|
Elmalı Tefsiri
1-
Bu
sûre de birçok şer'î hükümleri ve teklifleri kapsamaktadır. Baş
tarafında Allah'ın hakları, bütün insanlığın kardeşliği, çocuklara,
kadınlara, yetimlere acıma, şefkat gösterme ve haklarının verilmesi,
mallarının korunması, evlenme ve miras gibi hususlarla ilgili emirler
ve hükümler ile başlamış, sûrenin sonu da bu konularla bitmiştir. Orta
kısmında da aile terbiyesinden başlaması lazım gelen temizlik, namaz,
cihad, amirlere itaat gibi emirleri ve yükümlülükleri kapsamıştır.
Bütün bunlar, insanın yaratılışı ile ilgili ve terbiye esasına dayalı
bulunduğundan dolayı sûre: "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten
sakının..." hitabı ile başlamış ve bu konularda kadının ve kadınlığın
pek önemli bir yeri bulunmasından dolayı da ilk âyetinden itibaren
kadının yaratılışına ve şerefine dikkat çekilmiş, ismine de "Kadınlar
Sûresi" denilmiştir.
İnsanlık
unvanıyla başlayan bu genel hitap, Bakara sûresinin başındaki ilk genel
hitabı hatırlatıyor. O genel hitap günahlardan sakınmak gayesiyle
"Rabbinize ibadet ediniz" (Bakara, 2/21) emrini vermiş ve bunu
insanların yaratılış delilleri ile aydınlatarak şimdiki zamandan
başlangıca doğru götürmüş ve özellikle Hz. Ademin yaratılış bahsini
hatırlatmıştı. Burada ise bu hitabı doğrudan doğruya günahlardan
sakınma emri takip ediyor. Bunu da özellikle kadınların yaratılışı ile
beraber yaratılış delili takip ediyor ki; bunda "Ey insanlar! Artık
büsbütün sakınma dönemine girmeniz ve aşağıda gelecek tarzda
tekliflerin (yükümlülüklerin) zevk ve hikmetinin manevi hazzını
anlamanızın sırası geldi ve sakınma konularının en önemlilerinden
birisi de kadınlar konusudur." gibi düzgün ve edebî bir anlatım vardır.
Dikkat etmeye değerdir ki,
Kur'ân'da ey insanlar!
hitabıyla başlayan
iki sûre vardır; birisi bu sûre, diğeri Hacc sûresidir. Bu sûre,
Kur'ân'ın ilk yarısından dördüncü
sûre olduğu gibi, Hacc sûresi de Kur'ân'ın ikinci
yarısından dördüncü
sûredir. Bu sûrenin başında
sakınmanın sebebi, yaratılışın
başlangıcına dikkat çekmekle belirtilmiş
olduğu gibi, o sûrede de yaratılışın sonu ve dönülecek yerin
tanıtılmasıyla belirtilmiş, "Çünkü kıyametin sarsıntısı büyük
bir
şeydir." (Hacc, 22/1) buyurulmuştur. Bu şekilde iki sûrenin başları
tertipli olarak başlangıç ve dönülüp gidilecek yeri (ahireti) tanıtmış
ve bununla her bir sûrede hakim olan şer'î hükümlerin kayıt yönlerini
de göstermiştir.
Fahreddin
er-Razî der ki:
"Bu konunun
altında bir çok
sırlar vardır..." Rabbinizin terbiye ile ilgili emri ve koruması altına
giriniz, emrine karşı çıkmaktan sakınıp genellikle asayişe uyunuz,
O'nun şiddetli cezasından korununuz. O Rabbiniz ki sizi tek bir candan,
bir şahıstan yarattı. Bundan dolayı, aslında hepiniz bir babadan gelme
kardeşlersiniz ve hepiniz insansınız ve bir yaratıcının
yaratıklarısınız. Bu prensipler üzerinde, hukukla ilgili esasları
insanlık gerçeğine ve terbiye esasına dayandırarak kardeşlik haklarına
riayet etmeli ve Rabbinizin emrine aykırı hareket etmekten
sakınmalısınız. Evet Rabbiniz bir can yarattı ve "O bir candan eşini de
yarattı" (Nisâ, 4/1). Böyle bir nimet ihsân etti. Biri diğerinin
canından kopmuş bir çift meydana getirdi. "Bütün çiftleri yaratan
Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir". (Yâsin, 36/36) Ondan dolayı bu
nimet ve gücün değerini ve büyüklüğünü takdir etmeli ve yaratılışın,
eşyanın tabiatının eseri değil, eşyanın yaratıcısı olan Allah'ın
kuvvetinin eseri olduğunu bilmeli, ona itâat etmeli ve azabından
korkmalıdır.
Gözlem
ve deneyle biliniyor ki, bir babadan erkek çocuk olabildiği gibi dişi
de olabilir. Halbuki yaratıcı kuvvet, eşyanın tabiatında olsaydı; ne
topraktan insan meydana çıkabilirdi, ne de bir erkekten bir kız çocuk
olabilirdi. Çünkü tabiat, düzenli ve uyumlu demek değil ise hiçbir şey
değildir. Halbuki ne erkek dişinin bir uyumu, ne de dişi erkeğin bir
uyumudur. Hiç kimse erkeğe dişi, dişiye erkek diyemez. Bunlar, iki
çenekliler gibi bir kökten yarılmış, özellikleri ayrı, vazifeleri
birbirini tamamlayıcı değişik tabiatlı bir çifttirler. Ve aynı zamanda
bir kökün değişik çeşitleridirler. Bundan dolayı, diğer arızalardan
soyutlanarak, yalnız fen ve ilim tabiatı adına düşünen ve konuşan
tabiat ilimleri bilginleri de tam olarak itiraf ediyorlar ki; her şeyi
sırf tabiata isnad etmek iddiası ile eşyanın çeşitliliğinin sebebini
açıklamak mümkün değildir. Ve yaratıcı kuvvet, tabiatın üstünde terbiye
ile ilgili bir etki yapan ve eserlerini yaratmak ve seçmekle meydana
getiren yüce bir Rabb'dir. O halde tam manasıyla tabiat yoktur. Ve
tabiat fikri, ilmî bir prensip olamaz. Çünkü bugün kabul edilen bir
tabiat, yarın değişik şekillere girebilir. Ve onun içindir ki, sırf
ilmî bir mukayese her zaman için ilmin ölçüsü olamıyor. Olayların
meydana gelişi akılları durduruyor. Çünkü İblis de "Ben ondan (Hz.
Adem'den) daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın. Onu ise balçıktan
yarattın." (Sâd, 38/76) diye ateşin tabiatına göre yaptığı mukayese ile
aldanmıştır. Gerçekten iş tabiatta olsaydı, akla göre tabiat hiçbir
zaman erkekten dişi, dişiden erkek çıkma sonucuna varmazdı. Gerçek
durum ise böyle değildir. Bütün insanlığın yaratılışının başlangıcına
çıkıldığı zaman ise mesele daha fazla açığa çıkmaktadır. Akıllar,
etkinin başlangıç noktasını ne kendilerinde ne de eşyanın tabiatında
görmemelidir. Hepsinin üstünde yaratıcı Allah Teâlâ'da görmelidir. O
Yüce yaratıcı ki bir kişiden eşini de yaratmak şeklinde ilâhî kuvvetini
gösterdi ve bu ikisinden bir çok erkekler ve kadınları yeryüzüne yaydı.
Ve bugün var olan insanlar böyle meydana geldi. Bundan dolayı hiç
yokken topraktan seçmek suretiyle insan yaratan ve o insandan eşini
yaratan ve iki insandan, birbirlerinden doğmaları suretiyle erkek dişi
birçok çocuklar ve torunlar yaratıp dünyaya yayan yüce yaratıcının
ilâhlığının, bir şahıstan ordular, milletler yetiştirebildiğini bilmeli
ve ona göre tam bir iman ile vazifesini yerine getirmeli, Allah yolunda
hiç bir fedakarlıktan çekinmemeli ve evlenme kuralına uymakla nüfusun
çoğalmasına önem vermeli ve bunların ilâhî bir terbiye ile yetişmesine
çok dikkat etmeli ve evlenmeye sevk eden, yaratılıştan gelen meyilleri,
kötüye kullanmaktan sakınmalıdır. İşte bu şekilde bu günkü bir kaç
insan yarın dünyaları fetheden ve İslâmiyeti yükselten büyük bir ümmet
olabilir. Ve ahirette en büyük mutluluğu elde eder. Bu gerçekten
dolayıdır ki, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Evleniniz ki üreyip
çoğalasınız. Çünkü ben kıyamet günü düşük çocuk bile olsa diğer
ümmetlere karşı sizinle iftihar ederim."
Bu
bir kişiden maksat, Hz. Âdem, eşinden maksat da Hz. Havva olduğunda
fikir ve görüş birliği vardır. Hz. Âdem "Şüphesiz Allah Âdem'i seçerek
üstün kıldı" (Âli İmran, 3/33). Ve "Allah Âdemi topraktan yarattı.
Sonra ona 'ol' dedi ve o da oluverdi" (Âli imran, 3/59) ayetlerinden
anlaşıldığı üzere, topraktan seçilerek yaratılmıştır. Hz. Havva da,
Âdem'in kendisinden ayrılarak yaratılmıştır. Bu mânâ hadislerde "Havva,
Âdem'in bir kaburga kemiğinden yaratıldı". diye nakledilmiştir ki, bir
yarılma mânâsına gelir. Ve bu mânâ eşlik ilişkisinin temeli demektir.
Bir sahih hadiste, "Kadın bir kaburga kemiği gibidir. Kadın bir kaburga
kemiğinden, bir eğri kaburga kemiğinden yaratıldı, onu doğrultmaya
kalkarsan kırarsın, kırılması da boşanmasıdır." buyurulmuştur.
Burada
eğri kaburga kemiği, bu yarılmaya işaret etmekle beraber erkekle kadın
arasındaki tabiat uyumsuzluğuna ve kadınların erkekleştirilmeye
kalkışılması, onları kırıp atmak demek olduğuna dair uyarıyı içeren bir
misaldir. Bundan başka bu kısımlara ayrılmanın, cennetteki yaratılış
başlangıcında meydana geldiği de hadislerde yer almıştır. "Ey Âdem! Sen
ve eşin cennette kalın." (Bakara, 2/35; A'raf, 7/19) âyeti de buna
delalet etmekte bulunmuş olduğundan cennetten yeryüzüne atılmaları,
yani dünyaya gelişleri, bu dallanmadan sonra demek olur. Bununla
birlikte şunu da hatırlatalım ki bir can Âdem, eşi de Havva olduğunda
şüphe olmamakla âyet bunu genel bir mânâ ile anlatmıştır. Çünkü âyet,
bu anlamı, sırf haber olarak değil, Allah'ın kuvvetinin delili olmak
üzere şimdiki zamanda bilinen ve görünen yaratılışın meydana gelişini
delil göstererek anlattığına göre işin başında şöyle ilmî bir tanıtımı
kapsamaktadır: Görülüyor ki bugün var olan insanların hepsinin
yaratılışı önce birer babadan başlıyor. Anneler, aşılamayı babalardan
alıyor. Fakat hayret edilecek şey odur ki erkek olan babadan gelen
çocuklar hep erkek olmuyor. Bunda tabiatın uyum kuralı vuku bulmuyor.
Bilakis erkek cinsinin eşi olan dişi cinsi de tabiata aykırı olarak
erkekten yaratılıyor. Ve erkekle dişinin evlenmesinden bu sayede erkek
ve kadın bir çok çocuklar meydana geliyor. Ve bu şekilde dünkü bir
Âdem, bir müddet sonra büyük bir ailenin, bir kabilenin, bir ırkın
babası oluyor, babalar kadınsız çocuk yapamıyorlar. Fakat bu hususta
aşılamayı yapan erkek ve alan kadın olmasından dolayı erkek önce, kadın
sonra geliyor. Bundan dolayı erkeklerin kadınlardan dallanması
(ayrılması)da beklenilmeyen bir iş olmakla beraber daha önce hepsi
erkekten dallanıyor, türemenin başlangıcı erkek oluyor. Şu halde genel
olarak erkek cinsi ile, genel olarak kadın cinsi karşılaştırılarak
üzerinde düşünüldüğü zaman; insanlığın yaratılışının her kuşağındaki
başlangıcına göre erkek birinci, kadın ikinci temel bulunduğundan
dolayı, herşeyden önce kadının her zaman erkekten ayrılmış olduğu bir
analiz şeklinde meydana çıkıyor. Bundan dolayı şimdiki zamandan
başlangıca göz atıldığı zaman, türemenin ikiden dört ve dörtten sekiz
gibi bir matematiksel oran takip etmesinden dolayı bugünkü milyarlarca
insanların kökü ele alınınca matematiksel bir şekilde sabit olur ki,
insanlığın başlangıcı, Âdem ve Havva diye anılan bir çifte, yani bir
erkekle bir kadına döner. Ve bunlar arasında kök birliğini ifade eden
bir nefis ilişkisi vardır. Ve bu ilişkide erkek öncedir, kadın ondan
sonradır. Ve bundan dolayı o kadın, erkeğin canından ayrılmıştır, onun
ruhundan kopmuştur. Ancak bu dallanmada hayret uyandıran durum, daha
fazladır. Çünkü artık zaruri olarak onlardan önce anne ve babaları
yoktur ve o kadının o erkekten ayrılması da bir evlad ayrılması gibi
değildir. İki cinsi taşıyan bir kök dalından çatallanan ve ileride
birbirleriyle karşılaşmak üzere karşılıklı bir çekim besleyen ve tek
bir gayeye hizmet eden değişik özellikli etkileyici ve bu etkiyi kabul
edici bir çift küçük yaprakçığın ayrılması gibidir. Bu ise topraktan
insanı seçmek gibi bizzat Allah'ın yaratması ile açıklanır. Gösterilen
bu delilin tamam olması için, dünyanın sonradan yaratılmış olduğu
düşüncesini unutmamak gerekir ki, bu konu daha önce açıklanmıştı. İşte
âyet-i kerime, Adem ve Havva'nın yaratılışını haber verirken şimdiki
zamandan geçmişe giden böyle bir delil ile sonuca varmayı da kapsayan
bir beyan uslubu ile anlatmıştır. Bundan dolayı âyetin mânâsı hem
nakle, hem akle dayanır.
"Minhâ" (o
nefisten) kaydı ile erkeğin kadından önde bulunduğunu
anlatırken aynı zamanda " eşini" ifadesiyle de kadının yaratılışının,
erkeği yalnızlıktan ve kısırlıktan kurtaran büyük bir nimet olduğunu ve
bu nimetin kötüye kullanılmamasının ve şükrünün yerine getirilmesinin
gerekli olduğunu da bildirir. Nitekim bir hadiste Resulullah (s.a.v.),
"Dünya bir eşyadır. Ve dünya eşyasının en hayırlısı saliha kadındır."
buyurmuştur. İnsanlar, bu nimeti kötüye kullanmaya hazır
bulunduklarından dolayı ilk önce sakınmaları emredilmiş ve bu sakınma
şu şekilde pekiştirilmiştir: "" Asım ve Hamza ve Kisâî kırâetlerinde
şeddesiz, diğer kırâetlerde şeddeli okunur. Mânâ birdir. Hamza
kırâetinde esre, diğerlerinde üstün okunur. Bundan dolayı, bunda iki
ayrı tefsir şekli vardır. Birine göre, "Birbirinizden bir şey rica
ederken Allah aşkına, Allah için senden şunu rica ederim, diye adına
yemin verdiğimiz Allah'a isyan etmekten ve o akrabaların haklarını ve
itibarlarını gözetmemekten korkunuz" demektir. Diğeri de, "O Allah'a
isyan etmekten korkunuz. Öyle ilâhî ve rahmânî bir ahlâk ile hareket
ediniz, ki siz o Allah'a ve akrabalara and vererek birbirinizden
karşılıklı dilekleşmede bulunursunuz." demek olur. Araplar,
akrabalıktan dolayı önemli bir yalvarmada bulunacakları zaman derlermiş
ki, "Allah ve akrabalık hakkı için rica ederim" mânâsınadır. Bu ikinci
mânâ her iki kırâete göre de mümkündür. Fakat birinci mânâ, Hamza
kırâeti dışındaki diğer kırâetlerdedir. Birincisinde hukuk yönü açıkça,
ahlâk yönü kapalı olarak bildirilmiştir. İkincisi de bunun tam
aksinedir.
ERHÂM:
Rahimin çoğulu, rahim nın kesresi ile bilindiği gibi kadında çocuk
yatağı olan özel organıdır. Fakat yakınlık ve akrabalık sebeplerine de
denilir. Nitekim sıla-i rahim, arkabaya iyilik; kat'-i rahim, yakınlık
ilişkisini kesmek demektir. Burada da yakınlık sebepleri mânâsınadır.
Her zaman rahim kelimesinin sevgi, merhamet, şefkat ve acıma mânâsını
anlattığı ve bunlar, kadınlığın yaratılışının gereği bulunduğundan
dolayı kadınlara acımak ve şefkat ile muamele etmek, şeref ve
haysiyetlerini yaratılışları gereğince korumak, tecavüzden ve kötüye
kullanmaktan ve evlenme gayesini bozacak yakışıksız şeylerden korumak
ve aile fertleri, çoluk çocukları, genel olarak akraba ve hısımlar
hakkında da akrabalık inceliğine yaraşan nazik ve çekici bir sevgi
beslemek ve bütün bunlarda Allah sevgisi ile Allah korkusunun özü demek
olan Allah korkusu esas kabul edilip iyi ve kötüyü bu açıdan düşünmek
ve bundan dolayı bu ilişkilerde ne erkeğin ne kadının yaratılış
hikmetine ve türeme gayesine aykırı olan hırs ve nefse ait kibri, ne de
akrabaların Allahın emrine aykırı arzu ve meyilleri gözönüne alınmayıp,
her hususta Allah'ın hükmünün yerine getirilmesi lüzumu gösterilmiştir.
Bu konuda birçok hadis-i şerifler de vardır. Bazıları şunlardır:
1-
"Rahim (akrabalarla ilişkiyi sürdürmek) Arşa asılıp şöyle der: Beni
gözeteni Allah gözetsin, beni terkedeni Allah terketsin. "
2-
"Allah Teâlâ şöyle buyurur: 'Ben, Rahmanım, o rahimdir. Ben, ona
ismimden bir isim türettim. Bundan dolayı onunla ilgilenen, akrabalarla
ilişki sürdüren ve iyilik yapana ihsanda bulunurum, akrabalarla
ilişkisini keseni de mahrum ederim."
3-
"Allah'a itaat edilen şeylerde akrabalık ilişkilerini sürdürmekten daha
çabuk sevabı verilen hiç bir şey yoktur. Allah'a isyan edilen amellerde
de cezası, zinadan ve yalan yere yeminden daha çabuk verilen hiçbir
amel yoktur."
4-
"Sadaka ve akrabalık ilişkilerini sürdürmek, Allah bunlarla ömrü
uzatır. Ve kötü ölümü defeder. Sakıncalı ve tiksindirici şeyleri de
defeder."
5-
"Sadakanın en faziletlisi, düşman olan akrabalara verilendir."
Özetle
"Rabbinizden korkan" ifadesi, genel olarak insanlar arasındaki umumi
kardeşliğin bozulmasından ve erkekle kadın arasındaki cinsel meyillerin
kötüye kullanılmasından, "Allah'tan korkun" ifadesi de aile ve akraba
haklarının ve ilişkilerinin bozulmasından sakınmayı kapsamaktadır.
Yani
gerek genel ilişkilerde ve gerekse özel ilişkilerinizde Allah'a isyan
etmekten korkunuz. Çünkü her zaman Allah üzerinizde gözcüdür. Bütün
hareketleriniz Allah'ın kontrolü altındadır. Fiillerinizden,
sözlerinizden, niyetlerinizden hiç biri O'ndan gizli kalamaz. Görülüyor
ki, bu âyet-i kerime, derin bir belagatla sûrenin esas muhtevasına
işaret etmiş ve Âl-i İmran sûresinden sonra gelmesinden dolayı da savaş
kayıplarını telafi etme vasıtalarına dikkati çekmiştir.
2-Şimdi
emr olunan sakınmanın tatbik yerlerinin açıklanmasına başlanıyor. Ve
ilk önce akrabalara acıma ile en çok ilgisi bulunmak üzere yetimlerin
haklarından başlanıyor. Şöyle ki: Akrabaları gözetiniz ve yetimlere
mallarını veriniz. Rivâyet ediliyor ki, Gatafan oğullarından bir adamın
yanında yetim bir kardeş oğlunun (yeğeninin) çokça bir malı varmış,
buluğ çağına erince malını istemiş, amcası engel olmuş. Bunun üzerine
bu âyet inmiş. O da Allah ve Resulüne itaat eder ve büyük günahtan
Allah'a sığınırız demiş ve malı teslim etmiştir. Hz. Peygamber de,
"Böyle nefsin cimriliğinden sakınıp Rabbine itaat eden, onun cennetine
girer." buyurmuştur. Çocuk da malını alınca Allah yolunda harcamış.
Resulullah da, "Sevab sabit oldu, fakat günah ebedî kaldı." buyurmuş.
"Ey Allah'ın Resulü! Sevabın sabit olduğunu anladık, günah nasıl ebedî
kaldı? Allah yolunda harcıyor." dediklerinde, "Çocuğun sevabı sabit,
fakat babasının günahı ebedî (kaldı)." buyurdu. Bilindiği gibi âyetin
iniş sebebinin özel olması, hükmün genel olmasına engel değildir. Ve
birkaç âyet sonra da bunun ne zaman verileceği açıklanacaktır. Bundan
dolayı burada "veriniz" demek "onlara göz dikmeyiniz ve sırası gelince
hiç zorluk çıkarmadan tam olarak veriniz ve vermek için iyi koruyunuz"
demek olur. Bunun için buyuruluyor ki "Hem de pisi temiz ile
değiştirmeye kalkmayınız". Bundan şu mânâlar anlaşılır:
1-
Ey veliler veya vasiler! Elinizde bulunan yetimin temiz, hoş bir malını
kendinizin aşağılık kötü bir malınızla değişmeye kalkışmayınız.
2-
Yetim malı size haram ve pistir. Kendi malınız ise helal ve hoştur.
Bundan dolayı kendi helal olan malınızla, yetimin haram olan malından
bir değiştirme, bir alışveriş yapmaya kalkmayınız. Yetimin mallarını
olduğu gibi koruyunuz. Korunması için satılması gerekli olanları bile
değerlerine satınız ki töhmet (suç) altında kalmayasınız, bu noktada
yetimin taşınmaz malları ile taşınır malları ve taşınır mallarından
çabuk bozulan ve çabuk bozulmayan malları hakkındaki hükümler içinde
bulunmaktadır.
3-
Kendi mallarınıza güzel güzel bakıp da yetimin malını kötü bir durumda
bırakmayın, ona kendi malınıza bakar gibi ve hatta ondan daha fazla bir
özenle bakın.
4-
Yetimin malına saldırarak almayınız ki, elinizde güzel mallarınızın ona
karşılık yok olmasına sebep olup da felakete düşmeyin.
5-
Nihâyet kendi helal rızkınızı beklemeyerek sabırsızlanıp yetimin malını
haram haram yemek için pis boğazlığa kalkışmayınız.
Gerçekten
bu mânâlardan her birini müfessirler anlatmışlardır.
Kısacası
her şekilde yetimlerin mallarını koruyunuz.
Ve
onların mallarını kendi mallarınıza katıp ekleyerek yemeyiniz, yani boş
yere harcamayınız ve ondan faydalanmayınız. Çünkü bunların her biri
büyük bir günah olmuştur.
YETÂMÂ:
"Nedîm ve nedâmâ" gibi yetîmin çoğuludur. Veya çoğulunun çoğuludur.
"Yetîm" yalnız kalma mânâsına "yetem" den alınmıştır. Nitekim eşsiz
inciye "dürr-i yetim" (sedefinde tek olan inci) denilir. İşte bu yalnız
kalma mânâsı düşüncesi ile babası vefat etmiş olana yetim denilmiştir
ki böyle yetim kalmağa da nın ötresi ile "yütm" denilir. Bundan dolayı,
lugat bakımından bu ismin hakkı gerek küçüğe ve gerek büyüğe
denilebilmesidir. Çünkü babadan yalnız kalma mânâsı kalıcıdır. Fakat
örfe göre henüz kendini kurtaracak çağa ermemiş bulunanlara aittir. Bu
yönden "yetim" kelimesi bir zayıflık ve özellikle akıl zayıflığı ve
fikir noksanlığı mânâsı ile de ilgilidir. Ve bundan dolayı erginlikten
sonra bile rüşdünü bulamayanlar üzerinde yetim ismi, lügat ve örf
açısından kalıcı olabileceği gibi, kocasından yalnız kalan kadınlara da
yetim denilir. Nitekim Resulullah bu mânâda "Yetim kadın (dul kadın)dan
kendi nefsi için izin istenir." buyurmuştur ki, bu izin istemenin küçük
çocuğa ait olamıyacağı bellidir. Diğer bir hadis-i şerifte de "Yetim ve
kadın, bu iki zayıf hakkında Allah'dan korkunuz." buyurulmakla yetimin
zayıflık mânâsı gösterilmiştir. Bununla beraber yaşlılık ve olgunluk
devrinde bulunan erkek, aklı zayıf ve noksan fikirli dahi olsa ona
yetim denilmediği de bilindiğinden dolayı erkeğe yetim denilmesi, ancak
çocukluk durumunda veya henüz ona yakın bir çağda bulunması itibarıyla
olduğu halde, kadına babasından ayrılması itibarıyla aynı mânâda ve
kocasından ayrılması itibarıyla büyük iken bile kendisine yetim
denilmiştir. "İhtilamdan (ergenlikten) sonra yetimlik yoktur." hadis-i
şerifiyle de yetimin sözlük ve örfteki mânâsının değil, şer'î hükmün,
yani ergenlikten itibaren yetimlik hükmünün kalkabildiğinin açıklandığı
anlaşılıyor ki, bununla da yetimin şer'î mânâsı yerleşmiş olur. Şu
halde sözlük örfü bakımından ve yetimler denilince babaları vefat etmiş
oğlan veya kız, küçükler ve çocuklar anlaşılabileceği gibi, kocasız
kalmış kadınlar da anlaşılabilecektir. Ve bunların hepsi acımaya değer
ve haklarında Allah'tan korkulmalıdır.
Genellikle
yetimlerin mallarından başka, nefisleri ve ırzları ve özellikle her iki
mânâdan biri ile yetim olan kadınların nefisleri ve ırzları da en fazla
korunması lazım gelen sakınma yerlerindendir.
3-Bunun
için ve eğer yetimler hakkında onların haklarını gözetmeyeceğinizden
korkarsanız, yani gerek canları, gerek ırzları ve gerek malları
itibarıyla her yönden adalete ve doğruluğa riâyet edemiyeceğinizden
korkarsanız -ki böyle büyük günahtan elbette korkarsınız ve korkmanız
gerekir o halde durumunuza göre kadınlardan ikişer, üçer, dörder size
helal ve hoşunuza gidenler ile evleniniz. Hem onları zarar ve
tehlikeden korumada, hem de kendinizi zulüm ve tecavüzden korumaya
vesile olur. Genellikle kadınlar kimsesizlikten ve ortaya düşmekten
kurtulur. Siz de zina ve diğer günahlara, haksızlıklara düşmezsiniz.
Ancak bunda da birden fazla kadınlar arasında adaleti korumak, birine
diğerinden fazla muamele etmemek gerekir. Bunun için ve eğer birden
fazla kadınlar arasında da adalet yapamayacağınızdan korkarsanız -ki
bundan da korkmalısınız o halde ancak bir kadınla evleniniz.- Ca'fer
kırâetinde ötre ile okunduğuna göre - bir kadın yeter. Yahut da sahip
olacağınız cariyeler alırsınız. O, yani bir kadınla evlenme
adaletsizlik yapmamanız ve haksızlık etmemenize daha elverişlidir.
Yalnız bir kadının hakkını gözetmek elbette daha kolaydır. Bunda
sıkıntıya düşmemek ihtimali daha yakındır. Bu cümleden fakirlik ve
çaresizliğe düşmemenize, yani iktisadınıza daha elverişlidir mânâsı da
anlaşılmıştır ki, bunda gibi düşünülmüş veya bu mânâ, konunun bir
gereği olmak üzere gösterilmiştir. İlk önce görülüyor ki burada
"Yetimler hakkında adalet yapamayacağınızdan korkarsanız" diye bir şart
vardır. hitabı ile nikah (evlenme) emri buna bağlanmıştır. Bundan
dolayı, bu şartın mânâsını ve bu emrin meydana geliş şeklini iyi
anlamak için bu konuda rivâyet yoluyla gelen tefsir şekillerini bilmek
gerekir. Şöyle ki:
1-
Buhari ve Müslimde de rivâyet olunduğu üzere Urve b. Zübeyr (r.a.)
demiştir ki: "Ben, Hz. Âişe (r.a.)den ilâhî kelâmının mânâsını sordum.
Hz. Âişe dedi ki: "Kızkardeşimin oğlu! Bu o yetimdir ki velisinin
gözetimi altında bulunur ve mal hususunda ortak da bulunurlar. Malı ve
güzelliği velisinin hoşuna gider, mehrinde adalet yapmıyarak onunla
evlenmek ister. Başkalarının vereceği mehir kadar mehir vermez. İşte bu
âyette bu gibi velilerin hakk ve adalete riâyet edip, mehirlerini
özellikle en yüksek miktarına eriştirmedikçe gözetimleri altında
bulunan yetim kızlarla evlenmeleri yasaklanmış ve hoşlarına giden diğer
kadınlarla evlenmeleri emredilmiştir. "Hz. Âişe devamla şöyle demiştir:
Bu âyetten sonra insanlar bunlar hakkında Resulullah'tan fetva
sordular, Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ da: "Kadınlar hakkında senden
fetva istiyorlar. De ki: O kadınlar hakkında size fetvayı Allah
veriyor. Yazılan haklarını vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek
istediğiniz yetim kadınların, zayıf düşürülen çocukların hakkındaki ve
yetimlere adaletli davranmanız hususundaki hükümleri, Kur'ân'da size
okunan âyetler açıklar. Ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki Allah onu
bilir". (Nisâ, 4/127) âyeti indirildi. Bu "Kur'ân'da size okunan"
önceki âyetidir. âyeti de herhangi birinizin, himayesi altında bulunan
yetim kıza, mal ve güzelliği az olduğu zaman rağbet göstermemesidir.
Bundan dolayı, bunlara rağbet edilmediğinden dolayı mal ve güzelliğine
rağbet ettikleri yetim kızları hak ve adaleti gözetmedikçe onlarla
evlenmekten men edildiler."
Yine
Sahih-i Müslim'de Hz. Âişe'den Urve, Urve'den oğlu Hişam yoluyla
rivâyet edilmiştir. Hazreti Âişe demiştir ki: " âyeti şunun hakkında
indi ki, bir erkeğin yanında yetim bir kız olur ve bu erkek onun velisi
ve mirasçısı bulunur. Yetim kızın malı var, fakat o erkekten başka onu
koruyacak ve evlenmesi için yol gösterecek bir velisi de yoktur. İşte
biricik velisi olan bu erkek, malına tamah ederek, malına ortak olmak
için onu kimse ile evlendirmez, evlenmesine engel olur, zarar verir ve
birlikte yaşayıp hoş geçinmez. Bundan dolayı Allah Teâlâ buyurdu ki:
"Size neler helal kıldım bak ve kendisine zarar vereceğin şu yetim kızı
bırak" diyor.
"Yetimlerin
mallarını veriniz ve malları dolayısıyla onlara zarar da vermeyiniz"
mânâsıyla bu tefsirin bir önceki âyetle bağlantısı pek açıktır. Zuhrî
ve Rebi de bu şekilde tefsir etmişlerdir. Ebu Bekir er-Razî de
Ahkamu'l-Kur'ân'da bunu tercih etmiş ve bunun İbnü Abbas'tan da rivâyet
edildiğini zikretmiştir. Böylece evlenmesi düşünülebilen velilerde amca
çocukları gibi nikah düşen akrabalar olabilir.
2-
İbnü Abbas hazretlerinden şu iki cümle rivâyet edilmiştir: "Erkekler,
yetimlerin mallarından dolayı dört kadınla sınırlandırıldılar. Çünkü
bir adam, yetimlerin malları ile dilediği kadar kadınla
evlenebiliyordu, Allah Teâlâ bunu yasakladı." Buna yakın olmak üzere
tabiîn müfessirlerinden Hasan b. el-Hasan hazretleri de demiştir ki:
Veliler, velâyetleri altında bulunan yetim kızlardan nikahı halil
olanlarla evlenirlerdi. Fakat kendilerine rağbetlerinden değil,
mallarına rağbet ettiklerinden dolayı evlenirlerdi. Ve bundan dolayı
onlarla iyi geçinmiyorlardı, miraslarını yemek için ölümlerini
gözlerlerdi, bundan men edildiler.
3-
Bundan önceki âyeti inince veliler, yetimlerin haklarında adalet
yapamayıp günaha gireceklerinden korkarak onlara vasilikten çekinmeye
başlamışlar. Ve halbuki o zaman nikahları altında on veya daha fazla
veya daha az kadın bulunabiliyor ve bunların haklarını
gözetemiyorlardı, adalet yapamıyorlardı. Bundan dolayı bu âyetle onlara
şöyle denilmiş oluyor: "Eğer yetimlerin haklarında adalet yapamamaktan
korkuyor ve bundan dolayı onlara velilikten çekiniyorsanız, genel
olarak kadınlar hakkında da adaletsizlikten korkunuz da haklarını
yerine getirebileceğiniz miktarda kadınlar alınız ki bu da en son dört
tane olabilir." İbnü Abbas'tan naklen Katâde ve Sûddi böyle
söylemişlerdir. Fakat bu rivâyet şöyle şarta bağlanıyor: Buna göre
önceki âyetin bundan önce inmiş ve yaygın olması gerekiyor. Halbuki
onun hükmünün ortaya çıkması bundan sonraki (Nisâ, 4/5-6) âyetlerine
bağlı bulunuyor. Bu ise beraber inmelerini gerektirir. Onun için bu
mânâ açısından sebeb, zikredilen âyet değildir; cahiliyye devrinde bile
Arapların yetimlerin işlerini günah sayıp da kadın işini günah
saymamaları olduğu zikrolunuyor ki, İbnü Cerir Taberi de Süddi'den ve
Katede'den bu şekilde rivâyet etmiştir. Sa'id b. Cübeyr hazretleri de
demiştir ki: "İnsanlar o zaman bir emir veya yasak söylenmedikçe
cahiliyle dönemi gelenekleri üzere bulunuyorlardı. Resulullah'a
yetimler hakkında soru sordular. Allah Teâlâ'da bunu indirdi ki
yetimler hakkında adaletsizlikten korktuğunuz gibi kadınlar hakkında da
korkunuz da adalet yapabilecek kadar evleniniz." demektir.
4-
İkrime'den de şöyle rivâyet edilmiştir: "Kureyşten bir adamın bir çok
kadınları bulunur, yanında yetimler de bulunurdu. Derken kendi malı
tükenir, yetimlerin malına meylederdi. Bundan dolayı bu âyet indi: Bir
adam dört, beş, altı ve on kadınla evlenirdi, diğer biri de ben de
falan gibi niçin evlenmiyeyim der, yetimin malını alır, bu mal ile
evlenirdi. Bundan dolayı dörtten fazla kadınla evlenmekten men edildi."
Fahreddin Razi de: Bu görüş, gerçeğe en yakın görüştür. Çok sayıda
kadınla evlenilince o oranda çok harcama ve masrafa ihtiyaç ortaya
çıkacağından bu ihtiyacın sevkiyle (iticiliğiyle) yetim velilerinin,
yetim malına tecavüz etmesinin gerçekleşmesi ihtimali üzerine Yüce
Allah, fazla kadınla evlenmekten insanları korkutmuş gibidir." diyerek
bunu tercih etmiştir. Fakat bu tercih, tenkide değer. Çünkü yasak
sebebinin yalnız yetimin malına tecavüz endişesine bağlanması ve gerek
yetimlerin nefsinin ve gerek diğer taraftan kadınlara adaletli davranma
meselesinin asıl sebepte düşünülmemesi ve bunların nihâyet bir delalet
(yol gösterme) mevkiinde tutulmaları âyetin derin ve çeşitli olan iniş
hikmetinin hakkını vermemektir. Sonra cariye meselesinde aynı
sakıncanın söz konusu olmayacağı da kabul edilemez. Bundan başka âyetin
burada bulunması doğrudan doğruya kadın sayısını azaltmayı hedef
edindiği, ilk önce ve bizzat dörtten fazlasını yasaklamaya yönelik
bulunduğu da herkes tarafından kabul edilmiş değildir. Gerçi bu âyet
ile birden fazla kadınla evlenmenin en fazla dört kadınla
sınırlandırılması vaki bir emir ve bundan dolayı fazlasının
yasaklanması da ister istemez sabit ve bu şekilde cahiliye geleneğine
göre sayının aşağı indirilmesi de kesin olmakla beraber Kur'ân
âyetinin, dörde indirmesi tarzında bir azaltma mânâsı ile değil, birden
dörde kadar müsaade ile yine bir çeşit çoğaltma üslubunda bulunduğu ve
Hz. Aişe'nin dediği gibi, "Bakınız ben size neler helal ettim" mânâsını
bildirdiği de apaçıkça anlaşılır. Bundan dolayı azaltma ve çoğaltmayı
yasaklama, ibare ile değil, işaret iledir. Yukarda nakledilen İbnü
Abbas'ın sözü de olsa olsa bu sayıyı azaltmanın ve fazlasını yasak
etmenin ancak sabit olduğunu ifade eder.
5-
Bazı müfessirler de demişlerdir ki, bir adam, mal sahibi ve güzel bir
yetim kız buldu mu başkasından esirgeyip kıskanarak onunla hemen
evleniyordu ve bu şekilde bazen yanında haklarını gözetemeyeceği kadar
birçok yetim kızlar toplanırdı, âyeti bunlar hakkındadır ve şöyle
demektir: "Ve eğer o yetim kızlar ve kadınlarla evlendiğiniz zaman
haklarında adalet yapamamaktan korkarsanız, diğer kadınlardan hoşunuza
gidenlerle evleniniz". Kadı Beydâvî de bunu tercih etmiştir. Fakat
Ebu's-Suud'un haklı olarak tenkid ettiği şekilde buna nazım (Kur'ân'ın
ibaresi) müsaid değildir.
Çünkü
bu şekilde; "diğer kadınlarla evleniniz" diye emir ve teşvik anlamsız
olur. yerine denilmesi gerekirdi.
6-
Mücahid demiştir ki, bunun mânâsı: "Yetimler hakkında adalet
yapamamaktan korkuyorsanız zinadan korkunuz da size helal ve hoşunuza
giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder alınız ki harama düşmek
tehlikesine maruz olmayınız."
Bu
tefsir, büyük bir hakikatı kapsamaktadır ki, yetimlerin hakları ve
kadınlara adaletle davranma mânâsı içinde zinadan sakınma mânâsının
önemli bir esas teşkil ettiğini ve birden fazla kadınla evlenme
müsaadesinin bu hikmet ile ilgili olduğunu ve bunda fuhuş ve zina
sefaletlerine (aşağılıklarına) karşı köklü bir mücadele bulunduğunu
gösterir. Bu şekilde görülüyor ki, bu rivâyetlerin bazıları âyetin iniş
sebebini, bazıları da iniş hikmet ve faydalarını göstermektedir.
Buna
göre her biri bir görüş açısından önem arzetmektedir. Ve bu
rivâyetlerin toplamı, âyetin muhtemel olan veya içine aldığı mânâları
da göstermektedir. İniş sebebini en açık olarak gösteren, Hz. Âişe
rivâyetidir. Yetimlerin veliler tarafından mal veya güzelliğine tamah
edilerek başkaları ile evlenmelerine engel olunup, uygun olmayan bir
mehir ile kendilerine zorla nikah ve can ve mal açısından zarara
uğratılmaları ve bu şekilde mal ve güzelliği az olan yetimlere hiç
rağbet edilmeyerek tamamen sefilliğe düşürülmeleri âyetin inmesinin
esas sebebi olmuş ve bunun için âyet, emirden önce yasağı kapsamış ve
bütün kadınlara adaletle davranma gayesi de inmesinin hikmeti olmuştur.
Ve işte birden fazla kadınla evlenmeyi sınırlandırma, bu hikmetlerin ve
faydaların bazıları olduğu gibi, birden fazla kadınla evlenmeye müsaade
etmek de kadınların sefaletine meydan vermemek ve tarlayı (çocuk
verecek anaları) artırma hikmet ve faydasını kapsamıştır.
Yukarıda
dul kadınlara bile yetim denildiğini açıklamıştık. Âyetin inme sebebi
gerek yalnızca küçük yetimler olsun ve gerekse kayıtsız olarak
kendileri ile evlenilmiş kadınlarla da ilgili bulunsun, her şekilde
âyetin mutlak surette kadınlara adaletli davranma hikmet ve gayesi ile
ilgili bulunduğu da açıkça bellidir. Bundan dolayı âyetin iniş
sebebinin özel oluşu, mânâ ve hükmünün de özel olmasını
gerektirmeyeceğinden, da yetimler, delalet yolu ile olsa bile, dul
kadınları da kapsayan genel bir mânâ ile ele alınırsa, âyetin hükmü ve
hikmeti daha fazla bir açıklık ile düşünülebilecektir. Demek ki, âyetin
iniş sebebi bakımından velilerle ve kocalarla ve bir dereceye kadar
özel menfaatlerle ilgili olan bu âyet, hüküm ve hikmet ve iniş gayesi
açısından onlarla beraber kamuyu ve kamu yararını ilgilendiriyor. Ve
bunun için evlenme ile ilgili meseleler, kul haklarından başka bir de
Allah hakkını ve kamu hakkını kapsamaktadır. Bundan dolayıdır ki,
evlenme, bir bakımdan hak ve bir bakımdan vazifedir. Hem muamele, hem
de ibadettir. Allah Teâlâ, en açık şekilde acıma ve şefkata müstahak
olan yakınlara ve yetimlere dikkati çektikten sonra, her iki ince
duygunun heyecanının etkisi altında adalet duygusunu tahrik ederek
hayat ve insanlığın mutluluğunun gelişme kanunu olan ve malî meseleler
ile de ilgisi bulunan evlenme işinin, hem hak ve hem vazife yönlerine
sahip, bir bakımdan genişlemeyi ve bir bakımdan sınırlamayı kapsayan ve
kadınla erkek arasındaki yaratılışta var olan ilişkinin bütün
inceliklerini içerecek bir şekilde tesbit etmiş ve genel olarak
erkekleri teşvik ile kadınları korumaya sevketmiş ve cefa ve
haksızlıktan, ahlâksızlıktan, fuhuştan men etmiş ve iğrendirmiştir.
Yetimlerin ve kadınların haklarının ve bu hakları korumanın genel
vazifeler arasında bulunduğunu ve bu konuda evlenmenin önemli bir esas
meydana getirdiğini ve akla uygun olan birden fazla kadınla evlenmenin,
kadınların hakları ve kadın cinsinin şerefinin gereklerinden olduğunu
ve fakat bunun kadınlara adaletle davranma gayesini bozmayacak bir
adalet ve nöbet taksimi ile tatbik edilmesinin gerektiğini ve bu
şekilde birden fazla kadınla evlenmenin erkeklere ağır yük ve vazifeler
yüklediğinden dolayı hakka riâyet edemeyip adaletsizlikten korkanların
bir kadınla veya cariyelerle yetinmeleri lazım geleceğini anlatmış ve
siz Allah'ın sakındırma emirlerine karşı yetimlerin ve kadınların
haklarını gözetmemekten korkan insanlarsınız, durumunuza göre bu
etraflı açıklama çerçevesinde hareket etmeniz gerekir, buyurmuştur ki,
işte "Yetimler hakkında adalet yapmamaktan korkarsanız." şartının
mânâsı bu oluyor. Burada önce şu soru akla gelebilir: Bu şart
bulunmazsa ne olacak? Burada korkunun gerçek mânâsına göre böyle bir
soru mümkün değildir. Çünkü yetimler hakkında adaletsizlikten korkmamak
bir küfür demek olur. Bundan dolayı herhangi bir mümin için bu,
şartının bulunmamasını düşünmek bir çelişki meydana getirir. Bu şart
bulunmayınca cezasının küfür olacağı bellidir. Bu açıdan bu şart,
emrini kayıt ve şarta bağlamaz, onu destekleme mânâsındadır. Fakat
"korkarsanız" demek de olduğu gibi mecaz olarak "bilirseniz, bir
haksızlık olacağını zannederseniz," mânâsına olduğu takdirde durum
böyle değildir. Bu şartın bulunmadığını farzetmek mümkündür. Bu şekilde
yetimler hakkında haksızlık olmayacağı, onların ne mallarına, ne
canlarına, ne ırzlarına bir tecavüz edilmeyeceği bilinir. Haksızlık
düşünülmezse ne olacağını belirlemek âyetin mefhüm-ı muhalifine ait bir
hüküm olacağından dolayı bunu belirtmek bir ictihad meselesi olur. Hz.
Âişe de iniş sebebine göre bunun bir çözüm şeklini göstermiştir.
Mantığa göre bir şart önermesinde önde bulunan cümlenin
gerçekleşmemesinden, sonra gelen cümlenin gerçekleşmemesi lazım
gelmeyeceğinden dolayı yukarıda zikredilen korku bulunmadığı takdirde
de gerek bir ve gerek birden fazla kadınla evlenme akdi yapılamayacağı
anlaşılmaz. Bunun için müctehid imamlardan ve tefsircilerden hiç biri,
bu şartın Hz. Âişe'nin söylediği küçük kızların mehrinden başka yargı
açısından bir hükmü anlattığını söylememiştir. Her iki mânâ ile korku
şartı, kalble ilgili işlerden olduğu için yargı açısından değil, ancak
dindarlık açısından bir hüküm ifade eder. Çünkü adalet yapamayacağını
bilen bir adam, birden fazla kadınla evlenirse haksızlıktan sakınmadığı
için günahkar olur. Fakat evlenmede, dörtten fazla kadınla evlenmiş
gibi bu evlenme hükümsüz ve bozulmuş olmaz. Nafaka, soy gibi yargı ile
ilgili hükümler gerçekleşir. Ve evlenmeden sonra haksızlıktan
sakınabilirse yine sevab kazanmış olur.
Şu
halde emrinin anlamı nedir? Emir zahiren vacib mânâsına geldiği için,
Zahiriyye (mezhebine mensup olanlar), bu emrin vacib mânâsına geldiğini
ve bundan dolayı birleşmeye ve harcama yapmaya gücü yeten her kişi için
evlenmenin farz-ı ayn olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin
çoğu da nefsin coşması ve zina yapma korkusu durumunda, aile için
harcama yapmaya gücü yetenler için farz-ı ayn olduğunda görüş birliği
halinde iseler de genel olarak evlenmenin vacib olduğunu söylemiyorlar.
Hanefîlere göre kişisel açıdan cinsel arzunun coşması halinde vacib,
normal durumda "Nikah benim sünnetimdir. Kim sünnetimden yüz çevirirse
benden değildir." hadisi şerifi gereğince müekked bir sünnettir. Kadına
haksızlık etme korkusu durumunda ise mekruhtur. Bundan başka yine
Hanefilere göre farz-ı kifaye olduğunu açıkça belirtenler de vardır ki,
her kişiye değil ise de ümmetin hepsine göre farzdır. Bütün ümmet,
evlenmeyi terkederse günahkar olurlar, demek olur. Biz de âyetten bunu
anlıyoruz. Gerçekten bütün ümmetin birden evlenmeyi terkettiği
varsayımı karşısında hepsinin ibadetle meşgul olduğu bile düşünülse
bütün ümmetin yok olacağı bir gerçektir. Ve hiç birinin İslâm'ın devam
etmesine karşı kötü niyette bulunma cezasından kurtulamıyacağı
apaçıktır. Bundan dolayı evlenenlere her yönden yardım etmek de bir
vazifedir. Evlenme muameleleri de güçleştirilmeyip daima
kolaylaştırılmalıdır. Çünkü evlenmeyi güçleştirmek, zinayı
kolaylaştırmak demektir.
Sözün
özü emri bağlı olduğu şartlara göre bazı durumlarda vaciblik, bazı
durumlarda mendubluk delillerine yakın olduğundan en genel mânâsı
mendub olmasıdır. Evlenme, nafile ibadet ile meşgul olmak için bekar
kalmaktan daha iyidir. İmam Şafiî hazretleri ise nikahın mübah olduğunu
söylemiş. İbadet için bekar kalmanın nikahtan daha faziletli ve hayırlı
olduğuna hükmetmiştir ki, bunların uzun uzadıya açıklaması fıkıh ilmine
aittir.
Birden
fazla kadınla evlenmeye gelince: Bu esas itibariyle yalnız bir müsade
ve mübah kılmak olduğunda ve haksızlık etme endişesi bulunduğu takdirde
mekruh olduğu hususunda söylenecek bir söz yoktur. Bununla beraber
âyet, birden fazla kadınla evlenmenin bazı durumlarda mendub olduğunu
ve hatta vacib olduğunu bildirmekten de uzak değildir ki, bunu da en
fazla gerek erkekler ve gerek kadınlar için fuhuş ve zina tehlikesinin
yüz göstereceği durumlarda aramak gerekir. ifadesi gereğince bu
müsadenin en fazlası dört (kadın) olmuştur. Çünkü dile göre, "Şu
elmaları şu cemaate ikişer ve üçer ve dörder paylaştır." denildiği
zaman bir kısmına yalnız iki, bir kısmına yalnız üç ve bir kısmına
yalnız dört elma düşeceği anlaşılır. Fakat Zahiriyye mezhebinden
bazıları bu sayıların üleştirme sayıları olduğunu i düşünmeyerek
aradaki ye bakıp bundan bu sayıların bir şahısta toplanması gerektiği
hayaline kapılmış ve toplamını iki, artı üç, artı dört gibi dokuz
saymıştır. Bunlar (zahiriler), fikir yürütmeyi kabul etmedikleri gibi,
icmaı da kabul etmediklerinden Hz. Peygamberin asrından beri gelen
İslâm geleneğine, din imamlarına ve bütün müçtehid fakihlerin
icmalarına (görüş birliğine) aykırı hareket etmişlerdir. Hz. Peygamber
âyetin hitabına girmemekle beraber buradaki dokuz (kadın) kuruntusunu
Hz. Peygamberin kendine ait bir özelliğine yorumlasalardı belki doğru
bir görüş olurdu. Yoksa iki defa iki, iki defa üç, iki defa dört demek
olduğundan bu hesaba göre dokuza değil, on sekize çıkmaları gerekirdi.
Diğer
taraftan Râfızî şiîlerden bir kısmı bu sayıların hiçbir sınırlandırma
anlatmadığını ve ifadesinin genel mânâsı üzere kaldığını, bu sayıların
ikişer, üçer, dörder v.d. gibi bu genel mânâyı pekiştirmiş olduğunu
iddia etmeye kadar varmışlar. Ve sırf nefsanî arzu ve heveslerine
uymuşlardır. "Allah korusun."
4-Âyetin
iniş sebebi hakkında Hz. Âişe rivâyetinin doğruluğunu destekleyen bir
nokta da şudur: Kadınlara mehirlerini de bir dindarlık farizası olarak
-başka bir ifade ile- Allah'ın bir bağışı olarak veriniz, seve seve ve
bütün gönül hoşluğu ile veriniz. Yani siz erkekler kadının malına göz
dikmek ve evlenmek için kadından mal gözetmek şöyle dursun, mutlaka
uygun bir mehir ile onlarla evleniniz ve mehirlerini kıskanarak değil,
cömertlik ve el açıklığı ile seve seve veriniz. Bu size bir kanun olsun
da. "Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür" (Bakara, 2/228)
âyetinin sırrı tecelli etsin. ın üstünlü olması ve in ötreli olması
ile, ın ötreli ve in harekesiz olması ile cümle vezninde nin çoğuludur
ki mehir mânâsınadır. Kelimesi, millet, şeriat ve dindarlık mânâsına,
bir de bağış, armağan ve iyilik mânâsına gelir. Dilimizde "gıybet"
denilen peşin ödenen mehir geleneğinin aslı da bu emirdir. Bu hitapta
eşlerden başka (kadınların) velilerine de bir pay vardır. Eğer
kadınların mehirlerini velileri, hepsini veya bir kısmını teslim almış
olurlarsa, ondan faydalanma hakları yoktur. Kadınların ellerine teslim
etmeleri gerekir.
Ey
kocalar veya veliler! Siz böyle veriniz de o kadınlar gönül hoşluğu
ile, kendi rızaları ile size o verilen mehirden bir şey bağışlarlarsa
onu da boğazınızda durmadan afiyetle yeyiniz.
5-Fakat
aklı zayıf olanlara da mallarınızı vermeyiniz.
SEFİH:
Aklı veya dini noksan olan, akla aykırı veya dine aykırı hareketlerde
bulunan ahmak veya günah işleyen kimse demektir ki, birinde Allah'a
isyan etmek mânâsı var, birinde yoktur. Yani mallarınızı böyle eksik
akıllı veya günah işleyen kimselere teslim edip te yok etmeyiniz ve
günahkarlık ve sefahata geçerlilik vermeyiniz ki, bu da bir ahmaklık ve
akılsızlıktır. O mallar ki Allah size yaşayışınızın sebebi kılmış,
hayatınızı onunla devam ettirmiş, tedbir ve idaresine sizi görevli
kılmıştır. Bundan dolayı o malları çoluk çocuklarınızdan bile olsa
sefihlere (aklı zayıf olanlara) teslim etmeyiniz. Bunda iki mânâ
vardır: Birisi kendi mülkünüz olan mallar demektir. Birisi de gerek
mülkünüz olsun ve gerek olmasın, genel olarak velâyet ve idareniz
altında bulunan mallar demektir ki, bunun en başlıcasını yetimlerin
malları meydana getirir. Bu şekilde mallarınız buyurulması, şahsî
malların korunmasının da kamu haklarını ilgilendirdiğini gösterir. Ve
bundan dolayı âyet gerek kamu malları ve gerekse özel malların
idaresine aklı zayıf olan kimselerin musallat edilmemesinin gerekli
olduğunu bildirir. Bu mânâ itibarıyladır ki, bu âyette, büluğ çağına
ermiş aklı zayıf olan kimsenin tasarruftan alıkonmasına da bir işaret
olduğu anlaşılmıştır. Bununla beraber İmam-ı Âzam bu tasarruf
kısıtlamasına izin vermemiştir.
Evet
açıklandığı şekilde aklı zayıf olanlara mallarınızı vermeyiniz, fakat
onları sefil (yoksul ve çok sıkıntı içinde) de bırakmayınız. O malların
içinden rızıklarını veriniz ve onları giydiriniz. Ve onlara akla ve
İslâm'a uygun güzel sözler söyleyiniz. Yukarda "Yetimlere mallarını
veriniz." buyurulmuştu. Şimdi de "Aklı zayıf olanlara vermeyiniz."
buyurulduğuna ve çocukların tam akıllı olmadıkları ve bundan dolayı bu
kavramın içine girdikleri de bilindiğine göre yetimler hakkında ne
yapacağız derseniz.
6-
yetimleri
de deneyiniz, tecrübe ile tâlim ve terbiye
ediniz,
güzel
idare etmeye alıştırınız nihâyet evlenme çağına geldikleri, yani baliğ
oldukları vakit kendilerinden rüşd hisseder, akıllarının ve dini
terbiyelerinin tamam olduğunu ve kendilerini güzel şekilde idare
edebileceklerini yakından anlarsanız derhal mallarını kendilerine
teslim ediniz. Şu halde erginlik zamanında rüşdünü ortaya koymazsa
biraz beklenecek demek olur. Fakat bu durum devam ederse ne olacak?
Bunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı Âzam, yirmi beş yaşına kadar
beklenir. O zaman mutlaka malı teslim edilir. Çünkü yirmi beş yaşı bir
insanın dede olması mümkün olan bir yaştır demiş ve ondan sonra
tasarruftan alıkoymayı kabul etmemiştir. Ve bu malları büyüyecekler de
elimizden alacaklar diye bol bol harcayıp israf ederek yemeyiniz.
Zengin olan veli veya vasi tamamen sakınsın, kendi malıyla kanaat
etsin. Fakir olan veli veya vasi de meşru şekilde çalışma ve hizmetinin
ücreti ve zorunlu ihtiyacı kadar yesin. Bu meşru miktar "Birbirinizin
mallarını haksız yere yemeyin" (Bakara, 2/188), "Yetimlerin mallarını
haksız yere yiyenler..." (Nisâ, 4/10), "... ve yetimlere adaletli
davranmanız..." (Nisâ, 4/127) âyetleri ile belli olur. O yetimlerin
mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman da onlara karşı şahid
tutunuz, şahid huzurunda veriniz. Allah da bütün hesaplarınızı görmeye
yeter. Onun emirlerine, yasaklarına dikkat ederseniz başka muhasibin
(hesap görücünün) sorumluluğundan korkmaya gerek kalmaz. Fakat Allah'ın
emirlerine aykırı hareket ederseniz, başka hiçbir muhasip de sizi
kurtaramaz. Rifâa vefat etmiş ve oğlu Sabit'i küçük olarak geride
bırakmıştı. Velisi, "Gözetimim altında yeğenim (kardeşimin oğlu) var.
Bunun malından bana ne kadar helal olur ve malını ne zaman teslim
edeyim?" diye Resulullah'a (s.a.v.) sormuştu. Bu âyet de bunun üzerine
inmiştir. Şimdi de mirasla ilgili hükümlere geçiliyor.
7-
Anne ve babanın ve yakın akrabalarına miras olarak bıraktıklarında
erkeklerin hissesi vardır. Kadınların da ana, baba ve akrabaların
bıraktıklarında hisseleri vardır. Azında da vardır çoğunda da. Bu
hisseler mefruz yani Allah tarafından farz edilmiş ve belirlenmiş,
kesinlikle vacib bir pay ve hisse olarak sabittirler. Rivayet ediliyor
ki, cahiliyye devrinde Araplar, "Mızrakları ile çarpışmayan ve yurdunu
savunmayan mirasçı olamaz." derler ve bundan dolayı kadınları ve ister
erkek, ister kız çocukları mirasçı olarak tanımazlarmış. Ensar'dan Evs
b. Sabit (r.a.) vefat etmiş, hanımı Ümmü Kahle ile üç kızı kalmıştı.
Vasileri olan amcazadeleri Süveyd ve Urfuta yahut Katude ve Arfece
adında iki adam gelmişler. Cahiliyye âdeti üzere vefat eden şahsın
mirasını kendilerine almışlar. Hanımına ve kızlarına hiçbir şey
vermemişler. Bunun üzerine kadın Ümmü Kahle Resulullah (s.a.v.)'a
şikâyet etmiş, Peygamberimiz (s.a.v.), "Haydi evine git! Bakayım Allah
ne ortaya koyacak." buyurmuş idi ki, işte bu âyet bunun üzerine indi.
Bu âyet, mirasın yalnız erkeklere ait olmayıp ana ve babanın ve bütün
akrabaların mirasından, bütün erkekler ve kadınların yakınlıklarına
göre bir miras hakkının sabit bulunduğuna genel bir şekilde işaret
etmiş ve bundan dolayı bundan gerek asabeler ve gerek zevi'l-erham
hepsinin mirasçı olabileceği anlaşılmış olmakla beraber bunda henüz
farz olan payın miktarı açıklanmamış. Bu yönü kapalı kalmıştı. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) vasilere haber gönderip: "Evs'in malından
hiç bir şeye yaklaşmayınız." buyurdu. Ondan sonra âyeti indi. Koca ve
karının farzları (payları) ile ilgili âyet de indi. O zaman Hz.
Peygamber (s.a.v.) vasilere hanımın sekizde bir payını vermelerini ve
kızların paylarını da ayırmalarını emretti. Sonradan kızların paylarını
da vermeleri için haber gönderdi, onlar da verdiler. Bu yönüyle bu
olay, miras hükümlerinin ilk olarak inmesinin sebebi olmuş. Ve bununla
bu konudaki eski hükümler ve gelenekler hükümsüz olup pek esaslı bir
inkılab meydana gelmiş ve fakat bu hükümler bir defada inmemiştir. İlk
önce kısaca, ikinci olarak etraflıca açıklanarak bir aşama takip
etmiştir ki, bu gibi aşamaların sağlamlaştırma ve sakındırma açısından
ruhlar üzerinde terbiyeyle alâkalı çok büyük etkileri vardır. Bu
etkilerin bir kısmından olmak üzere mirasçı olmayan akrabalar da
bulunabileceğine işaret edilerek önce şöyle bir dinî edeb telkin
olunuyor.
8-
Mal paylaşılırken miraşçı olmayan büyük küçük akrabalar ve akrabalardan
olmayan yetimler ve fakirler de orada hazır bulundukları takdirde
bunları da o paylaşılan maldan rızıklandırınız, biraz bir şey veriniz
ve kendilerine gönül alacak söz söyleyiniz. Bu âyette ki emirler
müstahaba yorumlanmıştır. Bazıları, bu emirlerin vaciblik ifade
ettiğini söylemişlerdir.
9-
Bir de o kimseler ki arkalarında zayıf zayıf, güçleri kuvvetleri
yetmez, birtakım çocuklar bırakmış olsalardı üzerlerine korkup
titreyeceklerdi, bunların yürekleri sızlasın da Allah'tan korksunlar ve
doğru söz söylesinler. Bu gibi işlerde kendilerine söz düşenler,
kendilerini o vefat eden ölü ve onun yetim çocuklarını da kendi
çocukları yerine koyup düşünsünler de sözlerini ona göre dosdoğru
söylesinler. Yetimler hakkında kendi çocukları gibi hareket etsinler.
Çünkü ölüm herkesin başına gelecek, herkesi bu köprüden geçirecektir.
Ve bir hadis-i şerifte rivâyet edildiği üzere: "Kul kendisi için neyi
seviyorsa kardeşi için de onu sevmedikçe mümin olamaz."
10-Şurası
muhakkak ki: Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına
sadece ateş tıkamışlardır. Ve onlar ilerde alev alev yanan bir ateşe
sokulacaklardır.
O
ateş bilinen ateşlerden hiç birine benzemez ve şiddetinin derecesini
Allah'tan başka kimse bilmez. Rivayet olunuyor ki, bu âyetin inmesi
üzerine halk korkularından yetimler ile bir arada bulunmaktan kaçınmaya
başlamışlar. Bundan dolayı vazifenin yetimlerden böyle kaçınmak
olmadığını anlatmak için Bakara sûresindeki "De ki: Onların işlerini
düzeltmek, kendileri için daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza
alırsanız onlar sizin din kardeşlerinizdir." (Bakara, 2/220) âyeti
inmiştir.
Kalblere,
bu edeb ve terbiye, bu insaf, bu adalet ve hak duygusu, bu sakınma ruhu
telkin edildikten sonra, şimdi yukarıda zikredilen farz hisselerin
miktarını açıklama ve sahiplerini belirlemekle miras hükümlerinin
etraflıca açıklamasına gelelim:
11-Bu
iki
âyetten birincisi doğum ilişkileri
üzerinde durup ölüden itibaren yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya
doğru
fürû ve usul denilen iki tarafı bulunan soy direği yakınlığına bağlıdır
ki,
çocuklar ve ebeveyn (ana ve baba) bu direğin ölüye vasıtasız bağlı olan
başlangıçlarıdır. İkincisi, önce vasıtalı bağlantı ifade eden evlenme
ilişkisine, ikinci olarak soyda, soy direğinin dışında olup onun
etrafında
bulunan ve ona göre zayıf olduğundan dolayı kelale (uzak akraba)
denilen
yakınlık yönü ile ilgilidir ki, ancak vasıtalı bağlantı ifade eder.
Fahreddin
Razî burada şöyle bir tarihî özet yapmıştır. Cahiliyye halkı
iki şey ile birbirinden miras alıyorlardı: Biri neseb, diğeri anlaşma.
Neseb
yönünden ne çocukları ne de kadınları mirasçı yapmazlardı. Ancak
akrabalardan
at üzerinde savaşmaya ve düşmana vurmaya ve ganimet almaya gücü yeten
erkekleri
mirasçı kılarlardı. Antlaşmaya gelince: Bu iki şekilde olurdu ki,
birincisi
hilf (sözleşme) idi. Bir adam, diğerine: kanım senin kanın ve yıkılmam
senin
yıkılmandır. Sen bana mirasçı olursun, ben sana; sen benimle aranırsın
ben de
seninle der. Bu şekilde anlaşma yaptılar mı hangisi arkadaşından önce
ölürse
sağ kalanın, şart gereğince ölenin malında hakkı olurdu. İkincisi de
evlat
edinme idi. Bir adam başkasının oğlunu oğul edinir. Ondan sonra bu
oğlanın
nesebi babasına değil, bu adama nisbet edilir ve mirasçısı olurdu ki,
bu evlat
edinme de antlaşma çeşitlerinden bir çeşittir. Allah Teâlâ, Muhammed
Mustafa
(s.a.v.) hazretlerini peygamber olarak gönderdiği zaman her şeyden önce
bunları
cahiliyyedeki durum üzere bıraktı. Hatta bazı âlimler demişlerdir ki,
hayır
yalnız terk değil, onaylamıştır ki; "ana, baba ve akrabaların
bıraktıkları
her şey için bir mirasçı tayin ettik..." âyeti neseb ile mirasçı
olmayı;
"Yemin akdiyle (antlaşma ile) mirasçı kıldıklarınızın paylarını da
verin." (Nisâ, 4/33) âyeti, antlaşma ile mirasçı olmayı onaylamaktır.
Cahiliyede mirasçı olmanın sebepleri böyle idi. İslâm'daki mirasçı olma
sebeplerine gelince, anlatıldığı üzere antlaşma ve evlat edinme
onaylanmış ve
bunlara iki şey daha eklenmiş idi ki; biri hicret, diğeri kardeşlik
bağları
idi. Hicret, bir Muhacirin diğer Muhacir'le fazla düşüp kalkması ve
birbirine
içten dostluk bağlantısı bulunduğu zaman akrabalığı olmasa bile
mirasçılığı
sabit oluyor. Ve Muhacir olmayan kimse, akrabasından dahi olsa o
Muhacir'e
mirasçı olamıyordu. Kardeşlik edinme, Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlardan
her iki
kişi arasında bir kardeşlik akdi yaptırıyor, bu da karşılıklı varis
olma sebebi
oluyordu. Sonra Yüce Allah, "Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre
birbirlerine
daha yakındırlar..." (Enfal, 8/75) âyetinin hükmü ile bunların hepsini
hükümsüz kıldı ve İslâm'da yerleşen miras sebepleri şu üçü oldu: Neseb,
evlenme, ve velâ (köle azadı veya anlaşma ile meydana gelen varislik).
Bu
açıklamayı, miras âyetinin iniş sebebinde de Ata, şöyle rivâyet
etmiştir: "Sâd b. Rabi' (r.a.) şehid olmuş, iki kızı, bir hanımı, bir
de
kardeşi kalmıştı. Kardeşi, malın hepsini alıverdi. Kadın da Hz.
Peygambere
gelip, "Ey Allah'ın Resulü! İşte Sâd'ın kızları, Sâd öldürüldü,
bunların
amcası da mallarını aldı." diye durumu arz etti. Peygamber (s.a.v.) de,
"Haydi şimdilik git, umarım ki, Allah bu konuda hükmünü yakında
verecektir." buyurmuştu. Bir süre sonra kadın yine geldi ve ağladı ve
bunun üzerine bu âyet indi. Bundan dolayı Peygamberimiz kızın amcasını
çağırdı,
"Sâd'ın iki kızına üçte iki ve bunların annesine sekizde bir ver!
Kalanı
da senin." buyurdu. Ve işte bu âyet gereğince İslâm'da ilk paylaşılan
miras bu oldu. Demek ki bu öbüründen önce sonuçlanmıştır. Demek ki
âyetin iniş hikmetinin
en önemli yönü, kadınların ve çocukların mirasçılığa hakkıyla katılması
ve
evlenmenin ister koca ve ister hanım için miras sebepleri içine konması
büyük
inkılabı ile nicelik ve niteliği mirasçılığın kesin bir şekilde
belirlenmesi ve
bundan önceki geleneklerin ve hükümlerin hükümsüz kılınması ve
yürürlükten
kaldırılmasıdır. "Haklı olmanız müstesna Allah'ın öldürülmesini haram
kıldığı cana kıymayın. Allah aklınızı kullanasınız diye size bunları
emretti." (En'am, 6/151) gibi âyetlerden anlaşıldığı üzere "Allah'ın
vasiyeti" deyimi, "emr" kelimesinden daha kuvvetli kesin bir
vaciblik ifade eder. Bu, öyle beliğ bir emirdir ki bunda, bir hakkın
bildirilmesi ile infazının gerekli olduğunu ve infaz edilmemesi
durumunda
sorumluluğun ağırlığını ve bu ağır sorumluluğun büsbütün emredilen
kimseye
yüklenmiş bulunduğuna dikkati çekmiş ve aynı zamanda kendisine
emredilene sevgi
ve güveni bildirerek bir velilik ve vekilliğin verilişini kapsayan bir
sözleşme
ve iyilikle gönül alma vardır. Çünkü vasiyyet, ölümden sonrası ile
ilgili olup
değiştirilmesi caiz olmayan ve geri alınması ihtimali kalmayan,
yapılması
gerekli olan bir emrin yerine getirilmesi için güven ve itimad ile
başkası
yerine veli olmayı içeren bir açıklama ve antlaşmadır. Bundan dolayı
şöyle
demek olur: Allah Teâlâ vefatınızdan sonra çocuklarınızın haklarını
güven
altına almak için, hak sahiplerine ulaştırılması gerekli olan farz
paylarını
açıklayarak size şöyle emrediyor ve söz veriyor: Erkeğin hakkı, iki
kadının
payı kadar, bir erkeğin hakkı iki dişi hissesi kadardır. İşte önce
erkek ve
kadının yaratılışının mahiyetinde bulunan bir esas kural vardır ki,
mirasla
ilgili hükümlerin bir çoğu bu esas üzerine halledilir(çözümlenir).
Belli
hisselerin değerlendirilmesinde de bu kuralın bir tatbiki hissedilir.
Bu
kuralın anlatılmasında erkek ve kadın denilmeyip de zeker (erkek) ve
ünsa
(dişi) denilmesi küçük ve büyüklerin hak etmede eşit olduğunu ve bu
konuda
erginlik ve büyüklüğün hiç etkisi olmadığını şer'î delile dayandırmak
ve
cahiliyyede yapıldığı gibi çocukların mirastan mahrum edilmesine meydan
vermemek içindir ki, yetimler âyetinden hemen sonra gelmesi de
özellikle bu
noktaya dikkat çekmiştir. Bu şekilde başlangıçta miras, çocuklar ile,
çocuklar
içinde erkek ile başlamış ve bununla velâyet ilişkisinin diğer
ilişkilerden
kuvvetli bulunduğu anlatılmıştır. Demek ki, en fazla payı çocuklar,
çocuklar
içinde de erkek çocuklar alacaktır.
Burada
şöyle bir soru pek tabii olarak hatıra gelebilir. Dişi, erkekten
daha zayıf ve daha yufka yürekli daha muhtaç bir yaratılışta olduğuna
göre
mirastan hissesi erkekten daha fazla olması, hiç olmazsa eşit
gözetilmesi
gerekmez mi? Bundan dolayı erkeğin payının iki kat olmasında hikmet
nedir?
Zamanımızdaki insanların kafalarını meşgul eden bu soruyu müfesirler ve
fakihler söz konusu ederek hikmetini açıklamışlardır. Şöyleki:
İlk
önce: Sûrenin başından beri de anlaşıldığı üzere genel olarak erkek
ile dişinin aile hayatına girmeleri istenmektedir. Miras da buna göre
düzenlenmiştir. Halbuki aile hayatında harcama sorumluluğu erkeğe
yüklenmiştir.
Erkek bir kendisi, bir de eşi olmak üzere en az iki kişiyi
besleyecektir.Bundan
dolayı erkeğin masrafı çok, kadının ki ondan az olacaktır, masrafın ise
gelir
ile orantılı olması gerekir. Masraf, erkeğe yüklenirken gelir
dağıtımında
kadına fazla veya eşit verilmesi hem iktisat kanununa, hem de adalet ve
hakka
aykırı bir zulüm olur. Ve aslında o zaman, hukuki eşitlik esası
bozulmuş olur.
Bundan
dolayı mirastaki bu fazlalık, kadınların faydası ve ihtiyaçlarına
eşit olarak nafakalardaki yükümlülük farkının denkleştiricisi olmak
üzere böyle
bir hukuki ve iktisadi dengeyi temin ederek adalet ve eşitlik
kanunlarının ince
bir tatbikatını kapsamaktadır. Ganimet, herkesin yaptığı hizmete uygun
verilir.
"Erkeğe iki kadının payı kadar miras düşer" kuralı emri ile bir
hukuki denkliktir ki, bunu bozmak "haddini tecavüz eden, zıddına
dönüşür" kuralı gereğince devamlı kadınların zararına sonuçlanarak
mirastan tamamen mahrum edilmesine veya aile hayatında masrafa katılmak
ile
beraber mallarında dilediği gibi tasarruf (harcama) hakkının
kısıtlanmasına ve
elinden alınmasına sebeb olmuştur.
İkinci
olarak: Kadın, erkekte bulunmayan veya noksan olan bazı
özelliklere sahip olduğu gibi, erkek de kadında bulunmayan veya noksan
olan
bazı özelliklere sahiptir. Bunun içindir ki dişi, erkeğin aynı veya
benzeri
değil, karşıtı, dengi ve eşidir. Öyle bir eş ki, yaratılış ve doğuştan
olan
vazifelerini yapmasında erkekten sonra gelir. Erkeğin verdiği sermaye
(anapara)
üzerinde çalışır, onu çoğaltır. İşte erkek ile dişi arasındaki doğuştan
var
olan bu farkın sonuçlarından biri de aralarında ki mali değer ve
iktisadi güç
farkı olmuştur. Özel şekilde kişiyi kişiye değil, genel bir şekilde
dişi dişi,
erkek erkek fıtratı üzere düşünülerek dişi türü erkek türü ile mukayese
edildikleri zaman, dişinin kazanç ve malları idare etme hususundaki
kuvvetinin,
başka bir ifade ile mali yönden kuvvetinin, erkekten noksan olduğu
kesin bir
gerçek olarak görülür. Bu fark, İslâm hukukunda en azından üçte iki
veya ikide
bir olmak üzere tesbit edilmiştir. Denebilir ki, genel bir şekilde bir
kadının
gündeliği elli kuruş varsayılırsa erkeğin gündeliği en az yetmiş beş
veya yüz
kuruş olarak belirlenmesi gerekir. Bir erkeğin diyetinin (kan
bedelinin) iki
kadın diyetine eşit tutulması da bu hikmete dayanır. Çünkü can ödenmez,
yok
olan mali değer ödenebilir. Ve ne zaman mali bir itibar ve hak söz
konusu
olursa bu esas düşünülmelidir. Bundan ise burada şu iki sonuç ortaya
çıkar:
Birincisi genel iktisat kuralları açısından hayatın devam etmesinin
dayanağı
olan malların, iktisadi gücü fazla olan erkeklerin eliyle idare
edilmesi, hem
kadın ve hem erkek olmak üzere genel menfaat ve hakların gereğidir.
Şu kadar
var ki kadını tamamen iktisadi güçten mahrum sayarak hakkı olan
mali itibardan tamamen düşürmek de umumun yararına aykırıdır. Çünkü
yarım
kuvvetin inkar edilmesi ve itibardan düşürülmesi hukuk ve iktisat
açısından bir
zarardır. Ve özellikle kadınlar için zarardır. Yarımın bir tama
eklenmesi ile
birbiriyle birleşen ve yardımlaşan bir şeyin imal edilmesi ise her iki
taraf
için faydanın ta kendisidir. Bundan dolayı esas sermayeyi meydana
getiren
mirasta erkek ve dişiden her birine iktisadi kuvvetlerine uygun mal
taksim
etmek, Allah'ın hakkı olan umumun (kamunun) menfaatleri ve haklarının
gereklerindendir ki yukarıda âyetinde bu esasa bir işaret geçmişti.
İkincisi de
mali sorumluluğun kadınlardan daha fazla erkeğe yöneltilmesi ve ailenin
sosyal
hayatında harcama vazifelerinin özellikle erkeklere yüklenmesi
gereğidir ki,
hem bir insaflılık, hem de kadınların menfaatleri ve hakları ile
beraber kamu
menfaatının gereğindendir. Çünkü yükümlülüğün güç ve kuvvet ile
orantılı olması
gerekir. Kadın ise erkekten fazla muhtaç olmakla beraber mali ehliyeti
aynı
seviyede ortaklık etmeye dayanamaz. Bunun için kadının malı kendine
kalmalı,
erkek Allah'ın kendisine bağışladığı kuvvet üstünlüğünden harcama
vazifesini
almalıdır. Çünkü vergi, ganimet ile orantılıdır.
Üçüncü
olarak: Rivâyet ediliyor ki Cafer-i Sadık hazretlerinden bu konu
sorulduğu zaman, "Havva yasaklanmış ağaçtan bir avuç buğday aldı yedi,
bir
avuç daha aldı sakladı, sonra bir avuç daha aldı Âdem'e verdi. O kendi
payını
erkeğin iki katı yapmaya kalkıştığı için Allah Teâlâ bunu değiştirdi,
kadının
payını erkeğin yarısı kadar yaptı." diye bir cevap vermiştir ki,
anlayabilenler
için işaret ve örnek şeklinde pek derin gerçekleri içermektedir. Bu
açıklama
tefsirlerin ve bunlardan biri olan Fahr-i Razî'nin açıklamasından
alınmıştır.
Ancak onların ilmî dilleri, bazı tasarruflarla (değişikliklerle)
tarafımızdan
açıklanmıştır. Bundan özellikle şu sonuca geliriz ki: "Erkeğe iki
kadının
payı kadar miras düşer." gerçeği ileride erkekleri harcama zahmetinden
kurtarmak için erkekle dişi arasında miras eşitliğini hazırlamaya
yönelik bir
inkılabın başlangıcı olmak üzere değil, ortada yaratılış hikmetine
aykırı
olarak bulunan bir hukuki ve sosyal ihtilafı ortadan kaldırmakla adalet
ve hak
dengesini tesbit eden ve anlatan ezelî bir hak kanununun ifadesi olmak
üzere
indirilmiştir. "Zaman, Yüce Allah'ın yeri ve gökleri yarattığı gündeki
şekliyle dönüp dolaşmaktadır." Düsturu gereğince oğlan çocuk, yanında
başka bir mirasçı bulunmazsa mirasın hepsini alabilecektir. Bir
derecede
akrabalık yön ve kuvvetleri aynı olan mirasçılarda da bu kural geçerli
olacaktır. Fakat çocuklar, yalnız kadın veya kadınlar olduğu takdirde
eğer
çocuklar ikiden fazla dişiler iseler hepsinin hakkı mirasın üçte
ikisidir. Ve
eğer bir kız ise ona mirasın yarısı düşer. Acaba iki kız olursa ne
olacak? Bu
açıkça anlatılmamış görünüyorsa da bunun da üçte iki olduğu sözün
mânâsından
değişik yönlerle anlaşılıyor. Kuralının bir ile iki mukayesesindeki
anlatma
şekli, aynı şekilde bu iki şart cümlesinin tam karşılığı gibi anlatım
ipuçları
ile birinci şart cümlesi iki ve daha fazla dişiler iseler, demek
olduğunu
değişik yönler ile isbat etmişlerdir. Ancak burada İbnü Abbas
hazretleri yalnız
başına muhalif olarak kalmış iki dişinin payı da mirasın yarısı
olmalıdır
demiştir. Çocuk erkek olursa anne ve babasının herbirine altıda bir
miras
düşer. Geriye kalan mirasın tamamını erkek çocuk alır. Geride kalanlar
erkek ve
dişi karışık olursa "erkekler iki dişinin payı kadar alırlar." İki
veya daha fazla kız iseler kalan miras üçte ikiye denk olduğundan
tamamını
alırlar. Bir kız ise mirasın yarısını alacağından altıda bir pay geri
kalır ki
o da yine babaya ait alacaktır. Çünkü ileride göreceğiz ki baba
hisselerden
artan mirası alabilen asabelerdendir. Çocuğu bulunmadığı ve anne ve
babası
kaldığı takdirde hem baba ve hem annenin mirasçı oldukları zaman
annenin hakkı
üçte birdir. Bundan dolayı kalan kısmın babaya ait olduğu zaruri olarak
bellidir. Ayrıca açıklamaya gerek yoktur. Şu halde baba yalnız kalacak
olursa
bütün malı alabilecektir. Ne zaman hisselerden artan bulunursa onu da
alacaktır. Görülüyor ki, babaya karşı anneye üçte birinin belirlenmesi
de
kuralının bir uygulaması demektir. Çocuklar, bulunmayınca anne ile baba
çocuklardan bir oğlan ile bir kız karşılığında bulunmuş oluyorlar.
Buradan
çocuklar bulunduğu zaman baba ile anne-babanın eşit olarak neden birer
altıda
bir aldıklarını çıkarabiliriz. Bilindiği gibi iki altıda bir üçte bire
eşittir.
Bir üçte bir ise babaya karşı bir annenin payıdır. Demek oluyor ki
çocukların
yakınlık derecesine göre çocuklar karşısında anne-baba, baba karşısında
bir
anne hükmünde tutulmuş ve ona göre üçte bire eşit olmak üzere eşit
olarak birer
altıda bir verilmiş ve artık babanın anneye karşı erkekliği nazar-ı
itibara
alınmıştır. Ve bu nokta kıyâs-ı celiye (açık kıyasa) aykırı görünürse
de
kıyâs-ı hafiye (kapalı kıyasa) uygundur ki, erkeklik hakkının çocuklar
tarafından
bulunmasının gerekli bir sonucudur. Ve ikisine ortak olarak bir üçte
bir takdir
edilmeyip de birer altıda bir diye tahsis edilmesi de bu hikmetle
ilgili olsa
gerektir. Bunun için çocuk, bir kız olduğu taktirde çocuklar
tarafındaki
erkeklik hakkını tamamlayamadığından bunu baba tamamlar da, iki altıda
birle
bir yarımdan kalan kısmı yine baba doğrudan doğruya bir erkek olarak
alır ki,
buna asebelik ile birlikte hisse alma denilir. Bu şekil üzere koca ve
karı
kelale (akrabalığı uzaktan olma) miraslarında da kuralının uygulanması
bellidir.
Ve eğer
ölen kimsenin çocuğu bulunmadığı halde iki veya daha fazla
kardeşleri bulunursa, işter anne baba bir veya baba bir veya anneleri
bir nasıl
kardeş olursa olsunlar bu durumda annenin hakkı altıda birdir.
Kardeşler,
annenin payını üçte birden altıda bire düşürürler. Gerçi kardeşlerin
akrabalığı
anneden uzaktır. Fakat iki veya daha fazla oldukları zaman erkeklikleri
dolayısıyla anneye karşı bir çocuk etkisini yaparlar. Üçte bir, anne
payının
yarısını kendilerine çekmek için annenin payını altıda bire indirirler.
Gerçi
baba varsa bunları mirastan düşürüp ellerinden alacaksa da anneye de
engel
olmuş olurlar. Bir kardeş ise bunu yapamaz.
Bütün bu
mirasla ilgili haklar, İslâm'a göre yapabileceği, yani yapması
geçerli ve uygun olan bir vasiyetten veya borçtan sonra sabit olur.
Terikeye
miras hakkının etkisi derece itibarıyla vasiyetten veya borçtan
sonradır.
Mirasın vasiyetten sonra olması, borcun da vasiyetten sonra
zikredilmesi,
gösterir ki, öncelik sırasına göre başlayan tertip; önce borç, ikinci
olarak
vasiyyet, üçüncü olarak mirastır. Sıralamada mirasçı vasiyyeti, vasiyet
de
şâyet bulunursa borcu takip edecektir. Bunu hatırlatmak için Hz. Ali,
"Allah, vasiyyeti önce zikretti. Fakat Allah'ın elçisi ilk önce borcun
ödenmesine
hükmetti." demiştir. Bazı tefsirler bu tertibin Kur'ân'dan
anlaşılmadığı
zannında bulunarak bu konuda bir çok deliller ileri sürmüşlerse de
hiçbirine
lüzum yoktur. Çünkü kelimesinin mânâsına göre zikredilen şeyin tertibi
sonuncudan başta bulunana doğru tabiî olarak cereyan ettiği düşünüldüğü
zaman,
sözde sonda bulunan kelimenin mânâ açısından önde geleceği apaçıktır.
denilseydi o zaman vasiyyetin, borçtan önce olması lazım gelirdi.
Tereddüdü her
terikede borç veya vasiyetin birleşmesi zaruri olmadığından ileri
gelir. Bir de
görülüyor ki, vasiyet "vasiyyet ettiği" diye kayıtlı, borç
kayıtsızdır. Demek ki, her vasiyyet, mirastan önce değildir.
Vasiyet
edebileceği geçerli bir vasiyyet veya İbnü Kesir, İbnü Âmir, Ebu
Bekr kırâetlerinde ın üstün harekesi ile okunduğuna göre tavsiye olunur
mendub
bir vasiyyet önceliklidir. Bu ise kısa olduğundan Hz. Peygamberin
açıklaması
ile üçte bir olmak ve varislerinden birine olmamak üzere tefsir
edilmiştir.
Bundan başka kaydı, vasiyyetin mirastan önce gerçekleştirilme gereğini
bildirdiği gibi, kaydı meşru bir vasiyyet yapmaya teşvik mânâsını da
ifade
eder. (Bakara sûresindeki, "Sizden birinize ölüm alâmetleri belirdiği
zaman, eğer geriye mal bırakacaksa, babasına, anasına ve akrabasına
malının
üçte birinden çok olmayacak şekilde vasiyyet etmek farz kılındı."
(2/180
âyetine bkz.). Fakat borç, kayıtsız olduğundan ikrar etmekle veya şahit
ile
sabit olan herhangi bir borç bütün terekeyi kapsasa bile, yine miras ve
vasiyetten önce verilmesi lazım gelir. Bununla beraber ikinci âyetinde
bunun da
bir kaydını göreceğiz.
Babalarınız
ve oğullarınız, bunların hangisi fayda açısından size daha
yakındır, bunu bilmezsiniz. Bu bölüm, bir taraftan yapılan vasiyyetin
yerine
getirilmesinin gerekli olduğunu, bir taraftan da varislerin bir kısmını
üstün
tutma ve tercih etme ve bir kısmını, kısmen veya tamamen mahrum edecek
bir
vasiyyet yapılmamasını hatırlatır ve aynı zamanda çocuklara göre anne
ve babaya
az pay verilmesinin, şanlarının noksanlığından meydana gelmediği ve
bundan
dolayı onlara saygı göstermede kusur edilmemesini tavsiye etmekle anne
ve
babayı taltiftir(ödüllendirmektir). İlk önce vasiyyetin yerine
getirilmesini
hatırlatır. Yani vefat eden anne ve babanız olsun, zürriyetiniz olsun,
vasiyyet
yapmayıp size fazla mal bırakanı mı, yoksa vasiyyet yapıp malı
azaltmakla
beraber sevaba sebep olanı mı? Hangisi hakkınızda size daha faydalıdır?
Bunu
siz belirleyemezsiniz, onu Allah bilir ve bildiği için vasiyyet yapanın
faydasının, daha yakın olduğunu anlatıyor ve yerine getirilmesini
tavsiye
ediyor. İkinci olarak miras bırakanlara vasiyyet yapmalarını
hatırlatmaktır.
Yani ölüme aday olup miras bırakacak olanlar! Size varis olacak atalar
ve
çocuklarınızın hangisinin dünya ve ahirette size daha faydalı olacağını
bilemezsiniz. Onun için varislerinizin bazısını tercih ve bazısını
mahrum etmek
için varise vasiyyet fikrinde bulunmayınız da Allah Teâlâ'nın tavsiye
ettiği
şekil üzere bırakınız. Ne bilirsiniz mahrum etmek istediğiniz kimse
belki
sonunda sizin için daha faydalı olacaktır. Bu mânâ "Varise vasiyyet
yoktur." hadis-i şerifi ile açıklanmıştır ki, ikinci âyette ile
gösterilecektir. Bütün bunlar Allah tarafından fariza olarak takdir ve
tavsiye
olunmuştur. Bu kayıt da başta fiiline bağlı olarak aradaki
açıklamaların
hepsini kapsar. Bununla farz oluşu bir defa daha pekiştirilmiştir.
Miras
taksimi ilmi, işte bu farizaların ilmidir. Şüphe yok ki bu farizaları
belirleyen ve size tavsiye eden Allah, ta ezelden beri âlim ve
hakimdir. Bundan
dolayı bunların hepsini, Allah Teâlâ'nın, ilim ve hikmeti ile farz ve
takdir
buyurmuş olduğunda dünya ve ahiret fayda ve menfaatinize uygun
bulunduğunda hiç
şüphe etmeyiniz. Bu paylaşmanın doğru olduğunu, noksan aklınız kavramaz
da
"kadınlara hiç verilmeseydi veya eşit verilseydi, yahut şu yönü şöyle
olsaydı"
gibi düşüncelere saplanacak olursa, onu Allah'ın ilmine havale ediniz
ve gereği
ile amel ediniz.
12-
"Sizin
terekenizden o kadınlara sekizde
bir hisse vardır..." Kocası vefat eden kadınlara bu şekilde terekeden
miras ayırmakla Bakara sûresindeki "İçinizden ölüp de geride eşler
bırakan
erkekler, kadınlarının, evlerinden çıkarılmayarak, bir yıla kadar
bakılmasını
vasiyet etsinler... " (Bakara 2/240) âyetindeki iddet nafakasının hükmü
kaldırılmıştır. (Bu âyetin tefsirine bkz.)
Eğer
ölen bir erkek veya kadının usul ve furuû olmayıp, kendisine zayıf
bir derece ile Kelale olarak varis olunuyor da kendisinin bir erkek
veya
kızkardeşi bulunuyorsa, bunlardan her birinin miras payı terekenin
altıda
biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu durumda
kardeşler mirasın üçte birini aralarında eşit olarak taksim ederler
"erkeğe iki kadın payı kadar" değil, çünkü buradaki erkek ve kız
kardeşten maksat, âlimlerin ittifakı ile anne bir kardeşlerdir. Bunun
için
vasıflarında erkeklik hükmü yoktur. En yüksek paylarının üçte bir
olması da
anne yerini tuttuklarını gösterir. Diğer kardeşlerle ilgili hükümler,
sûrenin
sonunda gelecektir. (Oraya bakınız)
KELÂLE:
Baba, anne ve çocuk yönlerinden başka olan, yani ata ve çocuk
zincirini oluşturan soy direğinin dışında bulunan akrabalık demektir.
Bu
kelime, aslında yorulup kuvvetten düşmek veya etraftan kuşatılmak
mânâlarına
bir masdar olup birincisinde kelal (zayıflık), ikincide iklil (taç) ile
aralarında ilişki vardır. Bu yakınlık baba ve çocuk yakınlığına oranla
zayıf
veya onun başını yahut etrafını sarmış bulunduğundan bu isim ile
adlandırılmıştır. Karabet, yakınlık sahibi mânâsına geldiği gibi,
kelale de
kelale sahibi mânâsına olarak ne çocuk ne de baba ve anne bırakmamış
olan
mûrise (kendisine varis olunan kimseye); bir de ne çocuk, ne baba ve ne
de anne
olmayarak kalan mirasçıya da (kelale) denilir. Mesela: Kardeşlik bir
kelale,
usul ve fürûdan bir şey bırakmadan ölen kardeş bir kelale, onun
arkasında kalan
kardeş, amca, hala ve diğerleri de hep kelaledir. Bu âyetteki de
birinci mânâ
ile temyiz, kelâle sahibi mânâsına göre de hal veya nin haberi olur.
Birincisinde miras yönünü, ikincide ise varis veya miras bırakanın
durumunu
gösterir ki, netice olarak hüküm birdir. Kelalenin tefsirinde sahabenin
söylediği sözler ve münakaşaları çoktur. Hz. Ebu Bekir es-Sıddık
(r.a.)'ın
benimsediği görüşe göre kelale, anne ve baba ve çocuklardan başkasıdır.
En
seçkin ve sahih söz de budur. Hz. Ömer (r.a.) "Kelale, çocuklardan
başkasıdır." dermiş. Ve sorulduğu zaman: "Ben kelale, çocukları
olmayandır görüşünde bulunuyorum, bu konuda Ebu Bekir'e karşı gelmekten
utanıyorum. Kelale baba ve çocuklardan başkasıdır." dediği de rivayet
edilmiştir. Kelale, mirası bir burada, bir de sûrenin sonunda vardır.
Hz. Ömer,
oradaki "onun çocuğu yoktur" kaydını kelalenin tanımlamasına bir
işaret gibi düşünürmüş.
Hem
vasiyyetin ve hem borcun kaydıdır. Yani vasiyyet veya borç ki
varislere zarar vermeye kalkışılmayarak yapılmış olsun. Bu bakımdan
önce
varislerden hiçbirine vasiyyet geçerli olmaz, zararlı olur. Bunun
diğerlerine
zarar olduğu ve hak ettikleri miras payını bozacağı açıktır. Demek ki
bu kayıt
ile bu miras âyetleri âyetindeki vasiyet hükmünü, kaldırmıştır. "Dikkat
ediniz, hiçbir varise vasiyyet yoktur." hadis-i şerifi de bu hükmün
kaldırıldığını
açıklamıştır. Aynı şekilde yabancıya veya varis olmayan akrabalara da
malın
üçte birinden fazla vasiyyet geçerli olmaz, varislerin müsadelerine
bağlı olur.
Çünkü peygamber tarafından yapılmış olan vasiyyet, malın üçte biri
olarak
açıklanmıştır. Fazlası, varislere zarar vermektir. Vasiyyet, ne kadar
olmalıdır? Sorusuna karşı Hz. Peygamber (s.a.v.) bir meşhur hadiste:
"Üçte
bir, üçte bir de çoktur. Varislerini zengin olarak bırakman, onları
fakirlik ve
ihtiyaç içinde bırakmandan hayırlıdır." Bundan dolayı malı az olanların
üçte birini vasiyyet etmeleri bile hoş karşılanmıyor. Vasiyyetin böyle
malın
üçte birinden geçerli olması da, ölüm hastalığındaki bir kimsenin
varislerine
karşı hukuki durumunun, miras açısından bir erkeğe karşı bir kadının
durumuna
benzediğini anlatır. kuralı hüküm açısından bunda da geçerlidir.
Terekenin üçte
bire ölü için vasiyyet hakkı, üçte ikisi varislere miras hakkı oluyor.
Borcun
varislere zarar verme kasdı ile olmasına gelince, bu da ölüm
hastalığında yalan
yere borç ikrar etmesi ile olur. Bunun için, ölüm yatağında yalnız
ikrar ile
sabit olan borç, mirastan önce ödenmez, varisin iznine bağlı olur. İşte
bu
zarar verme kaydının burada zikredilmesi, kelale varislerine zarar
vermesi
kasdı çoğunlukla mümkün olmasından ileri gelir.
Allah
Teâlâ bunları, kendi tarafından bir vasiyyet olarak emir ve tavsiye
ediyor. Bu da öbür âyetteki gibidir. Ve bununla hem mânâ bakımından iki
durumun
farklı olmasına uygun birer pekiştirme yapılmış, hem de bu âyetin
sonundan,
önceki âyetin başına bir "son tarafı baş tarafa geri çevirmek" güzel
edebî sanatı gösterilmiştir. Allah her şeyi bilendir. Zarar verme
kasdında
bulunanları bilir, fakat hâlim (sabırlı) olduğundan ceza vermede acele
etmez.
Bundan dolayı bu hilme (yumuşak muameleye) aldanıp zarar vermeye
kalkışmamalı,
yapılacak olan vasiyyeti Allah rızası için yapmalı, Allah'ın
vasiyyetlerine
uygun hareket etmelidir.
13-14-15-FAHİŞE:
Haddini aşmış, pek çirkin, aşırı
edepsizlik demektir. "El-Fahişe" de zinanın bir ismidir.
Kadınlarınızdan
yani müslüman kadınlarından zina yapanlar, Allah'ın
çizdiği nikah hududunu aşıp onun zıddı olan, o bilinen çok kötü işi
kendi
isteği ile yapanlar oldu mu siz erkeklerden şahitlik etmeye ehil dört
şahidin o
kadınlara karşı şahitlik etmeleriyle ispatlamayı isteyiniz olaydan
sonra zaman
aşımı olmadan derhal şahitlik ederlerse -ki bunda zaman aşımı
şehirlerde bir
ay, biraz uzak köylerde dört ve en fazla altı ay olmak üzere
belirlenmiştir.-
Kadınların bu şekilde suçlulukları sabit olduktan sonra o kadınları,
ölüm
canlarını alıncaya veya Allah kendilerine bir yol açıncaya kadar
evlerde
hepsediniz. Bununla zina eden kadının cezası, Allah'ın diğer bir hükmü
ininceye
kadar bir müddet için "ölünceye kadar ebedî hapis cezası" olmak üzere
belirlenmiştir. Bundan dolayı Nûr sûresindeki: "Zina eden kadın ve zina
eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun." (Nûr 24/2) âyetleri
indirilince bu ebedî hapis cezası hükümsüz olmuştur ki kaydının gereği
de
budur. Şahitlik hakkındaki hüküm ise, zinanın tesbit edilmesi hususunda
sağlam
bir esas olarak kalmaktadır.
16-
Erkeklerden zina edenlere gelince: Sizden onu
(zinayı) yapanların ikisine de eziyet ediniz. Yani miktarı size
bırakılmış
olmak üzere sözlü veya fiili azarlama ile terbiye ediniz. Burada diye
ikil kipi
ile ifade edilmesi karışıklığa sebep olmuştur. Müfessirlerin çoğu
bundan
kasdedilenin, zina eden erkek ile zina eden kadın olduğunu
söylemişlerdir.
Fakat bu şekilde erkeğin cezasının, kadından hafif olması, kadının
müebbet
hapsinden başka diğer bir azarlama ile de cezalandırılması ve eziyetin
hapsi de
kapsadığı düşünüldüğü takdirde de anlatımda tekrar bulunması lazım
geleceğinden
dolayı uygulamasında âlimler ihtilaf da etmişlerdir. Bazıları, bu
âyetin
indirilmesi daha sonra olup önce kadın hakkında âyetinden anlaşılan
mânâ üzere
müebbed hapsin hükmünü kaldırmış ve daha sonra Nûr sûresindeki âyet ile
de
burada kapalı olarak anlatılan azarlama, açıklanarak şer'î cezaya
çevrilmiş
olduğunu söylemişlerdir ki, en uygun olan da bu olsa gerektir. Diğer
taraftan Mücahid'den
bu âyetin zina hakkında değil, erkekler arasındaki cinsel sapıklık
hakkında
olduğu ve bundan dolayı iki erkekten ibaret bulunduğunu nakletmiş.
İsfahanlı
Ebu Müslim de bunu tercih etmiştir.
17-
Allah
Teâlâ'nın kesin olarak kabul edilmesini
söz verdiği ve taahhüd ettiği tevbe, ancak bir cahillikle bilmeyerek
günah
işleyip de
18-
sonra
çok geçmeden tevbe eden, günahında ısrar
etmeyen kimselere aittir. Yoksa günahları işleyip işleyip de nihâyet
her birine
ölüm gelip çattığı zaman ben şimdi tevbe ettim, diyenlere bir de kâfir
olarak
ölenlere tevbe yoktur. Şu halde bu ikisi arasında bulunan, yani bilerek
günah
işleyen, çok geçmeden tevbe etmeyip günah işlemeyi alışkanlık haline
getiren ve
böyle iken can çekişme haline gelip hayattan ümidini kesmeden önce
tevbe
edenlerin tevbelerinin kabul edilmesi kesin değildir. Allah'ın
iradesine
kalmıştır. Bu konudaki araştırmanın sonucu şudur: Can çekişme
durumundan önce
henüz hayattan ümitsiz olmadığı halde küfürden tevbe ile iman etmek
geçerlidir.
Fakat can çekişme halinde hayattan ümit kesme durumunda küfürden tevbe
etmek ve
iman etmek geçerli değildir. İman ettikten sonra iyi amel yapabilecek
bir zaman
bulunmalıdır. Fakat günah işlemiş müminin son nefesindeki tevbesi de
geçerli
olabilir. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz..." (Zümer,
39/53) Şu kadar varki, tevbenin kabul edileceği de kesin olarak vaad
edilmiş
değildir. Bu âyetler işte bunu anlatmıştır. Günahların akibeti, böyle
acıklı
azab, tevbenin hükmü de öyle olduğu için, evlenmekle ilgili haramlara
aşağıdaki
şekilde çok dikkat etmek gerekir:
19-
"istemedikleri halde kadınlara zorla varis
olmanız size helal değildir." Cahiliyyede bir gelenek varmış: Bir adam
yakınlarından biri vefat ettiği zaman, kalan karısının veya çadırının
üstüne
elbisesini atıp, "kendisine varis olduğum gibi karısına da varis
olacağım" dermiş ve böyle dedi mi, o kadına herkesten daha fazla hak
sahibi olurmuş; dilerse onu eski mehirden başka bir mehir olmaksızın
evlenirmiş, dilerse başkası ile evlendirir, mehrini alır ve kadına
ondan bir şey
vermezmiş. Ve isterse ölen kocasından alacağı olan mehirden vazgeçirmek
için
" = adıl" yapar, yani kendisi onunla evlenmez, başkası ile
evlenmesine de engel olurmuş. Eğer kimse onun üzerine abayı (elbiseyi)
atmadan
kadın kendi akrabalarının yanına gidebilirse kendine sahip olabilirmiş.
Bazıları da hanımından hoşlanmaz ve bununla beraber kadının malı
bulunduğundan
dolayı, mirasına konmak için zorla onu yanında tutar, ölümünü gözler,
iyi
geçinmezlermiş. İşte bu âyet ya önceki sebep veya bu sebepten dolayı
indirilmiştir.
Şu halde önceki sebebe göre helal olmayan mirastan maksat, kadınların
kendilerine mirasçı olmaktır. Kadın mirasçı olmaz. İkinciye göre de
mallarına
mirasçı olmaktır. Yani zorla kadını tutup malına konmak da helal olmaz.
Diğer
taraftan bazıları da kadına ihtiyacı bulunmadığı halde onunla evlenir,
iyi
geçinemez, bırakmak da ister. Fakat mehrini, nafakasını vermemek ve
hulu'
(belirli bir miktar para karşılığında kadını boşanmaya) mecbur etmek
için
kadını sıkıştırırdı. Bunlara karşı da şöyle buyurulmuştur: Kadınlara
verdiğinizin bir kısmını bile almak için kendilerine baskı yapmayınız,
evlilik
haklarından men etmeyiniz, ancak pek açık bir şekilde, karı-koca
arasını
bozacak aşırı bir edepsizlik veya bir zina yapmış olurlarsa başka.
Ancak o
zaman ayrılmaya onlar sebep olacaklarından hulu' (boşamaya karşılık bir
mal)
isteğinde mazeretli olabilirsiniz, yoksa yapmayınız. Kadınlarınızla
İslâm'ın
inkar etmeyeceği uygun şekilde iyi geçininiz. Burada maruftan maksat,
yatak ve
harcama hususlarında insaflı, sözde, sohbette tatlı bulunmak gibi
özelliklerdir. Eğer kadınlar hoşunuza gitmez ve sohbetlerinden
bıkarsanız
olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda bir çok
hayırlar
yaratmış bulunur. Bundan dolayı onları yukarda olduğu gibi, kadınlar
tarafından
bir gerek olmaksızın yalnız nefsinizin hoşlanmamasından dolayı onlardan
ayrılmaya kalkışmayınız, geçimlerine sabrediniz
20-
ve
eğer bir hanımı boşayıp yerine diğer bir
hanımla evlenmek isterseniz o hanımlardan birine yüklerle, yani çok
miktarda
mal da vermiş olsanız o verdiğiniz maldan hiçbir şey almayınız. Siz o
malı
kadına iftira ederek veya açık bir vebal yükleyerek mi alacaksınız? Ne
çirkindir, hiç bu yapılır mı?
21-
Hem
nasıl alabilirsiniz ki siz bundan önce
birbirinizle birleştiniz, başbaşa kaldınız. Bununla mehir kesinlik
kazandı,
karşılığı alındı, size hizmet hakları sabit oldu ve daha birçok şey
yapıldı ve
onlar sizden bundan önce pek kuvvetli bir söz ve anlaşma da aldılar. Bu
anlaşma, Allah'ın emri ve Peygamberin sünneti üzere yapılan nikah akdi
ve
hükümleridir ki, bununla " Ondan sonra ya kadınları iyilikle tutmak, ya
güzellikle salmak vardır." (Bakara, 2/229) âyetinin mânâsına göre hayat
devam ettiği müddetçe güzel bir şekilde arkadaşlık ve iyi geçinme
olamadığı
takdirde güzellikle memnun ederek boşama sözü verilmiştir. Halbuki
Allah'ın
koyduğu sınırlara tecavüz edenler zâlimler, söz verdikten sonra
anlaşmalarını
bozanlar ise zarar edenlerdir. "Kim sünnetimi terkederse o benim
ümmetimden değildir." buyuran Hz. Peygamber de "Siz onları Allah'ın
emanetiyle aldınız ve Allah'ın kelimesi ile helallandınız" yüksek
açıklaması ile bu anlaşmanın ağırlığına işaret etmiştir.
22-Bundan
sonra nikahı helal olmayıp haram olan
kadınlarla helal olanların açıklanmasına başlanıyor, şöyle ki bir de
atalarınızın, yani baba ve dedelerinizin nikah etmiş olduğu kadınların
ölmüş
gitmiş olanlardan başka hiç birini nikah etmeyiniz, atanızın el sürdüğü
kadına
el sürmeyiniz.Cahiliyye devrinde yaşayanlar, kadınlara varis olma
meselesinden
de anlaşıldığı üzere ölümünden sonra babalarının hanımları ile
evlenirlermiş.
Bu âyet ile bu kötü gelenek kayıtsız ve şartsız yasaklanmıştır. Ve
yaygın bir
cahiliye geleneği olduğundan dolayı haram kılınan diğer şeylerden önce
özel bir
şekilde yasaklanmıştır. Bundan dolayı İslâm dininde baba ve dedelerin
sahih
nikah ile yalnız evlenme akdini yaptıkları, el sürmedikleri veya fasit
(geçersiz) nikah ile nikah akdini yapıp el sürdükleri, yahut nikah akdi
olmadan
sözleşme yaptıkları kadınlardan hiçbiri ile oğulları ve torunları
evlenemezler.
Çünkü nikah kelimesi, lügatta birleşme mânâsına olmasından ötürü,
kucağa çekmek
mânâsında kullanılabileceğinden nikahlı kadında bu da düşünülebilir.
İstisnası
şu iki mânâyı gösteriyor: Birincisi, ölmüş gitmiş olan
kadınların nikah edilmelerine imkan olmadığından dolayı "Deve iğnenin
deliğinden geçinceye kadar" (A'raf, 7/40) cinsinden imkansız bir şeye
bağlı tutmak ile mübah olma kapısını tamamen kapamaktadır. İkincisi de
her
nasılsa geçmişte olan olmuş, geçen geçmiş, bundan sonra sakın
yapmayınız; bir
kerre olmuş oldu, artık vaz geçilmez, tevbe edilmez sanıp da ısrar
etmeyiniz,
hemen ayrılınız. Çünkü bu durum, yani oğulların, torunların atalarının
nikahlı
karıları ile evlenmeleri pek çirkin bir şey, bir fuhuş nefret edilen ve
buğzedilen ve pek kötü bir yoldur. Geçmişte de böyle idi, bugün ve
yarın da
böyledir. Cahiliyye devrinde bile şeref ve itibarını bilenler bundan
nefret
ederlerdi.
23-Şimdi
bundan başka diğer haram kılınmış
hanımları dinleyiniz: Ey müminler! Size şunların nikahı haram kılındı:
1-
Anneleriniz, kendi anneleriniz, babanızın ve annenizin anneleri ve
onların anneleri, nineleriniz. Ataların hanımlarını nikah etmek
kayıtsız
şartsız haram olunca, annelerin ve ninelerin haram olduğu da öncelikle
anlaşılmış ise de önemine binaen özellikle açıkça belirtilmiştir.
2-
Kızlarınız ki ,gerek bizzat kendi çocuklarınız olan kızlar, gerek
oğullarınız veya kızlarınızın kızları olan torunlarınız, gerekse
torunların
torunları kızlar...
3- Kız
kardeşleriniz ki, gerek anne-baba bir, gerek baba bir, gerek anne
bir bütün kızkardeşleriniz.
4-
Halalarınız yani babalarınızın, dedelerinizin kızkardeşleri olan genel
olarak bütün halalarınız, bibileriniz.
5-
Teyzeleriniz, yani annelerinizin ve ninelerinizin kızkardeşleri olan
büyük küçük bütün teyzeleriniz.
6- Ve
kardeşinizin kızları, gerek çocukları ve gerek torunu olsun
yeğenleriniz.
7- Ve
kızkardeşlerinizin kızları, aynı şekilde bütün yeğenleriniz.
Buraya
kadar açıklanan yedi mahrem (nikah düşmeyen yakın akraba) neseb
yönünden yakın olan akrabalardır.
8- Sizi
emzirmiş olan anneleriniz, yani süt anneleriniz ve nineleriniz...
9-
Sütten kız kardeşleriniz, yani süt kızkardeşleriniz.
Çünkü
süt emzirenlere anne, emenlere kardeş denilmiş olması, bunlarda
neseb vasıfları ve hükümlerinin geçerliliğini gerektirir. Süt anneler,
süt
kızkardeşleri bulununca süt babalar, süt kızlar, süt halalar, süt
teyzeler, süt
kardeş ve kızları hep var demektir. Bundan dolayı süt emmeden dolayı
haram
olanların da bu kıyas üzere yukarda olduğu gibi yediye ulaşacağı ve bu
ikisinin
söylenmesi ile yetinilmiş olup geri kalanların zikredilmediği
anlaşılır. Gerçi
birşeyin bildirildiği yerde bazı şeyleri zikretmemek hasr (daraltma)
ifade
ederse de delalet-i iltizamiyye (Bir lafzın vaz olunduğu mânânın
lazımına yani
o mânâ ile beraber bulunması zaruri olan diğer bir mânâya delaleti) ile
işaret
bulununca diğer mânâların düşmesi söz konusu olamaz.
Gerçekten
Hz. Peygamber (s.a.v.)bu işareti açıklamak veya bu kapalılığı
açıklamak için "Nesebden haram olanların hepsi, süt emmeden de haram
olur."
buyurmuştur.
10 - 14-
Bundan dolayı burada "o ikisine mukayese et" meâlinde
bir işaret ve icaz (kısaltma) bulunduğu ve bu şekilde buraya kadar
neseb ile
yedi,süt emmeden de yedi olmak üzere toplam olarak on dört nikahı
düşmeyen
kadın sayılmış olduğu unutulmamalıdır. Bundan sonra da evlenme ile
meydana
gelen akrabalıktan haram olanlara geliyoruz.
15-
Kayıtsız şartsız kadınlarınızın, yani ister kendisiyle zifafa girmiş
olduğunuz ve ister zifafa girmediğiniz nikahlı hanımlarınızın anneleri,
kaynanalarınız.
16-
Kendisiyle birleştiğiniz kadınlarınızdan doğmuş karılarınızdan olma
umumiyetle himayenizdeki üvey kızlarınız. Eğer anneleri ile cinsi
temasta
bulunmamış iseniz üvey kızlarınızla evlenmenizde bir mahzur yoktur.
Demek ki
anneleriyle birleşmek kızları haram kılar. Kızları yalnız nikah etmek
de
annelerini haram kılar.
17-
Sulbunüzden bizzat ve dolaylı olarak gelen oğullarınızın eşleri olan
gelinleriniz ki, bütün torunların eşlerini de kapsar. "sülbünüzden"
kaydı ile, üvey oğullar ve oğulluklar (evlatlıklar) bu hükümden
çıkarılmıştır.
18-19-
İki kızkardeşle bir arada evlenmeniz, aynı şekilde biri erkek
sayıldığı takdirde diğeri ile evlenmesi caiz olmayan iki kadının,
mesela bir
kızla halasının veya teyzesinin birlikte nikah edilmesi de iki
kızkardeşin bir
arada nikah edilmesi gibi haramdır. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.)
meşhur
bir hadisinde buyurmuştur ki: "Bir kadın ne halasının, ne teyzesinin ne
kardeşin kızının ne kızkardeşinin kızının üzerine nikah olunmaz", ancak
eski devirlerde geçmiş olanlar başka. Onlardan dolayı sorumluluk
yoktur. Çünkü
bu şekilde evlenme Yakub (a.s.) şeriatında vardı. Şüphesiz ki Allah
gafur (çok
bağışlayan), rahim (çok merhamet eden)dir. Fakat şimdi ve gelecekte
bunlar
yasak ve haramdırlar.
24-
Bir de
harb esiri olarak sahibi bulunduğunuz
cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz de size haram kılındı.
Bütün
bunlar Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunların dışında
kalanlar
ise iffetli olarak zina etmeksizin mallarınızla mehir vermek suretiyle
evlenmek
istemeniz size helal kılındı. O halde onlardan nikah ile faydalanmanıza
karşılık mehirlerini kendilerine verin ki, bu farzdır. O mehri takdir
edip
kesinleştirdikten sonra birbirinizi razı etmenizde bir mahzur yoktur.
Şüphesiz
ki Allah her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Harp
esiri olarak sahip olduğunuz cariyeler müstesna olmak üzere bütün
evli hür kadınların hepsi de size haram kılındı. Bununla dan buraya
kadar özet
olarak on beş, uzun uzadıya açıklandığında, yirmi, yirmi bir çeşit
kadınla
evlenmek haram edilmiş oldu. Demek ki gerek müslümanların, gerek
zımmilerin ve
gerek kendileri ile savaş halinde bulunulan kimselerin nikahı altında
bulunan
ve hür olan bütün kadınların da genel olarak nikahları haramdır. Ancak
savaşta
esir olup hürriyetlerini kaybetmiş bulunan cariyelerin nikahı genel
olarak
haram değildir.
Buradaki
on kırâetin hepsinde dın fethasiyle, bundan başka yerlerde ise
gerek ve gerek Kisâî kırâetinde ın esresi ile, diğer kırâetlerde yine
fetha ile
okunur. Biri dan ism-i meful (edilgen ortaç), biri de ism-i fail (etken
ortaç)
kipidir. İhsan, lugatte sarplık ve sağlamlık demek olan "hasenet"ten
türemiş olup bir yeri kale gibi sağlam yapmak ve kocanın karısını,
nikahı düşen
kimselerden korumak mânâlarına müteaddi (geçişli), ırzını koruyup
iffetli olmak
veya evlenmek mânâlarına lazım (geçişsiz) olur. Kur'ânda da evlenme,
veya
hürriyet veya İslâm veya iffet olmak üzere dört mânâ ile ilgili olup
yerine
göre kendisine uygun düşen mânâya yorumlanır. Bundan dolayı burada
muhsanât
evli yani kocası olan ve istisnası ipucu ile de hür olan kadınlar demek
olduğu
apaçıktır. Yemin, aslında sağ el mânâsına olduğundan milk-i yemininiz
demek
ellerinizle meşru bir şekilde hakkıyla kazandığınız mülkleriniz
demektir ki, en
fazla köle ve cariyelerde kullanılır. Burada söz konusu, kadınlar
olduğu için
bundan maksat hakkıyla sahip olduğunuz köle kadınlar demek olduğu da
apaçık
bellidir. Bunlar, kadınlardan istisna edilince geride yalnız hür
olanlar kalır.
Ve genel şekilde nikahları haram kılınan muhsanatın da hür olan kocalı
kadınlar, demek olduğu anlaşılır. Demek olur ki, hür olmayan kadınlar
evlenmiş
olsalar da hür kadınlar gibi genel şekilde haram değildirler. Bunlar,
özel
hükümlere tabidirler. Bunların haram olanları bulunabileceği gibi helal
olanları da bulunabilecektir. Çünkü dârü'l-harbdeki (İslâmın elinde
olmayan,
her zaman savaş yeri olabilecek yer) karılığın ilk tutsaklık sırasında
hükmü
kalkabilir de sahiplerine helal olurlar. Yoksa bundan, evlendirilmiş
köle kadınlarla,
nikah altında iken kayıtsız şartsız sahiplerine helal olacağı gibi bir
mânâ
anlaşılmamalıdır. Yani istisna, kayıtsız şartsız haram olmaktan değil,
genel
olarak haram olmaktan çıkarmaktır. Olumsuzluğun kapsamı yolu ile köle
kadınların helal olduklarını genelleştirmek için değil, kapsamı olumsuz
kılmak
yolu ile haramlığın, hepsini içine almasını önlemek içindir. Diğer
taraftan bu
istisna bundan sonraki ikinci âyette açıklanacak mânâya bir çeşit
işareti de
içerir.
Bu ibare
yukarıda ki "size haram kılındı..." hükmüne bağlıdır.
Yani yukarıda olduğu gibi anlatılan kadınların haram kılınması
üzerinize kesin
şekilde yazılmış bir Allah yazısıdır. Bunların nikahının haram
kılınması insana
ait bir padişah buyruğu değil, bir Allah buyruğu gereğidir. Nikah bağı
ve
muamelesinin şahsa ait olan bir takım sosyal, hukuki ve ahlâki
gerekleri
vardır. Bu şekli ile soydan ileri gelen evlenme yasağı, yakın
akrabalıktan
ileri gelen evlenme yasağı, sütten ileri gelen evlenme yasağı ve
nikahla
meydana gelen akrabalıktan ileri gelen evlenme yasağı ve evli olmaktan
ileri
gelen evlenme yasağı, evlenmenin ve aile meydana getirmenin mahiyetinin
gereği
ve ilâhî kanun ile çizilmiş sınırlar ve temel haklardır.
Bunlarla
evlenmek haram kılındı ve bunların dışında kalan kadınlar size helal
kılındı ki siz erkekler muhsin kendisini haramdan saklayıp zina
yapmadan, yani
iffetinizi koruyarak ve zinadan sakınarak mehir veya para olacak
mallarınızla
nikahlarını veya mülkiyyetlerini isteyesiniz. Muhsin olmak, iffetini
korumaktır
ki buna ihsan veya nefsi tahsin etmek (kale gibi sağlamlaştırmak) da
denilir.
Müsafaha, "sefh" kökünden türetilmiş müfaale babıdır. Sefh, aslında
kan ve su kategorisi sıvıları döküp akıtmak demek olduğundan müsafeha
veya
sifah, sırf suyunu boşaltmak, yani her iki tarafın (kadın ve erkeğin)
üreme ve
türeme maksadında bulunmayıp yalnız su akıtarak cinsel arzularını
gidermek
mânâsını ifade eder. Ve bunun için zinaya sifah denilir. Demek olur ki,
yukarıda olduğu gibi kadınların helal kılınmasından esas maksat, yani
nikahın ve
odalık almanın meşru olmasının hikmeti, nefsi tahsin (kale gibi
sağlamlaştırmak) ve üremedir. Nefsani arzuları gidermek de buna
bağlıdır. Yoksa
yalnız şehveti gidermek maksadı ile nikah veya cariye edinmek caiz
değildir. Bu
maksat da ya gizli veya açıkça olur. Gizli olur, yani yalnız kalbde
kalırsa
nikah akdi görünürde sahih olsa da dini yönden helal olmaz. Fakat
görünürde
kapalı ve belirsiz olursa, mesela evlenme akdinin yalnız faydalanma
maksadı ile
olduğu açıkça söylenir veya geçici bir müddet ile sınırlandırılırsa, bu
şekilde
nikah hem dini açıdan, hem de hukuki açıdan geçersiz olur. Bundan
dolayı
kaydından tamamen anlarız ki, müt'a nikahı, başka bir ifade ile metres
tutmak
helal değildir, bir zinadır. Erkekle kadın arasındaki doğuştan var olan
ilişkinin
yaratılış hikmeti, hayatın akıcı suyunun, yalnız kısır bir zevk için
yok
edilmesi değil, "Ondan eşini yaratan ve her ikisinden de birçok erkek
ve
kadın türetip yeryüzüne yayan." (Nisâ, 4/1) hükmünün tecellisidir.
Bakara
sûresinde "Kadınlarınız sizin tarlanızdır." (Bakara, 2/223)
buyurulmuştur. Burada, "Kadınlarınız sizin eğlenceniz."
denilmemiştir. "Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın." (Âli İmran
3/191), daha esasında "Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan
O'dur"
(Bakara, 2/29) âyetinden anlaşıldığı üzere insanların nefislerinde ve
ırzlarında aslolan mübah olmak değil, haram olmaktır. Ve bunun için
burada da
önce haram kılınmış kadınlar sayılmış, daha sonra zina yapmaktan
sakınmak ve
evlenme gayesi üzerine ve mallar karşılığında evlenmek istemeye müsaade
olunarak evlenmenin helal olduğu açıklanmıştır. Kısaca nikah, zinanın
zıddıdır.
Zina batıl olup meşru değildir. Yaratılış gayesini değiştirmeye
çalışmaktan
başka bir şey değildir. Nikahın, iyi niyetle ve geçici olmamak üzere
akdedilmesi lazımdır. Bir de kaydı şunu gösteriyor ki, mehir nikahın
gereklerindendir. Nikah denildi mi karşılığında bir mal söylenmemiş
olsa bile
mutlaka bir mehirden uzak olmayacaktır. Bundan dolayı bu şartlar
altında o
helâl kadınlardan herhangi birisinden faydalanmak isterseniz onların
ücretlerini, yani namuslarının karşılığı olan mehirlerini bir farz
olarak
veriniz. Zifaf ile mehrin tamamı kocanın boynunun borcu olur. Bakara
sûresinde
zifaftan önce boşanma gerçekleşmiş ise "Belirlediğiniz mehrin yarısını
kendilerine verin." (Bakara, 2/237) buyurulmuştu. Öyle olmakla beraber
mehir farz edilip belirlenip, adlandırıldıktan sonra her ikinizin
karşılıklı
rızası ile yaptığınız indirim veya borçtan kurtulmada günah yoktur.
Çünkü
yukarda "Kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer kendi
istekleriyle mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin."
(Nisâ, 4/4) buyurulmuştu. Şüphesiz ki, bunları böyle emreden Allah alîm
(çok
iyi bilen) hakîm (hüküm ve hikmet sahibi)dir. Şimdi özellikle köle
kadınların
nikahına gelelim:
25-
Burada
muhsenat, sahip olma karşılığı
olduğundan hür kadınlar mânâsınadır. Yani içinizden her kim hür kadın
ve imanlı
olan kadınlarla evlenecek fazla bir mali güce sahip değil ise sahip
olduğunuz
genç ve imanlı cariyelerinizden nikah etsin. Hür bir kadını yoksa veya
hür
kadın almaya mali gücü yetmiyorsa mümin cariye ile evlensin. Çünkü
cariyenin
masrafı azdır. Fakat her zaman mümin kadını tercih etmelidir. Mümin
kadın ve
cariye nikahını mutlak surette bir alçaklık saymasın, çünkü Allah
imanınızı en
iyi bilendir siz birbirinizdensiniz; müminlerin hür olanları ile
olmayanlarınız
bir dinden, bir cinstensiniz. İyi niyetle onlarla evlenmek,
gerektiğinde bir
erkek için alçaklık değildir. Zina tehlikesi, daha büyük bir
alçaklıktır. Şu
kadar var ki, cariyeleri hür kadınlara tercih etmek de hür kadınların
haklarına
tecavüz etmektir. Bunun için nikahı altında bir hür mümin kadın bulunan
bir
adamın, onun üzerine cariye ile evlenmesi asla caiz olmayacağı gibi,
bir mümin
hür kadınla evlenebilme gücüne sahip hür bir erkeğin de cariye ile
evlenmesi
mekruh veya haramdır. Ve o zaman cariye nikahı bir aşağılıktır. İmam
eş-Şafiî
hazretleri âyetin mefhum-i muhalifini göz önünde bulundurarak buna
haram demiş
ise de İmam-ı Âzam mekruh olduğunu söylemiş, haram olanın yalnız hür
kadın
üzerine köle kadınla evlenmeye kalkışmak olduğunu açıklamıştır.
Köle
kadınla evlenmenin sahih olmasının şartına, hükmüne ve gayesine
gelince cariyeleri sahiplerinin izni ile nikah ediniz ve mehirlerini
veya
nafakalarını kendilerine iyi şekilde güzelce veriniz ve bunları
"Fuhuşta
bulunmayarak, gizli dost da edinmeyerek namuslu yaşadıkları halde..."
vasıfları ile vasıflanmış olmaları üzere, bu durumları yaşamaları
maksadı ile
onlarla evleniniz.
"Haden"in
çoğuludur. Yani gizli dost tutmak demektir. Cahiliyye
devrinde iki çeşit zina vardı. Birisi herkesin gözü önünde açıktan
genelev
işletmek, diğeri de birini dost tutarak özel bir şekilde gizlice zina
etmekti.
Ve bu şekildeki zinalar, çoğunlukla cariyelerle yapılırdı. İslâmda
bunların
ikisi de yasaklanmıştır. Dikkate değerdir ki, hür kadınlara aid olan
âyette,
erkeklerin zinası, burada da kadınların zinası açık olarak
yasaklanmıştır. Bu
ise büyük bir edeb ve belagati içermektedir.
İlk önce
hür olan kadınların zinaya tenezzül etmeyecekleri ve onlar
hakkında fuhuş ve zina ihtimalini düşünmek bile uygun olmadığını ve
böyle bir
ihtimal olsa olsa erkekler yüzünden ve erkeklerin iffetsizliği
dolayısıyla
tasarlanabileceği, cariyelere gelince bunların zarurete binaen zina
aşağılığına
düşebilmeleri pek düşünülebilen ve hatta cahiliyye devrinde âdet olduğu
ve
bununla beraber bunun da yine erkeklerin ahlâksızlığından meydana
geldiği ve bu
sefaleti (alçaklığı) kaldırmak da erkeklerin elinde bulunduğu, erkekler
iyi
niyetle hareket edip vazifelerini yerine getirdikleri takdirde bunların
da bu
sefaletten kurtulacağı ve bundan dolayı müslümanların hep bu iffet ve
iyiliğinin gayesini takip etmelerinin gereği anlatılmıştır.
Bundan
dolayı, cariyeler evlenmekle iffetleri güven altına alındıktan
sonra fuhuş yoluna girerler ve zina yaparlarsa o vakit bunlara da hür
kadınlara
uygulanması vacib olan cezanın yarısı vacib olur. Çünkü bu şartlar
altında
mazeretleri kalmaz ve bununla beraber esir oldukları müddetçe hür
kadınlar
seviyesinde de tutulamazlar. Bunun için cariye ile evlenmek içinden
şehvetin
üstün gelmesi ile bozulmak, günaha girmek, zina tehlikesine düşmek
korkusu
bulunanlar hakkındadır. Yoksa sabretmeniz hakkınızda daha hayırlıdır.
İmam
eş-Şafiî hazretleri buradan ne hür kadın ne cariye, hiç evlenmemeniz
daha
hayırlıdır, ibadet nikahtan daha faziletlidir, mânâsını anlamış ise de
Hanefî
imamlarının dediği gibi bunun cariye hakkında olduğu açıktır. Demek ki,
mehir
ve harcamaya gücü yetenler için şehvetin coşması durumunda nikah
vacibdir. Ve
böyle bir durumda hür kadının mehir ve nafakasına gücü yetmiyecek
olanlara bir
cariye ile olsun evlenmesi vacibdir ve mümin cariyeyi tercih etmesi de
en
azından mendubdur. Çünkü cariyelerin de sefaletten kurtulmaları istenen
bir
husustur. Buna ise mümin cariye hepsinden daha fazla layıktır. Bundan
dolayı
evlenmenin vacib olması da ancak zina korkusu bulunanlar hakkındadır.
Bu korku
olmadığı takdirde cariye ile evlenmek, vacib olmak şöyle dursun mendub
bile
değildir. Çünkü bu evlilikte bir taraftan hür kadınların (itibardan)
düşmelerine sebebiyyet vermek, diğer taraftan neseb soyluluğunu ve
çocukların seçimini
bozmak gibi sakıncaları da vardır. Bunun için Hz. Ömer (r.a.) "Cariye
ile
evlenen her hangi bir hür, hürriyetinin yarısını kaybetmiş olur."
demiştir. Fakat bütün bu sakıncalar zina tehlikesine karşı hiçtir.
Çünkü zina
doğrudan doğruya spermasını yoketmek ve genel bir şekilde gerek erkek
ve gerek
kadınlar için pis bir alçaklık ve insan türü için pek büyük
aşağılıktır. Ve
insandan başka hayvanlar içinde hiçbiri dişisini yalnız suyunu telef
etmek için
takip etmez. İnsanlar, elinde hapsedilen erkek hayvanlar istisna
edilirse
kediler, köpekler bile dahil olmak üzere, hiçbir hayvan kösnümiyen
dişisine
zorla saldırmaz ve işini yalnız aşılama için yapar. Hatta develerin
dişi
sidiğini koklaması aşılanmış olup olmadığını farketmek için olduğu
bilinmektedir. Özetle hayvanların bile hayvanca birleşmelerinde zina
mahiyeti
yoktur. Yaratılış ve fıtratları, başka bir ifade ile iç güdüleri buna
fırsat
vermez. Bu rezillik, bu kısırlık sevdası insanlığı hayvanlardan daha
alçak bir
duruma düşüren bir beladır. Bu musibete düşmektense cariye ile olsun
evlenmelidir. Bununla birlikte bu korku yoksa sabır daha hayırlıdır.
Her ne
kadar evlenmemede de üreme ve türemeden mahrum olmak varsa da "Allah
çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." Halbuki zina edenler için
acıklı
azab vardır. Bu açıklamadan sonra Allah'ın rahmeti gereğince kanun
koyma hikmet
ve maksadına bağlı olarak buyuruluyor ki:
26-
Allah'ın bu kanunu koymasından maksadı, size
helal ve haramı fark ettirip açıkça anlatmak, sizi sizden öncekilerin
sünnetlerine, yani tutup nimet ve mutluluğa erdikleri yollara hidâyetle
yol
göstermek ve cahiliyye devrinde sizden şefkatle bakışını ve rahmetini
çekmiş
iken sizi İslâm ile böyle doğru yola çevirip günahlarınızdan tevbe
ettirerek
üzerinize rahmet ve nimetlerini ardarda vermektir. Yani burada, "Sen,
bizi
doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba
uğrayanların ve sapanlarınkine değil." (Fatiha, 1/6-7) duasına özel bir
cevap vardır. Bu açıklanan helal ve haram hükümleri tamamen yeni teşri
olunmuş
(kanun olarak vazedilmiş) ve hiç denenmemiş bir yol değil, aslında
yaratılış ve
fıtratın gereği olup sizden öncekilerin nimet ve mutluluğa ermelerine
sebep
olmuş denenmiş ve sağlam yollardır. Bundan önce nimetten faydalanan
peygamberler ve salihlerin mutlulukları özellikle bu yolda olmuştur.
Bundan
dolayı burada önceki şeriatların pek güzel bir gelişme ile
yerleştirilmesi
vardır. Bundan sapanların üzerinden Allah'ın gözetimi çekilir ve tekrar
bu yola
girenlere de Allah'ın gözetimi yeniden döner. Çünkü "Şüphesiz ki, bir
millet, kendisini değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez." (R'ad,
13/11),
"Sizden öncekilerin yollarını size göstermek (istiyor)." yüce âyeti
önceki şeriatlardan bazı hükümlerin onaylanmasına delalet ettiği
yönüyle usul
ilmindeki "Allah ve Resulü anlattığı takdirde bizden öncekilerin
şeriatı,
bizim için de şeriattır." kuralını açıkça belirtmiş olduğunda şüphe
yoktur. Ve yine şüphe yoktur ki, burada bu onaylama yukarda olduğu gibi
vahiy
ve Allah'ın açıklaması ile olmuştur. Bununla beraber biz şunda da şüphe
etmiyoruz ki, burada vahy ile onaylamadan başka; özellikle peygamberlik
devrinden sonrası için, hükümlerin illetlerini (sebeplerini) çıkarmada
tecrübenin de büyük bir önemi bulunduğuna özel bir işaret vardır.
Mutlaka
teşriî (kanun koyma) içtihatlarında yalnız kelimelerin delalet
ettikleri mânâ
ile yetinilmeyip tecrübe ile hayatın dış ve hikmete ait akışının da göz
önünde
bulundurulması lazım gelecektir. "Ey akıl sahipleri ibret alınız."
(Haşr, 59/2) emrinde bu nokta pek önemli bir yer işgal etmiştir. Şu
şartla ki,
her hususta olduğu gibi bunda da şehvetten ve hırsla istemeden iyice
sakınmanın
ve olaylara şehvet maksadı ile bakmamanın da bir şart olduğu şimdi
anlaşılacaktır. "Allah, âlimdir, hakimdir." Kanun koyma, bir irade
eseri olmakla beraber Allah'ın kanun koyması ilim ve hikmet ile beraber
bulunuyor. Allah'ın Rahmân olması, sebeplerden önce ise de Allah'ın
Rahim
olması, sebeplerin düzeni üzerinde olur.
27-
O gafur
(günahları bağışlayan) ve Rahim
(merhamet eden) ve herşeyi bilen hikmet sahibi olan Allah, sizin tevbe
ve
durumunuzun düzelmesini görüp üzerinizden devamlı olarak rahmet gözüyle
bakmak
ve mutlu etmek istiyor. O şehvetler (arzular) arkasında koşup
zevklerine tabi
olanlar da büyük bir sapma ile doğru yoldan sapmanızı, kendilerine uyup
haram,
helal tanımıyarak kötülük yollarında dolaşmanızı ve uçurumlara
sürüklenmenizi
istiyorlar. Bundan dolayı siz böyle günah işleyenlerin isteklerine
uymayınız.
28-İctihatlarınızda
davranış ve hareketlerinizde
şehvete değil, hikmete ve Allah'ın açıklamalarına ve önünüzde bulunan
doğru
yolda gidenlerin ahlâk ve davranışlarına uyunuz ve İslâmın teşrî
ilminde (kanun
koyma ilminde) pek büyük bir esas olan şu âyete bakınız: Allah Teâlâ
sizden
ağır yükümlülükleri kaldırıp sorumluluğunuzu hafifletmek ister. Çünkü
insan
zayıf olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı kanun koyma konusunda nefsani
arzulara uymak caiz olmadığı gibi şiddet ve baskı da caiz değildir.
Burada
"Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük
yükleme!"
(Bakara, 2/286) dualarının bir kabul olma işareti vardır ki, "Onların
üzerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır."
(A'raf,
7/157), "Allah size kolaylık diler, size zorluk dilemez." (Bakara,
2/185) "Dinde size bir güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78) âyetleri, aynı
şekilde "Ben size kolay ,toleranslı hanif dinini getirdim." nebevî
hadisi de hep bu kolaylaştırma ve hafifletme düsturunu ifade ediyor.
İnsanlar,
zannettikleri gibi kuvvetli bir yaratık değildirler. Şiddete
dayanamazlar, hafifletmeye
muhtaçtırlar ve İslâm dini, onlara bu hafifliği bağışlamak için
gelmiştir. Bu
esaslardan dolayı nikah hususunda da sertlik ve zorluklar
gösterilmemeli,
zinaya ve suistimale (kötüye kullanmaya) meydan vermemek için hükümler
ve nikah
muameleleri kolaylaştırılmalıdır. İbnü Abbas hazretlerinden rivâyet
edilmiştir
ki, o şöyle demiştir:
Nisa
sûresinde sekiz âyet bu ümmet için güneşin üzerine doğduğu ve
battığı şeylerin hepsinden hayırlıdır.
1-
(Nisa, 4/26)
2-
(Nisa, 4/27)
3-
(Nisa, 4/28)
4-
(Nisa, 4/31)
5-
(Nisa, 4/48-116)
6-
(Nisa, 4/40)
7-
(Nisa, 4/110)
8-
(Nisa, 4/147)
Kanun
koymakla ilgili bu esaslar, anlaşıldıktan sonra, nikahın mali güç
ile özel bir ilişkisi bulunmasından dolayı malların kazanılması ve
tasarruf
edilmesi ile ilgili olmak üzere ayrıca bir hitap ile buyuruluyor ki:
29-
Mallarınızı kendi aranızda -yani ister genel
olarak ve ister karı-koca ve akraba arasında haksız, meşru olmayan bir
şekilde
boşu boşuna yemeyiniz. Ayrıca birbirinizin malını haklı ve meşru bir
sebep
olmaksızın almayınız. Hem de o malları boş yere harcamayınız. Bakara
sûresindeki "Birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların bir
kısım mallarını bile bile günaha girerek yemek için onları hakimlere
aktarmayın." (Bakara, 2/188) âyetine bakınız.
Batıl :
Hırsızlık, hainlik, gasbetmek, kumar, faiz, geçersiz (haksız)
değiştirmeler ve sefihlik, israf ve bütün meşru olmayan sebepler ve
maksatların
hepsini, yani hem kazanma sebebini ve hem harcama şeklini kapsar.
Ancak o
malların aranızdaki karşılıklı rızadan elde edilen bir ticaret
olması müstesna. Yahut Asım, Hamza, Kisâi, Halef-i Âşir kırâetlerinden
başka
kırâetlerde ötreli okunduğuna göre, ancak aranızda karşılıklı rızadan
meydana
gelen bir ticaretin bulunması başka, bundan ve bunu yemekten
nehyedilmiş
değilsiniz. Bu istisnanın kendinden önceki hükümsüz muamelelere mânâ
açısından
dahil olmadığından dolayı istisna-i munkati (önceki cümle ile ilişisi
olmayan
istisna) olduğu ve bundan dolayı sınırlama mânâsına gelmediği ve şu
ticaretten
başka, bağış, sadaka, temlik (birine mülk kazandırma), mübah kılma ve
miras
gibi diğer meşru sebeplerin varlığına engel olmayacağı açıklanıyor.
Ticaretin
özellikle zikredilmesine gelince: Bunun hikmeti olarak deniliyor ki:
Bununla
ticaretin mülkiyet sebepleri içinde en önemli ve en fazla vuku bulan
bir esas
ve şeref sahipleri için en uygun bir kazanç yolu olduğu anlaşılmıştır.
Biz buna
şunu da ilave edeceğiz:
Birincisi,
bunlar yalnız hukuki açıdan anlaşılan hususlardır. Halbuki
âyetin gelişi, evlenme ve harcama için mali hazırlıklarla da ilgili
olduğundan
daha fazla iktisadi yönü de vardır. Yani malların elde edilmesi, meşru
vasıtalarla olsa dahi harcamalarında iktisatlı davranmak ve hazır mal
yemek
sevdasında bulunulmayıp eldeki malların çoğaltılması ve zaruri bir
sebep
olmadıkça sermayeye dokunmayıp gelirinden ve kârından yenilmesi, ve bu
arada
özellikle ticarete özen gösterme, ticaret esnasında da karşılıklı rıza
esasına
iyi riâyet etmek ve bu durumda başkalarının malları şöyle dursun, kendi
mallarının
bile boşu boşuna yenip yedirilmemesinin gerekli olduğu
hatırlatılmıştır.
İkinci
olarak, istisna-i münkati bu kuruntunun ortadan kaldırılması için
önceki cümlenin hükmünden ayırmak yerinde bulunacağından burada hukuki
ve şer'î
açıdan önemli bir problemin halledilmesi de vardır. Çünkü yalnız akıl
yoluyla
yapılan mukayese ile düşünüldüğü zaman, ticaret kazanç maksadıyla mal
değişimi
demek olduğuna, mal değişiminin mânâsı ise tam bir eşitlik mânâsını
kapsadığına
göre, herhangi bir mal değişiminde bir tarafın bir kâr elde etmesi, bu
mal
değişimi ve eşitlik esasına aykırıdır. Bundan dolayı faiz gibi bir
haksız ve
haram kazanca benzemesi ihtimali celî kıyas (açık kıyas) ile devamlı
söz konusu
olur. Hatta mali muamelelerde mal değişimi (trampa) ve mübadele pek
önemli bir
esas olmakla beraber bu muamele bizzat açıkça uygun bile değildir.
Çünkü
akla göre, bir malın diğer bir malın karşılığı olması akla uygun
ise mal değişimi anlamsız, değil ise bir yalan demek olur. Zorunlu olan
bazı
ihtiyaçlardan dolayı "Allah alışverişi helal kıldı." (Bakara, 2/275)
diye karşılıklı mal değişimi esasına müsade buyurulmuş ise de bunun
zaruretten
ileri gelen bir müsade olmasından dolayı, buna ticaret kasdı eklendiği
takdirde
bu ticaretin bir çeşit haksızlığı kapsamış olması ve bundan dolayı
takva
duygusu ile hareket edecek olanların bunda bir haram şüphesi
kuruntusuna
düşebilmelerinin ihtimali gerçekten vardır. Yalnız ihtimalle kalmaz
aksine bir
gerçektir. İşte bu kuruntuyu ortadan kaldırmak için kıyasa aykırı
görünen ticaretin,
" Allah sizin sırtınızdaki (ağır yükleri) hafifletmek istiyor; çünkü
insan, zayıf ve güçsüz yaratılmıştır" âyetinin mânâsı gereğince
insanların
ihtiyaçlarından dolayı meşru kılınmış olduğu ve aslında karşılıklı mal
değişimi
mahiyetindeki adalet ve eşitlik konusunda alış-veriş akdini yapan iki
tarafın
karşılıklı olana ihtiyaçlarına ve onu değerlendirecek olan
hoşnutluklarına göre
düşünmenin lazım geldiği ve karşılıklı rıza olmayınca yalnız ticaretin
değil,
genel olarak mal değişmelerinden ve muamelelerinden hiçbirinin
yapılamayacağını
ve bu durumda karşılıklı rızayı bozan ticaretlerin de meşru
olmayacağını
anlatmak için buyurulmuş ve bu şekilde takva sahiplerinin ticaretten
kaçınmaları şöyle dursun, aksine boşu boşuna mal yememek için ticaret
ile
meşgul olmalarının, en uygun bir iktisat yolu olduğu anlatılmış ve
ondan sonra
buyurulmuştur ki ve kendi nefislerinizi veya kendinizden sayılan
nefislerinizi
hiç bir şekilde öldürmeyiniz. Nefsi telef etmeye sebep olmayınız.
Olumsuz
edattan sonraki öldürme (yani öldürmemek), kasıtlı veya hata ederek,
bizzat
kendisinin veya sebep olacağı öldürmeyi kapsadığı gibi, kelimesi de
kişisel
nefsi ve milli nefsi kapsadığından dolayı bu yasak birçok mânâlara
gelir:
1- İlk
önce, doğrudan doğruya insanın kendini öldürmesini yani kasıtlı
olarak intihar etmesini yasaklamıştır ki, bu mânâ açıkça anlaşılmakla
beraber
âyetin gelişine uygun değildir. İkincisi, insanın kendini öldürmesine
sebep
olmasını yasaklamaktır ki, bu husus başlıca üç yönden açıklanmıştır:
Birincisi,
bazı cahillerin yaptığı gibi zühd ve ibadet adı altında
devamlı sıkıntıya düşüp kendi nefsini son derece sıkıştırmakla ezmektir
ki,
Kâdı Beydâvî buna, "Hind cahillerinin yaptıkları gibi" diye misal
vermiştir . Karşılıklı rıza ile yapılan ticareti, hileli bozuk
muameleler gibi
zühd ve takvaya muhalif sayarak bu yolda mal kazanmaktan sakınıp, kendi
nefsini
yok etmeye sebep olacak şekilde fakirlik ve zuraretle karşı karşıya
bırakmak da
bu türden olacağı için bu mânâ özellikle istisnanın gelişine uygundur.
İkincisi, öldürmeye sebep olan cinâyetler işleyerek kendini öldürmeye
sebep
olmaktır ki, şunun bunun malına haksız yere musallat olmak da bu
örneklerden
biridir. Üçüncüsü, iyilik adına olsa dahi herhangi bir şekilde kendini
boşuna
tehlikeye atmaktır ki, ticaret yapacağım diye kendisini tehlikelere
atmak da bu
cinstendir. Rivâyet edildiğine göre, Amr b. Âs bu âyetten delil
getirerek
soğuktan sakınmak için soğuk su ile yıkanmaktan çekinip teyemmüm etmiş,
Hz.
Peygamber (s.a.v.) de bunu tenkid etmemiştir.
2- Kendi
nefislerinizi, diğer bir ifade ile birbirinizi hiçbir şekilde
öldürmeyiniz demek olur. Bunun da âyetin gelişine uygun olan yönü,
haksız ve
boş bir şekilde birbirinizin malını yemenin; aynı şekilde ticaret
konusunda iyi
şekilde karşılıklı rıza gözetilmeyip herkesi sıkıntıya sevketmek için
karaborsacılık yollarına sapmanın, insanları öldürmeye ve yok etmeye
sebep
olmasıdır. Kısacası mallarınızı aranızda haksız ve boşu boşuna yemeyin,
karşılıklı rıza ile ticaret yapın, böyle yapmazsanız yok olur ve
birbirinizi
yok edersiniz. Bundan dolayı hiçbir şekilde insanı öldürmeye ve
insanları
yoketmeye sebep olmayınız. Şüphe yok ki, Allah size karşı çok
merhametlidir.
Bunun için haramı yemeye ve canı yok etmeye müsaade etmez, karşılıklı
rıza ile
ticaret yapmaya müsaade eder. Ve birbirinizden karşılıklı razı olarak
güzelce
yaşamanızı ister.
30-Bunun
için kim insanı öldürmeyi veya haram
yemeyi veya surenin başından beri yasaklanan günahları işleyip haddini
aşar,
başkalarına zulmedip veya nefsine zulm ederek bunları kasıtlı olarak
yaparsa
biz onu ilerde muhakkak bir ateşe sokacağız. Gerçi bu nasıl olur diye
bunu
imkansız görenler bulunabilir. Fakat bunu yapmak da Allah'a göre çok
kolaydır.
"Haksızlık ve zulüm ederek" kayıtları gösteriyor ki, cehennem ateşini
hak etmede en fazla göz önünde bulundurulacak yönler bunlardır.
31-Bununla
beraber Allah'ın rahmetinin
tecellilerine bakınız ki eğer size yasaklanan günahlardan, büyük günah
denilen
günahlardan sakınır, kasıtlı olarak haksızlık ve zulüm ile günah
yapmaktan
sakınırsanız küçük günahlar denilen diğer kusurlarınızı, tarafınızdan
örteriz,
bağışlarız. Ve sizi, saygı gösterilen yer olan hoş bir yere koyarız,
Yahut
-Nâfi' ve Ebu Cafer kırâetlerinde mimin üstün harekesi ile okunduğuna
göre"sizi ikramla ağırlanacağınız hoş bir yere koyacağız."
Evlerinizin kapılarından ikram edilmiş olarak girer, mezarlarınıza
ikram
edilmiş olarak gider ve en son cennette ağırlanmış olarak kalırsınız,
Fakat bu
noktada ahlâkla ilgili pek önemli bir konu vardır ki, o da genel bir
şekilde ve
özellikle erkeklerle kadınlar arasında birbirinizin makamına göz
dikerek hased
ve kin taşımamak, yarışma ve rekabet davalarına girişmemektir. Çünkü
haset ve
kin, bir çok büyük günahlara sevk eden huylardır.
32-
Bunun
için Allah'ın bazınıza diğer bazınızdan
fazla olarak bağışladığı şeyleri temenni etmeye de kalkışmayınız,
birbirinizin
malına, makamına ve sahip olduğu Allah tarafından verilmiş veya
çalışmakla elde
edilen nimetlerine göz dikmeyiniz. Çünkü bu gibi temenniler, ilkönce
hased, kin
ve düşmanlık uyandırır. İkinci olarak Allah'ın takdir ve taksimine razı
olmamayı bildirir. Üçüncü olarak, kendi hakkında takdir edilmeyen bir
şeyi
temenni etmek, kaderdeki hikmete karşı gelmek ve boş bir ızdıraptır.
Başkasının
hakkında çalışmakta takdir edileni, kuru kuru temenni etmek bir
işsizlik ve
avarelik ve zamanı boşa harcamaktır. Çalışmadan takdir edileni, temenni
etmek
de gerçekleşmesi imkansız olan boş bir temennidir. Erkekler için kendi
kazandıkları şeylerden bir payları kadınlar için de kazandıkları
şeylerden bir
payları vardır. Hiç birinin çalışması ve kazancı boşa gitmez, mutlaka
kendisine
bir pay verilir. Fakat yaratılıştan birinin kabiliyeti, kazancı fazla,
diğerinin eksik olması, aynı şekilde birine kazancına uygun olarak
verildiği
halde, diğer birine kazancından fazla verilmesi gibi yalnız Allah'ın
vergisi
olan özellikler, başlıbaşına Allah'ın iradesinin eseri olan bir
ihsandır ki,
bunda kimsenin etkisi ve müdahele hakkı yoktur. Bunun için gerek erkek
ve gerek
dişiye yakışan başkalarının payını temenni etmek değil, Allah'ın
kendisine
bağışladığı kabiliyet ve yeteneğe uygun olarak çalışmak ve Allah'tan
istemektir. Bundan dolayı çalışınız, ve Allah'tan, Allah'ın lutuf ve
ihsanından
isteyiniz de herkesin elindeki şeyleri temenni etmeyiniz. Allah her
şeyi
bilendir, herkesin hak ettiğini bilir ve üstün kılmayı bilerek yapar.
Demek ki
yasağın esas hedefi hasedden, işsizlikten, Allah'ın hükümlerine ve
takdir
ettiği şeylere itiraz etmekten menedip, üstünlük ve ihsanın ve
girilecek
kıymetli yerin hased ve temenni ile değil, çalışma ile istenmesinin
lazım
geldiğini hatırlatmaktır.
Bu
âyetin inmesi, miras âyetlerinden dolayı kadınlar tarafından ortaya
konan bazı temenniler ile ilgilidir. Bu cümleden olarak Hz. Peygamberin
hanımlarından Hz. Ümmü Seleme'nin, "Ey Allah'ın elçisi! Erkekler, din
uğruna
savaşıyorlar, biz savaşmıyoruz ve bizim mirastan hakkımız erkeğin
yarısı
oluyor. Ne olurdu biz de erkek olsaydık." diye bir temennide bulunduğu
ve
bunun üzerine bu âyetin indirildiği rivâyet edilmiştir. Bunun için
yukarıda
"Erkeğe, iki kadının payı kadar miras verilir." (Nisa, 4/11)
kuralının hikmetlerine bağlı olmak üzere; yaratılıştan var olan, hukuki
ve
iktisadi açılardan zikredilmiş olan açıklamaların kaynaklarını burada
ve bundan
sonraki bir iki âyette bir ahlâki kuralı telkin etmek ve erkek, kadın
çekememezliğinin düzeltilmesi ve ortadan kaldırılması ve aile hayatının
takviye
ve düzenlenmesi mahiyetinde tamamen göstermiş bulunuyoruz ki; üstün
kılmak ve
fazilet ve keremde yarışma, yaratılıştan var olan kabiliyetlere;
kazanma ve
kazanma payı, çalışma ve iktisatla ilgili değerlere; aşağıda gelecek
olan
harcama eşitliğine işaret etmiştir.
33-Şimdi
mirasın kazanma ile ilgili olmayıp yalnız
Allah'ın lutuf ve ihsanı olduğunu ve bundan da gerek erkek ve gerek
dişi her
birine kazanma gibi derecelerine göre bir pay verilmiş bulunduğunu
anlatmak
için, miras hükümlerini bazı ilavelerle özetleyerek buyuruluyor ki:
Erkeklere
ve kadınlara kazançlarına göre birer pay verildikten başka bir de erkek
ve
dişiden her biri için anne baba ve akrabaların ve yeminlerinizle akit
yapıp
veyahut kırâetine göre yeminlerinizle karşılıklı anlaşma akdi
yaptığınız
kimselerin, yani nikah akdi ile koca veya karının veya koruma akdi ile
kölenin
efendisinin terekelerinden miras alır mirasçılar yaptık, herkesi yalnız
kendi
kazancıyla bırakmayıp mirası da hak yaptık ve bunu yalnız erkeklere
veya
kadınlara ait kılmayıp ikisine de verdik. Bir de yalnız anne, baba veya
çocukların terekesinden değil, genel olarak bütün akrabaların
terekelerinden
derecelerine göre genelleştirdik. Akrabalıkla da kalmayıp akitlerle de
miras
verdik ki bütün bunlar yalnız Allah'ın lutuf ve ihsanıdır. Çünkü Allah
vermezse
kimsenin mirasa konması mümkün değildir. Bundan dolayı birbirinizin
paylarına
göz dikmeyiniz de bütün o mirasçılara paylarını veriniz. Ve aranızda
mallarınızı bu şekilde de haksız olarak yemeyiniz. "Çünkü Allah, her
şeye
şahittir."
34-Erkeklerin
mirasta hak ettikleri paylarının
fazla olmasının hikmeti erkekler ve özellikle tam erkek olan erkekler,
kadınlar
üzerinde hakimdirler, onların üstlerinde dururlar, işlerine bakarlar,
dikkatle
gözetir, muhafaza ederler; kahyaları, müdürleri, koruyucuları,
amirleridirler.
Küçükler de buna adaydırlar.
KAVVAM;
"kâim"in mübalağası olup den alınmıştır. Bir kadının
işine bakan ve korunmasına önem veren ve işlerini idare edene
"Kayyimü'l-mer'eti" ve daha kuvvetli olarak
"Kavvâmü'l-mer'eti" denilir. Bu deyim, erkeğin kadına hakimiyyetini
ve fakat rastgele değil "Milletin efendisi, onlara hizmet edendir."
mânâsı üzere hizmetçilikle karışık bir hakimiyetini ifade eder. Bundan
dolayı
bir taraftan erkeğin üstünlüğünü anlatırken diğer taraftan da kadının
değer ve
üstünlüğünü bildirir. Ve bu ayırım içinde eşitlik iddiasını kaldırarak
karşılıklı olarak farklı bir eşitlik metoduyla öyle bir birlik sağlar
ki, bu
durum sultan ile ümmet arasındaki karşılıklı haklara benzeyecek ve bu
şekilde
aile terbiyesi, toplum terbiyesi ve siyasi terbiyenin bir başlangıcı
olacaktır.
Bunun için Kadı Beydâvî un tefsirinde der ki, "Valiler, halkı idare
ettikleri gibi onlar da kadınları öyle idare ederler." Şimdi bu esas da
biri Allah tarafından verilen, diğeri çalışmakla kazanılan iki sebebe
bağlanarak buyuruluyor ki: Çünkü erkekler ve kadınların bir kısmını
diğerine
yaratılış açısından üstün kılmıştır. zamirinin delalet ettiği mânâ ile
bundan
erkeklerin kadınlara üstünlüğü ve tercihleri anlaşılmakla beraber
âyetin öyle
güzel bir açıklaması vardır ki, bu üstünlük ve değeri, "Allah o
erkekleri
kadınlara üstün kılmıştır." diye mutlak surette erkeklere tahsis
etmemiş,
kapalı olarak bazısının diğer bazısına üstünlüğünü ifade etmiştir. Bu
ise,
erkeğin kadında bulunmayan, yaratılıştan var olan bir takım
üstünlüklere sahip
olduğu gibi, aynı zamanda kadının da erkekte bulunmayan yaratılıştan
var olan
bazı üstün vasıflara sahip olduğunu ve bundan dolayı her ikisinin
birbirine
değişik yönlerden muhtaç olduklarını ve bu şekilde erkekle kadının
yaratılıştan
farklı ve karşılıklı olarak birbirlerinden üstünlükleri olduğu gibi,
her
erkeğin ve aynı şekilde her kadının da seviyelerinin bir olmadığını ve
bundan
dolayı her erkeğin, her kadın ile tek olarak mukayese edilemeyeceğini
ve
bununla birlikte bütün bunlar toptan karşılaştırılınca kadınların
erkeklere
ihtiyacının, erkeklerin kadınlara ihtiyacından daha fazla olduğunu
ifade eder.
Ve açıklandığı üzere esas üstünlük ölçüsü olan kazanma ve mal edinme
açısından
erkek, faaliyet gösterme yeteneğine sahip; kadın ise itaat duygusu ve
kabiliyet
yönünden ince ruhlu ve çekici bir yaratılışa sahip olup bunun için
erkeklerin
kuvveti ile korunmaya ve muhafaza edilmeye daha fazla muhtaçtır. Ve
bundan
dolayı sonuç olarak genel bir şekilde üstünlük ve faziletin erkek
tarafında
bulunduğunu, amirlik ve idarecilik yetkisinin, hakkıyla erkek olan
erkeklere
verilmesi ve kadınların onlara itaat etmesi, hem bir hak ve hem de
kadınların menfaatlerinin
gereği olduğunu pek beliğ özlü bir ifade ile anlatır. Ve işte
erkeklerin
peygamberlik, imamet (imamlık, devlet başkanlığı, valilik, şeair-i
İslâm, yani
İslâm'ın önemli prensiplerini gerçekleştirmek), kısas cezalarında
şahitlik
etmek, cihadın kendilerine vacib olması, cumanın vacib olması, ezan,
hutbe,
itikaf, asabelik (mirasın tamamını alan kimse), hata ile ve kasame
öldürmelerinde kan bedelini yüklenmesi, ricat boşanmasında bağımsız
hareket
etmesi gibi bir takım özellikler, haklar ve vazifeler ile üstün
olmaları da bu
örneklerden bazılarıdır. "kadınlar üzerine hakimler." olarak ailede
başkanlık hakkına sahip olmalarının bir sebebi, bu yaratılıştan olan
üstünlük;
biri de erkeklerin mallarından bir kısmını mehir ve nafakaya
harcamaları
meselesidir.
Çalışılarak
elde edilen bu sebeb de öncekine bağlıdır. Ve kadınların
mirastan paylarının yarım olması özellikle bu sebeple ilgilidir. Ve
bunda
kadınların faydası, mirasta erkeklere eşit olmalarından çok fazladır.
Şu halde
hanımının hakkını vermeyen, kadının malına göz diken ve aile için
harcama
vazifesini yapmayan ve ailesinin ırz ve namusunu korumayan erkekler
erkeklerden
sayılmazlar. Şüphesiz ki, bu vazifelerini yapan erkeklerin de kadınlar
üzerinde
hakimiyyet sahibi olmaları ve onlardan itaat ve bağlılık beklemeleri
meşru bir
haklarıdır. Bundan dolayı saliha olan kadınlar da Allah'a itaat
ederler.
Kocalarının huzurunda hazır olarak bekleyip haklarına riâyet ederler.
Kocalarının gıyabında can, mal, namus, itibar (onur) ve aile sırları
gibi
korunması lazım gelen hususları Allah'ın korumasına dayanarak korurlar.
Çünkü
Allah bunun korunmasını emretmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'den
rivâyet
edilmiştir ki: "Kadınların hayırlısı o kadındır ki, baktığın zaman seni
sevindirir, emredersen itaat eder, gıyabında bulunduğun zaman da seni
malında
ve nefsinde korur." buyurmuş ve bu âyeti okumuştur. Bu âyetin de
yukarda
açıklanan Hz. Ümmü Seleme'nin sözü üzerine indirildiği söylenmiş ise de
bunun
asıl iniş sebebi şu şekilde rivayet olunur: "Ensar'ın ileri
gelenlerinden
Sâd b. Rebia'ya karşı hanımı Habibe binti Zeyd b. Züheyr ve bir
rivâyete göre
Habibe binti Muhammed b. Seleme isyan etmiş, o da bir tokat vurmuş,
bunun
üzerine babası kızını almış, Hz. Peygambere gidip şikayet etmiş. Hz.
Peygamber
de "Mutlaka ondan kısasını (öcünü) alırız." buyurmuştu. Bunun üzerine
bu âyet indirildi. Peygamber (s.a.v.) de: "Biz bir şeyi yapmak istedik,
Allah'da diğer bir şeyi irade etti ve şüphe yok ki, iyilik Allah'ın
irade
ettiği şeydedir." dedi. Bu sebeple salih kadınları açıkladıktan sonra
kocalarına karşı gelen kadınlar hakkında buyuruluyor ki: Ey hakim olan
ve
hanımlarının haklarını veren kocalar! Kafa tutup, itaatsizlik
etmelerinden
korktuğunuz, korkacak bir belirti hissettiğiniz karılara gelince:
NÜŞÛZ:
Aslında lugatte yükseklik ve tümseklik mânâsından alınarak kadının
kocasına kafa tutup baş kaldıracak bir durum almasıdır ki, sözde
kendisini
yüksek sayıp itaatını ortadan kaldırmış olur. Bunu açıklamak için büyük
müfessirlerden şu açıklamalar yapılmıştır: Kadının nüşûzu kocasına
isyan etmesi
(İbnü Abbas), koku sürünmemesi, kocasını birleşmekten men etmesi,
önceleri
kocasına yaptığı muameleyi değiştirmesi (Ata), kocasından hoşlanmaması
(Ebu
Mensur), kocasının şer'î mesken olarak belirlediği konutta beraber
oturmaktan
kaçınıp onun istemediği bir yerde oturmasıdır (denilir) ki, bu mânâlar
az çok
birbirlerine yakındırlar.
Böyle
bir durum karşısında önce bunlara vaaz ve nasihat ediniz. İkinci
olarak onların yataklarından ayrılın. Üçüncü olarak onları hafifçe ve
kusur
bırakmayacak bir şekilde biraz dövünüz.
Bunun
üzerine size itaat ederlerse artık onlara saldırmak için
aleyhlerine başka bir yol aramayınız, ve meydana gelmiş kusurlarını
olmamış
gibi sayınız. "Çünkü günahtan tevbe eden günahı olmayan gibidir."
Mutlaka şunu kesinlikle bilmeliyiz ki Allah Teâlâ pek yüksek ve pek
büyüktür.
Bundan dolayı Allah'tan korkunuz da kadınlara karşı size vermiş olduğu
kuvveti
kötüye kullanmayınız. Allah'ın size karşı gücü, sizin kadınlara karşı
gücünüzden çok fazladır. Ve sizin Allah'a karşı günahlarınız,
kadınların size
karşı işledikleri suçlarından daha çok ve daha küstahçasına olduğu
halde, Allah
sizin tevbelerinizi kabul ve günahlarınızı affederken size itaat eden
hanımlarınızın meydana gelen kusurlarını nasıl affetmezsiniz ve nasıl
olur da onlara
saldırmak için bahane arar durursunuz? Diğer bir mânâsı şöyledir: Allah
zulümden ve haksızlıktan yüce bir ululuk sahibidir. Bundan dolayı onun
şanının
yüceliği ve ululuğu karşısında zulümden, haksızlıktan,
sadakatsizlikten,
terbiyesizlikten vazifelerinizi kötüye kullanmaktan son derece
sakınmalısınız.
35-
Kadın
itaat etmezse ne olacak? O zaman iş
yargılamaya (duruşmaya) düşer. Bundan dolayı ey müslümanlar topluluğu
ve
özellikle ey hakimler! Koca ile karı arasında bir geçimsizlikten endişe
ederseniz. Şayet bunlar arasında bir geçimsizliğin meydana gelmesinden
korkar,
yani evlilik devam ettiği halde aralarının açıldığını anlarsanız biri
kocanın
akrabasından, biri de karının akrabasından olmak üzere iki hakem
gönderiniz.
Çünkü akrabaları onların iç yüzlerini daha iyi bilirler ve faydalarını
daha
fazla arzu ederler. Bununla beraber akrabalardan olmaları müstahabdır.
Yoksa
yabancılardan da hakem tayin etmenin caiz olabileceği açıklanmıştır.
Hakemi
seçme hakkı, ilk önce koca ve karıya aittir. Ve bunun her iki taraftan
akrabalarının istişaresiyle yapılmasının müstahab olacağı da ve
kayıtlarının
işaretlerinden anlaşılıyor. O halde akrabaları bulunmadığı veya
yabancılardan
olmaları kendilerince uygun bulunduğu takdirde şüphesiz caiz olması
gerekir.
Bu
hakemlerin yetki dereceleri ne olacaktır? Barıştırma veya birbirinden
ayırmanın her ikisini de yapabilirler mi? Bu konuda müctehidler
ihtilafa
düşmüşlerdir. Bir kısmı eşleri birbirinden ayırabilirler ve bu durumda
bir
talak-ı bain ile kadın boşanmış olur demişler ki, bu görüş Hz. Ali'den
rivâyet
edilmiştir. Bir kısmı da bunlara eşleri barıştırmak emredilmiştir,
onları
birbirinden ayıramazlar demiştir. Bu da Hasan'dan rivâyet edilmiştir.
Ve bu
İmam-ı Âzam'ın görüşüdür. Gerçi eşleri birbirinden ayırma yetkisi
açıkça ifade
edildiği, koca da bunu kabul edip ve onlara bıraktığı takdirde bu
konuda
ihtilaf yoktur. Ancak koca, ayırma yetkisini vermediği takdirde mahkeme
kendiliğinden zorla iki hakemi mutlak yetki ile seçebilir mi seçemez
mi? Sözün
kısası iki hakem karı-kocanın vekilleri yerinde midir? Yoksa mahkemenin
hükmetmeye izin verdiği vekilleri makamında mıdırlar? Ve mahkemenin
bizzat
eşleri ayırma yetkisi var mıdır, yok mudur? İşte ihtilaf bu
hususlardadır.
Şüphe yok ki, âyetin gelişi, eşleri barıştırma üzerindedir. Onları
birbirinden
ayırmaktan bahsetmek uygun görülmeyip bu konuda açıklama yapılmamıştır.
Ve
bunun için bir içtihad konusu olmuştur.
Bu iki
hakem gerçekten iyi niyetle arabuluculuk kasdederler, aralarını
düzeltmek isterlerse Allah iki tarafın arasını bulur ve onları
barıştırır. Koca
ve karının kalblerine sevgi ve dostluk hislerini kor. Bunu nasıl yapar?
Muhakkak Allah her şeyi hakkıyla bilendir, her şeyden haberdardır.
Nasıl
yapacağını bilir ve şüphe yok ki, alîm (çok bilen) ve habir (herşeyden
haberdar
olan) Allah'ın burada eşleri birbirinden ayırma yönünden bahsetmemesi
de gâyet
anlamlıdır. Demek ki Allah'ın rızası geçimsizlikte değil,
arabuluculuktadır.
Esas istenen iyi geçinmedir. Görülüyor ki bu hükümler, kadınların
itaatsizliği
üzerinde yürümüştür. Acaba erkekler tarafından itaatsizlik olmaz mı?
Kadın ne
olursa olsun itaat etmeye mecbur mudur, gibi bir soru akla gelebilir.
Evet
erkekler tarafından da itaatsizlik olabilir.
İleri de
"Bir kadın eğer kocasının geçimsizliğinden yahut
kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, karı kocanın aralarında
anlaşarak sulh
yapmalarında bir sakınca yoktur." (Nisâ, 4/128) âyetinde bununla ilgili
hükümler gelecek, ayrılmak konusu da orada zikredilecektir. Fakat
burada söz
konusu olan, erkeklerin hakimiyeti ve onun gereğince bütün
vazifelerinin
yapılması ve bundan dolayı erkek tarafından hiçbir kusur ve suç
bulunmadığı
varsayımı üzerine olduğundan, bu şartlar altında erkeğin geçimsizliğini
düşünmek aslında geçmediği gibi, açıklama gayesi de aile hayatının
yalnız
düzelme ve terbiyesine bağlı bulunduğundan dolayı, burada kadınların
itaatsizliğinden dolaylı olarak bahsedilmiş ve erkeklerin geçimsizliği
konusu
daha sonra başlıbaşına açıklanması için sonraya bırakılmıştır. Böylece
aile
hayatının iyiliği temin edildikten sonra, aile terbiyesinde herkesin
bilmesi,
genel ve temel bilgiler olarak öğrenilmesi ve uygulanması gerekli olan
güzel
ahlâklara geçilerek her şeyden önce şu on vazife emrediliyor:
36-
Birincisi, Allah'a ibadet ve kulluk ve O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayıp samimiyet ile ibadet etmek. İkincisi, anneye
babaya
iyilikle muamele etmek. Üçüncüsü, akrabalara iyilik. Dördüncüsü,
yetimlere
iyilik. Beşincisi, yoksullara iyilik. Altıncısı, yakın komşuya iyilik
ki evi
yakın olan veya akrabadan olan komşu. Yedincisi, uzak komşuya iyilik ki
ya evi
uzak olan veya akrabadan olmayan komşu veya müslüman olmayan komşu. Hz.
Peygamberin bir hadisinde buyurulmuştur ki: "Komşu üç kısma ayrılır.
Birisinin üç hakkı vardır; komşuluk hakkı, yakınlık hakkı ve İslâmiyet
hakkı.
İkincisinin iki hakkı vardır; komşuluk hakkı ve İslâmiyet hakkı.
Üçüncüsünün
bir hakkı vardır; komşuluk hakkı ki bu kitap ehlinden ve Allah'a şirk
koşan
komşudur." Sekizincisi, yanındaki arkadaşa iyilik. Bu da öğrencilik,
sanatkarlık, yolculuk gibi herhangi bir faydalı işte beraber bulunan
arkadaş ve
yoldaş demektir. Bu mânâ koca ve karıyı da kapsar. Dokuzuncusu,
yolculuktan
gelen misafire veyahut herhangi bir misafire iyilik. Onuncusu, ve
elinizin
altındaki köle ve cariyelere iyilik. "Allah böbürlenen ve öğünenleri
sevmez."
"MUHTAL" kibirlenen "FEHUR" öğünen, böbürlenen demektir ki,
Allah bunları sevmez. Bilhassa o cimri kibirlenenler ki
37-41-
hem
kendileri cimrilik ederler, hem de
insanlara cimriliği emrederler. Bazı yahudilerin Ensar'a karşı
mallarınızı
muhacirler için harcamayınız, fakir düşmenizden endişe ediyoruz, diye
nasihat
etmeye kalkışmaları bu âyetin indirilmesine sebep olmuştur. Bir de
Allah'ın
sırf lütuf ve kereminden kendilerine vermiş olduğu malı ve ilmi
gizleyenler
hele o gösteriş için harcama yapan böbürlenenlerdir ki, Burada Hz. İsa
hakkındaki "Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit oldum." (Maide,
5/117) hitabı ile tanık olarak getirilen şahid mânâsına geldiği ve her
ümmetten
şahid de o ümmetin peygamberi olduğu müfessirler tarafından
açıklanmıştır. Yani
bilir misin her ümmetten bir şahid getirdiğimiz, Ey Muhammed! Seni de o
şahidler üzerine şahid getirdiğimiz vakit, o kıyamet günü o kâfirlerin
hali ne
olacak?
42-
İşte
cevabı: O gün, inkar edip Peygambere isyan
eden kâfirler keşke yere geçmişler, üzerleri düzlenmiş kendilerinden
hiçbir iz
kalmamış olsa idi, diye isteyecekler ve Allah'tan hiçbir sözü
gizleyemezler.
Çünkü "Yâsîn" sûresinde geleceği üzere ağızları mühürlenecek, elleri
ve ayakları konuşacaktır. İbnü Mesud hazretlerinden şöyle rivâyet
olunmuştur
ki: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) "Bana bir Kur'ân oku" diye
emretti. Ben de "Ey Allah'ın elçisi! Bana Kur'ân'ı öğreten sensin"
dedim. "Başkasından dinlemeyi severim" buyurdu. Bunun üzerine Nisâ
sûresinden başladım, âyetine geldiğimde, Resulullah ağladı, ben de
okumayı
kestim demiştir.
Burada
iç temizliği ile dış temizliği emrinin manevî bir sırrını ortaya
koymak ve imandan sonra ibadetin en önde geleni namaz ve namazın ilk
şartı da
maddî ve manevî pislikten temizlenmek olduğu ve büyük abdest olan
guslün de
nikah ve aile hükümleri ile ilgisinin pek fazla bulunduğu, bunların
yerine
getirilmesinin ise her şeyden önce ve idraki korumakla olacağı
anlatılmak üzere
buyuruluyor ki:
43-Bu
âyetin indirilmesinin sebebi Abdurrahman b.
Avf hazretlerinin ziyafeti olayı olduğu rivâyet edilmiştir. Geniş bilgi
Bakara
sûresinin, "Ey Muhammed, sana içki ve kumar hakkında soruyorlar..."
(Bakara, 2/219) âyetinde geçmiştir. (Oraya bakınız.) Sarhoşluğun
cünüplük ile
ve ondan sakınmanın da abdest ve gusül ile beraber söz konusu edilmesi
ve bu
durumda müminin namaza yaklaşmaktan men edilmesi, sarhoş edici
maddelerin haram
olduğunu ve pisliğini anlatmak için ne kadar beliğ ve edebîdir. Bu
mânâ, Maide
sûresinde "Pisliktir, ondan sakınınız." (Maide, 5/90) diye açıkça
anlatılacaktır.
"Sarhoş
iken namaza yaklaşmayın." Burada bazı müfessirler,
salattan maksat cami ve namazgahtır. Bununla sarhoşlar camilere
girmekten men
edilmişlerdir, demişler ise de bu mânâyı anlamak için salatı, esas
mânâsından
çıkarmaya gerek yoktur. Bu yasak, söylediğini bilmeyen sarhoşun
namazının sahih
olmadığına ve bundan dolayı sarhoşluğun haram olduğuna delalet ettiği
gibi,
sarhoşun ve cünübün camiye girmesinin ve ona yaklaşmasının yasak
olduğuna da
işaret yoluyla delalet edebilir. Bundan dolayı sarhoşun ve cünubun
camiye
girmeleri ve hatta yakınında bulunmaları caiz değildir. Yolculuk durumu
müstesna cünüb iken de yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın ve
dolayısıyla
camiye de girmeyin.
CÜNÜB:
Cenabet olan, yani menisi gelen kimsedir ki, masdar gibi hem bir
kişiye hem çoğula denilir.
İĞTİSAL:
Gusletmek, yani tepeden tırnağa yıkanmaktır.
ÂBİRÎ
SEBİL: Yolculuk edenler, sefer halinde bulunanlar demektir.
Bunların önceki hükümden ayrılmasının, teyemmüm meselesinden dolayı
olduğu
şimdi anlaşılacaktır. Bununla beraber âyetin mânâsı, genel olarak
yoldan geçme
durumuna da gelebilir. Bu itibarla da cünübün namaz kılınan camiden
değil,
fakat yanındaki yoldan geçmesinin caiz olduğuna bir işaret olur. Bu
istisna
kaydının, cünüb ile yıkanma arasında bulunduğu için sarhoşlarla ilgili
yönü
yoktur. Demek ki söylediğini bilmeyen sarhoşların cami yakınından
geçmelerine
de izin yoktur. Çünkü aslında sarhoşluğa izin yoktur.
GAİT:
Engin, çukur yer demek olup helaya işarettir. Heladan gelmek de
kinaye yoluyla hades ve abdest bozmak demektir. Kisâî ve Halef-i Âşir
kırâetlerinde
elifsiz olarak okunur. Bu den, önceki dendir. İkisi de kadınlara
dokunmak
demektir. Bunun da özel şekilde bir dokunmak demek olan iki tenasül
uzvunun
birbirine değmesi mânâsını ifade ettiğinde ittifak vardır. Ve boy
abdesti
gerekir. Fakat bunda, el veya diğer şeylerle yalnız vücudun vücuda
dokunması
mânâsına da gelmesi kasdedilmiş mi kasdedilmemiş midir? Burada âlimler
ihtilafa
düşmüşler. Biz Hanefilere göre bu mânâ kasdedilmemiştir. Bundan dolayı
kadının
bir tarafına yalnız dokunmakla abdest bozulmaz. Fakat Zâhirî ve Şâfiî
mezhebine
göre bozulur, boy abdesti değil, yalnız abdest almak gerekir. Ancak
Zâhiriler,
kelimesinin dış görünüşüne bakarak dokunanın abdesti bozulur,
dokunulanınki
bozulmaz demişlerdir. İmam eş-Şafiî ise, ikisinin de abdestinin
bozulacağını
söylemiştir. Hanefiler hafifletmeye, Şafiîler de işi sağlama bağlamaya
ve
ihtiyata riâyet etmişlerdir. Kısaca cünüb iken hasta olursanız veya
seferde
bulunursanız veya ister yolculukta, isterse evde abdest bozar veya
kadınlara
dokunur, boy abdesti veya abdest gerekir de bir su bulamazsanız _ ki
hastalıktan dolayı su bulamamak gerçekten veya hükmen su bulamamaktan
daha
genel olmuş oluyor _ böyle su bulamadığınız taktirde temiz toprakla
teyemmüm
ediniz de yüzlerinize ve ellerinize meshediniz.
TEYEMMÜM:
Lugatte, kasdetmek demektir. Bundan dolayı niyetsiz teyemmüm
olmaz, niyet teyemmümün aslına dahildir. "Saîd" de yer yüzü demektir
ki, taşı toprağı kapsar. Bundan dolayı eline hiç toprak bulaşmasa bile
bir taş
ile teyemmüm etmek caiz olur. Fakat İmam eş-Şâfiî birazcık olsun toprak
bulaşmalı demiştir. "Tayyib" de tertemiz demektir. Bundan dolayı pis
veya şüpheli olmamalıdır. Demek olur ki, İslâm'da maddi ve manevi
temizlenme
meselesinin o kadar önemi vardır ki, su bulamadığı zaman hiç olmazsa
boy abdesti
veya abdest yerine temizlenmeye niyet ve kalbini temizliğe bağlayıp
maddi
yönden de tertemiz bir toprağı abdest uzuvlarının yarısı demek olan
yüzüne ve
dirseklerine kadar ellerine dokundurmalıdır. Yani ellerini bir defa
toprağa
vurup mesh etmeli, bir defa da vurup dirseklerine kadar ellerini mesh
etmelidir. İmanı olmayanlar bundan ne çıkar, diyebilirler. Fakat aklın
bundan
en az alacağı ders şudur ki, insan hem dış ve hem de iç temizliğini
bırakmamalıdır. Kalb temizliği esasdır. Kalbi pis olan ne yapsa
temizlenmez ve
fakat yalnız kalb temizliği de yetmez. Maddi olarak dışını da
temizlemelidir.
Su bulamayınca zaruret durumunda teyemmüm etmek, aslında kalble ilgili
bir
temizlik işi olmakla beraber maddi şartın ve zahiri şeklin de "tamamı
elde
edilemeyen şeyin hepsi terkedilmez" düsturunun ifadesi üzere en güzel
şekilde korunmasıdır. "Şüphesiz ki Allah çok affedici, çok
bağışlayıcıdır." Bunun için teyemmüme ruhsat verir. Fakat sarhoşluğa ve
cünüp durmaya müsaade etmez.
Burada
konu, akıl ve şuuru korumaya ve maddi manevi temizliğe ermekle
özellikle akıl ve düşünce ile ilgili terbiyeye parlaklık ve ahlâk ile
dindarlığa kuvvet verilmek ve bu şekilde aile terbiyesinden genel
terbiyeye ve
herkesin düzelmesine doğru gidilmek, savaşmak ve din uğrunda savaşa
girişmek
için dost ve düşmanı, mümin ve kafiri, hak ve batılı, düzen ve
bozukluğu ayırt
etmek ve karşılaştırmak üzere sarhoş durumunda bulunan sapıkların ve
düşmanların durumuna dikkat çekilerek buyuruluyor ki:
44-46-
"Yahudi olanlardan" ifadesi,
kendilerine dikkat çekilen "Kendilerine kitaptan bir nasib
verilenler" âyetinin açıklamasıdır. Yani burada söz konusu olan
yahudilerdir. Bunlar kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştirirler,
dillerini
eğerler bükerler. Tahrif (bozma) şekli hakkında üç suret rivâyet
edilmiştir:
1- Bir
kelimeyi diğer kelime ile değiştirirler. Mesela Tevrat'ta,
Hz.Peygamberin vasıfları ile ilgili olan "reb'a" kelimesini
"uzun olmayan" terimine, aynı şekilde "recm" kelimesini
"had(şer'î ceza)" deyimi ile değiştirmeleri gibi ki, yazıdaki
değiştirmedir. Buna karşı her tarafta meşhur olan bir kitap böyle nasıl
değiştirilebilir, bu mümkün müdür, denemez. Çünkü bu gibi değişiklikler
en
fazla bir dilden diğer dile nakletme ve tercüme sırasında meydana
gelir. Bunun
için tercüme işi hem bir yetenek, hem bir doğruluk işidir. Bundan başka
yazanların pek az ve iyi hafızlar olmaması veya az olduğu zamanlarda
bunun
kopya etmeler esnasında yapılması da mümkün olur. Daha sonra bu gibi
değiştirmeler aslını bilenleri aldatmamakla beraber diğerlerini
kolaylıkla
aldatabilir.
2-
Ortaya şüphe atma ve yanlış yorumlarla bir kelimeyi öteye beriye
çekerek mânâsını haktan batıla çevirmektir ki, bu da tefsir ve
açıklamada
yapılan bir manevi tahrif (bozma)dir. Fahreddin Razi "Nitekim
zamanımızdaki bidat ehli de görüşlerine aykırı olan âyetlerde böyle
yapıyorlar." demiş ve tahrifin tefsirinde bu ikinci şeklin asıl
olduğunu
da kaydetmiştir.
3-
Yalnız kitap değil, bir söz söyledikleri zaman duydukları ve
kalblerinde bildikleri gibi dosdoğru söylemeyip değiştirerek
söylemeleridir.
Çünkü yahudiler Hz. Peygamberin huzuruna gelirler, bazı şeyler
sorarlar,
yanından çıktıkları zaman Peygamberin sözlerini değiştirerek yaymaya
çalışırlardı. İşte Kur'ân bunların değiştirme şekillerini şu misallerle
anlatıyor: Değiştirirler ve derler ki "işittik ve isyan ettik" bu
bir, "işit, işitmez olası" bu iki, "râinâ" (bizi gözet) bu
da üç. Yani Peygambere karşı ilk önce diyecek yerde derler, hep tersini
yaparlar. İkinci olarak "dinle" diyecek yerde diye bir de cinas ilave
ederler ki, bu kelime bir taraftan övgü ve saygıya, bir taraftan ihanet
ve
sövmeye delalet eder. Çünkü işittirilmiş olmayarak demek olduğundan bir
yönden
lütfen ve tenezzül ederek dinle, çünkü sana karşı söz söylemek ve zorla
dinletmek haddimiz değildir, mânâsına bir saygı ifadesi olabileceği
gibi, öte
yandan bir kaç yönüyle de küçümseme ifade eder. İlk olarak; "dinle ha
söz
dinlemez", ikinci olarak; "dinle ha dinlenmiyesice?" Üçüncü
olarak; "dinle ha iyi haber işitmiyesice." mânâlarına da gelebilir
ki, bunlar hep sövmek ve küçümsemektir. Dördüncü olarak; "dinle fakat
benden işitmiş olmayarak dinle" demek de olabilir ki, bu da bir sırrı
emanet bırakma gibi olmakla beraber yalancılık teklifini kapsayan bir
münafıklığı da içerir. Kelimesi de böyle iki yönlüdür. Bakara sûresinde
(Bakara, 2/104) âyetinde geçmişti. (Oraya bakınız.) İşte bunlar böyle
derler ve
kelimeleri yerlerinden böyle tahrif ederler (bozarlar). Ve bunları
söylerken
dillerini burarak, sarhoş gibi ağızlarını eğerek söylerler, hem de dini
kötülemek için söylerler. Halbuki bunlar Peygambere "işittik ve isyan
ettik" diyeceklerine "işittik ve itaat ettik" ve "dinle
işitmez olası" diyeceklerine yalnız "dinle"; ve "bizi
gözet" diyeceklerine "bize bak" demiş olsalardı kendileri için
elbette daha hayırlı olurdu. Fakat inkarlarından dolayı Allah onları
lanetledi,
onun için bunlar iman etmezler, etseler de pek az ederler. Ya pek az
bir şeye
iman ederler, veya faydası olmayacak az bir zamanda, mesela can çekişme
durumunda iman ederler veya içlerinde iman edenleri pek az bulunur.
Fakat
bulunur.
Bundan
dolayı bunlara ve hatta bütün kitap ehline bir nasihat ve davet
olmak üzere şöyle değişik bir hitap yapılıyor:
47-
Nice
yüzleri veya yüze gelenleri silip belirsiz
yaparak arkalarına çevirmeden veya onları, sebt (cumartesi) ehlini
lanetlediğimiz gibi lanetlemeden önce iman ediniz.
TAMS:
Aslında bir şeyin izlerini yoketmek ve alâmetlerini gidermek
mânâsına olmakla, burada yüzlerin kılığından çıkıp yüz denecek
durumları
kalmamak mânâsını ifade eder. İbnü Abbas (r.a.) deve tabanı, hayvan
tırnağı
gibi olması ile, Katade ve Dahhâk "Eğer dileseydik o kâfirlerin
gözlerini
silme kör ederdik..." (Yâsin, 36/66.) mânâsı üzere gözlerin görmez
olması
ile, bazı müfessirler de suratlarının maymun yüzü gibi çirkin ve
perişan olması
ile misal vermişler ve açıklamışlardır.
Bu
şiddetli bir uyarmadır ki, hem dünya ile ilgili, hem ahiretle ilgili
felaketleri hatırlatır. Bununla birlikte dünya ile ilgili olması daha
açıktır.
Cumartesi ehli, Bakara suresinde geçmişti.
48-
"Allah
kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz." Burada şirk, kayıtsız olduğundan mutlak surette kâfirlik
demek olduğu unutulmamalıdır. Bunun kitap ehline iman teklif etme
yerinde
gelmiş olması da bu konuda özel bir ipucu teşkil eder.
Bu
âyetin inmesi üzerine yahudiler, biz müşrik değiliz, Allah'ın özel ve
ileri gelen kullarındanız, demişlerdi. Nasıl ki, "Biz, Allah'ın
oğulları
ve dostlarıyız." (Maide, 5/18.) dediler. "Ateş bize sadece sayılı
günler dokunacaktır." (Bakara, 2/80) da diyorlardı. Bir de bazı
yahudiler
bir gün çocuklarını alıp Hz. Peygamberin huzuruna gelmişler "Ey
Muhammed!
bunların günahı var mıdır?" demişler. "Hayır" buyurulmuş. Bunun
üzerine "İşte biz de tıpkı bunlar gibiyiz, gece yaptığımız günahlar
gündüz, gündüz yaptığımız günahlar gece örtülür." diye kendi
nefislerini
tezkiye etmişlerdi. Bunun üzerine bunlar hakkında şu âyetler nazil
oldu:
51-55-Rivayet
ediliyor ki, yahudilerin reislerinden
Huyeyy b. Ahtab ile Ka'b b. Eşref yanlarına yahudilerden yetmiş süvari
alarak
Mekke'ye gitmişler ve Kureyş ile bir anlaşma ve sözleşme yaparak Hz.
Peygamber
ile olan anlaşmalarını bozmak istemişlerdi. Onlar da, "Siz kitap
ehlindensiniz, Muhammed'e bizden daha yakınsınız. Bundan dolayı biz
size
güvenmiyoruz. Bizim putlarımıza secde ediniz de gönlümüz rahat olsun."
diye
bir teklifte bulunmuşlardı. Yahudiler de derhal kabul edip bunu
yapmışlar
(putlara secde etmişler). Sonra Ebu Süfyan Ka'b'a hitap ederek, "Sen
kitap
okuyan âlim bir adamsın, biz ise okuma yazma bilmiyoruz; bundan dolayı
bizim mi
yoksa Muhammed'in mi, hangimizin tuttuğu yol doğrudur." diye sormuş,
Ka'b
da "Muhammed ne diyor?" demiş. Ebu Süfyan, "Yalnız Allah'a
ibadet etmeyi emrediyor ve Allah'a şirk koşmaktan nehyediyor." cevabını
vermiş. "Sizin dininiz nedir?" deyince de, "Biz Beytullah'ın
görevlileriyiz, hacılara su veririz, misafirlere yemek yediririz,
esirleri
kurtarırız, şunu yaparız, bunu yaparız." diye anlatmış. Bunun üzerine
Ka'b, "Sizin yolunuz daha doğrudur." demiş ve putprestleri iman
ehlinden üstün saymış ve tercih etmişti ki şu âyetler bunu hakkındadır:
57-
Gölgeli
gölge, koyu gölge, yaygın gölge ki, tam
ve devamlı nimete işarettir. Çünkü refah içinde bulunanlar, genel bir
şekilde
latif gölgelerde yaşarlar. Nasıl ki dilimizde de sayedar olmak, sayeban
olmak,
sayesinde (gölgesinde) yaşamak, sayesinde (himayesinde) yaşatmak
terimleri
nimet ve mutluluk anlamına gelen terimlerdir.
Bu
hikmetten dolayıdır ki:
58-
Allah
size şunları muhakkak emrediyor: Biri,
emanetleri ehline vermeniz biri de, insanlar arasında hüküm ve komuta
ettiğiniz
zaman adaletle hükmetmeniz.
EMANET:
Aslında insanın emin (güvenilir ve itimad edilen kimse olması)
yani kendisine maddi veya manevi her hangi bir şeyin gönül rahatlığı
ile
korkusuz bir şekilde teslim edilebilir ve istendiği zaman eksiksiz
alınabilir
bir şekilde bulunması anlamına masdar ve kısaca masdar olduğu gibi
insanın emin
olma durumuna, gerek Allah ve gerek insanlar tarafından herhangi bir
şekilde
bırakılmış olan şeye de ismi meful (edilgen ortaç) mânâsına gelen
masdarın ismi
olmuştur ki, burada emanet bu mânâyadır. Ve bunların sahiplerine
verilmesi ile
insanlığın, Allah'ın bir emaneti olan şeref ve namus emanetinin
korunması
emredilmiştir. "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu
yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular; onu insan
yüklendi;
(bununa beraber onun hakkını tam yerine getirmedi) çünkü o, çok zâlim,
çok
cahildir." (Ahzab, 33/72), yüce âyeti gereğince insan, Allah Teâlâ'nın
emanetini taşıyan bir emini, bir vekili olmayı üstüne alan yegane
yaratıkdır
ki, bu sayede diğer yaratıklar üzerinde hüküm ve tasarruf etmeye güç
yetirebilir. Bu sayededir ki, insanlar da birbirinden emin olarak
birbirlerine
karşılıklı olarak ve sıra ile birçok hakları ve emaneti bırakırlar.
İşte
insanlar, gerek Allah'a ve gerek kullara karşı emanetle ilgili bu
şereflerini
ne kadar güzel korurlar ve emaneti ne derece yerli yerine
koyabilirlerse o
oranla değer ve iyiliklerini artırmış bulunurlar ve bu şekilde Allah'ın
devamlı
gölgesine (himayesine) girerler ve halk arasında açıktan ve gizli
olarak etkili
bir hakimiyet şerefini elde etmiş olurlar. "Ey Davud! Biz seni
yeryüzünde
(senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle
hükmet,
keyfine uyma, sonra seni Allah'ın yolundan saptırır..." (Sâd, 38/26)
buyurulmuştur. Sırf emanet, aslında hiçbir şeyle telafi edilebilecek
değildir.
Emanetlerin bir garantisi varsa, o da hainlik veya hainlik şüphesi ile
emanetin
yüce onurunun kırılması veya kaybedilmesi ve emniyet ile vekilliğin
garantisinin düşmanlığa dönüşmesidir. Bunun için eminliği kötüye
kullananlar
Allah'a ve kullarına karşı başkalarının hakkını gasbedenler ve
eşkiyalar gibi
itibardan düşerler ve dış görünüşe göre olmasa bile, içten kalblerde
düşmanlıkla mahkum olurlar. Güvenilir olmakla hakimiyetin bu önemli
ilişkisine
dayanan bu âyette, emaneti sahibine vermek ile adaletle hükmetmek ayrı
ayrı
olarak emredilmiş ve güvenilir olma emri, hükmetme emrinden önce
zikredilmiştir. Bundan dolayı insanın Rabbine ve kendine ve halka karşı
olmak
üzere üç çeşit güvenilirlik muamelesi vardır. İlk önce Rabbine karşı
emanete
riayet etmesi Allah'ın hükümlerinin ve kanunlarının tatbikatı yani
vazife
meselesi ile ilgilidir ki, bütün uzuvların vazifelerini içine alır.
İbnü Mesud
hazretleri demiştir ki: "Emanet her şeyde lazımdır. Abdestte,
cünüplükte,
namazda, zekatta, oruçta vs. de." İbnü Ömer hazretleri de demiştir ki:
"Allah insanın tenasül uzvunu yarattı ve buyurdu ki, 'Bu bir emanettir,
senin yanında sakladım, bundan dolayı bunu muhafaza et. Ancak hakkıyla
(helâl
yerde) kullanılması hariç." İşte bütün organların da böyle birer emanet
olan vazifeleri vardır. Kendine karşı din ve dünya emanetinde, kendine
en
faydalı ve en uygun olanı seçmesi, öfke ve şehvet veya cahillik ile
sonunda
zararlı olan şeyleri yapmamasıdır. Halka karşı, hakların emanetini
gözetmek,
alış verişte aldatmamak, zarar veren olmamaktır ki idarecilerin halka
adaleti,
âlimlerin halkı batıl taassuba sevketmeyip dünya ve ahirette faydalı
olan
amellere ve doğru inançlara sevketmesi, halkın da onlara karşı hainlik
yapmaktan sakınması, aynı şekilde kocanın karısına, karının kocasına
karşı
sadakatla (doğrulukla) ırzlarını ve çocuklarının soylarını korumaları
ve
çocukların terbiyesine dikkat etmeleri bunların içindedir.
Bu
şekilde ister Allah'a ait haklarda ve ister insan hakları, başka bir
ifade ile ister genel haklar ve ister özel haklardan insanların emanet
zimmetleri ile ilgili fiilî veya sözlü veya inançla ilgili, maddî veya
manevî,
malî ve malî olmayan hakların hepsini kapsadığı gibi hitabının hükmü de
bütün
mükellefleri kapsar. Özel haklarla ilgili ve emniyetle bırakılan emanet
ve
diğer şeyler, emanetlerden olduğu gibi, kamu işlerine ve haklarına ait
olan
yönler, makamlar, velayet (valilik), imamlık ve hüküm sürmek, nasihat
ve fetva
vermek de emanetlerdendir. Bir de kelimesi sahip ve ehliyetli
mânâlarını
kapsadığı için bu emir, verilmiş olan emanetlerin sahibine geri vermek
ve
ulaştırmaktan başka, emanet edilecek şeylerin de ehline ve hak etmiş
olanlara
emanet ve havale edilmesi mânâsını da ifade eder. Ve bu mânâ kamu
hakkından
olan emanetlerde önem arzeder ve ancak o itibarla emredilmiş bir vazife
olur.
Öyle olmakla beraber bu da Allah'a ait haklardan olan emanetleri
sahibine
vermek ve ona ulaştırmak demektir. Nitekim bu âyetin iş başında bulunan
kimseler hakkında indiği de rivâyet edilmiştir.
Âyetin
indirilmesinin sebebi hakkında meşhur olan rivâyet şudur:
Mekke'nin fethi günü Resulullah Mekke'ye girdiği zaman Kâbe'nin anahtar
taşıyıcısı olan Osman b. Talha b. Abdüddar kapıyı kilitlemiş,
anahtarını
Resulullah'a (s.a.v.) teslim etmekten kaçınmış, "Allah'ın elçisi
olduğunu
bilseydim engel olmazdım." demiş. Derhal Hz. Ali de Osman'ı tutmuş,
kolunu
bükmüş anahtarı alıp Kâbe'nin kapısını açmış ve Resulullah (s.a.v.)
Kâbe'ye
girip iki rekat namaz kılmış idi. Çıktığı zaman, amcası Hz. Abbas
anahtarın
kendine verilmesini ve eskiden sorumluluğunda bulunan Zemzem sakalığı
(hacılara
su dağıtma vazifesi) ile beraber sedanetin (yani Kâbe kapıcılığının)
birleştirilmesini istedi. Bunun üzerine bu âyet indirildi. Bundan
dolayı Hz.
Peygamber (s.a.v.) anahtarları Osman'a geri vermesini ve ona teslim
etmesini ve
kendisinden özür dilemesini Hz. Ali'ye emretti. Hz. Ali de anahtarları
götürüp
özür dileyince Osman: "Beni zorladın, bana eziyet verdin, sonra geldin
(hatanı) düzeltmeye çalışıyorsun." dedi. Hz. Ali de: "Senin hakkında
Allah Teâlâ Kur'ân indirdi." deyip âyeti okudu. Bunun üzerine Osman,
diye
şehadet getirerek hemen müslüman oldu.
Kabe
kapıcılığının (anahtarının taşınması görevinin) ebedî olarak
Osman'ın zürriyetinde kalması hakkında bir de vahiy geldi. Sonra Osman
Mekke'den hicret edip anahtarı biraderi Şeybe'ye verdi ki bugün de
Kâbe'nin
anahtarı Şeybe'nin torunlarındadır. Şüphe yok ki sebebin özel olması,
hükmün
genel olmasına engel değildir. Aksine bu sebep "emanetlerin" pek
genel kapsamlı olduğunu gösterir. Bakınız, Allah size ne güzel öğüt
veriyor!
Emaneti sahibine vermek, adaletle hükmetmek, bunlar ne güzel şeylerdir.
Ve
sizin için ne kadar faydalıdır. Her zaman (mutlaka) bu emirleri
tutmalı,
hainlik ve zulümden sakınmalı. Çünkü "Allah her şeyi işiten ve
görendir." Bundan dolayı hükümlerinizi işitir, emanet hakkında
yaptıklarınızı görür.
Bu
şekilde idarecilere ve hakimlere, işin başında bulunan herkese genel
olarak veya özel bir şekilde emanetleri sahiplerine vermek ve adalet
ile
hükmetmek ve memleketi idare etmek emredildikten sonra, şimdi de diğer
iman
ehline bunları yapan idarecilere itaat etmeyi ve fakat kayıtsız bir
şekilde
değil, Allah ve Peygambere itaat etme içinde şu genel hitabı ile
emrediyor.
59-
Ey
iman edenler! Allah'a itaat ediniz ve
Allah'ın elçisine (Hz. Muhammede) itaat ediniz. Sizden olan emir
sahibine
(idarecilere) de itaat ediniz. Dikkat etmek gerekir ki Allah ve Resulü
hakkında
diye mutlak itaat açıkça söylendiği halde, emir sahipleri (idareciler)
hakkında
buyurulmayıp bunlara itaat etmek Peygambere itaata atfedilmiş ve yalnız
Peygambere itaat etmeye tabi olarak emredilmiş ve bu şekilde tabi olma
altında
itaat etmenin hem aynı kuvvetle kayıtsız olarak gerektiği gösterilmiş,
hem de
isyan edilen şeyler de bu hükmün dışında bırakılmıştır. "Allah'a isyan
hususunda hiç bir mahlukata itaat edilmez". Aynı şekilde "İyi ve
faydalı şeylerde itaat edilir." hadis-i şerifleri de bunu açıklıyor. Şu
halde amirin her emri, memuru sorumluluktan kurtarmaya yetmez. Diyelim
ki, bir
memur amirinin emri ile rüşvet alsa veya hırsızlık yapsa sorumluluktan
kurtulamaz. Bu mefhum, amirin kanuna aykırı olan emri memuru
sorumluluktan
kurtarmaz, diye de ifade olunur.
Dikkate
değer kayıtlardan birisi de müminlere hitap edilerek
"sizden" kaydıdır ki, mânâsı apaçıktır. Müminlerden olmayan
idarecilere itaat etmek dinen vacib kılınmamıştır. Bu hususta itaat
değil,
varsa bir anlaşmaya riâyet etmek söz konusu olacaktır. Fakat itaat
etmenin
vacib olmamasından mutlaka isyan etmenin gerekli olduğunu anlamaya
kalkışmamalıdır. İtaatin vacib olmaması, isyan etmenin vacib olmasını
gerektirmeyeceğinden itaat mecburiyetinde bulunmamakla, isyan
mecburiyetinde
bulunmak arasında fark vardır. İsyan hakkı başka, isyan etme vazifesi
yine
başkadır.
Bundan
dolayı buradan mümin olmayan bir çevrede (ortamda) bulunan
müminlerin şuna buna karşı isyancı ve ihtilalci bir durumda kabul
edilmemeleri
ve belki müminlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah'a ve
Resulüne
karşı itaatsizlikten sakınmak ve aynı zamanda kendilerinden olan
idarecilere
itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemelerinin gerekli olduğunu
anlamak
gerekir. Bu bakımdan Taberî tefsirinde de zikredildiği gibi şu hadisler
ne
kadar önemlidir: İbnü Zeydin babasından rivâyet ettiği üzere Peygamber
(s.a.v.)
Efendimiz buyurmuştur ki: "İtaat, itaat, itaatte imtihan da vardır.
Fakat
Allah dilemiş olsaydı emretmeyi hep peygamberlere verirdi." Yani
peygamberler
mevcut iken bile hükümdarlara emretmeyi nasib etmiştir. Ve nitekim
Yahya
aleyhisselâmın öldürülmesine bile hükmetmişlerdir. Aynı şekilde Ebu
Hüreyre'den
rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur: "Benden
sonra
size bir takım valiler valilik edecek iyi iyiliği ile velâyet edecek,
günahkar
da günah işlemekle velâyet edecek; hakka uygun olan her konuda bunları
dinleyin
ve itaat edin ve arkalarında namaz kılın, iyilik yaparlarsa hem sizin,
hem
onların lehinedir. Kötülük yaparlarsa sizin lehinize (menfaatinize),
onların
zararınadır." Aynı şekilde Abdullah b. Ömer hazretlerinden rivâyet
olunduğu üzere Hz. Peygamber buyurmuştur ki: "Müslüman olan kişinin
itaat
etmesi onun vecibesidir, hoşlandığında da hoşlanmadığında da. Ancak
günah
işlemesi emredilmiş olursa başka. Günah işlemeyi emredene itaat yok."
Şuara sûresinde: "O aşırıların emrine uymayın. Onlar yeryüzünde
bozgunculuk yaparlar, ıslah etmezler." (Şuarâ, 26/151-152) âyeti de bu
hususu apaçık ifade ediyor. Ebu's-Suûd, tefsirinde bütün bunları şu
şekilde
özetlemiştir. Bunlar raşid halifeler ve onlara uyan ve doğru hareket
eden hakkı
emreden idareciler ve adil davranan valilerdir. Zâlim idarecilere
gelince,
bunlar Allah'a ve Hz. Peygambere atf ile kendilerine itaat etmenin
vacib
olmasını hak etmekten uzaktırlar .
Âyette
buyurulmayıp buyurulması dikkate değer bir husustur. Bu mânâ,
amirleri ve hakimleri kapsamaktan başka gerçek anlamıyla (emir vermeye)
sahip
olmak ve işlerde başvurulacak kimse olmak mânâsını da içine alır. Buna
göre
sahabe ve tabiinden ilk müfessirler bu konuda bir kaç mânâ
nakletmişlerdir:
1- Raşid
halifeler,
2-
Âyetin iniş sebebine göre küçük müfreze komutanları.
3-
"Halbuki onu peygambere ve aralarında yetkili kişilere
gösterselerdi, içlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne
olduğunu
(haberin neye delalet ettiğini) bilirlerdi." (Nisâ, 4/83) âyetinin
işaretiyle âyetlerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan âlim ve fakihler
olduğu
zikredilmiş ve bununla emrin yalnız askerî ve sivil idarecilere ait
olmayıp
daha fazla kazaî (hüküm verme) ve teşriî (kanun yapma ile ilgili) yöne
ait
bulunduğu da gösterilmiştir. Bundan dolayı Ebû Bekr er-Râzî'nin de
hatırlattığı
şekilde gerek âyetin beyan uslubuna ve gerekse rivâyetlerin tamamına
göre
meseleyi daha geniş bir şekilde düşünmek gerekir. Bunun için Fahreddin
er-Râzî
bu gerçeği inceleyerek Allah ve Hz. Muhammed'den sonra toplumsal bir
kural
halinde kendilerine kesin olarak itaat etmek vacib kılınan emir
sahiplerinden
maksat, "erbab-ı hal ü akd" (işleri görüp sonuca bağlayana kimseler)
denilen ve ittifakları bütün ümmeti temsil ederek Kur'ân ve Sünnetten
sonra
başlı başına bir şerî delil meydana getiren icma ehli olması lazım
geldiğini,
Allah ve Peygambere itaat etmekten sonra en mutlak itaatın ancak bu
olabileceğini
ve amirlere, hakimlere ve âlimlere itaatin de bunlardan biriyle ilgili
olduğunu
delil getirerek tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır.
Said b.
Cübeyr'den rivâyet edildiğine göre bu âyet, Abdullah b. Huzafe b.
Kays dolayısıyla indirilmiştir. O sırada Hz. Peygamber onu bir
müfrezeye
komutan olarak göndermişti. Süddi'nin rivâyetine göre de Resulullah,
Halid b.
Velid kumandasında bir müfreze göndermişti ki, içlerinde Ammar b. Yasir
de
vardı. Gittiler, geceleyin hareket hedefleri olan kavime yakın bir yere
kondular. Onlar da casuslarından aldıkları bir haber üzerine sabaha
kadar
kaçtılar. Yalnız içlerinden bir adam çoluk çocuğuna eşyalarının
toplanmasını
emretmiş ve kendisi gece karanlığında yürüyüp Halid'in askerine gelmiş
ve Ammar
b. Yasir'i sorup yanına varmış, "Ey Ebu Yakzan! demiş, Ben müslüman
oldum
diye şehadet ettim, kavmim ise sizin geldiğinizi işitince kaçtılar, ben
kaldım;
benim müslüman olmam yarın bir fayda verir mi, yoksa ben de kaçayım
mı?"
diye sormuş, Ammar da, "Hayır kaçma! Sana fayda verir." demiş. O da
kaçmamıştı. Sabahleyin Halid akın etmiş, o adamdan başka kimseyi
bulamamışlar.
Onu malı ile beraber tutmuşlar. Ammar, haber alınca Halid'e gelmiş, "O
adamı bırak, çünkü o müslüman oldu ve ben ona eman verdim." demiş.
Halid
de, "Sen kim oluyorsun da adam kurtarıyorsun." diye çıkışmış ve
bundan dolayı birbirlerine söz atmışlar. Nihayet Resulullah'a mahkeme
için
başvurmuşlar. Hz. Peygamber, Ammar'ın eman vermesine izin vermiş ve bir
daha
amire karşı böyle kendi kendine söz vermemesini de hatırlatmış, bunun
üzerine
peygamberin yanında da atışmışlar. Halid, "Ey Allah'ın elçisi! Bu burnu
kesik kölenin bana sövmesine müsaade eder misin?" demiş. Resulullah da:
"Ey Halid! Ammar'ı kötüleme, çünkü Ammar'ı kötüleyeni Allah kötüler
Ammar'a
karşı kin besleyenden Allah nefret eder, Ammar'a lanet edene Allah
lanet
eder." buyurmuş. Ammar da öfke ile kalkmış. Bunun üzerine Halid,
arkasından koşup elbisesinden tutmuş, özür dilemiş, o da razı olmuştu.
İşte
âyeti bunun üzerine indi, diye nakledilmiştir. Bu iki rivâyetin
çözümüne göre
âyet, müfreze komutanları ve askerî işler sebebiyle inmiş ve fakat
itaat
meselesini genel olarak esaslı bir nizama bağlamıştır.
Bundan
dolayı Ey müminler! gerek genel bir şekilde birbirinizle ve gerek
yetkililer ile sizin aranızda ve gerekse yetkili olanlar arasında
herhangi bir
şey hakkında tartışırsanız onu Allah'a ve Resulüne götürünüz. Yani
yalnız kendi
arzu ve isteğinizle halletmeye kalkışmayınız. Çarpışmalara düşmeyiniz.
Başkalarına da gitmeyiniz de önce Allah'ı, ikinci olarak Hz. Muhammed'i
kendinize başvurulacak yer biliniz, bu hükme ve bu mahkemeye müracaat
ediniz.
Aranızda biricik hakem ve hakim Allah ve Peygamberini tanıyınız.
Değişik
hükümlerinizi, fikirlerinizi Allah'ın âyetlerine ve Hz. Muhammed'in
açıklamalarına tatbik ederek ve uydurarak birleştiriniz ki, Allah'a
müracaat,
Allah'ın birliğine inanmada samimiyetle Allah'ın âyetlerini araştırmak
ve
incelemekle, Resûlüne müracaat da zamanında kendisine ve ondan sonra
sünnetine
ve halifelerine durumu arzetmekle olur. Zâhiriyye (mezhebi âlimleri) bu
âyetten
hareketle ihtilafa düşülen meselelerde mutlaka Kur'ân ve Sünnete
başvurmanın
vacib olduğunu ve bundan dolayı kıyas ile amel etmenin caiz
olamayacağını
zannetmişlerse de besbellidir ki, Kur'ân ve Sünnetle açıkça
anlatılmamış
hususların, çekişme halinde Kur'ân ve Sünnete başvurmak için
sebeplerini ve
illetlerini düşünmekle benzerleriyle mukayese etmekten başka bir yol
yoktur.
Kıyastan maksat da zaten budur. Fıkıh ve hikmet de budur. Demek ki,
İslâm da
dört çeşit hüküm vardır.
Kur'ân'da
açıkça belirtilen, sünnette açıkça belirtilen, yetkililerin
ittifakıyla üzerinde ittifak edilen ve sahih kıyas ile nasslardan
çıkarılan
hükümler. Bununla beraber bu dördüncüsü ile ihtilaf azaltılabilirse de
tamamen
birleştirilemez. Bunda anlaşmazlık çıktığı zamanda yetkililerin
şûrasına ve
nihâyet sultanın emrine müracaat olunur ki, bu da "Allah'a itaat
ediniz,
Resul'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." emri gereğince
Allah'ın emrine müracaat etmektir. Ve "Emanetleri ehline vermenizi
emrediyor." (Nisâ, 4/58) bunun da kaynağıdır. Ve mutlaka müslümanlar
bir
olayda ihtilafa düştükleri zaman ilk önce Allah'ın birliğine inanmak,
emaneti
ehline vermek ve adaletle hükmetmek vazifelerini göz önünde bulundurup,
kendilerini Allah'ın ve Peygamberin huzurunda toplanmış görerek ona
göre
düşünmeleri ve fikirlerini ve arzularını Allah Teâlâ'nın himayesi
altına
vermeleri ve daima hakkın birliği yolunda gitmeleri lazım gelir. Eğer
Allah'a
ve ahiret gününe gerçekten iman ediyorsanız böyle yaparsınız, Allah'a
ve
Resulüne ve yetkililere itaat eder ve şâyet bir şeyde aranızda çekişme
olursa
onda da Allah'ın ve Resulünün hükümlerine baş vurursanız. Bu başvurmak
sizin
için halen sırf iyiliktir, çekişmeyi keser. Ve sonuç açısından da daha
güzeldir.
Bu
emirleri tesbit ettikten sonra işin başında adlî ve teşriî (kanun
koymaya ait) esaslar üzerinde itaat etmeyi temin etmek ve müminlere
adaletle
hükmetmek emredilmiş iken, adalet ve hakka aykırı hükmetmeye istekli
olmamaları
ve muhakeme meselelerinde adalete aykırı harekette bulunma vaziyeti
almamaları
ve tağutlar mahkemesine müracaat etmemeleri gerektiğini telkin ve mümin
ismi
altında Peygambere itaat etmekten hoşlanmayan ve onun hükmüne razı
olmayıp
başka mahkemelere müracaat edenlerin münafık olduğunu anlatmak ve
sonuçta
Resulullah'a itaati sağlamlaştırmak için dikkat çekilerek buyuruluyor
ki:
60-
Sana
indirilene ve senden önce indirilene iman
ettiklerini iddia edenlere, dış görünüşe göre müslüman görünüp münafık
olanlara
baksana! Muhakeme olunmak üzere tağuta, yani Allah'tan korkmaz azgın
şeytana
başvurmak istiyorlar. Halbuki "Kim tağutu inkar edip Allah'a inanırsa,
muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir,
bilendir." (Bakara, 2/256) âyeti gereğince tağutu inkâr etmek
kendilerine
emredilmiş bulunuyordu. Böyle iken tağutun mahkemesine gitmek
istiyorlar.
"Şeytan, onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor."Bu âyetin
indirilmesinin
sebebi olmak üzere birkaç olay rivâyet edilmiştir. Birçok tefsircilerin
İbnü
Abbas'tan rivâyet ettikleri açıklamalarına göre bir münafık ile bir
yahudi
kavga etmişler. Yahudi yargılanmak için Hz. Peygambere başvurmayı,
münafık da
yahudilerin başkanı olan Ka'b b. Eşref'e gitmeyi teklif etmiş. Çünkü
yahudi
haklı, münafık haksızmış. Halbuki Hz. Peygamberin ancak hak ve adaletle
hükmettiği Ka'b b. Eşref'in rüşvete düşkün bulunduğu her iki tarafça
bilindiğinden yahudi, Peygambere başvurmayı, münafık da Ka'b'a
başvurmayı
istiyormuş. Nihâyet yahudi ısrar etmiş, Resulullah'a başvurmuşlar.
Yahudinin
lehine, münafıkın aleyhine (zararına) hüküm çıkınca münafık razı
olmamış,
"Haydi Ömer'e gidelim aramızda o hakem olsun." diye teklif etmiş. Hz.
Ömer'in yanına varmışlar. Yahudi, "Resulullah benim lehime hükmetti, bu
onun hükmüne razı olmadı." diye anlatmış. Bunun üzerine Hz. Ömer
münafığa
"öyle mi?" diye sormuş. O da "evet" demiş. Bunun üzerine,
"yerinizde durunuz, azıcık dışarı çıkayım, gelir hükmümü veririm."
diyerek çıkmış, varıp kılıcını kuşanmış gelmiş ve derhal münafıkın
boynunu
vurmuş, işini bitirmiş, sonra, "Madem ki beni hakem yaptınız, işte
Allah'ın hükmüne ve Resulünün hükmüne razı olmayan hakkında benim
hükmüm
budur." demiş. Yahudi kaçmış. Bundan dolayı münafığın akrabaları Hz.
Peygambere şikâyet etmişler. Hz. Peygamber Ömer'i getirtmiş, olayı
sormuş, o
da, "Hükmünü reddetti ey Allah'ın elçisi!" diye cevap vermiş. O zaman
hemen Cebrail (a.s.) gelip, "Ömer, faruktur, hak ile batılı birbirinden
ayırdı." demiş. Hz. Peygamber (s.a.) de Hz. Ömer'e "sen
faruksun" buyurmuştur. Bu durumda demek ki, tağut, Ka'b b. Eşref'e
işarettir. Şa'bî'den nakledilen bir rivâyete göre de bu münafık,
hasmını
Cüheyne kabilesinden bir kahine de davet etmiş, orada muhakeme
olmuşlardı.
Süddî'nin açıklamasına göre de olay Kurayza oğulları ile Nadîr oğulları
arasında öldürülmüş olarak bulunan biri hakkında meydana gelmiş. Her
iki
taraftan müslüman olanlar Hz. Peygamber'e gidip yargılanmak istemişler.
Münafıklar da bundan çekinip kahin Ebu Berdetü'l-Eslemi'ye başvurmakla
yargılanma isteğinde ısrar etmişler ve ona gitmişlerdi. Çünkü (bu
konuda) şöyle
buyuruluyor:
61-66-
Onlara
"Allah'ın indirdiği şeriata ve
Peygambere geliniz!" denildiği vakit de Ey Muhammed! Münafıkları gördün
ki, senden yüz çevirmeye ve çekinmeye kalkışıyorlar, kalkışıyorlar amma
elleriyle yaptıkları bu cinâyetten dolayı başlarına bir musibet gelince
nasıl
oluyor? Sonra sana gelmişler, "Allah'a yemin ederiz ki, bizim kötü
niyetimiz yoktu, maksadımız iyilik yapmak ve Allah'ın yardımına
kavuşmaktı." diye Allah'a yemin ediyorlar. Bunlar öyle kimselerdir ki,
kalblerindeki kötülüğün derecesini Allah bilir. Bundan dolayı bunlara
yüz
verme, acı ve etkili vaaz ile ders ver. Ve kendileri hakkında öyle
beliğ ve
etkili bir söz söyle ki canlarına işlesin. Bunlar, Peygamberin ne demek
olduğunu anlamıyorlar. Halbuki biz herhangi bir Peygamberi gönderdik
ise, ancak
Allah'ın izni ile itaat olunmak için göndermişizdir. Bundan dolayı
Peygambere
itaat, Allah'ın emrine itaat, ona isyan ise Allah'a isyandır. Hayır. Ey
Muhammed! Rabbine yemin olsun ki, mümin olduklarını iddia edenler,
mümin
olamazlar, aralarında çatallanmış, çekişmeli işlerde seni hakem yapıp
sana
müracaat edinceye kadar. Sonra verdiğin hükümden gönüllerinde hiçbir
sıkıntı
hissetmesinler ve tam bir teslimiyetle açık ve gizli olarak sana boyun
eğsinler. İşte o zaman gerçek mümin olurlar. Eğer biz onlara kendinizi
öldürünüz veya yurtlarınızdan çıkınız diye yazmış olsaydık
İsrailoğullarında
olduğu gibi günahtan tevbe etmek ve kurtulmak için, kendi elleri ile
intihar
etmeyi veya vatanlarından çıkıp gitmeyi farz kılıp teklif etseydik pek
azı
hariç olmak üzere onlar bunu yapmazlardı. Fakat Hz. Muhammed'in
şeriatında
böyle ağır bir yükümlülük yoktur. Bilakis "Ve nefislerinizi
öldürmeyiniz."
(Nisâ, 4/29) hükmü vardır. Kendilerini ve vatanlarını ve dinlerini
savunmak ve
tehlikeden, musibetten korumak emirleri vardır. Bundan dolayı bunu
candan kabul
etmemek, samimiyetle mümin olmamak, nefsine ve vatanına zulmetmektir.
Eğer
onlar, verilen ve verilecek olan vaaz ve öğütlerin gereğini yapmış
olsalardı
mutlaka kendileri için bir hayır ve pek fazla hayırda kalmalarına sebep
olurdu.
Biz burada önceki âyetlerden hareket etmekle şu mânâyı daha uygun
buluyoruz:
Yurtlarından, vatanlarından çıkmak şöyle dursun, onda kuvvetle yerleşme
ve
kalmalarına sebep olurdu
67-70-
ve bu
takdirde tarafımızdan
kendilerine gerçekten büyük bir
mükafat da verirdik. Hem onları şüphesiz doğru bir yola iletirdik.
Çünkü
"Her kim Allah'a ve Resule itaat ederse, işte onlar, Allah'ın
kendilerine
nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kimselerle
birliktedirler." şu halde:
71-72-
Uyanık
ve ihtiyatlı bulununuz; düşmandan
sakınmak için maddî ve manevî bütün sebepleri ve vasıtalarınızı
edininiz,
silâhınızı alınız da onlara karşı takım takım, bölük bölük hareket
ediniz.
Sübat:
Sübe'nin çoğuludur. Sübe, ondan fazla erkekten oluşan cemaat
demektir. Veya hepiniz birlikte seferber olunuz ve şüphesiz içinizden
öyle
kimseler vardır ki mutlaka ağır davranır, geri kalır durur da şayet
başınıza
bir musibet gelirse, yani başarılı olamadığınız, sıkıntılar çektiğiniz
veya
şehid olduğunuz takdirde ne iyi Allah bana lutfetti, nimetler verdi.
Çünkü ben
onlarla beraber bulunmadım, der. Üzülecek yerde sevinir, ve fakat Allah
tarafından bir lütuf ve ihsan size ulaşırsa, fetihler yaparak ganimeti
elde
ederseniz sanki onunla sizin aranızda hiç bir sevgi olmamış, yabancılar
gibi
mutlaka diyecektir ki: Ah ne olurdu, keşke ben de onlarla beraber
olaydım da
büyük maksatlara ereydim. Yani sizin başarılı ve muzaffer olmanızdan
bir dost
memnuniyeti kadar memnun olmayacak, memnuniyet yerine üzülecek, sizinle
beraber
bulunmadığına ahiret düşüncesiyle değil, yalnız dünya sevgisiyle pişman
olacaklardır. Bundan dolayı bunlar böyle yapmaya devam etsinler,
73-75-
dünya
hayatını ahirete satan, bu güne
aldanmayıp sonunu gözeten ihlas sahibi daima hazır bulunup savaşsın...
Her kim
Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, her iki durumda
da biz
ona büyük bir mükâfat vereceğiz Burada savunma şeklindeki savaştan
başka, hücum
şeklindeki savaşa da işaret etmek ve bunun gibi bir maksat ve hikmetle
savaşın
meşru olabileceğini anlatmak gayesiyle buyuruluyor ki: ne menfaatiniz,
ne
hakkınız ve ne mazeretiniz var ki, Allah yolunda ve zulüm ile baskı
altında
kalmış, "Ey Rabbimiz! Bizi halkı zâlim olan, zâlimler elinde bulunan şu
memleketten
çıkar ve bize kendi tarafından bizi sever ve gözetir bir sahip ve
idareci
gönder. Yine tarafından bize bu zâlimlere karşı yardım edecek bir
yardımcı
gönder." deyip duran zayıf ve çaresiz erkekler ve kadınlar ve
çocukların
kurtarılması uğrunda savaşmayacaksınız?" İşte bu Ümmü'l-Kurâ olan
Mekke'ye
işarettir ki, müşrik olan Mekke halkı, zayıflara ve özellikle içlerinde
bulunan
müminlere son derece zulüm ve eziyet ediyorlardı ve zaten; "Çünkü şirk
elbette büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) âyetinin mânâsı gereğince
Allah'a şirk koşmak zulümlerin başı olan büyük bir zulümdür. Allah
Teâlâ zulme
uğrayanların dualarını kabul ve Peygamberinin eli ile Mekke'nin fethini
nasib
edip Hz. Muhammed'in veliliği ve yardımı ile maksadına eriştirmiş ve
onu aziz kılmıştır.
Demek ki savaş, ile bir yeri işgal etmek ancak böyle Allah rızası için
zulme
uğrayanları, zalimlerin pençesinden kurtarmak ve halk üzerinde Allah
Teâlâ'nın
adil hükümlerini ve rahmetini tatbik etmek için meşru olabilir, yoksa
zulüm ve
baskıyı yaygınlaştırmak ve memleketleri istila etmek gibi sırf tecavüz
ve
saldırı için savaşmak asla meşru değildir. Tam bir açıklama için bu
önemli
nokta yani savaşın gayesi meselesi, bir de şu şekilde âyetlerle tesbit
edilmiştir:
76-
İman
edenler Allah yolunda savaşırlar kâfirler
de tağutun yolunda, yani Allah'tan başka kendilerine tapılan azgınlar
yolunda,
azgınlık ve şeytanlık uğrunda savaşırlar. Bundan dolayı siz (savaşa)
hazırlanınız da şeytan dostlarına, şeytan taraftarlarına karşı
savaşınız ve
korkmayınız, çünkü Hakk'a karşı şeytanın hile ve tuzağı zayıftır.
Tefsirciler
diyorlar ki, bunun için hak ve iyilik taraftarları
hayatlarında yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunsalar bile sonsuza kadar
aziz
olarak güzel hatıraları baki kalır. Bu gün olmazsa yarın mutlaka mutlu
olurlar.
Kötülük, şeytanlık, azgınlık ve yalancılıkla hükmeden zorbaların
zorbalıkları
da nasıl olsa söner, yerlerinde yeller eser, şâyet anılırlarsa lanetle
anılırlar. "Muhakkak ki yeryüzüne salih kullarım varis olacaklardır."
(Enbiya, 21/105), "İşte o ahiret yurdu, biz onu yeryüzünde kibir ve
fesat
arzusu bulunmayanlara veririz. Akibet muttakilerindir." (Kasas, 28/83).
Bir
şairin dediği gibi:
Zulmün
topu var, dehşeti var, savleti varsa
Hakkın
da bükülmez kolu var, kuvveti vardır.
"Yani
zulmün topu, dehşeti ve saldırganlığı varsa, buna karşılık
Hakk'ın da bükülmez kolu ve kuvveti vardır."
77-Böyle
iken, Baksana o bir zamanlar kendilerine,
ellerinizi (savaştan) çekiniz, sakın savaşa sebep olmayınız ve siz
hemen namazı
dosdoğru kılınız, zekatı veriniz, denilenleri görmedin mi? Yani savaş
ve
çarpışmanın zamanı değil iken, "Bize bir hükümdar gönder. (Onun
önderliğinde) Allah yolunda savaşalım." (Bakara, 2/246) diyenler gibi
savaşa
taraftar olup da sakın savaşmayınız diye men edilenler üzerlerine
savaşmak
yazılıp farz kılınınca, savaş kesin bir vazife halini alınca bunlardan
bir
kısmı Allah'tan korkar gibi veya daha şiddetli bir şekilde insanlardan
korkmaya
başladılar. Sözlü olarak veya davranışlarıyla dediler ki: Ey Rabbimiz!
Bize
savaşmayı niçin yazdın, niçin takdir ettin, veya niçin farz kıldın?
Bizi çok
uzak değil yakın bir zamana kadar geciktirseydin. Az bir müddet daha
bize
mühlet verseydin de biraz daha yaşasak ne olurdu? Ey Muhammed! Sen
bunlara de
ki: Dünya malı ne olursa olsun azdır, mutlaka geçicidir. Ahiret ise
muttaki
olan, fenalıktan korunabilenler için daha hayırlıdır. Size kıl kadar
zulüm
edilmez veya onlar zulme uğramazlar.
FETİL:
Hurma çekirdeğinin ortasındaki yarıktaki ince iplik gibi çizgi
demek olup azlık ve önemsizlikte mesel olarak kullanılır ki,
Türkçemizde 'kıl
kadar" diye ifade edilir.
78-
Her
nerede olursanız olunuz ölüm size yetişir.
Yüksek kalelerde veya sağlam saraylarda, hatta gökteki yıldızlarda dahi
bulunsanız yine ölüm gelir sizi bulur. Bundan dolayı ölüm korkusu ile
vazifeden
kaçınmanın hiçbir anlamı yoktur. Madem ki mutlaka bir ölüm vardır. Ona
her
zaman hazır olmalı, dünya hayatına bağlanmamalı, vazifeyi seve seve
yapmalıdır.
Bir de Ey Muhammed! Bir takım kimseler -ve özellikle münafıklar-
kendilerine
bir iyilik, bir nimet veya herhangi bir güzellik nasib olursa "bu Allah
tarafındandır" diyorlar. Allah'tan biliyorlar. Ve eğer başlarınıza bir
bela veya herhangi bir kötülük gelirse "bu senin tarafındandır"
diyorlar.
Bu
hususta şöyle rivayet edilmiştir ki: "Hz. Peygamber (s.a.v.)
Medine'ye geldiği zaman Medine'de bolluk ve ucuzluk olmuştu. Hz.
Muhammed'in
insanları İslâm'a davet etmesi üzerine yahudilerin inadı ve
münafıkların
münafıklığı ortaya çıktığı sıralarda kıtlık ve pahalılık görülmeye
başladı.
Bunda belki Medine'nin kalabalık olmaya başlamasının da bir rolü
düşünülse
bile, yağmurların alışılmışın aksine az yağması, meyve ve ürünlerin
olmaması
gibi tabii durumlar da vardır ki, "Biz hangi ülkeye bir peygamber
gönderdiysek, ora halkını (Peygamberlere baş kaldırdıklarından ötürü
bize)
yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır."
(A'raf, 7/94) âyetinde her peygamberin gönderildiği memlekette
başlangıçta
böyle bir darlık ve sıkıntının yüz göstermesi de Allah'ın âdeti olduğu
açıkça
belirtilmiştir. İşte o zaman yahudiler ve münafıklar; "Biz böyle
uğursuz
bir adam görmedik. Bu geleli meyvalarımız az biter oldu ve fiyatlar
arttı,
pahalılık çoğaldı." diyorlar. Bolluğu ve ucuzluğu Allah'a, darlığı ve
pahalılığı Peygambere isnad ediyorlardı. Çünkü "Onlara bir iyilik
(bolluk)
gelince, (Bu bizim hakkımızdır.) derler. Eğer kendilerine bir fenalık
gelirse
Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı " (A'raf, 7/131)
âyetinin mânâsından anlaşıldığı gibi vaktiyle Hz. Musa'yı da böyle
uğursuz
saymışlardı. Bu âyetin iniş sebebi bu olmuş. Fakat âyet, beyanın gelişi
itibariyle savaş durumlarını da ilgilendirdiğinden iyilikler ve
kötülükler,
bolluk veya darlık, sıhhat veya hastalık, hayat veya ölümden başka,
zafer veya
yenilgi gibi savaş sonuçlarını da kapsayacak bir şekilde ifade
edilmiştir.
Ey
Muhammed! De ki, başınıza gelen iyi ve kötü şeylerin hepsi Allah
tarafındandır. Onun yaratması ve takdiri iledir. İyilikler, Allah'ın
bir
ihsanı, kötülükler de Allah'ın yardımı kesmesidir. Bu böyle iken bu
adamların
ne çıkarı var ki bir sözü veya olayı fıkhı ile, yani sırrı ve hikmeti
ile
anlamaya yaklaşmazlar da Allah tarafından başlarına gelen felaketi
peygambere
isnad etmeğe kalkışırlar.
Şimdi de
öyle bizi niye dine davet edip duruyorsun? Kâfirlik de
Allah'tandır demeye kalkışırlar. Çünkü söz anlamamak yüzünden denilince
bir
taraftan bundan insanın çalışmasını ve iradesini inkar etmeye, kulların
işlerinde cebr (zorlama) mânâsını çıkarmaya kalkışırlar. Diğer taraftan
öyle
ise sorumluluk nerede kalır? Allah'a inanma ve iman etmenin tabiat
tasavvurundan ne farkı olur? Allah'a kötülük nasıl isnat edilir?
Allah'ın
zararlı olan bir şeyi yaratması nasıl caiz olur, gibi şüphelere
saplanırlar.
79-Bu
konuda Ey Muhammed, hitaba layık ve Allah'ın
sözünü anlayacak olan sensin, dinle: Sana gelen her iyilik, her
menfaat, itaat
ve mükafat Allah'tandır, çalışıp kazanman olsa da olmasa da
Allah'tandır. Çünkü
Allah dilemeyince hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ Rahman ve Rahim olduğu
için de
iyilikler O'nun irade ve takdirine, yaratma ve var etmesine dayanmakla
beraber,
O'nun rızasına da tamamen uygundur. Bunun için insanın çalışıp
kazanmasıyla
ilgili olmayan iyilikler yalnız Allah'ın ihsanı olduğu gibi, insan
iradesiyle
ilgili iyilikler de Allah'ın takdir ve yaratmasına, hükmünü yürütmesine
ve
başarılı kılmasına, irade ve rızasına uygun olması hasebiyle yine O'nun
bir
ihsanıdır. Bunun için sübjektif, objektif, maddî, manevî, çalışılarak
kazanılan
ve çalışmadan elde edilen mutlak şekilde bütün iyilikler Allah'tan
bilinmelidir. Başına gelen her kötülük ise kendi nefsindendir, kendi
günah veya
kusurundandır. Gerçi "Hepsi Allah'tandır." âyeti gereğince bu da
Allah katındandır. Allah takdir ve irade etmemiş olsaydı bu da
olamazdı. Fakat
bunda yapma veya terk etme yönünden mutlaka senin sebep olman vardır.
Bunun
esası senin kendin, senin arzun veya senin kusurun, senin hatan veya
senin
acizliğin ve senin özündür. Çünkü sen başlangıçta kendi nefsinde ve
aslında her
şeye gücü yeten ve varlığın başlangıcı olsaydın elbette kendine hiçbir
günahı
yaptırmazdın ve hiçbir taraftan sana bir zararın gelmesi ihtimali
olmazdı.
Bundan dolayı birinci derecede günahların kaynağı, yokluğun aslı ve
yalnız
mümkün olan yaratıkların mahiyyetinin kendi acizliğidir. Allah, ona
herhangi
bir var oluş anında bol bol iyilik ihsan etmese o derhal yok olur
gider.
İkincisi, başa gelen kötülüklerin bir kısmı insanın arzu ve iradesine
bağlıdır.
İnsan onu nefsinde tecelli eden bir irade ve istek ile bilerek veya
bilmeyerek bizzat
veya dolayısıyla ister. Hatta ısrar da eder, irade ve istek kuvveti
nefsinde
bir iyilik olduğu halde istenen maksat, iyilik de kötülük de olabilir.
Allah
Teâlâ da cimri olmadığından kulunun iradesine izin verip hükmünü
yürüterek
maksadını yaratır ve istenen kötülük yine Allah katından gelmekle
beraber,
sebep ve çıkış yeri kulların nefsi ve onların kazancı sayılır ve
sorumluluk da
yapana ait olur. "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi
ellerinizle
işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder."
(Şûra, 42/30). Üçüncüsü, genel anlamıyla "seyyie" sadece günah değil,
meşakkat ve sıkıntıları da kapsadığına göre bazı sıkıntılar, acılar
vardır ki
nefsi temizlemeye sebep ve günahlara keffaret ve bundan dolayı iyiliğin
başlangıcı
olur.
Bu gibi
kötülüklerin de başa gelmesi yalnız nefsin ıslahı veya kurtuluşu
hikmetine dayandığından bu da Allah katından gelmekle beraber buna
"nefsin
için" mânâsına "nefsinden" demek doğru olursa da bunu iyilikten
saymak daha uygundur. Bundan dolayı, her ne şekilde olursa olsun
kötülük önce
kula nisbet edilmeli, insan onu kendisinden bilmeli ve bununla birlikte
"Allah katından" olduğunu da unutmamalıdır. Bu âyetten, Mutezilîlerin
istenerek yapılan işlerde kulun kendi yaptıklarının yaratıcısı
olduğunu, çıkarmaya
kalkışmaları doğru değildir. Çünkü âyeti böyle bir iddiaya aykırıdır.
Hülasa,
"Her şey Allah'tandır." Fakat bundan cebir (zorlama)
anlaşılmamalıdır. Âyetinin açıklamasına uygun olarak ne zorlama, ne
serbestlik
"ikisi arasında bir durum," bir adalet ve sorumluluk anlaşılmalıdır
ki, burada de ki, "İyi ve kötü herşey Allah'tandır." iman esasının
güzel bir açıklaması vardır. Ve bu açıklama kendisini iyi, başkasını
kötü,
iyiliği kendinden, kötülüğü başkasından bilen cahil ve gururlu
insanlığın gururuna
karşı bir ders olduğu gibi; kendisini ne iyilik, ne de kötülük hiçbir
şeyle
ilgili saymayan tembel insanlığın tembelliğine ve ilişiksizliğine karşı
da bir
derstir. Mutlaka şunu iyi düşünmek gerekir ki, hem hem de olması, Allah
ile
insan arasında önemli bir ilginin varlığına delalet eder ki, bu da,
"Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım." (Bakara, 2/30) âyetinde anlatılan
vekillik; "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar
bunu
yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok
zâlim,
çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetinin yüce açıklamasında arzedilen
emanet
meseleleridir. Nefis, ne zaman kendini ileri sürer, hareketlerini ve
iradelerini kendi hesabına yapmaya kalkışırsa, vekilliği ve emaneti
kötüye
kullanmış olur ve kötülüğün kaynağı olmuş olur. Ve her ne vakit
iradesini,
emanetin yerine getirilmesi ve vekillik vazifesinin yürütülmesi
açısından
harcar, kendini Allah'ın iradesine teslim ederse, o zaman da Allah'ın
iyiliklerine mazhar olur. Ve işte insanlık mertebeleri bu iki itibarın
ortaya
çıkmasına bağlıdır. Ve bunun en başında peygamberlik mertebesi, onun
başında da
genel elçilik (Peygamberlik) mertebesi vardır. Bunun için burada Hz.
Peygamber'in bütün insanlığa peygamberliği âyetle ifade edilerek, bütün
iyiliklere nail olduğu işaretle buyuruluyor ki: Ve biz seni bütün
insanlara
elçi olarak gönderdik, sen onlara nefsini değil, Rabbinin iradelerini,
besbelli
gücünü göstereceksin. Bundan dolayı senin nefsin, kendi hesabına ortaya
çıkmaktan berî kılınmıştır. Sen hiç bir zaman kötülük kaynağı olmazsın
ve buna
şahid olarak Allah yeter. Allah'ın emrine bizzat Allah'ın şahitliğinden
daha
açık hiçbir şey yoktur. Sen, sözlerinde, işlerinde ve iradelerinde
senin değil
Allah Teâlâ'nın kudret, irade ve rızasını göstereceksin, hakkın
iyiliklerini
ortaya çıkaracaksın. "Allah'ın, kendisinden başka ilâh olmadığına
şahitlik
etmiş." (Âl-i İmran, 3/18) olduğu gibi, "Allah'ın, Muhammed'in kendi
elçisi olduğuna şahitlik etmiş" olduğu da anlaşılacaktır.
80-81-Bilindiği
gibi elçiye itaat, elçiyi gönderene
itaattir. Bunun için her kim Allah'ın elçisine itaat ederse Allah'a
itaat etmiş
olur. Her kim de nefsine uyar, itaatten yüz çevirirse onu kötülüklerden
koruyacağım diye uğraşma. Çünkü biz seni onların başına bir koruyucu
olarak
göndermedik, elçi olarak gönderdik. Artık onlar, kötülük kaynağı olan
nefislerdir, elbette kötülükleri yapacaklardır. Sen onları
kötülüklerden,
kötülüklerin cezasından koruyamazsın. Onlar yani "başüstüne" de,
derler. Sonra yanından çıktılar mı bir kısmı geceleyin sana
söyleyeceğinin veya
senin söyleyeceğinin tersini söyler, başka bir ifade ile, sana verdiği
sözün
veya senden aldığı emrin tersini yapmak için beyit yapmaya çalışır gibi
yalan
dolan uydurmakla uğraşır, dediği halde gönlünde isyanı kurar, sıkıntı
çıkarmaya
uğraşır, kalbinde daima bunu gizler. "Kim peygambere itaat ederse
Allah'a
itaat etmiş olur." hükmüne karşı münafıkların bir kısmı artık Muhammed,
Allahlık iddiasında bulunmaya kalkışıyor demek istemiş, bunun üzerine
bu âyet
inmiştir. (Âl-i İmran, sûresindeki "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız
bana
tabi olunuz." (3/31) âyetinin tefsirine bkz.) Onlar gönüllerinde ne
gizlerlerse Allah onu yazar, vahy ile sana bildirir. Kur'ân'a geçirir
veya
sırası gelince cezalarını vermek üzere defterlerine geçirir. Bundan
dolayı sen
onlara bakma, her hususta Allah'a dayan, bunları da ona havale et Allah
Teâlâ
vekil olarak yeter.
82-
Bunlar
hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi
düşünmüyorlar mı? Eğer bu Kur'ân, yahut senin söylediklerin Allah'tan
başkası
tarafından gelmiş olsaydı bunda bir çok tutarsızlık bulacaklardı.
Böylece
gaipten verilen haberin ve özellikle gizli gizli kalblerinde
gizledikleri
şeylerden haber veren bu kadar haberlerin şaşan, doğru olmayan, gerçeğe
uygun
olmayan yalanlarını yanlışlarını bulabilirlerdi. Halbuki bulamıyorlar
ve
bulamazlar. Kendilerinden başka kimsenin haberdar olmadığı durumları,
fikirlerini ve sırlarını Kur'ân'ın ve Peygamberin, olduğu gibi ve
ihtilafsız
haber verdiğini görüyorlar. Bunun sonunu düşünmeleri ve Allah
tarafından
olduğunu doğrulamaları gerekir. Kur'ân'ın ne verdiği haberlerinde, ne
de vaad
ve tehdidinde aksine gelişen hiçbir şey bulunamamıştır ve bulunamaz.
Bundan
başka Kur'ân bir Allah vergisi olmasaydı, bunu baştan başa icazkar
(herkesin
yapamayacağı şekilde fasih), benzeri olmayan bir belağat ve fesahat
içinde
cereyan etmiş, gitmiş bulmazlardı. Bir kısmını fasih, bir kısmını
kusurlu, bir
kısmını kolay ve bir kısmını zor, karşı çıkılabilir ve mutlaka
çıkılabilir,
değişik, çok değişik bir şekilde bulurlardı. Bu kadar beyan
çeşitlerinin ve
makamların farklı olması ile beraber hepsini birbirine benzeyen ve
birbirine
uygun bir fıtrat düzeni, sağlam ve kusursuz bir metin içinde
bulamazlardı.
Beyan üslubunda tabiatın zorlamasından, düşünce ile ilgili
zorlanmalardan, hak
ve iyiliği, doğru düşünmeyi hedef edinmeyen, nefse ait maksatlar, nefis
ve
şehvetle ilgili meyillerden bir çok nişaneler bulurlardı. Daha sonra
kırâet ve
hükümlerinde, sûre ve âyetlerinde, maksat ve mânâların, hikmet ve
yararların,
durumların gereğinin çeşitli ve değişik olmasıyla uyumlu ve hepsinde
Allah'ın
hükmünün hissedilen akışını gösteren ahenkli bir çeşitlilik ve
değişiklik
bulmazlar. Değişik ve tahrif edilmiş (bozulmuş) Tevrat ve İncil
nüshalarında
açıkça görüldüğü üzere, nesih ve değiştirme konusu olmayan aynı olayda,
aynı
zamanda bir çok uyuşmazlıkla değişik ve çelişkili nice haberler,
hükümler
bulurlardı. Evet Kur'ânda zamanların, yerlerin ve durumların
değişmesine göre
değişik hükümleri ve çeşitli mânâları ifade eden kırâet ve lafızlar
vardır. Ve
bu açıdan birbiriyle çelişkili olduğu görünen âyetler vardır. Fakat
bunların
hiçbiri Allah'ın birliğine ters düşen aynı olayda, aynı zamanda, aynı
şartlar
altında çelişkili ve dağınık bir gidişat üzerinde değil, yavaş yavaş
birbirini
iyice açıklamak, tefsir etmek ve çeşitli durumların gereğine göre hükmü
değiştirmek, yerine başkasını koymak suretiyle açıklamak ve zaman zaman
değiştirmek ve kaldırmakla beyan ederek giden ve sonsuz bir hayatın
akışını ve
hizmetini devam ettiren özel ve düzenli bir gelişme üzerinde yürür
gider ve
hakikat gülistanında açılan bütün yaratılış tecellileri ve güzellikleri
gibi
çokluk içinde birliği ve birlik içinde çeşitlenmeyi ifade eden mükemmel
bir
ahenk ve uyumlu bir değişiklik ve çeşitlilik arzeder. Ve Kur'ân ilminin
en
büyük önemi ve zevki de içinde fazla karışıklık bulunmayan bu çeşitli
ahenk
içinde sonunu tam düşünmekle müteşabih âyetleri muhkem âyetlere havale
ederek
Kur'ân âyetlerinden Allah'ın hükümlerini ve kâinatın olaylarından
Allah'ın
varlığını okuyup bulmaktır.
Mesela
"Hepsi Allah tarafındandır." ifadesiyle "Sana her
ne kötülük isabet ederse kendi nefsindendir." düsturları arasında açık
bir
çelişki ve zıtlığın bulunduğu zannedilebilir. Halbuki bunlar, birbirini
tamamlayan bir açıklama olarak beraberce düşünülmek ve aradaki çelişme
noktaları
atılıp beraberlik yönleri düşünülmek üzere söylenmiş ve, "Bu adamlara
ne
oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!" (Nisâ, 78) âyeti ile de bu nokta
özellikle hatırlatılmış. Burada da ifade edilen değişik hükümlerin, bu
gibi
çeşitli açıklamaların hükümde çelişkiden değil, hikmet ve faydalar ve
durumların gereğine uygun ve ahenkli bir hikmetten ileri geldiği özel
bir
şekilde anlatılmak ve münafıkların yalan dolanlarına tamamen engel
olmak için
fazla değişiklik olmadığı ifade edilerek buyurulmuş ve iyice düşünmeye
sevk
olunmuştur.
83-Yukarda
diye Allah'a itaat ile, Hz. Peygamber'e
itaat etmek birbirinden ayrıldığı halde burada diye ikisi
birleştirilerek
Peygambere itaat Allah'a itaate çevrildiği sırada hem idarecilere
itaatın
hükmünün Peygambere itaat etmeye bağlı ve ona eklenmiş olduğunun
anlatılması,
hem de müslümanların siyasi yönden eğitimlerinin yükseltilmesi için
buyuruluyor
ki: Bir de kendilerine emniyet veya korkuya dair tatlı veya acı bir
emir, bir
haber, bir şey gelince hemen onu yayarlar; doğru mu, değil mi, yahut
yayılmasında bir zarar var mı yok mu, kamu yararı açısından
neşredilmesi caiz
mi, yoksa gizlenmesi gerekir mi, düşünmeden danışmadan yayarlar Burada
gazetecilerin durumuna da temas eden bir uyarı vardır. Bunlar
işittikleri bu
haberi Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere, yani o işte
yetkisi ve
ihtisası bulunan zatlara veya amirlere götürüp onlara başvursalar,
danışsalar
veya havale etseler onu içlerinden bilgi ve tecrübeleri ve iyi niyet ve
basiretleri sayesinde istinbat edebilecek ve hüküm çıkarabilecek
olanlar
mutlaka bilirler, ne yapılacağını anlar, anlatırlardı.
İSTİNBAT:
Çıkarmaktır. "Nebıt" de bir kuyu kazılırken ilk çıkan
su demektir. İşte çözümü istenen bir olay, bir konu karşısında elde
bulunan
prensipler ve bilgileri inceleme ve etraflı bilgi edinme, araştırma ve
düzeltme
ve karşılaştırarak yeni bir bilgi ortaya çıkarmaya da istinbat ve
istihrac
denilir ki, bu bir meleke ve özel bir kudrettir. Herhangi bir işte
böyle bir
liyakat ve yeterlik sahibi olanlar, o işin müctehidi ve gerçek sahibi
ve Allah
katında yetkilileridir. Bunun için yukarıda diye Allah'a ve
Peygamberine
müracaat edildiği gibi, burada da Allah'ın Peygamberine ve böyle
yetkili
kimselere müracaat tavsiye edilerek bunlara da itaat etmenin Peygambere
itaat etmeye
bağlı olduğu bir daha anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki icmada geçerli
olan
görüş bu gibi yetkili zevatın görüşüdür.
Bu âyet
bize özellikle şu hükümleri anlatıyor:
1-
Olaylarla ilgili hükümler içinde doğrudan doğruya âyet ile bilinmeyip
istinbat ile bilinecek olanlar da vardır.
2-
İstinbat da bir delildir.
3-
İstinbata ehil olmayan bilgisiz kimselerin olaylarda ve bilmedikleri
konularda âlimlere başvurmaları ve onlara uymaları gerekir.
4- Hz.
Peygamber bile istinbat ile mükelleftir. Çünkü den sonra âyeti
Peygamberi de kapsadığında şüphe yoktur.
İniş
sebebine gelelim: Münafıklar fırsat buldukça düzmece şeyleri ve
uydurdukları kötü yalanları yayarlar. Müslümanların zayıflarından bir
takım
halk da müfrezelerin durumlarıyla ilgili tatlı veya acı herhangi bir
haber
işittikleri zaman doğruluğunu, yanlışlığını araştırmadan, ne öncesini,
ne de
neticesini hesaba katmadan doğrudan doğruya yaymaya kalkışırlardı. Ve
bu gibi
saygısızlıklardan bazı fitneler meydana gelirdi. Tefsircilerin çoğu, bu
âyetin
bundan dolayı indiğini açıklamışlardır ki, bu şekilde âyetin iniş
sebebi, savaş
ve askerî durumlarla ilgili olmuş oluyor. Diğer taraftan Sahih-i
Müslim'de Hz.
Ömer'den, İbnü Abbas kanalıyla rivayet edildiğine göre, Resulullah'ın,
kadınlarından bir süre için uzak durduğu esnada, bir gün Hz. Ömer
camide
insanların, Resulullah bütün hanımlarını boşamış diye üzülerek
konuştuklarını
görmüş ve bu haberi aklı almadığından derhal koşup izin isteyerek
peygamberin
huzuruna girmiş, biraz derdini anlattıktan sonra bir fırsat bulup
"kadınlarını boşadın mı?" diye sormuş, "hayır (boşamadım)"
cevabını alınca çıkıp "bilesiniz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) kadınlarını
boşamadı" diye bir tellal gibi seslenmiştir. Bu âyet de bunun üzerine
inmiştir ki, Hz. Ömer'in gerçeği istinbatına (ortaya çıkarmasına)
işaret
etmekle, onu övmeyi de kapsamaktadır. Bu rivâyete göre âyetin iniş
sebebi, Nisâ
sûresinin esas itibarıyla içine aldığı aile hükümleri ile bir ilgisi de
vardır.
Fakat terbiye ile ilgili hükmü genel olduğundan âyet daha fazla savaşla
ilgili
durumları ve siyasi eğitimi hedef alan bir nazım uslubuyla ifade
buyurulmuştur.
Çünkü bunlarda boş boğazlık daha çok yapılır ve daha fazla zararlıdır.
Ey
Müslümanlar! Eğer Allah'ın bu fazileti ve rahmeti sizin üzerinizde
olmasaydı, yani böyle peygamber ve istinbata gücü yeten ilim ehli yetki
sahipleri ile doğru yola irşad ve hidâyeti olmasa muhakkak ki siz
çoğunlukla
şeytana, şeytan gibi münafıklara uyardınız, sürüklenirdiniz,
uymadığınız
konular veya uymayan adamlar pek az olurdu. Çünkü az çok aklı olan
herhangi bir
kimse her konuda şeytana aldanmaz. Kitabın sırlarını bilen ve hüküm
çıkarmaya
gücü yeten yetkililer, çok geniş bilgi sahibi olan âlimlerden olan
zatlar da
hak ve hayırlı işleri Allah'ın kuvvetiyle birbirinden ayırmaya güçleri
yettiğinden bunların da şeytana aldanması pek az olur. Halbuki halk,
çoğunlukla
aldanır. Bununla birlikte ilim ehlinin aldanmaması da yine Allah'ın
fazilet ve
rahmeti sayesindedir. Bunun için diğer bir âyette: "Eğer üzerinizde
Allah'ın lutfu ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen
temize
çıkmazd" (Nur, 24/21) buyurulmuştur. Bundan dolayı bu iki âyet
arasındaki
lutuf ve merhametin farkı unutulmamalıdır. Birisi mutlak, birisi
kayıtlıdır.
84-Durum
böyle olunca yani savaş yazılmış,
mazlumlar (zulme uğrayanlar) inler, acı büyük, dünya malı az, ölüm
nasıl olsa
takdir edilmiş, hazırlıklı olmak ve itaat etmek lazım olduğu halde
münafıklar
itaat etmez, hile ve dolandırmaya çalışır, birtakımları da ağır
davranır
savaştan kaçınırsa Ey Muhammed! Bizzat sen Allah yolunda savaş. Sen
ancak kendi
nefsinle mükellefsin, kendi yaptıklarından sorumlusun. O halde yalnız
da kalsan
bu vazifeni yap. Müminleri de savaşa teşvik et ve istekli kıl ki
Allah'ın
kâfirlerin zarar ve kuvvetini önlemesi kuvvetle umulmaktadır. Yani vaad
edilmiştir.
Bu âyet, Küçük Bedir savaşı hakkında inmiştir. Âl-i İmran sûresinde .
"Onlara bazı kimseler, insanlar, size karşı bir araya geldiler,
demişlerdi" (Âl-i İmran, 3/173) âyetinde açıklandığı üzere Hz.
Peygamber
(s.a.v.) Uhud savaşından sonra Ebu Süfyan'a karşı bir sene sonra
zilkade ayında
Küçük Bedir pazarına katılacağına dair sözleşmiş ve söz vermişti.
Zamanı
gelince insanları davet etti, fakat onlardan bir takımı çekindi. Bunun
üzerine
bu âyet indi ve Hz. Peygamber: "Ben yalnız kalsam yine giderim" buyurdu
Ve yetmiş atlı arasında hareket etti. Allah Teâlâ da kâfirlerin kalbine
bir
korku koydu ve onları (Bedir'e gelmekten) caydırdı. Onlar, Merri
Zahran'dan
döndüler. Hz. Peygamber de beraberindeki (ashabı) ile birlikte Bedir'de
sekiz
gün kaldılar ve ticaret yaptılar. Bu şekilde Allah'ın, "Kafirlerin
şiddet
ve kuvvetini önleme" vaadi de Kureyş kâfirlerinin aleyhine gerçekleşti.
Bunun genel bir şekilde gerçekleşmesi de Hz. İsa'nın gökten inmesi
meselesi
olacağı söylenmiştir. Hz. Peygamber bu "Küçük Bedir" olayında bu emre
uygun olarak tek başına gitmeye kalkıştığı gibi, buna uyarak Hz. Ebu
Bekir
Sıddık da Peygamberin vefatı üzerine zekatı vermekten kaçınan
mürtedlere karşı
böyle yapmış ve Hz. Peygamberin halifesi olmayı hak ettiğini bununla da
ispat
etmiş ve başarılı olmuştu.
Evet,
kâfirlerde şiddet ve kuvvet bulunabilir ve fakat Allah kuvvet ve
kudretçe onlardan hem pek çok yüksek, hem de cezası ve azabı
onlarınkinden çok
şiddetlidir. Bundan dolayı kâfirlerin kuvvetinden korkup da Allah'a
isyan
etmemeli, Allah'ın kudret ve azabından korkup da Allah'a itaat etmeli
ve
kâfirlere karşı gelmelidir. Bunun için ey Muhammed! Sen kendin Allah
yolunda
savaş ve müminleri teşvik et. Çünkü bu bir şefaat demektir.
85-Halbuki
kim güzel bir şefaat yaparsa, yani Allah
rızası için bir yararlı işe aracılık ederse ve yol gösterirse onun o
şefaatten
(aracılıktan) bir payı, güzel bir sevabı olur. Yararlı ve güzel bir
işte yol
gösteren onu yapan gibidir. Ve kim de İslâm'a aykırı kötü bir şefaat
(aracılık)
yaparsa onun da ondan aynı oranda kötü bir payı vardır. Allah'ın da her
şeye
gücü yeter. Ve her şeyi layıkıyle gözetir, İyiyi iyiliğinden, kötüyü
kötülüğünden derecesine göre hisse sahibi kılar.
Savaş ve
teşvik emirlerinden sonra ve ceza bölümünden sonra bu şefaat
âyetinin gelmesi ne kadar beliğdir (fasih ve edebidir). Bundan dolayı
kötülüğe
aracılık etmekten sakınmak gerektiği gibi her çeşit güzel aracılıklar
da
yapılmalı ve kabul edilmelidir.
86-Bu
örneklerden biri olmak üzere kimin tarafından
olursa olsun bir selam ile selamlandığınız zaman, bir selam ile size
saygı
gösterildiği vakit de siz ondan daha güzeli ile karşılık veriniz,
selamlayınız
veya onu geri veriniz, yani aynı ile karşılık veriniz.
TAHİYYE
: Lugatte mülk ve bulunduğu durumda kalma mânâsına gelir. Nasıl
ki şair; "Onunla Numân'ın yanına gidiyorum. Ordu ile onun mülkü
üzerinde
yerleşinceye kadar." demiştir ki, "onun mülkü üzerine" demektir.
Bir
kimseye diye dua etmeye de tahiyye denilir ki "Allah ömürler
versin" veyahut "Allah seni mülk sahibi yapsın" veya
"Mülkünde daim kılsın" mânâlarına gelir Cahiliyye devrinde Araplar
selam yerinde derlerdi. Sonraları bizde yaygın olan "Allah ömürler
versin" ifadesi bu selamın bir canlandırılması olmuştur. Fakat bunlar
bir
dua olmakla beraber mutlak surette hayırlı bir dua değildir. Çünkü
ömür, hayat,
mülk mutlaka selamet ve mutluluğu gerektirmez, felaket içinde de
geçebilir.
Bundan dolayı bu şekilde selam, aslında noksan bir selamdır, hepsinin
başı baş
sağlığıdır. "Allah ömürler versin" denildiği zaman, muhatap bu mânânın
kastedildiğini farz ederek hoşlanabilirse de bu bir gaflettir. Çünkü
söyleyenin
niyeti belli değildir. Veyahut hiç düşünmemiştir. Bunun için İslâm
dini, bu
noksan tahiyyeleri selama çevirmiş ve yerine dünya ve ahiret selameti
ve barışı
yayan dua ve iltifatını yerleştirmiş olduğundan İslâm'da selam
olmuştur.
Bunun
için "Size bir selam verildiği vakit." demek olur. Selam
bir tahiyye ve iltifattır. Fakat her tahiyye ve iltifat selam değildir.
İşte
Yüce Allah, Peygamberini ve müminleri cihada teşvik ederken İslâm'da
savaşın gayesinin, barışı temin etmek olduğunu özellikle hatırlatmak
için güzel
şefaatı (aracılığı) teşvik ettikten sonra, düşmanlar barış yapmaya
istekli
oldukları vakit siz de daha güzel veya onlar kadar barış yapmaya razı
olunuz
diye emretmiş oluyor. Bundan dolayı burada Allah'ın sözü "Eğer onlar
barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş." (Enfal, 8/61) âyetinin meâlini
içerir veya gerektirir.
Demişlerdir
ki; hıristiyanların selamı, elini ağzına koymak; yahudilerin
birbirine selamı, parmaklarla işaret etmek veya baş eğip kıç kırmak;
mecusilerin selamı, eğilme; Arapların birbirine selamı "Allah ömürler
versin" demek, padişahlara selamları da "Sabahleyin nimet bul!"
demek; müslümanların biribirine selamı da ve daha güzeli demektir. buna
işarettir. Rivâyet edildiğine göre bir adam Hz. Peygambere demiş, cevap
olarak
Peygamberimiz buyurmuş, diğer biri demiş, peygamber buyurmuş, diğer
biri de
demiş, buna de peygamberimiz buyurmuş. Bunun üzerine bu adam, "Bana
noksan
selam verdin, Allah Teâlâ'nın dediği nerde kaldı." demiş ve bu âyeti
okumuş, Resulullah da "Sen bana fazla bir şey bırakmadın, ben de sana
aynısı ile karşılık verdim." buyurmuştur. Çünkü istenen şeylerin hepsi
bunun içinde bulunur, zararlı şeylerden emin olma, çıkarların meydana
gelmesi
ve devamı gibi. Kısacası, selam pek büyük bir şeydir. Hatta Allah
Teâlâ'nın
güzel isimlerindendir. Ve Kur'ân'da on iki yerde Allah Teâlâ mümine
selam
vermiştir. Selam almak farz-ı kifayedir. Nehaî'den, "Selam sünnet,
selam
almak farzdır." diye rivâyet edilmiştir. Hutbe, sesli olarak Kur'ân
okuma,
hadis rivâyeti, ilim okutma, ezan, ikamet esnasında selama cevap
verilmez. Oyun
oynayanlara, şarkı söyleyenlere, abdest bozan kimseye, hamamda veya
diğer bir
yerde çıplak bulunana selam verilmez. Sünnet olan yürüyenin oturana,
binek
üzerinde bulunanın yürüyene, atlının merkebe binene, küçüğün büyüğe,
azın çoğa
selam vermesidir. İki kişi karşılaşınca ikisi de hemen selam vermeye
girişirler. İmam-ı Âzam dan rivâyet edilmiştir ki, selam alan sesini
pek
yükseltmez. Özetle kim tarafından olursa olsun verilen tahiyyeyi,
selamı en
azından benzeri ile olsun almalı, selam verene hiçbir zarar
verilmemelidir.
Barış barışla, ikram ikramla karşılanmalı ve herhangi bir iyilik mümkün
olduğu
kadar karşılıksız bırakılmamalıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın herşeyin
hesabını
hakkıyla gördüğünde şüphe yoktur. Bütün bu işlerde de ancak onun
hesabını
düşünmelidir. İyi bilinmelidir ki:
88-89-Hasan
ve Mücahid'den rivâyet olunduğuna göre bir
kavim, Medine'ye gelip müslüman olduklarını açıkladıktan bir süre sonra
Medine'den sıkıldıklarını bahane ederek çöle çıkmak için Hz.
Peygamberden izin
istemişler ve çıkınca aşama aşama göçerek gitmişler, sonunda müşriklere
katılmışlar, Müslümanlar da bunların müslüman olup olmadığında ve savaş
açısından haklarında nasıl bir muamele yapılmasının lazım geleceğinde
ihtilafa
düşmüşlerdi. Bu sebeple bunların aslında münafık oldukları açıklanarak
genel
bir şekilde savaş hukuku ile ilgili bazı hükümler tebliğ edilmek üzere
şu
âyetler inmiştir:
Her kim
güzel bir işte aracılık yaparsa sevap, kim de kötü bir işte
aracılık yaparsa günah kazanır. Allah'a hesap vermek bir gerçektir,
Allah
birdir, kıyamet gününde şüphe yok iken, siz o münafıklar hakkında neden
iki
gruba ayrılıyorsunuz? Halbuki Allah onları kazandıkları küfür ve
günahlar
sebebiyle tersine çevirip reddetmiştir. Siz Allah'ın sapıklığa
düşürdüğü
kimselere hidayet vermek mi istiyorsunuz? Halbuki Allah, her kimi
sapıklığa
düşürürse, yani kimde sapıklığı yaratırsa Ey Muhammed! Sen bile artık
ona bir
yol bulamazsın. Onlar, kendileri nasıl kâfirler ise siz de öyle kâfir
olasınız
da hepiniz kâfirlikte eşit olasınız diye arzu etmektedirler. Bundan
dolayı,
Onlar Allah yolunda hicret edinceye, bu şekilde imanlarını
isbatlayıncaya kadar
içlerinden dostlar edinmeyiniz. Eğer onlar, Allah yolunda doğru dürüst
hicret
etmekle imanlarını açıklamaktan çekinirlerse onları tutunuz ve
bulduğunuz
yerde, yani Harem-i Şerif içinde de olsa kendilerini öldürünüz ve
onlardan ne
bir dost, ne bir yardımcı tutmayınız, tamamen onlardan sakınınız.
90-
Ancak
şu iki durumun birinde bulunanlar
yakalanıp öldürülmekten müstesnadır.
1-
Sizinle aralarında bir anlaşma ve sözleşme bulunan herhangi bir kavme
varıp onlara sığınanlar... Böyle sizinle savaş durumunda olanları
terkedip
savaş durumunda olmayan bir kavmin anlaşma ve güvencesine katılanlar, o
kavm
ile olan anlaşmanın hükmüne tabi olurlar.
2-
Yahut, sizinle savaşa girişmekten veya sizinle savaş halinde olan
kendi kavimlerine karşı savaşmaktan göğüsleri sıkışarak; yani ne
sizinle, ne
kendi kavimleriyle savaşmayı akıllarına sığdıramayıp ne lehinizde, ne
aleyhinizde savaşmaya karışmamak, tarafsız kalmak arzusunda bulunarak
soluk
soluğa size gelmiş olanlar. Bunlar da aşağıda açıklanacağı gibi
taarruzdan
korunmuşlardır.
Çünkü
düşünmek ve takdir etmek gerekir ki, Allah dilemiş olsaydı elbette
bunları; yani ne size, ne de düşmanınız olan kendi kavimlerine karşı
savaşmak
istemeyenleri üzerinize saldırırdı da bunlar da öbürleri gibi sizinle
muhakkak
savaşırlardı. Madem ki böyle olmadı, bunun Allah tarafından size bir
lutuf
olduğunu anlamalı ve şükrünü yerine getirmelidir. Bundan dolayı bunlar,
sizden
çekinirler ve sizinle savaşmaya girişmezler ve sizinle barışarak size
boyun
eğerlerse artık bunlar aleyhinde Allah size hiç bir yol vermemiştir.
Onları bir
anlaşma yapmadı diye ne öldürmeye, ne esir etmeye, ne de herhangi bir
saldırıya
uğratmaya hak ve yetkiniz yoktur. Savaştan sakınmakla boyun eğmeyi
(barışmayı)
arzetmeleri, saldırıdan korunmalarına yeterli bir sebeptir. Nasıl ki,
Müdlic
oğulları, Hz. Peygambere bu şekilde savaşmaktan sakınarak gelmişlerdir.
91-
Diğer
birtakımlarını bulacaksınız hem sizden
emin olmak, hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ya iki
tarafca da
hoş görünmek, göze girmek, el tutmak, zarar etmemek, sırasını bulunca
külah
kapmak için mümin ile mümin, kâfir ile kâfir olurlar veya yalnız zarar
etmemek
maksadıyla tarafsız olmak ve savaşan her iki tarafın kavgasından güven
içinde
kalmak, siyaset yapmak isterler. Rivayet edildiğine göre Esed ve
Gatafan
kabilelerinden birtakım insanlar Medine'ye gelirler, müslümanların
güven ve
itimadını celbetmek, bir savaşın meydana gelmesi durumunda canlarını,
mallarını
güven altına almak için müslüman görünürler, söz verirler, yurtlarına
gidince
de kâfir olurlardı. Deniliyor ki bu durum, Abdüddâr oğullarının bir
geleneği
haline gelmişti. Bir de Nuaym b. Mesud Eşcaî müslümanlarla müşrikler
arasında
güvenli bir durumda bulunur, Peygamber ile müşrikler arasında söz
götürür
getirirdi. Âyetin iniş sebebi bunlardan birisi olmuştur.
Böyleleri
her fitneye itildikçe, küfür ve şirke veya savaş ve ihtilâle
doğru davet veya sevk edildikçe ona tepe taklak atılır, fena halde
dalarlardı.
Her türlü edepsizliği yaparlardı. Şu halde bunlar hakkında ilk önce iyi
bir
siyaset takip etmek, onları küfür ve şirke doğru itmemek gerektir.
Bundan
dolayı bunlar sizden çekinirler, barış ve güven isterler ve ellerini
çekip
usulca otururlarsa yapılacak bir şey yoktur. "Bir selam ile
selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın..."
(Nisâ,
4/86). Fakat savaşta sizden çekinmezler ve size barış ve andlaşma
teklif
etmezler ve ellerini çekmezlerse bunları tutunuz ve yakaladığınız yerde
öldürünüz ve işte bunlara saldırmak için size açık bir emir ve yetki
verdik.
Bu
âyetleri, Mümtehine sûresindeki: "Allah, sizinle din uğrunda
savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve
adil
davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli olanları sever. Allah,
yalnız
sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve
çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar."
(Mümtehıne, 60/8-9) âyetleriyle ve "Berâe = Tevbe" sûresindeki bazı
âyetlerle beraber gözönünde bulundurmak gerekir ki, uzun açıklaması ve
teferruatlı hükümleri İmam Muhammed'in Siyer-i Kebir'indedir. Orada
geniş bir
şekilde açıklanmıştır.
Savaş
esnasında olabilir ki bir adam diğer bir adamı görür, seçemez,
savaş halindeki bir kâfir zanneder öldürür, sonra da bir mümin veya bir
muahid
(zimmi) olduğu ortaya çıkar, işte burada bu olayın hükmü genel bir
şekilde
açıklanmak ve ondan sonra savaşla ilgili diğer bazı hükümlere geçilmek
üzere
buyuruluyor ki:
92-
Bir
müminin, diğer bir mümini öldürmesi olacak
şey değildir. İman buna engel olur. Ancak hata ile olursa; kasdetmede
veya
yapmada bir yanlışlıkla kaza ile meydana gelirse başka. Mesela bir
düşmana veya
bir ava atarken kaza olarak bir mümine rast gelirse bu eylem de bir
hatadır.
Yahut karşısındakinin yerine veya elbisesine bakıp bir düşman zanneder,
ona
ateş eder vurur. Bu da amaç ve niyete bir hatadır. Bunların da hiçbiri
mübah
değilse de hatadan tamamen sakınmak insanın gücü dahilinde olmadığından
böyle
bir hata, müminin de başına gelebilir. Nasıl ki, Ayyaş b.
Rebiat'el-Mahzumî ki
-o Ebu Cehl'in ana bir kardeşi idi- müslüman olmuş ve akrabasının
kötülüğünden
kaçarak peygamberimizin hicretinden önce, ilk mühacirler arasında
Medine'ye
hicret etmişti. Bunun üzerine annesi, o (oğlu) dönüp gelmedikçe yiyip
içmemeye
ve tavan altına (eve) girmemeye and içmiş, Ebu Cehil de yanına Haris b.
Zeyd b.
Ebi Üneyse'yi almış beraber gitmişler, onu Medine'de bir dam başında
"Utum" denilen kale gibi sağlam bir odada bulmuşlar. Ebu Cehil
aşağıdan bunu kandırmak için dereden tepeden dolanarak, "Muhammed seni
akrabalarla ilişki sürmeye teşvik etmiyor mu? Bundan dolayı git annene
iyilik
et ve yine dininde kal." demiş, sonunda o da inmiş, onlarla beraber
gitmiş, Medine'den çıktıkları zaman tutmuşlar, onu bağlamışlar ve
dövmüşler,
herbiri yüz değnekten iki yüz değnek vurmuşlar. O da Haris'e "Bu benim
kardeşim, fakat sen kim oluyorsun, ey Haris! Eğer seni yalnız başına
bulursam
seni öldürmek Allah için boynuma borç olsun." demiş. Kısacası kolları
bağlı olarak anasına gitmişler, bu defa da annesi önceki dinine
dönmedikçe
bağının çözülmemesine yemin etmiş, o da dili ile eski dinine dönmüş,
sonra yine
hicret etmiş. Ayyaş da o adama "Kuba"nın arka tarafında yalnız başına
rastlamış ve müslüman olduğunu bilmeyerek vurmuş öldürmüş. Daha sonra
müslüman
olmaya geldiğini haber alınca yaptığına pişman olmuş. Hz. Peygamber'in
huzuruna
gelip "Onu öldürdüm, fakat müslüman olduğunu bilmiyordum." demiş. Bu
âyet de bunun üzerine inmiştir, diye rivayet olunuyor.
Aynı
şekilde "Uhud" savaşı günü de Huzeyfe b. el-Yeman'ın
babası Yeman da İslâm askeri tarafından bilinmeyerek hata ile
öldürülmüştü ki
âyetin iniş sebebinin bu olduğu da rivayet edilir. Bundan dolayı bir
müminin
bir mümini doğrudan doğruya öldürmesi din ve iman açısından yapılamazsa
da hata
ile öldürmek müstesnadır. Bu olabilir. Ve özellikle savaş sırasında pek
muhtemeldir. Ve her nerede olursa olsun hükmü de aşağıda gelen
şekildedir:
Kim bir
mümini hata ile öldürürse bir mümin köle veya cariye azad etmesi
gerekir. Ve öldürülenin varislerine teslim edilecek bir diyet vermesi
gerekir.
(Bu diyetin ödeme şekli ve miktarı için fıkıh kitaplarına bakınız.)
Ancak
ölünün varisleri o diyeti affederler ve bağışlarlarsa o başka.
Köle
azad etmek Allah'ın hakkı olarak bir keffaret, diyet de kul hakkı
olarak bir zarar ödemesidir. Bir müminin öldürülmesinde bu şekilde biri
Allah
hakkı, biri de kul hakkı olmak üzere iki hak bulunur. Hayat, herşeyden
önce
Allah'ın hakkıdır, hürriyyet de bir çeşit hayattır. Bu da Allah'ın
hakkıdır.
Allah'ın kullarından bir müminin Allah'ın hakkı olan yaşamasının yok
edilmesine
karşılık, diğer bir mümin kula hürriyet bağışlayarak yeni bir hayat
kazandırmak, hata ile öldüren müminin günahını örtmeye vesile olacak en
güzel
ve en uygun bir keffarettir ki, bunda bir yönden bir ceza, bir yönden
de bir
ibadet mânâsı vardır. Öldürme kasıtla olsaydı bu günah keffaret ile
örtülemezdi. Fakat hata, az çok bir dikkatsizliği kapsamakla beraber
büsbütün
kendisinden sakınma imkanı olmadığından öldüren kimse bir taraftan
terbiyeye,
bir taraftan da teselli etmeye ve kendisine yardımda bulunmaya
layıktır. Bunun
için, keffareti affetmesi söz konusu olamaz. Sonra Allah'ın hakkı olan
hayattan
öldürülen kimsenin bir faydalanma hakkı vardı, hayat hakkına sahipti.
Öldüren
hata ile de olsa bu hayat hakkını ondan almış olduğundan ve hiçbir hak
boşa
gitmeyeceğinden buna karşı yalnız bir tazminat olmak üzere öldürülen
kimsenin
yerinde kalıp malından faydalanacak olan varislerine bir diyet
verilmesi de bir
kul hakkıdır. Ve hata ederek öldüren kimse de burada yardıma layıktır.
Bunun
için baba tarafından akrabası varsa diyete katılması gerekir.
Varislerin bunu
affetmeleri de bir yardımlaşmadır. Bundan dolayıdır ki, affedip temize
çıkarma
yerine "tasadduk" (sadaka verme) deyimi ile bu yardımlaşmaya teşvik
edilmiştir. İşte İslâm ülkesinde bir mümini yanlışlıkla öldürmenin
hükmü iki
şeydir; keffaret ve diyet.
Ancak
yanlışlıkla öldüren kimse müslüman değilse yalnız diyet gerekir.
Kâfirlerin memleketine gelince; eğer hata ile öldürülen size düşman bir
milletten, savaş durumu devam eden kâfirlere ait bir ülkenin halkından
olur.
Halbuki kendisi mümin ve böyle olduğu halde bir mümin tarafından orada
yanlışlıkla öldürülmüşse öldürenin mümin bir köle azad etmesi gerekir.
Burada
diyetten bahsedilmemiştir. Demek ki, diyet gerekli değildir. Ve bununla
birlikte bu husus ictihad konusudur. Bazı tefsirciler, bunun sebebi
hakkında,
"Çünkü öldürülen bu şahıs ile ailesi ve akrabası arasında miras
yoktur." demişler ise de öldürülen kimsenin o küfür memleketinde
kendisi
gibi mümin bir varisinin bulunabilmesi de mümkün olduğu, sonra bu
durumda İslâm
ülkesinde öldürülüp, küfür ülkesinde müslüman olmayan akrabası bulunan
bir
müminin de diyetinin alınmaması ve kanının boşa gitmesi gerekeceğinden
dolayı
bu sebep tam değildir. Diyetin gerekli olmamasının esas sebebi şudur:
Çünkü
küfür ülkesi, korunma yurdu olmadığından bu mümin düşman bir toplumun
arasından
çıkmamış ve orada oturmayı seçmiş olmakla kendi kanını boş yere
harcamıştır.
Ve eğer
yanlışlıkla öldürülen kimse, sizinle aralarında devamlı veya
geçici herhangi bir anlaşma bulunan bir kavimden ise; bu durumda o
kavim
müslüman olmayan bir toplum ise de öldürülenin müslüman veya kâfir
olduğuna
bakılmayarak mutlaka diyet de keffaret de gerekir. Anlaşmayı bozma
kuruntusundan sakınmak için diyetin ödenmesinde acele davranılacağını
hatırlatma bakımından burada diyet, (kan pahası) birinci bölümün aksine
olarak
öne alınarak anlatılmıştır. Şu halde İslâm ülkesi halkından bulunan,
müslüman
olmayan bir zimmî veya yabancı halklardan bulunan müslüman olmayan bir
sığınmacı veya bir müslüman, İslâm ülkesinde bir mümin tarafından
yanlışlıkla
öldürülürse, aynı şekilde İslâm ülkesi ile özel anlaşması bulunup savaş
durumunda olmayan yabancı bir devlet halkında bir müslüman ve belki
müslüman
olmayan İslâm ülkesi dışında mensub olduğu memlekette bir mümin
tarafından
yanlışlıkla öldürülürse, bunların hepsinde İslâm ülkesinde yanlışlıkla
öldürülen herhangi bir müminde olduğu gibi; öldürene hem diyet, hem
keffaret
gerekecektir. Yani birinci bölümü kayıtsız olmakla beraber,
karşılaştırma ipucu
ile İslâm ülkesinde öldürülen herhangi bir mümin; ikinci düşman olup
anlaşması
olmayan bir devlet halkından küfür ülkesinde öldürülen bir mümin
hakkında;
üçüncü bölümü de İslâm ülkesinde zimmî ve sığınmacı ile anlaşma yapan
bir
yabancı ülke halkından bulunan ve orada öldürülen mümin hakkında demek
olur.
Çünkü bu müminin İslâm ülkesinde öldürülmesinin, birinci bölümün içine
girdiğinde şüphe yoksa da İslâm ülkesi dışında öldürülmesinin oraya
dahil
olması, ikinci bölümden dolayı "Genel mânâ ifade eden kelime, tahsis
edildikten sonra geri kalan kısımda zan ifade eder." kuralı gereğince
şüpheli kalacağından burada bu şüpheyi ortadan kaldırmak için, zimmî ve
sığınmacı ile beraber mânâsı altında bir daha tekrarlanmıştır.
Bu üç
cümlede yanlışlıkla öldürülen şahsın mümin veya mümin olmayan
kimse, İslâm ülkesinde veya bu ülke dışında olmasına göre bütün
ihtimaller
gösterilmiş ve fakat bütün bunlarda ancak mümin olup yanlışlıkla
öldürenin
vazifesi açıklanmıştır. Bununla beraber bundan müslüman olmayan ve
fakat
anlaşması bulunan, yanlışlıkla öldüren kimsenin vazifesinin de kan
bedeli
olacağı ve bunlara keffaret teklif olunmayacağı anlaşılmış olur. Çünkü
keffarette ibadet mânâsı bulunduğundan mümin olmayan kimseler, imandan
önce
bununla yükümlü değildirler.
Demek ki
yanlışlıkla öldüren bir mümine diyet ister gerekli olsun, ister
gerekli olmasın mutlaka keffaret olmak üzere bir mümin köleyi azad
etmesi
farzdır. Bundan dolayı kim, yani yanlışlıkla katil olan herhangi bir
mümin,
azad edecek bir mümin köle bulamazsa; ne bir mümin köleye, ne de ona
sahip
olabilecek bir vasıtaya sahip bulunmuyorsa birbiri ardına aralıksız iki
ay oruç
tutması gerekir ki bu oruç, Allah tarafından tevbe için, tevbenin kabul
edilmesi
içindir. Diğer bir mânâsı, bu oruç tutma teklifi, esas ve azimet (takva
ile
amel etmek) olan köle azad etmeye güç yetmemeye karşı Allah tarafından
verilen
bir ruhsat ve kolaylığa dönüştür, ikinci derecede bir keffarettir. Buna
göre
ikisi de Allah tarafından istenir. Kullar tarafından istenemez. Kul
hakkı olana
diyet yerine de geçemez. Bir mümin veya anlaşmalının Allah'ın hakkı
olan
hayatının yok edilmesi yanlışlıkla olsa da yine bir günahtır. Demek
oluyor ki,
mümin bir köleyi azad etmek, yok edilen hayat yerine geçebilecek bir
çeşit
diriltme olduğu gibi, oruç da bir köle azad etme hükmündedir. Gerçekten
köle
azad etmek, diğer bir canı kölelik ve esirlik bağından kurtarmak olduğu
gibi
oruç da kendi nefsini şehvetlerin esirliğinden kurtarmak ve
temizlemektir.
Bundan dolayı yanlışlıkla öldüren mümin kimse, diğer bir mümin köleye
hürriyet
vermekten aciz kalınca hiç olmazsa arka arkaya iki ay oruç tutarak
nefsini
kuvvetli arzuların bağından azad etmeli ve kendine manevî bir hürriyet
vererek
nefsini günahtan kurtarmalıdır. Çünkü o da bir mümin köledir. Allah
Teâlâ her
şeyi çok iyi bilendir. O öldürenin durumunu da bilir; Hakimdir, kanun
olarak
koyduğu bütün bu hükümleri de hikmeti ile koymuştur. Orucun iki ay
olmasının
hikmetini de O bilir.
93-Yanlışlıkla
öldürmenin hükümleri bunlardır,
kasten öldürmeye gelince bunun dünya ile ilgili hükmü Bakara sûresinde,
"Ey iman edenler! öldürülenler hakkında kısas, size farz kılındı."
(Bakara, 2/178) âyetinde açıklanmıştı. Ahiretle ilgili hükmü de şudur:
Mümin veya
kâfir kim bir mümini kasten, bile bile, hayatına kasdederek öldürürse
onun
cezası cehennemdir. Orada pek uzun müddet ve belki sonsuza kadar
cezalandırılır. Çünkü Allah ona gazab etmiş, onu lanetlemiş, merhamete
layık
görmeyip onun için büyük bir azab hazırlamıştır.
Bu
âyetin indirilme sebebi Mıkyes b. Dababe adındaki bir mürted olmuştur.
Şöyleki bu Mıkyes b. Dababe el-Kinanî ve kardeşi Hişam, müslüman
olmuşlardı.
Mıkyes, bir gün kardeşi Hişam'ı Neccar oğulları içinde öldürülmüş
olarak buldu,
gelip Resulullah'a bu durumu anlattı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de onunla
beraber
Bedir savaşına katılan sahabeden Zübeyr b. İyaz Fihri'yi Neccar
oğullarına
gönderdi, katili biliyorlarsa kısas etmesi için Mıkyes'e teslim
etmelerini ve
eğer bilmiyorlarsa kan bedelini ödemelerini emrediyordu. "Allah'ın
Resulünün emri başüstüne, katili bilmiyoruz, fakat diyeti veririz."
dediler ve yüz deve getirdiler, onlar da aldılar, Medine'ye döndüler.
Yolda
gelirken Şeytan Mıkyes'e şöyle bir vesvese verdi: "Kardeşinin kan
bedelini
kabul edeceksin de kendine baş kakıncağı yapacaksın, öyle mi?
Yanındakini
öldür, cana can olsun, kan bedeli de sana kâr kalsın." dedi. Bunun
üzerine
Fihrî'nin bir gafletini gözetip bir kaya ile onun başını parçaladı,
sonra
develerin birine binip geriye kalanları sürerek ve kâfir olarak
Mekke'ye döndü
gitti, şöyle diyordu:
Âyet bu
olay üzerine indi. Hz. Peygamberin Mekke fethi günü güvence
verdiği şahıslardan ayırdığı bu idi. Bu mürted katil, O gün Kâbe'nin
örtüsüne
yapıştığı halde kendisine eman (güvence) verilmeyip öldürüldü.
İşte
mümin öldürmek büyük bir cinayet ve yukarıda açıklandığı üzere
anlaşmalı veya anlaşma yapılanlara katılan veya cemaatten ayrılıp bir
yana
çekilen ve mülteci ve andlaşma ve barış yanlısı kâfirlerin öldürülmesi
de yasak
ve haram ve hatta yanlışlıkla öldürme de bile hükmü mümin gibi
olduğundan:
94-Ey
iman
edenler Allah yolunda adım attığınız, savaş
için hareket ettiğiniz vakit iyice araştırınız, acele olarak şüphe ve
kuruntu
üzerine ve zayıf yorumlarla değil, dikkatle ve kesin bilgiye göre kılıç
vurunuz. Hamza, Kisaî ve Halef-i Âşir kırâetlerinde sebattan okunduğuna
göre
iyi tutunuz, ayağınızı denk atınız, sağlam basınız, acele ederek çürük
tahtaya
basmayınız, ayağınız kaymasın ve size İslâm selamı veren, kendini
müslüman
gösteren kimseye, -veyahut Nâfi, İbnü Âmir, Hamza, Ebu Cafer ve Halef-i
Âşir
kıraetlerinde elifsiz okunduğuna göre - size teslim olma ve boyun eğme
vasıtalarını sunan kimseye sen mümin değilsin demeyiniz. Beyan edilmiş
olan,
açık olandır. Gizli şeyler hakkında verilecek hükmün de açık olması
için açık
bir delile dayanması gerekir. Gizli olana, açık olandan hükmedilir. Ve
gizli olan
şeylerde bir şeyin delili onun yerine geçer.
Selam
veya teslim olmak görünen ve apaçık bir durumdur. Kalb ve vicdan
ise gizli ve görünmeyen bir nesne olduğundan o görünen ve apaçık
nesneyi
bırakıp da kalb ve vicdana bunun maksadı şu veya budur diye görünene
aykırı
olarak doğrudan doğruya hükmetmeğe kalkışmak, araştırma yapmadan
hareket
etmektir. Bunun için bir kimsenin açıkça verdiği selamı, gösterdiği
boyun
eğmeyi hiçe sayıp da ona aykırı kuruntularla doğrudan doğruya kalbine
hükmetmeye kalkışmayınız, dış görünüşüne göre muamele ediniz. Açıkça
belli olan
bir şeyi diğer belli bir şey, meydanda olan bir şeyi, meydanda olan
başka bir
şey bozarsa o zaman da en kuvvetli ve en açık olanı tercih etmek için
sebat ve
ihtiyat ile iyice düşünerek karar veriniz. İsa b. Verdan kırâetinde
ikinci
mimin üstün ile okunmasıyla, okunduğuna göre, "Sana güven verilmez"
demeyiniz. Böyle deyip de hemen vurmayınız, bununla birlikte hiçbir şey
demeyiniz değildir. O alçak hayatın geçici nimeti olan, devam ve
sürekliliği
olmayan, geçici malına gönül vererek; zavallının malına göz dikerek
veya gelip
geçici bir maksat takip ederek öyle demeyiniz. Yasak mutlak surette
değil,
dünya malı gayesinden boş olmayarak söylemeye yöneliktir. Bu da iyice
araştırmayı terk ettiren ve aceleye sevkeden duruma işarettir. Demek
esas
yasağın gelişi, iyice araştırmadan zahirin aksine hüküm vermeyi
yasaklamıştır.
Dolayısıyla "güvenceli değilsin" denileceği zaman, dünya ile ilgili
ve nefisle ilgili maksatlardan soyutlanarak ve hak gözü ile bakarak
söylemeli
ve kılıcı da ona göre vurmalıdır. Böyle olursa, yani selam verene
geçici dünya
menfaati maksadı ile sen güven altında değilsin denilmez, durumu iyi
anlaşılmadan hareket olunmazsa Allah katında pek çok ganimetler vardır
ki
bunlara, o gibi katillere (adam öldürmeye) tenezzül etmeyenler ve
durumu iyice
anlayıp tesbit etmekle hareket edenler kavuşur. Bu âyetin inişine bir
kaç olay
sebep olmuştur:
1- Feked
halkından Mirdas b. Nehik yalnız başına müslüman olmuştu. Onun
toplumu içinde ondan başka müslüman yoktu. Peygamberin Galip b. Fudale
komutasında bir müfrezesi bunların üzerine gitmişti. Toplumun hepsi
kaçtılar.
Yalnız Mirdas müslümanlığına güvenerek kaldı. Atları görünce davarını
dağın bir
dolambacına sığındırdı. Ona ulaştıklarında tekbir aldılar. O da tekbir
alıp
indi ve dedi. Fakat Üsame b. Zeyd, Mirdas'ı öldürüp hayvanlarını sürdü.
Geldiler Hz. Peygambere haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.) çok
fazla darıldı ve onu şiddetle azarladı. "Siz onu beraberindeki mala göz
dikerek öldürdünüz." buyurdu. Sonra bu âyeti Üsame'ye okudu, Üsame,
"Ey Allah'ın elçisi! Benim için mağfiret dile." diye rica etti.
"O, lâilâhe illallah demişken nasıl olur da onu öldürürsünüz?"
buyurdu. Üsame kendisi demiştir ki, "Bunu sürekli tekrar etti. Hatta o
dereceye geldi ki daha önce müslüman olmamış bulunsaydım da bu gün
olsaydım
diye temenni ettim. Sonra hakkımda mağfiret diledi ve bir köle azad et,
diye
emretti."
2-
Abdullah b. Ebi Hadret ve Ebu Katade Haris b. Rıb'î ve Muhallem b.
Cüsâme b. Kays Leysî ve daha birkaç kişiyi Resulullah İdam tarafına
göndermişti. İdam deresinde Âmir b. Azbatı Eşceî rastlamış, İslâm
selamı ile
selam vermiş, Muhallem b. Cüsüme ile bunun arasında Cahiliyye devrinden
kalma
bir kin varmış, Muhallem, bir ok atmış Amir'i öldürmüş, Hz. Peygambere
haber
gelince öfkelenmiş, Muhallem'in mağfiret dilemesine karşı "Allah seni
mağfiret eylemesin" buyurmuş. Muhallem, ağlayarak kalkmış aradan yedi
gün
geçmemiş vefat etmiştir.
3-
Mikdad b. Esved'de de Üsame olayı gibi bir olay olmuş. Mıkdad demiştir
ki, "Ey Allah'ın elçisi, dedim, ne buyurursun kâfirlerden birine rast
gelsem, çarpışsam, o benim elimin birini kılıçla vursa, sonra bir ağaca
siper
alıp 'Yüce Allah'a teslim oldum' dese, bundan sonra onu öldüreyim mi?"
Hz.
Peygamber, "öldürme" buyurdu. Ben de "Ey Allah'ın elçisi o benim
kolumu kesti." dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) "Öldürme! Çünkü
öldürürsen o senin onu öldürmeden sonraki yerinde, sen de onun
söylediği
kelimeyi söylemeden önceki yerinde olursun".
4-
Birtakım sahabe müşriklerle çarpışmışlar ve onları bozguna
uğratmışlar. Birisi birine mızrakla saldırmış. O da süngü yetişince ben
müslümanım demiş, fakat dinlememiş onu öldürmüştür. Ondan sonra durum
Hz.
Peygambere arz edilince, "Müslüman olduğunu iddia ettiği halde sen onu
öldürdün ha" buyurmuş.
O da "Ey
Allah'ın elçisi! O, bu kelimeye sığınarak bunu
söyledi." demiş. Bunun üzerine "Kalbini yarmalı değil miydin?"
buyurmuştur. Bu kınaması daha birkaç olayda söylenmiştir.
5-
Buhari ve Müslim'de rivâyet olunduğu üzere Selim oğullarından bir adam
sahabeden bir kaç zata rastlamış, yanında davar da varmış, selam
vermiş, onlar
da bu selamı korunmak için verdi demişler ve onu öldürmüşler, davarını
almışlar. Hz. Peygambere gitmişler, bu âyet indirilmiş. İşte bu
olayların her
biri âyetin iniş sebebi olmak üzere rivayet edilmiş ve aralarında bir
çelişki
bulunmamış olduğuna göre deniliyor ki, âyetin indirilmesinin esas
sebebi bu
olayların birbirine yakın bir zaman içinde birden fazlası olmuş ve
herkes kendi
olayını sebep bilmiştir.
Ey cihad
edenler! Siz de çoğunluk itibariyle bundan önce başlangıçta
müslüman olduğunuz zaman tıpkı böyle idiniz: Size selam veren veya
teslim
olduğunu gösteren bu adam gibi ağzınızdan çıkan bir kelime ile, bir
şehadet
kelimesi ile İslâm dinine girdiniz, girdiniz de Allah size lutfetti,
canınızı,
malınızı taarruzdan korudu, sonra yükselttikçe yükseltti, doğruluk ve
dürüstlükle seçkin, tam imanla seçkin kıldı. Mahkumiyyetten hakimiyyete
yüceltti ve ilâhî hazinesinden sizi nice ganimetlere aday kıldı. Şimdi
iş
başına geçip harekete geldiğiniz vakit dünya menfaatlerine dalarak bu
durumlarınızı unutmayınız da iyi anlayıp dinleyiniz veyahut ihtiyatlı
bulununuz. İsterse zorlama durumunda olsun, İslâm'a gelenleri Allah'ın
size
yaptığı gibi başlangıçta sözleriyle kabul ediniz, teslim alınız da
sonra ortaya
çıkacak durumlarına göre muamele ediniz. Bunun selam vermesi veya
şehadet
getirmesi veya müslüman görünmesi, korkusundan kellesini kurtarmak veya
hainliğinden kendini gizlemek için bir siper, bir kalkandır diyerek ilk
anda
onu öldürmeye kalkışmayınız, ihtiyatlı davranınız, sonunu gözetiniz.
Çünkü
Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdardır. İyilik ve kötülük hiçbir
amel
karşılıksız kalmaz.
Müminleri
donatarak savaşa hazır hale getirirken böyle araştırmaya ve
ihtiyatlı davranmaya sevk eden bu emirler ve tâlimatlara karşı "o halde
cihada gitmemek ve ona katılmamak daha büyük bir ihtiyat ve yerinden
ayrılmamak
daha hayırlı olacak" deyip de özürsüz oturup kalmamak için buyuruluyor
ki:
95-96
Bir
şeyi yapmaya üşenip oturana "kâıd"
denilir. savaşa gitmeyip geri kalanlara da "kâidün", yahut
"ku'ad" denilir. Bu kelimeler, "kâidûne ani'l-harb" yani
savaştan geri kalanlar demektir.
DARAR,
bir şeye gelen eksikliktir ki, hastalık veya körlük ve topallık
gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma köre ve çok zayıf hastaya
"darir" denilir. Askerin yiyecek, içecek ve yakacak gibi
ihtiyaçlarını ve savaş alet ve gereçlerini tedarik etmekten aciz olmak
da bu
mânâdadır. Bundan dolayı zararlılar, dertliler, sakatlar, acizler ve
özürlüler,
bunların dışında kalan ise, sıhhatli, sağlam ve gücü yetenler demek
olur.
Bu
âyetin başlangıçta mutlak olup bu "özür sahibi olmaksızın"
kısmının sonradan indiği rivayet edilmektedir. Bera b. Azib'den rivayet
edildiğine göre, bu âyet indiği zaman Resulullah (s.a.v.) "Üzerine yazı
yazılabilecek bir şey ve kalem getiriniz, diye emredip "Müminlerden
oturanlarla cihad edenler eşit olmaz." yazdırmıştı. Bu sırada İbnü Ümmi
Mektum gelmiş orada bulunuyordu. Bu sahabi anadan doğma kör idi.
"Allah'ım!
Ben özürlüyüm, bana ruhsat var mı?" dedi. Bunun üzerine, âyetin kısmı
indi.
Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in katibi Zeyd b. Sabit'ten de şöyle rivayet
edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) âyeti indiğinde, bunu bana
yazdırıyordu. İbnü
Ümmi Mektum geldi: "Ey Allah'ın Resulü! Cihada gücüm yetseydi cihad
ederdim, fakat körüm" dedi. O sırada Resulullah (s.a.v.)'a vahiy
baygınlığı geldi, ağırlaşıp bayıldı. Dizi dizimin üstüne geldi. Öyle
ağır geldi
ki ezip ufalayacak zannettim. Çok korkmuştum. Sonra ayıldı, dedi. Daha
sonra,
"yaz" dedi: İbnü Abbas'tan da şöyle rivâyet edilmiştir: Bedir savaşı
olduğu zaman Bedir'e katılıp katılmayanlar hakkında âyeti inmişti.
Abdullah b.
Ümmi Mektûm bunu işitti ve Ebu Ahmed b. Cahş b. Kaysi'l-Esedî ile
beraber,
"Ey Allah'ın Resulü! Biz körüz, bize ruhsat var mı?" dediler. Bunun
üzerine, den, kısmına kadar bu âyet indi. Bunlar gösteriyor ki, sakat
olanlar
ve gücü yetmiyenler, güçsüzler demektir ki, bunların dışında kalanlar
da
sıhhatli, sağlıklı ve güçlü olanlar demek olur. Ayrıca İbnü Abbas'ın,
ın mânâsı
dır, dediği rivayet edilmiştir. Bu kavram, "ziyan" anlamına gelen
"zarar"dan alınmış olarak düşünülürse daha genel bir anlam ifade
eder. Zira "zarar sahibi" sözü, hem zarar görenleri, hem de zarar
verenleri kapsar. Zararlı, aciz bulunanlar kendilerinde eksiklik olduğu
gibi
ister istemez cihada gidemediklerinden dolayı sevap bakımından zarar
görmüş;
güçleri varken savaşa gitmeyenler de ya kendilerine ihtiyaç duyulduğu
halde
gitmedikleri veya isyan etmekten çekinmedikleri takdirde hem savaş ve
güvenliğe
zarar vermiş, hem de günahları sebebiyle zarar görmüş olurlar.
Özürlüler
zararda ve zararlı oldukları gibi bunlar da zararlı ve zarardadır. Şu
halde
ikisi de kapsamı içine girerler. Dolayısıyla bunların dışında olup da
oturup
kalanlar, güçleri olduğu halde savaşa gitmeyen ve gitmemekle beraber
zararı da
olmayan hayırlı ve emin kişiler demek olur. Onun içindir ki, "Allah
onların hepsine de cenneti vaad etmiştir" buyruluyor.
İşte
bunlar aslında en güzel şeyle müjdelendikleri halde cihad edenlerle
karşılaştırıldıklarında onlara denk olamayacakları ve cihad edenlerin
derecelerinin dünya ve ahirette bunlardan üstün olduğu ve ayrıca ilâhî
rahmet
ve bağışlama hususunda gerek bu oturanlardan gerekse cihad edenlerden
her
birinin kendi sınıflarında da birçok derece ve rütbelere ayrıldıkları
anlatılmış ve bu suretle cihadın her zaman herkesin yapması gereken bir
farz
olmayıp öncelikle farz-ı kifaye olduğu bildirilmiştir. Çünkü cihad
herkesin
yapması gereken bir farz olsaydı, gücü kuvveti yerinde olduğu halde
oturanlara
en güzel şey değil, azap vaad edilirdi.
Görülüyor
ki, oturanlarla cihad edenlerin genel bir karşılaştırılmasının
yapılması uygun görülmemiş, bu karşılaştırma sadece özürlü olmadıkları
halde
oturanlarla mücahidler arasında yapılmış, özürlü olanlar bu
karşılaştırmanın
dışında tutulmuştur. Çünkü az önce anlaşıldığı üzere zarar sahibi
olarak savaşa
gitmeyip oturanlar iki kısımdır. Bir kısmı özürlü, bir kısmı da güçlü,
isyankar
ve zarar verici olanlardır. Özürlü olanlar bu âyetle genel olarak
yükümlülükten
hariç tutuldukları gibi, bunlar arasında bir taraftan özür ve
ızdırabının
şiddetine sabredip dayanmak, öte yandan cihadın erdemini takdir ederek,
cihad
edenlerle beraber bulunamadığından dolayı kederinden kanlı yaşlar döküp
onların
kurtuluş ve zaferleri için dua ve "Allah ve Resulüne sadık kaldıkları
takdirde..." (Tevbe, 9/91) irşadına uyarak Allah ve Resulü için hayır
dilemek suretiyle manevî cihad içinde bulunanların ahirette mücahidler
derecesinde mükafat ve sevap elde edebilmeleri ihtimali anlatılmak için
bunlar
mücahidlere eşit olmama özelliğinden hariç tutulmuşlardır.
Güçlü,
isyankar ve zarar verici olanlar ise derece hak edecek değil, azap
hak edeceklerinden, Allah yolunda cihad edenlerle eşit olmaları şöyle
dursun,
savaşa gitmeyip oturan salih kişilerle bile eşit olamayacakları için
onlarla
karşılaştırılma faziletinden hariç tutulmuşlardır. Özetle, istisnada
asıl,
olumluyu olumsuz, olumsuzu olumlu yapmak olmayıp, sadece bir kısmını
hükümden
dışarda tutmak ve "istisna ettikten sonra geri kalanla hüküm vermek"
olmasına dayanılarak, burada "eşit olmaz" hükmünden istisna edilen
"özürlüler" hakkında aynı seviyede bir eşitlik hükmü lazım
gelemeyeceğinden, "özürlülerin dışında kalıp da savaşa katılmayanlar
mücahidlerle eşit olamazlar, ama özürlüler genellikle eşit olurlar"
gibi
bir anlam çıkarmamalıdır. Aslında burada özürlülerin eşit olup
olamayacağı
hakkında bir hüküm verilmemiştir. "Onlar ya hiç eşit olamazlar veya
içlerinde eşit olanların bulunması düşünülebilir" diye anlamalıdır.
Ayrıca, şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, bu karşılaştırmada
mücahidler de mutlak bırakılmamış, öncelikle iki şeyle kayıtlanmıştır.
Birisi,
bu cihadın Allah yolunda olması, diğeri ise mal ve canla yapılmasıdır.
Esasen
şeriat örfünde "mücahidîn", Allah yolunda savaşanlar demek olduğu halde
Allah yolunda, kaydının bir kez daha açıkca söylenmesi, bu erdeme
ulaşmak için
niyetin son derece samimi olması gerektiğini ve her savaşanın değil,
her cihad
edenin bile bu karşılaştırmaya dahil olamayacağını hissettirir.
"Mallarıyla
ve canlarıyla" kaydı da, bu samimi niyetten sonra,
savaşa katılmayıp oturanlardan daha üstün olabilmek için, cihad
edenlerde bu
iki özelliğin birlikte bulunmasının da şart olduğuna işarettir.
Mücahidlerin
yaptıkları harcamalara savaşa katılmayanların malî yardımları karıştığı
takdirde, bunların dahi cihatta hisseleri bulunacağından o zaman iki
taraf
arasında eşitsizlik ve üstünlük hükmü kesin ve genel bir şekilde söz
konusu
olamayacaktır. Savaşa katılmayanlar arasında, mücahidlerden daha üstün
olmasa
bile onlara eşit olanlar bulunabilecektir. Fakat bu da savaşa
katılmamasından
dolayı değil, malıyla cihada katılmasından dolayı olduğu için, fazilet
katılmayanlar tarafından değil, mücahidler tarafındadır. Ancak şu var
ki, bazan
bu mücahidlerin sahip oldukları faziletin kaynağı fiilen savaş
saflarında
bulunmada değil, arkalarında cihada katılmayanların içinde duran büyük
cihad
mücahidleri arasında olabilir. Nitekim Halid b. Velid ve benzeri
mücahidler
Müseylimetu'l-kezzab ile çarpışırlarken hiçbiri Medine'de duran ve
bütün bu cihadı
sevk ve idare eden Hz. Ebubekir (r.a.)'den daha mücahid ve daha
faziletli
olmadılar. Aynı şekilde Kisra ve Kayser ordularıyla çarpıştıkları zaman
mücahidler ne Hz. Ömer, ne de Hz. Osman ve Hz. Ali'den daha mücahid ve
daha
faziletli değil idiler.
Burada
"kaidin" (savaşa katılmayanlar) ve "mücahidin"
(cihad edenler) kelimeleri örfte kullanılan anlamları gereğince, kendi
ibareleri ile Allah yolunda savaşmaya ait bulundukları kesin olmakla
beraber,
asıl mânâlarında kuud, yani oturma, tembelliği akla getirdiği ve
mücahede ise,
bütün gayretini harcayarak ve zahmetler çekerek uğraşmak ve çalışmak
demek
olduğu ve örfte o mânâları ifade etmeleri, bu mânâdaki özelliklerinden
kaynaklandığı için, bu mukayese ve karşılaştırma genel olarak
çalışanlarla
çalışmayanların da eşit olamayacaklarını ve herhangi bir hususta Allah
yolunda
iyi niyetle çalışanların oturanlardan daha üstün olduğunu ve şu kadar
ki,
kötülük ve zarar için çalışanların, bu karşılaştırmanın dışında
tutulduklarını
da işaret yoluyla ifade etmektedir. Bu işaret göz önüne alındığında,
Allah
yolunda mal ve can ile cihad etme kavramının "Bizim uğrumuzda cihad
edenlere gelince, elbette biz onları yollarımıza hidâyet ederiz",
(Ankebut, 29/69) âyetinde olduğu gibi o kadar geniş kapsamı vardır ki,
savaş
meselesi bunun bölümlerinden biri demektir. Bundan dolayıdır ki,
Resulullah
(s.a.v.) savaştan geri döndükleri zaman, "Küçük cihattan büyük cihada
döndük" hadis-i şerifleri ile ruh terbiyesi ve nefsi düzeltme ile
uğraşmanın büyük cihad olduğunu duyurmuşlardır.
Özetle,
müminlerden özürsüz ve zararsız olarak savaştan geri kalanlar,
malları ve canlarıyla, Allah yolunda cihad edenlerle bir olamazlar.
Açıkçası,
Allah cihad edenleri oturanlardan derece itibariyle üstün kıldı,
çalışanlara
çalışmayanların, Allah yolunda savaş edenlere etmeyenlerin üstünde
fazla bir
derece verdi. Bununla beraber Allah hüsnayı, yani en güzel sevap olan
cenneti
ikisine de vaad etti ve vaad ettiği halde böyle yaptı. Bu böyle olunca
kendilerine cennet vaad edilmeyen ve savaştan geri kalmaları izne bağlı
olmayıp
zarar ve günah teşkil ettiğinden dolayı kendilerine azap vaad edilen, o
savaşa
katılmamış olanların mücahidlerle bir olamayacakları öncelikle
anlaşılır.
İkisinin de güzel inançları ve iyi niyetleri olduğu ve cennet ikisine
de vaad
edildiği halde bile eşit olmazlar. Allah cihad edenleri pek büyük bir
ecirle
savaşa katılmayanlara üstün kılmıştır ki, bu ecir de mücahidler
arasında aynı
derecede değil, Allah'tan birçok derece, mağfiret ve rahmet olacak
şekildedir.
Bunların bir kısmı, savaşa katılmayanlardan bir derece fazla ise, diğer
bir
kısmı derecelerle fazladır. Mücahidlerin dereceleri çok ve birbirinden
farklıdır. Bu ecirlerin içinde Allah'ın büyük bir mağfiret ve rahmeti
de
vardır. Bu mağfiret ve rahmet sayesinde geçmiş günahlar da bu ecir ve
dereceleri eksiltmeyecektir. Kuşkusuz, " Allah çok mağfiret ve merhamet
edicidir."
97-Zararlı
olan geri kalanlardan önemli bir kısmın
durumuna bakalım O kimseler ki, kendilerine zulmederlerken melekler
dünyada
canlarını alacak veya ahirette kendilerini yakalayıp mahşere
süreceklerdir,
kuşkusuz melekler onlara siz ne durumda idiniz, dininizle ilgili ne iş
yapıyordunuz? diye azarlayıp soracaklar. Onlar da, "biz bu yeryüzünde,
şu
bulunduğumuz yerde zayıf sayılmış kimseler idik" diyecekler, yani
başkalarının ezici gücü ve mağlubiyet altında acizlik ve
güçsüzlüğümüzden
dolayı bir şey yapamıyorduk, zayıf sayılıyorduk diye özür beyan
edecekler.
Melekler de bunlara "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi. -Mesela,
Medine'ye Habeşistan'a göç edip kendilerini kurtaranlar gibi-
yeryüzünde başka
bir tarafa göç etseydiniz ya!" diyecekler ve mazeretlerini kabul
etmeyeceklerdir. İşte böyle bulundukları yerde görevlerini yerine
getirmelerine
engel olan bir zulüm ve hakimiyet altından çıkmak ve az çok uygun bir
tarafa
gidebilmek gücünü olsun taşıdıkları ve dolayısıyla tam anlamıyla aciz
ve
zayıflardan olmadıkları halde, kendilerini tamamen aciz sayıp
yerlerinden
kımıldamayanlar, bu şekilde yapabilecekleri görevlerini terketmiş,
küfür ve
zulme yardımcı olmuş olacaklarından bunların varacakları yer
cehennemdir. Ve bu
gidiş ne fena bir gidiştir veya o cehennem ne fena yerdir.
Bu âyet
Mekke'de müslüman olmuş ve hicret farz kılındığı sırada hicret
etmemiş olan bazı kişiler hakkında inmiştir. Demek ki, hicret vacip
iken
kafirlerin suyunca gidip oturmak doğrudan doğruya küfür değil ise de
her halde
bir günah ve nefse bir zulümdür. Tefsircilerin açıklamasına göre bu
âyet bir
yerde dinini yaşama imkanı bulamayan bir adamın oradan göç etmesi
gerektiğini
göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir hadisinde sahih olarak
şöyle
gelmiştir: "Her kim dini uğruna bir yerden kaçarsa, gittiği bir karış
yer
de olsa cennete girmeye hak kazanır. Babası İbrahim'in ve peygamberi
Muhammed'in yoldaşı olur." Rivayet olunduğuna göre, bu âyet inince
Resulullah
(s.a.v.) bunu Mekke müslümanlarına göndermiş, Cündüb b. Damre (r.a.) de
oğullarına: "Beni bir şeye yükleyiniz. Çünkü ben ne güçsüzlerden, ne de
yolu bilmeyenlerdenim. Allah'a yemin olsun, bu gece Mekke'de yatmam."
demişti. Oğulları bunu bir sedyeye koyup Medine'ye gitmek üzere
taşıdılar. Çok
yaşlı bir zat idi, yolda vefat etti.
Demek
oluyor ki, gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin
zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek,
neticede
çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken
bundan
kaçınmamak nefse bir zulümdür.
98-99-
Ancak
bir çare bulamayacak, hicretin
gerektirdiği sebeblere güç yetiremeyecek ve kendi kendine veya bir
vasıta ile
yolu doğrultup gidemeyecek olan gerçekten güçsüz ve çaresiz erkekler,
kadınlar
ve çocuklar hariç. Zira bu gibi çaresizleri Allah'ın affetmesi kuvvetle
umulur.
Bunlar için de gitgide kâfirleşme tehlikesi düşünülebileceğinden mutlak
olarak
affedilirler denemezse de çocuklar henüz yükümlü bulunmadıklarından,
büyükler
de kalplerindeki imanı korumak şartıyla hicret etmeme hususunda
mazeretli
olduklarından dolayı affedilmeye ve bağışlanmaya layıktırlar. "Allah
çok
affedici, çok bağışlayıcıdır."
100-
Ve
her kim, yolunu bilip de Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok
gidecek, sığınacak veya düşmanların zıddına hareket edecek yer ve
genişlik
bulur. Dolayısıyla yaşadıkları yerde bir tür rahat ve bolluk
bulunanlar, oradan
ayrılınca mutlaka sıkıntılara ve darlıklara düşeceğini zannedip de
korkmamalıdırlar. Bir de, her kim Allah'a ve Resulüne hicret etmek
üzere
evinden çıkar da sonra amacına ulaşamadan ölüm kendisine yetişirse onun
ecrini
vermek Allah'a düşer. Yani amelini tamamlamış gibi, ulaşacağına ulaşmış
olarak
ecir elde eder. Dolayısıyla bu konuda, "yerimden ayrılırsam amacıma ya
ulaşırım ya ulaşamam, iyisi mi elimdekini de kaybetmeyeceğim; Dimyat'a
pirince
giderken evdeki bulgurdan da olmayayım." diye düşünmemelidir. Allah
için
hareket eden, kaderde öyle yazıldığı için yarıyolda da kalsa yine tam
sevap alacağını
bilmelidir. " Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
Az önce
nakledildiği gibi Cündüb b. Damre Medine'ye gelirken yolda
"Ten'im" denilen yerde öleceğini hissederek sağ elini sol eline
koymuş, "Allah'ım, şu senin, şu da Resulünün. Resulün sana ne ile biat
ettiyse ben de öyle biat ediyorum." demiş ve ruhunu teslim etmişti. Bu
haber Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabına ulaştığı zaman, "Medine'de
vefat
etseydi sevabı eksiksiz olurdu." demişler, bu âyet de bunun üzerine
inmiştir.
İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dini
amaçla
Allah rızası için yapılan her hicretin Allah ve Resulüne yapılmış bir
hicret
olduğunu da açıklamışlardır.
Mücahidler
ile savaşa katılmayanların bir karşılaştırmasını yaptıktan
sonra mücahidlere sağlanan ilâhî kolaylıklar cümlesinden olmak üzere
seferde,
korku halinde ve düşman karşısında ve belki hastalık ve yağmur gibi
genellikle
zaruret hallerinde namazın nasıl kılınacağını açıklamak ve bu suretle
hem
cihadın, hem namazın dindeki büyük önemini belirtmek için buyruluyor
ki:
101-
Yeryüzünde sefer ettiğiniz vakit. Görülüyor ki
burada "Allah yolunda" kaydı açıkça konmamıştır. Dolayısıyla dış
görünüşüne göre bu âyet gerek cihad, gerek hicret, gerek ticaret ve
gerek başka
herhangi bir neden ve amaçla yapılmış olan seferlerin hepsini kapsar.
Bunun
için âyetin mutlak olarak "yolculuk namazı" hakkında olduğu
söylenmiştir. Bununla beraber âyetin yine cihad seferi ile ilgili
olduğu sözün
akışından açıkca anlaşılıyor. Bunun için burada mutlak olarak yolcu
namazlarına
bir işaret bulunsa bile asıl olarak daha sonra anlatılanların düşman
korkusu
ile ilgili olan savaş veya hicret yolculuğu olmasından âyetin hükmü,
yolculuk
halinde kılınan namazdan daha çok zaruret hallerindeki korku namazına
dairdir.
Yani savaş için yola çıkıp, yürüdüğünüz vakit kâfirlerin sizi fitne ve
sıkıntıya düşüreceğinden korkarsanız namazı biraz kısa kesmenizde günah
yoktur.
Bilinmektedir
ki "kasr", çekip uzatmanın zıddı olarak kısıp
kısaltmak demektir. âyetinde anlatılan namazı kısaltma işi iki şekilde
düşünülebilir. Birisi rekatların sayısını kısaltıp dört yerine iki
kılmak yani
nicelikten kısaltmaktır ki, bir kısım tefsirciler bu mânâyı
vermişlerdir. Fakat
bu mânâ her namazda olmaz. Akşam ve sabah namazları bunun dışında
kalır. Biri
de namazda ayakta durma yerine oturma veya hayvan sırtında durma; rüku
ve secde
yerine de ima ile yetinmek gibi namazın sınırlarını, vasıflarını ve
niteliklerini kısaltmak, yani nitelikten kısaltmaktır. Öte yandan kasr,
durdurma ve alıkoyma anlamına da gelir. Bu durumda bu âyetin mânâsı,
namazın
bir kısmını kazaya bırakmak demek olur. Zâhiriyye bunun sadece ilk
mânâda, yani
rekatları kısaltmak mânâsında olduğunu söylemiş ve bu âyet gereğince
seferde
namazı kısaltmanın korku haline mahsus olduğu ve dolayısıyla seferde
olan bir
adamın kendisini güven içinde hissettiği durumlarda namazını tam
kılması
gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Şafiiler de âyeti bu şekilde
yorumlamış ve
fakat "korku" kaydını koymaksızın seferde olan bir adamın dört
rekatlı namazları iki rekat kılması caiz, fakat tam kılmasının daha iyi
olduğu
görüşüne varmışlardır.
Hanefilere
gelince, onlar burada üç mânâ ihtimal dahilinde olmakla
beraber, âyetteki "kısaltma"dan maksadın ikinci mânâ, yani nitelikte
kısaltma olması gerekeceğini ve esasen sefer halinde dört rekatlı
namazların
iki rekat kılınması bir kısaltma değil, tam kılma olduğunu ve
dolayısıyla daha
fazla kılmanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Zira Sahih-i Buhari'de
de
rivayet edildiği üzere namaz ilk farz kılındığı zaman evde oturma ve
yolculuk
hallerinde ikişer rekat olmak üzere farz kılınmış ve daha sonra evde
oturma ve
barış hallerinde öğle, ikindi ve yatsı namazları dört rekata
çıkarılarak
artırılmış ve yolculuk halindeki namaz asıl hali üzerine bırakılmıştır.
Bu
hüküm Kitapla değil, Sünnetle sabittir. Bu âyet ise özellikle korku
hali şart
kılınmış olduğundan işin bu yönünden bahsetmemiştir.
Onun
için mutlak olarak seferle ilgili hükümleri buradan çıkarmaya
kalkışmak doğru değildir. Âyette korku hali dışındaki durumlardan
bahsedilmediği Şafiilerce de kabul edilmektedir. Dolayısıyla sefer
halinde
namazda "nicelikten kısaltma" ikinci derecede meşru bir ruhsat gibi
görünse de gerçekte birinci derecede meşru bir azimet anlamında
olduğundan
burada ruhsat verilen kısaltmanın "nitelik kısaltması" olması
gerekir. Bu yorum, Tâvus ve İbnü Abbas'tan da rivâyet edilmiştir. Hz
Peygamber
(s.a.v.)'in, yapmış olduğu bütün seferlerde gerek korku, gerekse
emniyet
hallerinde rekatların sayısını kısaltmış olduğunda hiç ihtilaf
edilmemiştir.
Demek ki, herhangi bir yolcunun namazı esasen iki rekattır. Hz.
Ömer'den
rivâyet edildiği üzere, yolculukta emniyet ve güven hali var iken
kısaltmak, "Bu,
Allah'ın size vermiş olduğu bir sadakadır. Öyleyse siz de onun
sadakasını kabul
edin." hadisi gereğince, kabul edilmesi gereken ilâhî bir sadakadır.
Korku
halindeki kısaltma ise buna eklenen bir nitelik kısaltmasıdır ki, "Eğer
korkuya düşerseniz yaya veya binekli olduğunuz halde kılınız." (Bakara,
2/239) âyetinde olduğu gibi korkunun derecesine göre yürüyerek eda
etmeye veya
îmâ ile kılmaya, bunlar da olamadığı takdirde kazaya bırakmaya
uygundur. (o
âyetin tefsirine bkz.)
Şimdi
düşman karşısında durumun uygunluğuna göre, namazı kısaltmanın
cemaatle yapılabilecek özel şekline gelelim:
102-
Ey
Muhammed! Sen bu korku halinde bulunan ve
namazı kısaltmalarına izin verilen mücahidlerin içinde bulunup da
onlara namaz
kıldırdığın vakit içlerinden bir kısmı seninle beraber dursunlar, yani
askeri
önce iki kısma ayır; bir kısmı düşman karşısında beklesin, bir kısmı da
seninle
beraber namaza dursunlar. Ve namaza duranlar da silahlarını bırakmayıp
yanlarına alsınlar. Bunlar secde edip rekatı bitirdiler mi arkanızdan
düşman
karşısına çekilsinler, ve kılmamış olan diğer kısım gelsin, ikinci
rekatı da
seninle beraber bunlar kılsınlar. Demek ki, kılınan namaz iki rekattir
ve her
rekata nöbetleşe bir kısım katılmıştır. Şu halde herbirinin ikinci
rekatleri ne
olacak? Savaşın başlaması gibi, korkunun şiddetlenmesini gerektirecek
yeni bir
durum ortaya çıkmadıkça ikinci rekatın da herbiri tarafından yine
nöbetleşe
tamamlanması gerekecektir. Durumun böyle olduğu Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in
sünneti ile de açıklanmıştır. İbnü Ömer ve İbnü Mesud'dan rivayet
olunduğu
üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) korku namazını kıldırdığı zaman âyette
olduğu gibi
ilk grup ile bir rekat ve diğer grup ile de bir rekat kılmış; sonra bu
grup
düşman karşısına gitmiş, yine önceki grup gelip ikinci rekatı kırâetsız
kaza
etmiş ve selam vermiş, sonra bunlar gidip yine ikinci grup gelmiş
birinci
rekatı kırâet ile kaza etmişler ve selam vermişler, bu şekilde her grup
iki
rekat kılmışlardır. Bununla beraber bu konuda başka görüş ve rivayetler
de
vardır.
Bu
ikinci grup namaza gelirken uyanık ve dikkatli olsunlar ve silahlarını
üstlerine alsınlar Öncekinde yalnız "silahlarını alsınlar" demekle
yetinildiği halde burada "uyanık, temkinli ve dikkatli olmak," demek
olan "hızr" in de ilave edilmiş olması, düşman karşısında yerlerini
öbürlerine bırakırlarken son derece ihtiyatlı hareket etmek gereğini
duyurup
hissettirmek içindir. Çünkü, kâfirler öyle arzu etmektedirler ki, Siz
silahlarınızdan ve eşyanızdan, savaş araç ve gereçlerinizden gafil
olsanız, boş
bulunsanız da üzerinize birdenbire bir saldırıverseler. İbnü Abbas ve
Cabir'den
rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabı ile öğle
namazını
kılmış, müşrikler de bunu görmüştür. Sonradan "biz ne fena yaptık, niye
o
sırada saldırıvermedik" dediler ve diğer bir namaz sırasında baskın
yapmaya karar verdiler. Yüce Allah da bu âyetle peygamberine onların
sırlarını
bildirdi. Böyle iken eğer size yağmur gibi bir eziyet gelir veya hasta
olursanız silahlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. Yağmur ve
hastalık
gibi bir nedenden dolayı silahları üstünüze almanız çok zahmet verir
veya
silahı bozmak ihtimali bulunursa, o zaman namaz kılarken üstünüze
almayabilirsiniz ve bunu yapmak günah olmaz. Demek ki böyle bir eziyet
ve zarar
bulunmadıkça silahı üzerinde bulundurmak gerekli ve elden bırakmak
günahtır.
Bırakmak caiz olduğu zaman da her halde ihtiyatı bırakmayınız, kuşkulu
durunuz.
Namaz kılarken de düşmana karşı dikkatli ve temkinli bulununuz, uyanık
ve
ihtiyatlı olunuz. Gafil avlanmamak için ne gerekiyorsa yapınız.
Düşmanın ani
saldırısıyla karşı karşıya kalmayasınız. Burada Fahreddin er-Razî şöyle
der: Bu
âyet düşmana karşı dikkatli olup sakınılması gerektiğini anlattığından,
olacağı
zan ve tahmin edilen zararların hepsinden sakınılması gerektiğini
gösterir. Bu
suretle ilaçla tedaviye girişmek, bir kötülük ve zararı savmak için
kendi
eliyle çalışıp çabalamak, vebadan kaçınmak ve yıkılmak üzere olan bir
duvarın
altında oturmaktan sakınmak gerekir. Bunun "Hastalık bulaşması
yoktur." hadisi ile çelişkili olduğu zannedilmesin. Dinî inanç
açısından,
bulaşmanın, hastalık ve ölümde gerçek ve zaruri bir etken olduğuna
inanmak
başka, onu yüce yaratıcının dilemesiyle tesir icra eden herhangi bir
adi sebep
gibi görmek ve bu nedenle sakınmak yine başkadır. Nitekim düşmandan
sakınmak emredilmekle
beraber, bunu gerçekten düşmanın güç ve kuvvetine bağlatmamak ve bu
suretle
kuruntu ve heyecana düşürmemek ve kalbleri ancak Allah'a bağlatmak ve
bununla
beraber sebeplere önem verme emrini vurgulamak için, "Kuşkusuz Allah
kâfirler için horlayıcı bir azap hazırlamıştır." buyrulmuştur ki,
Allah'ın
kanunlarını inkâr edip ihmal etmek de bu tehdide dahildir.
Kelbî'nin
Ebu Salih'ten rivayetine göre, Resulullah (s.a.v.)
Enmaroğulları ile savaşmak için gazaya çıkmıştı. Vardılar bir yere
konakladılar. Hiçbir düşman görmüyorlardı. İnsanlar silahlarını
bıraktılar. Hz.
Peygamber (s.a.v.) de silahını bırakıp büyük abdeste gitti. Dereyi
geçti, hava
çiliyor, yağmur serpiştiriyordu. Yağmur sonunda dere Rasulullah
(s.a.v.) ile
ashabı arasında bir engel oluşturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.v.)
oturup beklemeye başladı. Gavres b. Haris el-Muharibî onu gördü. "Seni
öldürmezsem Allah beni öldürsün" deyip kılıcı yanında dağdan indi.
Resulullah (s.a.v.) bir de ne görsün, adam gelmiş, kılıcını çekerek baş
ucuna
dikilmiş: "Şimdi ey Muhammed! Seni benden kim kurtaracak?" diyordu.
Resulullah (s.a.v.) derhal, "Allah" dedi ve "Allah'ım, dilediğin
yolla beni Gavres b. el-Haris'ten kurtar." diye dua etti. Gavres de
Peygambere vurmak üzere kılıcıyla saldırdı, fakat iki küreğinin arasına
bir
sancı saplanıp yüzü koyun sürçtü ve kılıcı elinden fırladı. Hemen
Resulullah
(s.a.v.) kalkıp kılıcı aldı ve: "Ey Gavres! Şimdi seni benden kim
kurtarır?" buyurdu. O da, "hiç kimse" dedi. O zaman Hz.
Peygamber (s.a.v.): "Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve
Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür.' diye şehadet edersen ben de kılıcını
sana
veririm." buyurdu. Gavres: "Hayır, fakat hiçbir zaman seninle
savaşmayacağıma ve sana karşı hiçbir düşmana yardım etmeyeceğime
şehadet ederim."
dedi. Resulullah (s.a.v.) da kılıcı verdi. Bunun üzerine Gavres:
"Vallahi,
sen benden çok hayırlısın" dedi. Hz. Peygamber de,
"Ben ona senden daha layığım" buyurdu. Bunun üzerine Gavres dönüp
arkadaşlarına gitti, olayı anlattı. Bazıları imana geldiler. O sırada
derenin
suyu durmuştu. Resulullah (s.a.v.) da geçip ashabına olayı haber verdi.
İşte,
"uyanık olunuz" emri böyle ani bir baskına uğramaktan korunmak
içindir.
Bu
âyette açıklanan korku namazı Resulullah (s.a.v.)'a hitaben gelmiş
olduğu ve Resulullah (s.a.v.)'ın imametiyle namaza bedel bulunamayıp
başka bir
imam da bulunabileceği için, bir rivayette İmam Ebu Yusuf bunun sadece
Resulullah (s.a.v.)'a ait olduğunu ve ondan sonra korku namazının böyle
bir
imam ile kılınmayıp en az iki imam ile diğer namazlar gibi kılınacağını
söylemiştir ki Malikîlerden İbnü Uleyye'nin görüşü de bu imiş. Fakat
âlimlerin
çoğu, Resulullah (s.a.v.)'dan sonra imamların o makama geçen bir
peygamber
vekili olmaları nedeniyle, "Onların mallarından bir sadaka al ki, bu
sadaka ile onları temizleyip arıtasın." (Tevbe, 9/103) emrinde olduğu
gibi, hitabın peygamberden sonra devlet reislerini de kapsadığını
açıklamışlardır. Nitekim Said b. As Taberistan'da korku namazı kılmak
istediği
zaman, "İçinizde Resulullah ile bir korku namazında bulunan ve şahit
olan
kim var?" diye sormuş; Huzeyfe b. el-Yeman kalkıp tarif etmiş o da o
şekilde kıldırmıştı ki, içlerinde birçok sahabi de vardı. Ayrıca yine
Abdullah
b. Semüre başkanlığında Babil'e gaza ettikleri zaman o da korku namazı
kıldırmıştı.
103-
Şimdi
bu namazı eda ettiğiniz, yani korku
namazı kıldığınız; kılıp bitirdiğiniz zaman, arkasından ayakta ve
otururken ve
yatarken bütün durumlarda Allah'ı zikredin, onu anın. Hatta savaşa
giriştiğinizde bile ayakta kılıç çalarken, dizleyip ok atarken,
yaralanıp yere
düştüğünüzde Allah'ı kalbinizden çıkarmayınız, dilinizden bırakmayınız.
Başka
bir mânâ ile, daha sonra işler kızıştığı, durumlar şiddetlendiği zaman
namaz
kılmak istediğinizde herbiriniz bulunduğunuz duruma göre, mesela,
ayaktakiler
ayakta, oturanlar oturduğu, yatanlar yattığı yerde olarak nasıl rast
gelirse
öylece ima ile kılınız ve bu hal içinde Allah'ı anınız. Bazı
müctehitler burada
bizzat savaş yapılırken bile, böyle ima ve zikirle namazın kılınacağını
anlamışlarsa da, Hanefi imamların tercihine göre, fiilen savaşla meşgul
olmak
namaza engeldir. O zaman namaz kazaya bırakılır. Nitekim Ahzab
savaşında
Resulullah (s.a.v.) dört vakit namazı kazaya bırakmıştı.
Daha
sonra savaş bitip gönül rahatlığına kavuştuğunuz, kalb leriniz huzur
bulup durumlardan emin olduğunuzda vakti gelen namazı bütün rükun ve
şartlarıyla güzelce kılınız, yahut savaş sırasında kılamadığınız
namazları kaza
ediniz. İmam Şafii hazretleri, "O karışık zamanlarda kılınan namazların
hepsini tamamıyla kaza ediniz" demiş ise de, bu mânâ biraz uzak
görünüyor.
Açık olan, vakti gelenlerin edası veya kılınamayanların kazasıdır.
Zira
namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. Yani düzenli ve
belirli vakitlerde yazılı kesin bir farzdır. Ki bu vakitler Kur'ân'da,
"Güneşin öğle vakti zevalinden, gecenin karanlığına kadar namaz kıl.
Bir
de sabah namazını kıl" (İsrâ, 17/78), "Hem de gündüzün taraflarından
ikisinde ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl" (Hûd, 11/114),
"Güneş doğmadan önce ve batmadan önce hamd ile rabbini tesbih et. Gece
saatlerinde ve gündüzün etrafında da onu tesbih et." (Tâhâ, 20/130),
"O halde akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin. Göklerde
ve
yerde hamd O'nun içindir. Günün sonunda ve öğle vaktine girince Allah'ı
tesbih
ediniz." (Rûm, 30/17-18) gibi âyetlerle öğle, ikindi, akşam, yatsı ve
sabah beş vakit olmak üzere tayin edilmiş, özel sınırlarıyla
sınırlanması ve
nasıl kılınacakları da Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından açıklanıp izah
edilmiş
ve o zamandan beri yapılagelerek de müslümanlar arasında yapılması
zorunlu
görevlerden biri olarak korunmuştur.
Namazın
böyle beş vakit ile takdiri, akıl ile bilinebilen şeyler
açısından şu şekilde de izah edilmiştir:
Âlemin
hayat akışında her şey beş mertebe geçirir:Birincisi, ortaya çıkma
ve varlık âlemine gelme mertebesidir. Nitekim insan da doğar, bir
müddet
gelişme ve büyüme devresi geçirir. Bu müddete "büyüme çağı" denir.
İkinci mertebe, duraklama devridir ki, bir süre artıp eksilmeyerek
olgunluk
sıfatı üzere kalır ve bu müddete "gençlik çağı" denir. Üçüncü mertebe
"olgunluk çağıdır". Bu devrede insanda gizli bir noksanlık yüz
göstermeye başlar. Dördüncü mertebe "yaşlılık çağıdır" ki, insanda
açıktan açığa bir takım noksanlıklar ortaya çıkmaya başlar ve ölünceye
kadar
gider. Buna da yaşlılık ve ihtiyarlık denir. Beşinci mertebe, insan
öldükten
sonra bir müddet daha izleri devam eder ve daha sonra bu izler de yok
olur ve
ortada adı ve izi kalmaz. İşte âlemde bu beş mertebe, gerek insanda ve
gerekse
diğer canlı ve bitki olaylarının hepsinde geçerlidir. Doğuşuna ve
batışına göre
güneş de bu beş hal ile ilgilidir. Doğudan doğduğu sıradaki hali
insanın
doğduğu zamanki halini andırır. Yavaş yavaş yükselir, nuru kuvvetlenir,
ısısı
şiddetlenir, nihayet göğün ortasına gelir, bir duraklama anı geçirir.
Sonra inmeğe
başlar ve gizli eksilmelerle yavaş yavaş ikindiye kadar gider. Sonra
eksiklikleri ortaya çıkar, ışığı ve ısısı zayıflar, çökmesi artar ve
hızla
batmaya yönelir. Battıktan sonra batı ufkunda şafak denilen bazı izleri
kalır,
sonra bu da kaybolur ve güneş sanki âlemde yokmuş gibi bir hale gelir.
Herkesin
görebileceği bütün bu durumlar Allah'tan başka hiçbir gücün hakim
olamayacağı
garip işlerden olduğu için, yüce Allah bu beş halden herbirini bir
ilâhî emre
alamet kılarak herbirinde bir namaz farz kılmış ve bu beş vakit namazı
her
günkü değişmeleri belirtip gösteren bir takvim gibi, görevleri nizama
koyan,
vakti ve zamanı belli bir farz yapmıştır. Bunun içindir ki, müminlerin
namazları ne kadar düzenli olursa, durumları da o oranda düzenli olur.
Namaz hem
bir intizam sağlama yolu, hem de rahatlama amacıyla yapılan bir şükran
borcudur. Korku halinde kılınırsa ümidi, emniyet halinde kılınırsa neşe
ve
isteği artırır. Fakat o zaman da görev sadece bundan ibaret zannedilip
de
kalmamalıdır. Namazı güzelce kılınız.
104-Bununla
beraber o kâfir topluluğunu takip edip
peşinden gitmede gevşeklik de göstermeyin. Zayıf kalpli olmayın. Eğer
siz
bundan acı ve elem duyarsanız bilmelisiniz ki, onlar da sizin acı
duyduğunuz
kadar acı duyarlar. Fazla olarak siz Allah'tan onların ümit
edemeyecekleri
şeyler umarsınız. Onlar az bir sermaye olan dünya hayatını ararken siz
sonsuz
sevap ve ahireti istersiniz. Sizin ümit sahanız onlardan çok geniştir.
Onun
için siz onlardan çok yüksek bir azim ve istekle cihad etmelisiniz.
Allah her şeyi
bilen ve her şeyi bir hikmete göre yapandır. Dolayısıyla Allah'ın
emirlerine
sarılıp ilim ve hikmet dairesinde hareket ediniz ki, umduklarınıza
kavuşasınız.
Burada
İslâm dininin ruhu ve Kur'ân'ın iniş hikmeti olan pek önemli bir
mesele vardır ki, o da hak ve haklıya hakkını verme meselesidir.
Kâfirlere
karşı böyle cihad etme ve onları takip etme buyruklarını görüp de
onlara
hainlik etmeyi, haksızlık yapmayı, yapmadıkları şeyi "yaptılar"
diyerek iftira etmeyi dinin gereği zannetmemelidir. Hak, kâfirle de
ilgili olsa
yine haktır. Bir dinin mükemmeliği hukuk anlayışının kapsamlı ve ciddi
olmasında ve İslâm'ın en büyük gelişiminin de adalete dayanan
kuvvetinin ortaya
çıkışında aranması gerekir. Kâfirin inkârı, onun haklarına tecavüzü
helal
kılmaz. Hak dinin gereği, kâfirin dahi lehinde ve aleyhinde ancak
Allah'ın
indirdiği hak kanun, adalete dayanan hükümler ve ilmin gösterdiği
yollarla
hüküm vermektir.
105-
Biz
sana kendisinde şek ve şüphe olmayan bu en
mükemmel kitabı, bu Kur'an-ı azimüşşan (şanı büyük Kur'an)ı hakk ile,
Hak
Teâlâ'nın insanlar üzerinde, insanların ferdî veya toplum olarak
birbirleri
arasındaki hukukun temelini içeren, özetle hakkı açıklayan, batıldan ve
eğrilikten uzak ve sırf hak yolu, adaleti ve doğruyu gösteren bir
hidayet
düstüru olarak indirdik ki, bütün insanlar arasında Allah'ın sana
gösterdiği
hak ilim ve mutlak vahiy ile hükmedesin: İnsanlar arasında itikadî veya
amelî
her çeşit anlaşmazlıkların halledilmesinde Allah'ın kitabını, düstür ve
vahyini, hüküm dayanağı edinip, hak ve hakikatle, hakkıyla hükmedesin
ve ayırım
yapmadan herkese kazandığı hakkını veresin. Yani kitabın asıl iniş
hikmeti,
insanlar arasında hükmetmek ve hakim olmak için, hakkı gösteren bir
esas olması
ve bunun Peygamber'e indirilmiş olmasının hikmeti de Peygamber'in Allah
tarafından gelen vahyi ve vahiyden elde edilen ilmi başlı başına hüküm
merkezi
edinmesi ve vahyin geldiği hususlar da buna aykırı diğer sebepleri ve
delilleri
dikkat nazarına almamasıdır. Çünkü diğer deliller sırf zahirî (görünür)
olduğu
halde, vahiy temel hakka uygun, zorunlu bir ilimdir.
Demek ki
hakimin görevi ne kendinin, ne de şunun bunun rey ve arzusunu
değil, ancak hakkı (doğruyu) takip etmesi ve kesin olarak bildiği bir
hakkın
zıddına asla hükmetmemesidir. Burada hakimin bilgisinin muteber
olduğuna bir
delil vardır. Fakat bunun bir rey ve ictihad değil, bir ilm-i şuhudî
(görmeye
mahsus ilim) olması şarttır. Bunun için Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki,
"Allah'ın bana verdiği rey ile hükmettim" demeyiniz, çünkü
"Allah'ın sana gösterdiğiyle" demek vahiydir ve Peygamber'e
mahsustur. Sizin kanaatınız ise ilim değil, nihayet bir zandır. Şu
halde
hakimler, sırf rey ve kanaatleriyle hükmedemezler, sebep (neden)lere ve
sabit
olan vasıtaların araştırılmasına ve onların delaletine uymaya
mecburdurlar.
Bununla beraber asıl maksat doğruya isabet olduğundan hakimin ilm-i
şühûdî
(görmeye dayanan ilim) ile bildiği bir hususta bilgisinin dışında
hükmetmesi
asla caiz olmaz.
İşte ey
Muhammed (s.a.v.), sen Allah'ın gösterdiği vahy ile hükmet,
hainlerin iyiliğine, yararına savunucu olma, yani kim olursa olsun,
isterse
ümmetinden olsun, isterse başka dinden olsun, hainleri savunmak için
temiz
olanlara düşmanlık etme; daha açıkçası hainler adına müdafaa vekili
olma,
avukatlık etme. Bu âyetlerin Beni Übeyrik (Übeyrik Oğulları) olayı
hakkında
inmiş olduğunda tefsircilerin ittifak ettikleri naklediliyor. Ebu
Hayyan'ın
nakline göre, "Kirmânî demiştir ki: 'Bu âyetlerin, Beni Zafer b.
Haris'ten
Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin ittifakı
vardır.' Ancak
İbnü Bahr demiştir ki: 'Münafıklar hakkında indi ve bu "size ne oldu ki
münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?" (Nisâ, 4/88) ilâhî sözüne
bağlıdır". Übeyrik'in Beşir, Bişr, Mübeşşir adlarında üç oğlu bulunduğu
ve
bunlardan Beşir'in, başkalarına isnat ederek sahabe hakkında hicviyye
söyleyen
bir münafık olduğu rivayet edildiğine ve Tu'me denilen de bu Beşir
olduğuna
göre İbnü Bahr'in sözü de bu ittifaka aykırı değildir. Bunun için Razî,
mutlak
oluşu üzere der ki: "Bu ayetlerin çoğu Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş
olduğunda
tefsirciler ittifak etmiştirler." Fakat olayın durumunda birkaç rivayet
vardır: Birisi: Tu'me zırhlı bir gömlek çalmış, istenince hırsızlığı
bir
yahudiye atfetmiş. İkincisi: Zırh kendisine emanet olarak bırakılmış,
şahit de
yokmuş, istenince inkâr etmiş. Üçüncüsü: İstendiği zaman yahudinin
çaldığını
iddia etmiş... Tefsircilerin çoğunluğunun tercih ettiklerine göre
rivayetlerin
özeti şudur: Ensar'ın yanında Zafer Oğulları'ndan Tu'me b. Übeyrik
adında
birisi, komşusu Katade b. Nu'man'dan bir gece bir un dağarcığı içinde
bir zırh
çalmış. Dağarcığın yırtığından un dökülerek götürmüş. Zeyd b. Semin
adında bir
yahudinin yanına bırakmış. Tu'me aranmış, zırh bulunmamış; almadığına
ve
bilmediğine yemin etmiş, bırakmışlar. Un izini takip etmişler,
yahudinin evine
varmışlar ve bulmuşlar. Yahudi bunu kendisine Tu'me'nin getirip
bıraktığını
söylemiş ve yahudilerden şahitlik edenler de olmuş. Zafer Oğulları
Peygamber'e
gitmişler. Tu'me'nin temiz olduğuna ve yahudinin hırsızlığına şahitlik
etmişler
ve Tu'me'yi müdafaa edip müslümanlık adına yahudilerle mücadele
etmesini rica
etmişler, Resulullah da görünüşte müslüman olan Tu'me'nin yeminine ve
bunların
şahitliklerine dayanarak öyle yapmak istemiş, bunun üzerine Allah
tarafından bu
âyetler inmiş ve hain ile temizi doğrudan doğruya bildirerek
Resulullah'ı irşad
ve hata etmekten korumuştur. Buna karşı Tu'me Hakk'a teslim olup
tevbekar
olacak yerde Mekke'ye kaçmış ve dinden dönmüş. Önce Sülafe binti Sa'd
(Sa'd
kızı Sülafe) adında bir kadının yanına inmiş, Hz. Hassan'ın bir
şiirinden
dolayı kadın bunu kovmuş, sonra Selim Oğulları'ndan Haccac b. Allat
adında
birinin yanına gitmiş, orada da bir hırsızlık yapmış kovulmuş. Daha
sonra yine
hırsızlık için bir evin duvarını delerken duvar yıkılmış, altında
kalmış, bir
rivayette bununla da ölmemiş, Mekke'den çıkarılmış. Araplardan bir
tüccar
kafilesine karışmış, bunlardan da bir mal çalmış, kaçmış ve fakat
tutmuşlar,
feci bir şekilde öldürmüşler. Bundan dolayı da İslâm dininde dinden
dönenlerin
halini ve sonucunu gösteren "Her kim, hidayet kendisine belli olduktan
sonra peygambere muhalefette bulunursa..." (Nisâ, 4/115) âyeti
inmiştir.
Şu halde iniş sebebine göre "hainin" (hainler)den maksad, bu Tu'me ve
buna yardım edenler, genel olarak da bu gibi haksızlar ve
ahlâksızlardır.
106-108-
Şimdi
hakimiyet hakkı meselesinin önemini,
hakimlerin, şahitlerin, avukatların sorumluluklarındaki dehşeti
anlamalı ki,
Allah Teâlâ, görünürde İslâm'a ve kavminin istek ve şehadetine
dayanarak
Tu'me'yi savunmaya meyletmiş olmasından dolayı Peygamber'i hata
etmekten
korurken, daha doğrusu kendisine gaybı haber veren bir mucize
bahşederken bir
hakimin, bilmeyerek de olsa, açık sebeplere aldanarak da olsa, bir hain
yararına meyledip zimmeti temiz olan (aklanmış) bir kimseye düşmanlık
etmesinin, aslında bir kusur olduğuna işaret için o hainleri savunucu
olma, ve
Allah'a istiğfar et. Çünkü Allah affını isteyenlere gafûr, rahîmdir
diye
istiğfara davet etmeden diğer hatırlatmalara geçmemiştir. Allah'ın
lütuf ve
rahmetiyle hikmet ve peygamberlik sayesinde böyle bir kusur ve hatadan
koruduğu, sonra iyilikle anılacaksa da, ilk önce istiğfara davet
edilmesi her
halde bir belağatlı azarlamaya işaret eder. Şu halde bu belâğatlı
azarlamayı
hainlerin hainliklerini, haksızların haksızlıklarını bile bile zulüm ve
hainliğe
yardım edenlere ve bir menfaat hissi veya taassup ve yağcılık sebebiyle
haksızlığa imrendirip ve teşvik edenlere ve aynı şekilde hükmünde,
Hakk'ın
hükümlerini esas almayıp kendi rey ve arzusuna tabi olanlara karşı
şiddetini
tasvir etmek mümkün olmayan gayet dehşetli bir tehdit ve korkutmayı ve
tevbeye
teşviki içine alır. Bunun için bu şiddet ve akıcılıkla hatırlatmaya
devam
olunarak buyuruluyor ki: Kendilerine hainlik edenler tarafından veya
onlardan
dolayı mücadele etme. Böylelerinin ne himaye eden vekili ol, ne
şahitlikleriyle
hükmet.
Nefsine
hainlik, kendini aldatmak, bir gelir sağlıyor zannıyla bir zarar
getirmektir. Bunun için bir insanın günah işlemeye gayret ederek
kendini azaba
maruz kılması, kendini aldatmak ve Allah'ın emaneti olan nefse hainlik
etmektir. Haine taraftar olmak da nefsine bir hiyanettir. "Allah,
günahkâr
ve hain olan kimseyi sevmez." "Havvan", pek hain,
"esîm", pek günahkâr, yani hainlikten sakınmayan ve günahtan
çekinmeyen demektir. Bu ifade de, ısrar ve alışkanlıktan çekindirme ve
tevbeye
bir teşvik vardır. Burada nefse hainliğin bir şeklini izah ve
kendilerine
hainlik edenlerden belli bir kısmın tasviri vardır ki, bunlar Allah'ın
razı
olmayacağı sözler söylerler ve bunu yaptıkları zaman, Allah yanlarında
iken,
O'ndan gizlemezler, Allah'a karşı bunu yapmaktan çekinmezler de
insanlardan
gizlerler. Yukarda da açıklandığı üzere "tebyit" kelimesi,
"beytûtet"ten veya "beyt"ten alınmıştır.
"Beytûtet"ten olduğuna göre, bir işi geceleyin düşünmek, geceletmek,
gece karanlığında yapmaktır. "Beyt"ten olduğuna göre de, bir sözü
manzum bir beyit, bir şiir yapar gibi uğraşıp uydurmak, tanzim etmeye
çalışmaktır. Bu gibi kimseler de zihinlerinde veya aralarında kötü
fikirler
tertip ederler. Bunları herkesten gizli tutmak için geceleri
kendilerine mahsus
gizli yerlerde toplanarak veya veznine, konusuna uydurup beyit tanzim
eder gibi
çalışarak ve süsleyerek Allah'ın razı olmayacağı bir takım kararlar
verirler,
yalan-yanlış şeyler uydururlar ve bunları yaparken Allah'tan
korkmazlar, onu
hiçe sayarlar da insanlardan son derece çekinirler ve onları aldatmaya
çalışırlar. Halbuki onlar ne yapıyorlarsa Allah hepsini kuşatıcıdır.
Hiçbirini
kaçırmaz, erinde, gecinde cezalarını verir, böyle yapanlar sonunda
kendilerini
aldatmış, nefislerine hainlik etmiş olmaktan başka bir şey yapmış
olmazlar.
Yaptıkları fenalık, bulundukları muhitin içindedir. Tu'me gibi hainleri
müdafaa
ve himaye etmek isteyenler de bu gibiler arasında bulunduğu için bu
tasvir
üzerine çeşitli uslubda hitap ile ve onlara sözü çevirerek buyuruluyor
ki:
109-Ey
hainleri savunanlar! İşte siz, onlarsınız, o
kendilerini aldatan, nefislerine hainlik eden kimselersiniz ki, bu
dünya
hayatında o hainler tarafından mücadele ettiniz. Haydi dünyada bunu
yapabilirsiniz.
Fakat
böyle yapmakla onları gerçekten kurtardınız mı? sonra
"Kimsenin, kimse yerine hiçbir şey ödeyemeyeceği bir gün" (Bakara,
2/123) olan kıyamet gününde o hainler tarafından kim mücadele edecek?
Veya
onlar üzerine kim himayeci vekil olacak? Bütün o amelleri kuşatan Allah
Teâlâ'nın
azabına karşı onların himayesini, avukatlığını kim üzerine alacak
düşünmüyor
musunuz? Şu halde siz dünyadaki bu mücadelenizle o hainleri kurtarmış
olmadığınız gibi, tersine onların sorumluluklarına iştirak ederek
nefsinize
hainlik etmiş ve kendinizi aldatmış oluyorsunuz. Ve Allah Teâlâ
Peygamberine
buyurduğu için, kendinizi onun şefaatinden de mahrum etmiş
bulunuyorsunuz.
Bununla beraber bu böyledir diye ümidinizi kesip de kendinizi büsbütün
hainliğe
kaptırmayınız, hemen tevbe ve istiğfar ediniz.
110-111-
Çünkü
her kim başkasına bir kötülük yaparsa,
veyahut kendisine zulmeder de sonra Allah'a istiğfar ederse Allah'ı
bağışlayıcı
ve merhamet edici bulur. Fakat, "adam sen de, Allah
gafüru'r-Rahîmdir." diye, kibire kapılıp da günahı hafif görmemelidir.
Zira her kim bir günah kazanırsa, onu ancak nefsine kazanmış olur. O
günahı ile
bozulan kendi nefsidir. Ve onun zarar ve vebalini çekecek olan ancak
kendisi
olur. Ve bunun için her günah, nefse bir hainliktir. Günahtan kaçınmak
gerekir.
Çünkü Allah affedici ve esirgeyici olmakla beraber "Allah her şeyi
bilir,
hüküm ve hikmet sahibidir" de, ilmi ile her şeyi, herkesin her
maksadını,
gizli, açık her günahını bilir, hikmetinden dolayı da her günahı
işleyene isnad
eder, cezasını ona çektirir.
112-O
halde
her kim bir hata veya günah kazanır da
sonra bu kazandığını hiç ilgisi olmayan temiz bir kimseye atarsa,
muhakkak ki
bir iftira ve açık bir günah yüklenmiş olur. "Hatie" (hata) ile
"ism" in ayırımında üç şekil vardır: Birincisi, "hatie",
küçük günah; "ism", büyük günahtır. İkincisi, "hatie",
yapanda kalan küçük günah; "ism" ise zulüm ve öldürme gibi başkasına
tecavüz eden geçici günahtır. Üçüncüsü, "hatie", gerek isteyerek
olsun, gerek bilmeden olsun, yapılması layık olmayan; "ism" ise,
isteyerek
meydana gelendir. Demek ki, başkasına iftira edilen günah, gerek büyük,
gerek
küçük olsun, her iki takdirde iftiranın kendisi pek büyük bir günahtır.
İftiranın mahiyeti birdir. Başkasına, yapmadığı bir kötülüğü iftira
etmek,
aslında ağır ve büyük bir günah olduğu gibi, kendi günahını başkasına
yüklemek,
o günaha bu ağır ve büyük günahı ilave etmektir. Bundan dolayı bütün
bunlardan
kaçınmak ve şayet böyle bir şey olmuşsa, derhal tevbe ve istiğfar edip
helallaşmak lazım gelir.
Bu
hatırlatmalardan sonra, böyle nefislerine hainlik edip geceleri fitne
kurmakla meşgul hainlerden bir kısmının Allah'ın Resulü'nü bile gaflete
düşürmek ve sapıtmak istediklerini haber vermek ve buna karşılık
Resulullah'ın
Allah Teâlâ'nın lutfuyla masum olduğunu ilân ve yüksek mevkiini
açıklamakla
şükür ve mücahedeye sevketmek için geçmiş azarlamanın sırf nimet
olduğunu
gösteren özel bir lütuf ve iltifat ile buyuruluyor ki:
113-Ey
Muhammed! Üzerinde Allah'ın lütfu, yani her
nimetten fazla bir nimet olan nübüvvet (peygamberliğ)i ve rahmeti, yani
hıfzetmesi ve koruması olmasaydı o hainlerden bir güruh seni muhakkak
şaşırtmak
istemişlerdi. Zira Tu'me'nin kavmi, onun hırsız olduğunu bildikleri
halde
Peygamber'e gelmişler, onu müdafaa ve mücadele ile beraet ettirmesini
(temize
çıkarmasını) ve hırsızlığı yahudiye isnat etmesini istemişler ve bu
şekilde
batıl ve yanlış bir hüküm verdirmek istemişlerdi. Halbuki onlar bununla
başkasını değil, ancak kendilerini sapıtıyorlardı. Günah ve düşmanlığa
yardım
ve yalan yere şahitlik ve iftira ile kendilerini sapıklığa
düşürüyorlar, şu anda
ve gelecekte sana bir zarar yapmış olmuyorlardı. Çünkü sen hükmünü,
zahir-i hal
(durumun görünüşün)e dayandıracaktın ve aksi bilinmedikçe ve sabit
olmadıkça
bir hakimin vazifesi de zahir (görünüş) ile hükmetmek olacağından, o
hükmün
sorumluluğu sana ait olmayacaktı. Halbuki sen bu kadarla kalmış
değilsin Allah
sana kitap ve hikmet indirdi, ve bilmediğin sırları ve gerçekleri sana
bildirdi. Kitap, her delilin üstünde bir delil; hikmet, ilim ve amelde
hak
(doğru) ve sevaba isabet için en büyük bir haslet ve bu, ilm-i ledün
(Hak
katından gelen bilgi) görünenin ötesini gösteren ve zahir ve batında
hatadan ve
zarardan koruyan bir ilâhî rahmet, bir ayn-i yakin (gözle görerek
kazanılan
kesin bilgi), ve bu şekilde Allah'ın sana lütfu büyük oldu. Şu halde
sen, umumi
peygamberlik ve tam riyaset (başkanlık)le zahir (dış) ve batın (iç)da
hatadan
korunmuş olarak hükmedersin ve sana hiçbir şekilde bir zarar gelme
ihtimali
yoktur.
114-O
hainlere bakma onların fısıltılarının, gece
fesatçılık etmek için toplanıp gizli konuşmalarının çoğunda hayır
yoktur. Ancak
bu arada sadaka veya bir iyilik veya insanlar arasında bir ıslah
emredenler, bu
üç maksaddan biri için toplanıp gizlice konuşanlar hariç. Ve her kim
bunları
Allah rızası için yaparsa yarın ona büyük bir ecir veririz. Demek ki
başka bir
maksatla değil, Allah rızası için olmak şartıyla bu üç maksaddan birisi
için
toplanma aktedip gizlice konuşmak, istişare ve müzakere etmek caiz ve
hatta
mendubtur. Bunların dışındaki toplanmalarda ve gizli müzakerelerde ise
hiçbir hayır
yoktur. Müminlerin bunlardan sakınmaları ve bu gibi toplantılara
iştirak
etmemeleri ve hatta yasaklamaları gerekir.
Sadaka,
Ma'ruf (iyilik), Islah-ı beyn (arayı düzeltmek) : Bu üç kelime
hayırlı işlerin hepsini içerir. Zira insanlara geçen hayırlı amel, ya
menfaatin
ulaşması veya zararın defedilmesi içindir. Menfaat ise, ya mal vermek
gibi
cismanidir ki "sadaka" ile bu çeşide işaret olunmuştur. Veya
ruhanidir ki emr-i bi'l-maruf (iyiliği emretmek) ile de bu çeşide
işaret
edilmiştir. İnsanlar arasını ıslah etmek de, zararı defetme kısmına
işarettir.
Görülüyor ki bütün bunlarda sevab vaadi emre değil, "her kim yaparsa"
diye fiile bağlanmış ve Allah rızası için olmakla da kayıtlanmıştır.
115-
Her kim
bu şekilde kendisine hak ortaya
çıktıktan (yani yukarda geçtiği üzere kitap, hikmet ve Hak'dan gelen
ilim ile
gerçeği açıklayarak peygamberlik ve Muhammedî hakimiyeti isbat ve
açıklayan
gayba ait mucize ve ilâhî hidayet anlaşıldıktan) sonra Peygamber'e
karşı çıkar,
ve müminlerin yolundan başkasına uyarsa, biz onu döndüğü tarafa
çevirir, ve
cehenneme basarız, ve fakat bilir misiniz o cehennem ne kötü bir
yerdir?
". Bu âyet yukarda nakledildiği üzere Tu'me'nin hainliği ilâhî açıklama
ile ortaya çıkınca Hakk'a kendini teslim etmeyip Mekke'ye kaçması ve
dinden
dönmesi üzerine inmiştir.
"Şikak"
ve "müşakka" kelimeleri, "şakk" dan
türemiştir, "ayrılıp muhalefete geçmek" mânâlarına gelir.
Müminlerin
yolu, itikad (inanç) ve amelde müminlerin tuttuğu tevhid yolu
ve sağlam dindir ki, Allah'a, Allah'ın Resulü'ne ve ulu'l-emre itaat
yoludur.
Bundan başkasına tabi olmak da tevhid yolundan çıkmaktır, müminler yolu
olmayacağı bellidir. Şu halde Allah'ın Peygamberi'ne karşı çıkmak,
müminler
yolundan başkasına gitmek demek olacağı açık olduğu halde, bunun diye
ayrıca
açıklanması, elbette dikkate şayandır. Demek ki, Allah'ın Resulü'ne
ittiba
(uymak) gibi, müminlerin yoluna uymak da açıkça istenmektedir.
Resulullah'dan
kesin delil (nass-ı kat'i) gelen hususlarda Resulullah'a karşı çıkmakla
müminlerin
yoluna gitmemek mütelazim (birbirinden ayrılmayan) ve aynı şey ise de
nass
(dini delil) gelmeyen hususlarda bu telazüm (beraberlik) açık değildir.
Müminler (Nisâ, 4/83) nassına uygun olarak ittifak ve icma ile bir yol
tuttukları zaman bazı kimseler müminlerin tuttuğu bu yola karşı
çıktıkları
halde Resulullah'a doğrudan doğruya karşı çıkma ve muhalefet etme
mevkiinde
bulunmamış olduklarını iddia edebilirler. İşte dan sonra kaydının
açıklanması
bu ikisinin bizzat matlub ve gerekli bulunduğunu, yani Resulullah'a
karşı
çıkmak, müminler yoluna gitmemek demek olduğu gibi, müminler yoluna
gitmemek de
Resûlullah'a karşı çıkmak demek olduğunu açıkça anlatmış ve buna binaen
icma-ı
ümmet (İslâm bilginlerinin ittifakı) ile dahi doğrunun ortaya
çıkacağını ve ona
da uymanın farz olduğunu göstermiştir. Bunun için Ehl-i Sünnet
ve'l-Cemaat
bilginleri, bu fıkrayı icma-ı ümmete uymanın farz olduğunu ifade için
sevkolunmuş bir delil olarak anlamışlar ve delalet yönünü çeşitli
şekillerde
izah etmişlerdir. "İttiba" kelimesi de asıl meselenin uyma esası
üzerinde cereyan ettiğini gösterir.
"İslâ"
kelimesi, bir şeyi yakmak için ateşe atmak ve ateşe atıp
durdurmaktır. İşte doğru yol ortaya çıktıktan sonra Peygamber'e karşı
çıkan ve
müminler yolundan başkasına uyan mürted (dinden dönen)in sonu budur.
Bunu
geçici sanmamalı ve yalnız Tu'me gibi dönmelere de mahsus
zannetmemelidir.
116-Çünkü
"Allah, kendisine ortak koşulmasını
bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar." Yukarda ve
yine bu sûrede bu âyetin benzeri kitap ehli hakkında geçmiş ve
açıklanmıştı.
Burada da Tu'me gibi dönmelerle beraber kitap ehlinden başka olan küfür
ve şirk
ehli açısından sevkolunmuştur. Bunun için orada "Mesih Allah'ın
oğludur", "Uzeyr Allah'ın oğludur" gibi, oğul isnat ve
iftirasına işaretle "Kim Allah'a şirk koşarsa mutlaka büyük bir günah
ile
iftira etmiş olur." (Nisâ, 4/48) buyurulduğu halde, burada şöyle
buyuruluyor: Her kim Allah'a ortak koşarsa artık derin bir sapıklık ile
sapıklığa düşer gider. Yani öyle sapıtır öyle sapıtır ki, doğru yoldan
pek
uzaklara düşer, ilâhî mağfiret ve rahmetten uzaklaştıkça uzaklaşır. Şu
halde
şirk (Allah'a ortak koşmak), hem Hakk'a bir iftira ve büyük günah, hem
de derin
bir sapıklıktır. Ve her iki şekil de büyük zulümdür. Bununla beraber
bazı
müşrik (Allah'a ortak koşan)lerde iftira durumu açık, bazılarında da
sapıklık
durumu açıktır. Bunun için her birinde affedilmemek, yerine göre bir
sebebe
bağlanmıştır. Kitap ehlinin şirki, sapıklıktan çok, bir iftira eseri;
diğerlerinin şirki iftiradan çok bir sapıklık eseridir. Şu halde biri
ahlâksızlığa, biri de cehalete dönüyor demektir. Ve bunların her
ikisinin de
tevbesiz affedilmesi mümkün değildir. Fakat bilgisizlikten doğan şirk
sahiplerinin ilmî ve aklî gelişmeler ile şirkten vazgeçmeleri
düşünülebildiği
halde, sırf ahlâksızlıktan doğan şirk erbabı, ilimde ilerledikçe
azgınlık ve
sapıklığını artırır, iftirasına devam etmek için daha çok vasıta bulmuş
olur.
Bundan dolayıdır ki, kitap ehli hakkında "O kitap verilenlerin ihtilaf
etmeleri ancak kendilerine ilim geldikten sonra olmuştur." (Âl-i İmran,
3/19) buyurulmuştur. Gerçi ilmin, ahlâkı düzeltmek hususunda büyük
önemi
vardır. Fakat ahlâk işi, ilimden çok bir irade ve ihtisas işi
olduğundan, iman
için sadece bilgi yetmediği gibi, ahlâka ait teminatlar için de sadece
ilim
yeterli değildir. Eğer yeterli olsaydı, hiç bir kimse hakkı bilirken
yalan
söyleyemez, tersine hareket edemezdi. Bir gaflet, bir şehvet, bir öfke,
bir
haset, bir alışkanlık, bir ümit, bir ümitsizlik, bir gurur, bazan bir
kimseye
pek iyi bildiği bir gerçeğin ve hatta bütün bildiklerinin tersini
yaptırmaya
yeterli olur. "İnsan bir hakkı anlar da kabul etmez olur mu?"
diyenler, herhangi bir yalancının, doğrusunu bilip dururken yalancılık
ettiğini
ve herhangi bir dolandırıcının bilerek dolandırdığını
düşünemeyenlerdir.
Bunlara, "Öyle ise kesenizi önünüze gelen adama teslim eder misiniz?"
denirse, "hayır" diyeceklerinde şüphe yoktur. Aynı şekilde,
"bütün kötülüğün başı bilgisizlikte ve eğitimsizliktedir" diyenler,
zeki veya tahsil görmüş şerlilerin şerrinden daha çok korktuklarını
hesap
etmeyenlerdir. İblis bunun en büyük örneği, şeytanlık da bu mânânın
menba ve
kaynağıdır. Cahillerin şirki de esasında böyle şeytanlık yapan
hainlerin hakkı
bozmakla tezvir (yalan-dolan) ve iftiralarına aldanıp kapılmalarının
eseridir.
Aldatma araçlarının en tesirlisi şehvet ve şehvete çağıranın en heyecan
vericisi ise kadındır. "İnsanlara, kadınlardan gelen şehvet sevgisi
süslü
gösterildi" (Âl-i İmran, 3/14).
117-İşte
Nisâ sûresinde şirk ehlinin iki çeşidi,
birbirine benzeyen iki âyette, iftira ve sapıtma durumlarıyla tesbit
edilerek
affolunmamakta, birleştirildikten ve bu şekilde buradan yukarıya dikkat
çekildikten sonra bunların derin sapıklıkları Nisâ sûresinin konusu ile
uygun
olmak üzere şu şekilde açıklanıyor:
Allah'a
ortak koşanlar Allah'ı bırakarak ancak inâs (dişiler)a dua
ederler, kancıklara çağırır ve kancıklara taparlar, onların en çok
taptıkları,
gönül verip yalvardıkları veya adına davet ettikleri tanrıları
kancıklar olur.
Bunların nazarında ilâh düşüncesi, mabud tasavvuru, her şeyden önce bir
kadın
hayalidir. Ve bunun içindir ki, putların çoğunluğu dişi şeklinde, dişi
ismindedir. Bunlar nefislerinden başka bir fail (yapıcı) görmek
istemediklerinden, tanrılarını etkin, hakim, faal olmak üzere değil,
kendilerine
itaat etmek mevkiinde bulunacak, isteklerine boyun eğecek dişi
unsurlarda
alıngan durumlarda ararlar ve bu ruh halinden dolayıdır ki, bir işte
kendilerine bir başkan seçecek olsalar, böyle yumuşakları ve acizleri
seçerler.
Tefsirciler burada "inas" kelimesini, hakiki olmayan müennes (dişi)
mânâsıyla "asnam" (putlar) diye yorumlamışlar ve bununla inas (dişi)
şeklinde süslenir, dişi isimleriyle anılır bir takım putlara
tapıldığını
göstermişlerdir. Arap müşriklerinin "el-Lat", "el-Uzzâ",
"menât" gibi kadın isimleriyle isimlenmiş bir çok putları vardı ki,
"el-Lât", "el-Lâh"ın dişisi; "el-Uzzâ",
"el-Aziz"in dişisidir. Ve denilmiştir ki, Arabın her kabilesinin bir
putu vardı. Ve "filan oğullarının unsâsı, filan oğullarının unsâsı"
diye anarlardı. Yani puta unsa (dişi) derlerdi. Yunanlılar ve diğerleri
gibi
putperest toplumların putlarının çoğunun da dişi olduğu bilinmektedir.
Şu halde
bu mânâ aslında doğrudur. Fakat bunu anlamak için "inas" kelimesini
hakiki mânâsından çıkarmaya gerek yoktur. Her hayal, bir gerçeğin
yansıması
olduğundan, bu hal "inas"a çekilmenin bir neticesi olarak düşünmek ve
"inas"ı hakiki mânâsıyla mütalaa etmek hem asıldır, hem de âyetin
ifade ettiği mânânın ruhuna daha uygundur. Yani müşrik ruhunun,
tanrıdan gayesi
kadındır. Onun kanaatince tapınmanın en büyük misali kadına tapmadır
(culte de
femme), o bütün zevkini, bütün ilhamını kadından almak ister, kadın
zevki onun
için en büyük lezzet olur. Onun bütün hayallerinin başında bir kadın
hayali
vardır. Ve bundan dolayı, her oturduğu yerde, her hürmet edeceği
mevkide güzel
bir kadın resmi arar. Putların ve hele pek çok putların kadın ismiyle
isimlendirilmiş olması da kadına tapmanın rûha hakim olmasından
doğmuştur.
Putların yerleri buna bir remiz, bir timsal olmaktan ibarettir. Bu
şekilde fevkalade
veya hayal edilen güzellerin resimleri genelleştirilerek, onların
hayalleri
karşısında, diğer kadınlar hakir görülür. Ve en çirkin bir kadının, en
güzel
bir puttan daha kıymetli olması gerekirken, tanrısını kadın kabul eden
müşriklerin elinde gerçek kadınlar öyle bir aşağı düşerler ki, hürmet
şöyle
dursun, en basit insani haklardan bile mahrum edilirler. Davaya
bakarsınız
kadın herşeydir, tatbikata bakarsınız kadın oyuncakların en düşüğü
olmuştur. Bu
hal müşriklerin öyle bir sapıklığı ve şeytanların öyle bir
aldatmacasıdır ki,
herhangi bir şeyi sevecek olsalar, ona mutlaka bir kadın tasavvuru
karıştırırlar. Güneşe taparlar, dişi tasavvur ederler. Yıldıza
taparlar, dişi
tasavvur ederler. Meleklere taparlar, dişi tasavvur ederler ve bu
şekilde bütün
tapmanın zevkini şehvetlerde toplayıp, hakları, gerçekleri hayallere
feda
ederek, kadın hayalleri karşısında gerçek kadınları ayak altında
süründürürler.
Burada
şunu da hatırlatmak gerekir ki, tapmanın bir sevgi ve ümid, bir de
korku ve saygı yönü vardır. Dua, her şeyden önce, sevgi ve ümid ifade
eden bir
ibadettir. Halbuki müşriklerin, korku ve saygı tanrıları da yok
değildir. Ve
böyle korku ve dehşet tanrıları da çoğunlukla erkeklerden seçilmiştir.
Nitekim
Arapların da Hübel ve Zü'l-Huleysa gibi erkek isimli putları da vardı.
Bunlardan kaçılır ve şerlerinden kurtulmak için tapılır. Bu, gerçek bir
tapma
değil, bir çeşit yağcılıktır. Bunlar, bir velî olmaktan çok, bir nasîr
(yardımcı) gibi tutulur ve birinin şerrinden, diğerinin kuvvetine
sığınılır.
Müşriklerin karşısında birer kadın kesilirler ve bir kahramana boy
gösterisi
yapan veya sığınan kancık bir kadın halinde döşenir, yalvarır,
yaltaklanırlar.
Şu halde tahsisi, nasıl doğru olur denilmemelidir. Önce akla böyle bir
soru
gelmemesi için mutlak mânâda "İbadet ediyorsunuz." buyurulmamış,
"Dua ediyorlar." buyurulmuş ve bununla müşriklerin derin sapıklıkları
asıl sevgi ve ümid yolundan başlamış olduğu anlaşılmıştır. İkinci
olarak
istisnâ-i müferrağı, duanın mef'ûlü olduğu gibi, failinden hal olması
da caiz
olacağından, müşriklerin Allah'ı bırakmakla O'nun gücünden çok aşağı
olan
kuvvetler karşısında inâs (dişi) durumuna düştüklerine de işaret
olunmuş olur.
Evet,
müşrikler Allah'ı bırakırlar da ancak "inas" (dişi)a dua
ve ibadet ederler. Veya Allah'ın kudreti altındakilere kadın gibi
yalvarırlar,
ve böyle yapmakla inatçı şeytana dua ve ibadet etmiş olmaktan başka bir
şey de
yapmış olmazlar. Bunu onlara yaptıran, teşvik eden şeytandır. Onların
dişiye
tapmaları ya şeytana tapmanın aynı veya başlangıcı veya sonucudur. En
yüksek
sevgilerini bir Allah'a tahsis etmeyip de kadınlara tahsis etmiş
olanlar,
şeytana aldanmaktan, şeytana kul olmaktan kurtulamazlar. Nitekim
"Kadınlar
şeytanın ağlarıdır" denilmiştir. Şeytanlar başka yol ile
aldatamadıklarını
en çok kadınla aldatırlar. Bu şekilde müşriklerin putlara tapışları da
şeytanın
emridir. Aynı şekilde bütün hareket ve kuvvetin kaynağı olan Allah'ı
bırakıp da
O'nun dışındakilere kadın gibi yalvaranlar, kendilerini inatçı bir
şeytana
teslim etmiş olmaktan başka bir şey yapmış olmazlar.
"Merîd"
ve "mârid", hayır ile ilgisi yok demektir.
Türkçede buna bozulmuş olarak "meret" denilir. Bu maddenin aslî
terkibi, kaypaklık mânâsıyla ilgilidir. Nitekim emred, yalabık; "
Sırçadan
yapılmış yalçın sırça saray" (Neml, 27/44) ; mürada', ot bitmez kumsal
yer
veya kasığında kıl bitmez kadın; şecere-i müradâ', yaprağı dökülmüş
çıplak ağaç
demektir.
118-120-Öyle
bir
inatçı şeytan ki Allah onu lanetlemiş,
hayır ile ilgisini kesip kendinden uzaklaştırmıştır. O da Allah'a yemin
ederek
demiştir ki elbette ben senin kullarından muayyen, mukadder bir nasib
alacağım
ve elbette onları haktan şaşırtıp saptıracağım, ve elbette onları
kuruntulara
düşüreceğim, yani dipsiz emeller, boş ümitler, yalan sevdalar, batıl
düşünceler, idealler, umumcamalarla imrendireceğim, ve elbet onlara
emredeceğim
de hayvanların kulaklarını doğrayacaklar, bu şekilde Allah'ın helal
kıldığını
haram kılacaklar. Araplar bir dişi deve beş defa doğurur ve beşincisi
erkek
olursa kulağını dilerler ve artık ondan faydalanmayı haram sayarlardı.
Bazı
tefsirciler de demişlerdir ki, putlara ibadet için kurbanlık nişanesi
olmak
üzere hayvanların kulaklarını keserler ve bu, bir küfür iken ibadet
zannederlerdi. ve muhakkak emredeceğim de Allah'ın hilkatini
değiştirecekler.
Yaratılışın şeklini veya sıfatını değiştirerek durumunu başka şekle
sokacaklar,
fıtratının kemaline götürecek yerde bozacaklar, çığırından
çıkaracaklar.
Tefsirlerde gelen misallere bakarak kadını erkek, erkeği kadın yapmaya
çalışacaklar; kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar;
bıyıklarını
sakallarını yolacaklar, yüzlerini boyayacaklar, kılıklarını
değiştirecekler;
kulak; burun kesip göz çıkaracaklar, erkekleri iğdiş edip hadım ağası
yapacaklar, uzuvlarını yaratılış görevlerinin dışında kullanacaklar;
nikâh yerine
zina edecekler, temizi bırakıp pisliklere koşacaklar, menfaati bırakıp
zararı
seçecekler, ciddilikleri atıp eğlenceye heves edecekler, vazifeden
kaçıp oyuna
gidecekler; doğruluğu budalalık, eğriliği hüner sayacaklar; helâla
haram,
harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi diyecekler; hayır yerine şer
işleyecekler,
imar edilmesi gerekeni yıkıp, yıkılması gerekeni imar edecekler;
kanun-ı ıstıfa
(seçme kanunu)yı kötüye kullanmak sûretiyle yaratılışın zıddına
alışkanlıklar
edinecekler, yaratılış kanunu zıddına işler yapacaklar, ruhlarının
yaratılışındaki selamet ve saflıklarını bozacaklar, hak kanunu
"Allah'ın,
insanları, kendisine göre yarattığı fıtratı" (Rûm, 30/30) olan kuvvetli
dini, doğru yolu, Hakk'a tapmayı bırakacaklar; yaratılanı yaratıcı
yerine
koyacaklar, tevhidden çıkacaklar, batıl dinler ve fikirler arkasında
koşacaklar, şuna buna tapınacaklar, şeytanlık peşinde dolaşacaklar,
"Allah'ın yaratmasının değiştirilemez" (Rûm, 30/30) olduğunu
bilmeyecekler, bilseler bile tanımayacaklar.
O inatçı
melun şeytan lanetlenince Allah'a karşı bu beş sözü haliyle veya
sözlü olarak yemin ile söyledi! Bu şekilde Allah'ın kullarına musallat
olarak
onlardan belli bir hisse almaya karar verdi ki, işte şirkin başı ve
sapıklığın
kaynağı budur. Kâinat içinde insanlara düşman olan ve insanların
kalbine nüfuz
ederek onları hak ve hayırdan şaşırtan melun bir geçici kuvvet vardır
ki,
Allah'ın emrine ilk isyan eden ve insanların aklını şaşırtan odur. Ve o
inatçı
şeytan Allah'ın lanetini ve bu sözleri söylemek kötülüğünü üzerinde
toplayan
böyle bir melundur. Ve müşrikler dişiye tapmakla veya dişi durumuna
düşmekle
böyle bir şeytana tapmış olmaktan başka bir şey yapmazlar. Halbuki,
Allah'ı
bırakıp da şeytanı veliyyü'l-emr (amir) edinenler, Allah'ın emrini
dinlemeyip
şeytana itaat edenler, artık çok açık bir şekilde zarar ederler. Zira
şeytan
onlara devamlı vaadlerde bulunur, arzular verir, ağızlarının suyunu
akıtır,
fakat o melun şeytan onlara gururdan başka bir şey vaad etmez.
"Gurur",
insanın pek hoş bir şey buldum sanarak keyiflenip, sonra
onun çok fena bir şey olduğunu anlayarak acı duyması, önceden yalan
yere
sevinip sonradan ciddi olarak yerinmesi, yani aldanmasıdır ki, şeytanın
bütün
vaadleri ve aldatmacaları hep böyle bir gururdan başka bir şey ifade
etmez.
121-
İşte
bunların, o şeytanı dost edinen
gururluların şeytanla beraber varacak yerleri, sonra varıp girecekleri
yer
cehennemdir. Ve ondan kurtulup kaçacak hiçbir yer bulamayacaklardır.
Şeytan
melun olduğu için ebedî olarak affolunmaktan hissesi yoktur. Şeytanın
hissesine
düşmüş, tuzağına geçmiş olan o müşrikler de, o melunun arkasında derin
sapıklıklarla sapık ve affedilmekten mahrumdurlar. Meğer ki fırsat elde
iken
tevbe ve istiğfar edip, şirkten ve şeytanı dost edinmekten vazgeçmiş
olsunlar.
O zaman "Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar." (4/116)
hükmüne girerler.
122-Bunlara
karşı iman edip iyi işler, salih ameller
yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız, orada
ebedî olarak
kalacaklar, bu da Allah'ın verdiği vaaddir. Ve doğru olduğunda hiç
şüphe yoktur.
Çünkü Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
123-124-Ey
müslümanlar! Allah'ın hakkıyla vaad ettiği bu
cennete girme gayesi; ne sizin kuruntularınızla olur, ne de kitap
ehlinin
kuruntularıyla. Naklonuyor ki, müslümanlarla kitap ehli birbirlerine
karşı
öğünmüşler, her biri Allah katında kendilerinin daha hayırlı olduğunu
iddia
etmiş, kitap ehli: "Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden önce,
kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz İbrahim'in dini üzereyiz"
demişler.
Yahudiler, "cennete ancak yahudi olanlar girecek"; Hıristiyanlar da,
"Ancak Hıristiyan olan girecek" diye iddia etmişler. Müslümanlar da:
"Bizim peygamberimiz, sizin peygamberinizden sonradır ve peygamberlerin
sonuncusudur, kitabımız da sizin kitabınızdan sonra ve onlara hakimdir.
Ve biz
İbrahim, İsmail ve İshak dini üzereyiz, cennete ancak bizim dinimizde
olanlar
girecek" demişler. Bunun üzerine bu âyet ve devamı inmiş ve böyle kuru
kuru öğünmelerle soyut arzular, kuruntular, ümitler, temennilerle
cennete
girilemiyeceği anlatılmış ve onun yolu gösterilmiştir. Allah'ın bu
vaadine
ermek için sadece kuruntu ve temenni kâfi gelmez, zira:
Gerek
müslüman ve gerek kitap ehli, gerekse diğerlerinden her kim bir
kötülük yaparsa onunla cezalanır, ya dünyada veya ahirette veya her
ikisinde
onun bir cezasını görür ve kendisine Allah'tan başka ne sığınacak bir
dost, ne
de kurtaracak bir yardımcı bulamaz. Erkekten olsun, dişiden olsun, her
kim de
mümin olarak güzel güzel ameller işler, yarayışlı işler yaparsa, işte
bunlar
cennete girerler ve bir nıkır (çekirdekteki küçük oyuk) kadarcık bile
zulmedilmezler. Yani en küçük, çok önemsiz bir ölçüde bile hakları
kesilmez.
İşte cehennem görmeden cennete girme hususunda Allah'ın hak olan kesin
vaadi
bunlar hakkındadır.
"Nakir",
aslında hurma çekirdeğinin üstündeki beyaz çukurcuğa
denilir ki, fidan bundan biter. Nitekim yarığındaki ibliğe "fetil",
çekirdeğe yapışık ince kabuğa da "kıtmir" denilir ve bunlar, ölçüler
ve düşük miktarlardan kinaye olur. Dilimizde de, "çok ufak tefek"
yerinde
"nıkır", "kıtmir" tabir (deyim)i bilinmektedir. "İman
ve güzel amel yapmak için en güzel din hangisidir?" diye münakaşaya,
tartışmaya da gerek yoktur.
125-
Dince
o kimseden daha güzel kim olabilir ki,
özünü, yüzünü tertemiz Allah'a tutmuş, teslim etmiş ve bu halde her ne
yaptıysa
güzel yapmış, hasenat (güzellikler) işlemiş, kötülük yapmamış, işlediği
iyilikleri de Allah huzurunda yaptığını bilerek gücü yetebildiği kadar
en güzel
şekilde yapmış, ve hanif, yani diğer dinlerden yüz çevirmiş bir
muvahhid
(Allah'ı birleyen) olarak İbrahim milletine, İbrahim'in izince giden
topluma
uymuştur. Çünkü Allah İbrahim'i halil (dost) edinmiştir. Bundan dolayı
ona uyan
toplum, "Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddikler,
şehitler ve salih kimselerdir." (Nisâ, 4/69).
"Halil",
bir kimsenin işleri ve sırları arasına giren ve
sevgisi, kalbinin her yerine nüfuz eden dostu demektir ki, hiçbir
eksikliği
olmayan sevgi mânâsına "hullet"den alınmıştır. Ve Allah'ın İbrahim'i
halil (dost) edinmesi, onu bir dost gibi özel seçim ile lutfetmiş ve
Rabbânî
sırlara mazhar kılmış olmasından mecazdır. Allah Teâlâ, İbrahim
Aleyhisselamı
bir takım kelimeler ile imtihan etmiş, o da onları tamamlamış olmakla
"Ben
seni insanlara önder yapacağım." (Bakara, 2/124) ikramıyla en güzel
önder
yapmış, hayat verme sırrını, yüksek ve alçak gayb âlemini göstermiş, o
da
toplumunu peşi peşine ilâhî tevhide davet etmiş, putlara, yıldızlara,
Güneş ve
Ay'a tapmayı yasaklamış, Tağut'a karşı gelmiş, Allah uğurunda ateşlere
atılmaktan, oğlunu kurban etmekten, malını misafirlere feda etmekten
çekinmemiş, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmakta selef (kendinden öncekiler)in
hepsini
geçmiş, insanî seçeneğin en yükseği onda ve onun ailesinde tecelli
etmiş,
zürriyeti -zalimleri hariç olmak üzere- mülk ve peygamberlikle
müjdelenmiş ve
muradına ulaşmıştır. Böyle bir Allah dostunun milletine tabi olan zat
da o
dostluktan elbette hissedar olacaktır. İşte o zat "Ben de kendimi
Allah'a
teslim ettim, bana uyanlar da" (Âl-i İmran, 3/20) diyen Muhammed
Aleyhisselam ve gerçek tabileri ve bu din de İslâm dinidir. Ve bundan
güzel hiç
bir din yoktur. Peygamberimiz demiştir ki: "Allah İbrahim'i halil
(dost);
Musa'yı neciyy, yani kelîm ve beni habib (sevgili) edindi. Sonra
buyurdu ki,
'İzzet ve celalim hakkı için habibimi halilime ve kelimime muhakkak
kolaylaştıracağım
ve tercih edeceğim." Gerçi meşhur Mirac hadislerinde sabit olduğu üzere
Mirac gecesi Peygamberimiz Musa'yı altıncı, İbrahim'i yedinci semada
görmüş ve
kendisi bunları geçip Cibril'in makamı olan Sidre-i müntehaya ve sonra
onun da
ötesine geçmiştir. Dinlerin mukayesesi bakımından hıristiyanlar,
Hıristiyanlığa
ait prensiplerin daha güzel ve daha ulvi bir ruh telkin ettiğini ve
bundan
dolayı İslâm dininden daha ince ve daha güzel olduğunu iddia ederek:
"Bir
efendinin oğlu kulundan kıymetli ve şereflidir. Bunun için İsa hakkında
'Allah'ın oğlu' denmesi büyük bir şeref verme ve izzetlendirmeden
mecazdır.
İsa, Allah katında kıymetli bir kul payesiyle değil, bir evlat nisbet
ve
payesiyle izzetlendirilmiş olduğundan, bir hıristiyanın teslis (üçleme)
ile
bakışı da Allah'ın makbul kulları değil, evlat gibi bu izzet
mertebesinden
hissedar olmaktır. Şu halde bir efendinin makbul bir kul (küles)u ile
oğlu
arasındaki fark ne ise, Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasındaki fark
odur.
Nitekim Yuhanna İncili'nin onbeşinci babında, 'Eğer size emrettiğim
şeylerin
hepsini yerine getirirseniz dostlarım olursunuz, artık size kul ismi
vermem,
çünkü kul efendisinin ne ettiğini bilmez, fakat size dost ismi verdim,
zira
pederimden işittiğim şeylerin hepsini size bildirdim' diye yazılıdır."
diyorlar. Ve işte fıkrası, bilhassa bu noktayı da mukayese edip,
meselenin
ruhunun sevgide olduğunu göstererek hıristiyanların prensiplerindeki
şirk
şüphelerini kötülemiş ve İslâm'ın şeref ve izzetçe de yüksek ve her
dinden
güzel olduğunu anlatmıştır. Önce "Allah'ın oğlu" deyiminin mecaz
olarak öğretildiği düşünülse bile, Allah'a karşı böyle bir mecazda
güzellik
yok, küfür vardır. Çünkü "oğul" tabiri, Allah'a benzeme ve ilâhî
hakikate ortak olmayı anlatır. Ve İsa'da da uluhiyet vardır demek olur.
Ve
nitekim tanrıyı üçlemede bu inanç açıkça da söyleniyor. Bu ise Allah'a
büyük
bir iftira olan Allah'a ortak koşmadır. İkincisi: Bir efendinin
nazarında oğlu,
muhakkak makbul bir kulundan daha kıymetli ve daha yüksek olması
iddiası doğru
değildir. Ne oğullar vardır ki köleye köle olmaya değmez, Hz. Nuh'un
oğlu bunun
en açık misalidir. Üçüncü olarak Yuhanna İncili'nin bu onbeşinci
babının
özelilkle son âyetleri İsa'dan sonra "Farıklıt'in ve hak ruhun ve
şahidinin" geleceğini açıklayarak İslâm dinini ve Muhammed
Aleyhisselam'ın
geleceğini müjdelemiş ve meselenin ruhunun oğullukta değil, dostlukta
olduğunu
göstermiştir. Ve hem de Allah'a kulluğu değil, İsa'ya kulluğu
yasaklamıştır.
Bütün bunlar, aslındaki bozulmayı bir yana bırakarak, Türkçe
tercümelerinde
görülmekte olan fazla bozmalar içinden anlaşılmaktadır. Allah katında
sevgi ve
yakınlığa erişmenin en şüphesiz ve en yüksek derecesini gösteren
peygamber,
veli, halil (dost), habib (sevgili) gibi yüksek vasıfları bırakıp da
şirk
mânâları üzerinde dolaşmak ve Allah'a kulluktan kaçınmak dindar olma
mânâsına
aykırı bir sapıklık ve iftiradır. Kulluğu inkâr, Allah'ı inkârdır.
Şimdi bu
açıklama üzerine, acaba Allah'ın İbrahim'i dost edinmesi
dışardan kendisine bir dost tedarikine ihtiyacından mıdır? Şâyet öyle
ise
gerçekte şirk tasavvurundan kurtulmak ve hanif olarak tevhid üzerinde
yürümek
nasıl mümkün olur? Ve bu şekilde bütün bütün Allah'a kendisini teslim
etmek
onun dışındaki kuvetleri ihmal ile onlara karşı kendisini tehlikeye
koymak
demek olmaz mı? Ve sonra ortada belli bir hisse olmaya karar vermiş ve
Allah'ın
kullarını bedbaht etmeye azmetmiş ve lanetlenmiş bir şeytan bulunduğuna
göre,
şerrinden kurtulmak için biraz da ona dost gibi görünmek gerekmez mi,
gibi bir
takım kuruntulara meydan bırakmamak üzere bu âyet ve bütün geçmiş
bahisleri şu
âyetle tamam ediliyor:
126-
Göklerde her ne var ve yerde her ne varsa hepsi
Allah'ındır. Allah'ın yaratığı, Allah'ın mülküdür. Ulviyyat
(yüksektekiler) ta
Allah'ın, süfliyyat (alçaktakiler) ta Allah'ındır. Şu halde İbrahim'in
dostluğu
ne ilâhî mülkün dışından bir seçim, ne de ilâhî mülkten bir çıkarmadır.
O bir
kulluğun gayesidir. Buna karşılık şeytanın lanetlenmişliği de ne ilâhî
mülkten
bir çıkarma, ne de ilâhî mülkten dışarı bir muameledir. Mukadder olan
azab hissesini
almak için ilâhî mülk içinde hayır ve rahmetten mahrum olmak ve bir
bahtsızlık
gayesidir. Aynı şekilde Allah'a kendisini teslim etmeyenler, ilâhî
mülkten
çıkacak değil, ilâhî mülk içinde huysuzluk etmiş ve lanetlenmişe
iştirak etmiş
olacaktır. Zira ilâhî mülkün dışında bir şey yoktur. Ve Allah her şeyi
kuşatıcıdır. Yalnız gökler ve yerdekiler değil, onların ötesinde gerek
zihin
âleminde ve gerek dış âlemde "şey" denilebilen hiçbir varlık yoktur
ki, başlangıcından ve sonundan, görünen ve görünmeyeninden Allah
Teâlâ'nın ilim
ve kudreti ve ilâhî hükmüyle kuşatılmış olmasın. Şu halde içler ve
dışlarda,
yükseklik ve alçaklıkta, maddelerde ve mânâlarda, dünyada ve ahirette
ilâhî
kuşatmanın dışında bir şey tasavvur etmek bir tenakuz (çelişki), batıl
bir hayaldir.
Varlık ve hak ilmin karşısında yer almaya çalışan çelişkiler, hayaller
bile, o
kuşatıcı kudretin dışında değil, O'nun hükmünün etkisi altında cereyan
eder.
Bütün mümkün kâinatta kaza ve kader silsilesi O'nun icadı, O'nun
yaratması,
O'nun var etmesi, O'nun mahkumudur. Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve
hüküm
O'nundur. Bütün varlığın cereyan etmesi, O'nun ilim ve kudreti, ilâhî
hükümleri
altındadır. Bütün varlıkların silsilesi, böyle bir kuşatıcı hakim ve
mülk
sahibinin sanatının tecellileridir. Ve bunda, ancak O'nun nizamı, O'nun
kanunları, O'nun hükümleri ve teklifleri, O'nun rahmet ve öfkesi, O'nun
sevab
ve cezası hüküm icra eder. "Allah" deyince başka türlü düşünmek
cahillik ve sapıklıktan başka bir şey değildir. Artık her akıllı,
kendisine
tahsis edilen irade sahasında onun tekliflerine, O'nun emir ve
yasaklarına
uymalı, özünü, yüzünü tertemiz O'na tutmalı ve O'nun sevgi ve rızasına
ulaşmak
ve bu yaratılış devletinde güzel bir mertebe kazanmak için her
yaptığını güzel
yapmalı ve O'nu sevenlerin yoluna gitmelidir. Ve bunun için adalet
hükümlerine
ve hakka çok iyi riayet etmeli; adaletli hükmün, bu en güzel dinin, en
güzel
ameli olduğunu bilmeli; müminin, kâfirin hukukunu gözetmeli; hırslı
arzularla,
istek ve heveslerle, temenniler, kuruntular ile değil, her şeyde hak
kanunlar
ile amel edici olmalı ve onunla hükmetmelidir. Müşriklere, kâfirlere,
münafıklara karşı savaşlardan, mücadelelerden maksad da bu adalet
hükmünün
teminidir. Dünyaya gönderilmenin sırrı budur ve kitap bunun için
gönderilmiştir. Ve bunun için her işte, her hükümde Hakk'ın yolunu
(şeriati)
aramalı ve onu gözetmelidir. Ve bu din, millî, insânî ve âilevî
terbiyenin
esası olmalı ve yalnız kalblerde kalmayıp yüzlerde de okunmalıdır.
Bu
aydınlatmalar üzerine yine gözleri sûrenin başına çevirerek ve bazı
ashab-ı kiramın miras ve başka şeylerle ilgili soru ve fetva
istemelerine cevap
olarak buyuruluyor ki:
Ey
Muhammed:
127-İstiftâ,
fetva istemektir. "Meselede filana
istifta ettim, şöyle ifta etti," denilir ki, fetva verdi demektir.
"Dava" vezninde "fetva", "rüya" vezninde
"fütya", ifta mânâsına konulmuş isimlerdir. İfta ise sorulan bir
müşkülü halletmek ve açıklamaktır ki, kuvvetli ve mükemmel, genç ve
dinç olan
"fetâ"dan alınmıştır. Ve gençleştirip kuvvetlendirmek demek gibidir.
Sanki bir kimsenin müşkil (problem)ini halleden, onu dinç bir genç gibi
kuvvetlendirmiş olur. Şu halde fetva, zor bir olayda doğru hükmü
açıklamakla,
amel edecek kimsenin kalbine bir kuvvet vermektir. "Müfti" (müftü)de
bu kuvveti verebilmek için ehliyetine ve selahiyetine, ahlâk ve gücüne
hakkıyla
güvenilir bir zat olması gerekir ki, bu da (Bakara, 2/112) mânâsı üzere
İslâm
ve ihsan sahibi olmak ve (Nisâ, 4/83) âyetinin delaleti üzere istinbat
(dini
delillerden sonuç çıkarmay)a gücü yeten âlimlerden olmakla mümkün olur.
Fakat müşrikler,
kâfirler gibi kuvvetini haktan değil batıldan almak ve yalnız kendi
arzularına
kuvvet vermek emelinde bulunanlar, yapacakları işlerde ya hiç kimseden
fetva
almaya tenezül etmezler veya müftiler (fetva vericiler)ini acizlerden,
dalkavuklardan ve hile öğretenlerden seçerler. Bunlar da ya doğru hükmü
bilmezler veya bilseler bile fetva isteyenin nefsinin arzusuna hizmet
için
asılsız veya zayıf zayıf fetvalar verirler ve neticede bundan iyilik
yerine
fesad, kuvvet yerine zayıflık hasıl olur. Bunun için burada asıl fetva
vermenin
Allah'a ait olduğu ve Peygamber'in bile ilâhî fetva ile fetva vermesi
gerektiği
ve asıl hüküm ve kuvvet Allah'ın bulunduğu ardından açıklamasıyla
anlatılmıştır.
Yani ey
Muhammed! Kadınlar hakkında senden fetva da isterler sen onlara
de ki: Onlar hakkında Allah size -geleceği üzere- fetva verir ve
kitapta size
tilavet olunan (okunan) âyetlerde sorularınızın bir kısmı bundan böyle
halledilecek ve bir kısmı şimdiye kadar okunmakta olan Kitab'ın
âyetleri ile
halledilmiştir. Bu mânâya göre, fiilinin failine atfedilmiş veyahut
takdirinde,
haberi hazfedilmiş mübteda olarak atf cümlesidir. Fakat tefsircilerin
açıklamasına göre mübteda Levh-i mahfuz mânâsına haber olmak üzere bir
muteriza
cümlesi veya kasem olması caizdir. Ve bu şekilde mânâ: "Allah size
yukarda
geçtiği ve aşağıda olduğu üzere fetva verir ve bu size okunan şeyler
kitapta,
yani Levh-i mahfuzdadır". Şu halde bu açıklanan ve açıklanacak olan
hukuk
(haklar)da adalete ve insafa riayet ve muhafazası farz olan büyük
işlerdendir.
Yahut bu kitapta okunan âyetlere kasem ederim ki, Allah size bunlar
hakkında
-geçtiği ve geleceği üzere- fetva verir. Yukardaki fetva verme şunlar
hakkındadır: Kadın yetimleri, yahut yetim kızlar ve kadınlar hakkında,
ki siz
onlara yazılmış, farz olan miras, mehir ve diğerleri gibi haklarını
vermezsiniz
bir de onları kendinize nikâh etmeyi arzu edersiniz veya kimseye nikah
etmek
istemezsiniz ve her iki şekilde sefalet (düşkünlüğ)e düşürürsünüz.
Bunun nüzul
sebebi yukarda (Nisâ', 4/3) âyetinde Hz. Âişe'den rivayet olarak
nakledilmişti.
Yukardaki fetva vermenin bir de baliğ olmayan (ergenlik çağına ermeyen)
küçük
çocuklar hakkındadır ki, bunlara miras vermiyorlardı, (Nisâ, 4/11)
buyuruldu.
Bir de bütün yetimler hakkında adaletli olmanız, işlerine adalet ile
bakmanız
hakkındadır. Ki (Nisâ, 4/2) gibi âyetlerdir. Gerek bunlar ve gerek
diğerleri
hakkında her ne hayır yaparsanız, Allah her halde onu bilir ve
mükafatını
verir.
128-Gelelim
bundan böyle açıklanacak olanlara:
Ve eğer
bir kadın efendi (koca)sinin huysuzluğundan, yani kocasının
kendisinden hoşlanmayıp surat ve geçimsizlik ederek yanına
yaklaşmamasından ve
hakkını menetme (yasaklama)sinden yahut i'râzından -yani herhangi bir
sebeple
konuşma, görüşme ve iltifatını azaltıp yüz çevirmesinden- korkarsa
(Nisâ, 4/34
âyetine bak) o zaman aralarını bir sulh (anlaşma) ile düzeltmelerinde
veya
kırâetine göre karşılıklı anlaşmalarında, mesela Peygamberimizin
eşlerinden
Sevde binti Zem'an'ın talak (boşanmak)tan endişe ederek nöbetini Hz.
Âişe'ye
bırakması gibi kadının erkeği kendine çekmek için hakkı olan mehrinde,
kasm
(derece) ve nöbetinde indirim ve fedakarlık yaparak veya bir şey
bağışlıyarak
aralarını düzeltmeye çalışmasında ve erkeğin bunu kabul etmesinde bir
günah
yoktur. Yani böyle bir şey rüşvet gibi bir günah olmaz. Sulh her halde
ayrılmaktan ve geçimsizlikten hayırlıdır. Nefisler ise cimrilik ve
pintiliğe
hazırlanmıştır; yaratılıştan cimrilik ve hırsa meyledici ve
hazırdırlar. Kadın
nöbetine düşkün olur, hakkını vermek istemez, erkek de onun
çirkinliğine veya herhangi
bir eksikliğine karşı kendini çeker, iyi davranışta cimri davranır. Şu
halde
buna karşı diğer taraftan az bir anlayış gösteriliverirse sevinmeye
sebep olur
ve arayı düzeltir. Fakat ey erkekler siz iyilik eder, iyi geçinmede
bulunur,
geçimsizlik ve yüz çevirmekten sakınırsanız Allah Teâlâ muhakkak sizin
yaptıklarınızı bilir ve ücretini eksik etmez.
129-
Bir de
kadınların arasını denk tutmaya yani
sevgide de eşitlik üzere adalet yapmaya çok istekli de olsanız,
herhalde
gücünüz yetmez. Hepsini aynı seviyede sevemezsiniz, buna gücünüz
yetmez.
Yetemeyince de "Allah hiç bir kimseye gücünün yetmeyeceği bir şey
yüklemez." (Bakara, 2/286) âyeti delaletince Allah bunu teklif de
etmez.
Şu halde bütün meylinizi diğerine verip de eşlerinizin bazısını
muallaka, yani
muallak (askı)da kalmış ne kocalı, ne kocasız bir kadın gibi ihmal
edilmiş bir
halde bırakmayınız. Ki işte "Eğer adalet edemeyeceğinizden korkarsanız
bir
tane (nikahlayın)." (Nisa, 4/3) emri gereğince korkulması gereken cevr
(eza, cefa), adaletsizlik budur. Yani kadınlar hakkında iki çeşit
adalet
vardır. Birisi infak ve kasm denilen geceleme nöbeti gibi hukukta
adalet ve
eşitliktir ki, bu güç ve iktidar dahilindedir isteğe bağlı olan
işlerdendir. Ve
teklif olunan adalet budur. Diğeri ise sevgide adalet ve eşitliktir ki,
bu
beşerî güç ve iktidarın dışındadır. Çünkü muhabbet, zorunlu
işlerdendir.
karinesiyle burada adaletten maksat da budur. Ve bundan yasaklamak,
mâ-lâ-yutâk
(güç yetmezlik)tır. Şu halde teklif olunan adalet, mümkün olan hukukda
adalettir ve korkulması gereken adaletsizlik diğerini karılık
muamelesinden
tamamen mahrum edip, büsbütün terkedilmiş ve ihmal edilmiş gibi
bırakmak
sûretiyle eza etmektir. Yani yiyeceği, giyeceği ve oturacağı yeriyle
nafakasını
vermek ve geceleme nöbetini eşit tutup konuşup görüşme ve arkadaşlık
etmek
yeterli değildir. Kadının ara sıra nefsânî payını da vermek, iyilik
etmek
lazımdır. Ancak bu noktada eşitlik teklifi güç yetmez olduğundan bahis
konusu
değildir. Hatta böyle bir teklif erkeğe ezadır. Adalet denince, her
halde
eşitlik düşünmemelidir. "Elyak" (en uygun)ı, "layık"
(uygun)a tercih etmek de bir hak, bir adalettir.
Görülüyor
ki, burada isteğe bağlı işler ile zorunlu işlerin hükmü ayırt
edilerek (Nisâ, 4/3) emrinin bir açıklaması yapılmıştır. Ve işte
sevginin böyle
zorunlu işlerden olması kazıyye (önerme)sidir ki, zinadan korunmak için
birden
fazla eşe sahip olmayı caiz gören zorunlu sebeplerden biri olmuştur.
Buna
karşı, "sevsin ve her fenalığı yapsın da nikah etmesin" demenin büyük
bir zalimlik olacağı açıktır. Bunun için burada tek eşe teşvik eden
nass (dini
delil)ın açıklamasıyla beraber, birden fazla eş almanın şartlarından ve
zorunlu
sebeplerinden en önemlisi de anlatılmıştır. Hadis-i şerifte de varid
olmuştur
ki: "İki karısı olup da birine büsbütün meyleden kimse kıyamet gününde
bir
yanı eğik olarak gelir."
Ve eğer
zorunlu bir sebeple böyle bir hal olunca aralarını düzeltir,
bozulan yönlerini iyileştirir. Bundan sonra meyletmeden sakınırsanız
Allah
affedici ve merhamet edici olduğundan, geçmişi affeder ve sizi
rahmetiyle
maksad ve muradına eren bir kimse eyler.
130-
Ve
eğer sulh ve arayı düzeltme, hakem ve
aracılık ve diğer herhangi bir şekilde karı koca arası onarılamaz da,
her ikisi
istekleriyle birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah Teâlâ kendi vüsat
(genişliğ)ı,
zenginliği ve kudretiyle her birini diğerine muhtaç etmez, onu ona
muhtaç
etmez, onu da ona. Çünkü Allah her şeyi kaplayıcı ve hikmet sahibidir.
131-132-
Çünkü
"göklerde ve yerde ne varsa
Allah'ındır." Demek olur ki ayrılık, iki tarafın rızasıyla olmaz.
Birinin
diğerinde gözü bulunursa bu iğna (muhtaç etmeme) vaad edilmiş değildir.
Kadın
ayrılmak istemez, geçinmek arzu ederse, erkeğin onu boşaması günahtır.
Aynı
şekilde erkek bırakmak istemez, geçinmek arzu ederse, ayrılmaya
zorlamak veya
zor kullanmakla ayırmak da günahtır. O zaman bir taraf zalim durumunda
kalır
ki, bundan son derece sakınmak gerekir.
Ey
müslümanlar, yemin olsun ki, hem sizden önce kendilerine kitap
verilmiş olanlara ve hem size Allah'tan gereğince sakınınız, azabından
korkunuz
diye tavsiye ettik ve eğer inkâr edecek olursanız biliniz ki, göklerde
ve yerde
her ne varsa hepsi Allah'ındır. Ve Allah her şeyden zengin ve sizin
ibadetinize
muhtaç değildir, o kendi zatında hamîd (övgüye layık)dir. Siz gerek
hamdediniz,
gerek etmeyiniz, o hadd-i zatında mahmud (hamdedilen) ve hamde layık
olandır.
Ne yaratılmışların küfür ve günahlarıyla zarar eden, ne de şükür ve
itaatleriyle menfaat görendir. Ve hamîd (övgüye layık) olduğundan
dolayı sırf
rahmetiyle menfaatlerinizi temin ve sizi zarardan korumak için
Allah'tan
gereğince korkmayı ve inkâr ve küfürden sakınmayı emreder diye tavsiye
ettik.
Hakikatte
göklerde her ne var ve yerde her ne varsa bütün bunlar
yaratılış ve mülk, öncelik ve sonralık bakımından Allah'ındır. Bütün
bunlarda
Allah'ın hükmüyle var etmek ve yok etmek, diriltmek ve yok etmek,
sevindirmek
ve azarlamak, sevab ve ceza ve diğerleri ile istediği gibi tasarruf
eden ancak
O'dur. Ve bu tasarruf ancak O'nun hakkıdır. Allah bunların hepsine
bizzat sahip
olduğu gibi, hepsinin işlerini ve işlerin hepsini tedbir ve idare
etmekte ve
her birini kendi hesabına görüp gözetmekte vekil olarak da Allah
yeterlidir. Şu
halde herkes O'na tevekkül ve itimat etmeli ve kendi işlerinde başarılı
olmak
için O'na müracaat edip teslim olmalıdır.
133-Çünkü
ey insanlar, bilmiş olunuz ki Allah
dilerse sizi ortadan kaldırır, def eder ve yerinize diğerlerini
getirir. Allah
buna da kadirdir, hem pek kadirdir. "Eğer haktan yüz çevirirseniz,
Allah
yerinize başka bir kavim getirir de sonra onlar sizin gibi olmazlar."
(Muhammed, 47/38) Rivayet olunuyor ki bu âyet indiği zaman Resulullah
(s.a.v.)
mübarek elini Selman-ı Farisi'nin arkasına vurmuş, "onlar bunun
kavmi" buyurmuştur.
134-
Her
kim dünya sevabı isterse, bilmeli ki
dünyanın da ahiretin de sevabı ancak Allah'ın katındadır. Dünya
sevabını da
verecek olan başkası değil, yine Allah'dır. Bunun için de Allah'a ve
Allah'ın
kanunlarına müracaat etmek gereklidir. Fakat bunun karşısında bir de
ahiret
sevabı vardır. Şu halde Allah'a müracaat edip de yalnız dünya sevabına
göz
dikmek ne kadar himmet (gayret) sizlik, ne kadar budalalıktır. Akıllı
olan -hiç
olmazsa- "Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, ahirette de" diye
ikisini de istemeli veya en şerefli ve en yükseğine göz dikip dünyayı
kâle
almayarak ahireti istemelidir. "Kim ahiret menfaatini isterse, onun
mükafatını artırırız" (Şûra, 42/20) âyetinin delaletince, ahireti
isteyen,
fazla olarak, dünyadan da hissedar olur. Nitekim Allah için mücahede
eden dünya
ganimetinden mahrum kalmaz, onunla beraber ahiret sevabına da erer.
Fakat
ganimet için harbe gidenler gibi sırf dünya peşinde koşanlar bunu
bulurlarsa
diğerlerinden mahrum kalırlar. Çünkü Allah semî (işitici) ve basîr
(görücü)dir.
Söylenenleri işitir, yapılanları görür, herkesin niyyet ve maksadını
bilir ve
ona göre muamele eder. Bunun için şu ilâhî emir ve tavsiyeleri iyi
dinleyiniz:
135-
Ey
iman edenler! Yalnız kadınlar üzerinde
adaleti yerine getiren kimseler olmakla kalmayınız, her hususta
adaletle hüküm
verici olunuz, adaletle kaim (ayakta duran) ve müstakim (doğru)
hakimler olup,
adalet ve haklılığı ayakta tutunuz, Allah için örnek olacak şahitler
olunuz,
hakka dosdoğru şahitlik ediniz. İsterse kendinizin veya ana-baba ve
yakınlarınızın aleyhinde de olsa böyle olunuz. Ki bunda iki mânâ
vardır: Birisi
başkasının sizde bir hakkı varsa, kendiniz ikrar ve itiraf ediniz;
ananız,
babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa hükümden, şahitlikten
kaçınmayınız
demektir. Diğeri de üçüncü, şahıs aleyhine şahitlik, kendinizin ve
yakınlarınızın bir zararıyla sonuçlanacak da olsa, yine dosdoğru
şahitlik
ediniz demektir. Aleyhine ve lehine şahitlik ettiğiniz kimseler zengin
olsa da
böyle yapınız, fakir olsa da; ne zengine dalkavukluk etmek, ne de
fakiri
gözetmek için şahitlikten kaçınmayınız, doğruluktan ayrılmayınız. Çünkü
zengine
de, fakire de Allah daha yakındır. O, onları daha iyi gözetir. Şu halde
doğruluktan sapmakla isteklerinize uymayınız, keyf ve arzuya tabi
olmayınız.
Yahut adalet ediyoruz zannıyla arzulara uyup fakiri zengine, akrabayı
yabancıya
tercih ederek hakkı gizlemeyiniz veya bozmayınız. Ve eğer hakkı
tutmakta veya
şahitlikte dillerinizi eğer büğerseniz veya büsbütün yüz çevirirseniz
Allah
muhakkak hepinizin yaptıklarınızdan haberdardır. Hiç biriniz yakanızı
kurtaramazsınız. Hamze ve İbnü Amir kıraetlerinde (lâm)ın zammı ve
(vâv)ın
sükunuyla okunur ki, birincisi den, bu da dendir. Bu şekilde mânâ: "Ve
eğer şahitlikte görevlendirilir de hakkiyle yerine getirmez veya yerine
getirmekten yüz çevirir ve çekinirseniz, her iki halde Allah
yaptıklarınızdan
haberdardır. Birinde mükafatını, birinde de cezasını verir" demek olur.
İşte müslümanlar böyle keyf ve arzuya uymaz, adaletli ve doğru, doğru
söyleyen,
hakkı taparcasına seven, Allah için şahitler olmalıdır.
136-O
halde:
Ey imana
gelenler Allah ve Resulüne, yani Muhammed Aleyhisselama ve
Allah'ın bu Peygamberine tenzil buyurduğu (zaman zaman, kısım kısım
indirmekte
olduğu) bu kitaba, yani Kur'an'a ve bundan önce indirdiği kitap cinsine
iman
ediniz. Bunların bir kısmına iman ettiğiniz gibi, hepsine de iman
ediniz. İbnü
Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir kırâetlerinde meçhul sigasiyle ve okunur.
Bunlara
ciddi olarak iman ediniz. Zira her kim, Allah'a, meleklerine,
kitaplarına,
peygamberlerine ve ahiret gününe küfreder (inanmaz), bunlardan birini
inkâr
ederse, son derece derin bir sapıklığa düşmüş, doğrudan uzaklaşmış,
artık
yolunu bulamayacak derecede şaşırmış, gayeyi kaybetmiş olur. Bununla
küfrün
bizzat (Nisâ, 4/116) hükmüne katılmış bulunduğu, yani her küfrün şirk
demek
olduğu açıkça gösterilmiştir.
Rivayet
edildiğine göre yahudi hahamlarından bir topluluk, Resulullah'a
gelmişler: "Ey Allah'ın Resûlü biz, sana, kitabına, Musa'ya, Tevrat'a
ve
Üzeyr'e iman ediyoruz ve bunlardan başka kitapları ve peygamberleri
tanımıyoruz" demişlerdi. Peygamberimiz de: "Hayır, Allah'a, bütün
peygamberlerine, Muhammed'e ve kitabı Kur'an'a ve ondan önceki her
kitaba iman
ediniz" buyurdu. "Yapmayız" dediler. Bu âyet nazil oldu ve hepsi
iman ettiler. Dikkate şayandır ki, iman fıkrasında "Allah'a, Resulüne,
Resulüne indirilen kitaba, ondan önce indirilmiş olan kitaba" diye dört
şeye iman belirtilmiştir. Bu da "Allah'a iman, Peygambere iman,
kitaplara
iman" diye üç mertebede özetlenebilir. Halbuki küfür fıkrasında,
"Allah'ı inkâr, meleklerini inkâr, kitaplarını inkâr, peygamberlerini
inkâr,
ahiret gününü inkâr" diye melekler ve ahiret günü de eklenerek beş şey
açıklanmış, hem de Resul'e diğer Resuller de eklenerek cem' (çoğul
siyasiyle)
buyurulmuştur. Bununla Allah ve Peygamber'e, bütün kitaplara imanın,
her halde
bütün peygamberlere, meleklere ve ahiret gününe imanı içine aldığı
gösterilmiş
ve bir insanın Allah'a, Peygamber'e ve kitaplara iman iddia edip de
peygamberlerden birini, melekleri veya ahireti inkâra kalkışması ve bu
hususta
gelmiş olan âyetleri tevile çalışması ihtimali bulunduğundan, bunları
inkâr
edenlerin Allah'ı da inkâr etmiş oldukları bilhassa açıklanmıştır.
137-Bütün
bunlar müşrikler gibi son derece derin bir
sapıklık ile sapmış olanlardır. Şu da muhakkak ki, önce iman etmiş,
sonra inkâr
etmiş, sonra iman etmiş, sonra yine küfretmiş ve tamamen küfre dalmış
olanlar,
böyle imandan küfre, küfürden imana dönerek sonunda küfürde karar
kılmış ve bu
şekilde küfürü çoğaltmış olanlar yok mu, hiçbir şekilde Allah'ın
bunları
affetmesine ve doğru yola sevketmesine ihtimal yoktur. Yani iman
ederlerse
kabul etmez değil, fakat çoğunlukla bunlar kalpleri mühürlü
olduklarından can
çekişme zamanına gelmedikçe iman etmezler ve belki o zaman bile
etmezler. Ve
iman etmeyince de âyeti delaletince asla af yüzü görmezler. Tevbenin
kabul
edilebileceği bir zamanda tevbe edip ihlas ile iman etseler, gelecek
olan
istisnası gereğince kabul edilir ve affedilebilirlerdi ama etmezler
ki...
138-Bunun
için, münafıklara müjde et ki, onlara
acıklı bir azab muhakkaktır. Bu bölüm, bu âyetin doğrudan doğruya veya
dolayısıyla münafıklarla ilgisini ifade eder. Gerçekte münafıklar,
görünüşte
iman ederler, sonra gizli gizli küfürler yaparlar, sonra müminleri
görünce yine
"amenna" (inandık) derler. Ara bozuculuk ve fesatta ısrar ederler.
Bununla beraber âyetin zahiri, açıktan açığa imandan küfre, küfürden
imana
defalarca değişiklik gösteren ve sonunda küfürde karar kılan fertler ve
toplumlar hakkındadır ki, münafıklar da bunlara dahildir. Ve rivayet
olunduğuna
göre bunun asıl iniş sebebi yahudilerdir. Çünkü yahudiler, önce Hz.
Musa'ya
iman ettiler, sonra buzağıya taptıkları zaman küfrettiler, sonra Hz.
Musa
dönünce yine iman ettiler, sonra Hz. İsa'yı inkâr ettiler, sonra da Hz.
Muhammed (s.a.v.)'a küfretmekle inkârlarını artırdılar ki, âyet
bunların bu
hallerini tasvir edip böyle olanları da bunlara katmış. Münafıklar da
bunlara
benzediği ve bunlara dost oldukları için "münafıklara müjde et" diye
inzar (korkutma) yerinde tebşir (müjdeleme) ile tehekküm (alaya almay)e
tabi
tutulmuşlardır. Demek oluyor ki, bu gibi döneklik ve kararsızlıklar
sadece
fertler hakkında değil, toplumlar hakkında da felaket sebebidir. Çünkü
yahudilerin âyette tasvir olunan bu durumları fertlerinin değil, toplum
ve
milletlerinin durumudur. Çünkü Hz. İsa'ya ve Hz. Muhammed'e küfreden
fertler
ile buzağıya tapan ve ondan önce iman eden fertlerin aynı olmadığı
malumdur.
Fakat bu değişim ve kararsızlık, o milletin genel bir karakteri
olmuştur. Şu
halde burada bir zamanlar İslâm dinine hizmet etmiş olup da, sonra kâh
küfür ve
kâh iman, şuraya buraya bocalıyarak sonunda kâfirlere dönmüş olanların
kurtuluş
ve selamet bulmalarına asla ihtimal olmadığı da anlatılmış oluyor.
Nitekim
Endülüs'te dinden dönenlerin hiçbiri dünyalarını kurtaramamışlar, hepsi
yok
olmuşlardır.
139-Yani:
Onlar ki müminleri bırakıp, kâfirleri dost
edinirler ve onların arkalarından giderler. Münafıklar, müminlere karşı
yahudilerle dostluk ediyorlardı. Bunlar o kâfirlerin yanında izzet
(şeref) ve
kuvvet mi arıyorlar? Onlara dost olmakla izzet ve şeref bulacaklarını,
üstün
geleceklerini mi sanıyorlar? Ne kadar yanılıyorlar. Çünkü bütün izzet
Allah'ındır. Ve ancak ondan alınır, Allah'ın izzet vermediği kimseler
hiçbir
şekilde aziz (şerefli) olamazlar. Allah ise müminleri şerefli
kılmıştır.
"Şeref, Allah'a, Resulüne ve müminlere aittir". (Münafikûn, 63/8) Şu
halde kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne kadar terstir.
140-
: Âsım
ve Yakub kırâetlerinin dışında meçhul
siğasiyle okunur. Halbuki daha önce size kitapta Allah şöyle indirmiş,
şöyle
indirilmiş idi: Ki Allah'ın âyetlerine küfredilirken ve alaya alınırken
işittiğiniz zaman o kâfirler ve alaycılarla beraber oturmayınız, ta ki
başka
söze dalsınlar. O halde onlarla beraber oturmaktan bile sakınmak ve
imanın
şerefini korumak gerekirken onlarla dost olmak ve onlardan şeref
beklemek nasıl
olur?
Mekke'de
müşriklerin durumlarına karşı Peygamber'e hitap edilerek,
"Âyetlerimiz üzerine lüzumsuz münakaşaya dalan kimseleri gördüğün zaman
onlardan uzaklaş ki, ondan başka bir söze dalsınlar" (En'am, 6/68)
âyeti
inmişti. Medine'de de yahudi hahamları bulundukları meclislerde
Kur'an'dan
küfür ve alay ile bahsederler ve münafıklar da onlarla beraber bulunur,
dinlerlerdi. Bundan dolayı o âyet meâl olarak anılmış ve bu şekilde
Peygamber'e
hitabın, bütün ümmetine hitap etmek demek olduğu anlatılmış ve
buyurulmuştur
ki: Bu takdirde, yani Allah'ın âyetleriyle küfür ve alay edilirken
yanlarında
oturduğunuz takdirde siz onların, o kâfir alaycıların aynısınız. O
zaman siz de
onlar gibi kâfir olursunuz. Bu âyetin zahirine bakarak Allah'ın
âyetleri ile
alay etmek küfür olduğu gibi, o esnada yalnız onların yanında oturmak
da küfür
olacağı anlaşılıyor. Bununla beraber Akaid âlimleri bunu rıza
(hoşgörme) ile
kayıtlandırmışlar ki, buna karine de nüzul sebebinin münafıklar
hakkında
olmasıdır. Fakat rıza itirazı terketmek demek olduğuna göre açık veya
gizli
itiraz edilmedikçe kişi küfürden kurtulmuş olamaz. Kalkıp gitmek de bir
itiraz
demektir. Meğer ki "Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde küfre zorlanan
kimse hariç" (Nahl, 16/106) olsun. Oturur onlar gibi olursa ne mi olur?
Şüphesiz ki Allah münafıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde
toplayacaktır.
Dünyada Allah'ın âyetleriyle alay etmek için toplandıkları gibi,
ahirette de
cehennem azabında öylece toplanırlar.
141-
O
münafıklar ki sizi gözetir beklerler derken
Allah tarafından size birtakım fetihler oluverirse "Biz, sizinle
beraber
değil miydik?" derler, hemen ganimete konmak isterler. Ve şayet nasib
kâfirlerin olur, zafer kâfirlere nasib oluverirse o zaman da onlara
"biz
size üstün gelmedik mi? Ve sizi müminlerden muhafaza etmedik mi?"
derler.
Onlara minnet edip bir hisse kapmak isterler. Bu söz başlıca iki mânâya
müsaittir. Birisi: "Fırsat elimizde değil miydi? Biz de müminlerle
beraber
olup sizinle harbetseydik, sizi mağlub ve perişan etmez miydik? Halbuki
siz
dışardan uğraşırken biz kaleyi içinden fethettik, müminlere yardım
etmedik.
Sizin hesabınıza onlara propaganda yaptık, aldattık, kalblerine korku
düşürdük
ve sonunda bu sayede siz muzaffer oldunuz. Şu halde bu bizim mevkiimiz
sizden
yüksektir" demek olur ki, tefsircilerin çoğunluğu bunu tercih
etmişlerdir.
Diğeri de: "Siz müslümanları kuvvetli zannedip müslüman olacakken biz
size
yasaklamadık mı? Muhammed'in işi zayıflayacak siz kuvvetleneceksiniz
diye sizi
imandan vazgeçirmedik mi? Bakınız işte dediğimiz oldu, bizim kanaatimiz
size
galip geldi, şu halde üstünlük asıl bizimdir. Bu zaferin ganimetine
sizden çok
biz layıkız" demektir ki, bazı tefsirciler de bu mânâyı seçmişlerdir.
Şu halde
bu böyle kalmayacak, kıyamet gününde Allah aranızda hükmedecek,
o zaman mümin ile münafık tamamen seçilecektir. Dünyada zahir ile
hükmolunur,
zahirde kelime-i şehadet söyleyip müslüman görünene müslüman muamelesi
yapılır.
Fakat ahiret için ise böyle değildir. Şunu bilmelidir ki, Allah
kâfirler için
müminler üzerine kesin olarak yol vermez. Dünyada bazan kâfirler zafer
kazansalar, müminlere hakim görünseler bile, bu bir yol, bir kanun, bir
şeriat
değil, geçici ve devamsız bir imtihan ve istidrac (şerre bağlı
başarı)dır.
Kalblere işleyecek delil ve burhandan mahrum, gelip geçici şeylerdir.
"Adaleti yerine getirici ve Allah için şahitler" olan hak ve adalet
ehli muhakkak onlara üstünlük sağlarlar. Dünyada olmazsa, ahirette
üstün gelir.
Allah'ın şeriatinde, hak kanunda mümin kâfirden daima şereflidir. Onun
altında
kalmaz, onun ayağının altına düşmez. Şerefiyle ölür, hakkın şerefini
çiğnetmez.
Ve işte bu hikmetten dolayıdır ki, bir mümin kadının kâfirle
evlendirilmesi
caiz olmaz, küfür olur. Çünkü onu onunla evlendirmek, mümin üzerine
kâfire yol
vermek, o mümin kadını kâfirin istilasına terketmektir. Allah ise
buyurmuştur.
142-143-
Şüphe
yok ki münafıklar Allah'a hile yapmaya
kalkışıyorlar. Kalblerinde küfür saklayıp, zahirde mümin görünüyorlar
ve sanki
bununla Allah'ı aldatmak istiyorlar. Halbuki Allah onların hilelerini
kendi
başlarına geçirmiştir. (Bakara sûresinin başındaki münafıklarla ilgili
âyetlere
bkz. 2/8-20) Bunlar namaza kalktıkları zaman tembel tembel, istemeye
istemeye
çok tembellik ile kalkarlar. Çünkü bunlar insanlara gösteriş yaparlar,
ve
Allah'ı hatırlarına getirmezler, yadetmezler, anarlarsa pek az anarlar
ki, o da
ağızlarındadır. Bunlar bunu yaparken iman ile küfür arasında kararsız,
tereddüt
içinde, şaşkın bir haldedirler. Ne onlara, ne de onlara, yani ne
müminlere mal
olurlar, ne de kâfirlere. İkisi arasında bocalar dururlar, çünkü
bunları Allah
şaşırtmıştır. Allah'ın şaşırdığına da artık bir yol bulamazsın. Nerede
kaldı ki
ona hidayet edebilesin.
144-Şu
halde, Ey inananlar! Siz inananları bırakıp
da kâfirleri dost edinmeyiniz. Münafık olduğunuza dair Allah için
aleyhinize
açık ve savunulması mümkün olmayan bir delil ve burhan vermenizi ister
misiniz?
Elbette istemezsiniz değil mi? Halbuki müminleri bırakıp kâfirlerle
dostluk
yapmak münafıklığın açık bir delilidir.
145-
Münafıklar hiç şüphe yok ateşin en alt
tabakasındadırlar. Bunlar, kâfirlerin en çirkini, en düşkünü
olduklarından,
yerleri de cehennemin dibidir. Ve artık onları buradan kurtaracak bir
yardımcı,
bir kurtarıcı bulamazsın.
146-
Ancak
iki yüzlülükten tevbe edenler tevbe edip
halini düzeltenler, halini düzeltip Allah'a tutunanlar, Allah'a
tutunup, Allah
için dinlerini halis kılanlar hariçtirler. Çünkü bunlar kendilerinden
hiç iki
yüzlülük sadır olmayan müminlerle beraberdirler. Allah da müminlere
muhakkak
büyük bir mükafat verecektir. Şu halde o tevbe edenler de bundan
hisseli
olacaklardır.
147-Ey
insanlar, siz şükreder ve iman ederseniz,
Allah size azabı ne yapacak? Çünkü azabın Allah tarafından konulmasının
hikmeti, inkâr ve küfürden çekindirmek, şükür ve imana sevk içindir. Şu
halde
şükür ve iman hasıl olduktan sonra Allah kullarına azab edip de ne
yapacak?
Halbuki Allah şâkir ve alîmdir: Şâkirdir, yani azıcık bir taate büyük
sevab ile
karşılık verir. Alimdir, yani pek büyük bir kadir (değer) bilendir,
şükür ve
imanınızın kadrini bilir, takdir eder. O halde ihlas ile tevbekar olup
halini
düzelten ve Allah'ın dinine sarılıp şükür ve iman yolunu tutanların
mükafat ve
sevabdan mahrum kalmaları nasıl tasavvur olunur? Demek azab, inkâr ve
küfürde
ısrar etmenin ve Allah'ın koyduğu hükümlere karşı gelmenin bir sonucu
ve ilâhî
bir hikmet meselesidir. Varlığın konuluşu, ilâhî rahmet içindir, şükür
ve iman
da bunun yoludur. İnkâr ve küfür ile Allah'dan kaçanlar bu yoldan
sapmaya, bu
Hakk'ın koyduğunu bozmaya ve Allah ile mücadele etmeye savaşmış
olduklarından
dolayı, Allah'dan ve Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış olurlar. Allah'ın
mülkünden dışarı çıkmak mümkün olmadığı için, azab da işte bu meydana
getirme
işinin ve bu uzaklaşmanın gerekli bir sonucu olur. Bu sonuç esasen
doğru ile
yanlış, hayır ile şer, güzel ile çirkin arasındaki fark ve üstünlüğe
göre
sıralanmıştır. Bu da Allah Teâlâ'nın vacib olan vücuduyla, ortağının
mümkün
olmayışı arasındaki karşılıklı ilginin bir dalıdır. Şu halde inkâr ve
küfürden
sonra da olsa şükür ve iman ile Allah'a yaklaşma yolu tutulunca artık
azab için
hiçbir sebep kalmaz. Şâkir ve alîm olan Allah, muhakkak o şükür ve
imanın
mükafatını ihsan eder. Şükür ve imandan sonra inkâr ve küfüre sapıp
Allah'dan
ve Allah yolundan kaçanlar azaba varacakları gibi inkâr ve küfürden
sonra da
olsa şükür ve iman yolunu tutup Allah'a doğru gidenler de muhakkak
Hakk'ın
rahmetine vasıl olurlar. Şu halde hayat cereyanı yürüyüp dururken,
"Artık
ben vazifemi yaptım" deyip de Allah'a karşı gururlanarak şükür ve
imandan
sonra saygısızlığa, inkâr ve küfüre sapmak caiz olamayacağı gibi, "Ben
şimdiye kadar inkâr ve küfür yolunda dolaştım, günahlara daldım, bundan
sonra
kurtuluş imkânı kalmamıştır" diye ümitsiz olup da henüz fırsat eldeyken
tevbe ve düzelmeden yüz çevirmek de caiz değildir. Derhal kötülüklerden
tevbe
edip şükür ve iman yolunu tutmalıdır. Zira Allah şükredenleri takdir
eden ve
her şeyi bilendir.
Şükür ve
iman ile inkâr ve küfrün hükümlerini takdir sırasında geçmiş
açıklamaların tamamlayıcısı ve yeni beyanların başlangıcı olmak üzere
şu ilâhî
ahlâkı bilmek ve tevbekar olanlara geçmişten dolayı kınama ve
kötülemede
bulunmamak gerekir:
148-
Allah,
kötü sözün açıklanmasını sevmez. Kötü
fiil şöyle dursun, kötülüğün söz kabilinden olarak bile meydana
konulmasını istemez,
buğzeder. Gerçi Allah, ne fiil olarak, ne söz olarak, ne gizli, ne
aşikar
kötülüğün hiç birini sevmez. Fakat ister sözle olsun ilan edildiği ve
açıklandığı zamandır ki, bilhassa gazab ve azab eder. Ve işte ilâhî
azabın sır
ve hikmeti bu noktada, yani Allah'ın kötülüğü sevmemesindedir. Ancak
mazlum
(zulme uğrayan) hariç. Zulmedilmiş, hakkına tecavüz olunmuş olan kimse
feryad
edebilir, zalim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir veyahut ondan
yakınarak
kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerine aynen karşılıkda
bulunabilir.
Ve Allah zulme uğrayanın feryadını dinler, halini bilir.
Bu
âyetin sebebi nüzulünde deniliyor ki, bir gün Peygamberin huzurunda
bir adam Hz. Ebu Bekir'in yüzüne karşı küfretmiş, o da birkaç kere
sustuktan
sonra sonuçta karşılık vermişti. Karşılık verince Peygamberimiz
meclisten
kalkıverdi. Hz. Ebu Bekir: "O bana söverken oturuyordunuz, ben karşılık
verince kalktınız" dedi. Resulullah da: "Bir melek senin tarafından
cevap veriyordu, sen karşılık verince o melek gitti, şeytan geldi,
şeytan
gelince ben de oturmadım" buyurdu ve bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Bir
rivayete göre de, bir topluluğa bir misafir gelmiş, yemek vermemişler,
şikayet
etmiş, şikayetinden dolayı da azarlanmış, bunun üzerine bu âyet inmiş.
Hakkına
riayet edilmeyen misafirin mazlumlar arasında bulunduğu ve şikayete
hakkı
olduğu açıklanmıştır.
149-
Siz
sözlü veya fiili olarak herhangi bir hayrı
açık veya gizli yapar veya kendinize karşı yapılan bir kötülüğü
affederseniz,
yani bilhassa affetmek hayrını yaparsanız şüphe etmeyiniz ki, Allah çok
affedici ve her şeye gücü yetendir. Affı çok, kudreti pek büyüktür. Şu
halde
ilâhî ahlâk ile ahlâklanınız da, gücünüz yeterken affediniz ki, Allah
katında
affa mazhar olasınız ve mükafatınızı alasınız.
Fakat bu
ilâhî affa kimlerin nail olabileceğini iyi anlamak gerekir.
Şöyle ki:
150-151-
"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr
edenler" Bu âyetten anlaşılıyor ki, kâfirler başlıca üç kısımdır.
Birincisi: Ne Allah, ne peygamber tanımayan, hiç birine iman
etmeyenler.
İkincisi: İmanda Allah ile peygamberi birbirinden ayıranlar. Yani
Allah'a iman
iddiasında bulunup da Allah'ın gönderdiği peygamberlere inanmayanlar.
Üçüncüsü:
Peygamberlerin bazısını tanıyıp da bazısını tanımayanlardır ki, kitap
ehlinden
yahudi ve hıristiyanlar bu kısımdandır. Ve bu âyet doğrudan doğruya
bunlar
hakkında inmiş, iman ile küfür arasında orta bir derece, bir yol
bulunmadığı ve
peygamberlerden bazısını tanımamak, hepsini tanımamak ve hepsini
tanımamak
Allah'ı da tanımamak demek olduğunu göstermiştir. Yani Allah'a ve
peygamberlerine küfreden (inkâr eden)ler, fakat bunu açıklıyarak değil,
fikir
ve mezhepleri bu küfrü gerektiren, ve Allah ile peygamberleri arasını
imanda
ayırdetmek isteyenler, hatta bunu da genel olarak ve umumi şekilde
açıklamayıp
sözleri bunu gerektiren, biz bazısına inanırız ve bazısına inanmayız
diyenler,
mesela "Musa, Üzeyr filan ve filan peygamberlere ve Tevrat'a inanırız,
fakat İsa'ya ve Muhammed'e, İncil'e ve Kur'ân'a inanmayız" diyen
yahudiler; aynı şekilde, "Musa'ya ve İsa'ya, Tevrat'a ve İncil'e
inanırız
ama, Kur'ân'a ve Muhammed'e inanmayız" diyen hıristiyanlar ve aynı
şekilde
yahudiler arasında "Muhammed bir peygamberdir ama, bizim peygamberimiz
değildir" diye kaçamak yapan, ve bu şekilde iman ile küfür arasında bir
yol
tutmak isteyenler, işte bütün bunlar muhakkak kâfirdirler ve küfürleri
açıkça
sabittir. Zira iman ile küfür, hak ile batıl arasında bir mertebe
yoktur. Bir
peygambere küfretmek, peygamberliğe küfretmektir. Peygamberliğe
küfretmek,
bütün peygamberlere küfretmektir ve bütün peygamberlere küfretmek,
Allah'a
küfretmektir. Çünkü Allah'ın bir emrine küfretmek, genel olarak,
Allah'a
küfretmektir. Biz de üstün kudret ve büyüklüğümüzle bütün kâfirlere
alçaltıcı,
ihanetli, aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır, sırası gelince
tadacaklardır.
Şu halde vaad edilen af ve mükafat böyle inkâr ve küfür sahiplerine
değildir.
152-
Allah'a ve peygamberlerine iman edip, bunlardan
hiç birinin arasını ayırmayanlar yok mu? İşte Allah bunlara muhakkak
mükafatlarını verecektir. Geçmiş olan günahlarına da Allah gafûr (çok
affedici), rahîm (çok merhamet edici)dir. O mağfiret ve rahmet vadi
işte
bunlaradır.
Bu
düzenlemeden sonra kitap ehlinin küfürlerini genişçe incelemek ve
inatlarını
açıklamak ve iptal (hükümsüz bırakmak) için buyuruluyor ki:
153-
Ey
Muhammed! Kitap ehli, senin peygamberliğine
inanmak için, Allah tarafından Kur'ân'ın sana kelâm (söz) halinde
indirilmiş
olmasını yeterli görmüyorlar ve bunu semavi kitaplardan saymak
istemiyorlar da,
senden kendilerine gökten bir kitap indirivermeni istiyorlar. Bir kere
Allah'ın
değil, senin indirmeni istiyorlar. İkincisi, başkasına değil,
kendilerine,
kendi üzerlerine indirmeni istiyorlar ki, bununla peygamberliği
kendilerinde
görmedikçe ve kendilerinde peygamberliği tecrübe etmedikçe iman
etmiyeceklerini
anlatmış oluyorlar. Üçüncüsü, kitabın mânâ veya nazım ve mânâ olarak
vahy
yoluyla kalbe inmesine ve bundan sonra onun kullar tarafından
yazılmasına
kanaat etmeyip, gökten bir hatt (yazı) ile yazılmış levhalar veya
sayfalar
halinde belli bir cisim olarak şu maddi gökten düşüvermesini
istiyorlar.
Kitabın ulviliği ve semavi oluşunun, ancak böyle bir maddi ve cismani
şekilde
görmeleri halinde tasdik edilebileceğini iddia ediyorlar. Halbuki bu
şartlar
altında her cismin, Allah'ın kudreti yönünden bir kitap olduğunu, fakat
okumasını bilmediklerini düşünmüyorlar. Âyetin zahirinden de
anlaşılacağı üzere
tefsircilerin çoğunun açıklamasına göre bu kitap ehlinden maksat
yahudilerdir.
Rivayet
ediliyor ki, Ka'b b. Eşref ve Finhas b. Azura gibi yahudi din
adamları sırf tahakkum ve inat etmek için Peygamberimizin huzuruna
gelmişler,
"Eğer sen peygambersen bize Hz. Musa gibi gökten ve topu birden bir
kitap
indir" demişler. Bazıları bu kitabın Tevrat gibi levha üzerine ve bir
semavi yazı ile yazılmış olmasını, diğer bazıları inerken kendilerinin
de
muayene ve görmelerini, diğer bazıları da filan ve filan diye bizzat
kendilerine indirilmesini ve bunun içinde "Muhammed Resulullah"
(Muhammed Allah'ın peygamberidir) diye yazılmış olmasını söylemişler,
bu
âyetler de bunun üzerine inmiştir.
Buyuruluyor
ki:
Ey
Muhammed! Sen bunların bu isteklerini büyük görme, bunu bunlara çok
görme, çünkü bunlar Musa'dan bundan daha büyüğünü istediler bize
Allah'ı
açıktan göster, dediler. Dediler de bu zulümleri sebebiyle kendilerini
yıldırım
çarptı. (Bakara sûresinin 55. âyetine bkz.) Sonra bunlara deliller
geldikten,
yani Hz. Musa'nın Firavun'a karşı gösterdiği asâ, yedi beyza ve denizin
yarılması mucizeleri gösterildikten sonra -ki henüz Tevrat inmemişti-
da
tuttular buzağıya taptılar. Böyle iken biz bundan affettik. Ve Musa'ya
sultan-ı
mübin (açık hakimiyet), yani üzerlerinde tesiri açık bir hükmedici
sulta
verdik.
154-Öyle
ki
isyanlarına tevbe olmak için kendilerini
öldürmelerini emrettik, ve misak (ahid)lerini almak için dağı, gölgelik
gibi
tepelerine kaldırdık, ve kendilerine kapıdan usluca boynunuzu eğip
secde ederek
giriniz dedik. Ve sebt, yani Cumartesi günü kımıldamayın, diğer deyişle
bu
günün hürmetine tecavüz etmeyin, balık malık avlamayın dedik. Ve böyle
baskı ve
zorlama ile bunlardan ağır bir ahidname aldık.
İsrail
oğullarının sözleşmelerini almak için Tûr'un bir gölgelik gibi
başlarına kaldırılıp dikilmesi mucizesi hakkında birkaç söz vardır:
Bazıları bu
Tûr'dan maksadın Tûr-i Sina olduğunu söylemişler, bazıları da kelimenin
asıl
mânâsıyla bir dağ demek olduğunu açıklamışlardır. Bununla beraber
anlaşılıyor
ki, Kur'ân'da bu Tûr'u kaldırma olayı bir baskı ve zorlama mânâsını
ifade etmek
için getirilmiştir. Bakara sûresinde geçen "Size verdiğimize (Tevrat'a)
kuvvetle yapışın." (Bakara, 2/93) bunun açık bir ifadesi olduğu gibi,
burada da deki sultayı açıklama sırasında zikrolunmuştur. Şu halde asıl
maksad
Tûr'un kaldırılmasının nasıl olduğu değil, gayesidir. Yani Allah Teâlâ
bunları
kamil imanla değil, dağın altında kafalarını ezecek gibi bir vaziyette
maddi
kuvvetle bastırarak dine bağlamış ve çok ağır bir şekilde
sözleşmelerini
almıştır.
155-156-Bunlar
bu ağır sözleşmeye bağlandıktan ve böyle
zabt u rabt (sıkı bağlantı) altına alındıktan sonra sebat ettiler mi?
Hayır.
Tersine sözleşmeyi bozdular ve nice cinayetler yaptılar ve Allah'ın
gazabına da
asıl bundan sonra uğradılar. Bunu açıklamak için buyuruluyor ki: Bundan
sonra
sözleşmelerini bozmaları ve gelecekte sayılacak olan cinayetleri
işlemiş
olmaları sebebiyle... Bu nazımda "ba"nın müteallakı (ilgilendiği
kelâm) hazfedilmiştir ki, "Biz de belalarını verdik. Şu şu sebeplerden
dolayı kendilerine lanet ve gazeb ettik" demektir. Nitekim Maide
Sûresinde
de "Andlaşmalarını bozmaları sebebiyle onları lânetledik." (Maide,
5/13) diye açıklanmıştır. Bu gibi hazifler, sükût içinde duyan zihne
mümkün
olan her hatırayı atarak gayet belağatlı bir korkutma ifade eder.
Yani
sözleşmelerini bozmaları Allah'ın âyetlerini, hükümlerini ve
emirlerini gösteren açık delilleri ve derin mucizelerini inkâr
etmeleri, ve
birtakım peygamberleri haksız yere öldürmeleri, ve bizim kalblerimiz
"ğulf" tür demeleri sebebiyledir ki, bunda iki mânâ vardır: Birisi,
"Bizim kalblerimiz ilim mahfaza (kap)larıdır. Şu halde, ilmimiz
sayesinde
biz artık peygamberlere, filanlara muhtaç değiliz" demektir. Diğeri de,
"Bizim kalblerimiz kabuklu, kaşerlidir, ne söylense etkilenmez. Şu
halde
yapılan davet ve telkinlerin hiçbiri kulağımıza girmez" demektir.
Burada
bu söze karşı bir cümle-i mutarıza (ara cümle) halinde şöyle
buyuruluyor: Hayır
bunların kalbleri ilim kabı ve ve doğuştan kabuklu olduğundan değil,
belki
Allah o kalblerin üzerine inkârlarını basmış; küfrü, ısrar ve
alışkanlıkları
dolayısıyla artık onlara huy yapmış da, ondan dolayı iman etmezler,
ancak pek
azı hariç. Yoksa ne ilim insanı dinden, imandan, Allah'dan,
peygamberden
müstağni (ihtiyaçsız) kılar, ne de aslî yaratılışta beşer kalbi bu
kadar katı
ve bu kadar zalim olur. Bir bu sebeplerle, bir de böyle huy edindikleri
küfürleri ve Meryem aleyhinde pek büyük bir iftirada bulunmaları.
Bunlar, Hz.
Meryem'i zina ile suçlamak suretiyle büyük bir iftirada bulunmuşlar, bu
da
Allah Teâlâ'nın, beşerin dokunması olmaksızın bir çocuk yaratmaya
kudretini
inkâr etmelerinden dolayı olmuştur. Bunu inkâr ise, tabiatın ezeli
olması
davasıyla Allah'ı inkârdır. buna işarettir. Bu küfürleriyle o büyük
iftirayı
söylemiş olmaları,
157-
ve
Allah'ın peygamberi olan Mesih Meryem oğlu
İsa'yı biz öldürdük demeleri, yani peygamberlik vasfıyla alay ettik ve
böyle
bir zatı öldürdük diye öğünmeleri sebebiyledir ki, Allah bunları gazab
ve
düşüklüğe düçar etmiş, belalarını vermiştir. Halbuki bunlar onu
gerçekte ne
öldürdüler, ne astılar. Çünkü İsa'nın hakikati bir kelime, bir ruh idi.
Bunu
ise ne öldürebildiler, ne de asabildiler. Ve fakat şüpheye
düşürüldüler, onlara
öyle gibi gösterildi.
Bu
teşbih (benzetme) meselesinde çeşitli rivayetler vardır ki, başlıca
iki vecih (görüş) vardır:
I-
Kelâmcıların birçoğu demiştir ki, yahudiler Hz. İsa'yı öldürmek
istedikleri zaman Allah onu göğe kaldırdı. Yahudi reisleri de halkın
fitneye
düşmesinden korktular, bir insan tuttular, öldürüp astılar ve
insanlara:
"Mesih işte bu" diye aldatarak ilan ettiler. Çünkü halkın çoğunluğu
onu şahsen değil, ancak ismiyle tanıyorlardı.
II-
demek, İsa'nın benzeri birine ilka olundu, başka bir insan ona
benzetildi, ona benzer bir şekle konuldu demektir demişler ve bunda
dört görüş
nakletmişlerdir:
1-
Yahudiler Hz. İsa'nın ashab (arkadaşlar)ı ile beraber filan evde
bulunduklarını öğrendikleri zaman başlarında bulunan Yahuda, kendi
adamlarından
Taytayus adında birine eve girip İsa'yı öldürülmek üzere çıkarmasını
emretmiş,
o da girmiş, Allah Teâlâ da Hz. İsa'yı evin tavanından çıkarıp o adamı
ona
benzettirmiş, bundan dolayı onu Hz. İsa zannetmişler, tutup asarak
öldürmüşler.
2-
İsa'yı gözetmek için bir adam görevlendirmişler, İsa (a.s.) dağa
çıkmış ve göğe çıkartılmış, Allah o gözcüyü ona benzettirmiş, onu
yakalamışlar,
öldürmüşler, "ben İsa değilim" demişse de dinlememişler.
3-
Yahudiler Hz. İsa'yı tutmaya azmettikleri zaman ashabından on kişi
beraberinde bulunuyormuş. Onlara: "Benim kılığıma sokulmaya razı olup
cenneti satın alacak olan kim var?" diye sormuş. İçlerinden birisi de:
"ben" demiş. Bundan dolayı Allah onu İsa'ya benzettirmiş, çıkarılmış
öldürülmüş ve İsa yükseltilmiş.
4-
Birisi İsa Aleyhisselam'ın ashabından olduğunu iddia edermiş ve
münafıkmış. Gitmiş Hz. İsa aleyhine yahudilere yol göstermiş ve onu
tutmak için
yahudilerle beraber girmiş, Allah Teâlâ da onu ona benzettirmiş, bundan
dolayı
o öldürülüp asılmış. Fakat görülüyor ki Fahruddin-i Razi'nin dediği
gibi:
"Bu vecih (görüş)ler birbirine zıt ve itişmektedirler". Şu halde
âyeti açıklama hususunda delil getirmeye elverişli değildirler.
Hıristiyanlar
Filatos devrinde Hz. İsa'nın yahudiler tarafından öldürülüp
asıldığını ve sonra ayağa kalkıp semaya yükseltildiğini söylemişlerdir.
On iki
Havariyyundan biri olan Yahuda Esharyutı'nın, yahudi kahinlerinden para
alarak
Hz. İsa'ya ihanet ettiği ve öldürülmesine yol gösterdiği, sonra pişman
olup
kendini astığı İnciller'de nakledilmektedir. Fakat hıristiyanlar, diğer
taraftan, başlıca üç grup olarak, öldürmenin Mesih'le ilgisinin durumu
hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bir kısmı öldürme ve asmanın hem nâsut
(cism)e
hem lahut (ruh)a vaki olduğuna; fakat ruha dokunmakla değil, duygu ve
şuur ile
vasıl olduğuna kani olmuşlar ki, bunlara Melkaiyye denir. Diğer kısmı,
öldürme
ve asmanın iki cevher (esas)den doğmuş olan Mesih'in cevherine vaki
olduğunu
söylemişlerdir ki, bunlara Ya'kubiyye denir. Üçüncü bir kısmı da, onun
cismi
öldürüldü, ruhu yükseltildi demişlerdir ki, bunlara da Nesturiyye
derler.
İmam
Fahruddin Razi der ki: "Filozofların çoğu bu görüşe yakın bir
kanaattedirler. Zira isbat edilmiştir ki, insan şu heykelden ibaret
değildir.
Belki ya bu beden içinde şerefli bir cisim veya zatında mücerred
(soyut) ve bu
bedeni idare eden bir ruhani cevherdir. Şu halde öldürme işi, o heykel
(maddi
yapı) üzerinde vaki olmuş, gerçekte İsa aleyhisselam olan nefs (ruh)
ise
öldürülmemiştir. Buna karşı, "Her insan böyle değil mi? O halde bunu
İsa'ya tahsis etmenin mânâsı nedir?" de denilemez. Çünkü İsa'nın nefsi
kudsî,
ulvî, semavî, ilâhî nurlar ile çok parlatılmış, meleklerin ruhlarına
çok yakın
bir nefs idi. Böyle bir nefsin de öldürülmesi ve harab edilmesi beden
ile büyük
bir acı duyma olmaz ve karanlık bedenden ayrıldıktan sonra da kurtulup
geniş
semalara, Allah'ın nur âlemlerine yükselir, şirinlik ve saadeti büyür
de büyür.
Ve bilinmektedir ki, bu durumlar herkesde olmaz ve belki Âdem (a.s.)'in
yaratılışının başlangıcından kıyamete kadar çok az kimseye nasip
olmuştur. İsa
(a.s.)'nın bu hale tahsisinde mânâ işte budur."
Bu
farklı görüşler hakkında buyuruluyor ki: Bu hususta, bu İsa işinde
ihtilaf etmiş olanlar da muhakkak bundan dolayı şüphe içindedirler.
Buna dair
hiç bir ilimleri yoktur. Fakat zanna tabi olmuşlardır. Halbuki, biz
Mesih'i
öldürdük diyenler onu yakînen öldürmediler. Şu halde öldürme
cinayetiyle
öğünmeleri de bir yalandır. Çünkü bir işten maksat ne ise hüküm ona
göredir.
Onların ise öldürmeye teşebbüsten maksatları asla hasıl olmadı.
158-Gerçi
ortada bir cesedin öldürülmüş olduğu
mahsus idi, fakat onların öldürmek istedikleri Mesih bu değildi, asıl
Mesih'i
öldüremediler, belki Allah onu kendine kaldırdı, onların yok etmek
istedikleri
İsa'yı göklere çıkardı da kendilerini kötü adlı etti. Ve Allah ezelden
aziz
(üstün) ve hakim (hikmet sahibi)dir.
159-
Kitap
ehlinden gerek yahudi ve gerek hıristiyan
hiçbiri yoktur ki, ölümünden önce İsa'ya iman edecek olmasın, her halde
edecektir, etmek mecburiyetindedir. Çünkü ölüm zamanında imanın faydası
olmayacak, ve kıyamet gününde İsa onların aleyhlerine şahit olacaktır.
Tefsircilerden
çoğunun açıkladığına göre "" (hû) gizli zamiri İsa'ya zamiri de iman
edecek olan kitap ehline racidir ve İbnü Abbas'dan da böyle
nakledilmiştir.
Yani İsa ölmeden önce demek değil, kitap ehlinden her biri ölmezden
önce
demektir. Fakat her halde iman edecek olunca, İsa niçin aleyhlerinde
şahit
olacak, denilirse, buna karşı (Nisa, 4/18) âyetinde geçtiği üzere yeis
imanı
kabul edilmeyeceğinden dolayı bu imanlarının kendilerine faydası
olamayacağı
söylenmiştir. Fakat âyette "ölüm zamanı" buyurulmayıp "ölümden
önce" buyurulduğuna nazaran bu cevap âyetin zahirine pek de uygun
değildir. Şu halde âyetin meâli, ölümünden önce yahudiler İsa'yı
yalanlamaktan,
hıristiyanlar tanrılık isnadından tevbe ederek her halde İsa'ya iman
etmek
zorundadırlar, yani iman ile borçludurlar. Ölüm gelmeden, tevbe kapısı
kapanmadan, zorunlu hale düşmeden önce tevbe edip imana gelmelidirler.
Yoksa o
zaman imanın da faydası olmayacak, İsa kıyamet gününde aleyhlerinde
şahit
olacak, yahudiler aleyhinde: "Ey Rabbim bunlar beni yalanladılar"
diye; hıristiyanlar aleyhinde de: "Ey Rabbbim, bunlar bana ilâh ve
Allah'ın oğlu" dediler, diye küfürlerine şahitlik edecektir. Demek olur
ki, bunda hem İsa'nın yükseltilmesi, hem ilâhî izzeti açıklama vardır.
Demek ki
Fransız filozoflarından Ernest Renan'ın tarihi inceleme davası altında
Hz.
İsa'yı, nebilik ve resulluk iddia etmemiş, ancak halk hem Roma
hükümetine, hem
de yahudi başkanlarına olmak üzere iki vergi altında ezilmekte
olduklarından
dolayı, Roma hükümetinin tanınıp, yahudi reislerine vergi verilmemesi
hakkında
ahaliyi kışkırtma ve tahriklerde bulunmuş olduğundan dolayı yahudiler
tarafından öldürülmüş normal bir şahıs olarak tasvir etmesi,
hıristiyanlıktan
kaçmak için yahudilerin Hz. İsa'yı yalanlama ve öldürme davasına
katılmaktan başka
bir şey değildir.
160-161-
Yine bu
kitap ehlinden yahudi olanların, yani
buzağıya tapmaktan pek acı bir şekilde nefislerini öldürerek tevbe
edenlerin
sırf zulümlerinden dolayıdır ki, kendilerine herkes gibi helal kılınmış
olan
tertemiz nimetleri haram kıldık, onları o güzel şeylerden mahrum ettik.
(Âl-i
İmran, 3/93. âyet ile En'am, 6/146. âyetlerin tefsirine bkz.)
Bu
mahrum edilişleri, o temiz, helal nimetleri yemekten yasaklanmaları
hep zulümleri sebebiyle ve Allah yolundan pek çok menetmeleri, ve
faizden
yasaklanmış oldukları halde faiz almaları ve insanların mallarını batıl
yollarla yemeleri sebebiyle oldu. Bundan başka bunların kâfirlerine,
yani
küfürlerinde ısrar edip sana iman etmiyenlerine ahirette çok can yakıcı
bir
azab da hazırladık.
162-
Fakat
ey Muhammed, bu kitap ehlinden -Abdullah
b. Selam ve arkadaşları gibi- sağlam bilgi sahibi olanlar ve doğru iman
sahibi
bulunanlar, hem sana inmiş olana, hem de senden önce inmiş bulunana
iman
ederler. "Namazı kılanlar" ilk bakışta atıflarıyla ahenk bakımından
bunun da her halde "vav" ile olması gerekirdi gibi sanılır. Fakat
Bakara sûresinde âyetinde (Bakara, 2/177) fıkrasında da geçtiği üzere,
bu gibi
yerlerde Arap dili, fıkralardan herhangi birine bir özellik vererek
dikkat
çekmek istediği zaman irabı değiştirerek "şuna özellikle önem
veriyorum" mânâsına "a'nî" takdiriyle üstünlü olarak okur ki,
buna "medh üzere nasb" tabir olunur. Ve hatta mevsuf (nitelenen) ile
sıfat arasında uygunluk zorunlu iken, bu üstün okuma bazan bir sıfatta
bile
yapılır da "cömert olan Zeyd'e uğradım" diyecek yerde, sıfatı diye
üstünlü okunabilir. İşte burada da salat (namaz)ın üstünlüğüne işaret
için
namaz kılmaya özellikle önem verilerek yerinde buyurulmuştur ki bunun
sonucu
demek gibidir. Bundan başka bir de İmam Kisai'nin tercih ettiği yön
vardır ki,
o da bunun üstünlük olmayıp deki ya atfile kesreli olması, yani iman
edenler
meyanında değil, iman olunanlar meyanında getirilmiş bulunmasıdır ki bu
şekilde
namaz kılanlardan maksat, ahid lam'iyle peygamberler veya melekler
demek olur.
Bununla beraber önceki vecih daha tercihe şayan görülmüştür. Şu halde
mânâ: O
sağlam ilim sahipleri, inananlar ve namaz kılanlar ki, özellikle önem
verilmeye
değer ve öğülmüşlerdir, ve zekatlarını verenler, Allah'a ve ahiret
gününe iman
edenler var ya işte ey Muhammed, biz o kâfirlere karşılık bütün bunlara
muhakkak büyük bir mükafat vereceğiz.
Hz.
Musa'nın levhalarını ileri sürerek Kur'ân'ı hiçe sayıp üzerlerine
gökten bir kitap indirilmesini isteyen ve bu olmadığı takdirde Muhammed
(a.s.)'in peygamberliğinin sabit olamayacağı iddiasında bulunan kitap
ehli bu
istekleriyle manen aleyhlerinde ilâhî bir kitabın inmesini istemiş
olduklarından tercüme-i hal (öz geçmiş)lerini, geçmiş ve geleceklerini
tasvir
eden ve anlatan bu açık âyetler indirildikten sonra, o sorularında
ortaya atmak
istedikleri şüphenin hem ilmî ve hakikî, hem de inandırıcı ve susturucu
bir
şekilde cevabı açıklanarak buyuruluyor ki:
163-
Muhakkak ki biz sana tıpkı Nuh'a ve ondan sonraki
bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi vahyettik. Yani mücerred bir
ilham, bir
saniha (çok düşünmeksizin akla doğan fikir), bir feraset (çabuk seziş)
değil,
bütün peygamberlerde kanun olan bir vahy ile vahyettik.
Sana
olan vahy, o peygamberlerde cereyan eden ve onları peygamber tanıtan
vahylerin bütün türlerini içeren ve onların tamamının benzeridir. Şu
halde seni
onlardan ayırt etmek küfür ve inattan başka hiçbir şey değildir. Sen
ilk gelen
bir peygamber değilsin. Nuh'tan sana gelinceye kadar nice peygamberler
gelmiştir. Ve bunların içinde kitap ehlinin doğruladıklarını iddia
ettikleri
birtakım meşhur peygamberler vardır ki, şimdi isimleri anılacaktır. Ve
bunlar
öyle hep semadan birer kitap indirmemişlerdir. Musa'nın levhaları
mucizesi
hepsinde olmamıştır. Ve peygamberliğin zorunlu gereksinimlerinden
değildir.
Peygamberliğin aslı, bir Allah vergisi olan özel vahiydir. Bütün
peygamberler
böyle ilâhî vahy ile peygamber olmuşlardır. Sana da bütün onlara
vahyolunduğu
gibi vahyedilmiştir ve sende onların hepsinin vahy şekli tecelli etmiş
ve sana
indirilen kitap bu şekilde indirilmiştir. Böyle iken o kitap ehlinin
diğer
peygamberleri tasdik ettiklerini iddia edip de seni onlardan ayırmaya
kalkışmaları ve Allah'dan böyle bir vahy ile indirilen bir kitabı
nebilik ve
resullük için yeterli görmeyip de üzerlerine gökten bir kitap indirmeni
istemeleri, yalnız sana inanmamak değil, hiçbir peygambere
inanmamaktır, bu da
Allah'a inanmamaktır.
Îhâ vahy
göndermektir. İbnü Esîr'in Nihaye"de ve Süyutî'nin
"Dürri Nesir"de zikrettikleri üzere vahy, lugatta risalet, kitabet
(yazmak), işaret, ilham, gizli söz mânâlarına gelir. Ve kelimenin aslı,
sürat
mânâsınadır. Firuz Abadî'nin "Besair" de açıklamalarına göre vahy,
asıl lugatte süratli işaret demektir. Bu mânâ, kâh remiz ve tariz (üstü
kapalı
söyleme) yoluyla söz ve kâh terkib (kompozisyon)den ayrılmış ses ve kâh
organlardan biriyle işaret ve yazmakla olur. Nitekim "Onlara
(Zekeriya),
akşam sabah (Rabbinizi) tesbih edin diye işaret etti." (Meryem, 19/11)
İlâhî sözü bu mânâya gelir ki, remiz veya itibar veya kitabet (yazmak)
denilmiştir. "İnsan ve cin şeytanları aldatmak için birbirlerine
yaldızlı
sözler fısıldarlar" (En'am, 6/112). Aynı şekilde "Şeytanlar,
dostlarına fısıldarlar" (En'am, 6/121) âyetlerinde de vahy bu şekiller
üzerinedir
ki, "İnsanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden"
(Nas, 114/4) şerefli nazmında işaret olunan vesvese ile olur. Bir de
vahy,
Allah Teâlâ'nın peygamberlerine ve velilerine öğretilen ilâhî kelimeye
denir.
Bu da "Allah hiçbir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahy ile,
yahut
perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini
vahyeder" (Şûrâ, 42/51) ilâhî sözünün delalet ettiği üzere birkaç
çeşittir
ki, ya Cibril aleyhisselamın Hz. Peygamber'e belli şekilde tebliği gibi
zatı
görülür ve kelâm (söz)ı işitilir, görülen bir elçi aracılığıyla veya
Hz.
Musa'nın Allah'ın kelamını işitmesi gibi görmeksizin sözü duymakla veya
"Rûhu'l-kudüs benim kalbime üfledi" nebevî hadisinde açıklandığı
üzere samimi kalbe üflemekle veya "Musa'nın annesine o (çocuğu)nu emzir
diye ilham ettik" (Kasas, 28/7) gibi ilham ile veya "Rabbin
balarısına vahyeti" (Nahl, 16/68) gibi teshir (emre boyun eğdirme) ile
veya rüyayı saliha (doğru rüya) ile olur. Nitekim Resulullah (s.a.v.)
"Vahiy kesilmiş, yalnız hayırlı alâmetler kalmıştır ki, o da müminin
rüyasıdır." buyurmuştur. Zikredilen âyette ilham, teshir, rüya ile;
kelâmı
duyması ile; Cibril'in tebliği de ile ifade olunmuştur. "Allah'a karşı
yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken bana da
vahyolundu
diyenden daha zalim kimdir?" (En'am, 6/93) âyetinde zikredilen, vahy
çeşitlerinden hiçbiri olmadığı halde, "oldu" diye iddia edenler
hakkındadır. Hasılı bir çok âyetlerde vahy bu çeşitli mânâlarda
kullanılmıştır
ki, bunların hepsinde süratli işaret mânâsı vardır. Zeccac vahyin lugat
bakımından genel mânâsını, "gizli bir şekilde bildirmek" diye tarif
etmiştir. Zira sürat, bir gizliliği de gerektirir. Şu halde kim olursa
olsun
diğerine gizli bir şekilde bilgi verir, bir ilim telkin ederse ona
genel
mânâsıyla bir vahy yapmış olur. İ'lâm, ilimden alındığına ve ilim ise
çeşitli
derecelere dayanmakla beraber hatayı içermiyeceğine göre, vahyin gizli
yol
olmakla beraber, muhakkak sonunda isabetli bir telkin ve işaret olması
gerekir.
Ve isabetsiz olanlarda kullanılması mecaz olur. Ancak gayesinin hayır
olması
şart değildir. Bunun için bir fesatçının gizliden gizliye bir fesat
belletmesine ve şeytanların aldatmalarına da genel mânâsıyla vahy
denilebilir.
Şu halde gerçek mânâsıyla vahy denildiği zaman sürat, gizlilik
mânâlarıyla
beraber bir ilmî kıymet de istenir ki, bu ilmî değer, o i'lâm ve
işareti
yapanın hal ve şanına ve alanın irfan kabiliyetine göre çeşitli
derecelerde
tasavvur olunabilir.
Demek ki
genelde vahyin, ilk iş olarak ikiye ayrılması gerekir ki, biri
Allah'dan başkasından olan işaret ve i'lâm, diğeri de Allah tarafından
olan
işaret ve i'lâmdır. Vahy esas lugatta bunların hepsini içine almakta
ise de,
lugat örfünde ancak Allah tarafından olana işaret ve i'lâma isim
olmuştur. Mutlak
olarak vahy denildiği zaman da bu anlaşılır. Bunun da (Şûrâ, 42/51)
âyetinden
anlaşıldığı üzere çeşitli şekilleri ve bunların peygamberlere mahsus
olup
olmayanları da vardır. Şu halde genel mânâsıyla vahy, peygamberlere
mahsus
değildir. Fakat peygamberlere mahsus olan bir çeşit vahy vardır. Bu
özel
mânâsıyla peygamberlik vahyi, diğer beşerî ilimlerin üstünde özel bir
keyfiyet
ve kesin zorunluk ile gerçekliğinde şüphe olmayan bir ilim telkin eden
hakkın
tecellisinin özel ismidir. Şer'an (dinî yönden) vahy denildiği zaman da
bu mânâ
kastedilir. Vahyin diğer kısımları hem peygamberlerde, hem de
diğerlerinde
bulunabilir. Fakat tam mânâsıyla peygamberlik, hangi çeşitle olursa
olsun hiç
şaşmayan özel bir vahy ile başlar ve tecrübe ile ortaya çıkar. Vahyin
diğer kısımları
ise bunu istidlal ile mülahaza ve tasavvur edebilmek için yeterli bir
sebep
teşkil eder. Yani her vahy, ruhî bir hadisedir. Gerek açık duyular ve
gerek
gizli duyulardan kalbe gizli bir yol ile süratli bir anlayış telkin
eden rûhanî
bir iniştir. Eğer bu inişin, emin bir ruh ile olduğu tecrübeyle
bilinirse, tam
mânâsıyla vahy tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş) ve o zat peygamberlik
makamını
kazanmış olur. Nitekim "Onu, Ruhu'l-Emin (Cebrail), senin kalbine,
uyarıcılardan olman için indirdi" (Şuara, 26/193-194) buyurulmuştur.
Fakat
Emin Ruh ile olduğu belli olmaz, kâh isabet eder, kâh da etmezse, o ya
hiç vahy
değildir veya vahy olsa bile hak peygamberlik bahşeden tam ve özel vahy
değildir. İşte burada buyurulmasında önce bu vahyin ilâhî vahy olduğuna
ve ikinci
olarak peygamberlere vahyin bu özel yüksekliğine işaret buyurulmuş ve
üçüncü
olarak Peygamber efendimizin bütün peygamberlerde cereyan eden vahy
çeşitlerinden her türlüsüne mazhar bulunduğu da ifade edilmiştir.
Şimdi
bunu daha çok açıklamak ve kitap ehlini cevap veremez duruma
getirecek noktaları belirtmekle buyuruluyor ki: Ve biz Nuh'tan sonraki
o
peygamberler arasında özellikle, kitap ehlince de bilinen ve meşhur
olan
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, esbat'a, yani Yakub'un
çocuklarına,
İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyettik, ve bunlar
arasında
Davud'a bir Zebur da verdik. Vahyden başka bir kitap ile de ikram
ettik.
Halbuki kitap ehli genellikle itiraf ederler ki, bu sayılıp dökülen
peygamberlerin hiçbiri onların istedikleri şekilde semadan bir defada
bir kitap
indirmediler. Gerçi Davud'a Zebur verildi, fakat bu da bir defada
levhalar ile
inmedi.
Bununla
beraber bunların hepsi peygamberlerin meşhurlarıdırlar. Zebur
kelimesi, Hamze kırâetinde 'nın ötrüsü ile şeklinde okunur ki "zübür"
kelimesinin çoğuludur. "Zübür", aynı şekilde üstün ile
"zebur", "mezbur" mânâsında "kitap" demektir.
Kurtubi tefsirinde der ki: "Zebur yüz elli sûredir ve içinde hiç hüküm
yoktur. Hepsi hikmetler, vaazlar ve Allah Teâlâ'ya hamdetmek, O'nu
yüceltmek ve
öğmekten ibarettir."
164-Tefsirciler
diyorlar ki Hz. Nuh Allah tarafından
kendi dilinden Allah'ın dinî hükümleri kanun yapılan peygamberlerin
ilkidir. Ve
ilk önce ümmeti azab edilen peygamber de odur. Bunun için önce o
zikredilmiş,
sonra bütün peygamberler özetlendikten sonra bazıları belirtilerek
açıklanmış
ve bunda ülü'l-azm peygamberlerin ilki bulunan Hz. İbrahim'den
başlanıp, Hz.
Nuh ile beraber on iki peygamber zikredilmiş ve Hz. Musa bunlar
arasında
sayılmayıp en sona bırakılmıştır. Çünkü bunların sayılmasından asıl
maksat,
kitabın inmesinde Hz. Musa gibi olmayan ve kitap ehlince kabul edilen
meşhur
peygamberleri bir arada göstermektir. Bununla beraber peygamberlerin
bunlardan
ibaret olmadığını açıklamak ve kısaltmasının açıklamasını tamamlamak ve
aynı
mânânın insanları Allah tarafından davete görevli olmak demek olan
risalet
(peygamberlik) mânâsıyla da cereyanını anlatmak için buyuruluyor ki:
Bunlardan
başka sana bundan önce haber verdiğimiz birtakım peygamberler ve sana
haber
vermediğimiz daha nice peygamberler de gönderdik. Şu halde Allah'ın
vahyettiği
peygamberler, gönderdiği resuller gerek burada ve gerek bundan önce
isimleri,
kıssaları bildirilmiş olan belli ve meşhur zatlardan ibaret
zannedilmemelidir.
İnsanlara daha bir çok peygamberler gönderilmiştir ki, bunların
sayılarını,
isimlerini, yerlerini, kavimlerini, kıssalarını ancak Allah bilir.
Cenab-ı
Allah bu izah ile de kâfirlerin takip ettikleri bazı şüpheleri de
kesmiştir.
Zamanımızda bazı kimselere rastlanıyor ki, bunlar güya peygamberler
hakkında
bir şüphe uyandırmak için devamlı şu soruyu soruyorlar: "Allah
âlemlerin
Rabbi değil mi? Acaba peygamberlerini niçin sayılı yerlerden ve sayılı
kavimlerden seçmiş? Neden hep peygamberler arz-ı mukaddes (Filistin)den
ve
civarından çıkmış? Yeryüzünün diğer kıtalarındaki insanlar Allah'ın
yaratıkları
değil midirler? Çin'den, Japon'dan, Avrupa'dan, Amerika'dan peygamber
niçin
gönderilmemiş?" diyorlar ve bununla felsefe adına dinlere bir itiraz
ettikleri fikrinde bulunuyorlar. Halbuki böyle bir soru, esas
itibariyle
yaratılışta özel seçimi bilmemekten doğan ve hiçbir fikrî ve ilmî
kıymeti
olmayan boş bir sözden ibarettir. Böyle olduğunu göstermek için buna
karşılık
şunları sormak yeterlidir. Bütün dünyadaki insanlar Allah'ın
yaratıkları değil
midir? Niçin hepsini aynı seviyede yaratmamış, niçin hepsini peygamber
yapmamış? Haydi yapmamış, ya niçin akıl ve dehada, güç ve kuvvette eşit
yapmamış, niçin tarihte belli olan büyük filozoflar birkaç kavme tahsis
edilmiş
az şahıslar olmuştur? Niçin her toplumda büyükler sınırlı ve sayılı
kimselerden
ibaret bulunuyor? Niçin her kıtada, her memlekette, her toplumda
kaşifler,
fatihler çok olmuyor? Niçin her zamanda dünyanın siyaset nizamını bir
bölge,
bir millet tutuyor? Niçin mesela bu günkü Avrupa her yerden çok
ilimlerin,
fenlerin, medeniyet ve siyaset yapanların merkezi oluyor? Niçin ve
niçin? Şu
halde örnekleri pek çok olan bu gibi özellikler diğerleri hakkında
garip
görülmüyor da, en büyük bir ilâhî tahsis olan peygamberlik ve resullük
hakkında
niçin garip karşılanıyor?
Kur'ân
daha önce bu gibi hatıraları "Gerçekten Allah, Âdem'i, Nuh'u,
İbrahim ailesini ve İmran ailesini âlemler üzerine seçkin kıldı." (Âl-i
İmran, 3/33) âyetinde ilâhî iradeyi ve seçme kanununu göstererek
halletmiş ve
defetmişti. Bundan başka burada "Sana haber vermediğimiz nice
resuller..." fıkrasıyla peygamberlerin malum olan kimselere mahsus
olmadığını anlatarak, peygambrlerin arz-ı mukaddes (Filistin) ve
civarına
tahsis edilmiş az kişilerden ibaret olması hakkındaki varsayımın da
katıksız
yalan olduğunu anlatmış ve bununla meseleyi kökünden yok etmiştir.
Bütün
peygamberlerin adedi yüz yirmi dört bin veya bir milyon dört yüz yirmi
dört bin
olduğu hakkında bazı rivayetler varsa da, doğrusu peygamber ve
resullerin
sayısı bilinmemektedir. Zira buyurulmuştur. Şüphe yok ki İslâm dininde
bütün
peygamberlere inanmak imanın esaslarından bulunduğu cihetle, bütün
peygamberler
bildirilmiş olsaydı müslümanların bunlara geniş bir şekilde inanmakla
yükümlü
olmaları gerekecek, bu da dinde büyük bir zorluk olacaktı. Şu halde
ilâhî
seçimin en yüksek mertebelerinde bulunan büyük peygamberlerin
açıklanmasıyla
yetinilmesinde icmâlî (kısaca) imanın yetmesi gibi büyük özel bir lütuf
vardır.
Özetle
isimleri, kıssaları bildirilen veya bildirilmeyen daha birçok
peygamberler gönderildi. ve bütün bunlar arasında Allah Teâlâ Musa'ya
perde
arkasından, yani "Sen beni asla göremeyeceksin" (Âr'af, 7/143) mânâsı
üzere kendini göstermeden, gerçekten kelâm ile söyledi ki böyle
vasıtasız Allah
ile konuşma vahy mertebelerinin sonuncusudur. Musa'ya verilen kitapta
da bundan
daha yüksek bir vahy şekli olmamıştır.
165-İşte
ey
Muhammed, Nuh'tan sana gelinceye kadar
gönderilen peygamberlerin hepsine biz böyle çeşitli mertebelerde
vahyettik,
sana da onların tümüne yaptığımız gibi vahyin bütün çeşitleriyle
vahyettik.
Şimdi diğer peygamberler arasında Musa'nın, vahyin mertebelerinin
sonuncusu
olan Allah ile konuşmakta derinleşmesi, diğerlerinin
peygamberliklerinin
doğruluğu hususunda ne bir şüphe etmeyi gerektirmiş, ne de imanda ve
peygamberliğin mahiyetinde ayrılmalarını zorunlu kılmıştır. Şu halde
Tevrat'ın
ona bir defada inmiş olması, her peygamber için de böyle olmasını neden
gerektirsin? Ve ona öyle oldu diye kitap ehli her peygamberden o
şekilde inmiş
olan bir kitap isteme hakkını nereden almış? Sana böyle çeşitli
vahiyler ile
nebilik ve resullük verilmiş iken, hikmetlere ve maslahat (menfaat)lara
göre
peyderpey Kur'ân indirilip dururken bu ilâhî kitabı tanımayıp, gökten
kitap
istiyenler ve seni diğer peygamberlerden ayırmaya kalkışanlar artık
küfür ve
sapıklıktan başka bir şey yapmış olmazlar. Ve bu konuda kabule değer
hiçbir
mazeret de ortaya atamazlar. Çünkü biz bütün insanlara böyle müjdeci ve
Allah'ın azabından korkutucu olarak, yani iman ve itaat edenlere
ahirette ecir
ve sevab ile müjde vermek, küfür ve isyan edenlere cehennem azabını
haber verip
çekindirmek üzere elçiler gönderdik ki bu peygamberlerden sonra Allah'a
karşı
insanların mazeret göstermeye vesile olacak hiçbir delili, bir tutanağı
olmasın. Azabı gördükleri zaman: "Ey Rabbim vaktiyle bize bunları
bildirseydin hükümlerini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir peygamber
gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tabi olsaydık ve bu
felaketler
başımıza gelmeseydi ne olurdu; "Bize bir elçi gönderseydin de böyle
alçak
ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık" (Tâhâ, 20/134) diye
mazeret göstermeye hakları kalmasın. Allah ezelden böyle aziz ve
hakîmdir.
Hükmüne karşı gelinmez, yaptığını hikmetiyle sağlam yapar. Şu halde
böyle
mertebe mertebe pek çok peygamberler göndermiş olması ve o kitapların
iniş
şeklinde ve bazı şeriat ve hükümlerde birbirlerinin aynı olmaması sırf
hikmetinden ve ümmetlerin durumlarının çeşitli tabakalar üzere
bulunmasındandır. Çünkü ilâhî sorumlulukların dayanağı çeşitli durumlar
ve
kulların iyiliğidir. Allah Teâlâ yaratış hikmeti gereğince ümmetleri
çeşitli ve
farklı tavırlar ve hasletlerle yaratmış olduğu gibi, kanun koyma
hikmeti
gereğince de bunlara dünya ve ahiretlerinde durum ve gidişatlarına
uygun
çeşitli ve farklı olan kabiliyetleriyle uyuşan şeriatler ve hükümler
emir ve
teklif etmiş ve itiraz arzetmelerine sebep bırakmamıştır. Buna karşı
bütün
insanlara gönderilmiş olan bir Peygamber'e gökten topyekün bir kitap
indirmesini teklif etmek hem Allah'ın şerefine bir tecavüz ve hem ilâhî
hikmete
aykırı batıl bir istektir.
166-167-Gerçek
böyle iken o zalimler, o kalpleri
mühürlenmiş kâfirler buna şahitlik etmezler de hâlâ gökten kitap
isterler,
fakat Allah sana indirdiğiyle kendi şahitlik ediyor ki, O, sana onu
kendine
özgü olan ilmiyle indirdi. Bu, öyle bir bedii telif ve ilâhî kelâmdır
ki, buna
Allah'dan başka hiç kimsenin ilim ve kudreti yetişemez, öncekiler ve
sonrakiler
ona karşı gelmekten acizdir. Allah bunu öyle bir icaz sanatıyla inzal
buyurdu
ki, belağatlı nazmındaki belağat sırları, kapsamındaki kudsî nurları,
gayba ait
mânâlarındaki yüksek hakikatleri, hükümlerindeki hikmet ve
güzellikleri,
gayesindeki mutlak saadeti, ilâhî ilimden başkasının ihata kudreti
dışındadır.
Bu, ne istenilen şekilde ittifak etmek suretiyle vaki oluvermiş bir
tesadüf, ne
de cahil bir tabiatın şuursuz bir feveranı (fışkırması)dır; her şeyi
bilen ve
her yaptığını bilerek yapan Allah Teâlâ'nın ezeli ilmiyle indirdiği hak
bir
ferman, derin bir mucizedir. Buna Allah Teâlâ böyle şahitlik ettiği
gibi
melekler de şahitlik eder. Çünkü melekler ilâhî şahitliğin
taşıyıcısıdırlar.
Bunun inişi, emin Cibril'in elçiliği ve onun emrindeki bütün meleklerin
ululamaları içinde vaki olmuştur. Ve onlar "O (melekler) ondan önce söz
söylemezler". (Enbiya, 21/27) Bununla beraber başka şahide ihtiyaç da
yoktur. Şahit olmak üzere Allah yeter. Allah senin peygamberliğinin
doğruluğuna
öyle derin deliller ve açık hüccetler getirmiş ve dikmiştir ki, bunlar
diğer
şahitlerle şahit getirmekten mustağnidir. Muhammed ve Kur'ân...
Bunlarda ortaya
çıkan hak tecellileri, diğer şahitlerden müstağnidir. Hakk'ın kendine,
kendi
tecellileriyle şahitliğinden daha açık hangi şahitlik olabilir. "De ki:
'şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?' De ki: "Allah".
(En'âm, 6/19) Buna karşı Allah'ın şahitlik ettiği herhangi bir gerçeği
inkâr
edenler, ve Allah yolundan, yani doğru yol olan İslâm dininden
yasaklayanlar
derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168-
Böyle
inkâr edip, zulüm yapanlar, yani Muhammed
Aleyhisselama ait nebilik ve peygamberliği inkâr etmek gibi haksızlıkta
bulunanlar muhakkak ki, Allah'ın bunları ne bir şekilde affetmesi, ne
de
cehennem yolundan başka bir yola hidayet etmesi ihtimali yoktur.
169-Yani
bunlar "Muhakkak Allah kendisine ortak
koşulmasını bağışlamaz". (Nisâ, 4/116) âyetinin hükmüne tabidirler.
Cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Bu kadar azgın kâfirler nasıl
mağlub
edilirler de cehenneme tıkılırlar, diye uzak görmeye de yer yoktur.
Çünkü bunu
yapmak Allah'a çok kolaydır. Zaten kurmuş olduğu düzenin hükmü budur.
Onlar O'na
kendi ayakları ile koşa koşa gideceklerdir.
Duydunuz
ya:
170-
Özellikle
bu insanlar içinde:
171-172-173-
Genel
anlamda olmakla beraber, yukarda daha çok
yahudiler hedef alındığı gibi, burada da özellikle hıristiyanlar hedef
alınmıştır. Yani ey bütün insanlardan ve insanlar içinde kitap ehlinden
bir
kısım olan hıristiyanlar dininizde taşkınlık etmeyiniz. İsa (a.s.)'ın
yüksek
şanını, yukarda açıklandığı üzere, inkâr ve küçültmeye, gayri meşru
çocuk
Mechul "incannu" diye iftira etmeye kalkışan yahudilerin
alçaltmalarına karşılık, siz de onun hakkında Allah'lık iddiası ile
ifrata gitmeyiniz,
ve Allah'a karşı haktan başka hiçbir şey söylemeyiniz. Allah Teâlâ'yı
bazı
şeylere girme, değişme ve başka bir şeyle birleşme, arkadaş ve çocuk
edinme
vesaire gibi imkansız ve batıl olan vasıflar ile vasıflandırmayınız da,
böyle
noksanlardan uzak tutunuz ve her hususta hakkı takip ediniz, doğruyu
söyleyiniz. Çünkü Meryem oğlu İsa Mesih başka bir şey değil, ancak
Allah'ın bir
elçisidir, ve yaratma veya tebliğe dair bir kelimesidir ki onu Meryem'e
atmış
"Muhakkak ki Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Onun
adı
Meryem oğlu İsa Mesih'dir." (Al-i İmran, 3/45) âyetinin delaleti üzere
melekleriyle Meryem'e bildirip müjdelemiş, Cebrail'in üflenmesi ile
Meryem'in
rahimine bırakıp "ol, oldu" emriyle yaratmıştır, ve Allah tarafından
bir ruhtur, ki Allah bununla bir çok ölü kalblere hayat vermiştir.
Peygamberlik, kelime, ruh; işte Meryem oğlu İsa Mesih'in son hakikatı
bunlardan
ibarettir. İsa, öldürülmedi ve asılmadı veya henüz ölmedi, semaya
kaldırıldı
denildiği zaman bu gerçekten başka bir şey anlamamalıdır. Şu halde
Allah'a ve
bütün peygamberlerine iman ediniz, Allah'ı Allah, peygamberleri
peygamber
tanıyınız, ve "üç" demeyiniz, ne "ilâhlar üçtür: Allah, Mesih,
Meryem'dir" diye açık şirk ile, ne de "Allah üçtür: baba, oğlu,
Ruhul-Kudüs üç esas; üç şahıs olarak tek esastır" gibi bir yorumlu şirk
ile "üç ilah" anlayışına sapmayınız. Üç ilâh inanışından vazgeçiniz
ki sizin için hayırlı olur. Çünkü Allah ancak bir ilâhtır, hiçbir
şekilde
ortaklığı kabul etmez, zatında her türlü çoğalmadan uzak ve ilâhlıkta
tekdir,
hâşâ, O'nun bir çocuğu olması ihtimali yoktur. O'nu öyle bir
noksanlıktan
tenzih eder ve yüceltirim. Çünkü göklerde ve yerde, yukarılarda ve
aşağıda her
ne varsa hepsi O'nundur. Halk O'nun, mülk O'nun, hükümranlık ve
tasarruf
O'nundur. İsa da içinde olduğu halde eşyadan hiçbir şey O'nun mülk ve
melekutu
(gayb âlemi)ndan hariç değildir. Allah vekil olarak da kafidir. Yani
bütün
bunları yaratmak ve düzenlemek ve adına zabtetmek ve idare etmekte
Allah'ın
hiçbir kimseyi vekil tutmaya ihtiyacı yoktur. O bizzat ve asaletle
hüküm ve
tasarrufa kadir, âlemlerden müstağnidir. Bununla beraber
yarattıklarının
işlerini, onların hesap ve faydaları adına en güzel düzenleyen ve idare
eden ve
edecek olan da O'dur.
Onlar
görevlerini yapıp kendisine tevekkül ederek ve dayanarak işlerini
ona havale ettikleri takdirde, onları düzeltmek, arzu ve emellerini
tatmin
etmek için kendilerini başka bir vekile muhtaç da etmez. Özetle O,
bütün
yaratıkların işlerini düzeltmeye ve kendisine dayanmasına yeterlidir ve
işinde
bir vekile muhtaç değildir. O, herşeyin yerini tutar, hiç bir şey O'nun
yerini
tutamaz ve O'na dayanmadan duramaz. Şu halde Allah'ın mülkü dışında bir
şey,
Allah'ın yerini tutacak bir çocuk, yerini dolduracak bir vekil,
Allah'tan başka
işleri havale edecek bir merci, bir mabud düşüncesi muhal (mümkün
olmayan)in
tasavvurudur. Bu gibi şeyler, ancak faniler ve acizler hakkında
düşünülür.
"Peygamber" denildiği zaman da bir "vekil" değil, ancak
sözü nakleden bir emir kulu anlamalıdır. Buna karşı ey hıristiyanlar,
"Mesih nasıl kul olur?" demeyiniz. Mesih, hiç bir zaman Allah'a kul
olmaktan çekinmez. Hıristiyanlar Peygamberimize gelmişler, "Bizim
sahibimize niçin ayıp isnad ediyorsun?" demişler. "Sahibiniz
kim?" buyurmuş. "İsa" demişler. "Ne dedim" buyurmuş,
"O Allah'ın kulu ve resulüdür diyorsun" demişler. (Bunun üzerine) :
"Allah'a kul olmak bir âr değildir" buyurmuş ve bu âyet bunun üzerine
inmiştir, diye rivâyet edilmiştir.
Gördünüz
ya:
174-175-
Burhan, Muhammed (a.s.)'ın zatı; Nûr-î mübîn,
Kur'ân, Sırat-ı müstakîm, din ve İslâm şeriatıdır. Bundan sonraki
sûrelerde bu
hidayetin tamamlanması açıklanacaktır.
Şimdi
sûrenin başındaki "Ey insanlar Rabbinizden sakınınız"
hitabı bu Allah'ın delili ile gelişe gelişe böyle bir açık nura
ulaştığı ve
doğru yolu aydınlattığı, bu noktada ölüm ile ilgili olan ve sûrenin
başındaki
mallarla ve mirasla ilgili hükümleri tamamlayan bir âyet ile sonu başa
döndürmek üzere buyuruluyor ki:
Ey
Muhammed! Bu doğru yola gitmek arzusunda bulunanlar:
176-"Kelâle"nin
mânâsı sûrenin baş
tarafında (Nisâ, 4/12) âyetinde geçmişti. (Oraya bakınız). Bir rivayete
göre
birincisi kışın, bu ikinci âyet de yazın inmiş ve bunun için buna "yaz
âyeti" denilmiştir. O yaz (Al-i İmran, 3/97) âyeti inmiş, Resullullah
Mekke'ye gitmek için hazırlık yapıyordu. Bu sırada, yani veda haccına
gidilirken Medine'den çıkılmadan ve bazılarının görüşüne göre yolda bir
âyet
inmiştir. Berâ b. Azib (r.a.) bunun en son nazil olan âyet, Berâe
sûresinin en
son nazil olan sûre olduğunu ve sahabeden birçoğu da son nazil olan
âyetlerden
olduğunu söylemişlerdir. Nüzul sebebi hakkında da Câbir b. Abdillâh
(r.a.)'den
rivayet edilmiştir ki:" Resulullah (s.a.v.) ziyaretime gelmiş idi,
hastaydım 'Ey Allah'ın Resulü ben kelâle (babası ve çocuğu olmayan)yim,
malımı ne
yapayım?' Diğer bir rivayette: Miras kimindir? Bana ancak kelâle varis
olacak'
dedim. Bu âyet bu sebeple nazil oldu. "Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir
hutbesinde
demiştir ki: "Allah Teâlâ'nın Nisâ sûresinde ferâiz (miras hukuku )
hakkında indirmiş olduğu âyetlerden birincisi çocuk ve baba
hakkındadır.
İkincisi koca, karısı ve ana bir kardeşler hakkındadır. Üçüncüsü ana,
baba bir
veya baba bir kardeşler hakkındadır." Şu halde Erkek veya kız bir
çocuğu
bulunmayan bir adam ölür ve "ana-baba bir", yahut "baba bir
" bir kız kardeşi bulunursa, terikesini (bıraktığı malı)n yarısı kız
kardeşinin farz hakkıdır. Diğer yarı, asabe (baba tarafından akraba)si
varsa
onun, yoksa redden yine kız kardeşinindir. Oğlu bulunursa kız kardeş
düşer,
kızı bulunursa kız kardeşin belki bir farzı olmaz. "Kız kardeşleri,
kızlarla birlikte asabe yapınız" hadis-i şerifi gereğince asabe olur.
Aşağı
doğru inen neseb (çocuklar, torunlar...) in dışında kalanları ifade
eden kelâle anlayışında "çocuk ve baba olmamak " ölçü olduğundan
dolayı "çocuğu olmayan", babası olmadığı gibi, çocuğu da olmayan
demek olur. Yani baba bulunursa bütün kardeşler düşer, miras alamazlar.
Hz.
Ömer bu noktada biraz tereddüt etmiş ise de sünnet bu şekil üzere
kararlaşmış
ve böyle olduğunda ittifak hasıl olmuştur. Fakat ana "Eğer kardeşleri
varsa, anasının payı altıda birdir" (Nisa, 4/11) âyetinin delaletinden
anlaşıldığı üzere kardeşleri düşürmez. Bu mesele Feraiz ilminde şöyle
ifade
olunmuştur: "Ana-baba bir kız ve erkek kardeşler ile baba bir erkek ve
kız
kardeşlerin hepsi, oğul ve aşağıya doğru ne kadar inerse insin oğulun
oğlu ile,
ittifakla baba ile, sadece Ebu Hanife'ye göre dede ile düşer".
Erkek
kardeş ölürse böyle olduğu gibi tersine o kalır, kız kardeşi ölür,
çocuğu (aynı şekilde babası ) bulunmazsa, o erkek kardeş de ona varis
olur,
yani bütün bıraktığı mirası alır. Fakat oğlu veya babası bulunursa
düşer. Kızı
bulunursa tamamını alamaz kalanı alır. Eğer aynı şartlar altında kalan
kız
kardeşler iki veya daha fazla iseler farz hakları terekeden iki üçte
bir, yani
üçte ikidir. Geri kalan asabe (baba tarafından akraba) varsa ona
verilir. Yoksa
farz olarak değil, red olarak onların olur. Ve eğer kalanlar yine aynı
şartlar
altında, erkekli dişili karışık kardeşler ise, yani hem erkek kardeş ve
hem kız
kardeş varsa, o zaman erkeğe iki dişi payı kadar taksim olunur.
Şaşırırsınız
diye Allah size hükümlerini açıklıyor. Bu ve benzerlerini Basralılar,
"şaşmanızı çirkin görerek" diye, Kûfeliler de "şaşmamanız
için" diye takdir ederek tefsir etmişlerdir ki, birinciye göre mânâ
:"Allah
şaşırmanızı istemediği için size beyan ediyor" demek olur. Bizim dil
lehçemize göre: "şaşırırsınız diye Allah size açıklıyor" demek de
aynı mânâyı ifade eder. Fakat bu da "açıklama yapmazsa şaşırırsınız"
demek olduğundan daha uzun bir takdiri içerir. Halbuki bir nefy
harfinin
takdiri böyle bir şart cümlesinin takdirinden elbette daha iyidir.
"Senden
fetva istiyorlar" ifadesindeki fetva istekleriyle bu beyan kısmı,
gelecek
olan Maide sûresinin beyanlarına da bir hazırlıktır. Allah her şeyi
bilendir. Sizin
hayat ve ölümünüzle ilgili durumlarınızı da pek iyi bildiğinden iyilik
ve
faydalarınızı içeren hükümlerini size açıklamıştır. Şu halde siz de
bunları
biliniz, ilim ve nur ile doğru yolda yürüyünüz ki, ilâhî sofraya
konasınız.
|
|