|
Elmalı
Tefsiri
1-2-
"Bunlardan
ne kastettiğini Allah daha iyi bilir." Tâsîn Sûresi mutlak bir ilâhî
sırdır. İşte bunlar, işittiğin bu esrarengiz harfler sana âyetleridir,
o Kur'ân'ın. O Emin Ruh ile kalbine indirilen Kur'ân'ın ve belagatlı,
apaçık bir kitabın. Kur'ân'dan bu sûre, başlı başına apaçık bir
kitaptır. Önceki sûrenin sonunda geçtiği üzere, zalimlerin
yuvarlanacağı inkılabın nasıl ve ne şekilde olacağını açık bir şekilde
anlatacaktır.
3- Bir
hidayet,
güzel bir yol göstericilik ve irşad ve müjde olmak üzere o müminlere, o
sana tabi olan, senin izinde giden müminlere ki namaza devam ederler ve
zekatı verirler. Demek ki bu uyarma ve müjdeye layık olabilmek için,
imandan sonra en azından bu iki özellik de şarttır. Gerek fert ve
gerekse toplum için namaz, dinin direği, zekat da köprüsü olduğundan
namazı ve zekatı yerine getirmeyenler bu müjdeyi kaybetmiş olurlar.
Bunun için Hz. Ebu Bekri's- Sıddîk bunları yerine getirmeyenlere harb
ilan etti. Ve o ahirete ancak bunlar kesinkes inanırlar. İman ettikleri
gibi, bu konuda tam mânâsıyla da muvaffak olurlar. O inkılab günü
bunlar isteklerine kavuşurlar.
4-Bu müjde
niçin
sadece bunlara has denilirse çünkü ahirete iman etmeyenlerin amellerini
kendilerine süslemişizdir, güzel göstermişizdir de onların kalpleri kör
olmuştur, Görmezler, duygusuzdurlar. Onun için irşad kabul etmezler.
5- İşte
bunlar,
bu, ahirete inanmayan kör kalpliler o kötü azab kendilerine aid olan
kimselerdir. Kalp körlüğü, o ahirete imansızlık aslında en büyük rûhî
felaket olduğu gibi, bunlar ahiretten önce dünyadaki inkılablarının pek
kötü bir şekilde acısını da çekerler. Ahirette ise bunlar daha çok
ziyana uğrayacaklardandır.
6-Müminlerin
ve
kâfirlerin böylece durumları anlatıldıktan sonra, peygamberin haline
geçilerek şöyle buyuruluyor: Ve muhakkak ki sen şüphesiz bu Kur'ân'a,
hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tarafından erdiriliyorsun.
Sözlerini Emin Ruh aracılığı ile indiriyor ise de, ondaki gizli ilâhî
bilgiler, hikmetler ve ilâhî sırları sana aldıran ve anlatan doğrudan
doğruya yüce Allah'tır. Bunun bir örneğini anlatmak için önceki sûrede
Musa olayında geçen "Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni
peygamberlerden kıldı" (Şuarâ, 26/21) âyetinin mânâsı açıklanarak
buyuruluyor ki:
7- Hani bir
vakit Musa, ailesine demişti; ailesiyle Medyen'den çıkıp giderken Tuvâ
vâdisinde soğuk ve karanlık bir gecede yolu şaşırmış, çakmak çakmış ve
fakat taşı çakmamış, böyle her imkanın kesildiği tam bir çaresizlik
anında Tûr yönünden kendisine bir ateş görünmüştü, o vakit demişti ki,
ben gerçekten bir ateş hissettim. Herhalde size ondan bir haber
getirecceğim, yahut bir kor ateş parçası alıp geleceğim, belki bir ocak
yakar ısınırsınız. Demek ki, bütün ihtiyaç bu ikinin birinde
toplanıyordu: Yoldan bir haber almak veya bir ocak yakmak. Haber
ahirete ait, ocak yakıp ısınmak dünyaya ait bir gaye olduğu için olmalı
ki, haber getirmeyi önce söylemiştir.
8-Dikkat
edilirse bu veciz ifadeden tefsir ve açıklamaya sığmayacak pek derin
ilhamlar duyulur. Sana, demeyip size, demesi ailesinden yalnız bir kişi
kastedilmediğini anlatır. Bu his üzerine ne zaman ki o ateşe vardı
seslenildi ki haberin olsun mübarek kılındı bu ateşteki kimse ve
çevresindeki. Yani bu ateşin bulunduğu yer "O mübarek yerdeki vadinin
sağ kıyısından (oradaki) ağaç tarafından..." (Kasas, 28/30) ifadesine
göre mübarek bir yerdir. Bu yerde bulunan ve bu ateşin etrafında
dolaşan kimseler berekete nail olmuşlardır. Bu bakımdan sen de bu ateşe
geldin mübarek oldun. Kadı Beydâvî gibi müfessirlerin kabul ettikleri
bu tefsire göre bu ateşi hisseden yalnız Musa değildir. "Bu ateşteki ve
etrafındaki kimseler" geneldir. Musa bu topluluğun bir ferdi olduğundan
mübarek kılınmıştır. Fakat bazı müfessirlerin bu ateşe gelen Musa
olduğundan "Ateşteki kimse" Musa'dır, demişlerdir. (Kasas, 28/29.
âyetin tefsirine de bkz.) Âlemlerin Rabbi olan Allah eksikliklerden
münezzehtir. Nidanın tamamlanmasından olan bu tesbih ve tenzih olayın
büyüklüğüne hayret ettirmekle beraber, benzetme yanılgısına düşürmemek
içindir.
9- Ya Musa,
gerçekte O; nida eden benim, yani mutlak galip ve hikmet sahibi olan
Allah.
10- Hem
asânı
bırak; yani burada bulunan başka bir şeye dayanmamalıdır. "Nûn"
harfinin şeddesi ile "cânn" hafif ve süratli yılan, yani bırakınca o
asâyı sanki çevik bir yılanmış gibi kıvrılıyor gördü, görünce arkasını
dönerek kaçtı ve geri bakmadı, korktu. Ya Musa korkma! Zira Resul
olanlar benim huzurumda korkmaz, yani ben şimdi sana peygamberlik
veriyorum, peygamber gönderilmek üzere vahiy ve direktif alıyorsun.
Peygamberlere böyle vahyedildiği sırada korkmak yaraşmaz, ruhları
tamamen melekler âlemine çekilmiş ve yüce Rabb'ın huzurunda buyrukları
almaya dalarlar da, ondan korku hatırlarına bile gelmez.
Gerçi "Kullar
içinde ancak âlimler, Allah'tan (gereği gibi) korkar" (Fâtır, 35/28)
buyurulduğu ve peygamberlerin ise bilginlerin en bilgini olduğu için,
onlarda Allah korkusu herkesten fazladır. Fakat Allah'tan başka hiçbir
şeyden korkmayacakları gibi, huzurda bulundukları buluşma yerinde bütün
korku hissi dahi, Allah'tan başka her şey gibi silinip yalnız kavuşma
zevki kalır.
11- Fakat
zulmeden başka, ufak veya büyük günah yapmış olan huzurda bulunmaktan
korkar, çünkü sorumluluğu var. Zulmedip sonra kötülüğün arkasından bir
güzelliğe değiştirmiş (tevbe etmiş) olan da bilsin ki ben çok
bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim. Yani sen de bir günah işledim
diye korkuyorsan, korkma, bağışlandın!
12-14- Bir
de
elini koynuna sok.
CEYB: Aslında
yakanın göğüs üzerindeki açık yeri demektir. Bizim "ceb" diye
kullandığımıza dahi denilirse de tevil edilmiştir. Çıksın bembeyaz
olarak, fakat kusursuz, yani beyazlanması bir hastalık ve bela neticesi
değil yalnız bir âyet, bir mucize olmak üzere. Dokuz âyet, yani dokuz
mucize arasında Firavun'a ve kavmine karşı, dokuz mucize: Âsa, Beyaz
el, Sina dağı, Tûfan, Çekirge, Haşarat, Kurbağa, Kan, Felk, yani
denizin yarılmasıdır. (A'râf, 7/107, 108, 133. âyetler ile diğer ilgili
âyetlerin tefsirine bkz.) Sonra bak o bozguncuların sonu nice oldu?
Yukarıda geçtiği ve Kasas Sûresi'nde geleceği üzere batırıldılar,
lanetlenmiş oldular. İşte bu bozguncu zalimlerin uğradıkları kötü
sonuç, bugünkü zalimlerin uğrayacağı akıbet için de örnek bir derstir.
Zira Musa'ya öyle bir ateş hissettirerek her şeyden geçirip o sözünü
söyleyen ve o mucizelerle peygamberlik verip Firavun ve kavmine
gönderen o mutlak galip ve hikmet sahibi, âlemlerin Rabbi yüce Allah'ın
ilâhî sırlarından veriliyor bu Kur'ân. Bu ilâhî sırlara ait ilim ve
hikmetten diğer bir misal ile müminlere olan müjdelerden bir örnek de
şudur:
15-
Kur'ân'ın,
her şeyi bilen ve hikmet sahibi Allah tarafından verildiğini açıklamak
için bildirilen ikinci kıssa olup bozguncuların zulüm ve inkâr ile
uğradıkları kötü sonuçlarına karşılık, iyilerin ilim ve erdemlikle
erdikleri olağanüstü başarılara misal ve peygamberlerin mucizesi
yanında velilerin kerametine bir numune gösteriyor. İçindeki şaşılacak
şeylerin gerçekliğine özen göstermek için de özellikle and ile
başlanmıştır. Yani ilâhî yüceliğime and olsun ki, Davud ve Süleyman'a
bir ilim verdik . "Allah, ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi,
dilediği ilimlerden ona öğretti." (Bakara, 2/251) ifadesine göre,
hükümet ve hükümdarlık ile bilinen ve seçilen Davud ve Süleyman (a.s)a
verilen ilâhî nimetlerden öncelikle ve yalnız ilmin ifade olunması,
ilmin yüceliği ve öneminin hepsinden yüksek olmasındandır. "İlmen" diye
nekre (belirsiz) ifade edilmesi bunun olağanüstü bir ilim olduğuna
işaret etmek içindir. Şehristânî'nin "Milel ve Nihâl" isimli eserinde
açıkladığı üzere, tarihin bildirdiğine göre Anadoluda ve Yunanlılarda
Felsefenin ortaya çıkışı Süleyman (a.s) zamanında parlayan ilim ve
hikmetin tesirinden olmuştur.
İkisi de
dediler: Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a hamd
olsun. Yani mülk ve devletle değil, üstünlük nimeti ile duygulanarak
nimeti ifade ettiler ve ulaştıkları üstünlük nimetini, hükümet ve
devleti Allah'tan bildiler ve bundan dolayı övgü ve saygı ile hamd ve
senanın ancak onu veren Allah'ın hakkı ve hükmetme ve hükümdarlığın
özellikle O'na ait olduğunu bilerek hareket ve şükrünü yerine getirmeye
gayret ettiler. Bu da onlara verilen ilmin alâmetlerinden biri
oluyordu. Firavun idaresine karşı iyilik ve fazilet sahibi bir idarenin
ruhunu gösteren bu kelimesinin derin zevkini duyabilenler ne kadar
mutludurlar. Yüce Allah, o zalim, inkârcı, mağrur, bozguncu Firavun
idaresini batırdıktan sonra, Davud ve Süleyman'a verdiği ilim ile bu
şekilde Allah'ı bilip hamd eden bir faziletli idare yetiştirmişti.
16- Hem
Süleyman, Davud'a varis oldu, onun yerine geçti. "Peygamberler altın ve
gümüş miras bırakmadılar, ancak ilim miras bıraktılar" hadis-i şerifine
göre bu miras mal mirası değil, "Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife
yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet. Heva ve
hevese uyma" (Sâd, 38/26) buyurulduğu üzere, insanlar arasında hak ve
adaletle hüküm yürütmek için yerine geçmek, yani bahsedilen ilim ve
iyilikte, peygamberlik, hakimiyet ve siyasette yerini tutmaktır ki, bu
yere Hz. Davud'un ondokuz oğlundan Süleyman (a.s) geçti. Ve, Allah'ın
nimetini açıkça ifade ve bunu yaymakla kendilerine verilen mucizeleri
kabul ve tasdik için halkı davet etmek üzere Ey insanlar! dedi. Bize
mantık-ı tayr öğretildi, mantıkuttayr, yani kuş dili öğretildi.
MANTIK: Aslında
konuşma demektir. Bununla beraber konuşmanın çıkış yeri olan ruhî
kuvvet mânâsında da terim olarak kullanılmıştır.
Bilinen nutk
(konuşma) ise gönülde gizli olanı anlatmak için seslenilen ve çoğunluğu
dil ile çıkarıldığından dil, lisan veya lügat da denilen tekil veya
mürekkeb (bileşik) söz ve kelimelerdir. Ve "Allah, Âdem'e bütün
isimleri öğretti" (Bakara, 2/31) âyetinin bildirdiğine göre insana has
bir özelliktir. Konuşmada aklî deliller veya olağan deliller
bulunabilirse de asıl olan kullanılışı itibariyle bir mânâya delalet
etmesidir. (Konventionel)
Onun için
konuluş itibariyle delaleti bulunmayan, bir mânâ ifade etmeyen bir
sesle tabiî ve aklî bir ilgi ile bir mânâ ifade edilecek olursa, ona
gerçek mânâda konuşma denmez. Demek ki, konuşmanın hakikatinde biri
cins, diğeri de fasıl (tür) olmak üzere iki açık özellik vardır. Biri
söz (isterse düşünce halinde olsun), biri konuluş itibarıyla bir mânâ
ifade etmesidir. Bundan dolayı bu ikiden yalnız birisi düşünülerek
teşbih veya mecaz olarak konuşma denildiği de çoktur. Mesela, hiçbir
ses çıkarılmaksızın yazı veya başka şeyler gibi özel işaretler koyarak
bir şey anlatmak, gizli bir konuşmanın ifadesi olmak üzere mecaz olarak
konuşma sayıldığı gibi. "Bu bizim kitabımızdır, sizin hakkınızda
gerçeği söylüyor" (Casiye, 45/29) âyeti buna delildir. Konuluş
itibariyle bir delaleti bulunmayan herhangi bir sesle seslenişe de;
aklî ve doğal bir işareti bulunmak veya mutlak sessizliğin tersi bir
ses olmak yönünden teşbih veya şekilde benzeme yoluyla konuşma
denildiği de malumdur. Mesela güvercinin ötmesine udun çalmasına
denilmiştir.
Şu halde konuşma
denilen kavramda en önemli taraf, bir mânâ ifade etmesi olduğundan,
mânâsız olan sözler bir yana atılıp delaletin konulmuş olması kaydından
vazgeçilir de, gerek konuluş itibariyle, gerek aklî ve gerek doğal
herhangi bir işaretle bir mânâ ifade edebilen sesler düşünülürse
konuşmanın insana has olmayan bir anlamı elde edilmiş olur ki, işte
mantıkuttayr, kuş dilinde de düşünülecek mânâ budur. Bu sebepten kuşun
çeşitli duyguları arasındaki münasebetleri idare eden özel duygu ve
kabiliyeti, kuş dili ve duygularını ortaya koymak için çıkardığı sesler
de kuş dili demek olur.
Mesela horozun
yem aramak için deşinmesinde bir mantık vardır. Yemi bulduğu zaman "dık
dık" diye tavukları çağırması da bir konuşma, bir dil demektir. Gerek
kuşların, gerek diğer hayvanların böyle sesleriyle bir diğerine bir
şeyler anlattıklarında şüphe yoktur. Fakat bu mânâda kuş dilini bir
dereceye kadar herkesin anlayabileceğine göre, Hz. Süleyman'ın
mucizesinde daha derin bir mânâ anlaşılması gerekmez mi, diye bir soru
hatıra gelir. Bundan dolayı, adı geçen peygambere mucize olarak kuşlar,
ileride geleceği üzere Hüdhüd'ün söylediği gibi gerçekten tam bir söz
söylediler, demişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber'e ağaçlar, taşlar
söylemişti; fakat bu mânâya göre de Süleyman (a.s)a kuş dili değil,
kuşa insan dili bildirilmiş olur. Halbuki "Bize kuş dili öğretildi."
buyurulmuştur. Bu sebepten önemli olan husus, kuşun söylemesinden çok,
Süleyman (a.s)'ın anlamasında ve anlayışının derinliğindedir. Hem de
Kur'ân'ın ifadesine göre bu anlayış, sadece kuşun dilinde, lügatında
değil mantığındadır. O yalnız kuşların sesleri veya hareketleri ile
ifade ettikleri hislerini anlamakla kalmıyor, o hisleri idare eden ana
mantığı, işin gizli ilâhî sırlarını biliyordu. Böylece onların
şakımalarındaki yüce Allah'ı tesbih ve tazimlerini anladığı gibi,
onları idaresi altına alarak kendine has teşkilatıyla ordusunda
hizmette de kullanıyordu.
Eşyanın
parçalarına ilişkin duyumlar, mantık'ın gerekli prensiplerinden olduğu
için, duyguların ilmî görüşlerle erişilemeyen zorunlu bir mantığı
vardır. Zihinde parçaları birleştiren bir şekillenmenin meydana gelmesi
için cüzden cüze, parçadan parçaya intikal, yani (temsil) bu mantıkla
başlar. İdare ve siyaset adamlarının değişik değişik işlere ait
görüşlerde isabet edebilmeleri bu mantığın yaratılışlarındaki
kuvvetiyle orantılı olur. Kuşların, umumî söz ve lafızlar ortaya
koyabilecek birleştirici bir şekillendirme gücüne sahip olduklarını
bilmiyorsak da duygularının yüksekliği bilinmektedir. Kuşun aslı,
yüksek bir duyguyla uçmak özelliğini ortaya çıkaran bir hayat
anlayışındadır. Bunun için "mantıkuttayr" dersinden bizim zihnimize
hemen gelen mânâ, kuşların duygularındaki ilişkileri sezecek kadar
derin ve uzaklardaki parçalara girebilecek kadar yüksek bir his ve
anlayış ile beraber, aynı zamanda kuşların tabiatı olan uçma ilminin
dahi öğretilmiş olmasıdır.
Gerçekte
"Süleyman'a sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık
mesafe olan rüzgarı verdik." (Sebe, 34/12) ve "(Sülayman'a) istediği
yere onun emriyle kolayca giden rüzgarı emrine verdik." (Sâd, 38/36)
buyurulduğu üzere havanın Süleyman (a.s) emrine verilmiş olması, bu
ilimle ilgili olduğu gibi; göz açıp kapayıncaya kadar kısa, bir anda
bir tahtın getirilivermesi maddesindeki "Kitaptan bir ilmin" (27/40) de
bu ilim olması gerekir. Netice olarak, mantık-ı tayrda, kuş dilinden
başka bir mânâ vardır. "Yani mantıktır, kuş dili değildir" diyen
Keşfü'l-Esrar sahibi ile beraber biz de buna meşhur olduğu üzre, yalnız
"kuş dili" demeyi yeterli görmeyip Kur'ân'ın lafzını koruyarak "kuş
mantığı" demeyi uygun buluyoruz.
Süleyman "Bize
kuş mantığı öğretildi" demekle peygamberliğini anlatmış olduğu gibi,
mülkünü anlatarak da şöyle demiştir. Ve bize her şeyden verildi; her
şey değil her şeyden. Müfessirler bu deyimin çokluktan kinaye olduğunu
söylüyorlar; bununla devlette, servetin önemine işaret edilmiştir.
Şüphesiz ki bu, zikredilmiş olan ve öğretilen ilim ile verilen servet
doğrusu apaçık bir lütuftur. Yüce Allah'ın hamd ve senaya layık olan ve
mümin kullarından birçoğuna bile verilmemiş bulunan apaçık ihsanı ve
lütfudur ki, bunun gerçek mânâda şükrünü yerine getirmek için, Allah'ın
kullarını bu nimetten faydalanmaya çağırmak ayrıca bir vazifedir.
17-18-
HAŞIR:
Aslında halkı kendi yerlerinden çıkararak umumî bir topluluk şeklinde
bir yere toplamaktır. Bunun için çokluk ve yığılma ifade eder. Bununla
beraber mutlaka toplamak mânâsına da gelir. Bu surette barış
zamanındaki hali de ifade edebilirse de asker toplamanın seferberliği
ifade etmesi daha açıktır. Sözün gidişi de bunu anlatıyor. Cinlerden,
insanlardan ve kuşlardan askerleri toplanmıştı (En'âm Sûresi'ndeki
"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık."
6/112 âyetinin tefsirine bkz.) da hepsi bir arada (onun tarafından)
düzenli olarak sevkediliyorlardı hatta karınca vâdisi üzerine
vardıklarında, "hatta" ibtidaiyyedir, yani bu sözün başladığını
göstermekle beraber, aynı zamanda onun önceki söze bir nihayet olduğunu
da gösterir. "Bir hayli gittiler, hatta karınca vâdisi üzerine
vardılar" demek olur. "Üzerine" denilmesi de inmek üzere yüksekten
geldiğine işaret eder. Karınca Vâdisi Şam'da veya Tâif'te veya Yemen'de
karıncası çok bir derenin adı olduğu söyleniyor. Bununla beraber,
karınca vâdisi, karınca alanı gibi, küçük bir hayvanlar âlemini akla
getiriyor. Karınca, küçük hayvanlardan mesel olageldiği gibi, kanatlı
cinsi de bulunduğundan uçanlar kısmına da girer. Ve burada bu sebeple
zikredildiği söylenmiştir. Bundan dolayı "hattâ" kelimesi, kuş
mantığını bilmenin de bir gayerini ifade etmiş oluyor. Karıncalar
birçok hayvan meraklıları tarafından incelenmiş ve birçok ilginç
hikayeler anlatılmıştır. Topluluk halinde yaşadıkları herkes tarafından
bilindiği gibi güçleri ve çalışmaları da bilinmektedir. Komuta ile
hareket ettikleri ve birbirlerine tebliğat yaptıkları ve postacıları ve
kontrolörleri bulunduğu kaydedilmiştir. Nasıl söylediklerini bilmesek
de, herhalde bir şeyler anlattıklarını biliyoruz.
Burada şunu
kaydedelim; karıncaları araştıran bir uzman, yuvalarının önüne bir
şeker koyuyor, bir kısmı bunu haber alıp yemeye başlıyorlar. Derken
şekerin üzerine biraz rakı döküyor; birkısmı kaçıyor, birkısmı yiyor,
sarhoş oluyor. Kaçanlara da, yiyenlere de başka renkte boya ile işaret
ediyor; kaçanlar yuvaya haber veriyorlar, bir müddet sonra kalabalıkla
gelip sarhoş olanları öldürüyorlar. Bir karınca dedi ki, hem
denildiğine göre, dişi bir karınca Ey karıncalar! yuvalarınıza girin,
yerlerinize çekilin yoldan Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi
ezmesin. Yani bile bile bir karıncayı sebepsiz öldürmezler, ama
farkında olmadan kırar geçirirler. Onun için yerlerinize çekilin de
kendinizi kırdırmaya sebep olmayın, diye edeb ve incelik içerisinde
bilgiç bir tavırla arkadaşlarını korudu ki, burada ince bir karınca
siyaseti vardır. Fahreddin Razî der ki; bazı kitaplarda gördüğüme göre,
o karıncanın diğerlerine içeri girmelerini emretmesi şunun içindir ki,
kavmi, Süleyman (a.s.) 'ın büyüklüğünü görürler de yüce Allah'ın
kendilerine olan nimeti hakkında inkâra düşerler, diye korktu. "Sakının
sizi kırmasınlar" demekten kasdı bu idi, yani morallerinin kırılması
idi. Bu şekilde dünyalığa dalmış kimselerle oturup kalkmanın sakıncalı
olduğuna bir uyarı vardır.
19- Bunun
üzerine onun sözünden gülerek tebessüm etti. Karıncanın kavmi
hakkındaki tedbir ve siyaseti ve kendi askeri hakkındaki bakışının
güzelliği hoşuna gitti. Ve herhalde bir karıncanın bunları övgü yerinde
bile bile değil, istemeyerek yapabilirler diye bir özür olarak görmesi
de tuhafına geldi. Ve onun bütün bu duygularını yüce Allah'ın kendisine
bildirmesinden de sevinerek duygulandı da dedi: "Ey Rabbim! Bana ve ana
babama verdiğin nimete şükretmemi ve iyi iş yapmamı gönlüme getir.
Rahmetinle beni iyi kulların arasına kat." böyle dua etti: Rabbından
iki şey istedi: Birincisi kendini nefsine bırakmayıp doğrudan doğruya
idare ederek nefsine düzen ve disiplin koymasını istedi ve bunda iki
gaye gözetti. Birisi diye gerek kendisine ve gerekse ana babasına olan
geçmiş nimetlere şükür, diğeri de diye gelecek için hoşnutluğa uygun
olacak şekilde iyi hizmetler yapmaya muvaffak olmak ki, bunun ikisi
dünyada ahiret sevabının vesilesini istemek; ikincisi de İyi kullarının
içinde ilâhî rahmetine beni kat diye ahiret sevabının kendisidir.
Burada "salah"dan maksad tam bir iyiliktir ki, hiçbir günah lekesi
olmaksızın Rahmân olan Allah'ın rahmetine kavuşmaktır. Hz. Süleyman'ın
bu duası ile ortaya koyduğu kutsal ruh hali, fazilet duygularının
önderi olması gereken devlet adamlarına çok yüksek ilhamlar verecek
dersleri içinde bulundurmaktadır.
20-Öyle
dedi ve
ve tayrı (kuşları yahut uçar kuvvetleri) teftiş etti. Demek ki, en
küçük unsurlarına varıncaya kadar devletin kuvvetlerini ve işlerini
teftiş ve tetkik etmek devlet adamının görevidir. Araştırdı da niye,
dedi, ben hüdhüd'ü görmüyorum? Kamus tercemesinde der ki, "Hüdhüd"
harflerinin ötre okunması ile mutlaka gargara eden, yani nağme ve
ezgilerle öten kuşa denir. Ve özellikle bilinen kuşun ismidir ki çavuş
kuşu ve ibibik dedikleri kuştur. "Hedhede" den alınmadır, bunu daha
sonra açıklayacağız. Ve ona "hüdehid" dahi denir, "ulebit" vezninde. Ve
"hüdâhid" denir, "ulâbit" vezninde ve hüdhüd, ötmesi çok olan güvercin
kuşuna dahi denir.
Demek ki, Hüdhüd
kelimesi, çavuş kuşunda isim, diğerlerinde vasıf yani bir özelliktir.
Müfessirler, bilinen çavuş kuşu ile tefsir etmişlerdir. Alûsî şöyle
der: Kokar kuş diye bilinir ki, kan yer, Demirî'nin zikrettiğine göre
Ebu'l-ahbar (Haberler babası), Ebu'r-rebi' (Bahar babası) ve Ebu Sümame
ve benzer künyelerle künyelenir. Bazıları "Okçuların kanadını kırdığı
hüdhüdçük gibi..." mısrasında hüdahidin, hüdhüd'ü nism-i tasgiyri
olduğunu kabul etmişlerdir. Düveybbe ve şüveybbede, düvabbe ve şüvabbe
gibi.
Kâdı Beydâvî'nin
naklettiğine göre rivayet ediliyor ki, Süleyman (a.s) Beyt-i Madis'in
inşasını tamamlayınca hac için hazırlanıp Harem-i Şerife gitti. Burada
istediği kadar kaldıktan sonra Yemen'e yöneldi. Sabahleyin Mekke'den
çıkıp öğleyin San'a'ya vardı. Arazisi hoşuna gitti, oraya kondu, fakat
su bulamadı. Hüdhüd ise yol göstericisi idi, suyu iyi bulurdu. Bunun
üzerine onu aradı, bulamadı, çünkü Süleyman (a.s) indiğinde havada bir
devir yapmış, diğer bir hüdhüdün durduğunu görmüş, yanına inmişti.
İkisi anlaşmışlar, bunun üzerine onun anlattığını görmek üzere beraber
uçmuş, daha sonra ikindiyi müteakip gelip anlatmıştı. Beydâvî bunu
anlattıktan sonra "Yüce Allah'ın hayret verici kudretinde ve özel
kullarına bahşettiği hususiyetlerde belki bundan daha büyük şeyler
vardır. Onları tanıyanlar kabul ve tasdik eder, iman etmeyen münkirler
de inkâr ederler" diye bir hatırlatma ve ikaz yapmıştır. Burada uçan
şeylerin bir posta veya keşif uçağı gibi düşünülmesi de mümkündür.
Uçağı görüp bilen zamanımız inkârcılarının bunları inkâr etmesi ise
büsbütün mânâsızdır.
21-22- Bir
sultan-ı mübin ile, yani mazeretini gösteren apaçık bir delil ile de
dedi: Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim, henüz varmadığın yere
vardım, dolaştım, keşifte bulundum. Sence tam bilinmeyen bilgiyi
etrafıyla kavradım. Yerine getirdiği hizmetin zevkiyle neşelenen
Hüdhüd'ün bu şekilde söze başlamasında Süleyman (a.s)'a karşı Allah
tarafından bir uyarı inceliği vardır. Sana Sebe'den çok doğru (ve
önemli) bir haber getirdim, bunda devlete arz olunacak haberlerin iyi
araştırılarak şüpheden uzak olması gereğine işaret vardır.
23-SEBE':
Aslında bir hanedan veya kabile ismi olup sonradan Yemen'de evleri olan
Me'rib şehrine de isim olmuştur. (Sebe' Sûresi'ne bkz.) Ben bir kadın
buldum. Beydâvî ve diğerleri de bu kadını meşhur olan ismiyle "Belkıs
binti Şerahîl" diye kaydediyor. Ebü'l-Fidâ tarihinde "Belkıs binti
Hedhad b. Şürahbil" denilmiş ve yirmi sene meliklik ettiği
zikrolunmuştur. Onlara melike bulunuyor kendisine her şeyden verilmiş
ve büyük bir tahtı vardır. Kadının servet ve saltanatını böyle
büyüterek anlatması, Süleyman (a.s) ı heyecana getirmek için oluyor.
24-27-
Fakat
dikkate değer husus şu ki, Süleyman (a.s) bunlara hiç önem vermiyor
ancak "Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini
gördüm." diye onun ve kavminin Allah'ı bırakıp güneşe taptıklarını
anlatınca, o zaman bakalım, dedi doğru musun yoksa yalancılardan mısın?
Demek ki, Hüdhüd'ün "Çok doğru ve önemli haber" diye teminat vermesini
yeterli görmedi, haber-i vahid ile amel etmedi. Zira bir taraftan
başkalarının hakları ortaya çıkıyordu, aynı zamanda Hüdhüd kaybolduğu
için töhmet altında bulunuyordu. Bu sebepten "Eğer fâsıkın biri size
bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, yoksa bilmeden bir
topluluğa sataşırsınız." (Hucurât, 49/6) âyetine uygun olarak amel
etmek gerekiyordu.
28-Bunun
için şu
emri verdi: Şu mektubumu götür de, onlara bırak, sonra onlardan biraz
çekil de ne sonuca varacaklarına bak. Burada Hüdhüd bir posta
hizmetinde kullanılmış oluyor. Fakat bunda bir güvercinin mektup
götürmesinden fazla bir şey var. Çünkü bıraktıktan sonra çekilip netice
hakkında bir gözlem yapması da emrediliyor.
29-Hüdhüd
bu
emri yerine getirdi. Onun için kadın Ey milletin beyleri, ulular, dedi
bana bakın! Bir mektup bırakıldı bana, çok mühim: Süleyman'dan
30- ve
şöyle
"Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla (başlamaktadır.)"
31-
Doğrusu bana
karşı başkaldırmayın, teslimiyet göstererek bana gelin. Bu ifadenin
zahirine göre mektup bu şekilde Arapça yazılmıştır. Sebe', Hımyeriler
Arap oldukları için demek ki, Süleyman (a.s) onlara mektubunu kendi
lisanları ile yazmıştır. Asıl mektubun İbrânîce yazılmış olup da bu
ifadenin, onun tercemesi veya özeti olması da mümkündür. Netice olarak
kadın mektubu alınca memleketin bütün işlerine karar veren ve uygulayan
bir meclise sundu. Bunu burada memleketin beyleri, büyükleri diye
tercüme ediyorum, çünkü:
32- Ey
mele' ey
milletin beyleri, uluları, ey heyet, dedi: bana bir fetva, fikir verin.
İFTÂ, bir
zorluğun açıklanması ile güç vermektir. Ve şer'î işlerde bilindiğine
göre burada bu tabir, bu meclisin hüküm verme yetkisini ifade etmekten
uzak değildir.
Emrimde, yani
bir işimde, yahud vereceğim emir hakkında sizler bana şahit olmadıkça
-yahud siz yanımda olmadıkça ben hiçbir işi kestirip atmam, yani
şimdiye kadar devlet işlerinden hiçbirinde keyfi idare yapmadım, sizin
oyunuzu almadan hiçbirini kendiliğimden yürürlüğe koymadım, her ne emir
verdimse sizin huzurunuzda ve sizin görüşlerinizi alarak verdim. Onun
için bu mektup işinde de sizin fikir ve fetvanızla kuvvet almak
istiyorum. "Siz yanımda olmadıkça." denilmesinden, bunların önemli
işleri danışma için huzurunda toplanması alışılmış olan bir topluluk
olduğu anlaşılıyor. Bunların, herbiri onbin kişiyi temsil etmek üzere
üç yüz on iki kişi olduğu da rivayet edilmiştir. (Katade)
33-Bu
heyete
söylenen bu noktada, şimdiye kadar hükümet işlerinde keyfi idare
yapılmamış olması övülmüş ve görüşlerinin esas tutulmuş olduğu
açıklanmak suretiyle hoş bir tavır gösterilerek danışmanın önemi
belirlenmiştir ki, bunun açık bir meşrutiyet geleneği olduğu
anlatılmaktadır. Fakat gelecek sözden de anlaşılacağı üzere bu
meşrutiyet emir ve kumandaya karışma derecesine varmayan uygun bir
danışma ve fikir verme özelliğinden ileri gitmediği için tefsirciler
burada yalnız istişare ve danışmanın öneminden söz etmişlerdir. Bu
heyet dediler: Biz kuvvet sahipleriyiz ve şiddetli bir şavaş ehliyiz.
Bazıları bu sözü, biz kuvvet adamları, harb ve savaş ehli askerleriz,
siyaset ve görüş serdetmekten anlamayız, ne emredersen onu yaparız
mânâsında anlamışlardır. Bunun, asker mantığını göstermesi yönüyle
kayda değer bir mânâ olduğunda şüphe yoksa da "bu işimde bana fikir
verin" diye başlayan sözün geçiş şekli, yalnız bir askerî şuradan
ibaret olmadığına açık bir delildir. "Biz" diyenler kendilerini değil,
mektuba muhatap olan topluluğun, yani devletlerinin kuvvetlerini
kasdetmişlerdir.
Teslim olmamak
için savaşmak gerekeceğini düşünerek güç ve kuvvetimiz vardır, şiddetli
harp edebiliriz, diyorlar, bununla birlikte harp etmeliyiz demiyorlar
ve emre karışmayı uygun bulmuyorlar da savaş olmadan bir çare
bulunabildiği takdirde sevinç duyacaklarını andırır bir şekilde
yetkileri teslim ederek ve siyasal bir taktik göstererek sözü şöyle
bitiriyorlar: Bununla birlikte buyruk senindir, sana ait bir görevdir.
Bak şimdi ne emredeceğini düşün taşın. Harp mi yaparsın, yoksa barışa
bir yol mu bulursun?
34-Bunun
üzerine
harp düşüncesini bir tarafa bırakmak üzere dedi muhakkak ki melikler
bir memlekete girdiklerinde, yani harbederek girdikleri zaman onu bozar
perişan ederler ve halkının ulularını perişan ve hakir hale getirirler,
öldürme, esaret, başka yere sürme, hapis ve benzerleri gibi çeşitli
aşağılama, hakaret ve kötülüklere düşürürler böyle de yaparlar mı
yaparlar. Yani "bana karşı baş kaldırmayın" diyen Süleyman da böyle
yapar mı yapar. Bundan dolayı harpten mümkün olduğu kadar sakınmak ve
memleketi düşman baskınına uğratmaya sebebiyet vermemek gerekir.
35- Ve
(şimdi)
ben onlara bir hediye ile elçi göndereceğim de bakacağım elçiler ne
(gibi bir sonuç) ile dönecekler? Bu şekilde huylarını yoklayacağım da
ona göre hareket edeceğim. Bakalım mal ve ellerine gelecek nimetlerle
savuşturulabilecek kimseler mi? Müfessirler bu hediyenin ne olduğu
hakkında geniş rivayetler vermişlerdir.
36-37-
(Elçiler,
hediyelerle) gelince Süleyman'a, hediyeyi kabul etmeyip şu şekilde
karşılık verdi: "Dedi ki: Siz bana mal ile yardım mı etmek
istiyorsunuz?..."
38-39- Ey
heyet,
ey ulular, dedi. Bu heyetten maksat açıklanmamıştır. "Cinlerden,
insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları Süleyman'ın hizmetine
toplandı" (Neml, 27/17) âyetindeki orduların komutanları (başkanları)
olsa gerektir. O kadının tahtını bana kendileri müslim olarak gelmeden
önce hanginiz getirir? Süleyman (a.s) onların hediyelerine
güvendiklerini bilmişti. Bu sebepten, hediyelerini tehdit edercesine
geri gönderince, geleceklerini de bildiğinden gelir gelmez iman
etmelerine sebep olacak olağanüstü bir şey göstermek istediği rivayet
olunur ki, elçiler kadına varıp Süleyman (a.s)'ın dediğini
anlattıklarında "durumu bilmiş vallahi, bu yalnız bir melik değil, biz
bunun karşısında güç gösteremeyiz" demiş ve tekrar bir elçi gönderip
"kavmimin beyleriyle huzuruna geliyorum, buyruğunu ve davet ettiğin
dinini görmek isteğindeyim" diyerek yanında büyük bir kalabalıkla
hareket etmiş ve tahtını köşklerinin en sağlam ve korunmuş yerine
koydurup kapıları kilitleterek önemli bir şekilde koruma altına
aldırmıştı.
Cinlerden bir
ifrit, dedi, Ragıb'ın Müfredatı'nda: İfrit, yani pis, çetin demektir.
Şeytan gibi insan hakkında da kullanılır, ifrit nifrit, denilir. İbnü
Kuteybe demiştir ki: "İfrit, 'müvesseku'l-halk' yani yaratılışı
kuvvetli, demektir. Aslı, toprak demek olan 'afer' dendir. 'Afere'
güreşti, yere yıktı, demektir." "Ahkâmu'l-mercan fi ahkâmi'l-cânn"
isimli eserde Ebu Amr b. Abdülberr' den naklen der ki; Lisanı iyi bilen
kelâm âlimleri cinleri dereceler halinde zikrederler. Yalın olarak cin
dediklerinde "cinnî" derler. İnsanlarla birlikte oturanını
kastettiklerinde "âmir", çoğulunda "ummâr" derler. Çocuklara musallat
olana "ervah" derler. Kötü olup başedilmez bir hale gelirse 'şeytan'
daha çoğalır ve kuvvetlenirse "ifrit", çoğulunda da "efârhit" derler.
Demek ki ifrit, kötülük ve pislikte son dereceyi bulmuş ve şeytanlıkta
ileri gitmiş, tuttuğunu devirir, kuvvetli, becerikli, ele avuca girmez
bir kerata demektir. Öyle insana da isim olarak verildiği için âyette
"cinden" diye açıklanmıştır. Ben onu (o tahtı) sen makamından kalkmadan
önce sana getiririm. Her gün makamında sabahtan öğleye kadar oturduğu
rivayet ediliyor. Ve gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var, yani kolay
getiririm, hem de hiçbir şekilde güveni kötüye kullanmam, bozup
değiştirmeden hiçbir şey kaybetmeksizin getiririm diye üsteleyerek
güvenlik hissi vermeye çalıştı.
40-42-
Yanında
kitaptan ilmi olan kimse ben sana onu, gözünü açıp kapamadan getiririm,
dedi. Bu kişinin kim olduğu hakkında değişik sözler vardır. İbnü
Mes'ud'a göre: Hızır (a.s)dır. İbnü Abbas'ın meşhur görüşüne göre,
Süleyman (a.s)ın veziri Asaf b. Berhıya'dır ki, sıddık (dosdoğru) idi.
Dua edildiğinde Allah'ın mutlak kabul edeceği ism-i azamı bilirdi Hz.
Süleyman'ın bir mucizesi olarak veziri böyle bir keramet göstermiştir.
Fahreddin Razi, bu kişinin Süleyman (a.s)'ın kendisi olmasını birçok
yönden daha uygun bulmuştur. Bu cümleden olarak, mevsûlün, sıla ile
bilinene işaret olması kaidesine göre burada Kur'ân'ın âyetleri iyi
düşünüldüğünde "Yanında kitaptan bir ilim" olmakla bilinen kimse ancak
Süleyman (a.s)dır. Çünkü yukarda "Andolsun ki biz Davud'a ve Süleyman'a
bir ilim verdik." (27/15) "Süleyman, Davud'a varis oldu ve (Süleyman)
Ey İnsanlar! Bize kuş dili öğretildi, dedi." (27/16) buyurulmuştu,
ancak bu şekilde "Onu ben getiririm" sözü İfrit'edir. Süleyman, İfrit'e
karşı söylemiştir diye zamir ile zikredilecek yerde işin büyüklüğünü
anlatmak için mevsul getirilmiş ve bununla yukarda zikredilen ilimden
bir örnek gösterilmiştir.
Bununla beraber
çoğunluk bu kişinin Süleyman (a.s)ın kendisi değil, adamlarından birisi
olmasını ifadenin gelişine daha uygun bulmuşlardır. Muhyiddin-i Arabî
"Füssûs" isimli eserinde "Bu Süleyman (a.s)'ın ashabından birisi eliyle
olmuştur ki,orada bulunanların nefislerinden Süleyman (a.s)'ın şanı
için daha yükseltici olsun." demiştir. Gerçekten
adamlarından böyle
kerametin meydana gelmesi kendisinin daha yüksek oluşuna işaret
demektir. Ve bu ilmin, ona verilen ilimden olduğunu anlatır. Bu
taht ne
kadar uzaklıktan getirildi? Yukarda Hüdhüd kıssasında San'â'ya kadar
varıldığına dair bir rivayet geçmişti. San'â'dan ise Sebe' üç günlük
uzaklıktadır, deniliyor. Bazıları da, bu sırada Süleyman (a.s)
San'â'dan dönmüş, Şam toprağında bulunuyordu, demişlerdir. Bu takdirde
iki aylık uzaklık demektir. Bu kadar uzaklıktan bir taht göz kırpıncaya
kadar nasıl gelir? Şüphe yok ki bu, basit bir olay değil, bir keramet
ve mucize olmak üzere söz konusudur.
Muhyiddin-i
Arabî bunu şöyle anlatmıştır: Asaf, tahtın yapısında değişiklik yaptı
da, onu bulunduğu yerde bırakıp her an meydana gelmekte olan yeniden
yaratılmakta olunduğunu bilen kimselerden başkasının aklının
eremeyeceği bir şekilde Süleyman (a.s)'ın yanında meydana getiriverdi.
Mevcud olduğu
an, yok olup kaybolduğu anın aynı idi. İkisi bir anda idi
ve Asaf'ın sözü zamanda fiilin aynı idi. Zira olgun kimseden çıkan söz,
yüce Allah'ın "ol" sözü yerindedir. Bu tahtın oluşumu konusu, en zor
konulardandır. Ancak bahsettiğimiz meydana getirme ve yerinde bırakmayı
idrak eden kimseler müstesna. Taht, ne bulunduğu yerden başka yere
taşındı ve ne de yeryüzü onun için dürüldü veya yarıldı.
Şeyhin "Hayır,
onlar yeni bir yaratılıştan şüphe etmektedirler." (Kâf, 50/15)
âyetinden
anladığı yeni bir yaratılış konusu son zamanlarda Descartes felsefesine
kadar geçmiş bir görüş, bir nazariyedir. Fakat bunun buraya tatbiki,
âyetin açık ifadesine uygun değildir. Çünkü âyette "yaparım" denmemiş.
"getiririm" denmiştir. "Ben onu sana göz açıp kapayıncaya kadar
getiririm" denilmesiyle de bir zaman ifade edilmiştir. Çabucak bir göz
atıverme değil, hatta göz açıp kapayıncaya kadar da değil, bunlardan
daha uzun olarak iki tarfe, iki bakış arasını ifade eder. Ve bu bir
saniyeyi bile geçebilir Fakat Şeyh, bunu bir an kabul etmiş. Halbuki
bir hareketin meydana gelmesi en azından iki an gerektirdiğinden, bir
anda hareket olabileceğini düşünmek tenakuz olacağından, meseleyi
zorlaştırarak, hareketsiz olarak bir şeyin meydana gelmesini göstermek
için o yönde tevil etmiştir. Çünkü kendisinde imkansızlık olana
"kün=ol" emri uygun düşmez. Fakat hatırlattığımız gibi, âyet bunu bir
an değil, en kısa bir zaman ile ifade etmiştir. En azından diyecek
kadar bir zaman var. Gerçekte "Asaf'ın sözü zaman yönünden yaptığı işin
aynı idi." demekle Şeyh tamamen gerçeği söylemiştir. Bu sözde, yani
sözünde iş, yapma değil, getirmedir. Bunu söylemesi ile getirmesi bir
olmuştur. Yani söyleyinceye kadar getirmiştir. Zira ilmini
biliyordu.Bir
saniyede
binlerce kilometrelik sürat zamanımız teknolojisinin düşünmeye alışık
olduğu konulardandır. Önemli olan nokta, ancak bu hareketi yapmak için
tatbik olunacak kuvveti ve fenni bilmekten ibarettir.Bir yıldırımda,
bir elektrikte, bir telgrafta, görülen bu sürat bir cisimde de görüle
bilir. Yakından tesir gösterdiğini gördüğümüz iradenin bir telsiz gibi
uzakta da etkili olabildiğini gösteren misaller de yok değildir.
Bir çekim kanunu
ile gökyüzü cisimlerinin fezada uçuştuğu, bir irade ile organların
vucutta oynadığı gibi, bir irade ile uzaktaki bir cismin boşlukta uçup
yer değiştirmesi de kitabda, Levh-i mahfuz'da belli ve mevcut olan bir
ilimdendir.
Derdemez onu
yanıbaşına yerleşivermiş görünce bu, dedi, Rabbimin lütfundandır.
Normal bir ilâhî hadise değil "Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün
kıldı." (Neml, 27/15) âyeti ile işaret edildiği üzere özel ihsanı olan
bir keramet veya mucizedir. "Beni imtihan etmek için: Şükür mü
edeceğim, yoksa nankörlük mü" . Ona dedi: Tahtını bilemeyeceği bir
vaziyete sokun, o değilden gösterin, yabancılaştırın, bakalım doğruyu
bulabilecek mi? Kendininki olduğunu bilecek, vaziyeti kavrayacak,
gerçeği anlayacak mı? Yoksa tanımayıp yola gelmezlerden mi olacak?
Tahtının getirilmiş olması şaşırtıcı bir işle mülk ve hükümranlığının
elinden alınmış olduğuna işarettir. Böyle korkutucu bir anda, o tahtın
o değilmiş gibi gösterilmesinde büyük bir incelik ortaya konulmuş ve
bununla onun yeteneği üzerinde bir deney yapılmak istenmiştir. Bunun
üzerine gelince; senin tahtın da böyle mi? denildi. Bu senin tahtın
denilmedi, o değilmiş gibi gösterildi. Sanki tıpkı o, dedi zaten bize
daha önce bilgi verilmişti. Bu mucizeden evvel Hüdhüd'ün mektup
getirmesi gibi tesbit ve duyduğumuz şeylerle Allah Teâlâ'nın kudretine
ve senin peygamberliğinin doğru olduğuna bilgi sahibi olmuştuk. Ve biz
teslimiyet gösterip müslüman olmuştuk, dedi. Hiç şaşırmadan durumu
olduğu gibi kavrayarak ustaca söz söyledi, peki öyle de önce niçin
gelmedi?
43-Önce,
Allah'tan
başka taptığı şeyler (dünya saltanatı) kendisini alıkoymuştu. Çünkü
kendisi inkârcı bir kavimdendi.
44-
Denildi ona,
gir köşke. "Sarahat" kelimesinden sarh, köşk ve kule gibi yüksek bina;
"Sarhatüddâr" konağın sahası, sahnı, avlusu, alanı, meydanıdır. Derken
onu görünce bir su sandı ve inciklerinden açtı, etekleri ıslanmasın
diye topladı, paçaları göründü; önce şaşırmamışken bu defa şaşkınlık
gösterdi. Süleyman bu dedi, billurdan döşenmiş bir meydandır. Bir
billur saray ve girişinden meydanına kadar büyük bir havuz yapılıp
içine su salınmış, yine içine balık vesair deniz hayvanları konulup
üzeri şeffaf cam ile döşenmiş. O vakit kadın, dedi Rabbim! Ben
gerçekten kendime yazık etmişim, boş şeylere tapmışım. Şimdi
Süleyman'ın maiyyetinde İslâm'a erdim âlemlerin Rabbı Allah'a teslim
oldum. Müfessirlerin, çoğunun kanaatine göre Süleyman (a.s) onunla
evlenmiş ve mülkünde bırakmıştı.
45-53-
REHT, ona
kadar olan çeteye denir.
TİS'ATÜ REHT,
görünüşe göre dokuz çete demek ise de müfessirlerin çoğu bunu dokuz
kişilik bir çete diye tefsir etmişlerdir.
Dördüncü Kıssa:
****
59- De ki:
Hamd
olsun Allah'a, Kur'ân'ın bir hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah
Teâlâ'dan alındığını izah için zikredilen kıssalar, yüce Allah'ın
kudretinin büyüklüğü ve şanının yüceliği ile peygamberine verdiği
mucizeler ve yardımların, her türlü düşüncenin üzerinde bir yüksekliğe
sahip olduğunu anlattığı gibi, özellikle Hz. Muhammed'in peygamber
olarak gönderilmesi ile vaad edilen yüce inkılabların meydana geliş
şekline ait geçmişten bazı örnekler ile müminleri müjdeleme kasdıyla
geldiği için, burada Resulullah'ın hem diye hamdetmesi, hem de Allah'ın
seçtiği yani süzüp seçerek peygamberliği ve velâyeti için seçip
ayırdığı güzide kullarına bir de selam olsun o seçtiği kullarına, diye
bir selam hediye etmesi emrolunmuş ve bununla bir hutbeye giriş
yapılarak müşriklerin başına kakma ve onları susturmak için şöyle bir
karşılaştırma yürütülmüştür: Allah mı hayırlı, yoksa O'na koştukları
ortaklar mı?
Yani bahsedilen
kıssalardan kudretinin yüceliği anlaşılan ve bu sebepten her türlü
hamd, övgü ve yücelik kendisine ait olan Allah mı hayırlı, yoksa
müşriklerin O'na ortak koşarak taptıkları şeyler mi? Nasıl, kime ibadet
etmeli? Bütün hayır kudreti elinde olan Allah ile hiçbir şey denk ve
benzer tutulamayacağından bu karşılaştırmanın sadece müşriklere başa
kakma için olduğu apaçıktır. Bahsi geçen tarihi kıssalar Allah'ın
hayırlı olduğu hususuna delil olarak naklî birer delil olduklarından,
bu naklî delillere imanı olmayan müşriklere karşı daha açık ve daha
genel olan aklî delillere geçerek derece derece başa kakmanın kuvvetini
artırmak için buyuruluyor ki:
60- Yoksa
o
gökleri ve yeri yaratan mı? Arapçada atıf harflerinden biri olan "em"
biri muttasıla, biri munkatıa olmak üzere iki kısımdır. Muttasıl olan
"em", soru "hemzesi" karşısında edilgen bir "terdîd" yani iki ihtimalli
bir mânâ ifade eder. Munkatı' olan "em" ise cümlenin başına gelerek
"bel" gibi ıdrab (sözü başka yöne çevirme) ile "hemze" yani soru
mânâsına gelir, ancak "Şu sizin askerleriniz, hani kimlerdir?" (Mülk,
67/20) gibi önünde açık bir soru edatı bulunduğu zaman "hemze" yani
soru, var saymaya gerek olmaksızın yalnız "bel" mânâsına ıdrab olur.
Yani bir sözden bir söze geçmeyi ifade eder. Biz bunların ikisini de
"yoksa" diye tercüme ediyorsak da "yoksa" aslı itibariyle mânâsında bir
şartıyye olduğundan doğrudan doğruya değil, dolayısıyla bir tercüme
oluyor. Bunun için muttasıl "em" e uygun olsa bile münkatı' "em" e her
zaman uygun düştüğü iddia edilemeyecektir. Bu sebepten "bel" yerinde
hayır, yok, daha doğrusu, fakat tabirlerinden birini kullanıyoruz. de
"em" muttasıldır. "Mâ" yı tekil olarak Allah kelimesine atfediyor.
Fakat ve benzerleri munkatıadır. Cümleyi cümleye atfedip bağlıyor.
Müfessirler burada kelimesini mevsule yükledikleri için cümle tamam
olmak üzere haberin hazfedilmiş olduğunu söylüyorlar. İbnü Atıyye gibi
bazıları bunu takdir etmişler ki "Ya o gökleri ve yeri yaratana şirk
koşulur mu?" demek oluyor. Keşşaf sahibi gibi bir çokları da daha önce
geçen cümleyi ipucu kabul ederek takdir etmişlerdir. Bu şekilde "yoksa
o gökleri ve yeri yaratan ve şöyle şöyle yapan mı hayırlı, onların şirk
koştukları mı?" demek oluyor ki, meâl buna göre yazılmak istenilmiştir.
Gerçi bu meâlde cümlenin atfı mânâsı açıkça görülmese de yine o mânâ
anlaşılabilecektir.
Bu sebepten o
şekilde açıklayalım: Yoksa; Allah'ın kudret ve birliği ile hayırlı
oluşunu anlatan o kıssalar gibi naklî delillerin olmadığı farz edilse
aklen bilinip anlaşılmış değil midir ki, o gökleri ve yeri yaratan ve
sizin için, yani sizin yararınızı ortaya çıkarmak için gökten bir su
indiren mi hayırlıdır, yoksa şirk koştukları mı? Burada görülüyor ki
nin mefûlü lehidir. Bilindiği üzere nahivde mefûlü leh iki kısımdır.
Birine husû-lî, diğerine tahsilî denir. Fiilden zihnen ve haricen önce
olursa husulidir. "Susadığı için içti" gibi. Susamak, içmek fiilinden
öncedir. Zihnen önce, haricen sonra olursa tahsilî olur. "Kanmak için
içti" gibi. Kanmak, içmek fiilinden sonradır. İşte buradaki böyle
tahsili bir mefulü lehdir. Buna illet-i gaiyye, yani gaye sebep de
denilir. Dikkat çekicidir ki fiiliyle ilgili kılınmış ise mutlak
bırakılmıştır. Demek ki, bütün âlemin yaratılışı insanlar için
denemezse de yukarıdan suyun indirilmesinde, yağmur yağdırılmasında,
insanoğlunun hayat ve faydasının hedef ve gaye olduğu gerçeğinde şüphe
yoktur. Su ile hayat arasındaki ilgiyi kuran ve bu sebeple hayatı
meydana getirme hikmeti ile suyu indiren yüce Allah'tır.
Şimdi, suyun
meydana getirdiği feyiz ve bereketi düşünen herhangi bir akıl onu
yaratıp indirenin hayırlılığında şüphe gösterir mi? Fakat bu illet-i
gaiyye konusunda filozofların bazı fikir tartışmaları olmuştur.
"İllet-i gaiyye gerçekte, işi yapanın yapma kabiliyetine ve o işe göre
bir önceliğe sebep olacağından ilâhî fiillerde illet-i gayye
düşünülemez, çünkü bir başka şeyle tamamlanmayı gerektirir. Bu ise
Allah Teâlâ hakkında imkansızdır" demişlerdir. Buna iki yönden cevap
verilir:
1- Başkası ile
değil, kendi sıfatı olan ilim ve iradesi ile kemal gerekir.
2- İlâhî
fiillerde işi yapanın işi yapmasına illet olmak mânâsına illet-i gaiyye
değil, fakat fayda, gaye ve hikmet cereyan ettiğinde şüphe yoktur.
Burada şu mânâları ayırdetmelidir, bir fiil üzerine gereken herhangi
bir neticeye fayda denir, eğer o fayda fiilin sonunda olursa buna gaye
denir. Eğer o gaye fiilden istenilen ise, fiile gerekliliği istenilmesi
itibariyle garaz veya maksat denildiği gibi fiile sebep olması
itibariyle de illet-i gaiyye denilir.
Mesela su
çıkarmak için bir kuyu kazmak istesem, dışarda kuyu kazmak su
çıkarmanın sebebidir. Kuyu önce kazılır, su onun sonunda çıkar; bu
şekilde su çıkarmak kuyu kazmanın hem bir faydası, hem bir gayesidir.
Aynı zamanda kuyuyu kazmaktan maksadım su çıkarmaktır. Bu yönüyle bu
gaye benim garazım, yani hedefimdir. Su çıkarmak maksadı olmasa kuyu
kazmayacaktım, bu sebepten su çıkarmak kuyu kazmanın zihnen önce
illet-i gaiyyesidir. Bununla birlikte ben kuyu kazarken orada eski
eserlerden kıymetli bir eser de bulsam, bu benim için yalnız bir fayda
olur. Garaz değil, gaye de değildir. Çünkü fiilin sonunda değil, o fiil
yapılırken meydana gelmiştir. Ve ben onu belki hiç düşünmemişimdir.
Sonra benim bu kuyuyu kazmamdan dolayı birtakım kimseler
faydalanırlarsa, bu da onun fayda ve gayelerinden olur. Faydası olmayan
bir fiil batıl ve gereksizdir. Gerçek mânâda bir faydası bulunmayan bir
fiil, boş ve faydasızdır. Faydası ve gayesi bilinerek katî bir isabetle
yapılan fiile hikmet denildiği gibi, fiilin sebep olduğu faydalara ve
gayelere de o fiilin hikmetleri denilir. "Rabbimiz! Sen bunu boşa
yaratmadın" (Âl-i İmran, 3/191) ifadesince yaratılış, boş yere olmayıp
baştanbaşa faydalar ve gayeler ile birbirine bağlı ve hikmet ile
dopdolu olduğundan, Allah Teâlâ'nın fiilerinde faydalar ve gayeler ile
hikmetler mevcut olduğunda şüphe yoktur. Bu şekilde fiil ile gayesi
aynı ölçüde hedeflenerek cereyan eder.
Bununla beraber,
hikmette gereklilik istenildiğinden, gayeler, istenilen hedef şeklinde
de meydana gelebilir. Ancak bu istenilen şeyin ilâhî fiillerde nedeni
olmaz, yani garazda illet-i gaiyyelik değeri bulunmaz. Mesela Allah
Teâlâ hayat fayda ve gayelerine sebep olmak hikmetiyle suyu yaratmış ve
yere indirmiştir. Fakat hayat gayesini dilemeseydi suyu yaratmazdı veya
suyu yaratmasa idi hayatı yaratmazdı, demek mânâsında değil, yalnız su
üzerine hayatın gerekliliğini dilemiş olması, mânâsınadır. Demek olur
ki, filozofların ilâhî fiillerde münakaşa ettikleri illet-i gaiyye
delili, hikmet delili olarak düşünüldüğü takdirde daha doğru bir
şekilde düşünülmüş olur. İşte bu şekilde nin hikmetini göstermekte,
âyetteki hitabın zevki de bu hikmetle ortaya çıkmaktadır. Buradan her
yağmurun sadece insanların faydalanması için yağdığını anlamalı, fakat
insanların faydası için yağdığı muhakkak olan suyu ki Kur'ân'da ona
teşbih edilmiştir düşünmeli ve onu yağdıran yüce Rabb'ın hayrındaki
büyüklüğü tefekkür etmelidir. Bu noktada hiçbir şüpheye yer bırakmamak
üzere delilin delaletinden, delil getirilenin açıklığına geçilerek onun
kim olduğunu anlatmak için, gaibden tekellüme (üçüncü şahıstan birinci
şahısa) iltifat suretiyle şöyle buyurulmuştur:
Bir su ki
indirip de onunla güzel güzel bahçeler bitirmişizdir.
HADİKA: İçinde
su bulunan, göz bebeği gibi kıymetli bahçe, bostan.
BEHÇET: Göze,
gönüle neşe ve sevinç veren güzellik demektir. Onları biz yapıyoruz,
çalışma ve bilgimizle biz yetiştiriyoruz, demek âdetleri olan cahilleri
reddetmek için de şöyle buyuruluyor: Siz onların bir ağacını bile
bitiremezdiniz. Yani o güzel bahçelerin bostanların yetişmesinde siz
insanların da hizmeti ve gayreti yok değildir. Fakat siz kendi
kendinize onların meyvalarını ve o güzel faydalarını yetiştirmek şöyle
dursun, ağacını bile bitiremezdiniz. Bundan dolayı sizin amel ve
işleriniz yaratıcının emri sınırları içinde kulluk etmekten ileri
geçemez, O'na hâşâ bir ortaklık ifade edemez. Bir tanrı mı var Allah
ile beraber, yani Allah'tan başka tapılacak, O'na ortak tutulacak bir
tanrı daha bulunmasına imkan ve ihtimal mi var? Doğrusu onlar
sapıklıkta devam eden bir güruhtur, apaçık haktan sapıyorlar, bu apaçık
delil ve işaretleri göz önünde bulundurmuyorlar.
61- Yoksa
o
yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, yani insan ve hayvanların barınıp
yaşayabilecekleri yönüyle o suyun durabileceği bir yer kılan kılıp da
aralarında ırmaklar akıtan ve onun için, yani yeryüzünün oturmaya
elverişli yer olması ve ırmakların akması için sabit oturaklı dağlar
yapan ve iki deniz arasına bir engel koyan mı? Yani dağların altında ve
aralarındaki deniz gibi tatlı sularla acı denizleri birbirine
karıştırmayıp aralarında bir gergi, bir engel koyan veya iki acı deniz
arasında Arabistan kıtası gibi ince uzun bir kara parçasını koyup tutan
zat mı hayırlı, yoksa onların ortak koştukları mı "Birinin suyu tatlı
ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren...
O'dur." Furkan, 25/53. âyetinin tefsirine bkz.) Bir tanrı mı var Allah
ile beraber? Hayır onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar. Bulundukları
yeryüzünün durumlarını bile bilmezler. Bu âyetin ifade ettiği mânâ,
özellikle yeryüzüne ait olan coğrafya ve yeryüzünün katmanları ile
ilgili bilgilerle alakalı olduğundan böyle ifade edilmiştir. Bu iki
âyet objektif, yani nesnel delillere örnektir. Buradan subjektif, yani
öznel âyete geçilerek buyuruluyor ki:
62- Yoksa,
kendisine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık verip başındaki sıkıntıyı
gideren, yani uzaklaştıran, MUZTARR, Hastalık veya diğer bir şiddet ve
ihtiyaç ile sıkışan, bunalan çaresiz demektir. Burada kastedilen
cinstir. Bu sebepten her sıkılanın duasını kabul etmek gerekmez. "O
dilerse kaldırılmasını istediğiniz belayı kaldırır" (En'âm, 6/41) gibi
dilemesiyle kayıtlıdır. Bununla birlikte çoğu zaman şiddetli ihtiyaç
halinde duanın kabul olunacağına işaret, hatta vaad, yani söz verme de
var, demektir. Çünkü sıkışma halinde ihlâs ortaya çıkar. Nice
imansızların imana geldikleri görülür. Ve sizi yer yüzünün halifeleri
kılan mı? Yeryüzünün halifeleri, yeryüzünde geçmişlerin yerlerine
kalanlar, demek olursa da, ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi
kendilerine emredilmiş hilafet sahipleri, yani yeryüzünün hükümdarları
mânâsına olması da uygundur. Sıkıntıda bulunanın duası ile kötülüğün
kaldırılmasına işaret edilmiş olması da ancak bununla uygun olur. Ve o
halde bu cümle müminlere daha ta İslâm'ın başlangıcında geleceğin
İslâmî hakimiyetini vaad eden büyük bir müjdeyi ifade eder. Sûrenin
başındaki "Müminler için hidayet rehberi ve müjdedir" (Neml, 27/2)
müjdesi ile, Davud ve Süleyman kıssasının burada zikredildiğine göre de
bu mânâya olduğu belli demektir. Önceki âyetle de sılalar diye geçmiş
zaman kipi ile getirilmiş iken, buradan itibaren değiştirilerek muzârî,
yani şimdiki ve gelecek zaman kipi kullanılması da Hz. Muhammed'in
peygamberliği ile vaad edilen durumların değiştiğini göstermesi
yönünden bu mânâya açık bir delildir. Bunun için kipi koruyarak bunu
şöyle tercüme etmek daha uygun olacaktır. "Ve sizi yeryüzünün halifesi
yapacak olan mı hayırlı, yoksa onların ortak koştukları mı? Bir tanrı
mı var, Allah ile beraber? Ne kadar kıt düşünüyorsunuz! Bu âyet, biri
kişisel nefis, biri de toplumsal nefis ile ilgili iki nefsî âyet
hatırlattığından burada tezekkür denilmiştir.
63- Yoksa
karanın ve denizin karanlıkları içinde yol gösteren ve rahmetinin
(yağmurun) önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderen mi hayırlıdır,
onların ortak koştukları mı? Bu âyette kara ve deniz yolculuklarında
cihad ile İslâm fetihlerinin ilerleyeceği haber veriliyor. Ve Hak
rızasını takip ederek fiilen birlik ile neticelenecek olan farklı fikir
ve görüş akımlarının "Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmettir" hadisinin
açıkladığı üzere bir rahmet müjdecisi olduğuna da işaret edilmiştir.
Bir tanrı mı var Allah ile beraber çok yücedir, münezzehtir Allah
onların ortak koştuklarından. Beşinci defa bu, bir de hem objektif yai
nesnel, hem subjektif yani öznel delili içinde bulunduran şu âyet ile
tekid ve ifade buyuruluyor:
64- Yoksa,
önce
yaratan sonra yaratmayı tekrar eden, döndürüp yine yaratacak, dünyaya
bir de ahiret yapacak olan ve size gökten ve yerden rızık veren mi
hayırlı, onların ortak koştukları mı? Bir tanrı mı var Allah ile
beraber? Yani bir tanrı daha olsa idi, ilk defa yaratma başlayamazdı,
iki kudret bir birine mani olur, aralarında çatışma çıkardı. Biri galip
gelse, mağlub olan ilâh olamaz, gelmese hiçbiri ilâh olamaz, bir şey
yaratılmazdı ve şu görülen yaratılış düzeni bulunamaz ve siz yerden ve
gökten rızıklanamazdınız. Demek ki, bu yaratılışı ta başından yapan ve
yerden maddî ve manevî rızıklarla rızıklandıran ve sonra çevirip
soracak olan Allah Teâlâ'dan başka tapılacak hiçbir şey yoktur.
De ki: Haydi (ey
müşrikler) getirin delilinizi eğer doğrulardansanız, yani şirk
davanızda doğru iseniz, gerçekte Allah'tan başka tapılacak mabudlar
bulunduğuna bir deliliniz olması gerekir, getirin görelim, fakat ne
mümkün?
65- Ey
Resul! De
ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar ne
zaman tekrar diriltileceklerini de bilmezler
66- fakat
ahiret
hakkında bilgileri onlara ardarda gelmektedir.
"İDDARAKE"
aslında tedarekedir. Tedarük, ardı ardına yetişip ulanmak, diğer bir
ifade ile aralıksız bir biri ardınca gelmek, birbiri ardınca gelip
katılmak, ara vermeden gelmek, demektir. Buna şöyle de mânâ
verilmiştir: "Belki ilimleri ahirette arkalarından ard arda
yetişmektedir" Bu şekilde "iddareke" ye müteallık olur. Fakat ilim,
malumat mânâsına, ondan hal olarak şu mânâ bizce daha uygundur:
"Yeniden dirilmenin hangi saatte olacağını bilemezlerse de, esas
yönüyle ahiretin olacağına dair kendilerine peygamberler vasıtasıyla ve
hadiselerin oluşumu ile ardı ardına bilgi verilmekte, bilgiye ait
sebepler olgunlaşmaktadır. Fakat onlar bundan şüphe etmektedirler, bir
türlü inanamaz, ikna olamazlar. Daha doğrusu onlar, bundan yana
kördürler, ahirete ait delilleri görmezler, görmek istemezler. Bak ne
diyorlar:
67-75- O
çabuklaşmasını istediğinizin bazısı, nitekim "bedr" de oldu, geri
kalanı da ölümlerinden sonra hem yerde ve gökte hiçbir gaibe, yani son
derece gizlenmiş bir sır yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın.
76- MÜBİN:
Açık
veya açıklayıcı ki, burada Allah Teâlâ'ya göre açık demektir. Maksat,
Levh-i Mahfuz veya doğrudan doğruya Allah'ın ilmidir. Hakkında ihtilaf
edip durdukları şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır.
77- Teşbih
ve
tenzih, cennet ve cehennemin hal ve durumları, Uzeyr ve Mesîh
meseleleri gibi ve şüphe yok ki o Kur'ân gerçekten bir hidayet, doğru
yolu gösterir bir hidayet rehberidir. Bundan dolayı anlattığı
konularda, hakkı gösterdiğinde şüphe etmemelidir. Tam bir rahmettir,
fakat müminler için, çünkü o hidayetten faydalanacaklar ancak onlardır.
78-
Gerçekten
Rabbin onlar arasında, yani o ihtilaf eden Beni İsrail'den yahudi ve
hıristiyanların arasında hükmiyle hüküm verecektir. Belli ki burada
hüküm, kaza mânâsına masdar değil, hüküm kendisiyle verilen mânâsına
isimdir. Nitekim "Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik"
(Ra'd, 13/37) âyetinde bu mânâ ile Kur'ân'ın bir ismi olmuştur.
Gerçekte "İnsanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı indirdik."
(Nisâ, 4/105) ifadesinde bildirildiğine göre Kur'ân, insanlar arasında
hüküm için indirilmiştir. Buna göre ahkamı ile hükmedecek demek, Kur'ân
ile hüküm buyuracak demek olur. Bu şekilde yahudi ve hıristiyanların
ileride fiilen Kur'ân'ın hükmü ile mahkum olup, İslâm idaresi altına
girecekleri haber verilerek sûrenin başında hatırlatıldığı üzere, vaad
edilen kudret ve saltanat müjdelenmiştir. Sakın bunda tereddüt olmasın.
O mutlak galip, kudretine karşı gelinme ihtimali olmayan galibdir,
bundan dolayı vaadini yerine getirir, muhakkak hükmünü gerçekleştirir
herşeyi bilendir. Bu sebepten onu nasıl yapacağını da bilir.
79- O
halde
Allah'a güven ve itimad et. Ya Muhammed! Çünkü sen, apaçık hakikatin
üzerindesin. Onun için itimad etmelisin.
80-81- Bil
ki,
sen ölülere işittiremezsin... Onun için de çaresiz, Allah'a işlerini
bağlayarak tevekkül etmek lazım gelir.
MEVTA' dan
maksad, hakkı duymayan kâfirlerdir. Allah'ın âyetlerinden hiç
etkilenmedikleri için duygusuzlukta ölülere benzetilmişlerdir. Nitekim
derece derece sağırlar, körler de öyledir. Arkalarını dönmüş
kaçarlarken, zira böyle olmasa, belki işaret ile filan çağırılmaları
mümkün olabilir.
82- O
söylenen
başlarına geleceği vakit te, yani kâfirlerin acele gelmesini
istedikleri söz, söylenen o azab tamamiyle aleyhlerinde meydana
geleceği, başlarına kıyamet kopacağı zaman veya aleyhlerinde hüküm
meydana geleceği zaman onlar için yerden bir "dâbbe" (hayvan) çıkarırız
ki, bu, onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş
olduklarını söyler. Yukarda açıklandığı üzere "Bilakis onlar bundan
şüphe etmektedirler, zira onlar bundan yana körler." (Neml, 27/66)
olduklarını anlatır. Burada kıyamet alâmetlerinden olan bir
dâbbetü'l-arz haber veriliyor.
DEBB VE DEBİB:
Hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla
haşerelerde, yani böceklerde kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve
bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi, hareketi gözle tesbit
olunamayan şeylerde de kullanılır. "Dabbe" kelimesi de bundan fail
olmak üzere asıl lügatte "mâyedübbü", yani debbeden, hafif yürüyen,
debelenen demek olur. Ve şu halde tren, otomobil, bisiklet gibi
otomatik şeylere de, lügatın aslına göre "dâbbe" demek uygun
olabilecekse de dil de kullanılışı hayvanlara mahsustur. Hatta örfde
dört ayaklı hayvanlarda ve onlar içinde özellikle atta daha çok
kullanılmıştır. Bununla beraber "Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte
bunlardan kimi karnı üstünde sürünen, kimi iki ayağı üstünde yürür,
kimi dört ayak üstünde yürür..." (Nûr, 24/45) âyetinden anlaşılacağı
üzere her hayvan hakkında kullanılır. Hayvan kelimesi ile eşanlamlı
gibidir.
"Yer yüzünde
yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'a aittir." (Hûd, 11/6)
âyetinden anlaşılan da budur. Bundan dolayı hayvan gibi insan için de
kullanılır. Bu âyette "dâbbe" diye nekre (belirsiz isim) olarak
geldiğinden bunun bildiğimiz dâbbelerden bambaşka bir dâbbe olması akla
gelir. "Onlarla konuşan dâbbe" terkibinde açıkça belirtilen bunun
konuşan bir hayvan, yani insan olmasıdır .Tefsirler de bu iki nokta
etrafında dolaşmaktadır.
Râgıb,
Müfredat'ında bu konudaki görüşleri şöylece özetlemiştir: âyetinde
denildi ki: "Dâbbe, tanıdığımızın aksine bir hayvandır ki, çıkması
kıyamet vaktine mahsustur" Bir de denildi ki: "Bununla cehalet ve
bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kasdolunmuştur." Bu
takdirde dâbbe bütün debelenen yaratıkların ismi olarak ifade edilmiş
olur. "Hâin" kelimesinin cemisi, "hâine" gibi. Kâdı Beydâvî ve bazı
hadisçiler bunu "cessâse" casuslar olarak göstermişlerdir ki, bir
hadiste haber verildiğine göre, cessâse, Deccal için haberler araştırıp
toplayan casus demektir. Ebü's-Suud da diyor ki: Bu dâbbe, casustur.
Bundan cins isim söylenip, bir de tefhîm (büyüklüğüne işaret)
tenviniyle bilinmezliğinin tekid edilmesi, şanının garibliğine ve
özelliğinin, davranışının açıklamadan uzak olduğuna delalet eder.
Bundan dolayı hadiste bildirilen bazı garip rivayetleri kaydettikten
sonra, şunu da ilave ediyor: Hz. Ali'den naklolundu: Kuyruğu olan bir
dâbbe değil, sakalı olan bir dâbbedir, demiş bir erkek olduğuna işaret
etmiştir. Fakat meşhur olan bir dâbbe olmasıdır. Şüphesiz Kur'ân'da
denildiği için bir dâbbedir. Fakat erkek bir dâbbedir. "Onlara söyleyen
dâbbe" denilmesi ise, bunun bir insan olmasını belirtmek için açık bir
delildir. Burada söze mecazî bir mânâ vermek veya fiilini "söylemek"
mânâsına değil de cerh (yaralama) mânâsına konuşma ile yorumlamak, açık
beyanın zıddınadır. Garib rivayetler ile Kur'ân'ı açık mânâsından
çıkarmak yakin ilmine zarar vermektir.
Kaldı ki, Ahmed
Tayalisi, Naim b. Hammad, Abd b. Hamid, Tirmizî hasen hadis diyerek,
İbnü Mâce, İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü Ebi Hatim, İbnü Merduye ve
Beyhakî gibi zatların Ebu Hüreyre (r.a)den rivayet ettikleri bir
hadiste Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Dâbbetü'l-arz, Musa'nın
âsası, Süleyman'ın mührü yanında olarak çıkacak, mühür ile müminin
yüzünü parlatacak, âsa ile kâfirin burnunu kıracak, insanlar sofraya
toplanacak, mümin ve kâfir tanınacak."
Bu hadise göre
de, dâbbe, maddî ve manevî normalin üzerinde bir kuvvet ve saltanat ile
ortaya çıkıp büyük bir İslâm devleti kuracak lider olmuş oluyor. Şüphe
yok ki, Musa'nın asasına, Süleyman'ın mührüne sahip olan kimse, büyük
bir şahsiyet olacaktır. Hem de kötülerden değil, iyi ve hayırlılardan
olacak, bütün müminlerin yüzünü güldürecek, kâfirlerin burnunu
kıracaktır. Âyette "Onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman
getirmemiş olduklarını söyler" buyurulması da bunu gerektiriyor. Şu
halde buna dâbbe ismi verilmesinin sebebi, onun kâfirlere karşı
acımasız olacağını ve Allah Teâlâ'ya göre onun meydana çıkarılmasının
zor bir şey değil, yerden normal bir dâbbe çıkarmak gibi kolay olduğunu
anlatmaktır. Burada bazı eserleri (haberleri) de kaydedelim:
1- İbnü Cerir'in
Huzeyfe b. Esîd'den rivayet ettiğine göre: "Dâbbe'nin üç çıkışı vardı:
Birisinde bazı çöllerde çıkar, sonra gizlenir. Birisinde de, emirler
kan dökerken bazı şehirlerde çıkar, yine gizlenir. Sonra insanlar
mescidlerin en şereflisi, en büyüğü ve faziletlisi içinde iken yeryüzü
kendilerini fırlatmaya başlar. Derken halk kaçışır, müminlerden bir
grup kalır, bizi Allah'tan hiç bir şey kurtaramaz derler. Dâbbe de
onların üzerine çıkar, yüzlerini parlak yıldız gibi parlatır. Sonra
hareket eder, artık ne takip eden yetişebilir, ne de kaçan
kurtulabilir. Bir adama varır, namaz kılıyordur, vallahî sen namaz ehli
değilsin der. Yakalar, müminin yüzünü ağartır, kâfirin burnunu kırar"
dedi. "O zaman insanlar ne halde olur" dedik. "Arazide komşu, malda
ortak, yolculuklarda arkadaş olurlar" dedi.
2- İlim ehlinden
bir çokları dâbbenin ortaya çıkması, emir bi'l-ma'rûf (iyilikleri
emir), ve nehiy ani'l-münker (kötülüklerden menetme) terk edildiği
vakittir demişler. İbnü Ömer (r.a) den rivayet edilir ki, âyeti emir
bi'l-ma'ruf ve nehiy ani'l-münker terk olunduğu vakittir, demiştir.
Buna göre "müslümanlar da bozulup aleyhlerinde hüküm hak olduğu vakit"
demek oluyor.
83-
"Toplayacağımız gün..." Sözün gelişine göre âyetin zahirî mânâsı,
dâbbenin ortaya çıkışı ile meydana gelecek değişikliklerin bir bölümünü
anlatmaktır. Yani ileride "Sûr'a üfürüldüğü gün" âyeti ile açıklanacak
olan büyük kıyametten önce bir küçük kıyameti veya orta kıyameti
açıklamaktır.
84-
Nihayet
geldikleri zaman, Cenab-ı Allah daha iyi bilir ya , maksat, öldürülüp
de Hakk'ın huzuruna getirildikleri zaman demektir. O zaman Allah
buyurur ki: Siz benim âyetlerimi ne olduğunu kavramadan yalan saydınız
öyle mi, Yoksa, yani tekzib etmedinizse ne yaptınız, bu güne yarar ne
amel işlediniz?
85-
Yaptıkları
haksızlıktan ötürü, o söylenen başlarına gelir, aleyhlerinde hüküm hak
olup cehennemi boylarlar. Artık nutukları tutulur, ne itiraz, ne özür,
hiç bir şey söyleyemezler.
86-
Görmediler
mi? Burada maksat, gözle görmek değil, kalple görmektir. Çünkü gece ve
gündüz gözle görülürse de sakinlik ve görme hikmetiyle yapıldıkları
gözle görünme özelliklerinden değil, akıl yürütmekle bilinir
olmalarındandır.
Elbette bunda,
bu yapılışta şüphesiz âyetler var. Allah'ın varlığına, birliğine,
peygamberliğin gerçekliğine, ahiretin olacağına ve insanların hayat
nizamına ve amellerine işaret olan deliller var:
BİRİNCİSİ:
Kâinatın bir kararda, bir şekilde kalmayıp hareketten sakinliğe,
sakinlikten harekete, karanlıktan aydınlığa değiştirilip durması,
yaratılışlar üzerinde hakim yüce bir kudretin varlığını gösterdiği
gibi, özellikle insan hayatı açısından, gecenin sükûnet ve dinlenme ve
gündüzün uyanıklık ve faliyet hikmeti ve faydalarıyla ilgili yapılması,
o yaratıcının her şeyi bilen, hakim, dilediğini yapar bir mutlak
yaratıcı olduğunu gösterir. Çünkü isteseydi, insanları da yarasalar
gibi yapar; gündüzleri göz açtırmaz ,geceleri dinlendirmezdi.
İKİNCİSİ:
Hareketleri durdurup sükunete erdiren, duranların bir nur ile gözlerini
açıp hareket etmelerine imkan veren o kudretin, bilgisizlik
karanlığında uyuyan insanları uyandırmak, şaşkınlara yol göstermek için
dünyayı peygamberlik nuru ile aydınlatacağını da gösterir.
ÜÇÜNCÜSÜ: Gece
ve gündüzün bu değişmeleri, bu âlemin bir değişme âlemi olduğunu, bu
sebepten bu günün bir yarını ve bu dünyanın bir ahireti bulunduğunu
anlattığı gibi bir nur titremesi ile, uyuyan gözlerin açılması ve sakin
olanların harekete geçivermesi, aynı şekilde bir üfürme ile ölülerin
dirilebileceğini gösteren bir yeniden dirilme misali olarak görülür.
Fakat iman eden bir kavim için, çünkü iman etmeyenler hiç bir âyete
inanmazlar.
87- Sûr'a
üfürüldüğü gün, büyük kıyamet!
SÛR, bazıları
bunu "vâv" harfinin fethi ile "suver" gibi "suret" kelimesinin çoğulu,
nefhi de suretlere ruh üflemek diye kabul etmişlerdir. Eğer böyle
olsaydı zamirinde denilmesi gerekirdi. Halbuki diğer bir âyette "Sonra,
ona bir daha üflenince" (Zümer, 39/68) diye müfred müzekker zamiri
gönderildiğinden bu mânâ doğru olamaz. Bazıları da bunu temsilî kabul
etmişler, ölülerin kabirlerinden mahşere çağırılışları halini bir
orduyu harekete geçirmek için boru çalınması haline benzetmek suretiyle
temsili istiare yapıldığını söylemişlerdir. Tefsircilerin çoğuna göre
ise bazı hadislerde rivayet edildiği üzere Sûr, büyük boru gibi bir
şeydir ki, üç defa üfürülecektir: Birincisi, "nefha-i feza',"yani
dayanamama, korku üfürmesi. İkincisi, "nefha-i saık" yani yok olma.
Üfürmesi, üçüncüsü ise "nefha-i kıyam", yani kalkma üfürmesidir. Ve
buna memur olan melek İsrafil'dir. Bu âyette açıklandığı üzere
birincisi olan nefha-i feza'da göklerde ve yerde kim varsa, yüce
Allah'ın dilediklerinden başkası, hep dehşetten sarsılacak. Zümer
Sûresi'ndeki "Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak
üzeri göklerde ve yerde, kim varsa düşüp ölmüş olacaktır." (Zümer,
39/68) âyeti gereğince ikinci olan nefha-i saık'ta ise Allah'ın
dilediklerinden başka hepsi yıkılıp ölecek. "Sonra ona bir defa daha
üflenince, hemen ayağa kalkıp bakakalacaklar." (Zümer, 39/68) ve "Bir
de ne göresin! Onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rabblerine giderler"
(Yasin, 36/51) âyetleri gereğince üçüncüsü olan nefha-i kıyamda
kabirlerinden kalkıp mahşere koşuşacaklardır.
Tirmizî'nin Ebu
Saîd-i Hudrî (r.a) den rivayet edip hasen dediği hadis-i şerifte Hz.
Peygamber (s.a.v): "Nasıl zevk ve neşe içinde olurum, Sûr sahibi boruyu
ağzına almış, ne zaman üfürmesi emredilecek diye izin bekliyor"
buyurmuştu. Bu, ashabı kirama pek ağır geldi. O zaman Peygamber
Efendimiz:
" "Allah bize
yeter, o ne güzel vekildir." (Âli İmran, 3/173) deyiniz" buyurdu.
FEZA: Korkunç
bir şeyden insanda meydana gelen tutukluk ve ürkeklik, yani şiddetli
korku ile sarsılıp belinlemek demektir. Ancak Allah'ın dilediği
kimseler müstesna olarak korkudan emindirler Bunların kim olduğu
hakkında değişik sözler söylenmiş ise de kesin bir bilgi yoktur. En
uygunu, bundan sonraki ikinci âyette "Ve onlar o gün korkudan da emin
kalırlar" (Neml, 27/89) ifadesinin, bunun bir açıklaması şeklinde
olmasıdır.
88-89- Bir
de
sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar
bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu âyet iyi anlaşılmış değildir
Müfessirler bunu "Dağlar sallanıp yürütüldüğünde..." (Tekvîr, 81/3),
"Dağlar atılmış yün gibi olduğu..." (Kâria, 101/5) âyetleri üzere
kıyamet günü dağların yün gibi atılıp yürütülmesi manzarasının bir
tasviri kabul etmişlerdir. Buna göre bu âyet "hepsi O'na dehşete
kapılarak gelir." (Neml, 28/87) cümlesine matuf olarak bu görüş, bu
sanış, bu bulut gibi geçiş, hep ilerde o feza günü olacak. Fakat buna
göre "Sen onları durur sanırsın" cümlesi yakışıksız kalır. "Oysa, onlar
bulutun yürümesi gibi yürümektedirler." denilmesi daha uygun olurdu.
Çünkü "O gün dağlar bulut gibi geçecekler de o halde sen onları camid
duruyor sanacaksın" denilmesi, şiddetlendirmek değil hafifletmek
oluyor. Şu halde ile bu güne, o güne ait olmak ihtimali kalır. Yani "bu
gün hal-i hazırda dağları görürsün câmid hareketsiz sanırsın, halbuki,
onlar kıyamet günü bulut geçer gibi geçeceklerdir" demek olur. Bu
surette ise fazla kalır denilmesi daha uygun olurdu.
Bunun için
müteahhirin'den bazıları fiilinin de şimdiki zamana ait olması
gerekeceğine hükmederek bununla yeryüzünün hareketini ispata
çalışmışlardır. Buna göre mânâ şöyle olmaktadır: Sen bu gün dağları
görür hareketsiz sanırsın, halbuki onlar hergün bulut geçer gibi
geçerler. Bu esas itibariyle güzel bir mânâdır. Ancak bu geçiş
yeryüzünün her gün güneş etrafındaki dönüşü olarak yorumlanınca kıyamet
halleri arasında bunun ne sebeple zikredildiği anlaşılamıyor. Bir de
bütün bu görüşlerde yalnız "yerinde durur" demek oluyor. Ve bunun
yürümekle karşılığı anlaşılsa da, bulut ile olan karşılığındaki zevk
kaybedilmiş oluyor.
Bizim görüşümüze
göre bu âyet, şimdiki halin her an oluş ve yok oluşunu göstererek
kıyamet ve yeniden dirilmeyi düşündürmek için bir nevi delil göstermek
üzere ifade edilmiştir. Dağların aslında gezici gazlardan meydana
gelmiş olup zerrelerinde bulut buharlaşır gibi olmak ve yok olmak,
kimyasal değişim ile her an yeni yaratılışın devam edip durduğunu ve bu
suretle yoğunluklarının da bir tek hacimde sabit kalmayıp her an
değişmek ve yeniden meydana gelmek üzere bulunduğunu ve bu sebepten
âlemin en sabit görülen şeylerinin bile böyle her an değişme ile bir
kıyamete doğru gittiğini ve şu halde günün birinde bir üfürme ile o
koca dağların yerinden bütün yoğunluklarıyla yürütülüp yeryüzünün başka
bir yeryüzüne değiştirilebileceğini anlatıyor. Hem bu gidişin nizamsız
bir değişiklik ile sadece bir tahrip için değil, bulutun rahmete gidişi
gibi hikmet ve intizam ile daha yüksek bir hayata geçirmek için
olduğuna işaret de ediyor. Bu işareti özellikle açıklamak için
buyuruluyor ki: Her şeyi itkan eden, yani ilim ve hikmeti ile her şeyi
yerli yerinde sağlam ve muntazam yapan Allah'ın sanatıdır! Şüphesiz ki
O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır. Her kim bir iyilikle gelirse
ona ondan daha hayırlısı var, hem onlar o iyilikle gelenler o günkü bir
feza'dan, yani o üfürülme günü veya tekrar dirilme günü dehşetli bir
korkudan emin kalırlar
90- her
kim de
bir seyyie ile, kötü amel ile gelirse yüzü koyun ateşte sürtülür. Başka
değil, ancak yaptığınız amellerin cezası ile karşılanacaksınız.
Bu açıklamadan
sonra, sonuç olarak Resulullah (s.a.v)a şöyle söylemesi emrolunuyor:
91-92-93-
"Bu
belde" yani Mekke. "Kim Allah'a yüzünü iyilik yapan biri olarak
çevirirse" (Bakara, 2/112) âyetine göre Allah'ın birliğine teslim olan
ve yaptığını Allah için yapan halis müslümanlardan ve de ki: Hamdolsun
Allah'a, o size âyetlerini gösterecek, siz de onları görüp
tanıyacaksınız. Yani Kur'ân'da kudret delillerinden İslâm'a vaad ettiği
olağanüstü yardım ve başarıları ileride fiilen gösterecek. Şimdi
tanımak istemediğiniz o hakikatleri o vakit tanıyacaksınız. "Şüphesiz
ki bu Kur'ân, sana hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tarafından
verilmektedir" (Neml, 27/6), "Rabbin şüphesiz onlar arasında hükmünü
verecektir." (Neml, 27/78), "O, âyetlerini size gösterecek, siz de
onları görüp tanıyacaksınız." âyetleri müminlere hidayet ve müjde için
indirildiği, başında bildirilen bu sûrenin ruhu yerinde olan teminat
âyetleridir.
Bu sûrenin
indirildiği Mekke'de peygamber'in ne kadar yalnız, İslâm'ın ne kadar
garip olduğu düşünülür de öyle bir zamanda böyle bir sûre ve özellikle
bu kesin âyetlerle gelecek hakkında vaad ve teminatın kuvveti ve
büyüklüğü ve gerçekte hicretten sonra İslâm tarihinin açtığı kudret ve
saltanatın genişliği ve önemi düşünülürse bu sûrenin ve bu âyetlerin,
bu yüksek haber ve teminatın ne kadar büyük mucizeleri içinde
bulundurduğu ortaya çıkar. Ve gerçekten bu Kur'ân'ın, her şeye hakim,
her şeyi bilen yüce Allah tarafından geldiği bütün açıklığı ile
anlaşılır.
Tarihi
araştıranlar "Bedir" den başlayıp Hz. Ömer devrinden, Fatih, Yavuz ve
Kanuni Süleyman devirlerine kadar yüce Allah'ın "Hamd olsun Allah'a! O,
âyetlerini size gösterecek, siz de onları görüp tanıyacaksınız"
buyurduğu üzere, âyetlerini nasıl gösterdiğini hiç şüphesiz görür, hamd
ederler. Selim ve Süleyman saltanatlarının, Davud ve Süleyman
saltanatları gibi "Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan
Allah'a hamd olsun" (Neml, 27/15) şükranesiyle doğması da bu sûredeki
müjdelerin neticelerinden olduğunda şüphe yoktur.
Şunu da
unutmayalım ki, Çanakkale, Sakarya, İnönü zaferleri, İzmir'in düşman
işgalinden kurtarılması, Avrupalıların İstanbul'dan çıkarılmaları
hamdolsun yüce Allah'ın zamanımızda gösterip tanıttığı İslâmi
âyetlerdendir. Bu savaşlarda Türkiye müslümanları öyle bir sıkıntı ve
ilhas ile Allah Teâlâ'ya sığınarak çalışmışlardı ki "Onlar mı hayırlı,
yoksa kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki
sıkıntıyı gideren...mi?" (Neml, 27/62) âyeti aynen ortaya çıkmıştı.
Fakat bütün bunların meydana gelişinden sonra "Bil ki sen, ölüleri
işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olan sağırlara da daveti
duyuramazsın." (Neml, 27/80) buyurulduğu üzere duymak istemeyen
kalpsizler, sağırlar, körler, İslâm'ın artık bütün vaadleri olmuş
bitmiş, gelecek için görevi kalmamış olduğunu iddia ederek müslümanlığı
körletmek, Allah'ı unutup şirk yollarına gitmek istiyorlar. Böyle
nankörlükler yapılacağını bildiği için yüce Allah da "Rabbin neler
yapacağınızdan da habersiz değildir." buyuruyor. Sûrenin başında da
"Müminler için hidayet rehberi ve müjdedir" (27/2), "Ki onlar, namazı
kılarlar, zekatı verirler ve ahirete de kesin olarak iman ederler"
(27/3), "Şüphesiz biz, ahirete inanmayanların işlerini kendilerine
süslü gösterdik de o yüzden bocalar dururlar; işte bunlar kendileri
için oldukça ağır bir azab bulunan kimselerdir, ahirette en çok ziyana
uğrayacaklar da onlardır." (27/4-5) buyurulmuştu.
Yani müminlere,
sonsuz geleceği olan ahiret vaad edilip müjdelenirken, ahirete imanı
olmayanların, kendilerini beğenen körlüklerini ve sonundaki
hüsranlarını anlatmıştı. Dâbbetü'l-arz ve Sûr'a üfürülme âyetlerinde de
bütün âlemin umumî değişimi anlatılırken, İslâm'a vaad edilen ahiretin
sonsuz tahakkuku tesbit edilmiş ve "Kim iyilikle gelirse ona daha iyisi
verilir. Ve onlar o gün korkudan da emin kalırlar" buyurulmuştur.
Gerçekte
"Dinlensinler diye geceyi yarattığımızı, ve (çalışsınlar diye) gündüzü
apaydınlık yaptığımızı görmediler mi?" (27/86) buyurulduğu üzere
İslâm'ın da gecesi, gündüzü olacak, o da bu değişen âlemde bazen
gecelerin sukunet avucunda dinlenecek, bazen gündüzlerin parlayan
ikbalinde gözlerini açarak Hak Teâlâ'nın yüce huzurunda en yüksek
hayatı yaşamak için uyanacaktır. Bu âyetin işaretine göre İslâm'ın
istikbali gece değil, gündüzdür; sönük değil, parlaktır. Arasıra basan
gece karanlıkları, onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu mânâ,
bilinen bir hadis-i şerif ile şöyle açıklanmıştır: Bu hadisteki fiilini
birçok kimseler mânâsına nakıs fiil kabul ederek: "İslâm garib olarak
başladı (veya zuhûr etti), yine başladığı gibi garib olacak." diye
yalnız korkutma şeklinde anlamış, bundan ise hep ümitsizlik,
yayılmıştır. Halbuki, Kâmus'ta gösterildiği üzere "âde" fiili de olduğu
gibi dönüp yeniden başlamak mânâsına da gelir.
Bu hadiste de
böyledir. Yani "İslâm garib olarak başladı (veya ortaya çıktı) ileride
yine başladığı gibi garib olarak tekrar başlayacak (yahud yeniden
doğacak) ne mutlu o gariblere" demektir. Hadisin sonundaki "fetûbâ"
onun korkutmak için değil, müjdelemek için olduğunu gösterir, gerçi
bunda da dönüp garib olma korkusu yok değil, fakat sönmeyip yeniden
başlaması müjdesi vardır.
İşte "fetûbâ
lilgurabâ" müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar "önce geçenler"
gibidirler. Bundan dolayı hadis de ümitsizliği değil müjdeyi ifade
eder. Ve bu, sûre-i celile âyetlerinin mânâlarındandır. Bu görüşten
anlaşılıyor ki, bu Mekkî sûrelerin, tertipte böyle bir çok Medenî
sûrelerden sonraya konulması, içindeki mevzularının daha çok geleceğe
ait olduğuna dikkat çekme gibi bir hikmeti içermektedir. Ey müslüman
bunları bil de, de ki: "Hamdolsun Allah'a! O, âyetlerini size
gösterecek, siz de onları görüp tanıyacaksınız. Rabbin, yaptıklarından
habersiz değildir." Bak şimdi bu vaadi; Kasas Sûresi'nin takip etmesi
ne kadar mânâlıdır:
|
|