar. Hûrîler
evlerde bulunurlar, istedikleri vakit müminlere intikalleri çadırlarla
olur. Müminlerin köşkleri vardır, huriler o çadırlardan köşklere
inerler. Râzî'nin gösterdiği bu mânâdaki güzelliği ifade edebilmek için
meâlde çadırı cibinlik olarak terceme etmek zevkimize daha uygun
olacaktır.
76-78.
Dayanmışlardır. Bu kelime, ihtisas üzere mansuptur. Yahut kelâmın
mânâsı ile zamirinden hal olarak, tams edenler (dokunanlar) dayanmış
oldukları halde demektir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus
vardır ki, öncekilerde "Astarları atlastan yataklara yaslanırlar."
hâli, "Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler var." diye
kadınların zikrinden önce söylenmişti. Burada ise "Kocalarından önce
onlara ne insan dokunmuştur, ne de cin." ifadesinden sonra söyleniyor.
Bunun hikmeti konusunda Râzî der ki: "Cennet ehli için yorulmak ve
çabalamak yoktur. Onlar daima nimetler içindedirler. Lakin dünyada
insan çeşit çeşittir. Kimisi ailesiyle cimada bulunur, ihtiyacını
giderdikten sonra da yıkanmak veya işiyle uğraşmak için gider. Kimi de
kazancı peşinde koşar, elde ettikten sonra ailesine döner. Fakat ilk
önce istirahat edip yorgunluğunu dinlendirmek ister. İşte Allah Teâlâ,
cennet ehlinin gerek toplanmadan önce, gerek sonra daima sükun ve
istirahat üzere olup her iki halde de yorgunluktan uzak olduklarını
beyan için birinde ittikâ (sakınma)yı önce zikretmiş birinde de sonraya
bırakmıştır." Yeşil refref, Refref, cins ismi yahut refrefe'nin çoğul
ismi olması itibariyle ahdarın veya hadranın çoğulu olan hudr ile
sıfatlanmıştır. Aslı raf gibi yükseklik ifade eden ref'ten türemiştir.
Bu münasebetle çeşitli mânâlarının olduğu söylenebilir: Perde ve döşeme
yapılan yeşil kumaşa, ince ve nazik kumaşlara, döşeklerin, tahtların,
karyolaların, yaygıların, perdelerin sarkan eteklerine, yere gelen
saçaklarına ve salkım söğüt gibi dalları aşağı doğru sarkan ince ve
nazik ağaca ve çadırların eteklerine, çayırlık ve çimenliğe de refref
denir. Kâmus tercemesinde bundan başka mânâları da vardır. Alûsî şöyle
der: "Hz. Ali, İbnü Abbâs ve Dahhâk onun fuzûl-i mehâbis, yani
yatakların üzerine serilen çarşaf olduğunu naklederken, Cevherî,
yapılan ince kumaş; Hasan-ı Basrî, minder, yaygı ve döşeme olduğunu
ileri sürmektedirler. Refrefin bunlardan başka, Âsım-ı Cahderî'ye göre
yastık gibi üzerine dayanılan şeyler, Cübbâi'ye göre de yüksek döşek
gibi anlamları vardır. Ayrıca tahtlardan sarkan pahalı örtüye de refref
denildiği ileri sürülmektedir. Rağıb, refrefi bahçelere benzeyen bir
nevi mensûcat (dokuma), İbnü Cerir ve diğer bir grup âlim de Sâid b.
Cübeyr'den yaptıkarı rivayete göre onu, cennet bahçesi olarak tavsif
etmektedirler ki, Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas'tan yaptığı rivayet de
böyledir."
Ve güzel
abkarîler ve döşekler üzerine (dayanırlar). Abkarî, esasen abkare
mensup demektir. Ebu's-Suud ve diğer müfessirlerin beyanına göre abkar,
Araplar'ın itikadına göre Çin beldelerinden birinin ismidir ki, onlar
acaip gördükleri her şeyi abkara nisbetle tavsif ederek abkarî derler.
Mu'cemu'l-Büldân'da şu izah vardır: "Abkar, dolu yani buluttan inen
donmuş sudur. Ayrıca abkara, cinlerin sakin olduğu bir yer anlamı da
verilmiştir. Mesela "sanki abkar cinni gibi" denilir. Merrâr-ı Adevî
şöyle demiştir:
Tibrâk ile
Abkar'ın Şessa vadisi arasındaki yurdu tanıdın mı? Tanımadın mı? A'şâ
da şöyle demiş:
Olgunlar ve
gençler olarak Abkar'ın Cinleri gibidirler. İmru'l-Kays:
Kum
taneciklerinin uçuşmaları esnasında çıkardıkları ses, Abkar'da sayılan
bozuk paraların çıkardığı ses gibidir.
Küseyyir:
Sevgili
dostundan dolayı seni bir bakışla ödüllendirdi. Rabbim de seni bundan
dolayı cennetine yaklaştırdı.
Zaman içinde
herhangi bir gün onlara gelirsen fazilet hususunda onları insanlardan
üstün bulursun.
Sanki onlar
Abkar'daki siyah vahşi cinler gibidirler Bir şeye yöneldiklerinde onu
elden kaçırmazlardı.
İzahında
demişlerdir ki abkar, Yemen toprakları içerisindedir. Bu gösterir ki, o
meskun bir yer ve kuyumcuları ile meşhur bir beldedir. Elbette
kuyumcuları olunca diğer insanların da olması gerekmektedir. Galiba bu
harab olmuş eski bir beldedir. Nakışlı kumaşlar, ona nisbet edilirken,
tanınmaz hale gelince bu defa o beldeyi cinne nisbet etmişlerdir. "En
iyisini Allah bilir." Ensâb ilmi bilginleri demişlerdir ki: "Enmâş b.
Errâş b. Amr b. Gavs b. Nebt b. Mâlik b. Zeyd b. Kehlân b. Seb'a b.
Yeşcûb b. Ya'rûb b. Kahtân, Hind binti Mâlik b. Gafik b. Şâhid b. Akk
ile evlenmişti. Hind, Enmâş'dan Eftel denilen Haş'amî'yi doğurdu.
Hind'in vefatı üzerine Enmâş Büceyle binti Sa'b b. Sa'di'l- aşire ile
evlendi. Büceyle de Sa'd'ı doğurdu, ona abkar lakabı verildi, Büceyle
onu dedesi Sa'dü'l-aşîre'nin ismiyle isimlendirmişti. Abkar lakabı da
ona lakab olarak verilmişti. Çünkü O, adada bir yerde abkar denilen bir
dağ üzerinde doğmuştu ki orada alca kumaş yapılırdı. Bir de
Abkar, Yemâme'de bir yer adıdır. Abkar'ı cinn bölgesine nisbet edenler,
Züheyr'in şu sözünü delil olarak ileri sürmüşlerdir.
O cimridir, onun
üzerinde bir Abkar cinni vardır. Onlar (Abkar cinniler) bir gün
istediklerini elde ederlerse yücelmeye layıktırlar.
Bazıları da
demişlerdir ki: "Abkarî'nin aslı, vasfına hırslı bir şekilde rağbet
edilen her şeye sıfattır. Bunun da esası, Abkar'da döşeme ve diğer
nakışların yapılmış olmasıdır. Onun için her iyi şey, Abkar'a nisbet
edilmektedir. Ferrâ, Abkârî'yi tanafisi sihan, yani kalın kumaş diye
tanımlamıştır. Müfredi, abkariyyedir. Mücahid'e göre abkari, dibâc yani
ipek kumaş, katâde'ye göre, zerabi yani halı kilim, Said b. Cübeyr'e
göre ise antika döşeme demektir. Bu rivayetler, akbarî'nin bir yere
nisbet edilmeyip isim olduğunu ortaya koymaktadır. Doğrusunu Allah
bilir. Şimdi bütün bu açıklamalardan sonra "Müdhâmmetân"ın karinesiyle
şöyle özetleyebiliriz. Buna göre refref, o yağız yeşil cennetlerin
çimeni, abkarîler de cennet ehlinin şimdiki durumda sırrını açıklamak
mümkün olmayan güzel elbiseleri olabilir. Görülüyor ki bununla beraber
aynı âyet, otuz bir defa tekrar edilmiştir. Bunlardan sekizi yaratılış
üstünlüklerinin sayılması ve dünya ile ahirete dair hususların
akabinde, yedisi cehennemin ahvaliyle ilgili tenbihlerin peşinde -ki bu
rakam, cehennem kapılarının adedine müsavidir- sekizi de ilk iki
cennetin vasıflarının ardında -ki bu da cennet kapılarının sayısına
eşittir- zikredilmiştir. Bu suretle şuna işaret edilmiş gibidir ki, ilk
sekiz hususa inanıp da gerektirdiği şekilde amel eden kimse, her iki
cennete girmeyi hak etmiş ve cehennemden korunmuş olacaktır. Bu yüzden
söz konusu mübarek sûrede zikredilen, cinn, insan ve hayvanlara bolca
verilen Allah'ın nimetlerini ifade etmek ve her türlü eksiklikten,
kusurdan münezzeh olan Allah'ın adını takdis için sonuç olarak
buyuruluyor ki, (Tebâreke kelimesi hakkında Furkan
Sûresi, 1.âyetinde verilen bilgiye bkz.)
Burada "Büyüklük
ve ikram sahibi."
vasfına en uygun olan tebârekenin yükselme ve yücelik mânâsına
olmasıdır. Bazıları bu sûrede sayılan nimetlerin ardından ona en
münasip olan mânânın hayır ve bereketin çokluğu mânâsı olacağını
söylemişlerdir. Alûsî der ki: "Tebâreke" fiilinin bu anlamda Allah'ın
ismine isnadı uzak değildir. Çünkü onun hürmetine rahmet ve yardım
istenir." Allah'ın ismi, esmâ-i hüsnâsından her birine uygundur.
Bununla beraber özellikle sûrenin başında geçen ismini ilk önce
düşünmek gerekir. Şüphe yok ki, isminin yüksekliğini yüceltme de, daha
evvel zâtının yüksekliğini gösterir. Onun için zü'l-celâl ve'l-ikrâm
vasfı, doğrudan doğruya zâtına cereyan ettirilmiştir. Ancak İbnü Âmir
kırâetinde sıfat ismi olarak "zü" şeklinde okunur. Bunun için bazı
âlimler, ismin "Sonra selam ismi üzerinize olsun." gibi muhkem,
bazıları da müsemmâ mânâsına olduğu kanaatindedirler. İşte ismiyle
başlayan bu Arûs-ı Kur'ân (Kur'ân'ın gelini) böyle celâl ve ikram ile
tamamlanmış bulunuyor ki, bu celâl ve ikramın görüntülerinden biri
olmak üzere "Vâkıa"
Sûresi başlayacaktır.
|
|