|
Elmalı Tefsiri
1- Ve
farz
kıldık Yani bu sûre, kesin olarak farz kılınan birtakım hükümleri ve
bunların delillerini içinde bulunduran bir kısım açık ve belli âyetleri
ihtiva eder. Öyle ki bu sûrenin de İslâm medeniyetinin hukukunu ve asıl
vazifelerini gösteren temel çizgilere delil olması açık bir şekilde
düşünülebilir. İlk önce namus, ırz ve aile hukuku meselelerinden
başlanarak buyuruluyor ki:
2-
Zâniye ve
zânî; ZANİYE, zina eden kadın ZANÎ zina eden erkek demek olduğu belli,
fakat zaniye ile mezniyeyi ayırmak gerekir. Her zaniye mezniyedir; ama
her mezniye, zaniye değildir. Çünkü mezniye, zina edilen kadın demektir
ki, şiddetle ve zorla da olabilir. Zorla zina edilen kadına ise mezniye
denilirse de zaniye denilemez. O zira ancak kendi istek ve arzusu ile
zina işlemiş kadına denilir. Karşılıklı rıza ile işlenilmesi sebebiyle,
zina fiilinde bu fiili işleyenler ortak olur. Zorla zina edilen kadın
ise hiçbir yönden fail değil menf'ul dür. İşte burada, zorlanana had
cezası gerekmeyeceğini anlatmak için zaniye denilmiş, mezniye
denilmemiştir. Şunu da unutmamalıdır ki maksat, zinalarının sabit
olduğuna şer'î yönden hüküm verilmiş olan zanî ve zaniyedir. Zinanın
tesbiti ise "Onlara içinizden dört şahit getirin." (Nisa, 5/15)
âyetinin ifadesi ve delaletine göre dört şahide veya dört kere ikrar
etmeye bağlıdır. Netice olarak zina ettiği bu şekilde sabit olan ve
sabit olduğuna hüküm verilen kadın ve erkek, Şimdi bunlardan herbirine
yüz celde vurunuz.
CELDE: Deriye
vurmaktır ki, her vuruşa celde denir. Keşşâf'ta der ki, "celd" sözünde
şuna işaret vardır ki acı, ete geçirilmemelidir. Çünkü celd, cilde
vurmaktır.
Nitekim
"zaherehû": sırtına vurdu, "batanehû": karnına vurdu, "reesehû": başına
vurdu demek olduğu gibi derisine vurdu mânâsına da "celedehû"
denilir... Demek ki, deri hissedecek kadar kaba elbisenin üzerinden
vurmaya da celd denilmez. Aynı zamanda meselenin fıkhî yönü düşünüldüğü
zaman maksadın, bir eğlence olmadığı gibi, bir işkence veya yok edip
öldürme de değil, yalnız zorlama ve terbiye etme olduğu açıktır. Şu
halde maksat, şiddetli bir celd değil, eti çürütmeyecek ve tehlikeye
sebeb olmayacak şekilde hafife yakın orta bir şekilde vurmaktır ki,
nasıl olacağı Fıkıh kitaplarında açıklanmıştır:
BİRİNCİSİ:
Değnek iri olmayacak, çöp gibi çok basit de olmayacak, parmak kadar düz
ve budaksız olacak.
İKİNCİSİ: Vuran
kimse vururken en son omuzu hizasına kadar kaldıracak ve omuzundan
arkasına aşırtmayacak,
ÜÇÜNCÜSÜ: Çıplak
vücuda vurulmayacak, fakat kürk gibi kalın elbise varsa çıkarılacak.
Rivayet edilir ki, Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a)'a had cezası için bir
adam getirildi, adam gömleğini çıkarmya başladı ve "Benim şu günahkâr
vücudum dövülürken üzerinde gömlek bulunması uygun değildir" dedi, Ebu
Ubeyde gömleğini çıkarmasına izin vermeyin, dedi ve o şekilde dövüldü.
DÖRDÜNCÜSÜ: Yüz,
karın ve ot yeri gibi nazik ve tehlikeli organlara vurulmaz.
BEŞİNCİSİ: Hepsi
bir yere de vurulmayıp diğer organlara gereği şekilde
yaygınlaştırılır...
Âyetin açık
ifadesine göre zanî ve zaniye, zina isnad edilen evlenmiş veya
evlenmemiş olandan daha genel ve bundan dolayı celd, ikisini de içine
alıyormuş gibi görünür. Fakat Mâiz ve Gâmidiyye hakkında Peygamber
efendimizin bilinen uygulaması, yani bilinen sünneti ile bu âyetin
hükmü, muhsan olmayan, yani evlenmemiş olanlar hakkında olmak üzere
yürürlüktedir. Allah'ın cezasında onlara acıyacağınız tutmasın Allah'a
ve ahiret gününe iman ediyorsanız öyle yapınız. Allah'ın muhterem
tuttuğu iffet ve namusu yırtan zanî ve zaniye'ye acıma duygusuna mağlup
olup da onlara iltimas göstererek Allah'ın emrettiği cezayı ihmal
etmezsiniz, Allah'tan ve ahiret sorumluluğundan korkarsınız. Çünkü
onlara acımak, zinalarına göz yummakta değil, tevbelerine sebeb olmak
için cezalarını yerine getirmek ve bu şekilde iffet ve namusu koruma ve
zinanın genelleşmesini önleyerek nikahın çoğalmasına çalışmaktadır.
Çünkü zina; "Çünkü, bu bir hayasızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir
yoldur" (Nisâ, 4/22) âyeti kerimesine göre büyük bir fuhuştur, kin ve
hiddettir ve yolu pek kötüdür.
Gerek sıhhî,
gerek tabiî, gerek ahlâkî, gerek hukukî, gerek ictimâî hangi yönden
düşünülürse düşünülsün zina çok zararlı, harab edici bir günahtır.
Erkekle kadının yaratılış ihtiyaçlarından olan cinsî münasebetlerinin,
meşru ve güzel yolu zinada değil, nikahtadır. Nikahta hayatın bir
bereketi, zina ve hayasızlıkta ise onun yok olması ve sonuçsuz kalması
vardır. Nikahın kolaylığı, doğruluk ve emniyeti, çoğalması bir toplum
bünyesinin sıhhatinden olduğu gibi, tersi olan zinanın yayılması da
aksine toplum bünyesini kemiren, çürüten, her türlü ahlâkî kötülüklere
sürükleyen tahrib edici şeylerin başıdır. Tıbbî ifade ile ifade edecek
olursak zina, toplum bünyesinin firengisidir. Bir hadis-i şerifte
Peygamber efendimizden rivayet edilmiştir ki: "Ey insanlar topluluğu!
Zinadan kaçınınız, çünkü onda altı özellik vardır. Üçü dünyada, üçü
ahirettedir. Dünyadakiler değerleri giderir, fakirlik getirir, ömrü
kısaltır. Ahirette de Allah'ın gazabına, hesabın kötülüğüne, cehennemde
ebedî kalmaya neden olur." Bu sebepten insanlara yardım ve acıma ona
teşvikte değil, ondan menetme ve zorlama ile kurtarmaktadır.
Bu âyette
emrolunan yüz sopa vurma ise sakındırma ve yasaklamanın, gayet basit ve
sade ve her türlü sıkıntı ve korkudan uzak en sağlam yoldur. Bu âyetin
nuzûlünden önce İslâm'da zinanın cezası "Kadınlarınızdan fuhuş
yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse o
kadınları ölüm alıp götürünceye, yahut Allah onlara bir yol açıncaya
kadar evlere hapsedin. İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa ceza
verin..." (Nisâ, 4/15-16) âyeti uyarınca kadınlar için vefat edinceye
veya Allah bir yol açıncaya kadar evlerde hapis, erkekler için de
hakimin görüş ve takdirine uygun bir eza ile tazirdi; takdir edilmiş
belli bir cezası yoktu. Bu âyetin indirilmesi ile bekarlar arasında her
ikisine de yüz sopa vurma ile sınırlandırıldı ve böylece vaad edilen
yol gösterilmiş oldu ki, bunda iki taraf için zina zevkine karşılık
yeterli eziyet ifade edecek adil bir tesir mevcut olduğu gibi, zarardan
uzak ve masrafsız olmak itibariyle de birçok yönden faydalar vardır.
Hapis cezasının ahlâkî bir şekilde tatbikatındaki zorluklarla beraber,
bir taraftan her türlü iş ve gücü durdurma, diğer taraftan devlet
hazinesine birçok masraflar yüklediği hesap edilirse, bu hususta tayin
edilen yüz sopa vurulmasının, gerek ahlâkî ve gerek iktisadî ve gerek
kolay tatbiki ile adalet nokta-i nazarından faydalı ve netice verici
bir terbiye olduğunu kabul etmemek mümkün değildir. Şu kadar var ki,
kötü bir şekilde tatbik etmemek şarttır. Onun için buyuruluyor ki: Ve
müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun. Yani gizli
döğülmesinler de müminlerden bir taifenin (grubun) huzurunda onların
şahitliği ve gözcülüğü altında döğülsünler.
Keşşâf'ın
açıklamasına göre tâife; bir halka olması mümkün olan gruptur ki, bir
şeyin etrafını çeviren topluluk demek gibidir. En azı üç dört kişi
olması gerekir. İbnü Abbas'tan bunun tefsirinde dörtten kırka kadar
diye nakledilmiştir. Aslında çoğulun en azı üç ise de zinada şahit
adedinin istenen haddi dört olduğuna göre, bunun da en azından dört
olması gerekir. Çünkü "şahit olsun" buyurulmuştur. Bu sebepten iki kâfi
gelmez, Hatta Hasen'den rivayete göre en azı on kişi olmalıdır. Netice
olarak gizli dövme suçlamasına meydan vermeyecek kadar bir grup insanın
hazır bulunması gerekir. Bu ise bir iki kişi ile olamaz. Sonra yalnız
adet değil, nitelik de şarttır. Onun için "müminlerden bir grup"
buyurulmuştur ki, şahitliğe ehil halis müminlerdir. Zira şehadete ehil
olmayan aşağılık kimselerin şahitliği, yapılmamış gibidir. İbnü Abbas
Hazretleri de "Allah'ı tasdik edenlerden kırk kişi kadar" demekle bunu
kasdetmiştir.
Bu emirde
başlıca iki hikmet vardır:
BİRİNCİSİ:
İntikam şeklinde bir kötüye kullanmaya meydan vermemek için bir
teminattır. Çünkü gizli dövmelerin, hiddetin sevkiyle işkence halini
alması veya bir iltimasa uğraması mümkündür. Nitekim tarihin şikayet
edegeldiği zalimane işkenceler hep gizlenerek yapılmıştır. Bundan
dolayı Avrupalı ceza hukukçularının dövme gibi bedeni cezalandırmaları
hoş görmemeleri de hiç sebebsiz değildir. Fakat hapis gibi genellikle
uygun görülebilen cezaların çoğu cismani olmaktan kurtulamayacağı gibi,
gizli dövme kadar kötüye kullanmaya müsait bulunduğu da inkâr olunamaz.
Bir mahpusa, hele yalnız olan bir mahpusa karşı ne yapılmaz. Halbuki,
herkesin gözetimi önündeki bir dövme tesirli olmakla beraber, haddi
aşmaya müsait değildir. İşte darb, ancak bu şahitlik ve kontrol altında
açıkça olmak şartıyla meşru kılınmıştır.
İKİNCİSİ: Bunda
iffet ve namusun kıymetini, ibret ve terbiyenin genelleştirilmesini
ifade eden bir ilan ve sergileme vardır. Gerçi bu sergileme bu suçu
işleyen kimsenin sadece aleyhine değildir. Açıklandığı üzere lehinde
bir teminatı da içinde bulunduran bir ilandır. Mahkemenin ilanının ve
hükmün, alenî olması gibidir. Hükmün aleniyeti (açıklığı) ise bir
sergilemeyi içerse bile, genellikle bir ceza niteliğinde kabul edilmez.
İcranın yani yürütmenin açıklığının da öyle olması gerekir. Özellikle
cezalarda uygulama, hükmü yerine getirmede tamamlayıcı unsurlardandır.
Bununla beraber,
aklı olanların vicdanında, en küçük bir sergilemenin bile bir ruhî azap
meydana getireceğinde şüphe yoktur. Bundan dolayı bu şahitlik, yalnız
bedeni olan "celd ceza"sının ruhî bir tamamlayıcısı olur. Bu cümlede
"onların her ikisine uygulanan cezaya" buyurulması da buna işarettir.
Bir de bu şahitliğin amme hukuku ile ilgisi vardır.
3-Şöyle
ki: Zina
eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile
nikahlanamaz. Zina eden bir herif evlenecek olursa, alacağı karı ya bir
zina etmiş kadın veya bir müşrik kadındır. Çünkü imanı ve namusu olan
temiz saliha kadınlar ondan nefret eder, ona tenezzül etmez ve
etmemelidirler; öyle heriflere olsa olsa ya kendisi gibi zina işlemiş
veya Allah'a şirk koşmakta olan bir karı rağbet eder ki, Allah'a şirk
koşan kadınların da iffet ve namusu şüphelidir. Ve işte zina şirke,
şirk zinaya böyle yakındır.
Bir de nefsinde
zina etmeye yatkınlık olan erkek, namus ve iffetten yoksun kadınlarla
ilgi kurar, onlardan tiksinmez; aksine şehvetini tahrik edip heva ve
hevesine uyduklarından dolayı onlara kapılır ve bu duygu onun evlenmek
konusundaki fikrini ve düşüncesini bozar da nikaha ve evlenmeye rağbet
etmez ve şayet evlenecek olursa, alacağı da öyle birisi olur. Zira
iffet ve namusun kıymetini bilmez, iffetli olanları takdir etmez, kendi
dengini arar. Bu şekilde, erkeğin iffetsizliği, iffetsiz kadına
düşmesine sebeb olduğu gibi, netice olarak nikahlayacağı kadının
iffetsiz olmasına da sebeb olur. Bu nükte ve incelik ile, bu âyette
erkek, dişiden önce zikredilmiştir. Halbuki, önceki âyette dişi önce
zikredilmişti. Çünkü dişinin görünmesi, açgözlülüğe düşürmesi, kendi
isteği ve kabulü olmadıkça adı geçen zina fiili başlayamayacağından,
orada suçun başı, zinanın maddesi, karı olduğuna işaret edilmişti.
Fakat nikah konusuna gelince, bunda erkeğin rağbet ve isteği asıl ve
öncül olduğuna ve erkeğin ahlâkının iffet bakımından kadın üzerindeki
nüfuz ve tesirine işaret inceliği ve nüktesi gösterilmiştir.
Zina eden kadın;
bununla da zina eden erkek veya müşrik bir erkekten başkası nikah
edemez. Yani iffet ve namusu olanlar, zina eden kadından nefret eder,
nikahına tenezzül etmez de onu nikah etse etse, bir zina suçu işlemiş
veya zinadan sakınmamak âdetleri olduğundan dolayı ancak bir müşrik
nikah eder. Çünkü "kötü kadınlar, kötü erkeklere, kötü erkekler kötü
kadınlara yaraşır" (Nur, 24/26) ve o yani o nikah, müminlere haram
kılındı. Bakara Sûresinde "İman edinceye kadar müşrik kadınlarla
evlenmeyin. İman etmiş bir cariye, beğenseniz bile müşrik bir kadından
kesinlikle daha iyidir. İman edinceye kadar müşrik erkeklere de mümin
kadınları nikahlamayın.
İnanmış bir köle
müşrik bir kimseden daha hayırlıdır" (Bakara, 2/221) âyet-i kerimesine
göre, müşrik kadın ve müşrik erkekle nikahlanmanın yasak olduğu
bilinmektedir. Zina eden kadını nikahlamaya gelince; bu âyetin
zahirinden, bunun da müminlere haram ve müşrikle nikahlanmaya yakın
olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber ihtilaf yönü de yok değildir.
1- Bazıları "bu
âyette maksad, nikahın hükmünü açıklamak değil, zinanın kötülüğünü
açıklamadır. Burada nikah çiftleşme mânâsındadır ve bu sebebten
haramlık da zinanın haramlığıdır" demişlerse de anlamsızdır. Çünkü
Kur'ân'da nikah, hep akit "nikahlanma" mânâsına geldiğinden çiftleşme
mânâsı verilmesi doğru değildir. Bir de bu mânâca âyetin hiçbir fayda
ifade etmemiş olacağı gösterilmiştir.
2- Hz. Aişe
(r.anha) dan rivayet edilmiştir ki: "Bir erkek bir kadınla zina etse
onu nikahlayamaz, bu âyette haramdır. O işe başladığında zina etmiş
olur..." Ebu Hayyan tefsirinde: Ashâb-ı kiramdan İbnü Mes'ud ve Berâ b.
Azib (r.anhüma)'nin de görüşlerinin böyle olduğu bildirilmiştir. Fakat
buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.v) den bu konu sorulmuş "Evveli
akılsızlık, ahiri nikahtır, haram, helali haramlaştırmaz" buyurduğu
nakledilmiştir. Ebu Bekr'i Sıddîk, İbnü Ömer, İbnü Abbas ve Cabir'den
ve Tâvûs, Saîd b. Müseyyeb, Cabir b. Zeyd, Atâ, Hasen'den ve dört
imam'dan naklolunan görüş de caiz oluşudur. Ancak Fahrü'r-Râzî
tefsirinde zikredildiği üzere zina eden erkek ve zina eden kadının
iffetli erkek ve iffetli kadın ile ve iffetli erkek ve iffetli kadının,
zina eden erkek ve zina eden kadın ile evlenmesinin haram olması, Hz.
Aişe ve İbnü Mes'ud gibi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin de
mezhepleridir, deniliyor.
3- Hasen'in
görüşüne göre bu haramlık, belirli zina eden erkek ve zina eden kadın
haklarındadır. Had vurulmuş zina eden erkek ancak zina etmiş bir
kadınla evlenebilir, Hz. Ali böylesinin nikahını reddetti diye, rivayet
edilmiştir.
4- Bazıları bu
hükmün Medine'de İslâm'ın başlangıcında gelmiş olup daha sonra
neshedildiğini söylemişlerdir, Said b. Müseyyeb bu sûredeki "Aranızdaki
bekarları evlendirin." (Nûr, 24/32) ve Nisâ Sûresi'ndeki "Size helal
olan kadınlardan nikahlayın." (Nisâ, 4/3) âyetlerinin umumlarıyla
birlikte neshedildiği rivayet edilmiş ve bu görüş yaygınlık
kazanmıştır. Mütezile'den Cübbâî de icma ile nesholunmuştur, demiş.
Fakat Fahrür-Râzî tefsirinde açıklandığı üzere araştırmacı âlimler bu
iki görüşün ikisinin de zayıf olduğunu anlatmışlardır. Çünkü neshedenin
icma olduğunu söylemek ise, icmanın nâsih olamayacağı Fıkıh usûlü
ilminde sabittir. Bir de Ebu Bekir, Ömer, Ali gibi zatların
muhalefetleri bulunan bir konuda icma sahih olamaz. Bu sebepten icma
ile nesholunmuştur, demek doğru olamayacağı gibi mensuh olduğuna icma
edilmiş demek de doğru değildir. Çünkü açıklandığı üzere aksi sabittir.
Gerçi ve emirleri geneldir. Fakat bunların da dinen bir engel
bulunmayanlara ait olduğunda şüphe yoktur. Bundan dolayı diğer haramlar
gibi buradaki haram kılınmanın da engellerden biri olması
düşünülebilir. Böyle bir ihtimal karşısında ise neshe hükmetmek doğru
olmaz. Özellikle sûrenin başındaki "Onu farz kıldık" kelâmı bu sûrede
mensuh bir hüküm bulunmadığını anlatmak için yeterlidir.
5- Abdullah b.
Ömer'den, İbnü Abbas'tan (r.anhüm) Mücahid'den, Said b. Cübeyr'den ve
yine Saîd b. Müseyyeb'den gelen rivayetlere göre bu âyetin iniş sebebi
şudur: Cahiliye devrinde fahişeleri işleten kirahaneler (Kerhaneler)
kerhaneciler vardı. İslâm geldiği vakit Medine'de bunlardan Ümmü Mehzûl
gibi meşhur karılarla, kapıları bayraklı, alâmetli dokuz kadar kerhane
bulunuyordu. Bu karılar, bu kerhaneciler hep müşriklerden idi.
İçlerinde servet edinmiş olanları vardı. İslâm'da zina haram olduğundan
bu fahişelerden bazıları, yeni müslüman olmuş olan bazısına nikah
teklif etmiş ve kabul ederlerse nafakalarını taahhüt etmek istemiş,
onlar da fakirlikleri ve ihtiyaç içinde bulunduklarından dolayı
Resulullah'tan izin istemişler, bunun üzerine bu âyet indirilmiş, o
nikahın müminlere haram olduğu anlatılmıştır. Bundan dolayı bazı
tefsirciler bu haramlığın nüzul sebebi olanlara mahsus olduğunu
zannetmişlerdir ki, "elif lâmlar" ahd için demek olur. Gerçi karine
tamam olduğu zaman hüküm, nüzul sebebine tahsis olunabilir. Fakat
burada hüküm, umumî sıfat üzerine gelmiş ve bu suretle haramlığa sebep
olanların şahıslarında değil; ötede zinakârlık, beri de iman vasıfları
arasındaki zıtlık da gösterilmiştir. Bu ise tamim, yani umumîlik
karinesidir. Öyle ki "lâm" ahde yorumlansa bile, hükmün kıyas ile
genelleştirilmesi zorunlu olacaktır. Bundan dolayı, nüzul sebebine
mahsustur, diyenlerin muradı da bu haram kılmanın özellikle kerhane
fahişeleri hakkında olduğunu söylemektir.
Ve bu
fahişelerin belirgin özelliği ise zinayı helal kabul etme veya hafife
alma demektir ki, küfürdür. İslâmiyetin hakimiyeti ile o cahiliyet
kalıntısı olan kerhaneler kalkmış ve had cezalarının konulması ve
uygulanması İslâm topraklarında artık öylelerinin ortaya çıkmasına
meydan bırakmamış olduğu müddetçe, bunların nev'i şahıslarına münhasır
kalmış olmasından dolayı bu, onların şahıslarına mahsus kaldı, diyenler
de olmuştur. Bununla beraber:
6- Tefsircilerin
çoğunun açıklamasına göre; bu haram kılma, zina edenleri nikahlamaktan
müminleri sakındırıp korkutmak için mübalağa içindir. Çünkü diyorlar;
zina damgası basılmış fasıkların peşine takılmak caiz değil,
mahzurludur. Fasıklara benzemesine, töhmet mevkiinde bulunmasına,
hakkında kötü lakırdılar edilmesine ve daha birçok bozgunculuklara
sebebtir. Günahkârlar topluluğunda oturmakta bile günahlar işlemeye
maruz kalmak tehlikesi ne kadar çoktur! Artık zina eden kadınlar,
kahpelerle evlenmek nasıl olur? "Aranızdaki bekarları, kölelerinizden
ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin" (Nûr, 24/32) emrindeki
"Salâh" "iyi olanlar" kaydında da bu mânâya dikkat çekilmiştir. Ancak
bir mümin, kaçınılması gereken böyle haram bir nikahı -faraza- yapmış
olsa o nikah , nikah olur mu? Yoksa o da bir zina mı olur?
7- Şimdi bunu
özetlemekle âyetin mânâsını tesbit edelim: Burada üç kısım vardır:
Müşrikler, zinayı helal kabul edip hafife alanlar, bir de böyle
olmayanlar.
BİRİNCİSİ:
Herhangi bir mümin erkeğin veya mümin kadının, şirk koşan bir kadın
veya şirk koşan bir erkekle nikahı sahih olamaz, kesinlikle haramdır, O
bir zina olur.
İKİNCİSİ: Zina
eden erkek ve zina eden kadın, âyetin nüzul sebebi olan kerhaneciler ve
sermaye olarak kullandıkları kadınlar gibi zinayı helal gören veya
zinayı hafife alan takımdan ise, haramlığı nass ile belirlenmiş olanı
helal kabul etme veya hafife alma küfür olduğu için, bunlar müşrik
hükmünde olduklarından, nikahları nikah olmaz, kesinlikle haramdır,
müşrik nikahı gibidir. Onun için âyette zina eden erkek ve kadın,
müşrik erkek ve kadına denk tutulmuş "Bu müminlere haram kılınmıştır"
buyurulmuştur. Âyet bu iki kısmın nikahının haram oluşuna delildir.
Ancak gerçekten tevbe etmiş olanlar başka.
ÜÇÜNCÜSÜ: Helal
sayma veya hafife alma gibi küfür delili olmayarak zinası tesbit
olunmuş, önceden de başından hiç nikah geçmemiş ise, iffet sahibi
müminlerin bunları nikahlamaları tahrimen mekruh, fakat nikahları sahih
olur. Ayetin tahriminin bu kısmı içine aldığı hususunda bir çeşit şüphe
vardır. Onun için ictihada yol açılmıştır. İşte zikredilen ihtilaf,
ancak bu kısım hakkındadır. Yalnız Hz. Aişe ve İbnü Mesud ve Berâ b.
Azib hiçbirisinde nikahlanmayı uygun bulmamış, bu kısmın haramlığını da
diğer iki kısım derecesinde tutmuşlardır. İ
şte zinanın
sonucu öyle azab, böyle mahrum bırakmaktır. Mümin olanların zinadan
sakınmaları ve cezasını uygulamaları farz olduğu gibi zânî ve zâniyeyi
nikahlamaktan kaçınmaları ve birbirlerini böyle töhmetlerden korumaları
da gerekir. Yoksa sakınma bahanesiyle ona buna zina isnat ederek, iffet
sahiblerinin namusuna dokunmak da büyük bir cinayettir, suçtur ki, buna
remiy veya kazif denilir. Bu deyim; namuslu olanlara delilsiz böyle bir
isnatta bulunmak, nasıl rastgelirse gaybı taşlamak gibi olmakla
beraber, öldürmek için şiddetli ok atmak gibi yaşama hakkına bir hücum
olduğuna işarettir. Bu yönüyle zina cezasının açıklanmasının arkasından
kazif cezası açıklanarak buyuruluyor ki:
4- Ve
muhsanelere zina isnad eden, MUHSANE: Evlenmiş iffetli kadına, bir de
evlenmiş olsun olmasın mutlaka iffetli ve ırzı sağlam olana denilir ki,
kazf ayetindeki "ihsanda" bu mânâ kastolunduğunda görüş birliği vardır.
Yani burada evlenmiş olmak şart değil, zinadan temiz olmak şarttır.
Bundan dolayı yetişkin kızları da içine alır. Fakihler, bu ihsanda,
İslâm, akıl, bulûğ, hür olmak ve iffetli olmak üzere beş şart
saymışlardır. Erkeklere zina isnad etmek aynı hükümde delalet yönüyle
dahildir. Fakat kadınlara söz atmak daha yaygın olduğundan cemi müennes
sigası ile onlar özellikle belirlenmiş veya genellikle öyle olduğu
hükmü ortaya konulmuştur.
Netice olarak
namusu sağlam olanlara atan, zina isnat eden sonra da dört şahit
getirmeyen kimseler, demek ki ikrar bulunmadıkça bir zinayı ispat için
şahitliğin ölçüsü en az dörttür. Halbuki iki adil şahit ile kısas bile
sabit olur. Demek ki, namuslu bir kimseyi, özellikle ırz ve namus
sahibi bir kadını zina ile itham etmek canını almaktan ağırdır. Bu
sebepten onlara iftira atıp da ispat edemeyenler yok mu? Bunlara da
attıklarından dolayı seksen sopa vurunuz hem de bunların ebedî olarak
şahitliklerini kabul etmeyiniz. O zina iftirası suçunu fırlatan dilin
ebedî olarak, yani ölünceye kadar bu suretle hükmünü düşürmek bu da bu
cezanın tamamlayıcı unsurudur. Celdin acısı cisme ait, bunun acısı ise
ruha aittir. Zinada cisme ait olan yön, kazifte ruha ait olan yön galip
olduğundan kazfin celdi, zina cezasından aşağı ve fakat bu manevî ceza
ondan daha fazladır, çünkü ebedîdir. Bunlar fasıklar güruhundan
ibarettir. Fısk ile mahkum kimselerdir.
5-6-
Ancak ondan
sonra tevbe edip
kendilerini ıslah edenler müstesna. Yani o kazif suçunu işledikten
sonra nedamet getirerek sözünü geri alan ve onu telafi etmek için
cezasına teslim olmak ve kazfettiği kimse ile helallaşmaktan başlayarak
hal ve amelini düzelten kimseler, fasıklık hükmünden müstesna olurlar.
Tevbe ile had cezasının düşmediğinde icma vardır. Ancak Şâfiî
mezhebinde bu istisnanın yukarıdaki cümleden ikisine ait olduğu ve bu
sebepten böyle tevbe ettikleri takdirde had cezası düşmezse de
fasıklıkları gittiği gibi şehadetlerinin de kabul olunabileceği
söylenilmiştir.
Fakat Hanefi
mezhebinde bu, yalnız sonundaki "fâsikûn" cümlesinden istisnadır. Kazif
haddi ile cezalı olanlar tevbe ile hadden kurtulamayacakları gibi,
şehadetlerinin kabul olunmaması da ebedilik kaydı ile kayıtlıdır.
Ebedileştirme ise istisnaya aykırıdır. Bundan dolayı bu hükümden
istisnanın faydası kul hakkı ile ilgisi olmayan ve yalnız Allah hakkı
olan yönde olur. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
Mağfireti çok, rahmeti çoktur. Bundan dolayı tevbe ve ıslah halinde
sorumlu tutmaz; fakat kazifte had ve şehadet yalnız Allah hakkı değil,
aynı zamanda kul hakkıdır. Kazfolunanın davası üzerine cerayan eder. Bu
sebepten kul hakkını ilgilendirir ve şahitliğin reddi hükmü, tevbe ile
düşmezse de yalnız Allah hakkı olan günah bağışlanabilir. Ve bu yönüyle
bu suçlarda suçu gizleyip açığa çıkarmamak daha uygundur.
Zinayı ispatta
dört şahit şartı da bununla ilgilidir. Bununla birlikte burada pek
önemli bir nokta vardır. Bir kişi bir zinayı görecek olursa, o bir
yabancının zinası olduğu takdirde kendisine bir ar gerektirmeyeceğinden
gizlemesi daha uygun olur. Fakat zevcesi olduğu takdirde ar gelir,
nesebi bozulur, sabredemez, o halde başka şahit bulmak da mümkün değil
gibidir. Bundan dolayı burada şöyle bir soru vardır: Rivayet edildiğine
göre kazif âyeti indirilip okunduğu zaman Ensar'dan Sa'd b. Ubâde ve
Asım b. Adiy, birisi ayağa kalkıp "Bir adam karısı ile birisini görse
ne olacak.Dava etse seksen değnek vurulacak ve şehadeti reddedilecek,
fasıklığına hükmolunacak; vurup öldürürse katlolunacak; dört şahit
bulup getirinceye kadar ise işini bitirecek, bir açıklık getir
Allah'ım!" dedi.
Çıkar çıkmaz
damadı Hilâl b. Ümeyye veya Uveymir kendini karşıladı, ne var dedi.
"Şer var, karımı Şüreyk b. Semha ile buldum" dedi ki, amcası oğlu idi.
"Vallahi dedi bu benim sualim, ne çabuk mübtela oldum." Bunun üzerine
ikisi bir Resulullah'a vardılar, haber verdiler. Resulullah kadını
getirtip sorguya çekti, kadın inkâr etti, ashab toplanmıştı. Koca,
önceki âyet gereğince kazif cezasına mahkum olacaktı. "Gözlerimle
gördüm, kulaklarımla dinledim, Allah biliyor ki ben doğruyum, ancak
hakkı söyledim, herhalde Allah'ın buna açıklık getireceğini ümid
ederim." diyordu.
Derken
Resulullah'a vahy gelmeye başladı, ashab bunu işaretlerden
tanıyorlardı, hepsi sustular, beklediler, o zaman şu Liân âyetleri
indirilmişti ki kazf âyetinin genelinden bir istisna niteliğinde ve
özellikle kocaların kendi zevcelerine kazfi hakkındadır: Kendi
zevcelerine zina isnat edip de kendilerinden başka şahitleri
olmayanlara gelince onların herbirinin şahitliği ,yani o eşlerden
herhangi birinin kazif cezasından kurtulması için şer'an dikkate değer
bulunacak meşru ve uygun şehadeti kendisinin doğru söyleyenlerden
olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesidir.
Yani şehadet ederim, billahi hiç şüphesiz ona attığım sözde kesinlikle
doğruyum, diye tekrar tekrar dört kere yemin etmesidir.
7-
Beşincisi de,
eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını
dilemesidir. Yani beşinci defa da böyle şehadet edecek: Eğer o zina
isnadında bulunmada ve şehadette yalan söyledi ise Allah'ın laneti
muhakkak üzerine olsun, diyecek ki bu, bir yemin-i münakidedir. Bu
âyette ilâhî kelâmın üslubu dikkat olunursa, kocanın yalanı takdirinde
Allah tarafından lanete uğratılmasını ifade eder bir şekildedir.
Nitekim Resulullah da bu beşinci "mucib yani gerekçedir" buyurmuştur.
8-9-Koca
böyle beş
kere şehadetle
liân yapınca kazif cezasından kurtulur, ithamı karısına yönelir.
Zevceden de azabı, yani o dünyada verilecek azabı -ki sonu evliler
hakkında zina cezasının neticesi olan recimdir o zevcenin kendisinin
şöyle şehadet etmesi üzerinden kaldırır: Kocasının yalan söyleyenlerden
olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitlik etmesi,
beşincisi de eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise Allah'ın gazabının
kendi üzerine olmasını dilemesi, yani koca, sözünde doğru ise Allah'ın
gazabını zevce kendi üzerine alacak; erkek tarafında lanet, kadın
tarafında gazab üzerine on yemin verilmesi kadınlar üzerine gazabın
lanetten daha tesirli olmasındandır. Böylece zevce de bu beş yemin ile
şehadet ederse zina cezasını kendi üzerinden kaldırmış olur ve artık
karı koca arasında ayrılık meydana gelir.
Fakat zevce, bu
beş şehadeti yapmaz da liân yapmaktan kaçınırsa azabı defedemez. O
halde ne yapılır? Burası âyetin mefhûm-i muhâlifine aittir. Şâfiî hemen
had cezasının yapılmasına hüküm vermiş, fakat Hanefiler kesinlik
gerekli olan böyle yerlerde yalnız mefhüm-ı muhalif ile amel etmeyi
caiz görmediklerinden dört şahit yok iken ikrar da bulunmayınca zinanın
sabit olmasıyla hadd cezasının yerine getirilmesine hüküm
verilemeyeceğini ve bundan dolayı ya liânı kabul veya hadd yerine
getirilmek üzere ikrar edinceye kadar hapse hükmetmişlerdir .
10-Netice
olarak
kazif, zina gibi çok çirkin, karı kocalık namusu da çok önemli
olduğundan, bir taraf açısından kazif cezası, diğer taraf açısından da
zina cezası yerine geçecek olacak liân da böyle önemli bir kurtuluş
çaresidir ki, bunları Allah Teâlâ emir ve hüküm buyurdu Allah'ın size
bol lütfu ve merhameti olmasaydı da kendi kendinize kalsaydınız ve
Allah tevbeleri kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı da
tevbelerinizi kabul etmeseydi, hikmetsiz hükümlere, nizamsız idarelere
bırakıverseydi, neler olmazdı neler...
11-
Şunlar ki ifk
ile geldiler, İFK:
Asıl ve esasından çevrilmiş, gerçeği değiştirilmiş söz, yani yalan,
iftira, bühtan demektir,
BÜHTAN da
ansızın atılıp insanı hayrette bırakan iftira demektir. Genellikle
tefsir ve hadis kitaplarında rivayet edildiği üzere bu âyetlerin nüzul
sebebi şöyledir:
Hz. Aişe
(r.anhâ) dedi ki, Resulullah (s.a.v) sefere çıkmak istediği zaman,
kadınları arasında kura çeker, hangisinin ismi çıkarsa onunla giderdi.
Benî Mustalik gazasından önce yaptığı gazada da aramızda kura çekti,
benim ismim çıktı, bundan dolayı Resulullah ile beraber çıktım ve bu,
hicab (örtünme) âyetinin indirilmesinden sonra idi. Onun için bir
hevdece (deve üzerine konulan kapalı taşıyıcıya) konuldum, dönüşte
Resulullah Medine'ye yaklaşınca bir yerde konakladı, sonra da yola
çıkmaya nida ettirdi. Yola çıkmaya seslendikleri sırada ben kalktım ve
yürüyüp ordugahı geçtim, tuvalete gittim, yerime dönerken göğsümü
yokladım, ne göreyim Zafâr boncuklarından bir dizim vardı, kopmuş
düşmüş, bunun üzerine döndüm, kaybolan dizimi aradım, bunu aramak beni
alıkoydu.
Benim yol
nakliyemi yapmakta olan grup varmışlar, hevdeci yüklenmişler ve beni
içinde zannetmişler. Çünkü hafif idim, henüz küçük yaşta bir taze idim;
beni hevdecte sanmışlar, deveyi çekmişler gitmişler. Döndüğüm zaman
orada kimseyi bulamadım, bundan dolayı belki beni aramak için dönerler
dedim, oturdum. Derken uyumuşum, Safvân b. Muattal ordunun arkasına
kalır, insanların eşyalarını araştırır, bir şey kalmış ise kaybolmaması
için diğer konak yerine götürürdü, beni görünce tanımış "Allah'tan
geldik ve yine O'na döneceğiz" (Bakara, 2/156) demesiyle uyandım, hemen
feracemle yüzümü örttüm, devesinden indi, ben bininceye kadar çekildi,
bindim. Sonra deveyi çekti, yürüdü, öğle sıcağında orduya yetiştik;
inmişler, bağrışıyorlardı. İndikleri zaman beni bulamadıklarından
insanlar çalkalanmış, o sırada imiş ben üzerlerine varıverdim, artık
herkes beni konuşmuş. Beni lakırdıya almış, helak olan helak olmuş.
Resulullah
Medine'ye ayak bastı ve bana bir ağrı, sızı meydana geldi. Fakat
rahatsız olduğum zamanlar Peygamber (s.a.v) den tanıyageldiğim alaka ve
lütfu bu defa görmedim, ancak yanıma giriyor, "nasıl o?" diyordu. Bu
beni işkillendirdi, henüz söylenen sözlerden haberim yoktu, nihayet
nekahet dönemine geldim. Bir gece Mıstah'ın annesi ile hacetimiz için
dışarı çıktım, işimiz biter bitmez yine Mıstah'ın annesi ile odama
doğru döndük. Derken Mıstah'ın annesi mırtı, yani yün çarşafı içinde
sürçtü dedi. Ben buna itiraz ettim. "Bedir'de bulunmuş bir zata sövüyor
musun?" dedim, "Haberin yok mu" dedi, "ne var" dedim. "Ben dedi,
şehadet ederim ki, sen hakikaten "Habersiz mümin hanımlar" dansın .
Sonra ifk'çilerin dediklerini anlattı. Derhal hastalık üstüne
hastalığım arttı, hemen ağlayarak döndüm.
Sonra Resulullah
girdi ve "nasıl o?" dedi. "Bana izin ver ,ana babamın yanına gideyim"
dedim. İzin verdi, ben de anama babama gittim. Anneme: "Ey anne, dedim,
insanlar neler söylüyorlar?" "Kızcağızım! dedi, kendini üzme, vallahi
bir erkeğin yanında sevgili parlak bir kadın olsun ve ortakları
bulunsun da aleyhinde çok laf etmesinler, pek azdır. Daha dedi, bu ana
kadar söylenilen sana malum olmadı mı?" Ben ağlamaya başladım ve bütün
gece sabahı ettim, yine ağlıyordum. Ağlarken babam yanıma geldi,
anneme, "bu niye ağlıyor" dedi. "Bu ana kadar söylenilenden bilgisi
yokmuş" dedi. Babam da ağladı. "sus kızım" dedi. O gün durdum, göz
yaşım dinmiyordu, ana babama ağlamak ciğerimi parçalayacak gibi
geliyordu. İkisi de yanımda oturmuş, ben ağlıyorken Resulullah (s.a.v)
üzerimize geliverdi, selam verdi, sonra oturdu. Hakkımda söylenilen
söylenileliden beri yanımda oturmamıştı ve bir ay olmuş Allah Teâlâ ona
benim bu işimle ilgili vahiy indirmemişti.
Sonra dedi ki:
"Ey Aişe! Hal önemli, senden bana şöyle şöyle söz yetişti, şimde sen bu
durumdan temiz ve beri isen Allah, muhakkak seni aklayacak ve eğer bir
günaha düştünse Allah'a istiğfar ile tevbe et. Çünkü kul tevbe edince
Allah Teâlâ tevbeyi kabul eder." Ne zaman ki Peygamber (s.a.v)
konuşmasını bitirdi, göz yaşlarım boşandı, sonra babama "Tarafımdan
Resulullah'a cevap ver" dedim. "Vallahi ne diyeceğimi bilmiyorum."
dedi. Bunun üzerine anneme, dedim, "Tarafımdan Resulullah'a cevap ver."
O da "Vallahi ne diyeyim, bilmiyorum, dedi. Ben henüz küçük yaşta bir
taze idim, Kur'ân'dan çok okuyamazdım. Yani çok delil getirebilecek
halde değildim. Dedim ki: "Vallahi ben anladım. Siz bunu işitmişsiniz,
hatta gönüllerinizde yer etmiş, inanmışsınız. Şimdi ben size beriyim
desem inanmayacaksınız ve eğer benim muhakkak tertemiz olduğumu Allah
bilip dururken size kötü bir itirafta bulunsam hemen tasdik edeceksiniz
.Vallahi benimle size başka bir mesel bulamıyorum, ancak Yusuf'un
babası o salih kulun ki ismini zikretmemiştim dediği gibi "Artık (bana
düşen) güzel bir sabırdır. Sizin anlattığınıza göre, yardımına
sığınılacak ancak Allah'tır" (Yusuf, 12/18) dedim, sonra dönüp yatağıma
yattım.
O halde ben
vallahi biliyordum ki, Allah Teâlâ muhakkak beni temize çıkarır. Fakat
vallahi, hakkımda vahy-i metlüvu (Kur'ân âyet) indireceğini
zannetmiyordum. Benim işim nefsime göre, Allah Teâlâ'nın öyle okunup
tilâvet olunacak bir emir ile tekellüm buyuracağı dereceden çok hakir
idi. Ve fakat umuyordum ki, Resulullah uykuda bir rüya görür de Allah,
beni onunla temize çıkarır. Allah bilir ya, Resulullah yerinden
kalkmamıştı, ehl-i beyit'ten kimse de dışarı çıkmamıştı. Allah Teâlâ,
Peygamberine vahyi indiriverdi, ona vahyedilirken olagelen hal hemen
geliverdi ki, kış günüde bile vahyin ağırlığından dolu danesi gibi ter
dökülürdü. Bunun üzerine, bir örtü örtüldü ve başının altına bir yastık
konuldu. Vallahi ben telaş etmedim, aldırmadım, çünkü beraatimi,
suçsuzluğumu biliyordum. Fakat Resulullah açılıncaya kadar, insanların
dediklerine hak verecek bir vahiy gelivermek korkusundan, anamın
babamın canları çıkacak zannettim.
Ne zaman ki
Resulullah açıldı, gülüyordu, ilk söylediği kelime şu oldu: "Müjde ey
Aişe! Rahat ol, vallahi Allah, seni kat'î olarak akladı" dedi. "Hamd,
Allah'a; ne sana, ne de ashabına" dedim. Annem, dedi "Kalk ona!" Ben,
"Vallahi ne ona kalkarım, ne de beraetimi indiren Allah'dan başkasına
hamd ederim" dedim. Burada Allah Teâlâ den itibaren on âyet indirmişti.
Bunun üzerine Ebu Bekir "Vallahi bundan sonra artık Mıstah'a infak
etmem" dedi. Çünkü ona yakınlığı ve fakirliği sebebiyle nafaka
veriyordu. Bu sebeple de Allah Teâlâ şu âyeti indirdi. "İçinizden
faziletli olanlar (yakınlara...) vermemeye yemin etmesinler. Allah'ın
sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?" (Nur, 24/22) , Bunun üzerine Ebu
Bekir de "Evet, vallahi, Allah'ın beni mağfiret etmesini severim" dedi
Mıstah'a yine nafakası verilmeye devam edildi. Netice olarak özrüm
nazil olunca Resulullah kalktı minbere çıktı, bunları anlattı ve
Kur'ân'ı okudu ve minberden indiği vakitte Abdullah b. Ubeyy'e,
Mıstah'a, Hamne'ye ve Hassan'a had cezası vurdu.
İçinizden bir
usbedir, mahdud, belirli bir gruptur.
USBE: Ondan
kırka kadar bir topluluk, sayısı belli bir güruh, grup demektir. Ey o
ifke uğrayanlar onu sizin için bir şey sanmayınız belki o -ifk- sizin
için bir hayırdır.
Büyük sevap
kazanmaya sebeb, Allah indindeki kerametin ortaya çıkmasına, netice
olarak kıymet ve derecenin yükselmesine sebep olur. Aslında ifk, o
iftira, yalanı büyük bir şerdir. Fakat gerçekte onun şerri, onu
uyduranlara, söyleyenlere aittir. Onlardan, o güruhtan her birinin
kazandığı vebali kendisinindir. Kimi susmuş, kimi gülmüş, kimi
söylenmiş. İçlerinden onun, o vebalin büyüğünü yüklenen, o gürûh içinde
o iftirayı kasten atan ve yayılmasını arzu ederek vebalin büyümesine
sebep olan için de büyük bir azab vardır. Bu Abdullah b. Ubeyy
hakkındadır ki, münafıkların başı idi. O iftirayı önce o atmış, ilk
önce o ortaya koymaya çalışmış ve halk arasında propoganda yaptırmıştı.
Kurnaz münafıklar, cinaslı lakırdılarla müminleri gizliden gizliye
heyecana getirmeye çalışmış ve bu propogandaya aldanan şair Hassan ve
fakir Mıstah gibi bir iki safdil de o Übeyy oğlunun açıklamalarına
kapılıp kazif cezasına müstehak olmuşlardı. Safvan, Hassan'a hücum edip
vurduğu bir kılıç darbesi ile gözünü söndürmüş ve demişti ki:
12-20-
Ne vardı
o yalanı işittiğiniz zaman müminler ve mümineler kendi nefislerine
hayır zannetseler, kendilerine ve kendileri kadar tanımaları gereken
hemcinslerine hüsn ü zan besleseler de bu açık bir ifktir, deselerdi
ya! Zannın menşei, nefiste bir kıyastır. Bir kimse nefsinde kendi
hakkında cevaz verebildiği ölçüdedir ki, kendine benzettiği kimseler
hakkında nefsî bir kıyas ile bir zanda bulunur. Halbuki müminlerin,
müminelerin, kendi nefislerinde fena şeylere cevaz vermemeleri, nezih
olmaları gerekir. Bu sebepten kötü bir söz işittikleri zaman
kendilerinden şüpheleri olmadığı gibi, kendileri gibi saymaları gereken
mümin ve mümineler hakkında da iyi zanda bulunmaları, berâet-i zimmetin
asıl olduğunu bilmeleri, açık ve görünen halin aksine olan desteksiz ve
delilsiz lakırdılara, açık bir iftira demeleri gerekir.
"(İnsanlar
arasında kötü sözün yayılmasını arzulayan kimseler var ya işte) onlar
için dünyada da ahirette de acı veren bir azab vardır." Dünyadaki azab;
kazif cezası ve neticeleridir. Nitekim Mıstah, Hassan, Hamne haklarında
kazif cezası uygulandı ve Safvan bir kılıç darbesi ile Hassan'ı vurup
bir gözünü söndürdü.
21-25-
"Namuslu,
kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnad edenler". Burada
gâfilat (habersiz) vasfı, medih (övme) sıfatlarındandır. Yani Peygamber
(s.a.v)'in temiz zevceleri gibi kötülükten mutlak mânâda habersiz, öyle
bir şey asla hatırından geçmez, imanlı hanımlara atanlar, şüphesiz
Dünya ve ahirette lanetlendiler ve onlara çok büyük bir azap vardır. "O
gün dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına karşılık aleyhlerinde
şahitlik yapar." O gün Allah,
onlara gerçek cezalarını tastamam verecek ve onlar, Allah'ın bir gerçek
olduğunu anlayıp bilecekler. Yani her hakikati ortaya koyan, ve
varlığında hiç şüphe caiz olmayan, Hak Teâlâ'ır.
Burada tevbe
edenler istisna edilmemiştir. Çünkü bunda Peygamber (s.a.v) in temiz
zevcelerinin özel hakları sebebiyle bir özellik vardır. Bununla beraber
mânâ, umumîdir. Bu sebepten umumî olan kazf âyetindeki istisnanın
ahiretle ilgili yönden burada da geçerli olması düşünülür. Hassan b.
Sabit münafık olmamakla beraber, tevbekâr olduğunda, bir şüphe yoktur.
Nitekim kendisine had cezası uygulandıktan sonra söylediği şu
beyitlerle aklandığını ortaya koymuştu:
"İffetlidir,
ağırbaşlıdır, bir şüphe ile suçlanamaz.
Bir şeyden
habersiz iffetli kadınların ırzları hakkında söz söylemekten çekinir.
O, insanların
din ve mevkii itibariyle en hayırlısının hanımıdır,
İnsanların en
hayırlısı da hidayet, keramet ve fazilet peygamberidir.
O, Lüey b. Gâlib
kabilesinden bir hanım sultandır.
O kabilenin
gayreti üstün ve o hanımın şerefi devamlıdır.
Terbiyelidir,
Allah onun ahlâkını asîl ve tertemiz kılmıştır.
Kendisini de her
türlü ayıp ve batıldan aklamıştır.
Eğer sana
ulaştırılan sözü ben söylemiş isem,
Ellerim kamçımı
kaldırmaz olsun, kurusun.
Nasıl olur da
söyleyebilirim, yaşadığım sürece sevgim ve yardımım, meclislerin
güzelliği olan Resulullah'ın Âline aittir.
Onun insanlar
üzerinde nice üstün ve faziletli rütbeleri vardır.
Yükseklere
atılanlar bile o rütbelere ulaşmaktan aciz kalırlar."
Hz. Âişe
(r.anha) de "Hassan'a cenneti ümid ederim. Resulullah'ın medhine ait
şiirini işittiğim zaman, ona cenneti ümid ettim" demiştir.
26-
Habiseler
habisler içindir. Habisat, murdar kötü karılara, murdar sözlere, murdar
fiillere ve genellikle kötü ve pis şeylere kelimenin asıl mânâsında
kullanılmış olunabilir. Fakat Habîsîn, Cem-i müzekker olduğunda, yalnız
erkekler hakkında kelimenin gerçek mânâsında kullanılmış olur. Bununla
birlikte, habis, kötü kişiler mânâsına olarak erkekler ile beraber
dişileri de içine alacak şekilde kullanılabilir. Bunların zıddı olan
tayyibat ve tayyibînde de fark böyledir. Âyetteki karşılaştırmadan ilk
bakışta gözüken dişi ile erkek karşılaştırmasıdır. Bununla beraber
ikinci mânâ da uzak değildir, rivayet olunmuştur. Buna göre mânâ şu
olur; murdar, yani eteği kirli, namusu temiz olmayan, hain karılar
murdar erkeklerindir, murdarların dengidir. Bundan dolayı, murdar
karının kocası da murdar olur, olmasa murdar karıyı tutmaz. Yahut
murdar sözler, murdar fiiller, murdar kişilerindir. Bundan dolayı,
kazıf, ifk, bühtan, sövmek ve edepsizce sövmek gibi laflar, zina gibi
pis fiiller, murdar kişiden, murdarlardan çıkar ve ancak murdarlara ait
olabilir. Ve bilâkis habisler de habiseler içindir. Murdar erkekler,
murdar karılar içindir. "Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan
bir kadından başkası ile evlenemez, zina eden kadınla da ancak zina
eden veya müşrik olan erkek evlenebilir." (Nur, 24/3) gibi... Veya
murdar kişiler, murdar işler ve sözler içindir. Pislikler pislerin
özelliği, pisler de pisliklerin özel yerleridir. Tayyibât da tayyibler
için, hoş, pak ve temiz kadınlar, pak erkekler içindir, temiz
olanlarındır, pak olmayanları bulaştıramaz. Veya ikinci mânâ ile iyi ve
hoş kelimeler ve iyi ameller hoş ve temiz kimselerin şiarı, temizlerin
işi, temizlerin halidir. Tayyibler de tayyibat içindir. Temiz, pak
adamlar temiz, pak kadınlar içindir. Pak olmayanları, ne alırlar, ne
tutarlar veya temiz pak insanlar da temiz pak sözler, temiz pak işler,
temiz pak şeyler içindir. Onlara yaraşan, onlardan beklenen bunlardır.
Netice olarak pak hoşluklar, pak ve hoş olanların özelliği; pak, hoş
olanlar da pak, hoşlukların öz sahibi, öz mahalli ve yeridir. O
yüksekler, o yüksek temizler, o tayyibîn ve tayyibâtın en seçilmişleri
olan Muhammed Mustafa (s.a.v) nın ailesi onların söylediklerinden çok
uzaktırlar. O pis kimselerin, o ifk ve iftiracıların ağızlarına
aldıkları dedikodudan çok uzak ve temizdirler. Onlar için bir bağış ve
güzel bir rızık vardır. O temizler için hesap gününde bambaşka bir
mağfiret, bağış ve ikramı nihayetsiz bir rızık vardır ki o, cennettir.
İslâm,
anayasasında iffet, ırz ve namus hukukunun ilk esaslardan olduğu tesbit
edildikten sonra, bu temizlikle en fazla ilgili olan meskenlerin
korunması, beşerî münasebet ahlakı ve hukuku, kadınların tesettürü gibi
detaylara geçiliyor.
27-Resulullah'a
Ensar'dan bir kadın gelip "Ya Resulullah, ben evimde öyle bir halde
bulunurum ki, o halimle hiç kimsenin beni görmesini istemem. Fakat
ailemden bir kimsenin, üzerime gelip giriverdiği de eksik olmaz"
demişti bunun üzerine âyeti indirildi.
Kendi
evlerinizden başka evlere, odalarınızdan başka odalara sahiplerine
geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyiniz.
Başkalarının mülküne izinsiz girmek gasb gibi olacağından hukuken ve
hükmen haram olduğu gibi kendi mülkü olan, dinen girmeye hakkı bulunan
ev içerisinde de olsa, gerek kendinden başkasına ait olan odalara
habersiz ve selamsız girivermek de terbiye yönünden ve dini yönden
yasak kılınmıştır. Burada geldiğini farkettirmeyi, izin istemek, diye
tefsir edenler olduğu gibi, durumu araştırma ile selamlama, yani izin
istemeden önce durumun girmeye uygun olup olmadığını bilmeye çalışmak
veya insan bulunup bulunmadığını öğrenmek istemek mânâlarıyla tefsir
edenler de olmuştur. Gözüken burada farkettirmek, vahşice mukabili
olmasıdır ki, baskın yapar gibi birdenbire vahşicesine girivermeyip
insanlığa yaraşır ve duruma uygun bir yakınlık ortaya koymak, demek
olur.
Ebu Eyyub'dan
rivayet edilmiştir ki, "Ya Resulullah! İstiynâs nedir?" dedik. Buyurdu
ki: "Öksürerek tekbir ve tesbih ile ev halkını haberdar etmektir.
Teslim de, esselâmüaleyküm demektir." Şu halde istiynâs, açıkça izin
isteme ile yumuşak bir şekilde haber verme ve farkettirmeden daha
geneldir. "İstiyzân" denilmeyip "İstiynâs" denilmesi de bundan dolayı
olsa gerektir. Şu halde mülkü olmayan ve hiçbir yönden girme hakkı
bulunmayan evlere girmek için herhalde izin istemek şarttır.
Yoksa bir hücum
ve baskın olur. Ve ev sahibinin ona karşı her türlü müdafaya hakkı
bulunur. Girme hakkı bulunmakla beraber başkasının oturduğu odaya
girmekte ise mutlak farkettirme, şart ve fakat farkettirmenin izin
isteme şeklinde olması sünnet veya edeb olmakla beraber farz denilemez.
Bundan dolayı, bir hakim tarafından bir suçlu veya sanık kimsenin evine
girmek gerektiği zaman da izin istemek denilemezse de ırza bir saldırı
durumuna düşülmemek için gelindiğinin hissettirilmesi gerekir.
Netice olarak,
meskenler, oturma yerleri tecavüzden ve her türlü edepsizlikten
korunmalıdır. Hiç kimsenin evinde güven ve huzuru bozulmamalı ve
oralara edep ve usulü ile girilmelidir ki, bu da istiynas (farkettirme)
ve selam iledir. İzin isteyip almanın nasıl olacağı hakkında rivayet
olunur ki, birisi Resulullah'dan izin isteyip vülüc edeyim mi? yani,
sokulayım mı? demişti. Peygamber (s.a.v) de Revza isimli bir kadına
"Kalk şuna öğret, izin isteme işini güzel yapmıyor, söyle: yani gireyim
mi? desin" buyurmuş, adam da bunu işitmiş ve söylemiş; bunun üzerine
"gir!" buyurulmuş, Resulullah'tan bazı şeyler sormuş, cevap almış,
sonunda "İlimde senin bilmediğin var mı?...demiş. Peygamber (s.a.v) de
"Allah Teâlâ bana bir çok hayır verdi, bununla birlikte hiç şüphe yok
ilimde öylesi vardır ki, onu Allah'tan başkası bilmez" buyurmuş ve
"Kıyamet'in zamanının ilmi muhakkak ki Allah nezdindedir." (Lokman,
31/34) âyetinin sonuna kadar okumuştur.
Cahiliye halkı,
birinin evine vardıklarında mahremiyete saygı gözetmedikleri gibi,
dünya ve ahiret selametini içinde bulunduran selam duasını bilmezler de
"sabahınız hayat olsun" veya "hayr olsun" "akşamınız hayat olsun" gibi
belirli bir şekilde selam ile sağlık verirlerdi. Gerçi bu da kötü bir
şey değildir. Fakat böyle selamların, yalnız dünyanın bir sabah ve
akşamıyla kayıtlı, toplumsal gayret ve iyi temennileri bir günden ileri
gitmeyen güdük bir medeniyetin âdeti olduğunda şüphe yoktur. Allah
Teâlâ, istiynâsı, yani girerken farkettirmeyi şart kıldığı gibi
müminlere hududsuz bir selamet duygusu vaad ve telkin eden selamı
öğretmekle lafzı kısa ve özlü, mânâsı geniş ve herkes için talep edilen
bir gaye olacak en güzel bir toplumsal prensip ortaya koymuştur. Şu
halde bunu önleyerek diğer iyi temennilerle yetinmek bir cahiliyet
eseri olacağından hoş değildir, mekruhtur.
Bir de istiyzân,
yani izin isteme kaç defa olmalıdır. Resulullah'tan rivayet edildiğine
göre, istiyzân üçtür. Birincisinde kulak verirler, ikincisinde
hazırlanırlar. Üçüncüsünde izin verirler veya reddederler. Bu üç izin
isteme birbiri ardına acele ettirilmeyip aralarında biraz bekleme ile
yapılmalı ve üçüncüsünde cevap verilmezse dönmelidir. Şiddetle kapı
çalmak, ev sahibine bağırmak ise haramdır. Zira korkutmayı ve tecavüzü
zannettirir, yürek oynatır. Bu konuda indirilen "(Resulüm)! Sana
odaların arkasından bağıranların çokları aklı ermez kişilerdir"
(Hucurat, 49/4) âyeti yeterli bir kınamadır. Hem de izin isterken
yüzünü kapıya karşı tutup durmamalı, sağa veya sola dönmelidir.
Resulullah böyle yapardı.
Bir defasında
Ebu Said el-Hudri (r.a) kapıya yönelik olarak izin istemişti de
Peygamber (s.a.v) "Kapıya yönelerek izin isteme" buyurdu. Bu istîynâs,
yani farkettirerek ve selam vermeden girmemek sizin için hayırdır. Bir
töhmete düşmekten emin kılar güvenlik ve huzuru destekler, iffet ve
temizliği artırır, gerektir ki tezekkür edersiniz, düşünür, anlar,
unutmazsınız. Rivayet edilir ki, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v)'e bir adam
"Annemden de izin isteyecek miyim?" dedi "evet" buyurdu. "Onun benden
başka hizmet edeni yok, her girişimde izin mi isteyeyim?" dedi,
Peygamber (s.a.v) "Ananı çıplak görmeyi arzu eder misin" buyurdu,
"Hayır" dedi. "Öyleyse izin iste" buyurdu.
28-
Şimdi orada
bir kimse bulamazsanız, yani izin vermeye yetkili bir kimse bulunmaz
veya hiç kimse olmazsa artık onlara girmeyiniz ta size izin verilinceye
kadar sabrediniz. İzin denince, izni geçerli olabilecek kimse
tarafından izin, demek olduğunu da hatırlatmaya gerek yoktur. Ve eğer
size dönünüz, denilirse, o evdekilerden gerek izin vermeye yetkili ve
gerekse izin vermeye yetkisi olmayanlar tarafından denilirse denilsin
hemen dönünüz, tekrar tekrar izin isteyerek girmekte ısrar edip
direnmeyiniz o dönüvermek sizin için daha temizdir. Sabretmekten ve
orada dikilip kalmaktan daha uygundur. Çünkü bir zorba veya arsız bir
dilenci gibi inad ve ısrar ile kapıda bekleyip durmanın uzak olmayacağı
alçak ve uygunsuz töhmetlerden münezzehtir. Ancak bunun karşılığında
terkedilmesi caiz ve uygun olmayan bir görev bulunursa, bu müstesnadır
ve Allah her yaptığınızı bilir. Bundan dolayı bu konuda yükümlü
bulunduğunuz işlerden yaptığınız ve bıraktığınız hususları da bilir.
Mükafatını ve cezasını verir.
29-
İçinizde
kendinize ait meta' (mal) bulunan ve oturulmayan evlere girmenizde
herhangi bir sakınca yoktur. Rivayet edildiğine göre Ebu Bekri's-sıddîk
(r.a) "Ya Resulallah! Biz ticaretimizde çeşitli yerlere gider ve
hanlara konarız, izin verilmedikçe onlara girmeyelim mi?" demişti.
Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
GAYR-I MESKÛNE,
demek oturan kişi içinde bulunmayan veya içinde kimse oturmayıp boş
olan veya oturulmayan yer, demek olabilir.
META': Mal, mülk
ve kendisinden faydalanılan şey demektir. Fayda ve istifade edilen
herhangi bir şey hakkında kullanılır. Buna göre içlerinde herhangi bir
şekilde faydalanma yetkiniz ve bundan dolayı bir çeşit girme hakkınız
bulunan evler, odalar demektir ki, han, hamam, dükkan, depo vesaire
gibi umuma açık olan yerlere şamil olduğu gibi, harap evlere ve kendi
evi içerisinde diğerlerinin oturmasına ayrılmış olup da oturanı içinde
bulunmayan odalara dahi denir. Çünkü oturan kimsesi içinde iken bu
odalara da habersiz ve selamsız girmemek gerekirse de, oturan kimsesi
içinde bulunmadığı takdirde izin ve haber vermeksizin girmekte günah
yoktur. Zira kendisinin eşyası, faydalanma hakkı vardır. Ancak kiraya
vererek intifa, yani yararlanma hakkını geçici olsa da başkasına vermiş
ise, yine önceki âyetlerin hükmü geçerlidir. İzin olmadan giremez ve
Allah, sizin açığa vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilir. Bundan
dolayı herhangi bir eve bir kötülük fikriyle veya bir ayba, bir
eksikliğe muttali olmak için girmemeli, Allah'tan korkmalıdır.
30-
Müminlere
yani mümin erkeklere- söyle, gözlerini indirsinler; gerek dışarda,
gerek içerde ve gerekse başkalarının evlerine girip çıkarken, otururken
kalkarken gözlerini dikmesinler, harama bakmaktan, ayıp bir şey
görmekten sakınsınlar.
Sofiyeden
Şiblî
(k.s.)'ye:
"Ne demektir? diye
sormuşlar, demiş ki:
"Baş gözlerini haramlardan, kalp, gözlerini
Allah'tan gayri şeylerden çeksinler."
Irzlarını da
korusunlar, apış
aralarını tamamen koruyup haramdan, bakmaktan saklasınlar, avretlerini
örtüp ırz ve namuslarını korusunlar.
FÜRÛC, Fercin
çoğuludur. Ferc, aslî mânâsında iki şey arasındaki açıklık demektir. Bu
şekilde gerek erkek, gerek dişi insanın bacakları arasındaki açıklığa
da gerçek olarak bu isim verilir ki, dilimizde apışarası denir ve bu
deyim ile avret mahallinden kinaye de edilir ki, Kur'ânda bu mânâ ile
geçmiş ve onun için erkeğe de dişiye de kullanılmıştır. Sonra özellikle
kadının ön avretinden kinaye olarak kullanılması fazla yapılmış ve
kinaye değil, sarih denecek derecede bu şekliyle kullanılmıştır.
"Fercini korudu" (Enbiya, 21/91) bu mânâdadır. "Fercleri koruma" emri
haramdan fevkalade korumakla ırzı muhafazadan kinayedir. Ve bu
muhafazayı ifade ederken daha evvel konulduğu mânânın delaletiyle avret
mahallinin örtülmesi emrini de içinde bulundurur. Bundan başka kinaye
mânâsının gereğini ifade ederken hakikatini de iradeye mani
olmadığından füruc kinayesi avret mahallinin sınırlarına da işaret
eder. Yani insanın avret mahalli, bilinen cinsel organdan ibaret değil,
apış arası denilen açıklık boyunca uzar ki, bunun âzamisi topuklara
kadar varırsa da en yakin bilinen azı, diz üstü oturulduğunda
belirleneceği üzere göbek altından dizlere kadardır. Bunun için
erkeklerde korunması ve örtülmesi farz olan bir avret mahalli bu
bilinen en az miktarıdır. Fazlası müstehabdır. Kadınlarda da bundan
sonraki âyetin delaletiyle tepeden topuğa kadardır. Demek ki, iki diz
arasındaki açıklığı örtmeyen elbise, avret mahallinin örtülmesine
yeterli, denemeyecektir.
Şüphe yok ki
Allah her yaptıklarından haberdardır. Erkeklerin nelere göz
diktiklerini, istekleriyle nelere doymak istediklerini, organlarını ne
gibi duygularla tahrik ettiklerini, ne maksat beslediklerini, ne
düzenler kurduklarını, ne işler çevirdiklerini, ne sanatlar
yaptıklarını bilir. Hiçbiri O'na gizli kalmaz. Bundan dolayı, Allah'ın
razı olmayacağı şeylerden sakınmak gerekir.
31-Önce
erkekler
hakkındaki bu emir ve ihtardan sonra müslümanlar, şimdi de kadınlar
hakkındaki şu emre dikkat etsinler.
Müminelere de,
yani mümin kadınlara da söyle: Gözlerini indirsinler, helal olmayan
erkeklere bakmaktan sakınsınlar, zira bakmak, zinanın postacısıdır,
derler. Ve avret yerlerini korusunlar, tamamiyle örtüp, zinadan
korunsunlar. Ve zinetlerini teşhir etmesinler. Kadının zineti denince
örfte, taç küpe, gerdanlık, bilezik ve benzeri takılar, sürme, kına ve
benzerleri ve elbise süsleri gibi şeyler akla geliverir. A'râf
Sûresi'nde "Ey Adem oğulları! Her mescide gidişinizde zinetli elbiseler
giyin" (A'râf, 7/31) âyetinde zinetin elbise demek olduğu da geçmişti.
O halde bu zinetleri açmak bile yasaklanmış olunca, bunların mahalli
olan vücudu açmak öncelikle yasaklanmış olur. Yani vücudlarını açmak
şöyle dursun, üzerlerindeki zinetleri bile açmasınlar. Bununla birlikte
bir kısım âlimler, burada zinetten maksadın, zinetin takıldığı,
kullanıldığı yer olduğu fikrini kabul etmişlerdir ki, yüz, sürme ve
allık yeri; baş, taç yeri; saç, örgü ve büklüm yeri; kulaklar, küpe
yeri; boyun ve göğüs, gerdanlık yeri; el, yüzük ve kına yeri; bilekler,
bilezik yeri; pazular, pazubent yeri; baldırlar; halhal yeri; ayaklar
da, eller gibi kına yeridir. Bunlardan başka vücudun kısımları da
aslında açılmaz.
Bu âlimlerden
bazıları muzaafın hazfi veya zikr-i hâl, irade-i mahal ile "ziynet
yeri" takdirinde bir mecaz gözetmiştir. Buna delil olarak da, kadının
vücudundan ayrı olduğu zaman o zinetlere normal olarak bakmak ve alıp
satmak ittifakla caiz ve mübah olduğunu ifade ve kabul etmişlerdir.
Bazıları da yine bu delil ile, kadının asıl zineti, vücudunun güzel
yaratılışı, zinet yapmaktan gaye de vücudun süslenmesi olduğunu kabul
ederek bu zinetten maksadın, yalnız vücut olduğunu kabul etmişler ve
kadınların birçoğu yapmacık zinetten uzak bulunmakla zaten zinetli
oldukları halde yaratılış zinetinin zaten hepsinde bulunması ve her
kadın bedeninin özünde bir zinet olması hükmün genelliği hakkını yerine
getirme noktasından bu tahsisin bir destekleyicisi olduğunu söylemişler
ve buna göre şu mânâyı vermişlerdir: Kadınlar yaratılıştan zinetleri
demek olan vücudlarının hiçbir tarafını açmasınlar.
Doğrusu, doğal
olan güzelliklere, zinet denilmekten çok "cemal" denilmesi daha yaygın
ve zinet tabiri yapma şeylerle süslenen takılarda meşhur ise de
"Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve
gümüşten...aşırı sevgi ile bağlanılan bu gibi şeyler insanlar için
bezenip süslendi" (Âl-i İmrân, 3/14) âyetinin delaletiyle zinet
kavramının yaratılıştan olana da sonradan yapmaya da şâmil olduğunda
şüpheye yer yoktur. Zinet ve güzelliğin hakkı da meydana çıkarılmasını
kendi sahiplerine tahsis edip başkalarından gizlenmektir.
Hüsn olsa da
vâcibü't-tecellî - Gizler onu Hak
nikâb içinde
Ağyârına
gösterir mi hurşîd Didârını hîç o tâb içinde
"Güzelliğin
ortaya çıkması gerekse de, gizler onu
Hak bir örtü
içinde Başkasına gösterir mi güneş, yüzünü hiç o parlaklık içinde"
Ancak görünen
kısımları müstesna, O zinetlerden dışa gelen örtülse bile görünmesi
doğal olanı, bu hükümden müstesna ve başka bir hükme tabidir ki, bunlar
örtünün dış tarafıyla el ve yüz zinetleridir. Çünkü örtünün kendisi de
kadının bir zinetidir. Tabiîdir ki, bunun dışı görünecektir. El ve
yüzün de, namazda görünmesi adettir. Ebu Davud'un Müsned'inde rivayet
edildiği üzere, Peygamber (s.a.v) Hz. Esma'ya "Ya Esma, kadın bülûğa
erince ondan görülebilecek olan ancak şudur." buyurmuş ve kendi mübarek
yüzüne ve avuç içlerine işaret etmişlerdir. İş yaparken, gerekli eşyayı
tutarken ve hatta örteceğini örterken bile elin açılması gerekli olduğu
gibi ,zarurî olan bakma ve nefes alma sebebiyle yüzün diğerleri gibi
örtülmesinde zorluk vardır. Bir de şahitlikte, mahkemede, bir de
nikahta yüzün açılmasına ihtiyaç vardır. Bundan dolayı zaruretler kendi
miktarınca takdir olunmak üzere bunların açılmasında sakınca yoktur.
Fakat bunlardan geriye kalanlarının açılması, görülmesi, bakılması
haramdır ve nâmahremden örtülmesi gerektir.
Buyuruluyor ki
ve baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar, başlarını, saçlarını,
kulaklarını, boyunlarını, gerdanlarını, göğüslerini açık tutmayıp bu
şekilde sımsıkı örtünsünler ve o halde bu emri yerine getirebileck baş
örtüsü kullansınlar. Tefsircilerin nakline göre cahiliye kadınları da
hiç baş örtüsü kullanmaz değillerdi. Fakat yalnız enselerine bağlar
veya arkalarına bırakırlar, yakaları önden açılır, gerdanları ve
gerdanlıkları açığa çıkardı, zinetleri görünürdü. Demek ki, son
zamanlarda asrîlik sayılan açık saçıklık böyle eski bir cahiliye âdeti
idi. İslâm böyle açıklığı yasaklayıp baş örtülerinin yakalar üzerine
örtülmesini emir ile tesettürü farz kılmıştır.
Görülüyor ki, bu
emirde tesettürün yalnız vacib oluşu değil, özel bir şekli de
gösterilmiştir ki, kadın edeb ve temizliğinin en güzel ifadesi budur.
Görülüyor ki bu emir ev içinde veya dışında diye kayıtlanmamıştır. Bu
bakımdan mutlaktır. Ancak görünen istisna edildiği gibi, gizlenen
zinetlere bakmanın helal olanları da istisna ile bu tesettürün, yani
örtünmenin vacib oluşunun, nâmahreme karşı olduğunu anlatmak için bu
vücubun kuvvetini ve önemini göstermek üzere bir daha tekid ile
buyurulmuştur ki, öyle örtsünler ve zinetlerini açmasınlar, açık
bırakmasınlar ancak kocalarına veya kendi atalarına, yani babalarına,
dedelerine ki amca ile dayı da nikah düşmeyeceğinden bunlara dahildir
veya kocalarının atalarına veya kendi oğullarına veya kocalarının
oğullarına veya kendi erkek kardeşlerine veya erkek kardeşlerinin
oğullarına veya kız kardeşlerinin oğullarına veya kendi kadınlarına;
müminlerin kadınları, yani müslüman kadınlar veya hizmet veya
sohbetlerinde özel yeri bulunan kadınlardır.
Demek ki,
özelliğini bilip tanımadıkları yabancı kadınlara da açılmaları caiz
olmayacaktır. Önceki müfessirlerin çoğunluğu demişlerdir ki; müminlerin
kendi kadınları demek, kendi dinlerinde olan müslüman kadınlar
demektir. Bundan dolayı müslüman kadınları müslüman olmayan kadınlara
açılmamalıdırlar. Fakat bazıları da bunu istihsane hamlederek
müminlerin kadınları, hizmet veya sohbetlerinde bulunan gerek müslüman,
gerek müslüman olmayan kadın cinsi demek olduğunu söylemiştir ki,
Fahreddin Râzî buna "mezhep budur" demiştir. Önceki daha ihtiyatlı, bu
ise daha uygundur.
Veya ellerinin
altında malik oldukları cariyelerine veya erkeklerden ırbe sahibi
olmayan hizmetçilere, yani kadına ihtiyaç duymaz olmuş, şehveti
kalmamış salihlerden ihtiyarlar veya bunaklar veya kadın işini bilmez,
yalnız yemeklerinin fazlasından yemek için şunun bunun arkasına takılır
miskinler güruhu veyahut erkekliği yok, yaratılıştan iktidarsız
uşaklar; bunda hadım edilmiş ve mecbûbün, yani erkeklik uzvu kesilmiş
olanların da dahil olacağını zannedenler olmuş ise de, Keşşâf
Tefsiri'nde ve Ebu Hayyan'da zikredildiği üzere İmam-ı Azam Ebu Hanife
Hazretlerine göre bunları istihdam etmek, tutmak, alıp satmak helal
olmaz. Bunları tutmak selefin hiçbirinden rivayet edilmiş değildir.
Çünkü bunda hadım etme gibi bir kötülüğe düşmeye teşvik vardır. Halbuki
hadım etmek haramdır.
Veya henüz
kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan
başkasına. Buraya kadar zikredilen on iki istisnaya da bir dereceye
kadar zinetlerini açabilirler.
BİRİNCİSİ:
Kocalar için vücutlarının tamamına bakmak helaldir. Çünkü zinetten
kasıt onlardır.
İKİNCİSİ:
Zikredilen mahremlerine bilinen zinet yerlerinden yüz, el ve ayaklarla,
iş ve hizmet anında açılan başını, saçını, kulaklarını, boynunu,
kollarını ve inciklerini açabilir. Onların da bunlara bakmaları
helaldir. çünkü yakınlıklarından dolayı birarada bulunmaları gerekir.
Ve fitne düşünülemez. Fakat karnını ve sırtını göstermek caiz değil,
arsızlıktır.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Erkeğin erkeğe karşı olduğu gibi kadının kadına karşı avreti de
göbekten dize kadardır. Geri kalan kısmına bakması caizdir.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Erkeklerden kadına ihtiyacı kalmamış, cinsi güçten düşmüş
hizmetkârların, etkilenmemek ve fitne düşünülmemek itibariyle
bakmaları, mahrem olanların bakmasına benzer.
BEŞİNCİSİ:
Çocuklar mükellef değildir. Ancak anlayış ve idraklerine göre edeb ve
terbiye öğretilmesi gerekir.
ALTINCISI: Bu
örtünme emri, esir cariyeler hakkında değil, hür olan müslüman hanımlar
hakkındadır.
İşte böyle hür
kadınların, bu istisna edilmiş kimselerden başkasına zinetlerini
göstermemeleri, kendi iffet ve korunmaları ve güzel geçimleri
noktasından gayet önemli olduğu gibi, yabancı erkekleri etkilememek,
günaha sokmamak, edeb ve iffet telkin etmek noktasından da çok önemli
olduğundan, özellikle bu noktayı da düşündürmek ve tesettür emrinin
kuvvet ve şumülünü bir daha hatırlatmak üzere, yürüyüş tavırlarının
bile düzeltilmesi için buyuruluyor ki: gizlemekte oldukları zinetleri
anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar, yani baştan ayağa
örtündükten sonra yürürken de edeb ve vakar ile yürüsünler. Örtüp
gizledikleri sunî veya doğal ziynetler bilinsin diye, bacak oynatıp
ayak çalmasınlar, çapkın yürüyüşle dikkat nazarları çekmesinler; çünkü
erkekleri tahrik eder, şüphe uyandırır. Fakat unutulmaması gerekir ki,
kadının bu konuda başarısı daha önce erkeklerin iffeti ve görevlerine
dikkati ve toplumda olanların gayreti ve özeni ile mütenasip, bunlar da
Allah'ın yardımı ile ayakta durabilir. Onun için bu noktada Resulullah
(s.a.v) den bütün müslümanlara hitap ve erkekleri zikredip kadınları da
içine alacak bir şekilde buyuruluyor ki:
Ve ey müminler!
Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. Demek ki bozuk
bir toplulukta kurtuluş ümid olunmaz, toplumun bozukluğu da kadınlardan
önce erkeklerin kusur ve hatalarındandır. Bundan dolayı başta erkekler
olmak üzere erkek dişi bütün müminler imana yaramayan ve cahiliyyet
izleri olan kusur ve hatalarından tevbe ile Allah'a dönüp Allah'ın
yardımına sığınıp emirlerine özen ve dikkat göstermelidirler ki,
topluca kurtuluşa erebilsinler. O halde herkesin kurtuluşu bakımından
iş sahipleri ve ilgili şahıslar şu emirlere de özen göstermelidir.
32-
EYÂMÂ,
"eyâyim" den kalbedilerek "eyyim" 'in çoğuludur. Eyyim, gerek bekar,
gerek dul olsun kocası olmayan dişiye ve karısı olmayan erkeğe denir ki
biz buna bekar diyoruz. Bundan başka eyyim, hür kadına ve bir kimsenin
kızı, kız kardeşi, teyzesi gibi yakın akrabasına da denir ki, bu iki
mânâya göre dilimizde karşılığını bilmiyoruz. Âyette bu mânâlara da
delalet yok değildir. kaydı ile köle ve cariye karşılığı bu yöne temas
eder. Fakat bunlar ayrıca açıklandığından bütün müfessirlerin "eyâmâ"
lafzında esas ve umumî olan evvelki mânâyı almışlardır. O halde meâl şu
olur: Siz hür müminlerden hür kadın ve erkek bekarları ve
kölelerinizden, halayık ve cariyelerinizden iyileri özel ve genel
velayetiniz sebebiyle evlendiriniz, nikahlarına müsaade ve yardımcı
olunuz ki ihmal yüzünden fenalığa düşmesinler. Çünkü nikah insan
cinsinin devamının tutanağı olduğundan bizzat gaye olduğu gibi toplumu
bozucu ve nesli yok edici sefahatten koruyan bir hayırdır, bir güzellik
ve iyiliktir. Bundan dolayı kolaylaştırmak ve çoğaltmak da önemli bir
hayır ve emir sahiplerine önemli bir görevdir.
Görülüyor ki
burada köle ve cariyeler bölümünde "salah" yani iyilik kaydı konulmuş,
hürler bölümünde konulmamıştır. Çünkü müslümanlara yakışan ve aslolan
iyiliktir. Ve burada "salah"ın mânâsı, ahlâkî iyilik ile beraber nikaha
ve nikah hukukuna kabiliyettir.
Bu hususta ilk
önce malî kudreti ileri sürmek isteyenlere karşı buyuruluyor ki eğer
fakir iseler Allah, onları kendi lütfu ile zenginleştirir. Bundan
dolayı iki taraftan biri yalnız fakirliği bahane ederek vazgeçmesin,
Allah'ın fazlından ümidini kesmesin, nikah ile bekarlıktaki
ihtiyaçların önemli kısmından kurtulunmuş olur. Ve Allah'ın (lütfu)
geniştir, keremi çok, kudreti geniş bir ganîdir. Dilediğine ümit
edilmedik yerden lütuf ve cömertliği ile geniş rızık verir. Fakat
mecburî değil, dilerse verir. Alîm'dir. Kimine çok, kimine az
verdiğinin hikmetini de bilir.
33-
Nikaha güç
yetiremeyenler de, teşebbüs ettiği halde nikah için gerekli olan
şeyleri tedarik edemeyen ve yardım göremeyen bekarlar da Allah
kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetini korumaya çalışsın ve bu
cümleden olarak ellerinizin altında bulunanlardan mükatebe yapmak
isteyenleri eğer kendileri hakkında bir iyilik biliyorsanız hemen
mükatebe yapınız.
MÜKÂTEBE:
Kitabete kesişmek, köle veya cariyenin vermeyi taahhüd ettiği bir bedel
karşılığında hür olmak üzere kendisini efendisinden satın alması
anlaşmasıdır ki, bedeli ödeyince hür olur. Ve Allah'ın size vermiş
olduğu malından siz de onlara veriniz ve dünya hayatının geçici
menfaatlarını elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen
cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Rivayet edildiğine göre münafık
Abdullah b. Übeyy b. Selûl altı cariyesini zorla zinaya sevkediyordu.
İkisi gelip Resulullah'a şikayet ettiler, bu âyet indirildi Bu cümlenin
önceki geçen cümleye olan bağlantısıyla anlamı da şu mânâya gelir:
İşte yukardaki
emirleri ihmal etmek namuslu kimseleri istemeyerek zinaya sürüklemeye
yakın kötülüğe sebeb olur. O halde günah kimin? Zorlayanın mı?
Zorlananın mı? İkisinin de mi? Kim onları zor altında bırakırsa şüphe
yok ki Allah, onlar zorlandıktan sonra, yani o cariyeler razı olmayıp
zorla sürüklendikten sonra bu biçarelere çok bağışlayıcı ve
merhametlidir. Yani yapılan fiilin zorlayan için de zorlanan için de
günah olduğunda şüphe yoktur. Fakat zorlanan biçareler de bu günaha
razı olmayıp zorla sürüklendiklerinden dolayı özür sahibidirler. Ve
bağışlayıcı ve merhamet sahibi olduğunda şüphe olmayan Allah yanında
bağışlanmaya ve merhamet edilmeye layıktırlar. Bu sebepten bu
zavallılara acımalı kurtulmaları için yardım etmelidir. Fakat zorlamayı
isteyerek yapanlar, sûrenin başında geçtiği üzere acımaya layık olmayıp
razı olduğu günahın azabına layık oldukları gibi, zorlayanın da bütün
vebali yüklenerek büyük azab ve nefrete müstehak olduğunu hatırlatmaya
gerek yoktur.
34-Bu
âyet,
kendinden önceki ile sonrakine bir bağlama âyetidir. Ki sûrenin
öncesini hatırlatarak gerektiği şekilde bir daha hatırlamaya, davetten
sonra gelecek kısma bir düzenlemedir. Mânâsı bütün Kur'ân'a uygun
olmakla beraber her şeyden önce bu sûreye aittir. Gerçekte sûrenin
başlangıcında hatırlatıldığı üzere, buraya kadar Allah'ın emrettiği
birtakım hükümler ile hak ve hakikatı açıklayan âyetler ve ibret
alınacak acayip bir kıssa ve müttakîler için kurtuluş nurları, saçan
büyük bir nasihat ve öğüt indirilmiştir. Sizden önce yaşayıp gitmiş
olanlardan örnek, ibret için temsil olunacak acaib bir kıssa, bir ibret
destanı. Bununla Kur'ân'ın birer ibret misali insanı hayrette bırakan
kıssalarına, beliğ temsillerine işaret olunmakla beraber, özellikle ifk
kıssasının âlemde ilk meydana gelmiş bir olay olmadığı ve mesela Hz.
Yusuf ve Hz. Meryem kıssalarında geçtiği üzere mazide geçen büyük
zatların da buna benzer iftira ve bühtanlara maruz olmuş bulundukları
ve bu gibi belaların onlar hakkında bir şer değil, şan ve şereflerini
yükselten bir hayır olduğu müttakilere bir öğüt olması için
hatırlatılarak zihinler, gönüller aydınlatılmış ve o karanlıklar içinde
bu ilâhî aydınlatma ve açıklamaya düşen aydınlık, ilerde geleceği üzere
Nur âyetinin temsiline bir tecellî aynası kılınmıştır.
Anladınız ya:
35-
Allah,
göklerin ve yerin nurudur. Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren,
hakikati bildiren, gözleri gönülleri şenlendiren O'dur. O olmasaydı,
hiçbir şey bulunmaz, hiçbir hakikat sezilmez, hiçbir neşe duyulmazdı.
Âlemde görünen
âyetlerin en belirgini, duygu ve idrakimizi en çok kapsayanı,
görüşümüzde bir etken olan ışık olayıdır. Işığın gözümüze teması anında
dışımızdakiler ile özümüzdekilerin birbirine ulaşıp birleşmesi halinde
parlayan ve genişlettiği cisimlerin dış yüzeylerini açığa çıkaran
saydam ve güzel tecellisine de nur denilir ki, ışığın bir özel görünüşü
olmak üzere, ışıktan farklı ve bazen ona karşıt olarak kullanılır. Şu
halde nur, güzel tecellî âyeti olan hoş bir ışık tecellisidir. Ve
bundan dolayı, her zaman övme yerinde kullanılır.
Bununla beraber
aslı, görüşle ilgili karanlığın zıddı olan nur kavramı, Ragıb'ın
Müfredat'ında dediği gibi ışık kavramından daha geneldir. Işığa ve
ışığın gösterişli kırılmasına ve ışığın yansımasına da söylenildiği
gibi, gerek duyguya ait ve gerekse akıl ve idrake ait her çeşit
karanlıkların zıddı olan vicdan ve sezgide ortaya çıkan dış ve iç
tecellî ve doğuşların hepsine de nur denilir. Hatta Allah Teâlâ'ya
mecazen de olsa ışık demek caiz olmadığı halde, bu âyette Nur ism-i
şerîfi geçmiştir. Halbuki En'am Sûresi'nin başında; "Hamd gökleri ve
yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur."
(En'âm, 5/1) âyeti, Allah'ın, nurun kendisi değil, var edicisi ve zıddı
olan her çeşit karanlık ile nur O'nun var ettiği, yarattığı eseri
olduğunu bildirmişti ve nuru Allah'a denk tutanları "Sonra kâfir
olanlar, kendilerini yaratan, besleyip büyüten Rableri ile bir
tutuyorlar" (En'am, 5/1) azarlaması ile sakındırmıştı. Bundan dolayı
Allah'a nur denilirken, bu noktadan habersiz bulunmamak ve müteşabih
bir mânâ olduğunu bilmek gerekir.
İlk önce bu iki
âyetin karşılaştırılmasında ilk akla gelen mânâ "Allah, göklerin ve
yerin nurunun var edicisidir." meâlinde olmasıdır. Onun için
tefsircilerin birkısmı bunu ismi fâil sigası ile, yani "gökleri ve yeri
nurlandıran, aydınlatan; gerek cisme ve gerekse ruha ait nurlar ile
nurlandıran" diye ifade etmişlerdir. Çünkü nur, aydınlatıcıdır. Bu
ifade âyetteki nurun olay mânâsına değil, fâil mânâsına; göklere ve
yere izafetinin de, mef'ûlüne izafet olduğunu göstermesi itibarıyla bir
anlam ifade ediyorsa da münevvirin, nurun yapıcısı olması
gerekmeyeceğinden eksiktir. Halbuki Allah'ın, nurun yaratıcısı olduğu
Kur'ân'da açıkça belirlenmiştir. Bundan dolayı, müfessirler burada daha
birçok açıklamalarda bulunmuşlardır. Felsefeciler ve sofiler de
işrakıyye (sûfistâiyye) nazariyesine temas eder gibi gördükleri bu âyet
hakkında uzun bahisler yapmışlar. Hatta Gazalî, bu âyetin tefsiri için
adında bir eser yazmıştır ki, bazı noktalarını özetleyelim; şöyle ki:
Nur ismi,
lügatte güneşten, aydan, ateşten şu uzayda yer tutan şu cisimlerin dış
yüzlerine vuran hale konulmuş bir isimdir. Ve bilinmektedir ki, bu
halin şeref ve faziletine özelleştirilmesi, gözle görülen şeylerin bu
sebeple ortaya çıkıp görülmesi itibariyledir. Sonra şu da bilinmektedir
ki, bütün bu görülen şeyleri idrak etmek, onların ışık almalarına bağlı
olduğu gibi görecek gözün var olmasına da bağlıdır. Çünkü gözle görülen
şeyler, ışık aldıktan sonra dahi körlere gözükmez. O halde gören ruh,
ortaya çıkma ve görünmede vazgeçilmez bir rükün olmakta, görünen ışığa
denktir, eşittir. Sonra şu yönden ona tercih de edilir. Çünkü gören
ruh, idrak edici, yani anlayıcıdır; idrak onunla mümkündür. Dışardaki
ışık ise idrak edici değildir. Kendisiyle idrak olunan yani idrake
sebep olan değil, belki idrak anında bulunandır. Ve o halde gösterme
vasfı, görülen nurdan fazla gören nurun hakkıdır.
Bunun için nur
ismini, gören göz nuruna, tereddüt etmeden, kullandılar da "nur-ı
aynım" (gözümün nuru), "falanın nûr-ı basarı zayıflad" (Filan kimsenin
görmesi zayıfladı) ve gözleri görmeyen kimse hakkında "nûr-i basarını
kaybetti" (gözünün görme özelliğini kaybetti) dediler. Bu böyle olunca
şunu da söyleyelim ki, insanın bir basarı, yani gözü; bir de basireti,
yani idraki vardır.
Basar, yani göz;
ışığı ve renkleri algılayan gözdür. Basiret de idrak ve akıl
kuvvetidir. Bu iki idrakten ikisi de idrak edilenin görülmesini
gerektirir. Bundan dolayı ikisi de nurdur. Fakat göz nurunda bazı
kusurlar saymışlardır ki, bu kusurlar akıl nurunda yoktur. Netice
olarak görme duygu ve gücü, kendisini ve idrakini ve diğer gözle
görülen parçalar ile akılla bilinen parçaları ve her şeyi, geçmişi ve
geleceği göremediği halde; akıl duygu ve gücü, hem kendini, hem
idrakini, hem âletlerini, hem her şeyi idrak eder. Ve göz idrak ve
duygusundan çok ilerilere ve derinliklere gider.
Bu sebepten, nur
isminin gözün algılamasından çok, akıl algılamasına daha uygun olduğu
ortaya çıkar. Bununla beraber aklî nurlar da kusur ve hatadan tamamen
kurtulmuş değildir. Önce hallerin tam olarak bilinmesinde, bulunması
gerekli olan ve yaratılıştan gelen düşünceler, insan cevherinin
gereklerinden değildir, beraber doğmaz; bebek bunları elbette bilemez.
"Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı"
(Nahl, 16/78) Bu fıtrî nurlar sonradan ortaya çıkmaktadır. Buna
isabette bir sebep gerekir. Bütün sebepler de netice olarak Allah'a
dayanır.
Nazarî
düşüncelere gelince, bunda da insanın yaratılışına çoğunlukla hata
isabet ettiği muhakkaktır. Dolayısıyla akıl, bir yol göstericiye, bir
mürşide muhtaçdır. En yüksek mürşid ise Allah kelâmıyla peygamberlerin
irşadıdır. Ve gerçekte akıl ve basiret gözünde Kur'ân âyetleri, madde
gözünde güneş ışığı yerindedir. Güneşin ışığına nur denildiği gibi
Kur'ân'a da nur denilmesi daha önceliklidir. Ve işte bununla "Allah'a
Peygamberine ve indirdiğimiz, o nura(Kur'âna) inanın" (Teğabün, 64/8),
"Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur
indirdik." (Nisâ, 4/174) âyetlerinin mânâsı ortaya çıkar.
Bu bakımdan,
Peygamberin açıklamasının, güneşin ışığından daha kuvvetli olduğu
ortaya çıkınca, onun kutsal nefsinin, nurlulukta güneşten daha yüksek
olması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ "Onların içinde bir çerağ (güneş)
ve nurlu bir ay yarattı." (Furkan, 25/61) diye güneşi yalnızca bir
çerağ (kandil) olmakla vasıflandırdığı halde, Resul-i Ekrem Muhammed
Mustafa (s.a.v)'yı da "Nurlu bir kandil" (Ahzab, 33/46) diye
sıfatlandırmıştır. Demek ki âlemde bulunan cisimlerden güneşin diğer
bir cisimden faydalanmaksızın başkalarına nur vermesi özelliği,
peygamberde daha kuvvetlidir. Peygamberlik nuru, diğer beşerî
şahıslardan istifade etmeksizin diğerlerine nur verir. Fakat güneşin
gökyüzündeki diğer kuvvetlerle alakası yok olmadığı gibi, şu da aklî ve
naklî delillerle bilinmektedir ki, peygamberlerin ruhlarında meydana
gelen nurlar dahi meleklerin ruhlarında meydana gelen nurlar ile
ilgilidir. Nitekim: "Allah melekleri ruh ile, kullarından istediği
kimseye kendinden bir vahiy ile gönderir" (Nahl, 16/2), "Onu,
Ruhu'l-Emin, senin kalbine indirdi." (Şuarâ, 26/193), "De ki: Onu
Ruhu'l-Kudüs, Rabbinin katından hak ile indirdi." (Nahl, 16/102), "O
vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu kuvvetlinin kuvvetlisi
Cebrail öğretti." (Necm, 52/4-5) buyurulmuştur.
Yani gerçek
olarak bilinmektedir ki, gökyüzü cisimleri çeşitli olduğu gibi semavî
ruhlar da çeşitlidir. Bazısı faydalı, bazısı faydalanandır. Nitekim
Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)'in vasfında "Kendisine uyulan emin'dir"
(Tekvir, 81/21) buyurmuştur. O meleklerin itaat olunanı, boyun eğileni
olunca şüphe yoktur ki, itaat edip boyun eğenler onun emri altındadır.
"Bizden herbirimiz için belli bir makam vardır" (Sâffât, 37/164)
âyetince her birinin bilinen bir yeri vardır. Şu halde aynı sebeble
bunlarda da faydalanılan, faydalanandan daha çok "nur" ismine hak
kazanmıştır. Ve bu şekilde ruhlar âlemindeki nurların derecelerine,
cisimler âleminde de bir misal vardır. Mesela güneşin ışınları aya
varıp oradan bir evin içine girerek duvardaki bir aynaya düşse, sonra
bundan diğer duvardaki bir aynaya aksetse, sonra ondan su dolu bir tasa
düşse, daha sonra bundan evin tavanına yansısa, bunların en büyüğü
kaynak olan güneşteki nur, ikinci olarak aydaki, üçüncü olarak birinci
aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki, beşinci olarak sudaki,
altıncı olarak tavandakidir. Ve hepsinde ilk çıkış noktasına yakın
olan, uzak olandan daha güçlüdür. Bunun gibi gökyüzü nurlarında da
derece derece istifade edilen nurun doğup parlaması, istifade edenden
daha kuvvetlidir. Ve bütün bu nurlar, artarak ve yükselerek en büyük
nurda sona erer ki, bu da Allah Teâlâ indindeki yeri itibariyle
ruhların en büyüğü olan ruhtur ki, "Ruh ve meleklerin saf saf olup
durduğu gün" (Nebe, 78/38) ilâhî kelâmındaki ruhtan maksat odur. Gerek
aşağıdaki ateşlerin ışığı gibi bayağı ve gerek yukardaki güneş ve ay ve
yıldızların ışığı gibi yüce ve ulvî olsun, bütün bu duygularla elde
edilebilen nur ve ışıklar ve bunun gibi gerek yerdeki peygamberler ve
velilerin ruhları ve gerek semâvî nurlar olan melekler olsun bütün bu
aklî nurların hepsi, O'nun zatı dolayısıyla mümkünler cümlesindendir.
Başkasının sebebiyle var olan da kedi kendine kalınca yokluğa hak
kazanmış olur. Varlığı kendinden değil, başkasındandır. Halbuki, yokluk
zulmet ve karanlık, varlık nur ve aydınlıktır. Buna göre Allah'tan
başka her şey O'ndan sebep karanlıktır, yoktur .Ve ancak Allah
Teâlâ'nın nurlandırmasıyla, nurludur, O'nun var kılmasıyla vardır.
Varlıklarından sonra meydana gelen bilinişlerinin hepsi de Allah'ın
varlığından meydana gelir. Yokluk karanlığında iken onları varlık ile
ortaya çıkaran ve bilinmemezlik karanlığında iken üzerlerine bilinme
nurlarını gönderen ancak Allah Teâlâ'dır.
Özet olarak, her
şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi ancak O'nun açığa çıkarması ve
bildirmesiyledir. Nur'un özelliği de ortaya çıkma, parlama ve
bulunmadır. O halde açıkça ortaya çıkar ki, gerçekte mutlak nur, Allah
Sübhânehû ve Teâlâ'dır. Ve O'ndan başkasına nur demek mecazdır. Fakat
Allah gerçekten nur ise ispatında delile neden ihtiyaç duyuluyor? Bunun
cevabını önce göze ait görünen nura göre anlamak kolaydır. Bir gündüz
ışığında baharın yeşilliğini gördüğün zaman hiç şüphesiz bilirsin ki,
sen renkleri görüyorsun ve çok defa sen renkler ile birlikte başka bir
şey görmüyorsun zanneder de yeşilliğin yanında yeşillikten başka bir
şey görmedim dersin, ışığı farketmezsin. Fakat güneş batarken o rengin
üzerine ışığın düştüğü hal ile düşmediği halde mecburen fark edersin de
şüphesiz tanırsın ki nur, renkten başka bir mânâyadır. Renkler ile
beraber algılanır ve idrak olunur. Kuvvetli birleşiminden dolayı
farkedilmez, açıklığının şiddetinden dolayı gizli kalır. Açıklık, böyle
bazan gizli kalmaya neden olur.
Bu bilinmiş
olunca şimdi şunu da bilmek gerekir ki, her şey, göze açık ışık ile
göründüğü gibi, yine batınî basirete de her şey Allah ile gözükür.
Allah'ın nuru her şey ile beraber bulunur da fark edilmez. Ancak bunda
diğerinden bir farklılık vardır: Görünen nurun güneşin batması ile
kaybolup gizlendiği düşünülür. Fakat her şeyin kendisi ile ortaya
çıktığı ilâhî nurun batması veya kaybolması düşünülemez ve değişmesi
imkansız olduğundan eşya ile daima beraber kalır. Ayırmakla delil
getirmek yolu, kesilmiş olur. Onun kaybolmasını düşünsen gökler ve
yerler yıkılır, kendinden geçersin. O zaman zarurî ilim meydana gelecek
bir fark idrak olunur.
Fakat eşyanın
hepsi yaratıcının varlığına şahitlik yapmakta bir ifade üzere eşit
olduklarından ve bazısı değil, her şey, bazı zaman değil, her vakitte
O'na hamd ile tesbih eylediklerinden ayrılık kalkmış, gizli yol
kalmıştır. Zira marifette görünen yol, eşyayı zıddıyla tanımaktır.
Bundan dolayı, hiç zıddı olmayan ve hiç değişmeyenin gizli kalması uzak
görülmemelidir. Onun gizliliği, açıklığının şiddetindendir.
"Açıklığının
şiddetinden dolayı yaratıklardan gizlenen ve nurunun parlaması
sebebiyle onlara karşı perdelenen Allah'ın şanı ne yücedir!"
Gazâlî'nin bu
nurlu sözleri hoştur. Fakat araştırıldığında neticesi şu oluyor ki:
Allah'ın nur olmasının mânâsı bütün âlemin ve âlemdeki bütün duygularla
algılanan nurların ve bilinen kuvvetlerin yaratıcısı ve mücidi, yani
nurun yaratıcısı olması ve bundan dolayı nurdan asıl istenilen,
nurlandırma ve meydana çıkarma, belirme ve açığa çıkma mânâlarının
hakikatinin özü nurdan ve nuru bulandan çok nuru yapana ait olacağından
nur isminin Allah'a daha uygun bulunmasıdır. Yalnız bu son noktada
Gazâlî, izafî karşılığı olan hakikat ile mecaz karşılığı olan hakikati
karıştırmıştır. Şüphe yok ki nuru yapan, nurun fevkındadır, yani ondan
üstündür. Fakat bundan dolayı nuru yaratana nur denilmesi dilbilgisi
yönünden hakiki mânâsında değil, mecaz olur. Hakikati o nurun sahibi
olmasıdır. Böyle düşünmesi uygun değil yanlıştır.
Gerçek budur ki,
yanlış bir düşünceye meydan bırakmamak için âyetin kendisi bunun, bir
teşbîh-i beliğ ile temsilî bir ifade olduğunu açıklamaktadır. Şöyle ki;
nurunun misali, burada nurun Allah'a muzâaf kılınması da gösterir ki,
öncekindeki mânâsı zahirine hamledilmediği gibi göklere ve yeryüzüne
izafeti de hakikî sahibine izafet değildir. Yani gökleri ve yeryüzünü
aydınlatan ve gerçek sahibi Allah olan nurun, varlık nurunun, hidayet
nurunun, peygamberlik nurunun, Kur'ân nurunun, iman nurunun hayret
verici vasıflarının temsili, yani benzetmesi şudur:
Sanki bir
mişkât, yani arkasına nüfuz edilmez dairevî veya çokgen bir pencere.
Dikkat edilirse gökyüzünde her cismin vucudu böyle arkası kapalı, önü
özel bir uzaklık içinde açılmış bir pencere, bir hücre halinde
yükselir. Ki içinde bir mısbâh vardır.
MISBÂH: "Sabah
ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah gibi hoş ve kuvvetli
aydınlık veren lamba demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc denilmiş olduğu
halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında güneşin normal bir
kandil kadar kalacağına işaret eder. O mısbah, bir billurda sırça, yani
billur, sanki inciye benzer bir yıldız. İncimsi yıldız, zühre ve
müşteri gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan bir yıldız. Öyle
berrak, öyle güzel, öyle hem göklerin, hem yerin güzelliklerini
kendinde toplayan bir cam. Mişkât da o camın içindeki lamba mübarek bir
ağaçtan, öyle bir zeytinden tutuşturulur ki doğuya da, batıya da nisbet
edilemez. Bunda başlıca iki mânâ vardır:
Birincisi,
yalnız öğleden önce güneş gören doğuda değil, yalnız öğleden sonra
güneş gören batı tarafında da değil hem doğuya, hem batıya bakan
tepenin tam ortasında. Çünkü böyle bir yerde bulunan zeytinin yağı son
derecede saf ve güzel olur.
İkincisi, yön
şüphelerinden uzak, yani bildiğiniz dünya zeytinlerinden değil, mekanı
olmayan bir zeytin demek olur. Önceki mânâ kendisine benzetilenin
herkesce düşünülebilecek bir özelliği olmasından dolayı temsilde
terşih, ikinci mânâ ise benzetilenin özelliğine işaret etmek yönünden
bir tecrid ifade eder. Terşihin faydası benzetmeyi bir açıklama ile
kuvvetlendirmektir. Tecridin inceliği de benzetilenin belirgin bir
yönüne işaretle kendisine benzetilene üstünlüğünü ve bundan dolayı
benzetmenin yanaşamayacağı bir hakikat noktasını ortaya koymaktır.
Netice olarak
öyle bir zeytin ki yağı, neredeyse, kendisine bir ateş dokunmasa bile
ışık verir. Bir elektrik gibi hemen yanmaya hazır; o derece saf ve
parlaktır. Özet olarak Allah nuru, nur üzerine nurdur. Yani temsilden
zannolunacağı gibi sınırlı beş kat değil, birisi veya tamamı da değil,
sınırsız olarak her nurun kat kat üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi
mümkün olmayan bir nurdur. O halde onu niye herkes bulamıyor?
İstenilene niye eremiyor? denilirse Allah, o nuruna veya o nuruyla
dilediği kimseyi hidayet eder. Dolayısıyla herkes hak delili göremez,
hak âyetlerini bilemez, hakkın isteğine eremez. Herkes peygamber veya
velî veya mümin veya arif veya iyi bir kul olamaz. Ve onun için
peygamberlik nurundan, Kur'ân nurundan, iman nurundan, ilim nurundan
herkes faydalanamaz. Ve Allah insanlara (işte böyle) misaller verir.
Doğrudan doğruya anlayıp idrak edemeyecekleri hakikatleri, duygularla
algılanabilen misaller ile tasvir ve temsil ederek anlatır, bu da
hidayeti cümlesindendir. Nitekim duygular, hayaller, lisanlar,
teşbihler yalnız hakkı anlatmak için birer mesel oldukları gibi, bu
âyetteki temsil de böyledir. Bundan dolayı misallere hakikat diye
bağlanıp kalmamalı, onlardan gerisindeki gerçeği sezmelidir.
Ve Allah her
şeyi bilir. Aklen olanı da, hissen olanı da bilir; açığı da, gizliyi
de, gerçek olanı da, temsilî olanı da bilir. Dolayısıyla her kesin
duygu ve anlayışını ve faydalanma derecesini ve takip ettiği gaye ve
maksadını ve tekvin ve teşride layık olup olmadığı dine yol göstermeyi
ve ona göre herbirine yapacağı muameleyi de bilir.
36-Şimdi
Allah
nurunun temsili olan o kandil ve lamba nerede bulunur? Veya nerede
yakılır?
Bir takım
evlerde, yani camilerde ki Allah onların yüceltilmesine -yani
binalarının diğer evlerden daha yüksek ve şereflerine tazim ile yüksek
tutulmasına- ve içlerinde isminin zikrolunmasına izin verdi ki bunlar
mescidler, camilerdir. O kandil, o lamba, o billur, o mübarek ağaç, o
meyve, o yağ, o yakma, o nur üstüne nur, o hidayet bunların içinde
şekillenir, temsil olunur. İçlerinde sabahları ve akşamları O'nu tesbih
eder, Allah'ın ismini tenzih ve takdis eder
37-38-
Öyle
insanlar ki ne bir ticaret, ne bir alış veriş onları Allah'ı anmaktan,
namaz kılmaktan, zekat vermekten alı koyamaz. Kalplerin ve gözlerin
allak bullak olduğu bir günden korkarlar ki Allah, kendilerini
amellerinin daha güzeli ile mükafaatlandırsın ve lütfundan onlara
fazlasıyla versin. Bire ondan yediyüz gibi özellik ve adetlerle amel
karşılığı vaad olunan ecir ve sevaptan başka, özelliği ve miktarı
açıklanmayan ve nasıl ve ne kadar olduğu hatırlara bile gelmeyen ilâhî
nimetleri de fazladan olarak lütuf ve cömertliğinden ikram ve ihsan
eylesin ve Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır. İşte
Allah'ın nuruna hidayet edip ulaştırdığı müminlerin hali böyledir.
39-
Küfredenlerin de amelleri, gönüllerince iyilik diye yaptıkları bütün
işleri, itikatları, inançları bozuk ve gayeleri heva ve heves
olduğundan dolayı bir çöldeki seraba benzer. Uzaktan yaldırar susayan
onu bir su zanneder. Hararetinden imrenir, ihtirasla koşar ne zamanki
ona varır, orada bir şey bulamaz, içini yakmakta olan hararetini
dindirecek hakikî suyu bulamadığı gibi, uzaktan hayal ettiği parıltı da
kalmaz. Koştuğu emelin yalan olduğu ortaya çıkar. Fakat bununla da
kalmaz.
Ve yanında
Allah'ı bulur. O susuzluk ve yoksulluk içinde hakikatin dehşetini
görür. Korkmak istemediği Allah'ın kahır ve gazabı yüreğine inip bütün
benliğini sarar da hesabını görüverir ve Allah, hesabı çok çabuk
görendir. Şu halde o hesabı uzak sanmamalıdır. İşte kâfirlerin nurlu
zannettikleri, iyilik diye koştukları amellerinin sonucu budur.
40-46-Duygularına
ve inançlarına, fikir ve zihniyetlerine, diğer söz ve işlerine gelince,
veya derin bir denizdeki yoğun karanlıklara benzer ki onu dalga üstüne
dalga daha üstünden bir bulut kaplar. Nur üstüne nurun tam zıddına
olarak biribiri üstüne karanlıklar. Öyle ki yeterli bir nur işareti
görmek şöyle dursun elini çıkardığı zaman onu bile göremez. O
karanlıkta çırpınır, şuraya buraya saldırır. Fakat uzattığı kendi elini
bile görmesi ihtimali yoktur. Nerede kaldı ki, dışardan bir gerçeği
görsün de neye elini uzattığını bilsin. Gerçekte kâfirler küfür
taassubu içinde öyle boğulur, öyle bocalar. Hiçbir hakkı kabul etmemek
için inadında öyle ısrar eder ki ne halt ettiğinin farkına varmaz. ve
gerçekte her kim ki, Allah ona bir nur takdir etmemiştir artık onun
için nur yoktur. Onun için körler görmez, sağırlar işitmez,
vicdansızlar duymaz, kâfirler hakkı kabul etmez. Yoksa:
47-49-
Ve onlar
mümin değillerdir. Yani iman laftan ibaret değildir. Yalnız dilden
Allah'a ve Resulüne iman ettim, demekle hakikaten mümin, müslüman
olunuvermez. Onunla beraber samimi, kalpten inanmalı, sadakatle sebat
etmeli ve hareket ve davranışlarıyla bu imanını ispatlamalı ve
desteklemelidir. Bunu ispat edecek delillerden birisi de hakkına razı
olmak ve bir ihtilaf halinde Allah ve Resulünün hükmüne davet edildiği
zaman kabul ve itaat etmek, boyun eğmektir. Halbuki Allah ve Resulüne
iman ettik müslümanız, diyenler içinde öyleleri vardır ki, imanı yalnız
dilindedir. Bunlar mümin değil, münafıktır. Haklarına razı olmazlar,
birkısmı sözünde durmaz, dönüverirler.
Bir kısmı da
sözden dönmese bile herhangi bir anlaşmazlıkta Allah ve Resulünün
hükmüne davet edildikleri zaman yüz çevirir, kaçınır. Ve eğer hak
kendilerinin olursa; aleyhlerine değil, lehlerine ise ona -yani
Resulullah'ın hükmüne- gönülden bağlanarak ve güvenerek gelirler. Zira
Resulullah'ın hüküm ve idaresinin hakkaniyetinde şüphe etmezler.
Nitekim Bişr adındaki bir münafık, bir yahudi ile bir arazi hakkında
anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Münafık haksızdı; onun için yahudi onu
Resulullah'a mahkemeye gidelim diye Allah'ın hükmüne davet etti, çünkü
onun haksızlığa meydan vermeyeceğini biliyordu. Münafık ise yahudilerin
hahambaşı Kâ'b b. Eşref'e gidelim dedi, çünkü hakka razı olmuyor,
dalavere ile haksız bir hüküm alacağını ümit ediyordu.
50-Rivayet
edildiğine göre bu âyetlerin nüzul sebebi bu oldu. Ki son zamanlarda
İslâm topluluğunu bozmaya çalışan da böyle nifakların ortaya
çıkmasıdır. Bu neden oluyor? Kalplerinde bir hastalık mı var? Küfür ve
zulme meyleden psikolojik, bir hastalık, bir vicdan bozukluğu mu var?
Yoksa Allah ve Resulünün onlara yazık edeceğinden şüphe ediyorlar veya
korkuyorlar mı? Hayır, ne öyle bir şüpheleri var, ne de korkuları.
Allah ve Resulünün hükmü, yalnız hak ve adalettir ve öyle olduğunu
bilirler, fakat asıl zalimler kendileridir! Haklara tecavüz etmek
isteyen haksızlardır. Bundan dolayı kaçınmalarının sebebi birinci
kısımdır, yani kalplerinde hastalık, vicdanlarındaki bozukluktur ki bu
da hidayete erememezliktendir.
51-
Aralarında
hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne davet edildiklerinde, müminlerin
sözü ancak işittik ve itaat ettik, demekti. Yani dinledik ve itaat
ettik, başüstüne diye hemen davete icabet etmekti. İşte asıl bunlar
kurtuluşa erenlerdir. Murada erenlerdir.
52-
Her kim
Allah'a ve Resulüne itaat eder, yani yalnız mahkeme işinde değil, her
konuda Allah'ın kitabına ve Resulünün sünnetine tabi olur, ve Allah'tan
korkarsa işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Üstünlüğe erecek,
kurtuluş meydanında hedeflenen gayeye ulaşacak, ebedî saadetin en son
noktasına varacak olanlardır.
53-Fakat
o
münafıklar, o kalpleri bozuk haksızlar, böyle itaat etmedikten başka
bir de en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Yeminin en ağırı
Allah'a yemindir. Eğer sen kesin olarak emredersen çıkarlarmış,
evlerinden ve yurtlarından çıkıp giderlermiş, güya o derece
itaatkarmışlar kasem, yemin etmeyiniz, de maruf, belli bir taat, yani
itaatiniz belli, ne şekilde olduğu bilinmekte, bundan dolayı yalan yere
yemin etmeyiniz. Yahut sizden istenilen öyle yalan yere yemin ile
münafıkça bir itaat değil, zulme, kötülüğe itaat değil, adalet
dairesinde samimî bir itaattir. Şüphe yok ki Allah, her ne yapıyorsanız
haberdardır, bütün gizliliklerinize vakıftır. Öyle ise O'na karşı
yalandan, hilekarlıktan, itaatsizlikten sakınınız.
54-Ey
Hak
Peygamber! De ki: Allah'a itaat ediniz, Resule de itaat ediniz. Yani
Peygambere itaat da özellikle Allah emridir, ona itaat edilmedikçe
Allah'a itaat edilmiş olunmaz. Şu halde Allah'ın kitabına yapışmak bir
görev olduğu gibi, peygamberin sünnetine yapışmak da özellikle bir
görev, bir vecîbedir. Eğer yüz çevirir, yani o haksızlar yine
aldırmazlarsa artık onun üzerine düşen, ancak kendisine yüklenendir.
Yani Peygambere ait olan görev, ancak ona yükletilen tebliğ yüküdür.
Sizin sorumluluğunuz da size yüklenendir ki, itaat görevidir. Burada
tahmil, yani yüklenme denilmesi, itaatsizler ne kadar çoğalırsa,
Peygamberin ve müminlerin görevinin de o kadar zorlaştığına işarettir.
Ve eğer siz ona itaat ederseniz, yani Peygambere itaat eder de
yüklenilen görevinizi yaparsanız, hidayete, doğru yola erersiniz, hakka
kavuşursunuz. Resulün vazifesi de ancak açık açık duyurmaktır. Açık
tebliğdir ki o, onu yerine getirdi, size de itaat görevi kaldı.
Şimdi
müslümanlar, bu açık tebliğ ile şu ilahî müjdeye dikkat etmelidir ki
çok önemlidir:
55-57-Cenab-ı
Hakk'a ait aydınlatma ile taatin vacip olduğunu, bir görev bulunduğunu
tesbit eden duyurma ve O'na ait müjde ve sakındırma ile öğüt verip yol
gösterdikten sonra, yine yukardaki hükümlerin tamamlanması için
buyuruluyor ki:
58-
Gerek erkek,
gerek kadın bütün müminler! Elleriniz altında bulunanlar ve sizden
henüz erginlik çağına girmemiş olanlar odanıza girmek için izninizi
istesinler, yani onlara böyle öğretiniz ve emrediniz. Yukardaki
"istiynâs" yani geldiğini farkettirme emri hür ve erginlik çağına
erenler hakkında idi. Buradaki izin isteme ise el altındaki köle ve
cariyelerle, henüz erginliğe ermiş olmayan hür çocuklar, yani sabîler
hakkındadır. Bir de bunların ki her defasında değil üç kere, yani üç
vakitteki birincisi sabah namazından önce, çünkü yataktan kalkıp
giyinmek zamanıdır. İkincisi ve öğle sıcağında elbisenizi soyunduğunuz
sırada ki kaylûle, yani gündüz uykusu vakti, üçüncüsü ve yatsı
namazından sonra, yatmak için soyunulduğu zamandır ki, sizin için üç
avret vaktidir. Örtünmenizin ihlal edilmiş olduğu, eksikli bulunduğunuz
üç gedik vaktinizdir. Herkes için olmasa bile genel olarak böyledir. Bu
ihtar, izin istemenin sebebini açıklar. Bundan dolayı izin istemelidir.
Peki amma, niçin her zaman izin istemesinler, çünkü üzerinize çok
dolaşırlar birbirinizin üstündesinizdir, bu yüzden her zaman izin
istemede zorluk olur "Allah size âyetlerini böylece açıklar."
59-
sizden olan
çocuklar da erginlik çağına girdiklerinde -ki asıl delili ihtilam
olmalarıdır. Yaşının da en azı kızda dokuz, oğlanda on iki, normali ve
görüleni ondört, onbeş en sonu ise onyedi, onsekiz yaşlardır- izin
istesinler nitekim kendilerinden öncekilerin izin istedikleri gibi,
yani kendilerinden önde bulunan siz büyüklerinin onların odalarına
girmek için geçen "Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere,
geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermeden girmeyin" (Nur,
24/27) âyeti gereğince her zaman geldiğini farkettirip selam vererek
izin istemeniz gerekli olduğu gibi onlar da yalnız üç vakitte değil,
her zaman yanınıza gireceklerinde izin istesinler. "Allah size
âyetlerini böyle açıklıyor." Bu iki âyette bu hatırlatmanın tekrar
edilmesi, izin isteme emrini tam bir açıklıkla tekiddir. Zira yabancı
büyüklerde çekinme hissi, bunlarda da müsamaha şüphesi galip olduğundan
burada o şüpheyi kesmek için emir, açıklanmış ve tekrar edilmiştir.
Esefle görülmekte ve bilinmektedir ki, bu noktada yanlışlık ve gaflet
çoktur.
60-
Ve oturmuş,
çocuktan kesilmiş yaşlı kadınlar ki bir nikah ümidi beslemezler
zinetlerini göstermeksizin üst örtülerini bırakmalarında kendilerine
bir vebal yoktur. Yani hayız ve nifastan kesilmiş kadınlar yukarıda
geçen "Baş örtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler,
zinetlerini teşhir etmesinler" (Nûr, 24/31) emri gereğince gizlemeleri
gereken zinetlerden hiçbirini göstermemek şartıyla üzerlerindeki
çarşaf, ferâce gibi dış elbiselerini bırakıp yalnız baş örtüsüyle
çıksalar bir sakınca yoktur, günah olmaz. Fakat kadının kendisini
süsleyip sokağa çıkması gençler için günah olduğu gibi ihtiyarlar için
de günahtır. Süslenmeleri günah değil, süsle yabancı erkeklere
çıkmaları günahtır. İhtiyar kadınlar süslenir mi, dememeli. Ne yaşlı
kadınlar vardır ki, gençlerden daha çok güzel görünmeye özenirler.
Bununla beraber
iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Yani süslü olmadıkları
halde de iffet ölçülerine uymaları ve gençler gibi sakınmaları, üst
örtülerini bırakmamaları haklarında daha hayırlıdır. Çünkü töhmetten
daha uzaktır. Ve Allah işitendir, gizlide, açıkta ne söylediklerini
işitir. Bilendir. Maksatlarını da bilir, sonunda ona göre cezalarını
verir. Bundan dolayı müslümanız diyen zamane kadınları bu âyetleri
dinlesinler de düşünsünler.
61-
"Mallarınızı
aranızda haksız sebeblerle yemeyin" (Bakara, 2/188) âyeti indirildikten
sonra kör, topal, hasta, özürlü, fakir müslümanlar, sağlam kimseler
tiksinirler ve rızaları olmaz diye beraber yemek yemekten sakınır veya
bir kimse bunları kendi evinden başka akraba ve sevdiklerinden birinin
evine yemeğe götürecek olsa, belki hoşlanmazlar diye çekinir
olmuşlardı. Bir de muharebeye gidenler, öyle savaş gazisi yaralıları ve
zayıf fakir kimseleri evlerine bırakırlar ve anahtarlarını teslim edip
içlerindeki yiyeceklerden yemelerine izin verir giderlerdi. Fakat onlar
bulunmadıkları için izinleri gönül rızası ile olmaz diye korkarlar,
gereğinden fazla sakınırlardı. Bir de bazı kimseler, kendi evlerinden
başkasında yemek yemekten çekinir, bazı müminler de ayrı yemekten
sakınır, ne olursa olsun misafirle beraber yemek isterdi; hatta misafir
bulunmazsa bütün gün bekleyen kimseler olurdu. "A'maya zorluk
yoktur..." âyeti de bu sebeple ve bu durumlara açıklık getirmek üzere
indirilmiştir...
62-
Müminler
ancak onlardır ki, Allah'a ve Resulüne hakikaten iman etmişlerdir.
Yukarıda zikri geçenler gibi yalnız iman ettik demekle kalmayıp samimi
kalpten inanmışlardır. Ve maiyyetinde, yani Peygamberin yanında ki,
müslümanların emirinin maiyyeti de aynı hükme tabidir. İctimaî bir işle
meşgul oldukları zaman, cuma, bayram, istişare, savaş gibi toplanmayı
gerektiren ya da faydası veya zararı umumî olan bir iş üzerinde
bulundukları zaman ondan izin almadıkça gitmezler. Münafıklar gibi
kaçmazlar. İşte o senden izin isteyenler yok mu onlar Allah'a ve
Resulüne iman eden kimselerdir. Bundan dolayı bazı işleri için senden
izin istediklerinde sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver. Yani
her izin isteyene izin vermek vacib değildir. Hikmet ve işin gereğini
gözetmek lazımdır. Bir de Berâe (Tevbe) Sûresi'nde geçen "Allah seni
affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli oluncaya kadar onlara
niçin izin verdin?" (Tevbe, 9/43) âyet-i kerimesi unutulmamalıdır. İzin
ver ve onlar için Allah'a istiğfar eyle; zira izin istemek, her ne
kadar şiddetli bir özür ile doğruluğa dayansa da, dünya işini ahiret
işine takdim ve tercih etmek gibi bir kusur töhmetinden uzak olmaz. Sen
istiğfar edersen şüphe yok ki Allah, mağfiret edicidir, merhametlidir.
Bu noktada Resulullah'a hitaptan ümmetine hitaba iltifatla buyuruluyor
ki:
63-Ey
müslümanlar! Peygamberin davetini, dusını aranızda bazınıza, bazınızın
daveti, duası gibi kıyas etmeyin. Onun davetine icabet farzdır. Duası
Allah yanında hemen kabul olunur. Bundan dolayı emirlerine son derece
özenle itaat etmeli ve uymalı ve onu gücendirmekten son derece
sakınmalıdır. İçinizden birbirinizi siper ederek sıyrılmak isteyenleri
Allah biliyor. Dolayısıyla O'nun emrine aykırı davrananlar kendilerine
bir fitne isabet etmesinden, yani dünyada bir bela ve sıkıntıya
çarpmaktan yahut dünyada olmazsa ahirette kendilerine çok elemli bir
azap isabet etmesinden sakınsınlar Burada terdîd (iki ihtimalle
anlatmak) yalnız bir güzellik içindir. Yoksa dünya belaları ile ahiret
azabının bir araya getirilmesinde bir zıtlık yoktur. Aslında
Peygamberin emri ve gidişatına uyan müslümanların nasıl yükseldiklerine
tarih şahit olduğu gibi müslümanız deyip de aksine giden kavim ve
miletlerin ne fitnelere, ne belalara, ne azablara uğramakta oldukları
göz önündedir. Hemen Cenab-ı Hak hepimizi hidayetiyle hoşnud eylesin.
64-
Evet,
göklerde ve yeryüzünde ne varsa hep Allah'ındır. Kâinatın hepsi,
yaratılış bakımından, sahip olma yönünden, gerek yoktan var etme, gerek
yok etme, gerek ilk yaratma, gerek yeniden iade ile tasarruf bakımından
O'nundur. Muhakkak ki o, sizin üzerinde bulunduğunuz hali ve onların, o
karşı çıkanların kendisine döndürülecekleri günü biliyor. Bundan dolayı
onlara yaptıklarını anlatacaktır. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir.
İlminden bir zerre kaçmaz, hak ile batılın tamamen ayrılacağı o furkan
günü neler olacağını anlamak için, şimdi Nur Sûresi'nden sonra
|
|