|
Elmalı
Tefsiri
1.
Yıldıza yemin
olsun. Buradaki elif-lâm ahid ya da cins için olabilir.
Necm: Bu kelime
birkaç mânâya gelir ki, burada her birine ihtimal verilmiştir. Bunlar
şöyle sıralanabilir:
1) Necmden
maksat, yıldız demektir.
2) Ağacın
karşılığı olarak sapı olmayan ot, ya da çemen mânâsına gelir. "(Yerden
biten) otlar ve ağaçlar (Allah'a) secde etmektedirler." (Rahmân, 55/6)
âyetinde olduğu gibi.
3) Zaman
aralıklarıyla parça parça verilen bir şeyin herbir parçasına denir.
Kur'ân da yirmi üç senede peyder pey indirildiğinden "müneccemen" nazil
oldu denilir ve her inen kısmına necm adı verilir.
4) Lam-ı ahidle
beraber şeklinde özellikle Süreyya yani Ülker yıldızına isim olarak
verilmiştir ki bu, "esma-i gâlibe" (yaygın kullanım) kabilinden bir
isimlendirmedir. Ülker yıldızı, gökte üzüm salkımı gibi görünür ve ayın
menzillerinden üçüncüsü sayılır. Araplar darb-ı mesel olarak "Ülker
akşam vakti doğarsa, çoban örtü ister." derler. Çünkü o zaman güneş,
Ülker'in karşısında Akreb'den önce bulunduğundan, güneşin batması ile
hemen doğuverir. Bir hadiste de denilmiştir ki, "Ülker sabahleyin
doğarsa âfet (belâ, musibet) kalkar." anlamındadır.
Süreyya,
yıldızların en göze çarpanı ve menzillerin en meşhuru olması hasebiyle
bazı müfessirler buradaki "Necm"i, "Süreyya yıldızı" diye tefsir
etmişlerdir.
Bir de bu sûrede
bulunan "Şi'râ yıldızının Rabbi" (Necm, 53/49) ifadesine dayanarak
tefsircilerden bir kısmı da necmin, lâm-ı ahidle beraber Şi'râ yıldızı
olduğunu söylemişlerdir. Her iki tefsir şeklinde de âyette yer alan
doğmak mânâsınadır. Bir çoğu da "ve'n-necmi"deki lâmı, lâm-ı cinsiyye
kabul ederek herhangi bir yıldıza tahsis etmeden mutlak yıldız mânâsına
almışlardır. Bunlardan başka söz konusu kelimeyi, hakikat yahut mecaz
mânâsında yorumlayanlar da olmuştur. Nitekim Ca'fer-i Sadık Hazretleri,
"Necim'le murad Hz. Peygamber, 'dan maksat, onun mirâcdan inmesi yahut
semaya çıkmasıdır, demiştir. Ancak Ebu Hayyân'ın nakline göre, İbnü
Abbas, Mücâhid, Ferrâ ve Kadî Münzir b. Saîd söz konusu sûrede geçen
"en-Necm"den maksadın Kur'ân'dan inen miktar olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Nisâbûrî de:" âyetinin "Hikmetli Kur'ân'a andolsun ki,
sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin." (Yâsin, 36/23) mânâsını
ifade ettiğini söylemektedir. Biz de bu anlamı tercih etmek istiyoruz.
Onun için meâlde "Necm"i yıldız diye terceme etmeyip, bu ihtimallere de
uygun olabilmesi için, o yıldıza yemin ederim indiği zaman, yani "inen
yıldıza andolsun" şeklinde mânâ vermiş olduk. İkinci babdan
gelmektedir. Masdarı, dir ki, şahinin inişi gibi süratle süzülüp inmek,
düşmek yahut yukarı fırlamak mânâlarına gelir. Yıldızların doğuşu da,
batışı da bir "heveyân" yani ufuktan bir fırlayış, bir iniş yahut bir
düşüş demektir. Göğe ait cisimler, "Hepsi bir felekte (yörüngede)
yüzmektedirler." (Yâsin, 36/40) âyetine göre sukut (çekim) kanununa
tâbidirler. Fransızca "gravitation" yani "yer çekimi" denilen bu kanun,
bir heveyân (çekim) kanunudur. Söz konusu fiil, dördüncü babdan
kullanıldığı zaman da mastarı gelir ki, bu da nefsin, şehvete
meyletmesi ve arzulara düşkünlüğü anlamını ifade eder. Bu sûrenin ilk
âyetinde yer alan kelimesi yıldız mânâsına geldiğine göre, sözü edilen
heveyânın (inişin) hem güneşin batışı, hem de doğuşuna ihtimali olduğu
söylenebilir. Yolcular, yıldızların doğuş ve batış zamanlarına
dayanarak yollarını bulurlar. Bütün yıldızların batması ise sabahın
geldiğini gösterir. Şu halde "en-necm"deki elif-lâmdan cins
kasdedilirse, yemin sabah vaktine yapılmış olur. Şayet çemen mânâsı
verilirse, bu durumda da heveyân, otların yükselip yere yattığı,
baharın son vakti demektir. Eğer necm ile Kur'ân'dan inen miktar
kasdedilirse "hüviy" de onun inişi mânâsınadır.
2-Bu
durumda
Kur'ân'ın nüzulü esnasında her inen kısmın indiği zamana, yani vahiy
olayının görünmekte olduğu saatte tecelli eden Kur'ân âyetlerine yemin
edilerek sonra da, Arkadaşınız ne sapıttı ne de azdı. âyetiyle te'kid
ve isbatlı bir tarzda bu yemine cevap verilmiş olmaktadır.
Dalal: Hidayetin
zıddıdır. Yani yolu kaybetmek veya hiç yol bulamayıp şaşkın dolaşmak
demektir.
Gayy: Bu da
rüşdün zıddıdır ki, aklın istikametini veya yolun doğrusunu yitirmek
mânâsını ifade etmektedir.
"Sahib"den
maksat da, Hz. Peygamber'dir. Zaten hitab da ona ve "Kur'ân'ı kendi
uydurdu." diyen Kureyş ve benzerlerinedir. Bunlara karşı "sahibiniz"
tabirinin kullanılmasında özel bir anlam vardır. Zira sahip, daima
sohbette bulunan veya arkadaşlık edip koruyan, yani "hâmi" mânâlarına
gelmektedir. Bu yüzden âyetin meâli şöyle olmalıdır: "Şimdiye kadar
sohbetinde bulunarak çok iyi tanıdığınız, aklına ve doğruluğuna
güvendiğiniz, sizinle sohbet edip hak yolunu göstermek isteyen
arkadaşınız, ne yolunu şaşırdı ne de aklını; ne aldanır ne de
aldatılır. O, ne sihirbaz, ne kâhin, ne de mecnûndur".
3- O,
hevâdan
(nefsinin arzularına göre) da konuşmuyor. Onun konuşması, özellikle
Kur'ân kelâmını söylemesi kendi görüş ve arzusundan, gönlünün meyli ve
ona olan sevdasından kaynaklanmaz. O, öyle sırf kendisine ait bir
söyleyiş değildir. Şu halde Hz.peygamber de ne bir şâirdir, ne de kendi
keyf ve arzusuna göre hüküm vermek isteyen ehl-i hevâ (kendi isteğine
göre yaşayan)lardandır.
4- O, yani
Kur'ân veya onun lafzi söylenişi, ancak bir vahiydir, orada vahyin
dışında bir söz yoktur. O, yalnız vahyolunur. Yani bunlar ancak, Allah
tarafından kendisine vahiy ve tebliğ edilmek suretiyle bilinip
söylenebilir. Bilimsel gerçekler, özellikler, istikbâlin karanlıklarını
keşfederek verilecek hükümler ve söylenecek haberler, ancak Allah
tarafından yapılacak haber verme ve denemeye dayanmaktadır.
Hz. Peygamber
(s.a.v)'in hiç, ictihâdı ile amel etmediğini ileri süren âlimler,
görüşlerine bu âyeti delil getirmektedirler. Fakat "Allah seni
affetsin, niçin onlara izin verdin?" (Tevbe, 9/43) gibi âyetler,
peygamberin ictihâd yaptığını, ancak isabet etmediğinde, o halde
bırakılmayıp vahyile düzeltildiğine işaret etmektedirler. Bu âyet de,
esas itibariyle Kur'ân hakkındadır. Ancak Hz. Peygamber'in hadislerini
de içine almak üzere ifade ettiği mutlak mânâda yorumlandığı takdirde
de, âyetin son tarafına dikkat etmek gerekecektir.
5-7-Zira,
'da
vahyin muzâri kipiyle te'kidli bir şekilde zikredilmesinde bu hususa da
bir işaret vardır. Sonra da vahyin en kuvvetli bir ilim olduğunu beyan
için de ona öğretti, buyurulmaktadır. Ta'lim fiili, iki mef'ul alır. O
yüzden burada ya birinci ya da ikinci mef'ulün hazfedildiği
anlaşılmaktadır. Eğer fiilindeki zamir Hz. Peygamber (s.a.v)'e
gönderilirse, bu durumda Kur'ân'a râci olan ikinci zamir hazfedilmiş
demektir. Bu zamirler, "Onu öğretti" şeklinde mânâ verilerek Kur'ân
kasdedilirse, o takdirde de peygambere râci olan birinci zamir
hazfedilmiş olur. Mamafih her iki durumda da mânâ aynıdır. Yani
arkadaşınıza o vahyedilen Kur'ân'ı öğretti, belletti, şeklindedir.
Kuvvetleri şiddetli bir kuvvet sahibi "Çok merhametli (Allah), Kur'ân'ı
öğretti." (Rahmân, 55/1,2) âyeti, Kur'ân'ı öğretenin Allah Teâlâ
olduğunu gösterirse de, "De ki: "Allah'ın izniyle Kur'ân'ı, kendinden
öncekini doğrulayıcı ve inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak
senin kalbine indirdiği için, kim Cebrail'e düşman olur?" (Bakara,
2/97), "De ki: Onu Rûhul-Kudüs (Cebrail) Rabbinden hak (ve hikmet)
gereğince indirdi." (Nahl, 16/102), "Onu, er-Rûhu'l-Emin (Cebrail)
indirdi." (Şûarâ', 26/193) âyetlerine göre Kur'ân'ı Allah'ın izniyle
Peygamber (s.a.v)'in kalbine indiren "Yahut bir elçi gönderip izniyle
dilediğini vahyeder..." (Şûrâ, 42/51) âyetinin delaletiyle de vahyi
getiren elçi Cebrail olduğuna göre Kur'ân'ı öğretenin de o olduğu
anlaşılır. Dolayısıyle burada her iki mânâ da düşünülebilir.
İbnü Abbas'tan
gelen bir rivayette Kur'ân'ı öğretenin Allah olduğu ifade edilmiş ise
de, Hz. Aişe'den yapılan bir nakle göre söz konusu âyetteki öğretici,
Cebrail olarak tefsir edilmiştir. Lafzın zahirî anlamı da bu görüşe
daha yakın olduğundan tefsircilerin çoğu, bu mânâyı tercih etmişlerdir.
Nitekim Beydâvî, "Şiddetli kuvvetlere sahip bir melek ki o,
Cebrail'dir. Zira Cebrail, harikaların gösterilmesinde bir vasıtadır."
demiş, sonra da diğer görüşü "denilir ki" sözüyle zikretmiştir.
Müfessir Taberi, âyetteki "şedidü'l-kuvvâ" "müthiş kuvvetler" sözünü,
"şedidü'l-esbâb" "müthiş sebebler" diye tefsir etmiş, Nisâburi de bu
sözü, ilim ve amel yönünden müthiş kuvvetler şeklinde yorumlamış ve
ardından şunu ilave etmiştir: "Burada öğrencinin faziletinin
anlaşılması için öğretmen medhedilmiştir. Eğer "Onu Cebrail öğretti."
denilmiş olsaydı bunun zahirî anlamından öğrencinin fazîleti açıkça
anlaşılmış olmazdı." Burada ayrıca "Ona bir insan öğretiyor..." (Nahl,
16/103) diyenlerin sözüne de bir cevap söz konusudur: Çünkü, "Size
ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsrâ, 17/85), "Çünkü insan zayıf
yaratılmıştır." (Nisâ, 4/28) âyetlerine göre insan, hem ilmi bakımından
mükemmel değildir, hem de zayıf bir yaratıktır."
Mirra, mürûr
mastarından bina-i nev'idir. Öd, akıl, kuvvet, kat ve sağlamlık gibi
mânâlara gelir. Buna göre "zûmirre"; te'sir eden, nüfuz sahibi, ödlü
yani korkağın zıddı, ruhsal yapısı kuvvetli, akıllı, güçlü ve sağlam
vücutlu demektir. Ancak tefsirciler başlıca üç mânâ üzerinde
durmuşlardır:
1. Kuvvetli, 2.
Sağlam yapılı, güzel manzaralı, 3. Keşşâf, Beydâvî ve Ebu's- Suud'un
ifadelerine göre akıl ve görüşünde sağlam olan demektir.
Bunlardan
birincisi, yani kuvvetli mânâsı, "Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet
sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyât, 52/58) âyetine göre Allah
Teâlâ'nın sıfatı olabilirse de ikinci ve üçüncü mânâlar, sıfat olarak
Cebrail'e uygundur. Hemen istivâ ediverdi (doğruluverdi). Ragıb der ki:
"İstivâ kelimesi iki türlü kullanılır. Birincisinde iki veya daha fazla
fâile isnad olunur. Mesela, "Zeyd ve Amr eşit oldular." demektir ki bu
eşitlik, hem nitelik hem de nicelik yönünden bir denklik ifade eder."
"Bunlar Allah yanında bir olmazlar..." (Tevbe 9/19) âyetindeki istivâ
da bu mânâdadır. İkincisi de bir şeyin zâtındaki itidâle yani
düzgünlük, denklik, doğruluk ve yükseklik gibi özel nisbetlere denir.
"Ki o, akıl ve re'yinde kuvvetlidir. Hemen doğruldu". (Necm, 52/6),
"Derken gövdesinin üstüne dikildi", (Fetih, 48/29), "Ki onların sırtına
binesiniz..." (Zuhruf, 43/13), "Sen ve yanında bulunanlar gemiye
yerleştiğiniz zaman..." (Mü'minûn, 23/28), "falancanın işi düzeldi",
"falanca, işcilerini emri altına aldı" şeklindeki cümlelerde olduğu
gibi harfi ile müteaddi olduğunda "istilâ" yani ele geçirme, yayılma ve
hakimiyeti altına alma mânâsını ifade eder. Tefsirciler, kelimesini
tefsir ederken bir kaç mânâ üzerinde durmuşlardır. Öncelikle bu fiilin
zamiriyle ilgili iki görüşün bulunduğunu söylemeliyiz.
Birinci görüşe
göre söz konusu zamir, öğretene, Cebrail'e; ikincisine göre de
öğrenene, yani Hz. Peygamber (s.a.v)'e râcidir. Eğer zamir Cebrail'e
gönderilirse bu durumda tefsiriyye olarak fiiline atfedilip sözüne
kadar, öğretimin nasıl gerçekleştiğini bir çeşit beyan etmektedir.
İstivâ burada, Cebrail'in bizzat kendi suretiyle en yüce ufukta
doğrudan görülmesi mânâsına alınarak "Hakiki sûretinde görüldü."
şeklinde izah edilmiştir. Denildiğine göre peygamberlerden hiçbiri,
Cebrail'i hakiki şekliyle görmemiştir. Ancak Resulullah (s.a.v) biri
yerde, diğeri de gökte olmak üzere iki defa onu müşâhede etmiştir. Bu
açıklamalara göre âyetin mânâsı şöyle olabilir. Cebrail Hz. Peygamber
(s.a.v)'e (Kur'ân'ı) öğretti ki o bu durumda bazan olduğu gibi insan
şekliyle değil, Allah'ın yarattığı gibi hakiki suretinde doğrudan
doğruya en yüce ufukta durup, görünmüştü. Bunu dosdoğru semada göründü
diye de ifade edebiliriz. Bazıları, öğretti de semada durdu demişler,
bazıları da kendisine verilen emir üzerine kuvvetiyle istivâ etti
mânâsını vermişlerdir. İstivâ edenin peygamber olduğu kabul edilirse
-ki biz bu mânâyı daha uygun buluyoruz- o zaman fiilindeki fâ-i
tâkibiyye veya sebebiyye olarak kuvvetleri şiddetli yani müthiş kuvvet
sahibi öğretti de arkadaşınız hemen istivâ etti. Yani ilim ve
nübüvvetle yükseldi, şeklinde açıklanabilir. Ve O, istivâ ettiği zaman,
en yüksek ufukta iken doğruldu.
Ufuk, esasen
kıyı ve kenar mânâsınadır. Özellikle göğün kıyı ve eteklerine denilir.
Rüzgarların estiği yönlere de bu isim verilmektedir. Astronomi
bilginlerinin ufk-ı hissi, (hissedilen ufuk) ufk-ı zahiri, mer'î veya
şuaî (görünen ufuk) ve ufk-ı hakiki (gerçek ufuk) diye düşündükleri üç
daire, ıstılah olarak ikinci mânânın dışında değildir. Çünkü bakan
kimsenin boyuna dik olarak bulunduğu noktadan, veya yerin merkezinden
geçtiği düşünülen arz düzleminin gök ile bitiştiği noktaya ufuk
denilmiştir ki bu, yer cihetiyle gök kubbenin tam kıyısı demektir. Şu
halde ufuk, bir bakıma yerin, bir bakıma da göğün kıyısı olacağından,
en yüksek kıyı mânâsını ifade eden ufk-ı â'lâya, ufk-ı sema (gök ufku)
ve ufk-ı şarkî (doğu ufku) denilmiştir.
Fahreddin-i Râzî
der ki: "Meşhur olan görüşe göre zâmiri Cibril'e râcidir. Zira bu
âyete, Cebrail Allah'ın yarattığı gibi ufku istivâ etti ve büyüklüğü
sebebiyle bütün doğuyu kapladı, şeklinde mânâ verilmiştir. Halbuki en
uygun olanı, söz konusu zamirle Hz. Peygamber (s.a.v)'in kasdedilmiş
olmasıdır. Gerçi mânâsı, yüce bir makamda istivâ etti ise de, esas
maksad, gerçekten bir mekanda bulunmak değil, peygamberin kadr ve
kıymetinin, rütbe ve makamının yüksekliğidir."
8- Sonra
yaklaştı, aşağı doğru sarktı. Tedellî kelimesinin üç ayrı kökten
gelmesi muhtemeldir. Birincisi, delâlden "tedellül" şeklinde dilberin
naz ve cilve yapması mânâsını ifade eder. Burada bu mânâdan
bahsetmişlerse de, Allah'a isnad edildiği takdirde seven ile sevilen
arasında muhabbetin olduğunu gösteren güzel bir istiâre olabilir.
İkincisi, "yâ"lı olarak "delâ"dan yaklaşmak ve tevâzu göstermek
anlamına gelebilir ki, bazı âlimler bu mânâyı vermişlerdir. Bu durumda
fiilinin tefsiri olarak yaklaştı, indi ya da indi, yaklaştı diye
terceme edilir. Üçüncüsü "vâv"lı olarak masdarından türemiş olmasıdır.
"Delv" kovaya isim olarak verildiği gibi, "delv" masdarı da kovayı
sarkıtmak veya çekmek mânâlarına gelir. Onun için "tefe'ul" kalıbından
gelen "tedelli" kelimesine herhangi bir şeyin yukarıdan aşağıya doğru
sarkması veya aşağıdan yukarıya çekilmesi mânâsı verilebilir. Bu
sebebledir ki, müfessirlerin çoğu, Cebrail'e ait bir fiil olarak, bu
kelimeyi sarkmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Yani Cibril, en yüksek
ufukta istivâ ettikten sonra yaklaştı ve birden bire Peygamber
(s.a.v)'e doğru sarktı, demektir. Esasen bu takdir, Hirâ dağında
"Rabbinin ismiyle oku..." (Alâk, 96/1) öğretisi ile vahyin, başlangıçta
gelişini anlatmış oluyorsa da henüz peygamberin mirâcı ile ilgili bir
mânâ ifade ettiği söylenemez. Bu yaklaşma ve tedelliyi Allah'ın fiili
olarak düşünenler, "tedelli" fiilini bir de "cezb" (çekme) mânâsı ile
tefsir etmişlerdir.
Nitekim Beydâvî
bu hususu açıklarken konuyla ilgili olarak şunları söyler: "Allah
Teâlâ'nın tedelli etmesi, peygamberi her şeyi ile kendisine cezbetmesi
(çekmesi) demektir." Fakat biz bunu cezb değil, cezbin eseri ve istivâ
gibi Peygamber (s.a.v)'in vasfı olarak, çekilmek suretiyle yükselme
mânâsında anlıyoruz ki bu da, yukarıdan aşağıya sarkmak değil, aşağıdan
yukarıya çıkmak demektir. Görüldüğü gibi bununla da tam mânâsıyla mirâc
olayına işaret edilmiştir.
Yani
Hz.peygamber, Cebrail'in öğretisi üzerine yüksek ufukta yalnız istivâ
ile kalmadı, istivâdan sonra da Allah Teâlâ'ya doğru yaklaştı. Allah
bilir ya belki de "Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam
eder." sözünün mânâsı kendisine zahir oldu da birden bire bir çekim
kuvvetiyle yüksek ufkun ötelerine fırlayıverdi.
9-derken
iki yay
kadar veya daha yakın oldu. Yani onunla arasındaki mesafe, iki yay
kadar yahut daha az kaldı.
Kavs: Bilindiği
gibi yay demektir.
Kâb da yayın
kabzası ile kiriş kısmı olan iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki
kâb mevcuttur. Bazı âlimler de bu mânâya dayanarak kalb etmek yolu ile
bir yayın iki kabı 'nın olabileceğini de söylemişlerdir. Ayrıca yayın
kabzasıyla kirişi arasına da kâb ismi verilmiştir. Mızrak (rumh),
değnek (sevt), arşın (zira, kol), boy, kulaç (ba), adım (hatve), karış
(şibr), serre (fitr), parmak (isba) uzunluk ölçüsü olarak kullanıldığı
gibi "kavs" da aynı şekilde bir ölçü olarak kullanılmıştır. Hicâz
dilinde kavs'ın zirâ' mânâsına geldiği söylenmektedir. İbnü Abbas'tan
da âyette geçen söz konusu kelimenin aynı mânâda olduğu hususunda
rivayet vardır. Buna göre cümlesi, onunla arasındaki mesafe iki arşın
kadardır, mânâsını ifade eder. Ancak bu âyetle ilgili daha güzel bir
yorum nakledilmiştir. Şöyle ki; Araplar cahiliye döneminde bir ittifak
kurmak üzere anlaşacakları zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin
üzerine koyarak ikisinin kâbını birleştirirler, sonra da ikisini
beraber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, onlardan birinin razı
olacağı şeye diğerlerinin de razı olacağını, birisini kızdıran şeyin
diğerlerini de kızdıracağını ifade eden bir birlik antlaşmasıydı ve
aksi mümkün olmayacak tarzda söz birliği ettiklerini gösteriyordu. Bu
anlamda kâb, miktar mânâsına değil, üst üste gelen iki yayın birlik
manzarasını gözler önüne seren kabza ile kiriş arası demektir.
Görülüyor ki bu mânâ, hem diğerinden daha fazla bir yakınlık tasvir
etmekte, hem de mânevî bir yakınlığı göstermektedir. 'daki 'in, "daha
yakın mânâsına" bir yükseliş ifade ettiği söylenebilir. Bu hususun
muhatablara terdid (iki ihtimalle anlatım) şeklinde anlatılması,
ifadenin temsilî olduğunu hatırlatmak içindir. Bu yüzden tefsirciler
derler ki, yakınlığın en üst seviyesini tasvir eden bu söz, birleşme
alışkanlığını temsil etmekte ve belirsizliği ortadan kaldırmak
suretiyle Peygamber (s.a.v)'in vahyi işitmesini gerçekleştirmektedir.
10- Bu
şekilde
Allah Teâlâ, kuluna verdiği vahyi verdi. Burada kelimesindeki zamirin
Allah'a râci olduğunda ihtilâf yoktur. Müthiş kuvvetlerin sahibinden
maksad Allah olduğuna göre, burada da vahyedenin o olduğu açıktır.
Diğer tefsir şekillerinde de ifadenin akışından Allah'ın isminin
zikredildiği kabul edilmektedir. Şu halde burada başlıca iki mânâ
üzerinde durulabilir. Birisi. İşte Cebrail ona böyle yaklaştı da, Allah
Teâlâ'nın elçisi Muhammed (s.a.v)'e gönderdiği her vahyi getirdi, ona
vahyetti ve öğretti. Başlangıçta hakiki suretiyle görünerek
getirdikleri şeylerin Allah'ın vahyi olduğunu öğretti ve belirli zaman
aralıklarıyla tebliğ etti. Diğer mânâ da Şöyledir: İşte Allah'ın has
kulu olan arkadaşınız Muhammed (s.a.v), İstivâ ettikten sonra O,
Rabbine öyle yaklaştı ki, bütün vasıtalar kaldırıldı ve Allah Ona
doğrudan doğruya verdiği vahyi verdi. Yani Mirâc'da her ne vahyetti ise
Cibril'in dahi herhangi bir aracılığı olmaksızın vahyetti. İşte biz de
bu mânâyı tercih ediyoruz. Zira önceki mânâya göre Mirac olayı, yalnız
"Andolsun onu bir kez daha görmüştü." (Necm, 53/13) âyetine bırakılmış
olmaktadır.
Mirac'da
vasıtasız olarak vahyedilen ne idi? Birisinin namaz olduğu
bilinmektedir. Diğeri de peygambere söylenen şu sözdür:
"Peygamberlerden hiçbiri senden evvel cennete girmeyecek, ümmetlerden
hiçbiri de senin ümmetinden önce cennete girmeyecektir". Bakara
Sûresi'nin son iki âyeti olan 'nün de Mirac'da indirildiğine dair
rivayet daha önce geçmişti. Müslim'in Sahih'inde de "Resulullah
(s.a.v)'a üç şey verildi, beş vakit namaz, Bakara Sûresi'nin sonu,
ümmetinden şirke düşmeyenlere muhkimat yani büyük günahların mağfiret
edildiği haberi" şeklinde bir rivayet mevcuttur. Bununla beraber o
husûsi meclisteki vahyin tafsilatını ancak Allah ve peygamberi bilir.
Nitekim Nizâmu'd-Din-i Nisâbûri de tefsirinde, "ortaya çıkan bir takım
sır ve hakikatler var ki, onları Allah ve Resulunden başkası bilemez"
demektedir.
11-
Gördüğünü
gönül yalanlamadı. Buradaki fiilinin zamiri, bir önce geçen âyetteki
"abd" kelimesine de "fuâd"e de gidebilir "Gözü şaşmadı..."
buyurulduğuna göre, bu görme işinin gözle (baş gözüyle) olması
gerekmektedir. Buna göre âyetin mânâsı, gözünün gördüğünü kalbi
yalanlamadı, şeklinde olur. Yani gerek bütün o müthiş kuvvetleriyle
Cibril'i, gerekse Mirac'daki o tecelliyatı (beliren şeyleri) görmesi
bir hayal değil, kalb ve vicdanın yalancı çıkarmayıp görerek tasdik
ettiği hakikattır. Onun için Cebrail'i hangi suretle olursa olsun, her
geldiğinde tanıdı.
12- Şimdi
siz
gördüklerine karşı onunla mücadele mi ediyorsunuz? Burada muzari
siğasıyla buyurulması, bakışın devamlılığına delalet eder.
13-
Nitekim
bunun açıkca te'kid edilmesi için de şöyle buyuruluyor: Andolsun O, onu
bir kez daha görmüştü. Yani O, müthiş kuvvet ve akıl sahibi ve
kendisine Kur'ân'ı öğreten Cebrail'i, hakiki sureti ve bütün
kuvvetleriyle bir de Mirac'dan inerken gördü. Burada Cebrail'in, makam
itibarıyla Resulullah'dan geride olduğuna işaret vardır. Müfessirlerin
çoğuna göre, kelimesi mastar bina-i merre olduğundan dolayı mânâsında
zarf olarak mansuptur. Buna göre âyetin mânâsı, "Onu diğer bir
defasında da bir inişte gördü." şeklinde olur. Sofi ve İbnü Atiyye gibi
bazı âlimler de hal makamında mastar olduğunu söylemişlerdir ki,
"inerken" mânâsına gelmektedir. Birinci görüşe göre nin sıfatı "diğer
bir iniş", ikinciye göre de "diğer bir kerre", yahut fiilinin mef'ul-i
mutlakı olarak "diğer bir görüş" demektir. Bu inişin Mirac gecesi
olduğunda ittifak vardır. Ancak kimin inişi olduğu konusunda farklı
yorumlar mevcuttur. Bazıları Allah Teâlâ'nın inişi demişlerdir. Bu
hususta Râzî şöyle der: Allah hakkında hareket ve iniş tasavvur etmek
bâtıldır. Manevî yakınlık ile inişte de rahmet ve fazl üzere kula
yaklaşma söz konusudur ki bu durumda da kul O'nu göremez. Onun için
Musa "Ey Rabbim azâmet ve celal perdelerinden bir kısmını ortadan
kaldır, kuluna rahmet ve fazlınla yaklaş da seni göreyim." (Arâf,
7/143) dedi. Âlimlerden bazıları da, buradaki inişten maksat,
Cebrail'in hakiki görünümü ile inişidir demişlerdir. Ancak Cebrail,
Sidre-i Müntehâ'dan öteye geçemediğine göre âyeti Cibril'in inişi
haline münasip olmaz. Çünkü Cibril'in Sidre-i Müntehâ'nın yanında
görülebilmesi için oraya daha yüksekten inmiş olması gerekir. Bunun
içindir ki biz 'dan Peygamber (s.a.v)'in Mirac'dan inişi mânâsını
anlıyoruz. Râzî ve Nisâbûrî'nin tefsirlerinde zikrettikleri bir habere
göre, Mirac gecesi, Cebrail, "Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım muhakkak
yanardım." dediği makamda kalmış, peygamber ondan ayrılıp daha ileri
gitmişti. İşte söz konusu âyette geçen inişten maksat, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in gittiği makamdan daha sonra Cebrail'in yanına dönüşüdür. Bir
de Resulullah, namaz meselesiyle ilgili olarak birkaç kere inip
çıkmıştı. tabiri, de böylece son inişi ifade etmiş olacağından,
yukardaki mânâya daha uygun düşmektedir. Biz de bu mânâda karar kılmak
istiyoruz. Bu hususu şöyle özetlemek mümkündür: Resulullah, (s.a.v) her
Kur'ân bölümünü getirdiğinde Cebrail'i, girdiği surette görüyordu. Onu
melek sureti ile bir defa Mirac'dan önce görmüş -ki o zaman Cebrail,
Peygamber'in yanına gelmişti- bir kere de Mirac'dan inerken görmüştü.
14- Bu
görüşmede
de Resulullah, Cebrail'e doğru yaklaşmış ve Cebrail onu, Sidre-i
Müntehâ'nın yanında karşılamıştı.
Sidre-i Münteha,
son sidre demektir ve izâfi bir terkiptir.
Münteha: İsm-i
mekân ya da mimli mastar olan bu kelime, "nihayet sidresi" veya "son
sınır sidresi" anlamını ifade eden bir isimdir. Sidre, daha evvel de
geçtiği gibi ağaç demektir. Kamus Tercemesi'nde sidre ile ilgili şu
bilgiler vardır. "Sidr, in kesri ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına
verilen bir isimdir. Buna Arabistan kirazı da denir ki, Trabzon hurması
da aynı nevidendir. Bu kelimenin müfredi sidre, çoğulu, siderât,
sidirat, sider ve südür şeklinde gelir. Adı geçen bu ağaç, iki
çeşittir. Birisi büstânî (bahçeye mahsus)dir ki meyvası hoş olup
yapraklarıyla da yıkanılmaktadır. Diğeri de berrî (toprağa mahsus)dir
ki bunun meyvası tatsızdır. Her ikisinin de gölgesi gayet koyu, hoş ve
hafiftir".
Bu kelime de
ayrıca bir hayret mânâsı da vardır. Seder ve Sederat göz kamaşmak ve
hayran olmak demektir. Bunun binâ-i nev'isi de bir nevi hayrete düşmeyi
ifade eder. Bu sebeble müfessirler sidre-i müntehâyı, her iki mânâyı da
gözeterek tefsir etmişlerdir. Bu konudaki farklı yorumları şöyle
sıralamak mümkündür.
1. Sidre-i
müntehâ, yedinci semada bir hadise göre de altıncı semada Arş'ın sağ
tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin
nehirleri, (Muhammed, 47/15 bkz.) onun altından çıkar. Hz. Peygamber
(s.a.v)'in meyvasını tacın püsküllerine, yapraklarını da fil
kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında şunları
söylediği rivayet edilmiştir: "Öyle bir ağaç ki bir binici onun
gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin
hepsini örter." "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene
gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter." gibi
haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın
cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin
sınırına dikilmiş bir ağaç, bir "oluşum ağacı" olarak göstermektedir.
İbnü Mes'uddan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Sidre-i
Müntehâ, cennetin uc kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise
Sündüs ve İstebrak'ın etekleri vardır." Keşşâf'da da "Sidre-i Müntehâ
sanki cennetin bitiş noktasındadır." şeklinde bir ifade vardır. İbnü
Abbas ve Ka'b'dan nakledildiğine göre Sidre-i Müntehâ, arşın altında
bulunan bir ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlukat içinde bulunan
âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybdır, Allah'tan
başkası bilemez. Dahhâk'tan yapılan bir rivayette de şöyle denilir:
"Allah'ın her emri ona ulaşır, ondan daha ileri geçemez." Görüldüğü
gibi bütün bu sözler, müntehâ kelimesinin ifade ettiği anlamı
açıklayıcı mahiyettedir.
2. Fahreddin
Râzî de tefsirine ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler:
"Sidre, "Rakib" den "rikbe" gibi bina-i merre olarak alınırsa bu
takdirde sidre-i müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade
eder." Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede
hayrette kaldıkları bir makamda, Hz. Peygamber hayrete düşmedi,
şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine
de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği rivayeti kabul etmektedir.
3. Ebu's-Suud'un
da bu konuda şöyle dediği görülür. "Ve sonunda senin Rabbine
varılacaktır." âyetine göre müntehâdan maksat, Allah'tır. Bu yüzden
Sidretü'l-Müntehâ da, mülkün mâlikine izâfeti kabilinden" Allah'ın
sidresi" mânâsını ifade edebilir."
15-
Cennetu'l-Me'vâ da onun yanındadır. Yani Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında
Cennetu'l-Me'vâ vardır ki o, müttakilerin ve şehidlerin varacakları
cennettir.
16- O
zaman
sidreyi kaplayan kaplıyordu. Mirac hadislerinden İbnü Cerir'in
naklettiği rivayetlerde Enes (r.a.), Resulullah (s.a.v)'ın şöyle
dediğini nakletmiştir: "Melek beni Mirac'a çıkardı, derken sidreye
ulaştım. Onun sidre olduğunu, yaprağını ve meyvasını tanıyordum. Az
sonra onu Allah'ın emrinden bürüyen bürüyünce, âni bir değişikliğe
uğrayıp hiç kimsenin tavsif edemeyeceği bir hale geldi ki, o hali ben
de anlatamam." Yine İbnü Cerir'in İbnü Zeyd'den yaptığı bir nakilde o
şöyle demektedir: "Peygamber (s.a.v)'e: "Ya Resulullah sidreyi kaplayan
ne gördün?" diye sorulduğunda buyurdu ki "Altından bir pervanenin onu
bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allah'ı tesbih ettiğini
gördüm." İbnü Abbas'tan âyeti ile ilgili şöyle bir rivayet vardır: "Onu
(sidreyi) Allah bürüdü de Muhammed Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü
gördü". Bu gaşy (bürümek) sıfatının, bir fiil olması gerekir. Rebi'de,
"Sidre'yi Rabbin nuru ve melekler kapladı." demektir. Ebu'l Âliye'ye
göre de onu, ağaca uçuşan kuşlar gibi Allah'ın nuru kapladı. Mücahid'in
görüşü ise, "Muhammed hem Sidre'yi hem de kalbi ile Allah'ı gördü."
şeklindedir.
17- Göz
şaşmadı.
Onu (sidreyi) gören Resulullah (s.a.v)'ın gözü yerinden kaymadı, şaşıp
da sağa sola meyletmedi. Ve aşmadı. Yani görme sınırını aşıp da yanlış
bir bakış bakmadı. Akılların şaşacağı, gözlerin kamaşacağı hayret
verici şeyler görmekle beraber O, ne şaştı, ne de görme sınırını aştı.
Son derece dikkatli ve sıhhatli bir şekilde Allah'ı tesbih edip onu
müşâhede etti. Âyetin ilk cümlesi, Peygamber (s.a.v)in edebini, diğeri
ise kuvvet ve kudretini beyan etmektedir. Râzî der ki : "Peygamber'in
müşâhedesi Hz.Musa gibi olmadı. Zira Hz. Musa olayında dağ dümdüz
olmuş, Musa baygınlık neticesi yere yıkılmış ve bakışını kesmişti.
Lakin Sidre, dağdan kuvvetli idi. Çünkü dağ, darmadağın oldu, fakat
Sidre sebat edip yerinden kımıldamadı. "Musa baygın düştü..." (A'râf,
7/143) fakat Muhammed (s.a.v.) sarsılmadı."
18-
Şüphesiz O,
Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü. Yeminin cevabıdır. kesinlik
ifade etmektedir. "Âyet" ise acaiplikler anlamındadır. "El-kübrâ"
lafzında iki irab vardır. Birincisi meâlde de gösterildiği şekilde
fiilinin mef'ûlü olarak "en büyük âyet" mânâsınadır. İkincisi, âyetin
sıfatı olup, "şüphesiz Rabbinin en büyük âyetlerinden bir şey gördü"
anlamını ifade eder. Üçüncü bir mânâ da in zâid olduğu düşünülerek
"muhakkak Rabbinin en büyük âyetlerini gördü" demek olabilir. Özetlemek
gerekirse şöyle denilebilir. Hz. Peygamber, Mirac'da Rabbinin
rubûbiyyet âyetlerinden, mülk ve saltanatının acaipliklerinden kelâmın
ifade sınırına sığmayıp ancak müşahede ile ulaşılabilecek en büyük âyet
veya büyük âyetlerini gördü. Şu halde bu âyetlerin mânâlarını izaha
kalkışmak haddimize düşmez. Görüldüğü gibi burada Rabbini gördü
denilmeyip, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü, şeklinde bir ifade
kullanılmıştır. Dolayısıyla bundan Allah'ı görme mânâsını anlamak,
âyetin zahiri itibariyle mümkün görünmemektedir. Gerçi (Necm, 53/11)
âyetinde geçen "peygamberin gördüğü şey" bu âyette görülenlerden ibaret
değildir ve âyeti de zâta yakınlığa işaret etmektedir. O yüzden
buradaki görmenin baş gözüyle mi, yoksa mücerred kalb gözüyle mi
gerçekleştiği konusunda tartışma yapılabilirse de âyeti, yukarıda ifade
edilen hususların bir özeti olduğundan da başka bir görme söz konusu
olsa bile, bu âyette zikredilenden daha büyük olamaz.
Buhârî'de Mesrûk
tarikiyle Hz. Aişe'den gelen şöyle bir rivayet vardır: Mesrûk der ki:
Hz. Aişe'ye: "Valide hazretleri! Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü mü"?
diye sordum. O da bana "Söylediğin bu sözden dolayı tüylerim diken
diken oldu." dedi. Ve arkasından şunu ilave etti, "Her kim şu üç şeyi
söylerse yalan söylemiştir. Kim Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü derse
yalan söylemiştir. Sonra "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür; o
latifdir her şeyi haber alandır." (En'âm, 6/103) âyetini okudu. Her kim
sana yarın ne olacağını bilirim derse yalan söylemiştir dedi ve sonra
"Kimse yarın ne yapacağını bilmez" (Lokman, 31/34) âyetini okudu. En
sonunda da her kim sana peygamber risaletten bazı şeyler gizledi derse
yalan söylemiştir, dedi ve ardından "Ey elçi, Rabbinden sana indirileni
duyur..." (Maide, 5/67) âyetini okudu. Ancak Peygamber, Cebrail'i iki
defa hakiki sûretinde gördü."(1) Yine Buhârî'de, Abdullah b. Mes'ud'dan
gelen iki ayrı rivayet vardır ki bunların birinde Peygamber'in,
Cebrail'i altıyüz kanatlı olarak gördüğü, diğerinde ise, Cennet'ten
gelen ve ufku kaplayan yeşil bir refrefi müşâhede ettiğini
belirtmiştir. Bu rivayetler de gösteriyor ki görülen âyetler,
Cebrail'den ibaret değildir.
Müslim'de de şu
rivayetler vardır.
1. Ata tarikiyle
gelen bir rivayette İbnü Abbas: "Peygamber onu kalbi ile gördü." dedi.
2. Ebu'l- Âliye
tarikiyle gelen bir rivayette de İbnü Abbas'ın şöyle dediği nakledilir:
"Andolsun ki onu bir kere daha gördü." Buna mukabil Buhârî'de
zikredilen hadisten başka, Mesruk'dan nakledilen daha genişçe bir
rivayet de vardır ki o da şöyledir:
3. Mesrûk der
ki: "Hz. Aişe'nin yanındaydım, bana dedi ki "Ya Ebâ Aişe, her kim şu üç
şeyden birini söylerse Allah'a karşı büyük iftira etmiş olur." Onların
ne olduğunu sorduğumda da bana şunları söyledi; "Her kim, Muhammed
(s.a.v) Rabbini gördü diye zannederse Allah'a karşı büyük bir iftirada
bulunmuş olur." O esnada ben dayanıyordum, oturdum ve ey müminlerin
annesi bana müsaade buyur dedim, o da acele etmememi söyledi ve Allah
Teâlâ, (Necm, 53/13), "Andolsun (Muhammed) onu apaçık ufukta
görmüştür." (Tekvir, 82/23) buyurmadı mı? dedi, sonra da şöyle devam
etti. Bu ümmet içinde onu Resulullah'a ilk defa ben sordum ve o da
bana, "O Cibril'dir, Onu yaratıldığı hakiki sûrette iki kereden başka
görmedim. Semadan inerken görmüştüm, büyüklüğü, gök ile yer arasını
kaplamıştı." dedi. Hz. Aişe sonra da bana Allah'ın şöyle buyurduğunu
işitmedin mi? dedi. "Gözler O'nu görmez, O, gözleri görür; O Latif'tir,
her şeyi haber alandır." (En'âm, 6/103) ve yine bana Allah'ın şöyle
buyurduğunu duymadın mı? dedi. "Allah bir insanla konuşmaz. Ancak
vahiyle, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip
izniyle dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakimdir." (Şûrâ, 42/51) Bu
rivayette hadis, yalnızca Hz. Aişe'nin ictihadına dayanarak mevkuf
olmayıp, Hz. Peygamber'e de isnad edildiği için müsned hadis hükmünü de
almıştır. Bu yüzdendir ki Müslim bu hadis için etemm (en mükemmel) ve
atvel (en uzun) tabirlerini kullanmıştır.
4. Abdullah b.
Şakîk ve Ebu Zer'den yaptığı bir rivayette şöyle söyledi: "Resulullah
(s.a.v)'a "Rabbini gördün mü?" diye sordum "O bir nurdur, nasıl
görebilirim, yahut nereden görebilirim?" dedi.
5. Başka bir
rivayetinde de Abdullah b. Şakîk diyorki, Ebu Zer'e "Resulullah
(s.a.v)'ı görseydim sorardım" dedim, "neyi sorardın" dedi, "Rabbini
gördün mü?" diye sorardım dedim. Ebu Zer de bana dedi ki, "ben sordum
Resullullah buyurdu ki "Bir nur gördüm." Kâdî İyâz Şifâ-i Şerif'de der
ki: bir cemaat Hz. Aişe'nin görüşünü benimsemiştir. İbnü Mes'ud ve Ebu
Hureyre'ye göre de meşhur olan görüş budur. Bu sebebten dolayı bir grup
hadisçi, fakih ve kelâmcı dünyada Allah'ı görmenin imkansız olduğunu
ileri sürmüşlerdir. İbnü Abbas'tan nakledilen meşhur kavle göre de
Peygamber Allah'ı gözleriyle görmüştür. Hatta İbnü Abbas bazı
rivayetlerinde Hâkim, Nesâî ve Taberânî rivayetlerinde "Allah Teâlâ
Musa'yı kelâm, İbrahim'i dostluk ve Muhammed'i de görme (rü'yet) sıfatı
ile mütahassıs kıldı." demiştir. Eş'arî ve ona tâbi olanlardan bir grup
da, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Allah'ı basarı ile yani baş gözüyle
gördüğü kanaatindedirler. Bazı tasavvuf erbabı da, açık bir delil
olmadığı için rü'yetin (Peygamber'in Allah'ı görmesinin) baş gözü ile
gerçekleşmesi konusunda görüş beyan etmemekle birlikte, bunun caiz
olabileceğini söylemektedirler. Kâdî İyâz der ki: "Hiç şüphesiz doğru
olan görüş budur. Zira, Allah Teâlâ'nın dünyada görülmesi aklen caizdir
ve akılda, onu imkansız kılacak bir şey yoktur. Şeriat'te de mümkün
olamayacağı konusunda kat'i bir delil söz konusu değildir. âyeti de
"Gözler onu ihata edemez veya her göz onu göremez." gibi yorumlara
müsait olduğu için görmenin imkansızlığına delil olamaz. "Sen beni
göremezsin." (A'raf, 7/143) âyeti de umumî bir mânâ ifade etmemektedir.
Bununla beraber peygamberimizin gözle görmesi hakkında da kesinlik
ifade eden bir delil yoktur. Zira bu konuda en fazla itimâd edilen Necm
Sûresi'nin 11. ve 13. âyetleridir. Bunlara göre de mesele ihtilaflı
olmakla birlikte hem olabilirlik hem de olmama ihtimali vardır. Ayrıca
Peygamber'den bize ulaşan mütevatir bir haber de mevcut değildir. İbnü
Abbas'ın görüşü ise kendi kanaatidir ve Hz.Peygamber (sav)'e
dayanmamaktadır. Aliyyu'l-Kârî de "Şifâ şerhi"nde şunları söyler:
"Gazzâlî İhyâ'sında" sahih olan görüş, Resulullah (s.a.v.)'ın Mirac
gecesi Allah Teâlâ'yı görmemiş olmasıdır" demektedir. Ancak Nevevî
"Fetâva"da görmenin vuku bulduğunu kabul ederek kritikçi âlimlerden de
nakillerde bulunmaktadır. Fahreddin Râzî tefsirinde, herhangi bir yön
ve karşılaşma söz konusu olmadan Allah'ı görmenin caiz olduğunu beyan
ettikten sonra şunları söyler: "Ehl-i Sünnet'e göre görmenin meydana
gelmesi kulun değil, Allah'ın irâdesiyledir. Allah dilerse gözde,
dilerse gönülde idrak halk edebilir. Bu mesele, sahabe arasında da
ihtilâfa yol açmıştır. Ancak şunu belirtelim ki, görmenin vuku bulduğu
konusunda ihtilâf olmakla birlikte caiz olduğu hususunda ittifak
vardır." Râzî sözüne şöyle devam etmektedir. âyetinde, Peygamber
(s.a.v)'in Mirac gecesi Allah'ın âyetlerini görüp, Allah'ı görmediğine
bir delil vardır. Mamafih Allah'ı gördüğü konusu zaten ihtilâflıdır. Bu
husus şu şekilde izah edilebilir: Allah Teâlâ, Mirac kıssasını
"âyetleri görme" ile mühürlemiş "Eksiklikten uzaktır, o ki geceleyin
kulunu... yürüttü." (İsrâ, 17/1) âyeti içerisinde "...ona
âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye..." buyurmuştur.
Eğer Muhammed
Rabbini görmüş olsaydı mümkün olanın en büyüğü olurdu. O takdirde âyet,
rü'yet olur ve en büyük şey de rü'yetten ibaret bulunurdu." Yani
peygamber bizzat Allah'ı görmüş olsaydı, Mirac'ın en büyük gayesi o
görme olacağından sonunda "Şüphesiz o (Muhammed) Rabbini gördü." veya
"Bizi görsün diye." söylenmesi gerekirdi.
Râzî'nin bu son
ifadesi bize başka bir mânâyı hatırlattı. Rü'yet en büyük âyet olunca
burada "kübrâ"yı görme ile tefsir etmemiz gerekecektir ki bunu da iki
şekilde düşünmek mümkündür. Birisi: Rabbinin âyetlerinden, yani üstün
mucizelerinden en büyüğü olan rü'yet mucizesini görmekle kalmadı
ahirette ümmetinin göreceği gibi beni de gördü. Diğeri de en büyük âyet
olan rü'yetin hakikatini müşahede etti şeklinde olabilir. Çünkü (En'âm,
6/103) âyetinde de geçtiği gibi bakışların ve rü'yet denilen fiilin
hakikatini ancak Allah bilir. O halde rü'yetin hakikatini müşâhede
etmek, "Ben onun kulağı, gözü ve kalbi oldum." hadisi ve "Attığın zaman
sen atmadın." (Enfâl, 8/17) âyetinin ihtiva ettiği mânâ üzere Allah
Teâlâ'nın Resulullah'da tecelli eden en büyük âyet ve delilleriyle
mümkün olmuş olur. Bu mânâya göre en büyük âyet, Muhammed'e verilen
hakikatler demektir. "Şüphesiz O, işitici ve görücüdür." (İsrâ, 17/1)
âyetinde de bu mânâya bir işaret vardır. Aliyyu'l-Kârî bu konu hakkında
güzel bir yorum yaparak diyor ki: "Allah bilir ya bu zor meselede
delillerin arasını cemetmek yani onları uzlaştırmak şöyle mümkün
olabilir:
Rü'yetin isbat
edilmesi konusunda zikredilen deliller, Allah'ın sıfatlarının
tecellisine; rü'yetin nefyi (imkansızlığı)ne işaret eden hususlarda
zikredilen deliller de, Allah'ın zatının tecelli etmesine bağlanmıştır.
Bir şeyin zâtının tecelli etmesi, ancak onun hakikatinin ortaya çıkması
ile mümkün olacağı için bunun, Allah'ın zatı hakkında caiz olması
imkansızdır. Nitekim "Gözler onu göremez", "Onlar ise ilimleriyle O'nu
kavrayamazlar." (Tâhâ, 20/110) âyetleri de buna delalet eder. Ayrıca
"...Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti." (Â'raf, 7/143) sözünde
yer alan ceale (kılmak) tabirinde ve "Yüzler varki o gün ışıl ışıl
parlar, ve Rabbine bakar." (Kıyâme, 75/22,23) âyetinde de aynı hususa
işaret vardır. Yine Peygamber'in "Rabbinizi, Bedr (ayın ondördüncü)
gecesi ayı birbirinizle sıkışmayarak gördüğünüz gibi göreceksiniz"
hadisinde de bir açıklık söz konusudur.
Hasılı dünyada
kesin olarak bilinen, ahirette de kesin olarak görülecektir. Bununla
beraber Allah'ın zâtının hakikatinden ortaya çıkan sıfatların
görüntüleri de, ebedi makam ve hallerde sonsuzluğa doğru
uzanmaktadırlar. Allah'da sonsuzluğa erişen kimse, cenette yine
sonsuzluğa dek Allah ile olacaktır. "Ve sonunda senin Rabbine
varılacaktır." buyurulmuştur. Bununla beraber O'nun ne evveliyatının
başı, ne de ahirinin sonu vardır.
Âyetin zahiren
ifade ettiği mânânın açıklanmasında iki nokta üzerinde durulmuştur. Bu
konuda Keşşâf sahibi şöyle söyler: "Âyetin zahirî
anlamına göre yaklaşma ve sarkma Peygamber ile Cebrail arasında meydana
gelmiştir ve görünen de Allah değil, Cebrail (a.s.)dir." Nitekim
âlimlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v)'in
Hz. Aişe'ye cevap olarak verdiği haber de sahih olunca, hiç kimsenin
bundan başka bir görüşe meyletmesi de mümkün görünmemektedir. Allâme
Tîbî de der ki, nazmın gereği şudur: 'ya kadar olan söz, vahiy emri,
Cebrail'den aldığı ve düşmanların şüphelerini ortadan kaldırmak
hakkında 'dan âyetine kadar olan kısım da Allah Teâlâ'ya yükselme
hakkındadır. Her akıl sahibi anlar ki, makamı, "Cibril Allah'ın kuluna
vahyetti" şeklindeki bir yoruma imkan vermez. Zira gönül ehli olanlar
bundan birbirlerine sırlarını açan iki kimse arasındaki yakınlık
mânâsını sezerler ki, ona kuruntu sergisi dar, fakat anlayışın sınırı
dar değildir.
Bu izahtan sonra
şunu da belirtelim ki, Hz. Aişe hadisinin Peygamber'e ulaştırılan
noktasını düşünmekle beraber bizim de âyetlerin akışından anladığımızın
özeti, bu tarzdadır. Önce Resulullah'ın Cibril vasıtasıyla "Rabbinin
adıyla oku." (Alâk, 96/1) âyeti gereği öğretimi, sonra istivâ ile
yüksek ufka varması, daha sonra da ufkun üstünde yükselerek Cibril'in
makamını geçmesi ve onu görmesi anlatılmaktadır ki esasen (Necm, 53/12)
âyetinden onu devamlı görmesi gibi bir mânâ anlaşılmakla beraber biri,
Mirac'a çıkmadan evvel üst tarafında biri de Mirac'dan inerken alt
tarafında olmak üzere Resulullah'ın onu, hakiki suretinde iki defa
gördüğü bilinmektedir. Anlatılan hususlardan biri de, Hz. Muhammed
(s.a.v)'in Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü görmesidir. Cümlenin
gelişinden anlaşıldığına göre, âyette geçen "Kübrâ"nın Cebrail'den
ibaret olmayıp, daha büyük bir şey olmasıdır. Nitekim Râzî de
"Âyetlerden maksat, Cebrail'den başkasıdır." demektedir. Alûsî de bu
konuda şöyle der: "Bazı haberlerde Peygamber (s.a.v)'in gördüğü şeyin
Cebrail ve Refref olduğu açıkça zikredilmişse de, esas olan belli bir
şeyin kasdedilmemesidir. Çünkü Peygamber (s.a.v) Mirac gecesi,
sayılamayacak kadar çok âyetler görmüştür." Müslim'in Sahîh'inde
bulunan ve Ebu Habbeti'l-Ensârî tarikiyle İbnü Abbas'tan yapılan bir
rivayette peygamber şöyle buyurmuştur: "Sonra göğe yükseltildim tâ ki
öyle bir makama çıktım ki orada kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum."
Yani bir makama, bir seviyeye çıkarıldım ki kâinatın mukadderâtının
nasıl cereyan ettiğine muttali oluyordum. Biz bu hadisi, âyetinin
mânâsı ile ilgili görüyoruz. Ayrıca 'nın takdirinde "en büyük âyet"
demek olduğunu ve sözün akış tarzının da Muhammedî makamın açıklaması
hakkında bulunduğunu kabul ederek sözü edilen en büyük âyetlerin,
Muhammed'e verilen hakikatler olduğunu düşünüyoruz. Çünkü hangisi
kasdedilirse edilsin, âyetlerin en büyüğünün, ya da âyetlerden en
büyüğünün Peygamber'de tecelli etmesinde asla şüphe yoktur.
Burada şu
noktayı da öneminden dolayı hatırlatmak istiyoruz. Müslim'de bulunan
bir hadis-i şerifde zikredilmiştir ki, "Resulullah önünü gördüğü gibi
arkasını da görüyordu." Demek ki onun görmesi, yön ve karşılaşmaya
bağlı olmayan nitelikte bir görme idi.
19- "Siz
de
gördünüz değil mi? Risalet anlatılıp Allah'ın kuvvet ve kudreti,
âyetlerinin büyüklüğü ve tevhide işaret edildikten sonra, burada da
müşriklere taptıkları tanrılarının hakaretleri ve inançlarının
bozukluğu gösterilmektedir.
Buradaki hitap
Kureyş topluluğunadır.
Yani sırf ilâhî
bir vahiy olan bu kelâmı dinledikten ve arkadaşınız (Muhammed)ın
gördüğünü duyduktan sonra şimdi siz de söyleyin, gördünüz ya o Lât ve
Uzza'yı
20- hem
üçüncü
put Menat'ı . Lât, Uzza ve Menat onların taptıkları putlardandı. Onun
için bu putlarla, Abdullât, Abdul Uzza ve Abdul'l Menat diye isimler
vermişlerdi. Hatta "Bismillâti ve'l- Uzza" sözünü yemin ifadesi olarak
kullanırlardı. Ebu Ubeyde gibi bazı âlimler, bunların taştan putlar
olup, Ka'be'nin içinde bulunduklarını söylemişlerse de, başka
mekânlarda kurulan hususî puthanelerde de putların bulunduklarını
gösteren nakillere rastlanmaktadır. Ka'be içinde Hübel gibi diğer
putların bulunması sebebiyle, yukarıda isimleri sayılan putların husûsi
hanelerde bulunan putlar olması gerekir. Lât için Tâif'de, Uzza için
Nahle'de, Menat için Kudeyd'de birer mekânın olduğu nakledilmektedir.
"Mu'cemu'l-Büldân"da anlatıldığına göre Lât Tâif'de idi. Sakif
kabilesi, beyaz bir taş üzerine onun beytini kurmuş, ve ona bakıcılar
tayin etmişti. Başta Kureyş olmak üzere bütün Araplar ona hürmet
ederlerdi. Bakıcıları da, Sakif kabilesindendi. Yeri, bugünkü Tâif
Mescidi'nin sol minaresinin bulunduğu tarafda idi. Sakif'liler İslâm'ı
kabul ettiklerinde Resulullah Ebu Sufyân b. Harb ile Muğire b. Şu'be'yi
göndermiş, Onu yıktırmıştı. Uzza da Nahle'de bir ağacın yanında bulunan
bir put idi. Gatafan kabilesi ona tapardı. Bu putun bakıcıları, Sayreme
b. Murreoğullarındandı.
Uzza'yı Zâlim b.
Es'ad put edinmişti. Bu put, Nahle-i Şâmiyye vadisi içindeki Hurad
mevkiinde bulunuyordu. Mekke'den Irak'a doğru giderken Mus'ad'ın sağ
tarafında, Amir'in hizasında ve Zat-ı Irk'ın üst kısmında, Bustan'a
dokuz mil mesafede idi. İbnü Es'ad onun üzerine Bess denilen bir beyt
yaptırmıştı ve onun içinde bir ses duyarlardı. Araplar ve Kureyşliler
ona saygı gösterirlerdi, Kureyş'lilerin nazarında da putların en büyüğü
Uzza idi. Onu ziyaret eder, ona hediye ve kurban verirlerdi.
Kureyşliler onun için Hurad vadisinde Sükam adını verdikleri bir
koruluk kurmuşlardı ve onu Kabe'nin Harem'ine benzetmek istiyorlardı.
Şeybân b. Câbir b. Mürre oğullarından olan bakıcıları, Beni'l-Haris b.
Abdilmuttalip b. Hâşim'in adamlarındandı. Bunların en son bakıcıları da
"Dübeyye b Harmeselemî idi.
Hz.
Peygamber (s.a.v) Mekke'yi fethettiği
zaman Hâlid b. Velid'e dediki:
"Batn-ı Nahle'ye git orada üç semüre
ağacı bulacaksın, birinciyi kes!"
Hâlid varıp kesti ve geri dönüp
geldi: Peygamber (s.a.v) ona:
"Bir şey gördün mü?" dedi.
O da, "hayır"
dedi:
"Öyle ise git ikinciyi de kes!" dedi.
Kesip geldiğinde de ona
tekrar "Bir şey gördün mü" diye sordu. Hayır deyince,
"O
halde
git
üçüncüyü de kes!" dedi.
Halid
b.
Velid kesmek üzere gittiğinde
kendisini vazgeçirmek isteyen çıplak bir kadınla karşılaştı. Saçlarını
dağıtmış, ellerini ensesine koymuş ve dişlerini gösteren bu şeytan
kılıklı kadının arkasında da bakıcı olan Dübeyye b. Harmesselemi
eşşeybânî Halid'e bakıp şöyle diyordu:
"Ya Uzza! Haydi
yalan çıkarma, Halid'in üzerine şiddetli bir şekilde saldır. Örtüyü
bırak ve kollarını sıva, çünkü sen bu gün Hâlid'i öldürmezsen peşin bir
zilletle dönecek ve hristiyanlaştırılacaksın."
Halid de şöyle
dedi
"Ya Uzza
nankörlük sana, senin için tenzih (berî kılma) yok. Gördüm ki Allah
seni zelil kıldı."
Ve sonra kılıçla
başına vurdu ve onu öldürdü, peşinden de ağacı kesti ve Dubeyye'yi de
öldürdü Daha sonra da Resulullah'a gelip durumu haber verdi.
Peygamber
de,
"O, Uzza idi, artık bundan böyle Araplara Uzza yok." dedi.
Menat'a
gelince, bu konu da da "Mu'cemu'l- Büldân"da şu bilgiler mevcuttur:
"Menat, Medine
ile Mekke arasında Muşellel nahiyesinde bulunan Kudeyd
isimli mevkide, deniz sahilinde dikili bir putun adıdır. Bu put, diğer
putların hepsinden önce dikilmiştir. Bunu ilk defa dikenin Amr b.
Lühayyi Huzâî olduğu, onu Şam tarafından getirip Ka'benin etrafına
diktiği rivayet edilmektedir. Bu put, Huzeyl ve Huzaa'nın putu idi,
ancak Kureyş ve diğer Araplar da ona tapar, kurban ve hediyeler takdim
ederlerdi. Bu putun daha sonra Kudeyd'e dikildiğini, Evs ve Hazrec
kabilelerinin onu ziyaret etmedikçe hac ibadetlerinin tamam olduğuna
inanmadıkları nakledilmektedir. Nihayet hicretin sekizinci fetih senesi
Resulullah Medine'den dört veya beş gün ayrıldıktan sonra Ali b. Ebî
Tâlib'i Menat'ı yıkmak üzere gönderdi. O da gidip yıktı ve ne varsa
hepsini alıp getirdi. Getirdiği şeyler arasında Mıhzem ve Resub adında
iki de kılıç vardı. Resulullah onları Hz. Ali'ye verdi. Bunlardan
birinin Zülfikâr olduğu söylenir. Bu putun bakıcısı, Ezd kabilesinden
Gatârif idi." Putlara verilen isimlerin hepsi müennestir. Bu konuda
Taberi şöyle der: "El-Lât, Allah lafzından alınarak sonuna müenneslik
(dişilik) tâ'sı getirilmiştir. Müzekkere Amr. Müennese Amre, erkeğe
Abbas, dişiye Abbâse denildiği gibi. Müşrikler putlarına Allah'ın
isimlerini vererek Ellât'ı Allah, Eluzza'yı da Allah'ın el-Aziz
isminden almışlardır." Râzî'nin görüşü de şöyledir: "Ellât, 'in
müennesidir." Aslı, idi, ancak te'niste hâ üzere durulup şeklini aldı.
Sonra da kelimede bulunan iki "ha"dan birisi hazfolunarak, iki asıl
harf ile bir te'nis tâsından ibaret kaldı. Bu te'nis tâ'sı da kelimenin
aslı gibi kabul edilerek "zâmâl"ın müennesi "zâtimâl" gibi oldu.
Kelimenin türetilmesi konusunda başka görüşlerden de bahsedilmiştir.
Etrafında toplanılmak ve dolaşılmak mânâsında aslından şeklinde olduğu
söylendiği gibi, kırâet-i aşere (on kırâet) imamlarından Yakub'un
Ruveys rivâyetinde tâ'nın şeddesiyle okuması 'ın 'den türetildiğini de
göstermektedir. Döğüp ezmek ve bulamak mânâlarına gelmektedir.
Anlatıldığına göre vaktiyle bir adam yağ ile kavut yapıp halka
yedirirmiş ve yiyenler de gelişirlermiş. Derken o zât mabud telakki
edilip, onun suretinde bir put yapılarak Lât ismi verilmiştir. Râzî, bu
hikayeye göre Lât'in, erkek olduğunu söylüyorsa da "suret" te'vili ile
yine müennes olmalıdır. Zira âyetin ifade tarzından hep müennes
oldukları anlaşılmaktadır. Uzza da belli ki "eazzın" müennesi olarak
azîze demektir. Menat ya kader, ölüm veya ilâh mânâsına "Menâ"dan
alınmıştır, ya da İbn kesir kırâetinde şeklinde okunması sebebiyle den
alınarak, yanında kurban kanlarının dökülmesi veya kendi inançlarına
göre yağmur ümid edilmesi gibi bir düşünce ile bu isim verilmiştir.
Burada Menat'tan
sonra "diğer üçüncüsü" sıfatının zikredilmesi, alay ve küçümseme
içindir. Öncelikle bu ifadede, o iki kere gördü ise siz üç defa
gördünüz değil mi? Makamında bir alay vardır. İkinci olarak sıfatı ile
putların geriliği, hakaretvâri bir tarzda dile getirilmiştir. Çünkü
kullanımda, yaygın olarak "diğer" mânâsını ifade etmekte ise de aslında
"gecikme"den ism-i tafdil olarak en geri mânâsında tevriyeli bir söz
olduğu da söylenebilir. Menat en geri bir put olunca diğerlerinin
geriliği de böylece anlaşılmış olur. Bir de Menat'ın daha önce dikilmiş
en büyük bir put iken Lât ve Uzza'dan sonra üçüncü derecedeki putlar
arasına düşürülmüş olmasına işaret sayılabilir. Böylece denilmiş
olmaktadır ki, bu beyandan sonra siz de o taptığınız çeşitli putları ve
onların geriliklerini gördünüz değil mi? Şimdi söyleyin bakalım.
21- Size
erkek
O'na dişi öyle mi? Yani erkek isimlerini kendiniz alıp kadın isimlerini
tanrıya veriyorsunuz öyle mi? Arapça'da isimler, ya müzekker ya da
müennes olur. Fakat müşrikler putlarına hep müennes isimler
vermişlerdi. Özellikle Allah adına dikildiği iddia edilen söz konusu
putlar, müennes isimli idiler. Müşriklerin kanaatine göre, putlar ilâhî
kuvvetlerin ve meleklerin suretleridir. Melekler de Allah'ın
kızlarıdır. Bu yüzden müşrikler; "Biz onların suretlerini yapıp müennes
isimler vererek, onlara taparız. Böylece de bu putları Allah'ın yanında
şefaatçı kabul ederek yardımlarını bekleriz." diyorlardı. Nitekim şu
iki âyet onların durumlarını dile getirmektedir. "Bunlar, Allah katında
bizim şefaatçilerimizdir ." (Yûnus, 10/18), "Biz bunlara, sırf bizi
Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 39/3) Yâkûtu'l-Hamevî,
"Mu'cemü'l- Büldân"da Uzza'yı anlatırken şu fıkraya da yer verir:
"Kureyşliler Ka'be'yi tavaf ederken "Lât, Uzza ve üçüncü olarak da
öteki put Menat hürmetine, çünkü onlar ulu kuğulardır, her halde
onların şefaatleri umulur." diyorlardı. Ve de onları Allah'ın kızları
kabul edip şefaatlerini bekliyorlardı. Peygamber (s.a.v)'e risalet
vazifesi verilince "Siz de gördünüz değil mi Lât ve Uzza'yı? Üçüncü
olarak da diğer putunuz Menat'ı? Demek size erkek, Allah'a dişi öyle
mi? Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim! Onlar, hiçbir şey değil,
sırf sizin ve babalarınızın uydurduğu kuru isimlerdir. Allah, onlar
hakkında hiç bir delil indirmedi." âyetleri inzâl buyuruldu."
Bu nakilden
Garanik meselesinin menşei de anlaşılmış olmaktadır. Garanik kelimesi
çoğul bir kelimedir. Müfredi gurnuk gelir. Gurnuk, kuğu kuşu denilen
beyaz bir su kuşudur ki kazdan daha büyük, uzun boyunlu ve güzel
endamlı bir kuştur. Sîmten denilen beyaz, güzel ve dolgun bedenli taze
dilberlere de kuğu ismi verilir. Gönül alıcı bir rüzgâr estiğinde
deprenip oynayan yumuşak saçlara da "garanika" veya "garanikiyye"
denilmektedir. İşte müşrikler beyaz taşlardan yaptıkları putlarını
böyle şâirâne bir teşbih (benzetme) ile yüksekte uçan kuğu kuşuna
benzeterek onların şefaatlerini umuyorlardı.
22- Bundan
dolayı inançlarının temelsizliği ve çürüklüğü gösterilmek üzere önce
kınama şeklinde "erkek size, dişi O'na öyle mi?" buyurulmuş ve ardından
da "Bu, pek zalimce bir taksimdir." denilmiştir. Âyette yer alan "dayz"
ve "davz" eksiklik etmek, bir kimseye hakkını eksik vermek ve zulmetmek
demektir. "Dîzâ" da eksik, haksız hayıflı yani zalimce anlamını ifade
eder. Kamus mütercimi Âsım efendi bu kelime ile ilgili özellikle şu
hatırlatmayı yaparak der ki: "Şihâb, Dürretü'l-Gavvâs şerhinde şunları
söyler, "Dîzâ kelimesi fu'lâ vezninde bir sıfattır. Noksanlık
mânâsınadır." Aslında yani ilk harfi ötre iken ya (ikinci harfe)
yakınlığı sebebiyle bu ötre, kesreye dönüşmüştür. Çünkü söz konusu
kelime, yâ'lı ecvef olan den alınmıştır. Eğer den alınmış olsaydı o
vakit, denirdi. Kaldı ki Arapça'da sıfat olarak ilk harfin kesresiyle
"fi'la" vezninde kelime yoktur. Bu vezin, "şi'râ" ve "zikrâ" gibi
isimlerin binasındandır." Hâşriye-Sâ'diyye'nin beyanına göre ise bu
görüş, Sibeveyh'e aittir. Diğerleri bu sıfatları, ilk harfin kesresi
ile "fi'la" vezninin varlığını nakleden "hîkâ" ve "kiysâ" ile
gösterdiler. denildiğinde bununla "salınır, kibirli yürür" mânâsı
anlaşılır. denilince de "yalnız yer ve yalnız konaklar" mânâsı
kasdedilir. Ebu Hayyân da "dîzâ" kelimesinin, zikrâ gibi mastar olmakla
birlikte sıfat mânâsını taşıdığını da kabul etmiştir. Sibeveyh'in
kanaatine göre ise, söz konusu kelime, "Uzza " ve "Uhrâ" gibi üstünlük
bildiren fiillerin müennes vezninde gelerek "en zalimane" mânâsını
ifade etmektedir. Çünkü müşrikler, Allah'a çocuk isnad etmekle
haddizatında O'na en büyük zulmü yapmakla kalmıyorlar, kız sahibi
olmayı eksiklik sayıp, arzu etmedikleri halde, onları Allah'a tahsis
etmek suretiyle kendi vicdanlarına karşı saygı göstermek istedikleri
tanrıyı küçümsemiş oluyorlardı.
23-Bu
kınamadan
sonra gerçeğin açıklanması için de şöyle buyurulmuştur: Onlar, o
müennes isimler ve sıfatlarla anılan putlar, hiçbir şey değildirler
Uluhiyyet, izzet Allah'a nisbet ve şefaat gibi kendileri için (putlar
için) gözetilen mânâları, gerçekleştirecek hiçbir şerefe sahip
değillerdir. Sade kuru isimlerden ibarettirler. Yani gerçekte mânâsı
olmayan boş isimlerdir. "İşaret isimleri zât ile birlikte sıfata,
zamirler de yalnız zâta delalet eder", diye meşhur bir kâide vardır. Bu
sebeble buradaki müennes zamiri mercii (işaret ettiği yer) itibariyle
bize bir nükte ifade etmektedir. Zira "gördünüz değil mi?" hitabı ile o
putların bilinen bütün vaziyet ve sıfatları hatırlatılıp ism-i
işaretiyle de kendilerine isnad edilen vasıfların münasebetsizliği
gözler önüne serilmiştir. Ardından da denilip, birden bire bu zamir bir
ism-i işaret makamında görünerek o putları, iptal edilen sıfatlarıyla
tavsif eder gibi olduktan sonra, zamir olması sebebiyle de onları bu
sıfatlardan soyutlamış ve bunların kuru isimlerden başka bir şey
olmadıklarını ortaya koymuştur. Bu tafsilatı vermemizdeki maksadımız,
bu âyetin garanik uydurmasının da iptaline işaret ettiğini özellikle
anlatmaktır. Zira garanik olayı da, müşriklerin putlarına isnad
ettikleri vasıflardan olduğu için burada ayrıca şu anlam da kendini
göstermiş oluyor: Sizin her halde şefaatlerini umarak garanik-i ulâ
(ilk kuğular) dediğiniz o putlar, hiç bir şey olmayıp, kuru isimlerden
ibarettirler.
Sırası gelmişken
şunu da ifade edelim ki: Hac Sûresi'nde bulunan "Senden önce hiç bir
resul ve nebi göndermemiştik ki o (bir şey) arzu ettiği zaman, şeytan
onun arzusu içerisine mutlaka (bir düşünce) atmış olmasın." (Hac,
22/52) âyetinin tefsirinde Taberi ve Zemahşerî gibi bazı müfessirler,
kendilerine yakışmayacak şekilde lafzıyla bir hikaye anlatmışlardır ki,
o da şöyledir: Güya Necm Sûresi nazil olduğunda Resulullah Harem-i
Şerif'te onu okumuş ve sonunda müminlerle beraber müşrikler de secdeye
kapanmışlardır. İşte bu esnada âyetinden sonra "onlar, ulu ak
kuğulardır. Herhalde şefaatleri umulur." sözü de yanlışlıkla işitilmiş,
ancak şeytan tarafından atılan bu sözü, Allah Teâlâ neshedip (ortadan
kaldırıp) âyetlerini onun tasallutundan korumuştur. Bu hikayeyi anlatan
tefsirciler, şeytanların her türlü taarruzlarına karşı ilâhî vahyin
kuvvetini ve nasıl korunduğunu anlatmak istemişlerdir. Ebu Hayyân der
ki: "Bu kıssa, Sîret-i Nebeviyye derleyicisi Muhammed b. İshâk'tan
sorulduğunda O, bunun zındıkların uydurmasından ibaret olduğunu
söylemiş ve konuyla ilgili bir de kitap kaleme almıştır." Hâfız Ebu
Bekr, Ahmed b. Huseyn el Beyhakî de demiştir ki: "Bu kıssa, nakil
yönünden sâbit değildir ve râvileri de yalancılıkla itham edilmiştir.
Bu yüzden sahih hadis kitapları ve diğer hadise dair eserlerde onlardan
bir şey zikredilmemiştir. Şu halde bu sözün atılması vaciptir. Onun
içindir ki ben kitabımı ondan uzak tuttum."
Bu âciz yazar da
der ki: "Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, müşrikler Ka'be'yi tavaf
ederlerken demek âdetleri idi. Bunu, Yakutu'l-Hamevî, "Mu'cemu'l-
Büldan" adlı eserinde ifade etmektedir. Demek ki garanik benzetmesi
Peygamber (s.a.v)'den önce de söylenegelmiş bir sözdür. Çeşitli
şekillerde söylenmiş olması da bunu göstermektedir. O halde bu söz esas
itibariyle müşriklere şeytan tarafından atılan bir sözdür. Ancak esas
üzerinde durulması gereken mesele, bunu Peygamber'in söyleyip
söylemediğidir. "İnmekte olan yıldıza andolsun ki sizin arkadaşınız
şaşırmadı, azıtmadı da. O hevadan söylemiyor. O Kur'ân ancak vahyedilen
bir vahiydir." diye okumuş dururken Peygamber (s.a.v)'in vahyi tebliği
esnasında şeytanın herhangi bir müdahelesinin olamayacağında asla şüphe
yoktur. Şu kadar var ki, Kur'ân'ın birçok yerinde kâfirlerin,
müşriklerin ve şeytanların sözleri de hikaye yolu ile anlatılmıştır.
Eğer söylenmiş olsaydı, bunlar gibi söz konusu kıssanın da Peygamber
tarafından hikaye edilmesi mümkün olabilir ve tam âyetinden sonra ve
den önce söylenmesi icap ederdi. Çünkü, tarzında söylenmiş olsaydı o
zaman, "Erkekler size, dişiler O'na öyle mi? O halde bu insafsızca bir
taksim." âyetlerinin ifade ettiği kınama mânâsı ile kelâmın ahengi
bozulmuş olurdu. Halbuki bu kınamadan sonra denildiği takdirde fiili
hâli (içinde bulunulan zamanı) hikaye ederek "o ulu kuğular ki bir de
onların her halde şefaatleri umuluyor, onlar hiçbir şey değil, sade
kuru isimlerden ibarettir" denilmiş olurdu. Bu mânâ ise, şeytanın
ortaya attığı bir mânâ değil, müşriklerin şeytana aitmiş gibi ortaya
attıkları sözlerini iptal eden düzgün bir söz ve istenen bir mânâ
olacağından, neshedilmesine ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, "Göklerde nice
melek var ki onların şefaatı hiçbir işe yaramaz..." (Necm, 53/26)
âyetinde özellikle şefaat konusuna işaret edileceği gibi bu anlam
lâfzan açıklığa kavuşturulmadığı halde bile, kelâmın mefhumundan
tamamiyle kasdedilenin bu olduğu hususunda şüpheye mahal yoktur. Demek
ki burada (Hacc, 22/52) âyetinin mânâsı ile ilgili bir neshin söz
konusu edilmediğine kelâmın kendisi şahittir. "O hevadan söylemiyor."
Sözünü içeren bir sûreyi (Necm Sûresi'ni) okurken peygamberin dilinden
kendi arzusuna göre bir sözün çıkmasına ihtimal olmadığı gibi, putların
hakaret ve hiçliğini ilan eden âyetlerin arasında onların lehinde bir
sözün geçmiş olmasının da, alaydan başka bir mânâsının olmadığı
ortadadır. Zira putların hiçbir şey olmayıp, yalnız kuru isimlerden
ibaret oldukları açıkça ifade edilmiştir.
Onlara o
isimleri siz ve babalarınız taktınız. Yani ifade ettikleri mânâlardan
hiçbiri kendilerinde bulunmaksızın o putlara isimleri siz ve
babalarınız yalan yere taktınız.
Allah onlar
hakkında bir delil indirmedi. Yani öyle bir isimlendirmeyi hakkı
gösterecek hiçbir delil ve tesirli bir mânâ indirmedi. Onun için
gerçekte onlar, mânâları olmayan kuru isimlerdir. O halde nasıl ve ne
sebeple o isimleri verip de onlara taptıklarına gelince; bu hususun
açıklanması sırasında onların hitaba layık olmadıklarını göstermek için
muhataptan gaibe geçilerek buyuruluyor ki: Onlar başka bir şeye değil
sırf nefislerinin arzularına uyuyorlar. İnanç ve amellerinde hakkı ve
hayrı aramıyorlar. Dini, sırf nefsin istek ve arzularından ibaretmiş
gibi kabul ederek nefs-i emmâreler (kötülüğe sürükleyen nefisler)in
meylettiği boş ve mânâsız hayallerle kuru temenniler peşinde
koşuyorlar. Halbuki Rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren
hidayetçi de geldi. Yani zan ve arzularla murada erilemeyeceğini
anlatan ve isteklere kavuşmak için takip edilmesi lazım gelen hak ve
hakikat yolunu gösteren Peygamber ve Kur'ân gelmişken yine kendi arzu
ve zanlarına uyuyorlar da putlardan şefaat umuyorlar.
24- Yoksa
her
arzu ettiği şey insanın kendisinin midir? Yani her temenni ettiği ve
gönlünce arzu edip kurduğu her hayali, her ideali gerçekleşir mi?
Putlar şefaat ederler diye temenni etmekle, nefislerin arzuları yerine
geliverir mi? Yahut Peygamber olmayı isteyen Peygamber olabilir mi?
Hayır olmaz, insanın her arzusu yerine gelmez. Zira her şey Allah'ın
iradesine bağlıdır.
25- Zira
son da,
ilk de (ahiret de, dünya da) Allah'ındır. İlk varlık âlemine geliş
insanın kendi elinde olmayıp sırf Allah'ın hüküm ve iradesine bağlı
olduğu gibi, sonu yani ahireti de, yine O'nun hüküm ve kanunları
çerçevesinde cereyan eder. Şu halde insanın ahiretini kurtarması ve
sonunda muradına erebilmesi için yalnız kendi arzu ve hisleriyle değil,
Allah'ın hüküm ve iradesine göre indirmiş olduğu delil ve hükümlere
uygun hareket etmesi gerekir. Demek ki sırf nefsin arzu ve
temennilerinden ibaret ümit ve hayal peşinde gitme, yani sade idealizm,
yeterli değildir. (Reel) gerçek bir esasa dayanarak yürümek gerekir.
Çünkü eninde sonunda mülk ve hüküm insan nefsinin değil, Allah'ın dır.
26-
"Göklerde
nice melekler vardır!" Müşrikler, putları melek ve melekleri de
Allah'ın kızları olarak kabul ederek onların resimlerini yapıp takmakla
meleklerin kuvvetlerine yaklaşmanın mümkün olacağı ve bu vesile ile
şefaatlerine ulaşılabileceği kanaatinde bulunduklarından dolayı
özellikle bu ilk âyette onların zanlarının çürüklüğü gösterilmek üzere
evvel ve son (dünya ve ahiret)un Allah'ın olduğu ifade ediliyor. Yani
göklerde ne kadar çok melek vardır da şefaatleri hiç bir şeye yaramaz.
İzinsiz şefaat etmek hadleri değildir, ama şefaat ettikleri farzedilse
bile bu, yine fayda vermez. Ancak Allah izin verdikten sonra faydalı. O
da, herkes için değildir, kime diler ve razı olursa onun için. Bu mânâ,
hem şefaat edecekler hem de kendilerine şefaat edilecekler için
düşünülebilir. Demek ki eninde sonunda rızası aranacak olan mabud
(kendisine ibadet edilen) melekler değil, Allah'tır. Meleklerin şefaatı
böyle olunca putlardan ne şefaat beklenir
27- Evet,
muhakkak ki ahirete imanı olmayanlar günahın ve Allah'a karşı yalan ve
iftiranın ahiretteki ceza ve sorumluluğundan hakiki bir iman ile
korkmadıkları için meleklere dişilerin adlarını verip duruyorlar,
Allah'ın kızları diyorlar. Onun için nefislerinin arzularına uyacak
tarzda kız suretinde putlar yapıyorlar.
28-
Bununla
birlikte ona dair bilgileri yoktur. Yani meleklerin ne olduklarını ve
kendilerinin ne dediklerini bildiklerinden değil, sırf zanlarına tâbi
oluyorlar. Burada zan, kuruntu mânâsınadır. Yani melekler dişi olarak
düşünülür ve tasvir edilirse daha çekici olacağını zannediyorlar.
Halbuki zan, hakikat bakımından hiçbir şey ifade etmez. Yani hiçbir
şekilde hakkın yerini tutmaz. Çünkü zan, nefsî (sübjektif ferde göre
değişen nitelikte) bir olaydır. Hak ise değişmeyen (objektif) bir
hakikattır. Onun için kesin inancı gerektiren itikadî meselelerde zan
kâfi değildir.
29- Bu
yüzden
sen aldırma, yüz çevir. Öyle kimselerden ki bizim zikrimizden, yani
hakkı hatırlatarak nasihat eden (şânı yüce olan Kur'ân)'den yüz
çevirmiş, dinlemiyor, aldırmıyor. Dünya hayatından başka bir şey
istemiyorlar. Nadr b. Hâris ve Velîd b. Muğîre gibi
30- O,
onların
ilimden erişebildikleri, varabildikleri son sınırdır. Yani bildikleri o
kadardır. Bütün ilimlerinin nihayet muradı, (son hedefi) dünya
hayatının zevkidir. "Dünya hayatından sadece (görünen) dış yüzü
bilirler; ahiretten ise onlar tamamen gafildirler." (Rûm, 30/7) âyeti
de onların hallerini tasvir etmektedir. Herhalde yakından sapanı,
sapıklıkta ısrar edeni en fazla bilen Rabbindir. Hidayeti kabul edip
doğru yolu tutanı en ziyade bilen de odur. Bu cümle yüz çevirme emrinin
sebebidir. "En fazla bilen" Sözünün tekrarı da, her iki malum (bilinen)
arasındaki zıtlığı ifade etmektedr. İlimden maksad da, ceza ve
mükafatını tertip ve tatbik edecek tarzda bilmektir.
31-Sonra
da
Allah'ın kudreti gösterilmek üzere şöyle buyuruluyor. Göklerdeki ve
yerdeki Allah'ındır. Yaratma yönüyle de O'nun, tasarruf ve idare
yönüyle de O'nundur. Bu ın müteallâkı (bağlandığı yer) hakkında birkaç
ihtimalin olduğu söylenmiştir. nin delâlet ettiği şey olan yaratma veya
milke veya ye ya da yüz çevirme emrine bağlanabilir. Kâdî Beydâvî der
ki: "Makablinin medlûlüne illettir (kendisinden önceki mânânın delalet
ettiği şeyin sebebidir)." Yani âlemi şunun için yarattı ve tanzim etti
yahut yolunu şaşıranı ve hidayeti bulanı şunun için ayırıp hallerini
korudu ki.." Buna göre birincisi, takdir edilen fiiline, ikincisi ye
bağlı demektir. Ebu Hayyân'a göre de söz konusu "lâm" mülk mânâsının
delalet ettiği şeye bağlıdır. Yani "Allah, karşılık vermek için ya
sapıklıkta bırakır, ya da hidayete sevkeder." şeklinde takdir edilen
cümleye bağlıdır. Ayrıca yukarıda geçen "Allah, karşılık vermek için
sapıtanı ve hidayette olanı bilir." cümlesine bağlı olduğu da
söylenmiştir.
Râzî, emrine
bağlanma ihtimali varsa da en doğrusu ye bağlı olmasıdır, demiştir.
Ebu's-Suud da bu görüşü tercih etmiştir. Ayrıca bu gibi ların ilâhî
fiillerde hikmet ve akıbet için olduğunu da beyan etmişlerdir. Buna
göre mânâ şöyledir: Bu göklerin ve yerin mülkiyet ve saltanatının veya
sapıklık ile hidayetin yahut hak ile batılın bilinmesi, ya da dünya
hayatından bir şey istemeyip Allah'ın zikrinden yüz çevirmiş
kimselerden uzaklaştırılması şu hikmet ve akıbet (sonuç) içindir ki
Allah, kötü iş yapanları yaptıkları ile cezalandıracak, kötü işlerine
karşılık, benzer kötü cezalar verecek. Güzel iş yapanları da daha
güzeliyle karşılayacak, hüsnâ, yani en güzel mükafat olan cennet ile
yahut amellerinin daha güzeli olan kat kat sevapla karşılık verecektir.
İhsan sıfatının gerçekleşmesi için büyük günahlardan kaçınmanın şart
olduğu da, şu vasıfla ifade ediliyor.
32- O
iyilikte
bulunanlar ki, büyük günahlardan -yukarıda da geçtiği gibi büyük
günahlardan maksat, cezası büyük olan yahut hakkında hususi tehdit
bulunan günahlardır ve fevâhişten yani büyük günahlar içinde bilhassa
çirkinliği açık olan fuhşiyyattan kaçınırlar. Lemem hariç, yani az ve
küçük olan kusurlar müstesna Çünkü büyük günahlardan kaçınılınca
mesela, bir bakış, bir göz işareti, bir öpücük gibi, küçük günahlar
affedilir. Şüphesiz ki Rabbinin mağfireti geniştir. Büyük günahlardan
kaçınılınca küçükleri affettiği gibi tevbe edilince büyükleri de
affeder, dilerse tevbesiz de affedebilir. Ancak tevbe edilmekdikçe
şirki mağfiret etmez. Hem O, sizi en iyi bilendir. Yani sizin her
hâlinizi bilir, hükmünü de ona göre verir. Sizi topraktan yarattığı
zaman yerde ilk insan cinsinin, hücrelerinin yaratılışı esnasında, ya
da insan gıdasının topraktan yaratıldığı sırada ve siz analarınızın
karınlarında cenin olarak bulunduğunuz vakitte, yani sizin kendinizi
bilmediğiniz zamanlarda bile nasıl olduğunuzu ve ne halde bulunduğunuzu
ve gelecekte neler kazanacağınızı, kısacası bütün eksiğinizle
varlığınızı hep O bilir. O halde nefislerinizi temize çıkarmayın. Yani
kendinizi hiç günahsız, kusursuz ve tertemiz kabul ederek öğünmeyin.
Farkında olmadan birçok kusurunuz olabilir. Tamamıyla korunup müttaki
olanı en fazla O bilir Çünkü her halinize vakıf olan O'dur. İyilerle
kötüler ahirette Allah'ın huzurunda seçileceklerdir.
33- Şimdi
gördün
ya o yüz çevireni, hakta sebat etmeyip de döneni. Mücâhid ve İbnü
Zeyd'den rivayet olunduğuna göre, Velîd b. Muğire Resulullah (s.a.v)'ın
meclisine gelmiş, onun okuduğu Kur'ân'ı ve va'zını dinlemiş ve İslâm'a
yaklaşmıştı. Bundan dolayı da Resulullah onun hakkında ümit beslemişti.
Sonra müşriklerden biri, onu azarlayıp "atalarının dinini terk mi
ediyorsun? Dinine dön, onda sebat et, ahiret hakkında her neden
korkuyorsan bana şöyle şöyle mal vermen şartıyla kendi üzerine alırım."
deyince, Velîd de ona uyup İslâm'a olan gayretinden dönmüş ve şart
koşulan malın bir kısmını verip geri kalanına dayatıvermişti. İşte âyet
bu hususa işaret etmektedir.
34-
Dayattı,
vermedi.
Küdye, kazılmaz
sert yer ve yalçın kaya, ikdâ da küdyeye (sert kaya) varmak
mânâsınadır. Onun için Araplar derler ve bununla "yeri kazdı da
küdyeye, yani kazılmayacak sert kayaya dayandı", mânâsını kasdederler.
Bu kelime, cimrilik ve zor zaptetmek anlamında da kullanılmıştır.
35- Gayb
bilgisi
yanında da, artık görüyor mu? Yani şimdiden ahireti görüyor da günahını
başkasının yüklenivereceğini biliyor mu?
36- Yoksa
haber
verilmedi mi? Musa'nın sahifelerinde bulunanlar
37- ve
İbrahim'inkindeki, yani İbrahim'e indirilmiş olan sahifedekiler. O
İbrahim ki çok vefâlı idi. "Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım
kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca; 'Ben seni insanlara
önder yapacağım' demişti." (Bakara, 2/124) âyetince İbrahim (s.a)
emrolunduğu kelimeleri tamamıyla ifâ etmişti. Her hususta sözüne çok
bağlı idi. Ebu Hayyân, "el-Bahru'l-Muhit"de şöyle der: "Musa ile
İbrahim'in tahsis edilmesi için denilmiştir ki: Nuh ile İbrahim
arasında (geçen zamanda) bir adamı, babası, oğlu, amcası ve dayısı ile,
bir kocayı karısı ile, bir köleyi de efendisi ile beraber hesaba
çekerlerdi. Onlara ilk karşı çıkan İbrahim oldu. İbrahim'in şeriatından
Musa'nın şeriatına kadar geçen süre içerisinde bir kimseyi başkasının
suçundan dolayı hesaba çekmezlerdi." Bununla beraber burada asıl
maksat, ahirete ait hükmü beyan etmektir. Musa ile İbrahim'in
sahifelerinde olan hususlar şunlardır. ki doğrusu bu "enne"den
hafifletilmiş ve şan zamiri hazfedilmiştir demektir.
38-Yani
gerçek
şu ki, günahkâr bir insan, başkasının günahını çekmez. Yani ancak kendi
günahını çeker.
Vizr, günah ve
ağır yük mânâsına gelir ki, burada günah ve günahın cezasını çekmek
anlamındadır. Yani ahirette ceza çekecek kimse, hiç kimsenin günahının
cezâsını çekecek değil, herkes kendi suçunun cezasını çekecektir. Bizde
meşhur olan "Her koyun kendi bacağından asılır." tâbiri bunu ne güzel
ifade etmektedir. Bunun fıkıhdaki karşılığı, "Ukubatta niyâbet câri
olmaz" (yani cezalarda vekillik geçerli değildir) genel kuralıdır. Şu
halde birisi, başkasının günahını boynuna almakla onu kurtaramaz, ancak
kendi üzerine aldığının yani sorumluluğunun cezasını çeker. Zira,
"Onlar, kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber başka yükleri de
taşıyacaklar.." (Ankebût, 29/13) âyetinde de aynı anlam vardır. Ayrıca
"Her kim kötü bir çığır açarsa, onun günahı ve kıyamete kadar onunla
amel edenlerin günahı da, o çığırı açanın boynunadır." hadisi de
böyledir. Şu da, o sahifelerde bulunan hususlardandır.
39-
Doğrusu
insanın çalışmasından başkası kendisinin değil, ancak çalışması
kendisinindir. Yani bir insan başkasının günahından dolayı hesaba
çekilmeyeceği gibi, çalışmasının dışında bir şeyle sevap alması da
kendi has hakkı değildir. Olursa, başkasının hediyesi, bağışı olur.
Gerçi "Herkesin kazandığı iyilik kendilerine, kötülük de kendi
aleyhinedir..." (Bakara, 286)
âyetinden ilk bakışta "insana
çalışmasından başkası yoktur" mânâsı anlaşılırsa da, insana gerek
dünyada gerek ahirette kazancından başka vehbî olarak (Allah
tarafından) verilen nice rahmet ve ilâhî bağışların bulunduğunda da
şüphe yoktur. Ayrıca yardımlaşmanın emrolunduğu, dünya ve ahirette de
fayda sağladığı bilinmektedir.
Ebu's-Suûd der
ki:
"Peygamberlerin
şefaatı, meleklerin istiğfârı, dirilerin ölüler için dua ve sadakaları
gibi insanın kendi amelinden olmamakla beraber faydalı olduğu bilinen
karşılıksız işlere gelince, bütün bunların fayda sağlaması, insanın
kendi ameli olan imana ve dine bağlılığına dayanır. İman olmayınca
hiçbir şeyin faydası olamayacağı için, bunlarda da faydalı olan yine
kendi gayret ve amelidir."
Ebu Hayyân
tefsirinde şöyle bir rivâyeti
nakleder:
Horasan valisi Abdullah b. Tâhir, Hüseyin b. Fadl'a "Allah
dilediğine kat kat verir." (Bakara,
261) âyeti hakkında soru
sormuştu.
Hüseyin ona,
"Adaletle ancak insana çalıştığı, lütufla ise
Allah'ın dilediği kadar vardır." diye cevap verdi.
Bunun üzerine
Abdullah Hüseyn'in başını öptü.
Bu âyetin
yürürlükten
kaldırılmış olduğuna dair İbnü Abbas'dan nakledilen rivayet sahih
değildir.
(Bu hususla ilgili olarak "Herkes kendi kazandığına
bağlıdır." (Tûr, 21) âyetinin tefsirine
bkz.)
Âlimlerin çoğuna
göre
bu âyet, muhkemdir. İbnü Atiyye bu hakikati şöyle ortaya koyar. Bence
bu âyet şu şekilde izah edilebilir: "Burada esasen mânânın dönüp
dolaştığı yer, daki Lâm'dır. İnsanın "şu benimdir" demeğe hakkı olan
şeyi araştırdığın zaman, onu ancak çalışmasından ibaret bulursun. Ondan
başka bir şefaat, (yardım) veya hayırlı bir baba yahut hayırlı bir
evladın gözetimi ile veya iyiliklerin kat kat verilmesi, yahut sırf
lütuf ve esirgeme kasdıyla olanlar hep merhamettir. Onların hiçbiri
insanın kendinin değildir. Ona, gerçekte benim demeğe yetkisi yoktur.
Bu ancak mecazen hakikate katılarak söylenebilir.
Bunun esası, Lâmın ihtisâs veya istihkâk (hakkı olma) mânâsına gelmesi,
tahsisin de ona yönelik bulunmasıdır. Türkçe'de bu mânâyı ifade eden
"Elden gelen.. öğün olmaz, o da vaktinde gelmez." şeklinde bir atasözü
vardır. "Mâseâ" daki masdariyyedir. Çalışmak demektir. "Çalıştığı"
mânâsına mevsûle olması ihtimali düşünülebilirse de, genellikle doğru
değildir. Zira her çalıştığı, insanın olmaz. İnsanın olan ancak
çalışmasıdır.
40- Ve
hakikat
çalışması yarın görülecektir, kıyamet günü defterinde görülecek ve
mizanına konulacaktır. Yani çalışması boşa gitmez, fakat onun meyvasını
peşin ve hemen görmeğe kalkışmamalıdır. Zira o, ileride görülecektir.
41- Sonra
ona en
dolgun karşılık verilecektir. Bu suretle insanın geleceği, çalışmasının
neticesi olacak demektir.
42- Fakat
bu
âlemde bir çok güzel çalışmanın boşa gittiği görülüp dururken, bu
değerli karşılığı kim temin edecek? denirse şu da bir hakikat ki, varış
Rabbinedir, sonunda Rabbine gidilecektir. Bütün yaratıklar dönüp O'na
varır, O'nun huzuruna çıkarılır. İşte o vakit o tam ceza da,
hakka'l-yakîn (şüphe edilmeyen gerçek) olur.
43- Evvel
O'dur,
âhir O, ve gerçekten güldüren de ağlatanda O'dur. Hayatın safhalarından
iki zıt durum ki biri neşe alâmeti, biri acı; biri sevap defteri, biri
azab; biri cenneti ifade eder, biri cehennemi; biri Cilve-i Cemal
(güzelliğinin yansıması) biri Cilve-i Celâl (Celâl sıfatının
yansıması)'dir.
44- Ve
gerçekten
öldüren de dirilten de O'dur, başkası değil.
45- Ve
hakikaten
erkek ve dişi iki eşi yaratan da O'dur. Gerek insanlardan ve gerek
hayvanlardan erkek ve dişi bütün çiftleri O yaratmaktadır.
46- Bir
nutfeden
döküldüğü zaman, yani rahme atıldığı zaman. Demek ki tabiata dilediği
çeşitliliği verip, dilediği zıtları O yaratıyor ve bunları O'ndan
başkası da asla yapamaz.
47- Ve
gerçekten
diğer yaratma da O'nun uhdesindedir (üzerindedir). Ölümden sonraki
ahiret yaratmasını da O kendisine gerekli kılmıştır. O, yapacak,
iyiliklerin ve kötülüklerin ceza ve mükafatını verecektir. Şu halde
O'nu inkar etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bütün bu çift yaratmalar, bu
dünyanın bir ahireti bulunduğuna delalet edip durmaktadır.
48- Ve
gerçekten
zengin eden ve sermaye veren de O'dur. Fakiri zengin edip
sermayelendiren, fakir olan bir kulunu ihtiyaçtan kurtarıp sermaye
sahibi eden, yahut hoşnud eyleyen ki, "Seni fakir bulup zengin etmedi
mi?" (Duhâ, 93/8) buyurulması da bu cümledendir.
49- Ve
şüphesiz
Şi'râ'nın Rabbi O'dur.
Şi'râ, esasen
"zikrâ" vezninde şuur mânâsına masdar olup, göğün birinci derecede
parlak yıldızlarından en parlak iki yıldıza isim olarak verilmiştir.
Parlaklık derecesi 1. olan yıldızlardan Şi'râ adıyla iki yıldız vardır.
Bunlardan birine Şi'rây-ı Yemânî veya Âbûr diğerine de Şi'rây-ı Şâmî
veya Gumeysâ denilir. Şi'rây-ı Yemânî burçların en güzeli olan Cevzâ'da
(İkizler burcunda) denilen suretin arkasında uydu sayılarak ismi de
verilen Kelb-i ekber (büyük köpek)'de, Şi'rây-ı Şâmî de Kelb-i asgar
(küçük köpek)'dadır. Şi'rây-ı yemânî göğün en parlak yıldızıdır. Burada
bu mânâ ile tefsir edilmiştir. Zira mutlak olarak denilince, ilk akla
gelen odur. Çünkü en parlak olmakla tanınan Şi'rây-ı Yemâni olduğu
gibi, Câhiliyye döneminde kendisine ibadet de edilmiştir. Sûddî
demiştir ki: "Hîmyer ve Huzâa kabileleri ona taparlardı. Alûsî'nin
tefsirine kaydettiğine göre başkaları da bu hususta şöyle demişlerdir:
"Onu ilk evvel tanrı edinen Ebu Kebşe olmuştu." Bu zat, Huzâa,
kabilesinden biri, ya da reisleri olup ismi Vahz b. Gâlib idi. Onun
için müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'e "İbn Ebî Kebşe" diyorlar,
putlara ibadet hususunda kavmine muhalefet etmesinden dolayı peygamberi
ona benzetiyorlardı. Bazıları onu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in babası
tarafından dedelerinden biri olarak göstermiş ve kişinin her özelliğini
atalarının birinden getirdiğini kabul edip filan damar filana çekmiş
demişlerdir. Bunun hem, Peygamber'in anası tarafından dedesi, Vehb b.
Abdimenâf'ın künyesi hem de süt anası Halîme-i Sadiyye'nin kocasının
künyesi olduğu söylenmiştir. Kısacası Araplar'da Şi'râya hürmet eden ve
dünyada onun tesirine inananlar bulunduğu ve doğuşu esnasında gayba
dair sözler söyledikleri cihetle burada özellikle Şi'râ'ya izafetle
"Rabbü'ş-Şi'râ" buyurularak Şi'râ'nın Rab (terbiye eden) değil merbûb
(terbiye edilen) olduğu gösterilmiştir. Böylece onların inançları
reddedilmiş ve kendilerine, Şi'râ'ya değil, Şi'râ'nın Rabbine ibadet
edilmesi gereği anlatılmıştır.
50-
Ardından da
inzar (uyarı) ifade etmek üzere şöyle buyurulmuştur: Ve hakikat o helak
etti, önce gelen Âd'ı, yani eski Âd kavmini ki, Nuh kavminden sonra
helâk edilen Hûd'un kavmidir. Bu mânâda ûlâ (ilk) denilmesi, sonraki
kavimlere göre olup, öteden beri gelen kıdemli Âd demektir. Bazıları,
Âd-ı ûlâ'nın birinci Âd mânâsına olup, Âd-ı uhrâ (diğer Âd) karşılığı
olduğunu söylemişlerdir ki, doğru olan da budur. Âd-i uhrâ hakkında
ihtilaf edilmiştir. Zemahşeri'ye göre Âd-ı ûlâ Hûd kavmi, Âd-i uhrâ
İrem'dir. Lakin İrem de helak edilmiş olduğundan burada Âd'ın ûlâ (ilk)
ile tahsis edilmesinin anlamı yoktur. Müberred, "Âd-ı uhrâ, Semûd'dur"
demiş. Taberî ise, Âd-ı uhrâ'nın Mekke'de Amalika ile beraber olan beni
Lukaym b. Hüzel olduğunu belirtmiştir.(4) Amâlika'ya Cebbârîn
(zorbalar) denildiği gibi "Âd-i uhrâ, Cebbârlar idi" tarzındaki görüş
de buna yakındır. Bir kısım âlimler de Âd-i ûlâ, Âd b. İrem b. Avi b.
Sâm b. Nuh'un çocuklarındandır. Âd-i uhrâ da Âd-i ûlâ neslindendir
demişlerki, bu bize hepsinden doğru geliyor. Çünkü Âd kavminden Hz.
Hûd'a iman etmiş olanların kurtarıldıkları Hûd Sûresi'nde geçmişti. Şu
halde Âd-i ûlâ, Hz. Hûd'a iman etmeyip eski hallerinde inad ederek
helak olanlar, Âd-ı uhrâ da, iman ile yeniden yaratılmaya hak kazanmış
olanlar demek olur. Bu mânâ, Semûd'da da diğerlerinde de vardır.
51-
Semûd'u da
helak etti de hiç bırakmadı. Yani ne Âd ve ne de Semûd kavminden iman
etmeyenlerin hiç birini bırakmadı, günahlarını cezasız yanlarına
komadı.
52- Daha
önce de
Nuh kavmini helak etmişti. Çünkü onlar daha zalim ve daha azgın idiler,
Nuh kavmi diğerlerinden daha zalim idi. Hz. Nûh'a pek fazla eziyet
veriyorlardı. Yahut diğer bir mânâ ile Âd, Semûd ve daha önce Nuh kavmi
hep o helâk edilen kavimler, Kureyş'ten daha zalim ve daha azgın
idiler.
53-
Mü'tefike'yi
de haviyeye attı, havaya kaldırıp hâviyeye, yani yerin altına geçirdi.
"Mü'tefike" Lût kavminin altı üstüne gelen şehirleri, Sedûm ve saire
diye açıklanmıştır ki, "Münkalibe" de üstü altına gelmiş demektir.
"Üstünü altına getirdik..." (Hûd, 11/82) âyeti de bu mânâdadır. Ebu
Hayyân der ki: "Herhangi bir değişim ile evleri ve yerleri alt üst olan
her memleketin kasdedilme ihtimalinin bulunduğu söylenmiştir."
54- Onları
neler
kapladı ise kapladı. Bu ifade, onlara inen azabın dehşetini
göstermektedir. Bunlardan, insanın yaptıklarıyla hiç ilgisi olmayan
soyut semavî (göksel) musibetler anlaşılmamalı, insanların kendi fiil
ve günahlarına ait olan felaketler anlaşılmalıdır.
55-
Nitekim
şöyle buyuruluyor: Şimdi Rabbin hangi nimetlerinden şüphe edersin ey
insan? Bu hitabın bilhassa Peygamber (s.a.v)'e olması düşünülürse de,
dinin muhatab olarak kabul ettiği her insana hitab edilmiş olması daha
uygun olur.
Nimet mânâsını
ifade eden çoğul bir kelimedir. Tekili "ilyün", "elyün", "elen", "ilen"
ve "elvûn"dür Burada ceza mânâsı da zikredilmiş olduğu halde
söylenenlerin hepsine mutlak mânâda nimet denilmesi, cezaların
hatırlatılmasının bile inanan ve akıl sahibi olanlar için ibret
alınarak istifade edilen öğüt ve nasihat olması itibariyle bir nimet
demek olduğunu anlatır. Bununla beraber soru edâtının getirilmesinde ve
ile kendinden önce hatırlatılan helakların tertibinde şüphe ve
nankörlük edenlere karşı önemli bir uyarı mânâsı da mevcuttur.
56- Onun
için
buyuruluyor ki, bu beyan yani (Necm, 53/36)'den beri haber verilenler
önceki uyarılardan bir uyarıdır. Yani önceki peygamberlerin uyarıları
cümlesinden veya onlar kabilinden bir uyarıdır. Bu mânâda nezir,
(uyarıcı) inzar (uyarmak) anlamında masdardır. Eğer münzir (uyanan)
mânâsında sıfat olursa Peygamber (s.a.v)'i göstermiş olur. Yani bu
Kur'ân'ı getiren Muhammed (s.a.v) o Musa ve İbrahim gibi önceki
peygamberler cümlesinden bir peygamberdir. Verdiği haberler muhakkak
vuku bulacaktır. Bu işaretinin Kur'ân'ı işaret ettiği düşünüldüğü gibi
özellikle şu habere işaret olduğu ihtimâli de vardır.
57- âzife
yaklaştı.
Âzife, yaklaşan,
yaklaşacak olan, yaklaşmakta bulunan demek olup, kıyametin
isimlerindendir. Yani "Kıyamet saati yaklaştı." (Kamer, 54/1) diye
yaklaşmak sıfatı ile vasıflanan vakit ve saat günden güne
yaklaşmaktadır.
58- Onu,
Allah'tan başka açacak bir kudret yoktur. Yani onun ızdıraplarını,
acılarını Allah'tan başka açacak veya kaldıracak hiçbir kuvvet ve
kudret yoktur. Yahut onun ne zaman ve nasıl olacağını Allah'tan başka
keşfederek bilecek kimse yoktur.
59- Şimdi
siz bu
sözden mi hayret ediyorsunuz? İnanılmayacak gibi acaip görüyorsunuz?
60- Ve
gülüyorsunuz? Eğlenceye alıyorsunuz. Ve ağlamıyorsunuz? Uyarılarının
dehşetinden ve halinizin korkunçluğundan dolayı ağlamıyorsunuz?
61- "Ve
kafa
tutuyorsunuz."
Sümûd, kafa
tutmak, kibirlenip somurtmak ve sersem olmak, oynayıp eğlenmek, çalıp
oynamak şarkı söylemek mânâlarına gelir. Buna göre söz konusu kelime
burada da çeşitli mânâlar ifade eder. Yani ağlamıyorsunuz da çalıp
oynuyor musunuz? veya eyleniyor musunuz? yahut hayran hayran, sersem
sersem duruyor musunuz? ya da siz mi kafa tutuyorsunuz? Ey gafiller!
62- Haydi
şimdi
Allah'a secdeye kapanın ve ibadet edin, gerçekten ibadet ve kulluk
edin, boş temennilerle vakit geçirmeyin.
Burada âlimlerin
çoğuna göre secde vardır. Daha önce de zikredildiği gibi İbnü
Mes'ud'dan "Resulullah (s.a.v)'ın burada secde ettiği" haberi, Buharî
Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında nakledilmiştir. Bir de İbnü
Merdûye ve Beyhakî (Sünen'de), İbnü Ömer'in şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir. "Resulullah (s.a.v) bize namaz kıldırdı, Sûresi'ni okudu,
bizimle secde etti ve secdeyi uzattı. Aynı şekilde Hz. Ömer de secde
etti." Alûsi'nin kaydettiğine göre Said b. Mansûr, Sebere'nin şöyle
dediğini nakletmiştir: "Ömer b. el-Hattâb bize sabah namazını kıldırdı.
Birinci rekatta Yusuf Sûresi'ni okudu. İkincide ise Sûresi'ni okudu ve
hemen secde etti, sonra kalkıp i okudu ve rükû etti."
|
|