|
Elmalı
Tefsiri
1-3. "Biz
Nûh'u
gönderdik." Âlûsi şöyle der: "Nûh ismi aslında Arapça değildir, başka
bir dildendir. Cüvâlikî bunun Arapçalaşmış olduğunu söylemiş, Kirmanî
ise, Süryanicede Nûh kelimesinin "sâkin" mânâsına geldiğini
söylemiştir. Hakim'in Müstedrek'te "Asıl ismi Abdülgaffar olup çok ah
çekip ağladığından dolayı Nûh denilmiş." olduğuna dair rivayeti sahih
olmasa gerektir. Meşhur rivayete göre, Hz. Nûh'un nesebi, İbnü Melek b.
Mettuşelah b. Ahnuh'tur. Ahnuh da İdris (a.s)'in ismidir. Buna göre
Nûh, İdris (a.s)'ten sonradır, Müstedrek'te ise sahabeden çoğunun Hz.
Nûh'un Hz. İdris'ten önce olduğu görüşünde oldukları yazılıdır."
Hz.
Nûh ile Hz.
Âdem arasında bin sene kadar veya daha yakın bir zaman geçmiş olduğuna
dair de aslı eski kitaplara dayandırılan yaygın bir rivayet vardır.
Fakat Hz. Nûh'un kavmi, bu sûrede açıklandığına göre Vedd, Süva, Yegus,
Yeuk ve Nesir adlarında bir takım putları yapmış oldukları, bu ise Hz.
Nuh'un gemisi gibi mucize türünden olamıyacağı için o vakit sanayinin
bunları yapabilecek kadar ilerlemiş bulunduğunu göstermesi bakımından
bin sene içinde ilk insanların sanayide bu dereceye gelebilmiş
olmaları, ilâhî hükümle bu âlemde görülegelen aşamalı gelişme kanununa
göre imkânsız değilse de garip ve uzak görünür. Bu bakımdan ya Âdem'in
yaratılışına dayandırılan tarihin yanlışlığına hükmetmek veya O
Âdem'den maksadın, insanlığın babası olan Âdem olmadığına inanmak
gerekir. Biz ise Âdem'i Kur'ân'da özel isim olarak bir tanıdığımızdan,
Hz. Nûh ile Hz. Âdem arasında ne kadar bin sene geçmiş olduğunu
Allah'tan başka kimse bilmez deriz.
"Kavmine
gönderdik." Burada Hz. Nûh'un bütün insanlara değil, kavmine
gönderildiği anlaşılıyor. Zira Peygamberler içinde bütün insanlara
gönderilmiş olmak Peygamberimiz'e ait bir özelliktir. O zaman
yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve yeryüzünün
nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir. Bununla
beraber Alûsî'nin açıklamasına göre denilmiş ki, Hz. Nûh'un kavmi Arap
yarımadası ve ona yakın yerlerde oturuyordu. Meşhur olan da onu Kûfe
topraklarında yani Irak'ta yaşadığı ve orada kendisine peygamberlik
görevi verilmiş olmasıdır. Bundan Nûh tufanının da o bildiğimiz her
tarafı sarmış olma özelliği Nûh kavmine ve onların hepsine ait demek
olup bütün yerküresinin her tarafını kapsaması gerekmiyeceği ve o vakit
yeryüzünde onlardan başka insan bulunup bulunmadığı da
kestirilemiyeceği anlaşılıyor ki, Âlûsi'nin de tercihi budur.
İbnü
Esir
"Kâmil"de ve Ebulfidâ "Tarih"inde: "Mecusiler, Tufanı tanımazlar.
Bazıları da Tufanın varlığını ikrar eder ve fakat Bâbil bölgesi ile ona
yakın yerlerde olduğunu ve "Küyümers" yani Âdem oğullarının meskenleri
doğuda olduğundan onlara Tufan'ın ulaşmadığını iddia ve zanneder. Aynı
şekilde Hind, İran, Çin gibi doğu ülkeleri Tufan'ı tanımazlar. Bazı
İranlılar onu itiraf eder ve fakat "genel değildi, Hulvân geçidini
geçmemişti" derler. Doğru olan, yeryüzünde yaşayanların hepsinin Nûh
(a.s)'un çocuklarından olmasıdır. Zira "Ve onun neslini baki kalanlar
kıldık."(Sâffat, 37/77) buyrulmuştur" diye yazarlar. (Sâffat
Sûresi'ndeki bu âyet ile Hûd sûresindeki, "Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve
gemide seninle beraber bulunan müminlere bir selam ve bereketlerle in.
Onlardan bir takım kâfir ümmetler olacak ki, biz onları dünyada rızıkla
faydalandıracağız."(Hûd, 11/48) âyetinin tefsirine bkz.)
4-12.
Ahiret
azabı yahut Tufan.
Günahlarınızdan
bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm,
kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm,
daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya
çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira
kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın
bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.
Ve
sizi müsemma
bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka,
sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o
müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan
eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa
olsun takdir buyrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir
ettiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden başka
kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz eğlenelim
de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için
henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini
fırsat bilip de ona göre iman etmek ve kulluk yapmak suretiyle azaptan
korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.
Burada
bir
taraftan "ertelesin" deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez"
deniliyor. Gelince ertelenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek
çelişki olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen
bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince
ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta
kendisidir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka
"sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz
ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle
ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz
demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesin" denilen şeyle
"ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. Siz ecele
ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çelişki olmaz. Şu
kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar
ertelesin." cümlesinin açık bir faydası anlaşılmaz. Onun için bundan
ilk akla gelen mânâ çelişki değil, şu olur: Kuşkusuz bir belirli ecel
vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden
önce Allah'a îman ve itaat ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü
ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o
gelmeden önce hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce
bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?
Takdir
olunan
ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek mümkün olur
mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine itaat ile
korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan
dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı kanaatına varmışlar
ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatıp şarta bağlı olarak
tasvir etmişlerdir.
Zemahşeri
şöyle
der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman
ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün
başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman
edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertelesin. Yani belirlemiş
ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine gidemeyeceğiniz bir gaye
olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar bıraksın. Ki bu da tam bin sene
olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği
vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu
aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla
birlikte yalnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel
olmadığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz
Allah'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdirde
belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması
gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep gösterilmesi,
yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını
gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o
halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de
ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan
değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu anlatmışlar ve bu surette bu
üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel varsaymakla
beraber gerçekte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü
meselenin iki safhası vardır:
BİRİSİ,
eşyanın
tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu
bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar
çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya
vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan
başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu
düşünerek ona göre hazırlanmalıdır.
İKİNCİSİ
de
ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel
bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki
eceli yoktur.
İlâhî
takdire
gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta
fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre
miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir
gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana
gelecek olan ecel ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur.
Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi
birdir. Fakat meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın
bildirdiklerinden başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve
yükümlülüğün dayanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un
daveti de yüce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması
durumuna göredir.
İbnü
Atiyye
tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti,
Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları
âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca
ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı,
demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh
(a.s) onların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı
olduğunu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden
ertelenirsiniz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip
ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan
olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve
şiddet verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle
şimşeği çakarak karar vermiştir."
13.
Niye siz
Allah için bir vakar ummazsınız? Vakar, hafifliğin zıddı olarak
ağırlık, yumuşak huyluluk, ağırbaşlılık ve ululuk mânâlarına gelir.
Nitekim bu kökten türetilen tevkir, "ululamak" demektir. fâili veya
başında bulunan "lâm" harfinin ilgili olduğu kelimeyi açıklamaktadır.
Yani, "Siz niçin Allah'tan korkmuyorsunuz, yüce Allah'ın yumuşaklığıyla
beraber bir ululuk ve yüceliği bulunduğuna inanmıyor ve onu saymayanın
neticede yok olacağına ihtimal vermiyor, inanmıyorsunuz da ona
saygısızlık ediyor, putlara tapıyorsunuz?" Bu mânâya göre söz, sırf
tehdit ve korkutma ifade eder. Yahut, "Niçin siz yüce Allah'ın size
ilerde bir vakar ve onur lütfederek size değer vermesini, yükseltip
neticede büyük mertebe ve sevaba erdirmesini ümit etmiyorsunuz da iman
ile onun yoluna gitmiyor, onu inkâr edip putlara taparak zelillik
yolunu seçiyorsunuz?" demektir ki, bu durumda korkutmadan çok teşvik
olmuş olur.
14.
Oysa o sizi
aşama aşama birçok hallerden geçirerek yaratmıştır. Burada insan
yaratılışının fert ve toplum olarak geçirmiş olduğu evrim mertebelerine
işaret vardır. Ebu's-Suud'un açıklamasına göre; önce unsurlar halinde,
sonra gıdalar halinde, sonra karışımlar halinde, sonra sperma halinde,
sonra embriyon halinde, sonra et parçası halinde, sonra kemik ve et
halinde, sonra da bambaşka bir yaratılışla şekil vermiştir.
"Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir."(Müminun,
23/14). Bunları yapan o güzel yaratıcı ululama ve saygıya layık değil
mi? O sizi daha başka bir şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut ezip
yok ederek elem verici o azaplara düşüremez mi? Siz niye bunları
düşünmüyorsunuz?
15-16.
Bunu daha
çok açıklamak ve kanıtlamak için buyruluyor ki: "Allah yedi göğü tabaka
tabaka nasıl yaratmış görmediniz mi? Ay'ı içlerinde bir nur kılmış;
güneşi de bir lamba kılmış."
17.
"Allah sizi
yerden bir nebat tarzıyla bitirdi." Nebat ve nebt kelimeleri, lügatte
cins ismi ve mastar olur. İsim olduğuna göre, yerde biten, yani yerden
çıkıp yetişen her şeye denir. Sonra örfte sapı olmayanlar ve
hayvanların yedikleri için kullanılır olmuştur. Türkçe'de buna "ot"
denir. Mastar olduğuna göre de bitmek, ot bitmek, yetişmek mânâsına
gelir. Bu kökten türetilen "inbât" da, bitirmek, yetiştirmek,
geliştirmek demek olur. Nebatın ayırıcı özellik ve niteliği gelişmedir
ki organizmanın gıda ve üreme ile ortaya çıkıp görünmesidir. Fakat
kelimenin asıl kipi mastar olduğu ve insan hayatı bitkisel hayattan
ibaret bulunmadığı için tefsirciler burada kelimesinin hal değil
mef'ulü mutlak olduğunu açıklamışlardır. Ancak bazıları doğrudan
doğruya "sizi bitirdi" fiilinden mef'ulü mutlak olması için,
kelimesinin mânâsına olup babının dışında zikredilmiş olduğunu
söylemişlerdir ki "yerden bitirmek suretiyle yetiştirdik" demek olur.
Diğer bazıları da, (bitirme)nin neticesi olmak üzere üç harfli
fiillerden ibarede bulunmayan fakat takdir edilen bir fiilin mastarı
olması dolayısıyle 'ın mef'ulü mutlakı olduğunu söylemişlerdir ki aslı
olup mânâ, "Allah sizi bitirdi siz de bir tür bitişle bittiniz." demek
olur.
Fahreddin
Razî
şöyle der: Burada iki mesele vardır.
BİRİNCİSİ,
Ayetin iki yorum şekli vardır. Birisi, "sizi yerden bitirdi" demek,
babanızı yerden bitirdi, başlangıçta topraktan onu yaratmak suretiyle
cinsinizi yarattı, demektir. O kadar ki, "Doğrusu Allah katında İsa'nın
misali Adem'in misali gibidir. Onu topraktan yarattı."(Âl-i İmran,
3/59) gibi olur. Diğeri, hepinizi yerden yarattı demek olur. Çünkü
Allah bizi spermalardan, onları gıdalardan, gıdaları bitkilerden
bitkileri de yerden yaratıyor.
İKİNCİSİ,
denilmesi gerekirken buyrulmuştur ki "Allah sizi bitirdi, siz de bir
tür bitişle bittiniz." takdirindedir. Bunda hoş bir incelik vardır.
Zira buyursa idi "acaip garib bir bitirme" demek olurdu. Oysa Allah'ın
sıfatı olan inbat, bizim beş duyumuzdan biriyle anlaşılamadığında, biz
onun enteresan ve tam bir bitirme olduğunu başka türlü tanımazdık,
ancak Allah'ın haber vermesiyle tanımış olurduk. Bu makam ise yüce
Allah'ın sonsuz kudretini delil ile anlama makamıdır. Onu yalnız işitme
yoluyla kanıtlamak yeterli olmayabilir. Fakat "o bitirdi de siz
enteresan garip bir bitişle bittiniz" anlamına buyrulunca bizim
vasfımız olan o enteresan garip ve mükemmel bitiş bizim duyu
organlarımızla hissedilip gözlendiğinden buradan hareketle yüce
Allah'ın eşsiz kudretini anlamak mümkün olur. Bu nedenle buyrulması, bu
makama daha uygun, daha edebî olmuş ve bu hoş inceliği göstermek için
hakikatten mecaza geçilerek yerine buyrulmuştur.
Bununla
beraber
hal yapıldığı takdirde de bu nükte anlaşılmaz değildir. Fakat kelimenin
esasen mastar olması ve halden önce mef'ulü mutlak olmaya daha layık ve
kuvvetli bulunması nedeniyle tefsirciler onun halden ziyade mastar
olmasını göz önüne almışlardır.
18-20.
Bu
suretle insanın geçirdiği evrelerin ilk unsurlarına işaretten sonra
geleceğini ve gayesini açıklamak için de buyruluyor ki "Sonra sizi
tekrar toprağa çevirecek ve oradan sizi bir çıkarış daha çıkaracak".
Bu
davet ve
açıklamadan sonra ne oldu?
21-22.
"Malı ve
çocuğu, kendisinin zararını artırmaktan başka bir işe yaramayan kişiye
uydular." Bu kişi, Nûh kavminin peşinden gittikleri ve Hz. Nûh'a
düşmanlık eden zalim demek oluyor.
23-24.
"Ne
Vedd'i, ne Suvâ'ı ve ne Yeğus'u Yeuk'u ve Nesr'i." Bunlar, kendilerince
en büyük tanıdıkları ve tapındıkları putlarının isimleridir. Bununla
beraber kendi aralarında dereceleri birbirinden farklıdır. Bazılarında
"lâ"nın tekrarlanması ve bazılarında söylenmemesi ile bu farklılığa
işaret olunmuştur. Demek ki Vedd ve Suva'dan herbiri; Yeğus, Yeûk ve
Nesr'in hepsine karşılık söylenmiş oluyor. Bazıları şöyle demiştir. Bu
putlar Araplar'a geçmişti. Bundan dolayı, Araplar; Abd-i Vedd, Abd-i
Yeğus... diye isimler takardı. Âlûsi şöyle der: Buhârî, İbnü Münzir ve
İbnü Merduye İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Nûh kavmindeki
putlar sonradan Araplar'a geçmişti. Vedd, Düme-tü'l-Cendel'de Kelb
oğullarının putu idi. Suvâ, Hüzeyl'in idi. Yeğûs, Murad'ın, sonra
Seba'da Beni Gatîf'in idi. Ye'uk, Hamedân'ın idi. Nesir de Himyer'in,
Ali zilkelâ'nın idi. Bu isimler esasen bazı iyi kişilerin isimleri iken
vefatlarında onların adına ve oturdukları yerlere Şeytan'ın aşılama ve
telkinleriyle dikmeler dikilmiş ve bunların adları verilmiş, sonra da
onları tanıyanlar kalmayınca bilmeden bunlara tapılmıştır. İbnü Ebî
Hâtim'in Urve b. Zübeyr'den rivayetine göre Vedd, en büyükleri ve en
iyileri idi. Bunların hepsi Âdem oğullarından idi. Bir rivayete göre de
Vedd, yüce Allah'tan başka ilâh edinilenlerin ilkidir.
Abd b.
Humeyd'in
Ebu Mutahher'den rivayet ettiğine göre Ebu Cafer Muhammed b. Bâkır
Hazretleri şöyle demiştir:
Vedd,
kavmi
içinde sevilen müslüman bir kişiydi. Ölünce Bâbil yurdunda kabrinin
etrafında ordu kurdular, yas tuttular. İblis onların bu feryadını
görünce bir insan biçiminde onlara: "Sizin ağlayıp sızladığınızı ve
üzüldüğünüzü görüyorum. Size onun bir şeklini, resmini yapsam,
toplandığınız yere koysanız da onu ansanız." dedi." Peki" dediler.
Bunun üzerine İblis Vedd'in bir şeklini yaptı. Onu toplantı yerlerine
koydular. Babilliler onu anarlardı. İblis bunu görünce: "Nasıl,
evlerinize de yapsam, herkes evinde de ansa olur mu?" dedi. Onu da
yaptı, bu şekilde onu anar oldular. Sonra çocukları yetişti. Çocuklar
büyüklerin ona yaptıklarını görüyordu. Nesil uzadıkça onu niye
andıkları unutuldu. Tuttular, ona ilâh diye tapmaya başladılar. İşte
yeryüzünde Allah'tan başka ilk tapınılan Vedd oldu.
İbnü
Münzir ve
başkaları Ebu Osman Mehli'den rivayet etmişlerdir. Ebu Osman demiştir
ki: Yeğus'u gördüm, kurşundan idi. Çıplak bir deveye yükletilir,
beraberinde giderler, bir yere varıp kendi kendine çökene kadar onu hiç
dehlemezlerdi. O çökünce de, "Haydin, konaklayacağınız yeri beğendi."
derler ve etrafına konarlar ve oraya bir bina yaparlardı.
Keşşâf'ta
zikredildiği üzere, bir de şöyle denilmiştir: Vedd, bir erkek şeklinde,
Süva bir kadın şeklinde, Yeğus bir arslan şeklinde, Yeuk bir kısrak
şeklinde, Nesir bir kartal şeklinde idi. Yine denilmiştir ki, yok olan
Nûh kavminin putlarının aynen Araplar'a geçmiş olması uzak bir iştir,
anlaşılır gibi değildir. Açık olan budur ki, ancak isimleri kalmış,
Araplar da bir takım putlar edinerek onlara bu isimleri vermişler ve
Abd-i Yeğus ve Abd-i Yeuk derken de bu putların kulu, yani Yeğus'un
kulu, Yeuk'un kulu mânâlarını kastetmişlerdir. Ebu Osman'ın gördüğü de
aynen Nûh zamanından kalma değil, ancak o isimle isimlendirilen başka
bir put olması gerekir. Âlûsî, daha önce nakledildiği üzere, onların
hepsinin de insan şeklinde olmalarının daha sahih olduğunu
kaydetmiştir. Bu isimler esasen Arapça olmayıp başka bir dilden
olduklarına göre, Vedd ve Yeğus isimlerinin Hintliler'in Veda, Vüyasa
isimlerini andırdıkları da hatıra gelmiyor değildir.
25.
"Hatalarından dolayı" buradaki harf-i cerri illet ve sebep bildirir.
Metne ziyade kılınmıştır veya belirsizlik için getirilmiştir. Onların
hatalarının ve işledikleri suçların büyüklüğüne ve fazlalığına dikkat
çekmek için ziyade kılınmıştır. Burada mef'ûlün fiilden önce
getirilmesi, söze "ancak, yalnız, sırf" gibi mânâlar kazandırır. Yani
başka sebepten ötürü değil, açıklandığı üzere sırf kendilerinin birçok
büyük günahlarından ötürü suda boğuldular, tufana boğuldular. Sonra da
bir ateşe atıldılar. Bu, berzah yani ölülerin ruhlarının kıyamete kadar
bulundukları yerdeki veya kabirdeki azaptır. Suya boğulmakla ateşe
atılmak gibi iki zıt azabın bir araya getirilmesinde eşsiz bir tıbak
sanatı vardır.
26.
"Nûh dedi
ki, ey Rabbim!..." Bu söz, önce geçen sözüne bağlanmıştır. Fakat Nûh'un
burada söyledikleri evvelki sözleri gibi sadece söyleneni hikâye için
değil, ondan helak olmaya hak kazandıklarını açıklamak için olup bu
duanın da onların hata ve günahları yüzünden olduğu anlatılmak üzere
sona bırakılmıştır. Çünkü bu duanın, onlar suda boğulmadan evvel
yapılmış olduğu açıktır. Ey Rabbim! Yer üzerinde bırakma. Burada yer
denince anlaşılan açık ve genel olarak bilinen yeryüzüdür. Bununla
beraber başında bulunan "lâm"ın ahd için olmasıyle "Nûh kavminin
bulunduğu yer" demek de olabilir. Kâfirlerden bir tek kişi, yahut yurt
sahibi bir kimse bırakma. Derler ki: kelimesi ancak genel olumsuzluk
ifade eden cümlelerde kullanılır. denilir ki bu, "evde kimse yok"
demektir. Bu kelimenin aslı "dâr" yahut "devir" kökünden "fey'al"
kalıbında "deyvâr" dır. Vâv harfi yâ harfine dönüştürülmüştür. Bu
kelime fa'âl kalıbında değildir. Öyle olsaydı deyyar olmaz devvar
olurdu. Şu halde türediği kelimeye göre asıl mânâsı "evcil" yahut
"yurtçul" demek gibidir. Bununla beraber deyyar, ayyaş gibi asıl harfi
yâ olarak kökünden fa'âl kalıbında da olur ki "deyr bekleyen",
"manastır bekçisi" mânâsına gelir.
27.
Bu şekilde
olumsuzluk genel olmakla beraber maksat, yurt sahibi, yurt ve ülke
yöneten hiçbir kimse demek olması da dış görünüşü itibariyle şu illete
uygun düşer: Zira onları bırakırsan kullarını saptırırlar, çocukları da
günahkâr ve kâfirden başkası olmaz.
Bu
duanın eseri
yalnız Nûh kavminin suya boğulmasıyla kalmamış, sonra onun ve
beraberindeki müminlerin nesilleri "Denildi ki; "ey Nuh! Sana ve gemide
seninle beraber bulunan müminlere bir selâm ve bereketlerle in. İleride
kendilerini birçok nimetten faydalandıracağımız ve sonra da bu yüzden
kendilerine bizden bir acıklı azap dokunacak ümmetler de
olacaktır."(Hud, 11/48) âyetine uygun bir şekilde yeryüzüne yayılarak
"Ve onun neslini baki kalanlar kıldık."(Sâffat, 37/77) sözünün
gerçekleşmesiyle de kendini göstermiştir.
28.
Bu da Nûh
(a.s)'un şu duasıyla ilgilidir; Ey Rabbim! Bana, babama, anama, mümin
olarak evime girene ve bütün inanan erkek ve kadınlara mağfiret et. Bu,
geçmiş ve kıyamete kadar gelecek bütün ümmetlerin inanan erkek ve
kadınlarını kapsar. Zalimlere ise helakten başka bir şey artırma. Bu
cümle de, geçmişteki zalimleri de arkalarından beddua olarak kapsamakla
beraber, daha çok o kâfirler helak edildikten sonra gelecek olan
zalimler aleyhine dua demek olur. Yani "her kim olursa olsun, benim
soyumdan ve bütün mümin erkek ve kadınların soyundan gelmiş dahi olsa
zalimlerin hep helaklerini artır. Sonlarını perişan eyle" mânâsını da
ifade eder ki, Hz. Nûh'a, "İlerde kendilerini birçok nimetten
faydalandıracağımız ve sonra da bu yüzden kendilerine bizden bir acıklı
azap dokunacak ümmetler de olacaktır."(Hûd, 11/48) buyrulması; aynı
şekilde Hz. İbrahim'in "Soyumdan da bir kısmını lider yap"(Bakara,
2/124) duasına "Ahdim zalimlere ermez"(Bakara, 2/124) buyrulması bunun
cevabı demektir. Demek ki, küfür ve zulme gidenler, her kim olursa
olsun, atalarının iman ve adaletleri dolayısıyla dünyada ilâhî nimetten
bir nasip alarak bir müddet yaşayabilirlerse de, neticede helak olup
bağışlanmaya ermeksizin acıklı bir azap içinde kalmaya mahkûmdurlar. Bu
azap onların sırf inkâr ve zulüm ile ettikleri hatalar ve işledikleri
suçlar sebebiyledir. Bu suretle Meâric Sûresi'nde kendilerinden
bahsedilen kâfirler de o vaad olundukları acı günü görecekler; azap
kesinlikle gerçekleşecek, o büyük musibet çaresiz başlarına inecektir.
Görülene
ve
görüleceğe dair olan bu iki sûreden sonra genellikle görülmeyen ve
gözden saklı bulunan kuvvetlere dair olmak üzere de buradan Cinn
Sûresi'ne geçilecektir ki bunlar Âdem'in ve Nûh'un soyunda bulunmayan
kuvvetleri kapsar.
|
|