|
Elmalı
Tefsiri
1-Bununla
neyi
murad ettiğini Allah bilir. (Bakara ve Yunus Sûreleri'nin baş tarafına
bkz.). Bu sûre hakkında da Abdullah b. Abbas'dan şöyle bir tevil
nakledilmiştir: yani, "Ben Allah'ım, bilirim ve görürüm". Sûrenin
ismine ve bu başlangıcın böylece hece harflerine işaret ettiği kavline
göre, biz burada şu mânâyı izleyelim: Elif, Lâm, Mîm, Ra. İşte bunlar,
(yani bu hece harfleri veya bu sûre) kitabın âyetleridir. Tek başına ve
yalnız olarak ele alındıkları zaman hiçbir anlamı yok gibi sanılan o
harfler, o sesler Allah tarafından kendilerine verilen şekil, düzen,
tertip ve terkip ile anlamlı anlamlı birtakım kelimeler meydana
getirerek hakkın kitabının mânâ ve mazmununa delalet eden ve gizliyi
açığa çıkaran açık deliller, aşikar alâmetler, kesin belgeler olur ve
işte bu harflerden meydana gelmiş olan bu sûre de en mükemmel bir kitap
olan Kur'ân-ı Kerîm'in göklerdeki ve yerdeki ilâhî âyetleri, gafillerin
üzerinden geçip de görmedikleri hak âyetleri gösteren bir kısım
âyetlerdir. Ve Rabbinden sana indirilen bütünüyle haktır. Haktır ve
gerçektir, aslına uygundur, ey Muhammed. Ve lâkin insanların çoğu iman
etmezler. Bunun Allah tarafından indirilmiş hak bir kitap olduğuna
inanmazlar.
2-
Allah O'dur
ki, gökleri direksiz, dayaksız yüceltti. Ne yapmak ve yükseltmek için
iskeleye, ne de manivelaya, ne de dayamak için direk dikmeye muhtaç
olmadan sırf kudretiyle yaptı, yükseltti, kaldırdı ve orada tuttu,
düşmesini önledi. Onları görüyorsunuz. Yani üzerinizde olan gökleri
görüp duruyorsunuz: O büyük gök cisimleri öylece direksiz olarak
duruyorlar, orada dönüp durduklarını da siz görüyorsunuz.
İşte Allah,
onlara böyle direksiz ve dayaksız olarak kendi yörüngelerinde ve o
kadar yükseklerde hareket kabiliyeti verip, size de gösteren kadiri
mutlaktır. Bu mânâda daki zamir "direksiz göklere" racidir. Ve cümle
bir yan cümleciktir. Bazı tefsir âlimleri bunun "amed"e raci ve onun
sıfatı olması ihtimalini de dikkate almışlardır ki, o zaman şöyle demek
olur: Gökleri sizin görebileceğiniz hiçbir direk olmaksızın yükseltti.
Bu mânâya göre göklerin gözle görünmez birtakım direklerle dayanıp
tutulmakta olduğu ihtimaline işaret olunmuş olur. Zira görünen
direklerin bulunmaması, gözle görünmez birtakım direklerin bulunmasına
engel değildir. Fakat görünmez direklerden ne anlaşılabilir? Eğer
bundan Batlamyus Astronomisi'nde ele alındığı gibi, yıldızların
dayandığı görünmeyen bazı cisimler kastolunuyorsa, o zaman asıl o
cisimlerin nereye dayandığı sorusu sorulacak, bu da yine direksiz
anlamına dönüşecektir. Ve eğer bundan itme ve çekme kuvvetleri, sırf
akılla anlaşılabilecek bazı kuvvetler kastolunuyorsa, bunlara amed
(direk) denilebilmesi sırf mecazî anlamda geçerli olabilecek, sonuçta
bu da gerçekte önceki mânâ gibi "direksiz" demek olacak ve yalnızca
kâinatın dengesinde Allah Teâlâ'nın melekutunu ve kudretini anlatmış
olacaktır ki, o zaman "Gökleri yükseltti ve dengeledi..." (Rahmân,
55/7-8 âyetlere bkz).
Bundan dolayı,
asıl mânâ birinci mânâdır. Yani, daki zamir "amede" raci olarak, cümle
sıfat cümlesi değildir; zamir "semavat"a raci olarak bir yan
cümleciktir. Onun için üzerinde vakıf evladır. Burada bir cim secavendi
vardır. Göklerin yükseltilmesi görünmez direklerle değil, gerçekte ve
gözlemde görüldüğü gibi direksiz olarak doğrudan doğruya Allah'ın
kudretine dayalı bulunmaktadır ve kudretin sonsuzluğunu ispat
etmektedir. Bilindiği gibi her cisim, bir hacim ve ağırlık ile boşlukta
bir yer işgal eder. Bir zamanlar fizikçiler, yani cisimlerin
hareketlerinden bahseden ve tabiat felsefesi adı verilen fen ile meşgul
olanlar, cisimlerde biri tabiî (doğal), biri de gayri tabiî olmak üzere
iki ayrı özellikte mekan (hayyiz) düşünürlerdi ki: "Her cismin bizatihi
istediği tabiî bir yeri (hayyizi) vardır ki, kendi haline bırakılan
cisim, oraya gider, durur ve oradan bir başka yere hareketi, ancak
gayri tabiî olan, yani kendi dışından gelen bir kuvvetin etkisi ile ve
ona bağımlı olarak mümkün olur. Ve bir cismin böyle gayri tabiî bir
hayyizde durabilmesi de ancak kendi dışında bir vasıtaya, bir kuvvete
dayanması ile mümkün olabilir. Mesela ağırlığı fazla olan bir cismin
tabiî hayyizi aşağıda, hafif olan bir cismin tabiî hayyizi de
yukarıdadır. Onun için taş suyun dibine iner, hava da suyun üstüne
çıkar. İşte bundan dolayı bir taşın havaya doğru hareketi kasrî, yani
zorlama ile ve güç kullanarak olur; onun havada durması da bir direğe,
bir desteğe dayanmasına ihtiyaç gösterir".
İşte Batlamyus
astronomisini izleyen gökbilimcileri de bu görüşten hareket ederek gök
cisimlerinin çeşitli hareketlerinin birisi kendi tabiî hareketi olsa
bile, diğer hareketlerin kasrî, yani bir dış etkenin zorlaması ile
meydana geldiğini düşünmüşler. Bundan dolayı çeşitli hareketlerin her
biri için ayrı ayrı birer felek tasavvur etmişler ve hareket eden gök
cismini görünmeyen bir felek küresine dayamışlardı. Bu feleğin âlemdeki
ekseni üzere tabiî harekete, etki ettiği gökcisminin tabiî görünen
hareketini meydana getirdiğini, onun bağlı bulunduğu daha üst bir
feleğin, mesela hepsini kuşatmış bulunduğuna inanılan Atlas Feleği'nin
ters yöndeki etkileri de o gökcisminin normal olmayan hareketini
meydana getirdiğini kabul ediyorlardı. Böylece bu nazariyeye göre, bir
tabiî hareket fikri temel alınmış olmakla birlikte, tepemizdeki gök
cisimlerinin yükseklikleri görülmeyen birtakım kürelere dayandırılmış
oluyordu ve bu feleklerin kendi tabiî hayyizlerinde dönüp durdukları ve
bundan dolayı da direğe ihtiyaç duymayacakları savunuluyordu ve bu
durumda hareketlerine de sebep kalmamış olacağından, harekete sebep
olmak üzere de her birinde bir nefis (canlı kişilik) bulunduğu farz
olunuyordu. Ve ancak yer kürenin, hepsinin ortasında bir ana merkez
noktası olduğu, bunun da kendi tabii hayyizinde sabit bulunduğu kabul
olunuyordu.
Ne gariptir ki,
bu görüşe göre, sabit farzedilen yer küre, çeşitli unsurlardan meydana
gelmiş bir "kevn ü fesat" âlemi olduğu halde hareket halinde olan gök
ve gök cisimleri, basit, bozulmaz, yıkılmaz ve yok olmaz sanılıyordu.
Oysa bütün düşüncelerin temelini teşkil eden "tabiî hayyiz" nazariyesi,
çeşitli gök cisimleri ile uzayın bölümleri arasında başka başka birer
çekim merkezi bulunduğunu kabul etmeyi gerekli kılıyordu. Bu ise aklın
yapısına aykırı olan bir çelişki oluyordu. Çünkü içindeki gök
cisimlerinden sarfı nazarla başlı başına bir varlığı bulunduğu kabul
edilmeyen ve nihayet basit ve monoton ve her noktası birbirinin aynı
olduğu düşünülen uzayın her noktası herhangi bir gök cismi için eşit
değerde olması gerekmez miydi? Elbette mutlak mekanın, yaratılıştan
filan tarafı filan cisme, filan tarafı da felanca cisme mahsustur, o
cisim ancak o tarafa meyleder. Veya o taraf kendi özelliğine uygun
düşen cismi kendine çeker demek, basiti bileşikle veya yoğu varla bir
saymak gibi bir çelişki meydana getiriyor. Cisim kavramında yalnızca
genişlik ve boy yeterli görülüp, hayyiz (yer) dahi soyut bir cismi
içine alarak düşünülse yine böyle bir sonuç çıkardı. Velhasıl herhangi
bir cismin mutlak hayyizden bir noktaya yerleştirilmesine ne o cismin,
ne de hayyizin kendi özelliği kâfi gelmezdi. Bu durum da buna bir
tercih edici aramakta akıl açısından zaruret vardır.
Onun için
hareket ve düşme olayını ne cismin, ne de o cismin bulunduğu yerin
(hayyizin) özelliğinde ve yapısında değil, çeşitli cisimler arasında
izafî olarak bir çekim ilişkisine bağlı mülahaza etmek ve bu izafiyeti,
bu ilişkiyi elinde tutan bir büyük kudretin varlığını düşünmek akla
daha uygun olacaktı. Bundan dolayı son devir fizikçileri, "hayyiz-i
tabiî ve "hareket-i tabiîyye" iddialarını reddederek bütün maddede ve
cisimlerde ataleti (durgunluğu) dahi bir tabiat kanunu olarak kabul
ettiler: Her cismin, kendine mahsus yerdeki konumu, hareketi ve
durgunluğu, kendi dışındaki bir etkenin basınç ve etkisine bağlı
olduğuna kanaat getirdiler; cisimlerin ağırlıklarına göre aralarında
bir karşılıklı çekim orantısı bulunduğunu ortaya koydular. Ve bunu
mekanik bilimine temel kabul edip genellikle madde kütleleri arasında
mesafeleri atlatarak etkili olan bir itme ve çekme kuvvetinin varlığını
savundular. Gök cisimlerinin yalnızca bu kuvvet ile birbirlerine
tutunduğuna hükmettiler. Astronomiyi de bu nazariye üzerine ele almaya
başladılar ki, gökyüzü mekaniğinin bu şekilde açıklanması "Gökleri
direksiz olarak yükseltti..." âyetinin anlamına her iki mânâ açısından
da uygun düşmektedir: Buna, hem gördüğünüz gibi direksiz, demek doğru
olur; hem de bu ağırlıkları karşılıklı olarak dengeleyen direklerin
hizmetini görmesi bakımından "görünmez direkler" demek doğru olur.
Ancak bu konuda birkaç önemli noktayı dikkatten kaçırmamak da
gereklidir:
Birincisi; çekim
kuvveti, madde ile olan ilişkisi açısından maddî bir kuvvet gibi ele
alınırsa da bağlı olduğu madde kütlesinin bulunduğu yerden çok uzak
mesafelere kadar ilgili olması bakımından, haddi zatında kuvvetin
maddeden soyutlanıp ayrıcalık kazanmasına pek güzel bir misal olacak
makul bir olay demektir. Biz bunu ancak ağırlıklar arasındaki müvazene
nisbetiyle ele alabiliriz. Nitekim Rahmân Sûresi'nde "ve mizan koydu"
buyurulması bunu açıklar. Büyük bir ağırlığın küçük bir ağırlığı genel
olarak çekimi demek olan bu mizana bağlı olmakla beraber, şunda da
şüphe yoktur ki, mesela yerkürenin ayı çekim alanı içinde tutması,
güneşin de yer küreyi çekip yörüngesinde tutması, bir direk üzerindeki
lüks lambasının direğe dayanması gibi yalnızca maddî açıdan görülen bir
kuvvet değildir. İki kütle arasında uzaktan uzağa aklen ele alınan bir
denge orantısıdır ki, biz bunu bir kanuna bağlamadan tasavvur
edemediğimiz için konuyu taraf durumunda olan kütlelere izafe ederek
ele alırız. Yoksa bir çekim kuvveti tasavvuru gerekçe bir melek
tasavvurundan bambaşka bir şey değildir.
İkincisi, atalet
ve çekim kanunları ile ele alınan gök cisimlerinin mekanik ilişkiler
içinde oluşu, her şeyden önce bize şunu anlatır ki; uzaydaki düzende
gök cisimlerinden her birinin konumu ve hareketi kendi dışından gelen
bir basınca ve etkiye bağlıdır. Hiç birinin hareket kaynağı kendisinde
değildir. Yani tabiî değildir. Hiç şüphe yok ki, her biri kendi
dışından etkilenen zerrelerin ve kürelerin hepsi de böyledir. Bütünün
hareketi de zaruri olarak hepsinin üstünde bir etkileyiciye bağlıdır.
Binaenaleyh kâinat makinasının yaratıcısı, yapıcısı ve harekete
geçiricisi tabiat âlemi denilen bu makinanın kendisinde değildir, onun
üstündedir. Ve genel çekim kanunu denilen söz konusu denge kanunu da
ancak o yaratıcının bir kudretidir. Göklere direksiz yükseklik veren
O'dur.
Bunu daha açık
olarak anlamak için:
Üçüncüsü, şüphe
yok ki, güneş gibi bir madde kütlesinden bir çekme ve itme kuvveti
şeklinde herhangi bir kuvvetin yayılması ve uzaktaki bir başka kütleye
etki etmesi bir faaliyettir. Maddenin tabiatında mevcut olan "atalet"
ise bunun tam zıddıdır. Demek ki, maddeye böyle bir faaliyetle etki
gücü verilmesi, kendi özünden değil, kendi dışından verilen bir
özelliktir. Ve işte ona bunu veren Allah'dır. "O Allah ki, gökleri
direksiz yükseltmiştir."
Dördüncüsü, ne
kadar dikkat çekicidir ki, âyette göklerin direksiz yükseltildiği
mekanik olgudan ilâhî kudrete bir delil gösterildikten sonra, bir de
"görüyorsunuz, gördüğünüz gibi" buyurulmuştur. Gerek halkın sıradan
temaşa ve gözlemlerinde, gerek fen ehlinin ve uzmanların
rasathanelerden ve dev aletlerle yaptıkları gözlemlerin hepsini içine
alan bu "rüyet" fiilinin, bu "görüyorsunuz veya görüp duruyorsunuz"
cümlesinin burada belağatlı bir tembihi ifade ettiği açıkça ortadadır.
Bununla uzayı gözleyip, araştırmak için vahiy gözetmiyerek rasat ve
rüyetin esas alınması hususuna da ayrıca tenbih olunmuştur. Kâinatın
mekanik özelliği karşılığında bir de ruh ve şuur olayları bulunduğuna
dikkat çekilerek afak ile enfüs arasındaki ilişkiler hatırlatılmış ve
binaenaleyh Hakk'ın varlığına şahitlik eden delillerin yalnızca mekanik
ilişkilerdeki sırlarla değil, asıl bu ruhsal ilişkiler ile tecelli
edeceği anlatılmış ve "sonra arş üzerine hakim oldu " kavramına bir
giriş olmak üzere, kudret-i ilâhiyyenin afak (dışta) ve enfüsteki
(içteki) etki alanı üzerinde düşündürmek için bir hazırlık yapılmıştır.
Beşincisi,
burada gökleri gözlemlememiz konusuyla ilgili olarak bazı açıklamalarda
bulunmamız gerekirse de, ilerdeki sûrelerde daha buna benzer birçok
âyetler geleceği için, burada sözü daha fazla uzatmamak için inşallah o
bilgileri de oralarda sunmaya çalışacağız. Şimdilik şu kadar söyleyelim
ki, gözlem açısından kâinatın merkezi daima kendimiz, kendi
nefsimizdir. Üzerimizde görüşümüzü çepçevre kuşatan bir gökyüzü vardır.
Bunun her noktasından baktığımızda gözlerimize birer yarım küre
şeklinde görülür de mekanik merkez neresi olursa olsun gözlem merkezi
kendimiz oluruz. Kubbe şeklinde gördüğümüz gökyüzü de "dünya seması"nı
oluşturur. Göklerin mekanik çekim ilişkileri ne kadar akılları hayrete
düşürecek boyutlarda ise, "optique" denilen ışık ve ışın dalgaları
arasındaki ilişkiler de o kadar, belki daha ziyade hayret verecek bir
hadisedir.
Velhasıl Allah
bunları öyle direksiz yükseltti ve gördüğünüz şekli verdi. Sonra da arş
üzerine istiva eyledi, taht üzerine kuruldu, yarattıktan sonra da
hepsinin üzerine hükümran oldu, onları hakimiyeti altına aldı ve onlar
üzerine hükmünü icraya başladı. (Araf Sûresi âyet 54 ve Yunus
Sûresi
âyet 3'e bkz). Güneşi ve ayı teshir etti, kuvvet ve kudreti
altına aldı
ve emrine müsahhar kıldı, emrine boyun eğdirdi. Diğer âyetlerde
"Yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir" (Araf:54
ve Nahl:12) buyurulduğu için bütün yıldızlar, yani bütün gökcisimleri
de
O'nun emrine inkiyad etmiş haldeler. Binaenaleyh burada güneşle aydan
söz edilmesi, tahsis için değil, yeryüzünden bakanlar için görünüşte
ilk göze çarpan önemli iki gök cismi olmalarından dolayıdır. En çok
göze batan ve en büyük gibi görünen bu ikisini emri altına alınca
öbürlerinin de ilâhî emre boyun eğmiş oldukları kendiliğinden
anlaşılır. Nitekim hepsini içine alacak şekilde buyuruluyor ki, her
biri, yani o göklerin her bir bölümü, gerek güneşle ay, gerek
yıldızlardan her biri ve sonuç olarak hepsi belli bir ecel için akıp
gitmektedir. Allah katında belli olan bir süre için akıp gidiyor.
Gökyüzündeki cisimlerden hiçbiri kendi görevinden ve ilâhî emrin gereği
olan hareketten bir saniye bile boş durmuyor. Hepsi kendine mahsus bir
program ve düzen içinde kendi yörüngesinde yüzüyor ve akıyor. Yolunu
şaşırmadan belli bir hedefe doğru zaman içinde yol alıp gidiyor ve
birbirine çarpmadan hareket ediyor. Fakat bu zaman sonsuza dek
değildir, belli bir süreye kadardır. Her birinin belli bir eceli vardır
ki, o ecel gelince o hareket duracaktır. Zaman gelecek ki, "güneş (bir
sis bulutu gibi) tekvir olunacak" (Tekvîr:1), "Yıldızlar bulanacak,
kararıp solacak". (Tekvir:2) "Gök parça parça yarılacak" (İnşikak:1)
ve "Bir kağıt tomarı gibi dürülecek" (Enbiya:104), "ay ve
güneş bir araya getirilip toplanacak" (Kıyamet:9).
İşte
gökcisimlerinden her biri böyle birer belli ecele doğru akıp
gitmektedir. Allah bunları işte böyle emrine boyun eğdirmiş ve arş
üzerine kurulmuştur. Hepsinin üzerinde mutlak hükümran olarak emri
tedbir ediyor, işi bizzat kendisi yönetiyor. Yaratmış olduğu
varlıkların her biriyle ilgili fonksiyonu ve görevi bizzat kendisi
tayin ediyor ve hepsinin bir bütün olarak ahenk ve uyum içinde hareket
etmesini sağlıyor. Varlıkların meydana çıkmasına, onların zuhura
gelmesine karar verdiği gibi, onların görevleri ve ömürleri üzerinde de
kendisi hükümran oluyor, Ve âyetleri ayrıntılı olarak açıklıyor. Sonsuz
kudretine ve yüce hikmetine şahitlik eden delilleri, alâmetleri,
işaretleri, kâinatı ilk yarattığı şeklinde olduğu gibi toplu halde ve
tek düze oluşlar ve basit atomlar halinde bırakmıyor, onları çeşitli
bileşikler ve değişik maddeler halinde çok çeşitli ve farklı
özelliklere sahip varlıklar ve canlılar haline getiriyor. Tıpkı
Elif-Lâm-Ra gibi tek tek harflerden mânâlı kelimeler, onlardan da
hikmetli cümleler, ibretli âyetler ve muhkem kitaplar meydana getirdiği
gibi ilk yaratılışta hece harfleri durumunda olan atomlardan,
moleküller, onlardan da çeşitli özellikte değişik maddeler ve zengin
bir kâinat yaratıyor. Allah kitabını âyet âyet indirdiği gibi, çeşitli
hadiseleri, değişik tabiat olaylarını ve sosyal gelişmeleri de bir
düzen içinde aşama aşama meydana getiriyor, onları nevilendirip
çoğaltıyor ki, siz Rabbinizin huzurundaki kavuşmaya yakîn hasıl
edesiniz, şüpheden uzak olarak inanasınız. Yakînen bilesiniz ki, bir
gün olup o yıldızlar gibi, sizin de eceliniz gelecek, bu günkü
hareketiniz sona erecek, yaptıklarınızın cezasını çekmek üzere, ister
istemez Rabbinizin huzuruna varacaksınız.
Allah'ın, kendi
âyetlerini tafsil edişine ve tabiatler üzerindeki tasarrufuna bir örnek
olmak üzere yeryüzünde en belli olan şu âyetlere bakınız.
3- Ve
O, yani
Allah O'dur ki, yeri meddetti, kudretiyle çekti, uzattı, ona kendine
mahsus bir uzaklık verdi.
"Göklerle yer
bitişik idiler de biz onları birbirinden ayırdık" (Enbiya, 21/30) âyeti
uyarınca göklerden yeri ayırıp onu onların içinden çekip alması,
özellikle ona bir en ve boy ihsan ederek onu enine boyuna uzatıp
sündürmesi, ona bir hacim ve yüzey verip onu genişletmesi, bilhasa
yeryüzünde yaşayanlar açısından son derece büyük bir nimettir. İşte
Allah, yeryüzünü bir ucundan bir ucu görünmeyecek şekilde genişletti,
yaydı ve döşedi. Yerin meddi, çekilip uzatılması kavramı, hem göklerden
çekilip ayrı bir özelliğe kavuşturulmasını, hem de yerin yapısındaki
esnekliği ve çekilip genişlemeye müsait olan özelliğini ifade eder. Ve
bir yüzeyin basit ve pürüssüz, yani yumurta gibi girintisiz çıkıntısız
olması, onun yuvarlak ve kürevî olmasına engel değildir. Buradaki
"çekip uzattı" ifadesinden onun dümdüz ve düzlem şeklinde bir yüzey
olması gerektiği anlamı çıkarılmayacağı da unutulmamalıdır.
Her madde
değilse bile her cisim kendine mahus bir uzamaya sahiptir ki, cisim
oluşu o genleşme ile anlaşılır. Nitekim cisimlerin ölçülmesi ilmi demek
olan hendese (geometri) ilminde her cisim üç boyut içinde ele alınır.
Basit cisimler ya da tabiî (doğal) cisimler adı verilen maddî cisimler
de onun belli bir boyutu bulunması ile ancak varlık kazanabilir. Mesela
ışık dalga boyu ile benzerlerinden ayırt edilir. Ve o maddeye o boyutu
veren kim ise onu meddeden ve yaratan O'dur. Yeryüzü de insanların
boyut ve uzaklık kavramını elde etmelerinde, bunu hissedip
tanımalarında önemli rol oynayan maddî bir cisimdir ki, kendine mahsus
bir uzaması ile temayüz etmiş bulunmaktadır. İşte yer küreye bu uzama
miktarını tayin ve tahsis eden ve onu güneş sistemi içinde güneşe ve
öbür gezegenlere belli uzaklıkta bir yere yerleştiren ve bu sayede ona
öbürlerinden farklı birtakım özellikler kazandıran Allah'dır. Zira
akılla ve tecrübeyle bilinmektedir ki, yer kürenin maddesi çeşitli
şekil ve uzaklığı almaya müsait iken, ona bulunduğu bu şekli ve bu
mesafeyi ihsan eden olsa olsa Allah'dır. Genel olarak madde mutlaka bir
boyut kazanmaya mecbur olsa bile içinde bulunduğu bu şekli alması ve bu
mesafeye yerleştirilmesi için buna kendi gücü, yani, maddenin
tabiatındaki özellikler yetmez.
Çünkü yok,
kendini var edemez. Yeryüzünün hiçbir sebep ve müsebbip yokken kendi
kendini var etmesi ve en mükemmel bir konumu elde etmesi mümkün
olmadığı gibi, diğer gök cisimlerinin, böyle bir madde üretip ona bu
özellikleri kazandırmaya da gücü yetmez. Çünkü herhangi bir tabiatın
kendini nakzetmesi çelişki olur. Ve onun içindir ki, tevellüd bizatihi
batıldır. Gökyüzü genel dengede kendisine bağlı olan yeryüzünü
tabiatiyle kendisinden ayırıp fırlatamaz. Yeryüzünün teşekkülü için ne
kadar çok ve çeşitli sebep düşünülürse düşünülsün, yer kürenin belli
bir ölçü ile öbürlerinden ayrılıp çekilmesi, her şeyden önce tabiatın
kanunu olan tekdüzenliği ve konumunu korumayı altüst eden bir olaydır.
Bu da bu değişikliği meydana getiren bir faili muhtarın yaratıcı
kudretine bağlıdır. Ayrıca âyetteki ifadenin siyakına göre, yerkürenin
durumu ayrılış konumunda zikrolunmuştur. Demek ki, yerkürenin
yaratılışı bu ayrışma aşamasında meydana gelmiştir. Yani yer kürenin
ana maddesi, ilk yaratılış olayında topluca yaratılmış olan o ilk
maddeden veya ilkel cisimlerden veyahut gök cisimlerinin yapısından
ayrılıp ayrıcalık kazandırılarak meddedilmiş (uzatılmış)tir. Bundan
dolayı kâinata yepyeni ve değişik bir cisim olarak ilave edilmiş olan
yerküre, üzerinde yaşayanlara göre bir başlangıç olmakla beraber,
kendisinden önce yaratılmış olan gökcisimlerine göre bir ayrıntı
durumundadır. Fakat iş yalnızca tabiata bağlı kalsa idi, tali derecede
ve bir uzantı durumunda bulunan yerküre kendisinden önce yaratılmış
olan o öncekilerden farklılaşarak yeni bir yaratılış özelliğine sahip
olarak teşekkül edemezdi. Mesela Laplas nazariyesinde söylenildiği
gibi, yerkürenin güneşten koptuğunu düşünelim: Gerek ilk maddeye
verilen çekme ve itme kuvveti açısından, gerek güneşin merkezkaç
kuvveti açısından, gerekse bütün gök cisimlerinin karşılıklı çekme ve
itme kuvvetleri açısından ele alınsın, zaman ve mekanda belli bir
ölçüde yerkürenin kendine mahsus özelliklerle teşekkülünü gerektirmek
(determine) için bunların, o an için elbirliği edip yerküreyi meydana
getirebilmeleri konusunda tabiatüstü bir kudretin özel bir emrinin
bulunması zarureti vardır. Yoksa ilk yaratılıştan beri sürüp gelen
şartların hiç değişmemesi gerekirdi. Buna tekamül, gelişme veya değişme
adı vermekle mesele çözülmüş olmaz. Zira gelişme veya değişme dahi
durup dururken kendiliğinden meydana gelmez, o değişikliği gerekli
kılacak bir sebep bulunması gerekir. Herhangi bir şeyin bir andan bir
ana veya milyarlarca seneden sonra uğradığı değişme ve gelişmeyi
tabiata mal etmek, "tabiat kendi kendini değiştirdi" demektir. Bu da
tabiat farzedilen şeyin tabiat olmadığını itiraf etmektir. Çünkü
tabiat, tabiat olması bakımından ancak değişmezlik özelliğiyle tasavvur
olunabilir. Ve bundan dolayıdır ki, "tabiatın kanunları değişmez"
denilir. Oysa tabiatte değişme ve gelişme, çoğalma ve nevilere ayrılma
hep birer oldu bitti ile meydana gelir. O halde ilk yaratılış olayında
olduğu gibi, tabiatta meydana gelen değişme ve gelişmelerin her
aşamasında o değişmeyi gerektiren sebep, tabiatın kendisi değil, tabiat
üzerinde etkili olan ilâhî bir etki ve iradedir ki, tabiatleri hem icad
ediyor, hem de ayrıştırıyor. Böylece daha önce ortada olmayan
tabiatler, onun sayesinde var oluyor. Kendi halinde kalsa, ataletten ve
yeknesaklıktan kopamayacak olan o tabiatler, değişme ve gelişme
kanununa bağlı olarak değişiyor ve tekamül ederek başkalaşıyor, başka
bir tabiat da olabiliyor.
Göklerde sayısız
özelliklerle birbirinden ayrılan ve direksiz olarak yörüngelerinde akıp
giden o gökcisimleri karşılığında bir kısım madde de bir özel çekim ile
meddolunmuş, yerküre olarak başka yörünge ve başka bir akım alanı
kazanmış bulunuyor. Allah'ın emri ve ayrıştırması olmasaydı, ilâhî
irade böyle olmasını istememiş olsaydı, yerkürenin maddesi atalet
kanununun dışına nasıl çıkabilirdi? Güneşin merkezkaç kuvvetinin
karşıtı olan çekim kuvvetine sırf kendi gücü ile nasıl başa
çıkabilirdi. Veya çevredeki hangi kuvvet önceki mevcut dengeyi bozar da
yerin maddesini güneşten koparıp da fırlatır atardı ve böylece yeni bir
dengenin meydana gelmesini sağlardı? Ya da bilgisi ve iradesi
bulunmayan hangi kimyager, o kaynayan güneş potasından bir parça alır,
diğer bir kalıba döker, soğutur da canlılara beşik vazifesi görecek
olan yer kabuğunu imal edebilirdi? Güneşte veya diğer bir gökcisminde
yerin hammaddesi bu kadardan mı ibarettir. Daha fazla veya daha az
olmayıp şimdiki özel ölçüsü kadarını ayıran ve onu saflaştıran yetkili
kim veya ne idi?
Ayrıca çeken ve
iten kuvvete göre, yerküreyi doğuya doğru dönmesi ile batıya doğru
dönmesi arasında hiç fark olmaması gerekirken, onu doğuya doğru
döndüren ve böyle dönmesini tercih eden sebep veya amil ne idi? İlh...
Yeni yeni
tabiatler yaratan ve onlara başka başka özellikler ve yönler kazandıran
bütün değişmeler ve gelişmeler, hatta baştan sona bütün varoluşlar ve
olaylar hep Allah Teâlâ'nın ilim, irade, kudret ve kuvvetini gösteren
âyetler, açık seçik belgeler ve kanıtlardır. İşte kâfirler bunların
üzerine uğrarlar, bunlarla göz göze gelirler de yine de yüz çevirir
geçerler.
Tabiatın her
değişikliği bir değiştiriciye bağlı olduğu için, her olayın meydana
gelişi, Allah'ın varlığına bir delil teşkil ederse de ilâhî iradenin
arş üzerine istivası söz konusu olduğunda, yani tabiatı bir tekdüzelik
ve değişmezlik şekline soktuktan sonra, benzer şart ve sebeplerde
benzer olayların meydana gelmesi, sonradan olanın, öncekinin tabiatını
ve izlerini taşıması şeklinde tabiat olayları, sebep sonuç ilkişkisine
bağlı ve zincirleme oluşlar olarak akıp gitmektedir. Bu akış, içinde
kesintisiz gizli sebepler bulunduğu ihtimalini düşündürür. Fakat
tekdüze ve alışılmış olmayan harikulade olayların tabiate nisbet
edilmesi söz konusu olmadığından ender görülen olağanüstü bir olayın
doğrudan doğruya bir ilâhî âyet, bir mucize olduğu açıkça belli olur.
Bundan dolayıdır ki, insanların çoğu Allah'ı ancak böyle olağanüstü
olaylar karşısında hatırlar. Bu hikmete dayalı olarak burada da avam
veya havas herkesin, normal, alışılmış ve tekdüzelik anlamı ifade eden
tabiat kanununa aykırı olduğunda açıktan açığa görüp anlıyabileceği
benzersiz bir yaratılış olayı misal gösterilmiştir ki, bu da yerkürenin
meddidir. Zira yerküreyi yayıp döşeyen sanat gerçekten başlı başına ve
benzersiz bir sanat olayıdır. Ve işte Allah bunu yapandır. O Allah ki,
yeri yaydı, döşedi. Ayrıca Ve onda sabit ve ağır dağlar ve ırmaklar da
yaptı. Yani yeryüzüne değişik özellikler kazandırdı. Onda farklı
yeryüzü şekilleri yarattı. Dağlar ve nehirler birbirine zıt özellikte
iki tabiat olayıdır. Böylece yerkürenin yüzeyi, denizlerde olduğu gibi,
ilk yaratılış şeklindeki sadeliğini korumadı: Dağlar ve dereler,
vadiler ve ovalar, irili ufaklı tepeleriyle inişli yokuşlu, girintili
çıkıntılı, kıraç, münbit, katı ve yumuşak yapısıyla değişik şekiller
kazandı. Halbuki yerküre ilk yaratılış şekliyle kendi haline bırakılsa
idi, ilk meddindeki gibi, tekdüzelik yapısını koruyacak idi ve öyle
olması gerekirdi. Nitekim bütün gökcisimleri milyarca senedir o ilk
şekillerini korumaktadırlar. Bunlar arasında yerküre hayat olayına
elverişli olan biricik ve müstesna yerini korumaktadır. Nehirler ve
dağlar işte bu iki zıt karakter bir tek tabiatten nasıl doğabilirdi?
Doğdu, çünkü Allah bunları ayırdı meyvelerin hepsinden onda
(yeryüzünde) iki çift eş de yaptı.
Zevceyn: Yani
iki zevc, erkek ve dişi gibi iki ayrı cinsten meydana gelmiş çift
demektir. Bunun bir de ayrıca "isneyn" diye "iki" sayısıyla
sıfatlanması tekid veya ikişer ikişer anlamına tevzi için olduğu
söyleniyorsa da bunun bir bölünme olması daha açıktır. Şöyle ki:
Her meyvenin
çiçeğinde hayvanların erkek ve dişisi durumunda bir çift eş vardır ki,
o meyve işte bunların çiftleşmesinden ve döllenmesinden meydana gelir.
Nitekim "Bir de ilkah edici rüzgarlar gönderdik" (Hicr:22)
buyurulmuştur. Sonra bu zevceyn de ayrıca iki kısımdır: Bir kısmı
erkeği başka kaynakta, dişisi başka kaynakta olmak üzere ayrı ayrı iki
ağaçta bulunur. Mesela incirin erkeği başka ağaçta, dişisi başka ağaçta
olur. Bir kısmı da hem erkeği, hem dişisi aynı çiçekte bulunur. Çiçek
erkekli ve dişili bir hünsa şeklinde açar ve döllenmeyi kendi bünyesi
içinde yapar, çoğunlukla çiçekler böyledir. İşte zevceyn tabiri ile her
meyvede çiftleşen genel olarak erkekli dişili çiçekler kastedilmiş,
isneyn tabiri ile de bunların iki çeşit olduğu ifade buyurulmuştur.
Hurma ve incir gibi bazı meyvelerin erkeği, dişisi bulunduğu ve meyve
hasıl olması için bunların telkihi, yani döllenmesi gerektiği
ötedenberi bilinen bir olay, olduğu halde öteki çiçeklerin de erkekli
ve dişili olarak bu döllenmeyi kendi bünyesi içinde yaptığı gerçeği
yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Son zamanlarda mikroskopların icadı
ile bitkilerin fizyolojisi tetkik edildikten sonra ortaya çıkan ve
anlaşılan bir meseledir. Onun için eski devirlerdeki tefsir âlimlerinin
bu âyetle ilgili olarak ortaya koydukları görüş ve açıklamalar ibham
(müphemlik)dan uzak değildir: Bunu iki sınıf veya iki zıt anlama irca
ederek has ve âmm gibi tefsire çalışmışlar; incir ve hurma gibi, öteki
bütün meyvelerde de baba ve ana durumunda bir erkek ve dişi bulunduğunu
genellikle hesaba katamamışlar. Bununla beraber Keşşaf ve Fahruddin
Razi'nin ifadelerinde bu anlama yakın bir incelik vardır. Özellikle
Razi, bunu insanın yaratılış olayındaki Âdem ile Havva'nın durumuna
benzeterek bütün ağaçlara ve bitkilere şamil olacak şekilde
genelleştirmiştir ki, bu doğrudan doğruya âyetin kendi anlamından
çıkarılan bir sonuçtur. Şu halde biz bugünkü nebatat (botanik) ilminin
şahitliği ile anlıyoruz ki, bu âyetin bu cümlesinde başlıbaşına bir
ilmî mucize vardır. Bu gerçeğin bin bu kadar sene önce Kur'ân'da haber
verilmiş olması, Kur'ân'ın Allah kitabı, bunu getirenin de hak
peygamber olduğuna doğrudan ve apaçık bir delil teşkil eder. "İşte
bunlar sana kitabın âyetleridir ve sana Rabbinden indirilen haktır..."
(Rad:1).
Şimdi düşünmeli ki, yeryüzünde ne kadar farklı ve çeşitli
meyveler vardır. Hepsi aynı gökkubbe altında ve aynı yerde oldukları
halde her türü başka bir yaratılışta olan ve birbirine zıt birtakım
özellikleri bulunan bu meyvelerin tamamının ortaya koymuş olduğu bu
farklılık ve çeşitlilik, elbette yalnızca toprağın tabiatına
bağlanamaz. Bununla beraber bu meyvelerden her biri kendi türüne ve
kendi tohumunun tabiatına bağlanamayacaktır. Zira her meyve, her şeyden
önce iki ayrı yaratılışta olan erkekli ve dişili bir döllenmeye
muhtaçtır. Bu birleşme meydana geldikten ve ilkah (döllenme)
sağlandıktan sonraki aşamalar tekdüze bir tabiat kanunu gibi ele alınsa
bile yine de görülecektir ki, her meyvenin ilk iki eşi ile toprağın
tabiatı arasında hiçbir ilişki yoktur. Yerkürenin diğer gökcisimleri
arasından çekilip alınması (meddolunması) zamanındaki durumu şöyle
dursun, dağlar ve nehirler yaratıldıktan sonra bile toprağın katı
tabiatı, bu çeşitli meyvelerin özel hayatlarından ne kadar uzaktır.
Yerin maddesi ilk aldığı tabiatından kendi kendine veya herhangi bir
tabiatın icabı olarak bu kadar çeşitli değişimleri göstererek, bu
varyeteleri yapacak, bu meyveleri verecek derecede ayrışımlar
gösterebilir mi? Şu haliyle bütün meyvelere bu değişik tatları toprak
veriyor demek çelişki olmaz mı? Doğrusu tabiat açısından düşünüldüğü
zaman, Pastör'ün de dediği gibi, her canlının ancak kendi tohumundan
üremiş olması gerekir. Yeryüzünde ilk erkekli dişili hücre tohumunun
meydana gelmesi ve bunların çeşitli özellikler ve farklılaşmalar
kazanması meselesi ise tabiatüstü bir sanat harikasıdır. Tabiatın
ıstıfa (seleksiyon) ve tekamülü, bir gerçek ise de bir tabiat eseri
değildir. Ancak ve ancak fâil-i muhtar olan bir yüce yaratıcının irade
ve sanatının eseridir. Herhangi bir şeyde tabiî, yani kendi kendine bir
ıstıfa veya tekamül bulunduğunu farzetmek, yok olanın var olana illet
ve sebep olduğunu farzetmektir ki, katıksız bir çelişkidir. İşte Allah,
o hikmetli yaratıcıdır ki, yeri meddetmiş ve onun üzerinde dağları,
nehirleri ve bütün meyvelerin temeli olan çiftleri, tabiat üstü bir
yaratışla ikişer ikişer yaratmış, böylece kudretine delil olacak
âyetleri ayrıntılarıyla ortaya koymuş ve koymaktadır. Öyle ki, şimdi
bile hiçbir şeyi kendi tabiatına bırakmıyor. Geceyi gündüze bürüyüp
duruyor. (Araf Sûresi: 54 âyetine bakınız).
Hiç şüphe yok ki
düşünecek olan bir kavim için bunda, (bu meddetme, döllenme ve bürüme
olaylarının her birinde) birçok âyetler vardır. Düşünen kişi ve
toplumlar bunlarda Allah Teâlâ'nın eşsiz kudretine ve tabiat üzerindeki
hakimiyetine ve binaenaleyh mebde ve meâda dair çok, pek çok deliller
bulabilirler. Lâkin insanların çoğu bu gibi konular üzerinde
düşünmezler, böyle şeylere kafa yormazlar. Bununla beraber o kadar
uzağa gitmeye ve ince düşünmeye de lüzum yoktur.
4- Yeryüzünde
birbirine komşu olan kıtalar da vardır, birbirine yakın veya bitişik
oldukları halde durumları ve özellikleri birbirine benzemez. İklimleri
ve yeryüzü şekilleri ne kadar farklı farklıdır. Şurası çorak, burası
münbit ve verimli; şurası düz, orası engebeli ilh... Tabiat kendi
üzerinde hükümran olsa bütün bunlar olabilir mi? Ve türlü türlü üzüm
bahçeleri ve ekinler ve hurmalıklar vardır ki, çatallı ve çatalsız
bunların hepsi bir tek sudan sulanır. Yani tabiat şartları ve sebepleri
hepsinde eşittir. Böyle iken Biz onların yemişlerinde bazısını diğerine
üstün kılarız. Üzüm üzüme, hurma hurmaya benzemez. Bir ağaçta, aynı
dalda yanyana biten iki yemişin biri öbüründen daha lezzetli olur.
Demek ki, tabiat ilâhî kudretin etkisi ile şimdi de değişip
durmaktadır. Ve bu herkesin yakından görüp anlayabileceği bir delildir.
Hiç şüphesiz
bunda, yani yaratılışın tek kaynaktan doğmuş ve tek tabiat maddesi
olmuş olmakla birlikte, bugünkü ayrıntılı hale gelmiş ve çeşitlilik
kazanmış olmasında aklı olan bir kavim için elbette birçok âyetler
vardır. Aklı olan ve aklını iyi kullanan, aklın gereklerini yerine
getiren kişiler veya toplumlar herhalde aslı tek tip, tekdüze olan bu
tabiat üzerinde bu kadar yenilikleri ve değişiklikleri yapıp duran
yaratıcı kudretin ilk baştan olduğu gibi, yeni baştan yaratmaya da
kadir olduğunu anlar ve Allah huzurunda toplanmanın bir gerçek olduğuna
yakîn hasıl ederler. (En'âm Sûresi'nde "Şüphesiz ki Allah, taneleri ve
çekirdekleri yaratandır." âyet 95 ve devamı
olan âyetlere bakınız). İşte
bunları anlamayanların ya akılları yoktur, ya da akıllarını kullanmayıp
kendi heva ve hevesleri peşinde koşarlar.
5- Ve ey
okuyucu, ey muhatap, şayet sen teaccüp edersen, bir şeye şaşıp kalacak
olursan işte asıl şaşılacak şey, asıl acaip bulunacak şey onların,
(yani o inkârcıların) şu sözleridir: Biz çürüyüp toprak haline
geldiğimiz vakitte mi gerçekten yeni bir yaratılış içinde bulunacağız?
Yani bunca âyetler karşısında onların işte böyle diyerek ahireti inkâr
etmeleri, asıl şaşılacak şeydir. Yeniden yaratılış şaşılacak acaip bir
şey değildir, asıl şaşılacak olan şey, onu inkâr etmektir. Âlemdeki bu
kadar değişme ve yenilenmeyi ve bu değişikliklerdeki akışı görüp
dururken Allah'ın kudretinden yeni bir yaratmayı, diriltmeyi ve meâdı
akıl dışıymış, olamazmış, gibi görmek cidden çok tuhaf bir düşünce
tarzıdır. İşte bunun kadar tuhaf ve anlamsız bir şey yoktur. İşte
bunlar öyle kimselerdir ki, Rablerini inkâr etmiş ve kâfir olmuş
kimselerdir. Yani ahireti inkâr etmek Allah'a küfretmektir. Çünkü
Allah'ın kudretini, ilmini, rablığını ve vahyinin doğruluğunu inkâr
etmenin sonucudur. Bunlar bu dünyada kendilerine hayat ve irade veren
Allah Teâlâ'yı ne yaptığını bilmeyen veya yaptığını zorunlu olarak
yapan bir tabiatten ibaret sanarak, O'nun rablığına karşı inkârda
bulunup nankörlük yaptıkları için öyle derler ve onlar, o kâfirler öyle
bedbaht kimselerdir ki, tomruklar boyunlarındadır. İsyankarlık ve günah
tomrukları şimdiden boyunlarına geçmiş sürüklenip durmaktadırlar. Veya
kıyamet gününde öyle boyunlarında tomruklar olarak sürükleneceklerdir.
Ve yine onlar, o gidişte, o durumda olanlar ateş sahibidirler, cehennem
ateşine layık ve ondan ayrılmayacak sürekli olarak ateşle arkadaş
olacak olan kimselerdirler hep onda, (o cehennem ateşinde) ebedî olarak
kalacaklardır.
6- Bir de sana
iyilikten önce kötülüğü isti'cal ederler, kötülüğü öne alırlar.
İyiliği, güzelliği bir yana bırakırlar da kötülüğe ve azaba ivedilik
isterler. Yani, ey hak peygamber! Sen müjdeci ve uyarıcı olduğundan
dolayı, birçok güzel şeyler müjdeler ve fenalıklardan sakındırmaya
çalışırsın, fenalıkların sonucu hakkında uyarırsın. Onlarsa iman ile
amel, afiyet, hidayet, nusret, sevap, rahmet ve ihsan gibi güzel
şeyleri bırakırlar da kendileri hakkında kötü olan şeyleri isterler. Ve
"bizi korkutmak istediğin o azabı ne diye erteliyorsun? Onun hemen
şimdi başımıza indirsene..." diye iverler. Ki, bu onların boyunlarına
geçmiş olan tomruklardan birisidir. Halbuki onlardan önce birçok
misaller geçmiştir. Geçmiş zamanda, eski ümmetlerde böylelerine ne
çetin azaplar inmiştir. Onları düşünüp ibret almazlar da kötülükte
acele ederler. Rabbin ise şüphesiz insanlar için büyük mağfiret
sahibidir onlar zulüm üzerine iken. Yani, onlar zulüm ile kendilerine
yazık ederlerken Allah onları hemen hesaba çekmez de günahlarını örtbas
eder, tevbe etmeleri, kendilerini çekip çevirmeleri için onlara imkan
ve zaman tanır. O her zaman rahmetini gazabına üstün tutar: "Eğer Allah
insanları yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekecek olsaydı,
yeryüzünde debelenen bir tek canlı bırakmazdı" (Fatır 35/45).
Bununla beraber
yine de şüphe yok ki, Rabbin, cezası çok çetin olandır.
7-
Üstelik o
küfredenler derler ki: onun üzerine Rabbinden bir âyet indirilse idi
ya! Yani, ey Muhammed!
Sana indirilen
bunca âyetlere, mucizelere inanmazlar, onları inkâr ederler de, tomruk
gibi boyunlarına geçmiş olan o küfür yüzünden şimdiye kadar sana
gönderilmiş olan âyetleri senin hak peygamberliğine delil saymazlar da
"bir âyet indirilse idi" diye dillerini tutacak bir cebir mucizesi
ister dururlar. Bunlara karşı sen ancak bir uyarıcısın, yani olsa olsa
bunları bu tutumlarının yanlışlığı konusunda uyarır, inzar edersin.
Çünkü bunların müjde ile hiçbir ilişkileri yoktur. Bu durumda sen
onlara müjde verecek veya bu halkı zorla hidayete erdirecek, yola
getirecek değilsin. Bunlar hakkında görevin sadece uyarıda bulunmaktan
ibarettir. Her kavim için bir hidayetçi vardır.
8- Allah ki,
hidayeti yaratan O'dur, o Allah, bilir her dişinin neye gebe olduğunu.
Gerek insandan, gerek öbür canlılardan, yani hayvanlardan ve
bitkilerden herhangi bir dişinin hangi şeye gebe olduğunu, hangi
tohumdan döllenip gebe kaldığını, helaldan mı yoksa haramdan mı
olduğunu, erkek midir, dişi midir, yaşıyacak mı, yaşamıyacak mı, said
mi, şakî mi ilh... Mümin mi, kâfir mi olacaktır hepsini bilir. Ve
rahimler neler eksiltir, neler üretir ve artırır onu da bilir. Rahimler
gebe kalınca nasıl çalışır, hangi maddeleri üretir, hangi toksinleri
atar, hangilerini salgılayıp ceninin gelişmesine katkı yapar, kendi
bünyesinden gizliden verdiği, eksilttiği nedir, arttırdığı, kazandığı
nedir, beslediği, büyüttüğü nedir? Hamileliğinde neyi sakatlar, neyi
tamamlar? Ayrıca bütün bu çalışmaların sonucunda doğacak olan erken mi,
geç mi, yoksa tam zamanında mı doğacaktır? Bir tane mi, yoksa ikiz veya
daha fazla mı olacaktır?
İşte Allah,
bütün canlı türlerinde bu bilinmez sanılan şeylerin hepsini bütün
ayrıntılarıyla bilir. Normalden farklı olan erken doğumlar veya sakat
doğanlar bile körükörüne ve kendiliğinden olmuş şeyler değildir, sırlar
âleminde Allah'ın ilmi ve iradesi sayesinde meydana gelen olaylardır.
İşte bütün bunlar tabiatçı ve maddeci felsefe aleyhine birer ilâhî
irade delilidir. Bilimsel yönü olduğu da kesindir. Hayatın ilimle
bilinecek bir dış yüzü, olayların maddî sebeplere ve şartlara bağlı
olarak meydana geliş şekli vardır ki, işin bu kadarı ilimle
bilinebilir. Ancak ilâhî bilgi böyle gözleme dayalı bir bilgi değildir:
O hayatı yönlendiren ve bildiğini bildiği ve dilediği gibi yapan,
yaratan bir kudret sahibinin bilgisidir. O bütün incelikleri, bütün
tedbirleri ve sonuçları içeren bir bilgidir. O, bilir ve dilediğini
yapabilir. Bir rahmin döktüğü kan, yaptığı salgı, yetiştirdiği yumurta,
elde ettiği döllenme (telkıh), beslediği yavru, eksik veya fazla sahip
olduğu bütün faydalar veya özellikler, hayat için gerekli olan her şey
bir bilgi ve hesap iledir. Ayrıca sadece bunlar değil, her şey Allah'ın
katında bir miktar iledir. Bir ölçü iledir. Başından sonuna kadar belli
sınırlar içinde bir takdir iledir. Her şey kendi özünde ve haddi
zatında ölçülmüş, biçilmiştir. Her şeyin haddi ve hududu vardır,
varlıklar ve canlılar arasında kendine mahsus bir yeri vardır.
Yaratılış kademelerinde aşamıyacağı belli bir sınırı, bir ömrü ve
kendine mahsus bir durumu bulunmaktadır. Ve zincirleme olarak bütün
sebepler silsilesi bütünüyle Allah'a dayanır: O'nun ilmi ile
çerçevelenmiş olmayan hiçbir şey yoktur. Her şeyin kendi özünde
herhangi bir varlık mertebesinde meydana gelişi veya meydana gelmeye
kabiliyetli oluşu, Allah Teâlâ'ya göre hazır bir ilimdir, olacağı da
olmuş gibi bilir, O'nun bilgisi dışında zaten bir şey olamaz.
9- O gizliyi,
gaybı da bilir, açık ve aleni olan şeyleri de bilir. Allah, duyularla
algılanamayan şeyleri de bilir, hazır olanı da bilir. Veyahut yok alanı
da bilir, mevcut olanı da bilir. Şu halde peygamberden başka türlü bir
âyet, değişik bir mucize isteyenlerin, bunu hidayet için mi, inat için
mi istediklerini de bilir. Kebirdir, yani her şey kendisinden daha
küçük olan ve hiçbir şekilde, hiçbir çerçeveye sığdırılamayan tek ve
biricik büyüktür. Mütealdir. Yani, her şeyden üstün, miktar ve
sınırlılık gibi yaratılmışlara mahsus olan sıfat ve özelliklerden
münezzeh, eşsiz ve yücedir. Yüceler yücesidir. Bundan dolayı hidayet
O'na aittir. O'nun ilim ve kudreti dışında kalacak ve huzuruna çıkıp
hesap vermeyecek hiç bir şey yoktur.
10-O'nun
açısından eşittir aranızdan sözünü gizleyen, inkârı gönlünden geçiren
açıklayan, onu başkasına söyleyen, geceleyin saklanan ve gündüzleyin
açıkta gezip dolaşan arasında fark yoktur. Yani hepsini eşit olarak ve
aynı seviyede işitir, görür ve bilir.
11-
Her biri
için önünden ve arkasından birtakım muakkipler, takip edici, izleyici
kuvvetler vardır ki, onu hıfzederler, her birinin sözünü ve işini
kaydederler veya sürekli olarak izleyip korurlar, muhafaza ederler. Ki,
onlar Allah'ın emrindendirler. Yani bu takip edici güçler veya bu
koruyucu kuvvetler "De ki, ruh Rabbimin emrindendir" (İsra, 17/85)
âyeti gereğince Allah'ın emrinden ibaret olan birtakım ruhlar veya
meleklerdir. Bundan dolayı her birinizin bütün söyledikleri ve
yaptıkları, Allah Teâlâ'nın kontrolü, gözetimi, gözlemi ve izlemesi
altındadır. Bütün oluşları ve olayları ile hayat her bakımdan O'nun
yönetimindedir. O halde hepsi bilinen, her yönüyle kontrol edilen ve
inceden inceye izlenen bir şeyin gizlisi, açığı olur mu? Sizce gizli
veya açık diye adlandırılan bütün sözleriniz ve bütün davranışlarınız
karşılıksız kalır mı? Muhakkak ki, Allah, herhangi bir kavimdeki hali
değiştirmez, onlara bahşettiği nimet ve ikbali ya da iyi, kötü herhangi
bir hali ve hasleti değiştirmez ta onlar kendi özbenliklerindekini
değiştirinceye kadar. Yani, kavimler bir süre için iradelerinde
serbesttirler ve sorumlulukları iradelerine göredir. Şimdiye kadar hep
böyle olagelmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır. (Enfal Sûresi'nde
"Bu, Allah'ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerindekini
değiştirmedikçe değiştirmeyeceğinden böyledir" meâlindeki (âyetin
tefsirine bkz: 8/53). Bununla beraber Allah bir kavme bir fenalık murad
ettiği vakit artık onu geri çevirecek hiçbir kuvvet yoktur, onun
önlenmesine imkan yoktur. İsteseler de istemeseler de Allah'ın murad
ettiği o kötülük, geçici ise geçici olarak, ebedî ise ebedî olarak
mutlaka meydana gelir ve hiçbir şekilde önlenemez. Ve onların Allah'dan
başka bir velileri de yoktur. Ki, ona bir çare bulsun.
12.
O (Allah),
odur
ki, size şimseği gösterir korku ve tama' içinde, şimşeği çaktırır ve
onu size gösterir. Siz de onu görünce hem korkarsınız, hem de ümide
kapılırsınız. Yani yıldırım düşmesinden korkarsınız, hem de o
karanlıkları yaran yaldırayışından neşelenir, arkasından rahmet
beklersiniz, ekinlerinizden bereket ümit edersiniz. Kur'ân ve özellikle
bu sûre de işte böyledir. Ve O (Allah) ağır bulutlar inşa eder. Yani
hafif hafif buhar zerreciklerinden havaya uzanıp çekilmiş, yağmurla
dolu olan ağır bulutlar meydana getirir. Ki, geleceğin iman feyzi ile
gönülleri dopdolu olan mümin toplumlarını da Allah böyle inşa
edecektir.
13- Ve ra'd,
O'nu hamd ile tesbih eder. Gök gürlemesi de O'nun yüceliğini dile
getirir ve O'na hamd eder. (Ra'd ile Berk anlamı için Bakara
Sûresi
âyet 19'a bakınız). Şimşek ile birlikte olan ve daha sonra
işitilen o
gök gürlemesi, o yürekleri yerinden oynatacak gibi tepede patlayıp,
yerleri ve gökleri sarsarcasına ufuktan ufuğa yayılan o çatlayış ve
gürleyiş, Allah Teâlâ'nın nimet ve rahmetini, azemet ve kibriyasını
ilan ederek O'nun uluhiyetinin şanını tesbih ve tenzih eden bir sestir
ki, tesbihinin altında yatan mânâyı bütün âleme haykırır. Ya da
işitenlere bu mânâyı hatırlatıp telkin eder .
Melekler de
O'nun heybetinden, yani Allah'dan korktuklarından dolayı böyle tesbih
ederler. O'nun için gök gürlemesinin ardarda yankılanan sesi duyulur.
Ve Allah şimşekler gönderir de her kimi dilerse onunla onu vurur, o
kimseye isabet ettirir, çarptırır, yakar. Böyle olduğu halde, onlar
(yani, o kâfirler) hadlerini bilmezler de Allah'la mücadele ederler.
Oysa Allah'ın havli ve kuvveti (ya da her türlü hileye karşı tedbiri ve
takdiri) pek şiddetlidir, çok çetindir.
Burada Erbed b.
Rabîa ile Amir b. Tufeyl olayına işaret olunduğu naklediliyor. Şöyle
ki, meşhur şair Lebîd b. Rabîa'nın kardeşi olan Erbed b. Rabîa ile Amir
b. Tufeyl, ikisi birlikte Hz. Peygamber'e gaile çıkarmak için
gelmişler, mescide girmişlerdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de
ashaptan bazı kişilerle birlikte orada oturuyordu. Amir çok yakışıklı
idi, güzelliği ve şıklığı oradakilerin dikkatini çekti, ona
bakıyorlardı. Amir arkadaşı Erbed'e daha önce şöyle tenbih etmişti:
"Ben Muhammed'le konuşmaya başlayınca, yavaşça arkasına geç ve boynunu
kılıçla vur" demişti. Hz. Peygamber Amir ile konuşmaya başlamış, Erbed
de arkasına dolaşıp geçmişti, kılıcını bir karış kadar çekmiş, fakat
Allah Teâlâ izin vermediğinden tamamiyle sıyıramamıştı. Amir, ne
duruyorsun, haydi dercesine gözüyle kaşıyla işaret etmeye başladı.
Peygamber Efendimiz de bu durumu gördü ve hemen "Ey Allah'ım, bu
ikisine dilediğini yaparak bana yardım eyle!" diye dua etti.
Defolup
gittiler. Allah Teâlâ, açık bir yaz günü Erbed'in tepesine bir yıldırım
indirdi ve onu yaktı. Amir de kaçarak gitti, Beni Selul'den bir kadının
evine indi. Sabah olunca, büsbütün rengi atmış ve benzi solmuştu. Sonra
atına bindi, silahını çekti, çölde bir yandan sağa sola at koşturuyor;
bir yandan da "Çık karşıma ey ölüm meleği, haydi çık!" diyerek şiir
sayıklıyordu ve "Yemin ederim ki, şu sahrada Muhammed ve onun
koruyucusu olan ölüm meleği karşıma çıksa ikisini de mızrağımla deler
geçerim." diyordu. Derken Allah Teâlâ ona bir melek gönderdi, melek onu
bir kanadıyla çarptı, yere yuvarladı; o vakit dizinde büyük bir gudde,
yani hıyarcık çıkmıştı, açıkçası vebaya yakalanmıştı. Bunun üzerine o
kadının evine geri döndü. "Deve guddesi gibi gudde ve Beni Selul'den
zavallı bir kadının evinde ölüm! Hayır olmaz bu işte!" diyordu. Sonra
yine atını istedi, bindi ve sürdü bir daha geri dönmedi, at sırtında
öld
14-
Hak daveti
ancak O'nundur. Bu ifadede birkaç mânâ vardır ki, hepsi de sahihtir:
1. Hakk'a davet,
insanları hak tanrıya, hak dine davet ancak O'na olan davettir.
Allah'dan başkası namına yapılan davetler, propagandalar hep batıldır.
2. Hak davet,
yani hak dua, hak yalvarış veya gerçek dua, yani tam yerine yapılmış
olan, kabul edilip karşılık görecek olan dua ve yakarış, ancak Allah'a
yapılan dua ve ibadettir.
3. Hakk yola
davet, her şeyden önce ve bizzat hakkı tanıtıp ona hidayet edecek olan
O'dur. Yani "De ki: Allah, hakka hidayet eder, ancak O, doğru yola
iletir" (Yunus 10/35 âyetine bkz). Allah'ın bildirmesine ve irşadına
dayanmayan davet, hakka yapılmış davet olmaz.
Ve onların,
yani, o kâfirlerin Allah'da başka davet ettikleri veya dua edip
durdukları, yani namlarına propaganda yaptıkları kimseler, adak yapıp
ihtiyaç arzettikleri putlar, uğur saydıkları, adak adadıkları, yardım
diledikleri ve imdada çağırdıkları kişiler onlara hiçbir şeyle icabet
edemez, karşılık veremezler, hiçbir dilediklerini yerine getiremezler.
Ancak ağzına erişsin diye iki elini, iki avucunu birden suya doğru
uzatan susuz gibi, boşuna avuç açmış olurlar. Ki uzaktan avuç açmakla
su gelip de insanın ağzına girmez. Bunun gibi kâfirlerin duası
dalaletten başka birşey değildir. Tamamiyle sapıklıktan ve batılla
oyalanıp durmaktan ibarettir. Genellikle taştan, ağaçtan yapılmış olan
putların hiçbirinin duaya cevap veremiyecekleri zaten aşikardır. Fakat
âyette kullanılan edatı, daha çok akıllı varlıklar için söz konusu
olmakla bu âyetteki mânâyı yalnızca putlara ait kılmak ve öyle tefsir
etmek ifadenin dış görünüşüne aykırı düştüğü gibi, siyaka da uygun
düşmemektedir. Şu halde burada yalnızca şuursuz putların değil,
Allah'ın dışında tanrılaştırılan birtakım liderler veya şahısların da o
cansız putlar gibi, hiçbir duaya icabet edemiyecekleri, Allah'ın
iradesi olmadan hiçbir isteği yerine getiremiyecekleri söz konusu
ediliyor demektir. Gizli olan dua ve münacatlarda bu açıkça belli ise
de açıktan olan dua ve feryatlar hakkında "Onlar hiçbir şekilde onların
dilediklerini yerine getiremezler" buyurulması ilk bakışta tuhaf
görünür. Çünkü insanların açıktan yapılan yardım isteklerinin çevreden
karşılandığı ve kısmen de olsa dileklerinin yerine geldiği herkesçe
bilinir. Şu halde gizli ve kalbten yapılan dua anlamına alınacak olursa
buna itiraz etmeye gerek kalmaz. Ancak âyetteki ifadede böyle bir
gizliliğe ipucu bulunmadığı gibi, âyetin Allah'ın birliğine olan
ilişkisi ve siyakı da böyle bir gizliliğe ters düşmektedir. Doğrusu
burada pek büyük ve gayet derin bir hakikat beyan olunmuştur: Ve
hakikatte Allah'dan ilişkiyi keserek hiç kimsenin duayı kabul etmesine
imkan olmadığı anlatılmıştır ki bunu burada biraz açıklamak
gerekecektir:
Bilinmektedir
ki, birbirinden farklı yönlerle belirgin olan varlıklardan her biri
diğerinden tamamiyle ayrıdır. Ayrı olduğu içindir ki, her biri başka
bir şeydir. Şu taş başka, bu taş başka bir varlıktır. Ve hiçbirinin öz
benliği diğerinde hazır değildir. Bundan dolayıdır ki, biz bunları
biribirinden seçer, ayrı ayrı tanırız ve birbirine karıştırmayız. Biz
birbirimizin öz benliğine malik de olamayız, iç dünyasına giremeyiz.
Birbirinden ayrı ve bizzat her biri başlı başına birer varlık olan
şeylerin, birbirine velev bir açıdan olsun kendiliklerinden bağlı ve
bitişik olduklarını farzetmek ise çelişkidir. Yine bundan dolayıdır ki,
iki cevherin birinden diğerine tesiri geçebilecek, bilgi alışverişi
yapabilecek şekilde ilişki kurabilmeleri, "Cominications des
substances" meselesi filozofları hayrette bırakan çetin bir felsefî
mesele olmuştur.
Bir madde
kendinden ayrı olan bir maddeye nasıl etki yapabiliyor? Ruh cisme,
cisim ruha etkisini nasıl geçirebiliyor? Bu öyle bir olaydır ki, ancak
tevhide sığınmakla çözülebilir. Eğer âlemde birbirinden farklı
özellikteki varlıkların hepsinin üzerinde hakim olan o yüce birden, o
büyük kudretten sarfı nazar edilecek olursa bütün varlıklar, ikisi bir
yere gelmek ihtimali olmayan darmadağınık, ayrı ayrı parçalardan ibaret
kalır. Aralarında birbirleriyle ilişkide bulunabilmek için hiçbir sebep
kalmaz. Şimşekler çakmaz, bulutlar olunmaz, yağmurlar yağmaz,
yıldırımlar düşmezdi. Ahmed'in feryadını Mehmed'in duyması ve
vicdanında iz bırakması şöyle dursun, sesi bile çıkmazdı, hatta kendisi
bile meydana gelmezdi. Şimdi bütün bunlar olabiliyorsa, hiç şüphesiz
Rabbülaleminin emriyle ve tedbiriyle oluyor. Bundan dolayı duanın hakkı
da ancak O'nundur. İmdi her hangi bir ihtiyacı için dua edecek ve
yardım isteyecek olan şahıs, Allah'dan başka her neye ve her kime
müracaat etse o, kendisinden uzak ve ayrıdır. Kendindeki bir duyguyu
başkasına aktarabilmesine imkan yoktur. Susuz biri elini uzaktan suya
açmakla suya kavuşmuş olamayacağı gibi, bir insanın karşısında bütün
varlıklar da aynı durumdadır: Allah'ın izni olmayınca insan hava içinde
nefes bile alamaz. Nitekim ecel gelince nefes alamaz olacaktır. O
durumda dünyanın bütün tabipleri toplansa ölüye bir nefes aldıramaz.
Bir insanın feryadını diğer insanların veya meleklerin işitebilmesi,
bütün görme ve işitmelere hükümran olan Allah Teâlâ'nın emri ve izniyle
olduğu gibi, mümkün olan karşılığı verebilmeleri ve ona yardım
edebilmeleri de yine Allah'ın izniyledir.
Yoksa Allah
müsaade etmedikçe duyan kulaklar duymaz, gören gözler görmez, isteyen
gönüller istemez oluverir. İşte Allah'dan başkaları, özbenliklerinde
birbirlerinden uzak oldukları, hiç yoktan bizzat yaratmaktan da aciz
oldukları için, bir muhtacın duasına kendiliklerinden hiçbir şekilde
icabet edemezler. Fakat gizliyi ve açığı bilen yüce kudret sahibi olan
Allah Teâlâ, her varlığa kendi özünden bile daha yakındır. (Bakara
Sûresi'nde "Muhakkak ki ben yakınım, dua edenin duasını kabul ederim"
186. âyete bkz.). Bundan dolayı en gizli duaları da feryad ve çığlıklar
gibi işitir, ona cevap verir, ona vereceği şey mevcut değilse yaratır.
Çünkü her şeyi yoktan var eden, ilk baştan ve yeni baştan yaratan
O'dur. Birbirinden ayrı olan şeyleri kudretiyle ve melekutiyle
birbirine ulaştırır, birleştirir ve bütünleştirir. Dilerse suyu onun
ağzına götürür, dilerse susuzluğu unutturur. Bütün varlıklar arasındaki
irtibat ve ilişki, hep O'nun yaratması ve emri iledir. Nitekim bu mânâ
şöyle açıklanıp ayrıntılı olarak anlatılıyor:
15-
Oysa
yalnızca Allah'adır ki, secde eder, teslimiyet içinde boyun eğer bütün
göklerdeki kimseler, (yani melekler veya üst makamlarda bulunan akıl
sahibi ruhlar ve yüce kuvvetler) ve yerdeki kimseler, yani genellikle
insanlar ve cinler (sekaleyn) veya aşağıda bulunan süflî varlıklar
gerek tav'an, gerek kerhen, yani ister istemez ve bunların sabah akşam
yere düşen gölgeleri secde ederler. Sadece kendileri değil, gölgesi
bulunan bütün varlıkların gölgeleri de isteyerek olmasa bile
istemiyerek ve zorunlu olarak secde ederler. Gölgelerin yerlere
kapanışı bile sahiplerinin isteği ve iradesiyle değil, Allah'ın emriyle
olmaktadır, o emre bağımlı olmaktan ileri gelmektedir. Burada akıl ve
ruhlara göre, bedenlerle cesetlerin birer gölge durumunda olduklarına
işaret vardır denilebilir. Zira ruhlar nuranî, cisimler zulmanîdir.
16- Ey
Muhammed!
De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? Onlara işte bunu sor ve onların
cevabını beklemeden de ki, Allah'dır. De ki: Siz O'nu bırakıp da
başkalarından birtakım dostlar mı edindiniz? Sizin ümit beklediğiniz,
işinizi görür sanıp himayelerine sığındığınız o veliler, o putlar öyle
aciz, öyle zavallılardır ki kendi kendilerine ne bir faydaya, ne de bir
zarara malik değiller. Size fayda vermek şöyle dursun, onlar kendi
kendilerine de fayda veya zarar veremezler. Böyle şeylere onların
güçleri yetmez. bir fayda yaratamaz, kendilerine gelecek bir zararı
bile önleyemezler. Ancak Allah izin verir, takdir ederse fayda hasıl
olur ve zarar önlenir. Cansız cisim ve katı madde olan putlar kendi
kendilerine yapmak ve etki etmek gücünden nasıl yoksun iseler, Allah'a
karşı bütün varlıklar da aynı durumdadır. De ki: Hiç kör görenle eşit
olur mu? İbadetin hakkını ve layıkını bilmeyen cahil, müşrik, kalb gözü
kör olan bir âma, onu bilen, Allah'ın birliğini tasdik eden bir
muvahhidle, hakkı ve hakikatı görüp kabul eden bir basiret sahibi ile
bir olur mu? Burada âma, Hak'dan gafil olan; basir de Hakk'ı bilen
hakikatı kabul edendir. Yahut âma, gafil mabud, yani put; basir de her
şeyi gören ve bilen gerçek mabud, yani Allah'dır. Kudreti ve kudretinin
belgeleri bu kadar açık ve belli olan Allah'a karşı nedir bu körlük? Ve
karanlıklar nurla eşit olur mu? Küfür ve şirk kat kat karanlıklardır:
Delili yoktur, önü karanlık, sonu karanlık, katmerli bilgisizliktir.
Marifetullah, yani Allah bilgisi ve Allah'ın birliği inancı olan tevhid
ise bir nurdur. Önü, sonu belli, her bakımdan açık ve parlaktır. Aklı
olan nasıl olur da tevhid nurunu bırakır, şirk karanlığına saplanır? Bu
ne körlük, ne budalalıktır? O müşrikler yoksa Allah'a ortaklar mı
uydurdular ki, bu uydurdukları O'nun yaratması gibi, gökleri ve yeri ve
bütün bunlardaki varlıkları yaratması gibi birtakım mahluklar
yarattılar da bu yüzden yaratılış onların kafalarını mı karıştırdı?
Allah'ın yarattıkları ile onların yarattıkları ayırt edilemiyecek
derecede birbirine benzedi de bu yüzden şüpheye mi düştüler? Böyle bir
şey imkan ve ihtimal dahilinde midir ki, hatalarının mazereti budur
denilebilsin? Sen onlara de ki Allah, her şeyin halikıdır. Şey
denebilen ne varsa hepsini yaratan O'dur. Hatta "Allah sizi de, sizin
yaptıklarınızı da yaratandır" (Saffat, 37/96) gereğince, sizin
yaptığınız şeylerin de gerçekte yaratıcısı O'dur. Ve O, birdir, O
kahhardır.Yaratıcılıkta,
tanrılıkta ve rablıkta eşi ve benzeri olmayan
ve bütün yaratılmışları hükmü altına alan ve onların mukadderatını
kudretiyle elinde tutan bir Rabdır.
17-
Gökten bir
su indirdi de vadiler alabildiğince sel oldu, kuru ve katı maddeler
hayat feyziyle harekete geçti ve can buldu. Sel de yüze gelen bir kef
(köpük) yüklendi, bir zinet eşyası veya bir kap kacak yapmak maksadıyla
ocak üzerine koyup ateş yaktıkları şeylerden de onun gibi bir kef
oluşur. Yani Allah Teâlâ, yeryüzüne, toprağa sudan başka altın, gümüş,
bakır, kalay ve daha başka madenler de indirmiştir. İnsanlar bunları
taki için veya kullanacak kap kacak, araç gereç yapmak için eritmek ve
süzmek maksadıyla üzerlerine ocak yakarlar, onlar da Allah'ın her
birine ihsan ettiği bir ısı derecesine gelince erirler, su gibi bir
sıvı haline gelirler. Sel sularında olduğu gibi, bu eriyikler üzerinde
de bir küf, bir köpük oluşur. Binaenaleyh birbirine benzeyen iki köpük
bulunur ki, birincisinde insanın hiçbir rolü olmadığı halde,
ikincisinde insanların emek ve çabaları da bulunur. Allah hak ile
batıla böyle misaller getirir. Böyle temsiller ve tasvirler yapar. İmdi
o köpük, yani her iki misalde söz konusu edilen o kef, o köpük, atılır
gider. Ki batıl işte böyledir: Hak ve hakikat kaynayıp coşarken, batıl
her ne kadar bazan üste çıkmış görünse de nihayet köpük ve kef gibi
atılır ve kaybolur gider. Amma insanlara faydası olan yerde mekseder,
yani köpük gibi kaybolup gitmez, yerinde kalır. Su kısmen göllere
nehirlere katılır, kısmen de toprak altına sızarak yer altı su
kaynaklarını oluşturur ve besler, pınarlar, kuyular halinde insanlara
fayda sağlar. İzabe edilmiş, süzülmüş madenler de takı veya eşya
yapılır. Elden ele dolaşır, bir süre insanlar onlardan faydalanır. İşte
hak da böyledir. Gökten indirilen ve hayat kaynağı olan halis su, hak
vahyinin, yani Kur'ân-ı Kerim'in temsilidir. Ki bunda insan emeğinin
hiçbir payı yoktur. Ocaklarda eritilip izabe edilen madenler de insan
eli ve emeği ile, insanların araştırma ve tecrübeleri ile elde
ettikleri beşerî bilgilerin temsilidir. Bunların her ikisi de hakikatte
ve aslı itibariyle yine Allah vergisidir. Allah, işte böyle meseller
verir. Böylece birçok hakikatleri açıklayan ve dile getiren güzel
temsillerle hakka davet eder.
18-
Rablerine
icabet edenler için, davet hakkı yalnızca kendisine mahsus olan Allah
Teâlâ'nın davetini dinleyip kabul eden kullar için en güzeli vardır.
Onlar için karşılığında en güzel sonuç vardır ki, o cennettir. O'na
icabet etmeyenler, hak davetini dinlemeyenler ise yeryezündeki şeylerin
hepsi ve bir o kadarı daha kendilerinin olsa, elbette hepsini feda edip
(yani fidye olarak ödeyip) kurtulmak isterlerdi. Bunlar yok mu bunlar?
Hesabın kötüsü işte bunlar içindir. Ve varacakları yer cehennemdir. Ve
o ne fena yataktır.
Gelelim hak
davetinin ne olduğuna ve ona icabet etmeyenlerin durumu ile, güzel
akıbetin ve kötü hesabın ayrıntılı olarak açıklamasına:
19- İmdi ey
Muhammed! Sana Rabbinden indirilmiş olanın gerçekten hak olduğunu bilen
(ve bu suretle Rabbinin hak davetine icabet eden) bir kimse kör olan
biri gibi olur mu? Yani o hakkı görmeyen, tanımıyan köre hiç benzer mi?
Elbette benzemez. Ama bunu ancak üstün akıllı olanlar düşünürler. Yani
üstün zekalı, temiz akıllı kimseler anlayabilirler.
Bu âyetin Hz.
Hamza ile Ebu Cehil veya Hz. Ömer ile Ebu Cehil veya Hz. Ammar b. Yasir
ile Ebu Cehil hakında nazil olduğuna ilişkin üç ayrı rivayet
naklolunmuştur. Bununla beraber anlamının genel olduğunda hiç şüphe
yoktur. Nitekim arkasından şu şekilde açıklanıp genellik kazanıyor:
20-O
"ülu'l-elbab" denilen üstün akıllılar kimlerdir bilir misiniz? Onlar
ki, aşağıda bildirilen şu özelliklere sahip olan kimselerdir:
1. Allah ahdini
ifa ederler. Araf Sûresi'nde "Rabbin Âdem oğullarından, onların
bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak:
'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' (demiştir). 'Evet, (buna) şahidiz'
dediler"(âyet 172) ilâhî ifadesinde açıklandığı üzere Allah Teâlâ'nın
rablığını itiraf edip hükümranlığını kabul etmek şeklinde kendi öz
benliklerinde teahhüt ettikleri tevhid ahdine vefa ederler. Ve o misakı
bozmazlar. Vefasızlık edip sözlerinden dönmezler. Şu halde Allah'a
karşı verdikleri hiçbir sözden caymazlar, sözlerinden dönmezler,
yeminlerini bozmazlar.
21-
2. Ve
Allah'ın yerine getirilmesini emrettiği şeyleri yerine getirirler.
Hakka hukuka riayet ederler. Ki peygamberlerin ve onların mirasçıları
olan âlimlerin, hısım akrabanın, komşunun ve bütün müminlerin ve hatta
zimmet ehli olan gayri müslimlerin ve bütün insanların, kedi, tavuk,
keçi ve koyun gibi evcil hayvanlardan, böceklere ve karıncalara kadar
bütün canlıların, bitkilerin ve cansızların hukukuna riayet ederler.
Bütün yaratılmışların haklarına saygı göstermek ve riayet etmek hep bu
ifadenin içindedir. Aslında yaratılmışların hakkına riayet etmek
yaratanın hakkına riayet etmek demektir.
3. Ve
Rablerinden haşyet ederler. Allah'ın kudretinin sonsuzluğu karşısında
ürperir, O'nun büyüklüğünden ve gazabından çekinirler. O'na karşı günah
işlemekten sakınırlar.
4. Ve kötü
hesaptan korkarlar. Yani, ahirette bütün yaptıklarının hesabını
vereceklerinden, o hesap veriş sırasında kötü duruma düşmekten
korkarlar. O gün gelip çatmadan önce kendi kendilerini murakabe eder,
vicdanlarında hesaba çekerler. Sürekli oto-kontrol ve oto-kritik yapar
dururlar.
22- Ve yine
onlar ki:
5. Rablerinin
rızasını kazanmak ve teveccühüne nail olmak için sabrederler. Yani, ne
halka karşı gösteriş, ne de gönüllerinde bir gurur ve iftihar duygusu
beslemiyerek, sırf Allah rızası için zahmetlere katlanıp hak yolunda
sabır ve sebat gösterirler.
6. Ve namazı
hakkıyle kılarlar.
7. Ve
kendilerine ihsan ettiğimiz rızıklardan gizlice ve açıkça infak ederler.
8. Ve kötülüğü
iyilikle defederler. Zira Ha, Mîm Sûresi'nde de geleceği üzere
"Kötülüğün cezası misliyle kötülük" (Şura 42/40) ise de "Böyle iken kim
affeder ve arayı düzeltirse, işte onun sevabını vermek Allah'a ait
olur" (Şura 42/40). Ancak "Her kim haddi aşarak size saldırırsa, o
zaman siz de aynı şekilde ona saldırın" (Bakara, 2/178) âyetince
saldırgana karşı misliyle mukabelede bulunmak, mutlak bir azimet değil,
ruhsattır. Ve kötülüğe karşı kötülükle mukabele etmek için değildir,
zulüm ve saldırganlığın kötülüğünü engellemek ve durdurmak içindir. Bu
bakımdan sonucu ve gözettiği gayesi bakımından bir iyiliği sağlamaktır.
Ancak bu anlamda meşru bir hareket olmuş olur. Çünkü "Eğer Allah,
insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla önleyip savmasaydı yeryüzü
muhakkak bozulurdu" (Bakara 2/251). Yoksa zarara zarar, şerre şerr ile
karşılık vermek caiz değildir. Şeriatın hükmü "Tek taraflı veya
karşılıklı olarak zarar vermek yoktur." Sahih hadislerde varid olduğu
üzere, "Şerden hayır gelir mi ya Resulallah?" diye sorulduğunda,
Aleyhissalatü vesselâm efendimiz: "Hayır ancak hayırdan gelir. Hayır
ancak hayırdan gelir. Hayır ancak hayırdan gelir" buyurmuştur. Bizim
dilimizde de şöyle bir atasözü vardır: "İyiliğe iyilik her kişinin
kârı, kemliğe iyilik er kişinin kârıdır".
Demişler ki, bu
âyetlerde sıralanan sekiz hayırlı amel, sekiz cennetin kapısına
işarettir.
Bunlar, yani bu
sekiz haslete sahip olan akıllı müminler yok mu bu yurdun akıbeti onlar
içindir. Dünya yurdunun mutlu sonucu, en sonunda varacağı ahiret
saadeti onlara mahsustur.
Bu darın ukbası,
dünya yurdunun mutlu sonu nedir bilir misiniz?
23-24-Buna
karşılık:
27-
Kâfir
olanlar, ona Rabb'inden bir âyet indirilseydi, deyip duruyorlar. Akıllı
insanların üzerinde derinden derine düşüneceği bunca âyet, evet Allah
tarafından Hz. Muhammed'in hak peygamberliğine delil olarak bunca âyet
varken, bunları delil saymıyorlar da kimsenin karşı koyamıyacağı
zorunlu bir olayı, bir musibeti ve belayı isteyip duruyorlar. Oysa bu
cebir ve zorlama, ilâhî hikmete aykırıdır. Bunların bu sözlerinin
burada bir defa daha tekrarlanması gösterir ki, bu sûrenin başlıca
nüzul sebeplerinden birisi de kâfirlerin bu isteklerini inatla
sürdürmeleridir. Bunlara cevap olarak:
De ki: Muhakkak
ki, Allah dilediğini şaşırtır, dalalete düşürür. O kimsede hidayet
değil de dalalet yaratır. Yani, ey kâfirler, sizin böyle demeniz bu
sözünüzde ısrar etmeniz, dalaletten başka birşey değildir. Sizi Allah
şaşırtmıştır. O, kimi dilerse onu böyle şaşırtır. Bununla beraber bunda
sizin geçerli bir mazeretiniz yoktur. Bu saptırmanın sebebi sizin O'na
inabe etmemeniz, gönül vermemenizdir. Oysa O, kendisine inabe eden
herkesi hidayete erdirir.
İnabe: Hakk'a
teslimiyetle yönelmek ve Hakk'ın âyetlerini derinden derine düşünerek
O'na dönmek ve tevbe etmektir ki, asıl anlamı "hayır nöbetine girmek"
demektir. Binaenaleyh hidayetin şartı nefsin istek ve iradesinden
çıkıp, Hak Teâlâ'nın iradesine yönelmek, O'na teslim olmak ve bağlanmak
demek olan cüz'î iradedir. Yukarıdan beri birkaç yerde açıklandığı
üzere her kişinin ömründe, ömürler birbirine eşit olmasa bile,
kendisine verilmiş olan bir süre söz konusudur. O süre içinde hidayeti
seçmek için kendisine bir imkan tanınmış demektir. İşte ömür denilen
süre içinde hidayeti veya dalaleti seçmek kulun tercihine
bırakılmıştır. Bu süre içinde tercihini iyi kullanıp Hakk'a boyun
eğmeyenler için dalalet, artık cebrî ve vazgeçilemez bir huy halini
alır ki, daha sonra hidayeti arzu etse de kolay kolay muvaffak olamaz.
Ve işte idlalin ilâhî meşiyyetle ilgisi, mümkün olan vaktinde boyun
eğip kabullenmekle bağlantılı olduğuna dikkat çekmek için de ek bir
cümle ilave edilerek, cebir itirazlarına yer bırakılmamıştır. O,
Allah'a gönül verip inabe edenler ve hidayete erenler kimlerdir bilir
misiniz?
28-
Ki bunlar,
Allah'ın zikri ile kalbleri tatmin bulmuş olarak iman edenlerdir.
Burada "zikrullah"dan murad "Bu (Kur'ân) da bizim indirdiğimiz mübarek
bir zikirdir" (Enbiya 21/50) "Hiç şüphe yok ki Kur'ân'ı biz indirdik
biz. Ve muhakkak onu biz koruyacağız" (Hicr 15/9) ve "Kur'an
kendilerine geldiği zaman, onu inkâr ettiler. Hiç şüphe yok ki o pek
yüce bir kitaptır Ona ne önünden, ne de arkasından bir batıl gelmez. O,
hikmet sahibi ve övülen (Allah) tarafından indirilmiştir." (Fussilet,
41/ 42) âyetleri gereğince Kur'ân-ı Kerim'dir. Yani bunlar iman etmek
için Allah'ın bir hatırlatması, özel bir bildirisi, en açık seçik
tebliği olan Kur'ân'dan daha büyük, daha faydalı bir âyet, bir mucize
olamıyacağını bilirler ve kalpleri bununla tatmin bulur, doyuma ulaşır
da artık tezkir değil ilzam ve zaruret ifade edecek, binaenaleyh imanın
vereceği faideyi veremiyecek olan zorlama âyetlerini gözetmezler.
Evet, bilin ki,
başkasıyla değil, ancak Allah'ın zikri ile veya Allah'ı anmak ve
hatırlamakla kalbler mutmain olur. Gönüller huzura erer, içsel acılar,
sancılar şifa bulur, sükuna kavuşur, yatışır. Çünkü her şeyin
başlangıcı ve sonu Allah'a bağlıdır. Bütünüyle sebepler zinciri
Allah'dan başlar ve yine dönüp dolaşır O'nda son bulur. Mümkün ve
muhtemel olan her şeyin akışı Allah'da kesilir. Allah, daha üstü ve
daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi
bir (kebiru'l-müteal) olduğundan, gerek dış dünyadaki varlıklarda,
gerek vicdanda O'ndan ilerisi yoktur ki, fazla bir kalb hareketine
imkân ve ihtimal bulunsun. Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin
son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular
ve ümitler son durağına dayanmış bulunur. Gönüller O'nun dışında hangi
dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların
hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan,
hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun özlemini gideremez, heyecanını
doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak
ister. Fakat kalb ilâhî marifetten, Allah'ı zikirden zevk almaya
başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah'a yönelmiş
olduğunu anlar ve artık O'ndan yüksek bir makam ve merciye, O'nun
dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz. Bundan dolayıdır ki,
mari-fetullah'a yükselemeyen ve Allah'ı zikretmeyen kâfir ve gafil
kalbler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalb huzuru, gönül huzuru
veya "cemiyyet-i dil" denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz,
çırpınır da çıpınır durur. Üstelik bu çırpınış bir aşk neşvesinin
uyandırdığı vuslat heyecanı da değildir, geçici sebeplerin, boş
emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır ki,
"Allah" demedikçe sürekli olarak devam eder gider. Allah'ı zikretse,
Allah Teâlâ'nın tezkiriyle olur ki, iki mertebe üzere tecelli eder:
Birincisi,
doğrudan doğruya zikir işini kalblerde yaratmasıdır ki, bu fiilî bir
hidayettir.
İkincisi de
Allah'ı hatırlatacak âyetlerle delilleri yaratması veya göndermesidir.
Bu âyet ve deliller de iki kısımdır: Birincisi asayı ejderha yapmak,
ateşte yaktırmamak, dağları yerinden oynatmak, ölüyü diriltme, gökten
sofra indirmek, ayı ikiye bölmek gibi duyularla idrak olunabilecek
âyetlerdir ki bunların etki gücü, olayın meydana geldiği ana ve orada
bulunanların gözlemlerine bağlı kalacağından, geçici ve sınırlıdır.
Binaenaleyh bunlar bütün insanların kalblerinin yatışmasına sebep
bakımından değil, akılların Allah'ı zikretmeye sebep olması bakımından
faydalı olabilirler. Diğer kısmı da her zaman ve herkes için
düşündürücü olan aklî âyetler ve itikadî delillerdir ki, işte Kur'ân
böyle bir Allah zikridir. Kur'ân'ın düşünceye yaptığı telkinlerle
Allah'ı zikretmiyen ve bununla tatmin bulamıyan kalblerin, hiçbir âyet
ve delille tatmin bulmasına imkan yoktur. Bunlar ebediyete kadar doyum
ve tatminden yoksun kalacak ve acı içinde çırpınıp duracak: "Ah nolurdu
bir âyet, bir mucize indirilseydi" deyip gideceklerdir. Allah Teâlâ
bunların kalblerinde zikir ve itminanını yaratmaz. Artık bunların
kalbi, selim kalb değildir; kalb olmaktan çıkmıştır. Vicdan da vicdan
olma özelliğini yitirmiştir, çürümüş ve bozulmuştur. Onun için
Kur'ân'ın düşündürücü âyetlerinden istifade edemezler de cebir ve azab
âyetlerini gözetirler. Baskı, şiddet ve zorbalıktan anlarlar. Allah
zikri ile tatmin olmayan bu kâfirler "Yürekleri bomboş" (İbrahim 14/43)
âyeti gereğince gönülleri boş heva ve heveslere kapılmış kalmış,
kalbsiz ve vicdansızdırlar.
29-O kalbler o
kimselerdir ki, iman ettiler ve salih ameller işlediler. Kalblerin
böyle canlı kişiler ile açıklanmasında dikkat çeken iki incelik vardır:
Bu ifade bir bakıma şunu ima eder ki, insan asıl kalb demektir. Nitekim
Ebu'l-Fethi'l-Bustî bu mânâyı şu beytiyle dile getirmiştir:
Yani, "Nefse
dikkat et ve faziletlerini geliştirip mükemmelleştir. Çünkü sen ruh ile
insansın, cism ile değil".
Bir bakıma da
şunu ima eder ki, özellikleri iman ve salih ameller olan temiz
kalbliler, bütün insan toplumlarının, hatta bütün kâinatın kalbi
sayılırlar, âlemlerin kalbi durumundalar. Ne mutlu onlara ve güzel yurt
onlara.
Denilmiştir ki:
Tuba: Habeş veya
Hind lisanında cennetin adıdır. Ebu Hureyre, bir rivayette Abdullah b.
Abbas, Muattib b. Senim, Übey b. Umeyr, Vehb b. Münebbih "cennette bir
ağaçtır" demişlerdir. Bu rivayet ayrıca Utbe b. Ubeydi Sülemî'den
nakledilen bir hadisi şerifte, merfu olarak Hz. Peygamber'e
varmaktadır: O hadiste denilmiştir ki, bir A'rabî "Ey Allah'ın Resulü
cennette meyve var mıdır?" diye sormuştu, Resulullah da buyurdu ki:
"Evet onda bir ağaç vardır ki, ona Tuba denilir."
Kurtubî der ki,
doğrusu şecere (ağaç)dır. Çünkü bu konuda merfu olan Utbe hadisi
vardır. Ayrıca Süheylî'nin zikrettiği üzere bu hadis, sahih
hadislerdendir. Bunu Ebu Amir de Temhid'de, aynı şekilde Sa'lebi de
zikretmişlerdir.
Kelimenin lügat
açısından iştikak ve anlamına gelince, bütün dil bilginleri demişlerdir
ki, Tuba kelimesi "ukba" veznindedir. "Tîb" kökünden mastardır ki, misk
gibi tayyip olmak, hoş olmak demektir. "Ya" harfi sakin, ma kabli de
mazmum olduğu için "Musa" kelimesindeki gibi, "vav" a dönüşmüştür. Tîb,
bilindiği gibi, temiz ve güzel kokular veya bu kokulardaki hoşluktur.
Ve "Tuba lehum" deyimi, tıpkı "selamün aleyküm" gibi bir dua
cümlesidir. Ve bu maksatla kullanılır. Buna göre anlamı, "hoş olasınız,
hoş olunuz" demektir. Mutayyeb olmak, hoşluk, güzellik, kutluluk,
iyilik ve mutluluk, hasılı tatlı hayat onların olacak demektir. Ki
imrenmek onlara, nimetler onlara, güzellikler onlara, sürekli iyilik,
tükenmez hayır onlara, keramet, ferah, gözaydınlığı onlara diye çeşitli
deyimlerle tefsir ve ifade edilmiştir. Bununla beraber "Tuba"
kelimesinin "atyeb" kelimesinin müennesi olarak "hüsna" gibi ismi
tafdil olması da ihtimal dahilindedir. Hasılı ne mutlu o tatmin bulmuş
kalblere ki, en tatlı hayat, en güzel zevk ve lezzetler onlarındır,
istikbal güzelliği onlarındır.
30- İşte böyle
Allah'ın zikri ile kalblere güven ve tatmin verecek en yüksek âyetleri
yüklenen şanlı bir peygamberlikle ey Muhammed! Biz seni resul yaptık,
peygamber olarak gönderdik. Bir ümmet içinde ki, onlardan önce birçok
ümmetler geçti, sana vahyettiğimiz Kur'ân'ı kendilerine tilavet edesin,
tane tane okuyup anlatasın diye. Sürekli okuyasın da önceki ümmetler
gibi helak olup gitmesinler, güzel hayata ve mutlu sona nail olabilmek
için gerekli yolu ve sarılınacak sebepleri anlatasın, halbuki onlar
Rahmân'a küfrediyorlar. Rahmeti her şeyi kaplamış, nimeti her tarafı
kuşatmış olan ve âlemlere bir rahmet olmak üzere seni ve bu Kur'ân'ı
gönderen Allah Teâlâ'nın açık seçik rahmetini tanımıyor, hatta O'nun
Rahmân ismini inkâr ediyorlar: "Rahmân ne imiş?" (Furkan:60)
demeye
kadar ileri gidiyorlar. Öylesine ümitsiz ve nankörce bir tutum içinde,
o kadar fena huylar ve şartlar içinde bocalıyorlar ki, yaratılış
hakkında bedbin (pesimist) olmuşlar, şiddet ve zorbalıktan başka bir
şey tanımıyorlar. İyilikler boşa gidecek sanıyorlar: Yeniden
yaratılmaya, tubaya ve mutlu sona inanmıyorlar. Hak Teâlâ, rahmetiyle
tecelli edip sevgili bir kuluna risalet ihsan edip gönderemez
zannediyorlar da âlemlere rahmet olan senin risaletini
(peygamberliğini) ve kendileri için pek büyük bir nimet olmak üzere
okuduğun Kur'ân'ı, ilâhî vahiy eseri açık bir mucize olan bu kitabı hiç
hesaba katmayarak Rahmân Teâlâ'ya küfür ve küfranda bulunuyorlar.
De ki, O Rahmân
benim Rabb'imdir. Beni yaratan ve besleyip büyüten, terbiye edip eğiten
Mevlamdır. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben ancak O'na güvenir, O'na
dayanırım. Tevbemi O'na sunarım, bağışlanmayı yalnızca O'ndan dilerim,
tevbem de yönelişim ve dönüşüm de hep O'nadır.
31-Bu Kur'ân
öyle büyük bir mucizedir ki, eğer bir Kur'ân, okunacak bir kitap
onunla, (yani onun indirilmesi, yada okunması ile) dağlar yürütülmüş,
veya yer parçalanmış veya ölüler konuşturulmuş olsa idi. Bunlar bu
Kur'ân ile olurdu. Çünkü bu Kur'ân, şimdiye kadar indirilmiş ilâhî
kitapların en mükemmeli ve okunacak kitapların en üstünüdür. Bunda
ilâhî kudretin öyle acaip eserleri, öyle gizli ve celaletinin heybeti
öyle açıkça bellidir ki; "Biz bu Kur'ân'ı bir dağın tepesine
indirseydik, muhakkak ki, sen onu, Allah korkusundan boyun eğmiş ve
çatlayıp paramparça olmuş görürdün..." (Haşr, 59/21) gereğince bu
Kur'ân, misal olarak bir dağın tepesine indirilmiş olsa idi o dağı,
Allah korkusundan başını eğmiş, çatlamış, hurdahaş olmuş görürdün. İşte
bu Kur'ân, böylesine büyük bir ilâhî âyettir. Fakat onun indirilişinin
hikmeti bunlar değildir, okunması, anlaşılması ve üzerinde derinden
derine düşünülüp iman edilmesi, gereğince amel edilmesidir; ona
inananların salih ameller işleyip Tuba'ya ve mutlu sona ermeleridir.
Bundan dolayı Kur'ân'ın yalnızca indirilmesi ve okunması ile ne dağlar
yürütülür, ne yer parçalanır, ne ölüler konuşturulur. Zaten geçmiş
ümmetlere indirilmiş olan kitapların yalnızca okunması ile bunların
hiçbiri olmamıştır. Böyle bir şey olsa idi, hiç şüphesiz bu Kur'ân ile
olurdu.
Rivayet olunuyor
ki, Mekke müşrikleri, bir gün bir kenara çekilmiş oturuyorlardı. Hz.
Peygamber yanlarına vardı, onlara İslâm'ı sundu. İçlerinden Abdullah b.
Ümeyyeti'l-Mahzumî dedi ki: "Mekke'nin şu iki dağı bizi çok sıkıyor,
bunları buradan yürüt de yerimiz genişlesin; aralarında bize çaylar,
dereler, geniş geniş otlaklar, mezralar aç! Atalarımızdan filan ve
felanları da dirilt ki, söylesinler bakalım bu söylediklerin gerçekten
doğru mu, değil mi?" Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.
Binaenaleyh
böylece anlatılmıştır ki, vahiy indirilmesinin ve peygamber
gönderilmesinin hikmeti ve gayesi böyle şeyler değildir. Gerçi
Kur'ân'ın yüceliğindeki fevkaladelik bu gibi hadiselere dahi sebep
olabilmekten uzak değilse de sırf Kur'ân veya Kur'ân'ın okunması, tek
başına hiçbir zaman bunları sağlamanın sebebi değildir. Kur'ân'ın feyiz
ve manevî bereketini böyle maddî şeylerden önce kalblerde gözetmek
gerekir. O kitap her şeyden önce kalbleri Allah zikri ile tatmin etmek
ve aydınlatmak için okunacak bir kitap ve rahmet âyetidir. Dağlar
yürütülse, yer parçalansa, ölüler de konuşturulsa, bütün bunların
sağlayacağı fayda Kur'ân'ın gönüllere yaptığı telkin ve uyarı kadar
açık bir rahmet olmazdı. Kur'ân'dan alınacak ders ve duyulacak gönül
huzuru bunların hiç birinden elde edilemezdi. Bununla beraber bu açıdan
bakılınca da yalnızca Kur'ân veya Kur'ân'ın okunması yeterli bir etken
değildir. Dağlar gibi katı ve dikbaş, yer gibi ayaklar altında ezilen
ve ölüler gibi duygusuz, muhatap alınmaya liyakatsız öyle kalpsizler
vardır ki, bunlar yalnızca üzerlerine Kur'ân okunmakla hakkın zikrini
yüreklerinde duymazlar ve imana gelmezler. Bu da Kur'ân'ın gücünün
eksikliğinden değildir.
Belki emrin
bütünü Allah'ındır. Maddî ve manevi bütün kudret ve etki O'nundur. O
dilerse kalplerde zikrini yaratır, itminan ve iman ihsan eder, dilerse
etmez. Dilerse dağları yürütür, yeri parçalatır, ölüleri konuşturur,
dilerse yapmaz. Şu halde "İyi bilin ki kalpler Allah zikri ile tatmin
bulur" ifadesinde zikir failine muzaftır. Ve murad yalnızca dil ile
yapılan zikir değil, fiil ve hâl olarak yapılan zikirdir. Demek ki,
yukarıda açıklandığı üzere, Allah Teâlâ, rahmetine küfreden, nimetine
nankörlük eden o kâfirlerin kalplerinde kendi zikrini yaratmamış,
onlara hidayet ve tevfikini nasip eylememiştir.
Artık iman
edenler bilmediler mi? Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, burada
kelimesi "bilmek" anlamındadır ki, Havazin ve Neha lehçeleridir.
Veyahut bir şeyi bilmek, karşıtından ümit kesmeyi gerektirdiği için
bilginin gereğidir. Yani Allah zikri ile tatmin bulup, Kur'ân'ın
öğretisi gereğince Allah'ı ve Resulü'nü tasdik edenlerin başka
ihtimalleri gözardı ederek, şu hakikate tam bir ilmî kanaat ile kesin
bilgileri olmadı mı? Ki, Allah dileyecek olsaydı elbette insanların
hepsine hidayet verirdi. Madem ki, vermedi, demek ki dilemedi. Bundan
dolayı rahmâniyetine küfredenleri, imandan, kalp itminanından, salih
amelden, tubadan, mutlu son (hüsnü meâb) dan mahrum bıraktı. Ve o
küfredenlerin kendi saniaları, kendi sanatları sebebiyle başlarına
kaari'a isabet edip duracaktır. Ki "kaari'a" gülle ve tokmak gibi başa
çarpan şiddetli musibet demektir. Veya o kaari'a yurtlarının yakınına
hulul edecektir, düşecektir. Nihayet Allah'ın vaadi gelinceye
kadar.Yani, isabet için tayin ettiği vakit gelip çatıncaya kadar
tepelerinin üstünde veya yurtlarının yakınında hazır bir tehlike olarak
bekleyip duracak, bugün olmazsa, yarın başlarında patlayacaktır.
Muhakkak ki, Allah, vaadinden caymaz. verdiği sözü tam vaktinde yerine
getirir.
32- Emin ol ki,
senden önce de bir çok peygamberle alay edildi. Ey Muhammed! Yani, hani
bir âyet inse, dağ yürüse, şu olsa, bu olsa deyip duran kâfirlerin asıl
maksatları iman etmek için ciddî bir delil istemek değil sadece
istihzadır, alay etmektir. Onun için bunlara her ne türlü bir âyet
indirilse indirilsin yine de iman etmezler, azap beklerler. Böyle bu
gibi istihza ve alay etmeler yalnızca sana karşı olmuş bir şey de
değildir. Geçmişte nice peygamberlerle de alay edildi. "Ben onlara bir
süre meydan verdim, sonra da tuttum onları cezalandırdım. İşte o vakit
azabımın nasıl olduğunu anladılar, yakından gördüler."
33-34-
İmdi her
bir nefsin bütün müktesebatı üzerine kaim olan, hükümran olan zatı mı
alaya alıyorlar? O'nu mu inkâr ediyorlar? Yani, her nefis üzerine ve o
nefsin bütün yaptıkları ve kazandıkları üzerine gözcü, gözetici,
yönetici ve hakim olan, her nefse istemiş ve yapmış olduklarına
karşılık hayır veya şer, sevap veya günah veren ve o nefsi
yaptıklarından sorumlu tutan, hasılı Rahmân olmakla beraber adının da
sahibi bulunan yüceler yücesine mi karşı geliyorlar? Hiç O'na şirk
koşulur mu? O, hiç başka bir varlıkla kıyas olunur mu?
Hasılı "Kaimun
ala külli nefsin bima kesebet (Bütün yapıp ettikleriyle birlikte
nefisler üzerinde hükümran) olan başka biri var mıdır? Bu isme hakkıyle
sahip bulunan kimdir? Allah değil mi? Halbuki onlar tuttular Allah'a
ortaklar uydurdular. De ki, Ey Muhammed! Onların isimlerini söyleyin
bakalım! O uydurduğunuz ortaklar içinde böyle ismine sahip olabilecek
bir tane bile bulabilecek misiniz? Acaba yeryüzünde O'na, (yani
Allah'a), bilemiyeceği bir şey mi haber vereceksiniz? Yani, gökleri ve
yeri, bütünüyle enfüsü ve afakı yaratan Allah Teâlâ biliyor ki,
kendisinden başka yoktur. Siz yeryüzünde O'nun bilmediği bir şeyi
bileceksiniz de "işte filan vardır" diye haber mi vereceksiniz? Hiç
şüphe yok ki, bu imkansızdır ve mümtenidir. Yoksa sırf zahiri, (yani
lafzı var), anlamı yok boş bir laf mı söyleyeceksiniz? Zenciye "kâfur"
demek gibi, sırf lafzî bir isim mi uyduracaksınız? Hiç şüphe yok ki, o
uydurduğunuz ortakların isimlerini söyleyecek olursanız, içlerinde
Allah'a eşdeğer olacak bir isim bulamayacaksınız. Olsa olsa bir misal
olarak muhtevasız (içeriksiz) ve müsemmasız bir isim, gerçekte anlamı
olmayan soyut bir lafız, yalan bir kelime ortaya atacaksınız ve
saçmalayacaksınız. Fakat kâfirlere mekirleri, kendi düzenledikleri
oyunları güzel gösterilmiştir. Ve yoldan engellendiler. "Onlara dünyada
bir azap vardır. Ahiret azabı ise daha zorludur..."
35-
Muttakilere
vaad olunan cennetin temsili (meseli), (yani size acaip bir misal gibi
gelecek özellikleri,) temsilî olarak şöyledir. O cennet bir misal
olarak şöyle tasvir olunabilir: Altından ırmaklar akar durur. Öyle
ırmaklar ki, Muhammed Sûresi'nde (âyet 15) geleceği üzere berrak
sudan,
halis sütten, lezzetli şaraptan ve süzülmüş baldan olanları vardır.
Yemişleri daimidir, kesintisiz ve süreklidir. Dünya yemişleri gibi
belli bir mevsime mahsus değildir, geçici de değildir ve gölgesi de
öyledir. Çekilip uzamaz, zeval bulmaz, güneşi yakıcı değildir, karanlık
da basmaz. Hep serin bir gölgelik ve aydınlık şeklindedir, ebedî bir
dilenme yeridir. İşte o, yani cennet kötülükten sakınanların, (küfür ve
günahtan sakınıp, kurallara titizlik gösterenlerin) akıbetidir.
Kâfirlerin akıbeti ise ateştir.
Acaba ehli kitap
olanlar bu iki sınıftan hangisindendir, diye merak edilecek olursa:
36-
Daha önce
kendilerine kitap verdiklerimiz de, yani yahudi ve hıristiyanlar da
sana indirilen (vahiy, yani Kur'ân) ile ferahlanırlar, sevinç duyarlar.
Gerek yahudilerden, gerek hıristiyanlardan olsun ehli kitap, Kur'ân'a
vakıf olunca mutlaka bir ferahlık duyarlar. Fakat bunlar iki kısımdır:
Bir kısmı, Abdullah b. Selam ve benzerleri gibi, tam anlamıyla ehli
kitaptırlar; Tevrat ve İncil'in gerçek anlamını kalblerinde hissedip,
yüreklerinde duyanlardır. Bunlar bütün içtenlikleriyle Allah'ın
emirlerini yerine getirmeye çalışanlardır ki, Kur'ân'ın bütününden,
baştan sona bütün âyetlerinden ferah ve sevinç duyarlar ve onun ilâhî
vahiy olduğunu anlar, derhal Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in hak
peygamberliğini tasdik ederek müslüman olurlar. Diğer bir kısmı da
vardır ki, Kur'ân-ı Kerîm'in "Biz Tevrat'ı muhakkak ki, hidayet ve nur
olarak indirdik" (Maide:44) gibi önceki kitapları
ve peygamberleri
medh ve tasdik eden, onların hükümlerinden bazı misaller veren belli
âyetlerinden ferahlanırlar ve yalnızca bu noktalara kalsa Hz.
Muhammed'in peygamberliğini de kabul ve tasdik etmek isterler, ancak
kendilerinin teslis, teşbih vs. gibi yoldan sapmalarını, Allah'ın
âyetleri üzerindeki tahrifatlarını ve ilâhî hükümler üzerinde
yaptıkları değişiklikleri konu eden âyetlere gelince, onlar hiç
hoşlarına gitmez. Hemen inkâra saparlar. Bundan dolayı buyuruluyor ki:
Ahzaptan da,
(yani, ehli kitabın Hz. Peygamber'e karşı kin ve düşmanlıkta birleşip,
birbirlerine muhalif hizipler meydana getiren çeşitli gruplarından da)
öyle kimseler vardır ki, Kur'ân'ın hepsini inkâr edememekle beraber
basızını inkâr eder. Yani, hoşlanmadığı âyetlerini inkâr eder. Çünkü
heva ve heveslerine uygun düşmez. Mesela yahudi hizbi "Meryemoğlu İsa
Mesih, Allah'ın Resulüdür ve Meryem'e ilka ettiği kelimesidir ve
Allah'dan bir ruhtur" (Nisa:171) âyetini inkâr eder.
Oysa
hıristiyanlar bununla sevinirler. Onlar da "Allah'a üçtür demeyin! Buna
son verin, sizin için hayır olur." (Nisa:171) ve "Şüphesiz ki,
'Allah, Meryem oğlu İsa Mesih'tir' diyenler elbette kâfir olmuşlardır"
(Maide:71)
gibi âyetleri inkâr ederler.
Sen de ki, ben
ancak Allah'a ibadet etmeye, ancak Allah'ı mabud tanıyıp, ona kulluk
etmeye ve O'na şirk koşmamaya memurum, bununla emrolundum. Yalnızca
O'na davet ediyorum" "De ki: Ey ehl-i kitap! Bizimle sizin aranızda
eşit olan kelimeye geliniz ki, o kelime, Allah'dan başkasına ibadet
etmemek, hiçbir şeyle O'na şirk koşmamak ve Allah'ı bırakıp da
birbirimizi tanrılar edinmemektir" (Al-i
İmran:64) diyorum.
Ve dönüş yerim
ancak O'dur.
37- Ve işte
böyle, esas itibariyle bütün ehli kitaba ferah verecek ve üzerinde
ittifak edilecek temel ilkeleri, aslına uygun olan ve aykırı düşen
bütün ayrıntıları tek tek ortaya koyan ve bütün hedefi tevhid inancıyla
Allah'a yönlendirmek olan bir indirişle Arapça bir hüküm, yani Arap
diliyle ifade edilmiş ve bütün anlaşmazlıklar üzerinde hakim bir kanun,
incelikleri çözmede bir hikmet olarak indirdik onu. İşte bu
özelliklerle indirildi sana indirilen bu kitap ya Muhammed!
Kur'ân işte
böyle her kitabın üstünde ve bütün milletler üzerinde hakim bir hak
kitaptır. Bununla beraber Arapça'dır. Arap diliyle indirilmiştir. Dile
getirdiği ilâhî hükümler Arapça olarak ifade edilmiştir. Hükmünün
geçerliliği Arapça olan aslına uygunluk şartına bağlanmıştır. Bundan
dolayı daha önce indirilmiş olan semavi kitapların, Kur'ân'a uymayan,
Kur'ân'ın onayından geçmeyen hükümleri ile amel etmek caiz olmayacağı
gibi, Kur'ân'ın tercemelerine de bu hakimiyet isnad edilemez ve
tercemelerden doğrudan doğruya hüküm çıkarmaya kalkışmak da doğru
olmaz. Hüküm ancak Arapça indirilmiş olan aslına aittir. Demek ki,
Kur'ân, yalnızca tilavet edilmekle kalmamalı, mücebince amel edilip,
bütün hükümleri insanlar arasında icra edilmelidir. (Maide Sûresi'nde
(âyet 48)
ve Nisa Sûresi'nde "Gerçekten de Biz sana bu kitabı indirdik
ki, insanlar arasında, Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin
diye..." (âyet
105 Bu
âyetlerin tefsirine bkz).
Ve sana gelen bu
bilgiden sonra onların keyiflerine uyacak olursan, yani, Kur'ân'ın bazı
hükümlerini inkâr eden hiziplerin inkârları heva ve hevestir, bir
keyfiliktir. Onlar Hakk'ın hükmünden hoşlanmazlar da hevalarına,
gönüllerinin arzularına uyarlar, kendi keyfi arzuları hakim olsun
isterler. Sana gelen ise heva ve heves değil, gerçek ilimdir.
Binaenaleyh bu ilim sana geldikten, bu kitabın âyetleri ile Hakk'ın
hükmü sence bilindikten sonra da bilfarz onların heveslerine uyacak
olursan, Allah bilir ya Allah'dan sana ne bir velî, bir dost bulunur,
ne de bir vikaye edici, yani koruyucu. Ki o takdirde Allah'dan sana
gelebilecek musibetlere ve belalara karşı seni koruyacak bir dostun,
bir vikaye edicin, yani koruyucun olabilsin.
Kur'ân'ın bazı
kısımlarını inkâr ile Hz. Muhammed'in hak peygamberliğine itiraz etmek
isteyen çeşitli hiziplerin inkâr ve iddiaları ne kadar havaî ve ne
kadar boş, ne kadar sarkak ve çarpıktır:
38- Andolsun ki,
biz gerçekten senden önce de peygamberler gönderdik onlara da zevce
(eş)ler ve zürriyetler verdik. Buna göre senin de birtakım meşru
zevcelerinin, nikahlı eşlerinin ve evlatlarının bulunması ne diye senin
peygamberliğine engel teşkil etsin? Ehli kitaptan çeşitli hizipler,
kendi heva ve heveslerince Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr için
bazı şüpheler ileri sürmek istemişlerdir ki, başlıcaları şunlardır:
1. Müşriklerle
ağız birliği içinde olan bazıları "Allah resulü, insanüstü özelliklere
sahip olmalı, melek cinsinden olmalı" diye tutturuyorlardı. Böylece
beşer olarak yaratılmayı peygamberliğe aykırı farzederek, "Biz nasıl
olur da kendimiz gibi bir beşerin ardından gideriz?", "Bu ne biçim
peygamber yemek yiyor, sokaklarda gezip dolaşıyor?" diyerek akılları
sıra Hz. Peygamber'i ayıplamaya ve inkâra kalkışmışlardı ki, bu
noktalara diğer sûrelerde gerekli cevaplar verilmiştir. Yine bu
kuruntuyu değişik açılardan dillerine dolayan birtakım hıristiyanlar da
Hz. Peygamber'i özellikle birden fazla kadınla evlenmiş olmasından
dolayı ayıplamaya çalışıyorlar. Ve "Eğer Muhammed peygamber olsaydı
böyle kadınlarla meşgul olup, evlad ve iyalle uğraşır mıydı? Yahya ve
İsa gibi,onun da tek başına münzevî bir hayat yaşaması gerekmez miydi?"
diyorlardı ki, bu gün de hıristiyanlar bu gibi propagandalara hız
vermek istiyorlar. Halbuki böyle bir iddia Yahya ve İsa peygamberlerden
önce gelmiş ve onlar tarafından tasdik ve teyid edilmiş olan birçok
peygambere, yani Davud ve Süleyman'dan Musa, Yakup ve İbrahim'e hatta
Nuh ve Âdem'e varıncaya kadar Eski Ahid'de ve İncil'de haber verilen
birçok peygamberin hepsini inkâr etmek gibi bir çelişkidir ki, bu da
iddia edilen hıristiyanlığı kökünden inkâr etmektir. Zira bu
peygamberlerin çoğu bir tane değil, müteaddit ve hatta Davud
aleyhisselâm gibi bazıları yüz kadar kadınla evlenmiştir. Peygamberler
güzide zürriyetler yetiştirmişler ve böylece beşer soyunun manen olduğu
gibi maddeten de tertemiz babaları, ataları olmuşlardır. Ve işte bu
âyette, her şeyden önce bu tarihî hakikat açıklanarak, o bir kısım ehli
kitap hiziplerinin Hz. Peygamber'e arşı zevceler ve evlatlar
gerekçesiyle inkâr ve itirazlar, yalnızca Hz. Muhammed'in
peygamberliğini değil, geçmiş peygamberlerin hemen hepsini, hatta İsa
ve Yahya da onları peygamber olarak tanımış ve tanıtmış olduğu için, bu
ikisinin peygamberliğini inkâr sonucuna götürür. Nereden bakılırsa
bakılsın bu gerekçe bir çelişkiden başka bir şey değildir. Böylece bir
peygamberin insanüstü özellikler taşıması, yani melek cinsinden olması
iddiası da batıl bir iddia durumuna düşmüş olur.
2. Bir kısmı da
peygamberi, haşa bir ilâh gibi farzederek ve mucizeleri sanki
peygamberler kendileri yapıyormuş gibi sanarak: "Muhammed eğer
peygamber olsaydı, diğer peygamberler gibi kendisinden her ne âyet
istenirse, her ne mucize talep edilirse derhal yapıvermesi gerekmez
miydi?" demişler. Buna cevap olmak üzere buyuruluyor ki: Ve hiçbir
peygamber için Allah'ın izniyle olandan başka bir mucize getirmek söz
konusu değildir.
3. Hz.
Peygamber, gaybden haber olmak üzere kâfirleri azab ile uyarıp
müminleri nusret ve rahmet ile müjdeledikçe yukarıda da geçtiği üzere,
kâfirler "hani nerde o azap?" diyerek acele ediyorlardı. Başlarına
gelecek belanın gecikmesini şüpheye vesile edinerek "Hani ya o vaad ve
vaîtler nerde kaldı? Demek ki yalanmış, aslı yokmuş" diyorlardı. Buna
cevap olmak üzere de buyuruluyor ki: Her ecelin bir kitabı vardır. Yani
haber verilen o vaad ve vaîdlerden her birinin yazılmış,
kararlaştırılmış bir vakti, bir saati vardır. Belli bir vakitle
müecceldir. Her vaktin, tanınmış olan her sürenin Allah katında ayrı
bir yazısı, özel bir hükmü vardır ki, ahvalin ihtilafı ile ilgili
olarak, hikmet gereğince yazılmıştır. Ve bu müddet içinde kendini
düzeltmek, kurtuluş yollarını araştırmak veya heva ve hevesine kapılıp
azabı gerektiren işler işlemek için insanlara bir mühlet tanınmış,
birtakım imkanlar sunulmuştur. Binaenaleyh Allah, her birinin yazılı
vaktini gözetir. Ve bundan dolayı çeşitli zamanlar için başka başka
kitaplar nazil olmuştur. Mesela, Musa zamanının kitabı başka, İsa
devrinin kitabı başkadır. Velhasıl her zaman için bir kitap vardır. Ve
son zamanın kitabı da Kur'ân'dır. Onun için Arapça bir hüküm olan bu
kitap önceki kitapların esasını, temel ilkelerini yeniden hükme
bağlayıp tahkim eder, onlardaki bazı hükümleri de neshedip değiştirir.
4. Ehli kitaptan
yahudi hizbi gibi, bir kısmı, neshi inkâr ediyor ve öyle
zannediyorlardı ki, "nesih bir bir bedayı, yani, önce bilinmeyen bir
ilmin, sonradan elde edilmesiyle önceki hükümden caymayı gerektirir.
Allah Teâlâ bilgisizlikten münezzeh olduğu için ilâhî hükümlerde nesih
olmaz" diyorlardı ve "madem ki, Kur'ân'da daha önceki kitapların
hükümlerini nesheden âyetler vardır, o halde bu kitap Allah kelâmı
olamaz, bunu getiren kimsenin de peygamber olmaması gerekir" diye iddia
ediyorlardı. Ve böylece yahudiler, Kur'ân'ın, Musa'yı peygamber,
Tevrat'ı da vahiy mahsulü bir kitap olarak tasdik etmesinden
yararlanarak, Tevrat'ı hiçbir şekilde nesih kabul etmez hakim bir ana
kitap ve Musa şeriatını da değişmez bir din farzederek İncil'i de,
Kur'ân'ı da inkâr ediyorlar. Hz. İsa'nın nübüvvetini olduğu gibi Hz.
Muhammed'in risaletini de tanımak istemiyorlardı. Sanki Musa
şeriatında, Yakup, İshak ve İbrahim'den Nuh ve Âdem'e kadar gelmiş
geçmiş olan peygamberlerin şeriatlarından hiçbir hüküm değiştirilmemiş
gibi batıl bir iddia peşinde koşuyorlardı. Fakat Hıristiyanlıkta
Yahudiliğe ait belli bazı hükümler değiştirilmiş olduğu ve ezcümle
Cumartesi'nin Pazar'a dönüştürüldüğü inkâr olunamıyacak bir vakıa
bulunduğu cihetle yakın zamanlara kadar hıristiyanlar neshi inkâr
etmiyorlardı. Çünkü neshi inkâr ettikleri takdirde Musevilere karşı
İseviliğin hiçbir anlamı kalmazdı. Fakat son zamanlarda Protestanlar
bunu düşünmeyerek müslümanlara karşı yahudiler gibi neshi inkâra
kalkıştılar. (Bu konuda Hindli Rahmetullah Efendi'nin "İzharulhak" adlı
eserine bkz.).
39- İşte
herhangi hizipten olursa olsun nesih meselesini inkâr edenlere karşı
buyuruluyor ki; Allah dilediğini mahveder, dilediğini yerinde sabit
tutar. Gerek yaratmada, gerek hüküm koymada dilediğini mahveder. Varlık
âleminden siler, hükümden düşürür, yürürlükten kaldırır, izini yok
eder, dilediğini de onun yerine geçirir veya doğrudan doğruya yenisini
yaratır. Evvela yaratılışta görülüyor ki, Allah Teâlâ, âlemde birtakım
şeyleri yok edip, ortadan kaldırırken, diğer birtakım şeyleri
durduruyor ve yeniden vücuda getiriyor. Mesela bir milleti mahvediyor,
diğer bir milleti yaşatıyor. Aynı şekilde bir kavim içinde Zeyd ölürken
bir Amir doğuyor veya Ahmed yaşamaya devam ediyor. Aynı şahısta ve aynı
varlıkta hastalık, yaşlanma vs. gibi sebeplerle durmadan durum
değişikliği oluyor. Bedende hücreler bir yandan ölürken, bir yandan da
yenileri onların yerine geçiyor. Mesela ticaret hayatında aynı kişi
bazı işlerinde kâr ediyor, bazılarında zarar ediyorlar. Allah, bazan
onun rızkını arttırır, bazan azaltır, ecelini ve ömrünü uzatır,
kısaltır seadetini şekavete, şekavetini seadete dönüştürür. Tevbe
edenin günahlarını, amel defterinden siler, yok eder, onun yerine,
sevap yazar, ilh... Öyle ki, bütünüyle kâinat, bir taraftan harfleri ve
satırları silinip, diğer taraftan yazılan bir kitap gibidir. Böyle iken
kâinatın sayfa düzeninde, hikmetli akışında ne bir silinti, ne de bir
kazıntıdan eser bulunmaz, kusursuz olarak işler. İşte ilâhî yaratılışta
böyle olduğu gibi, teşri hususunda da durum böyledir: Allah Teâlâ, bir
süre için yürürlükte tuttuğu bir şer'î hükmü, diğer bir zaman için
yürürlükten kaldırır, yerine başka bir hüküm getirir: Hükümlerin bir
kısmını başka hükümlerle nesheder. "Eğer biz bir âyetin hükmünün
kaldırır veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını veya dengini
getiririz" (Bakara 2/106) âyetinin gereğince o hükmün yerine ondan daha
hayırlısını ya da en azından onun gibisini ikâme eder. Çeşitli
devirlerin ve farklı toplumların durumlarına uygun düşen çeşitli
şeriatler bulunur. Böylece "her ecelin bir kitabı var" olmuş olur.
Çünkü kitaplar, şeriatlar dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için,
insanların uyması gereken kurallardır. İlahî irade ve meşiyyetin
gereğince devirden devire insanların ve toplumların ihtiyaçları değişik
olduğundan, ona göre, hükümlerin değişmesi de ilâhî hikmetin gereğidir.
Bununla beraber Allah Teâlâ, dilediği bazı hükümleri de neshi mümkün
olmayacak şekilde muhkem ve sabit kılar ki, bu gibi hükümler, her devir
için şeriatin temel ilkeleri "usûlu-i şeriat", diğerleri de ayrıntı
sayılan dallar "furu-i şeriat"dır. (Maide Sûresi'nde 48. âyete bkz).
Bundan dolayı Kur'ân, Tevrat ve İncil'in ve diğer ilâhî kitapların
önemle üzerinde durdukları temel ilkelerden bir kısmını destekliyerek,
ehli kitabın hepsini sevindirip ferahlandırırken, o kitaplarda ahir
zamanın şartlarına uygun olmayan birtakım hükümleri de neshedip ortadan
kaldırır. Ve hatta, Kur'ân'ın kendi bünyesi içinde de nasih ve mensuh
vardır. Ve bundan dolayıdır ki, Kur'ân bütün kitaplar üzerinde,
müheymin (gözetici) ve bütün zamanların değişikliğine hakim Arapça bir
hüküm kitabıdır.
Allah, böyle
"dilediğini imha ve dilediğini ibka ve isbat eyler", ve ana kitap ancak
O'nun katındadır. Bütün kitapların ilk kaynağı, aslı, esası olan,
hiçbir şekilde değişmeyecek, mahvi mümkün olmayan ana kitap, daha
doğrusu kitabın anası, "düstur-i âlâ" denilen kütük ancak O'nun
katındadır ki, o "Levh-i Mahfuz" veya "ilm-i ezelî-i ilâhî"dir.
Değişecek ve değişmeyecek olan, giden ve kalan işte her şey o kitapta
yazılıdır. Hepsi bilinmektedir. Onun için dinin temel ilkelerinden
olmayan konularda şeriatler arasında veya aynı kitapta meydana gelen
nesihlerden dolayı, Allah Teâlâ'ya hiçbir şekilde beda lazım gelmez. Ve
yine onun içindir ki, tekvin ve teşride mahiv ve isbat cereyan ettiği
halde Ana kitaba (Ümmü'l-kitaba) göre , her şey "yazılmış, bitmiştir,
kalem kurumuştur." Kâinatta yeniden yazılacak, yeniden programlanacak
hiçbir şey yoktur. Her şey yerli yerinde ve yazılıp programlandığı
şekilde akıp gitmektedir. Binaenaleyh Tevrat veya İncil'i
"Ümmü'l-kitap" olarak farzedip de nesih kabul etmez diye iddia eden o
inkârcı ehli kitap hiziplerinin inatları ve inkârları ne kadar boş, ne
kadar batıl hevestir. Halbuki Kur'ân'dan önceki kitaplar, yalnızca
nesihten değil, tahriften de uzak kalamamışlardır.
40-
Onlara
yaptığımız vaidlerin bir kısmını sana göstersek de veya seni vefat
ettirsek de, yani, o inkârcılara vaad ettiğimiz ceza ve azabın hepsi
gerçekleşecek ve sen bazısını dünyada gözlerinle görecek olsan da,
hiçbirini sana göstermeden seni bu dünyadan alacak olsak da, sen
bununla bağlı değilsin. Sen onların başlarına geleceği görüp
görmeyeceğini düşünmeden vazifeni yapmaya devam et. Hiç birini görmeden
vefat edecek olsan bile yine de görevini sürdür. İster gör, ister
görmeden ölmüş ol, her iki durumda da sana düşen, boynuna borç olan şey
tebliğdir. Yani sen bir peygamber olarak, üzerine vacip olan görev,
peygamberliğin gereği olan hükümleri tebliğden ibaretttir. O tebliğin
gereğini ifa ve icra etmek ve sonuçta onun hesabını görmek ve yine bu
arada onlara haber verdiğin azapların gerçekleşip gerçekleşmediğini
görmek senin görevlerin arasında değildir. Senin işin yalnızca tebliğ
etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. O kâfirlerin hesabını görmek,
amellerinin cezasını vermek bize aittir. O işi yapacak olan biziz.
Binaenaleyh sen, emek ve gayretlerinin semeresini görüp görmeyeceğini
hesaba katmadan çalış, bu uğurda can vermek gerekse bile vazifen olan
tebliği yap, gerisini bize bırak.
41-O inkârcılar
görmüyorlar mı ki, biz kudretimizle yere geliyor onu etrafından
eksiltip duruyoruz. Yani, bizim mahvimizi ve isbatımızı kabul etmek
istemiyen o inkârcılar, baksalar ya, yukarıda açıklandığı üzere, önce
rahmet ve kudretimizle meddetmiş ve ayaklarının altına sermiş olduğumuz
yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? O serili yeri, üzerinde yaşadıkları
o geniş toprakları, etrafından kudretimizle sarıp sıkıştırmıyor, onu
eksiltmiyor muyuz? Daraltmıyor muyuz? O ilk medde karşılık onda
cezirler yapmıyor muyuz? Veya çeşitli yeryüzü olayları ile onu
aşındırıp parçalamıyor muyuz? Veya o kâfirlerin vatanlarını peyderpey
çevresinden eksiltip durmuyor muyuz? Nüfuslarını, topluluklarını
kırarak, dağıtarak, feyiz ve bereketlerini azaltarak, arazilerini,
yurtlarını daraltarak, güçlerini ezikliğe, kemallerini noksana
dönüştürmüyor muyuz? Yerdeki bu değişikliği veya vatanlarındaki bu
daralmayı, bu sıkışmayı görmüyorlar mı? Allah, öyle bir hüküm ve
hükumet yapar ki, O'nun hükmüne muakkıp yoktur. Onun verdiği hükmü,
arkasından takip edecek, ona yetişip de onu değiştirecek, nakzedecek ve
engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir
makam ve merci yoktur. Ve O, hızlı hesap görendir. Şu halde o hesap ve
azap demleri çok uzaktır, belki bize hiç sıra gelmez şeklinde boş
hayallere hiç kimse kapılmasın. O'nun hesabı da, azabı da bir anlık
meseledir. Allah murad edince göz açıp yummadan geliverir.
42-
Onlardan
öncekiler de mekirler yaptılar. Allah'a, peygamberlere, kitaplara ve
müminlere karşı birtakım hilelere baş vurdular, tuzaklar, oyunlar
düzenlediler, entrikalar çevirdiler fakat sonuç itibariyle mekir,
bütünüyle mekir ancak Allah'ındır.
Allah'ın mekrine
göre, diğerlerinin yaptığı mekirler hiçtir; mekir bile sayılmaz. Çünkü
mekrin hakikatı, başkasına gizli, sezilmesi, anlaşılması mümkün olmayan
bir kötülüğü ona iletmektir. Onu bilmeden oyuna getirmek, kötü duruma
düşürmektir. Oysa Allah'dan gizli olan bir şey yoktur: Kulların bütün
yaptıkları ve yapacakları Allah tarafından bilinmektedir. Her şey O'nun
bilgisi ve kudreti altında cereyan etmektedir. Bundan dolayı, mekir
yapanların yaptıkları mekir de bir amelden, bir kesipten başka bir şey
değildir. Yaratma ve etki Allah'dandır. Bu suretle onlar oyun yapmaya
çalışırken, sadece kendi kendilerini aldatmış ve kendi düşecekleri
kuyuyu kazmış olurlar. Allah'ı oyuna getirmek mümkün olmadığına göre,
yaptıkları işle başlarına gelecek oyuna kendileri sebep olmuş olurlar.
Allah bir yere kadar kesiplerini yaratır, onlar da başardık,
başarıyoruz zannederlerken, o oyunlarının cezası olarak Allah
tarafından öyle gizli bir belaya uğratılırlar ki, bütün zan ve
tahminlerinin aksine mahvolur giderler.
O halde
hilekarlık yapmaya çalışanlar, bilmelidirler ki, yaptıkları hileler,
sonuçta Allah'ın kendilerine bir oyunudur. Allah, hiç haberleri
olmadığı, hiç ummadıkları bir şekilde mekirlerini başlarına
geçiriverir. Aldatıyoruz, oyuna getiriyoruz zannettikleri doğruları da
mükafatlandırır. Çünkü Allah aldanmaz ve aldatanları sevmez. Her nefis
ne kazanırsa bilir. O kâfirler de ilerde bileceklerdir ki, bu yurdun
akıbeti kimindir
43- O kâfirler
bir de derler ki, sen mürsel değilsin, yani Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber değilsin. Böylece senin hak peygamber
olduğunu inkâr ederler. Ey Muhammed! De ki, benim aramla sizin aranızda
şahit olarak Allah yeter. Yani Allah Teâlâ, bana indirdiği, bende açığa
çıkardığı kesin deliller, açık âyetler ve beyyinelerle benim
peygamberliğime şahitlik etmektedir. Her şahitlikten yüksek olan bu
Allah şahitliği, diğer şahitlerin şahitliğine artık ihtiyaç bırakmaz.
Benim doğruluğumu isbat için başka hiçbir şahitliğe ihtiyaç kalmadan
benim için kâfi gelir. Ve o âlim ki, yanında kitap bilgisi vardır.
Kur'ân ilmine veya genel olarak kitap bilgisine sahiptir. Yani Arapça
bir hüküm olan bu kitap, bu Kur'ân, benim peygamberliğime başlı başına
bir şahittir, yeterli bir belgedir. Ancak bunun böyle olduğunu bilmek,
bunu anlayabilmek için kitap ilmine sahip olmak, bu kitabın
anlatımındaki fesahat ve belağati, bildirdiği gayb haberlerini anlamak,
dile getirdiği bunca ilimleri bilmek, hasılı dilinden ve içeriğinden
anlamak gerekir ki, bunun hak kitap olduğunu takdir edebilsin. Bunu
bilen "ilim sahipleri sırf doğruyu ayakta tutma" aşkıyla onun hak
olduğunu itiraf eder ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine şahitlik eyler.
Ve hatta bundan önceki kitaplarda, bu arada Tevrat ve İncil de dahil
Hz. Muhammed'in peygamberliğini haber veren ve müjdeleyen âyetler,
belge niteliğinde ifadeler vardır. Bunları hakkıyla bilen ve bu gibi
kitapların bilgisine sahip olup da taassup göstermeyen, heva ve
hevesine uymayan insaflı ehli kitap âlimleri de buna şahitlik ettiler.
|
|