|
Elmalı
Tefsiri
1."Birbirlerine
hangi şeyi soruyorlar?" Bunun aslı, 'dır. Neyi hangi şeyi? demektir.
Sözdeki kapalılık konunun önemini göstermek içindir. "Hangi büyük
meseleyi?" demek olur." Ne için, neden dolayı birbirlerine soruyorlar?"
demek olabileceğini de söylemişlerdir. Her iki durumda da bunu
birbirlerine soranların maksadı gerek olumlu gerek olumsuz, gerek alay,
gerek ciddi olsun her halde inanmayanların dahi bundan önemli bir telaş
duyduklarını ve meselenin aslında büyük bir mesele olduğunu bildirir ki
bu, şu cevap ile açıklığa kavuşturuluyor.
2. "O büyük
haberden".
NEBE',
önemli
haber, önemli olarak kabul edilmesi gerekli olan haber demektir.
Başındaki "lâm" ahd için olduğundan özellikle Peygamberlik haberi demek
olur. "Büyük" sıfatıyla nitelenmesi de aslında en büyük haber olduğunu
gösterip açıklamaktadır. Bu haber, Peygamber (s.a.v)'in gönderilmesi ve
özellikle onun Kur'ân ve Peygamberlikle bildirdiği kıyamet haberidir. O
gün, herkesin iman ve amelinden sorulacağı ahiret günü, öldükten sonra
dirilme günüdür.
İmana
gelmeyenler, Hz. Muhammed (s.a.v)'in Peygamber olarak gönderilişi ile
ilgili birbirlerine soruyorlar: Bu haber ne? O,Allah
tarafından
Allah'ın birliğine ve ahiret gününe inanmaya çağırmak için gönderilmiş
elçi mi imiş? Hele o kıyamet haberi nedir? Ölüler dirilecek, herkese
yaptığından sorulacakmış, öyle mi? diyorlar. Kimi "öyle" diyor, kimi
"böyle şey mi olur?" diyor. Kimi de "acaba!" diye tereddüt ediyordu.
İşte burada bunlar anlatılıyor.
3. "Ki
onlar bu
haberde ayrılığa düşmektedirler". Burada "o haberde" mef'ûlü
(tümleci)nün önce gelmesi mutlak (soyut) olarak önem için veya "sadece"
mânâsını ifade etmek için olabileceğine göre bunda iki mânâ vardır:
Önemini göstermek için olduğuna göre, kiminin inanarak, kiminin inkâr
ederek, kiminin tereddüde düşerek o haber hakkında ihtilaflarını ve bu
ihtilafın bile onun önemini gösterdiğini anlatır. "Sadece" mânâsını
ifade etmek için öne alınmış olduğuna göre ise, onların ihtilaf ve
tartışmaları sadece o haber verilen şey hakkında olduğunu beyan ile bu
ihtilaftan, haberin bir nevi doğruluğu mânâsı çıkar ki, şöyle demek
olur: "Onlar onda ihtilaf ediyorlar ama, ihtilaf etmek bile, ilerde bir
fayda veya zarar gelebileceği düşüncesiyle olacağından dolayı,
gelecekte iyi veya kötü mutlaka bir sorumluluk günü geleceğini
hissetmekten kaynaklanır ve bütün kavgalar bundan kopar. Birbirlerine
soru soranların, ihtilaf edenlerin asıl farkları da o gün ortaya
çıkar."
4. Onun
için
"Hayır, öyle değil". Bu söz, onların ihtilaf ve inkârlarını red ve
batıl inançlarının doğru olmadığını bildirerek, verilen haberin kesin
olduğunu gösterir. "İlerde bilecekler". Yani ilerde gerçek ortaya
çıkacak ve o haberin doğru olduğunu görecekler. Vakti ve saati gelip
aralarındaki ihtilafın çözüleceği, haklı ile haksızın ayrılacağı gün
bütün şüpheler ortadan kalkacaktır.
5. "Hayır
hayır,
ilerde bilecekler." Bu, kendinden, önceki cümlenin mânâsını
vurgulamaktadır...
6. "Biz
yeryüzünü kılmadık mı?" Bu âyetten âyetine kadar aradaki âyetler o
haberin doğruluğunu, evrende bulunan âyet ve delillerle isbat
etmektedir. İnkârı mümkün olmayan bu gerçekler düşünülünce, sonunda bir
ayrılık, bir kesim ve hesap gününün geleceğini inkâra yer kalmaz. "Bir
döşek".
MİHAD, bir
beşik
ve karyola gibi döşenmiş, hazırlanmış döşek demektir. Yeryüzü insanlar
için uzay boşluğu içinde böyle döşenmiş bir döşek gibidir. Önce bu
döşek hazırlanmış, insan bu döşekte doğmuştur. Bu döşekte yaşamakta,
yine bu döşekte konaklamaktadır.
7. "Dağları
birer kazık yaptık." Bu da benzetme edatı söylenmemiş bir benzetmedir.
Dağları birer kazık gibi yaptık demektir.
EVTAD, yere
veya
duvara çakılan çivi ve kazık demek olan kelimesinin çoğuludur. Tekilin
de tâ harfini, vetdün, vetedün ve vetidün şeklinde üç türlü okumak
caizdir. Kazık ve çivi; sıkıştırma ve zorlama ile bağlama ve sabit
tutma aracıdır. Nitekim bizde de "çivi çakmak" bina yapmaktan kinaye
olarak kullanıldığı gibi "kazık kakmak" da bir yerde sabit durmak ve
ikâmet etmekten kinaye olarak ebediyet mânâsında bile kullanılır.
"Sanki dünyaya kazık kakacak!" denildiği zaman sonsuz kalmak istiyor
demekten kinaye olur. Bunun gibi Araplar'da da bir kazık çakılmadan bir
ev kurulmayacağı, bir atasözü gibi söylenir. Nitekim Efveh:
"Direksiz ev
yapılmaz. Kazıklar sağlam çakılmayınca direk de olmaz." beytinde,
direkleri olmadan bir ev kurulamayacağını, kazıklar sağlam çakılmadan
da bir direk dikilemeyeceğini söylemiştir.
Burada
yeryüzünün insan hayatı için bir döşek gibi olduğu anlatılırken,
dağların da bu döşeğin durumunu sabitleştirmek için çakılmış kazıklar
gibi bazı faydaları bulunduğuna ve dağlar kaldırılıvermiş olsa o döşek
üzerinde kalmanın ve huzurun yok olacağına işaret edilmiş bulunuyor.
Yer üzerinde
çıkıntıları bir sahaya çakılmış bir takım kazıkların görüntüsünü
andıran ve bu şekilde nice bölgeler meydana getirerek onları üzerinde
oturmaya ve medeniyete elverişli, korunmuş yataklar halinde sınırlayıp
sabitleştirmiş bulunan dağların yaratılış hikmeti Kur'ân'da başlıca
"Yeryüzünde, insanları sarsmaması için sabit dağlar yarattık." (Enbiya,
21/31) gibi âyetlerde geçtiği üzere çalkanma ve sallanmadan korumak
suretiyle sabitleştirme ve sükûnu sağlayan baskılar mânâsında ifade
edilmiştir ki, bu sallantı ve çalkanışlar insan hayatı bakımından
jeolojik, coğrafi, atmosferik (yeryüzünün etrafındaki boşlukla ilgili)
ve sosyal olmak üzere birçok yönlerle ilgilidir.
Bu ifadede,
yerkabuğunun yaşamaya uygun bir şekilde oluşumu için yer çekiminin
merkezden çevre yüzeyine doğru yayılışının çeşitlilik ve denkliğini ve
dahilî püskürmelere karşı koymayı sağlam ve deniz ile karaları ayırmak
suretiyle kara kısımlarını deniz seviyesinden değişik yüksekliklerde
yükselerek, deniz sularının çekilip çoğalmasıyla olabilecek tufanlardan
kurtarılması ve nehirlerin akması için su depoları, kaynaklar ve su
yolları teşkili; rüzgarların, bulutların, yağmurların farklı akımlarla
dağıtımı ve değişik iklimlerle değişik hayat şartlarının ve yiyecek ve
içeceklerin çeşitli şekillerde hazırlanması, daha sonra da sosyal
bakımdan insanlık akınlarının, birbirlerine karışmalarının,
çarpışmalarının ve çatışmalarının sınırlanması ve düzenlenmesi gibi
sayılamayacak kadar çok faydaları bir özetleme ve doğal durumların
hayata uygun olmayan zorunlu neticelerine de bir işaret vardır. Öyle ki
yüce Allah'ın hayat bakımından özel lütfu olup da yeryüzü döşenmemiş,
üzerine dağlar oturtulmamış, oturma ve korunma bölgeleri oluşturulup
sabitleştirilmemiş, yer yüzeyi deniz seviyesinde bırakılmış olsaydı,
tabiat bakımından üzerinde rahatça durabilme mümkün olmayacak sürekli
bir çalkantı ve sallantı olacaktı. Görülmekte olan hayat ve hayat
şartları oluşmayacak, merkez ve çevreden tabii akımlara karşı direnme
ve savunma sebepleri verilmemiş olacaktı. Yetiştirilen bağ ve bağçeler
şöyle dursun bir hububat tanesi ve hücrecik bile tutunamıyacaktı. Onun
için gök kapılarının açılması, dağların yürütülüp serap haline
getirilmesi Kıyamet olacaktır. Bunlar burada aslında derin olmakla
beraber gayet basit gibi görünen en açık ana hatlarıyla hatırlatılarak
birbirlerine karşıt olan şeylerin olağanüstü demek olan çeşitliliği ve
mantıki olarak birbirlerinin varlığını gerektirmesi itibariyle hayat
tarzından niçinli ve kesin deliller halinde yaratıcının yapma ve
iradesine, lütuf ve ihsanına, insanlığın yükümlülüğüne, yapılmanın
yıkımına, dünyanın ahiret ile bir çift oluşturmasına delalet ettiğine
ve ona göre bir hareket çizgisi belirlenmesine dikkatleri çekecek
şekilde gösterilivermiştir.
8. Erkek ve
dişi, çitf çift. Hayatın tabiat üstünde ilk çeşitlenmesi ve yaratıcının
özel bir nimeti olarak huzur yatağının ilk sosyal kademesi veya sınıf
sınıf, boy boy, güzel ve çirkin gibi tabiatın ahenk ve ritmini
değiştiren ve biri diğerini hatırlatan karşıt çiftler.
9. "Bir
dinlenme."
SÜBAT, bir
kesim, bir dinlenme, yani kesik bir uyku, bir kestirme, bir rahat ve
dinleniş, yahut bir sübat gibi, yani duygu ve işten kesilmek itibariyle
bir ölüm gibi sessizlik veya salgınlık.
Tefsirlerde
ve
"Kâmus"ta "sübat" kelimesinin ölüm, uyku veya hafif uyku ve rahat
anlamlarında kullanıldığı ve bu nam ile tanınan bir hastalığın da adı
olduğu naklediliyor ki insana aşırı bir suskunluk getirir, uykudan
gözünü açtırmaz, hatta öldürür(uyku hastalığı denilen bu olmalı). Bu
kelime tıp dilimize de girmiş, anatomide "sağ ve sol atardamar sübatı"
isimleri meşhur olmuştur. Bununla beraber bu mânâlar kelimenin asıl
mânâsı değil, asıl mânâsından anlaşılabilen diğer mânâlar olarak
söylenmiş olduğu da açıklanıyor. Deniliyor ki, sübat kelimesinin kökü
olan aslında ilk defa "kesmek" mânâsını ifade etmek için kullanılmış
bir kelimedir. Kesilmesi düşünülen mef'ûlü (tümleci)ne göre; tıraş
etmek, yok etmek, işi kesip istirahat etmek, meşhur tabirimize göre
"tatil yapıp dinlenmek" gibi mânâlarda kullanılır. Bu şekilde "işi
tatil etme günü" mânâsına da sebt denilmiştir.
Sebt
kelimesinin
bir diğer lügat mânâsı da uzanıp serilmek, salmak, salıvermektir.
"Başında burulup toplanmış veya örülmüş olan saçının bir miktarını
uzatıp salıverdi." mânâsında denilir. Şaşırmak mânâsına da kullanılır.
Sübat kelimesi de aslında böyle kesmek ve salıvermek mânâları ile
ilgili olarak keskin fikirli, dâhi ve zeki ve dolandırıcı kimse, ölüm
ve bir tür uyku ve bir hastalık mânâlarına mecaz olarak kullanıldığı
gibi rahat mânâsına da olabileceği söylenmiştir. Hastalık isimlerinin
çoğunlukla bu kalıpta olduğu göz önünde bulundurularak bu kelimenin de
ölüm veya bir hastalık mânâsında olmasına da itibar edilmiştir. Ancak
şu var ki, burada uykunun sübat olması nimetler arasında sayılması
nedeniyle, bundan bir zarar mânâsı değil, fayda ve nimet özelliği
kastedilmiş olduğu da anlaşılmaktadır. İşte bu nedenlerden dolayı
uykuya hangi mânâ ile sübat denilmiş olduğunda ihtilaf edilmiştir.
Kuşkusuz burada sübat, doğrudan doğruya uyku demek olamaz. Çünkü
"uykunuzu uyku kıldık" demek anlamsız görünür. Bunu devamlı bir uyku
değil, kesik bir uyku mânâsına; yani hayatınıza zararlı değil, biraz
uyuyarak dinlendikten sonra uyanıp yine işlerinizi görebileceğiniz
hafif ve kesik bir uyku diye tefsir edenler olmuştur. Nitekim bizim de
bazan "bir uyku kestirdi", "bir kestirme yaptı" dediğimiz olur.
Zemahşeri
gibi
bir kısım tefsirciler ise, "Sizi geceleyin ölü gibi uyutan
odur."(En'âm, 6/60) âyetinin mânâsına uygun olmak üzere, uykunun bir
ölüm gibi olması mânâsını tercih etmişlerdir. Bunun hayat demek olan
kelimesine karşılık olarak zikredilmesiyle hüküm gününü anlatması
açısından makama daha uygun olacağını söylemişlerdir. Fakat burada
bunun, nimetler sayılırken zikredilmiş olması genellikle buna pek uygun
görünmez. Bundan dolayı diğer bir kısım tefsirciler burada sübat
kelimesinin "sessizlik ve rahat" mânâsına olmasını tercih etmişlerdir.
İbnü Cerir
el-Taberi ölüm mânâsına işaretle beraber demiştir ki: "Sebt ve sübat
sessizlik demektir. Nitekim rahat ve huzur günü olması itibarıyla
Cumartesi gününe Sebt denilmiştir. Buna göre mânâ şudur: "Uykunuzu
sizin için bir rahat ve huzur kıldık. Onunla dinlenirsiniz ve
ruhlarınız sizden ayrılmamış, canlı olduğunuz halde şuursuz, ölü gibi
sessiz olursunuz."
Ebu Hayyan
da
şöyle der: Sübat, sessizlik ve rahattır. Bir kimse işi bırakıp
dinlendiği zaman denilir. Bir de sübat bildiğimiz bir hastalıktır ki
insanı aşırı derecede sessiz yapar, hatta öldürür. Uyku da buna benzer,
fakat insana zarar vermez.." Kâdı Beydâvî de bunları şöyle
özetlemiştir:
"Subaten,
hayvanî kuvvetlerin yorgunluğunu gidermek suretiyle dinlenmesi için
duygu ve hareketten kesim, yahut ölüm demektir. Çünkü ölüm, iki cins
vefattan biridir. Ölüye, hareketten kesilmiş mânâsına "mesbut"
denilmesi bundandır. Bunun asıl mânâsı da kesmektir." Süyûtî de
(Celaleyn"de: "Sübaten", bedenlerinize rahat mânâsınadır." demiştir.
Bunlara
karşı,
"sübatın, lügatte rahat mânâsına geldiği görülmemeştir" diyenler olmuş
ise de buna şöyle cevap verilmiştir: Bu kelimeyi "rahat" mânâsı ile
tefsir edenlerin maksadı, hakikat olarak değil mecaz olarak bu mânâyı
ifade ettiğini anlatmaktır ki bunun iki şekilde yorumu vardır:
BİRİSİ,
duygu ve
hareketin kesilmesi itibariyle ölümde de bir sessizlik ve rahat
bulunduğundan ölüm mânâsı dolayısıyla bir mecaz olmasıdır ki "iki
mertebeli mecaz" demektir. Yani "ölüm" de "rahat" da mecazi mânâlardır.
BİRİSİ de,
doğrudan doğruya kesmek veya salınmak mânâsından olarak yorgunluğu
kesmekte ve salınıp yatmakta rahat mânâsı bulunmasıdır. Şu halde bu
detaydan çıkan netice de şu olur: Uykunun sübat olmasında, bütün bu
mânâları gösteren bir kavram ile tarifi var demektir. Bu özellikleri
bakımından sübat, uykunun önce organizmanın gösterdiği etkinlikte bir
yorgunluk ve salıklık ile bir kesiklik ve duyuların geçici olarak
kesilmesi ile hayata zıt, bir iş bırakma ve durgunluk olması nedeniyle
ilkin bir baygınlık veya ölüm mânâsında hastalıkla ilgili ve olumsuz
mahiyette bir olay; ikinci olarak bunun devamlı olmayıp bu kadar süre
ile sessizlik ve durgunluk içinde bir dinleniş ile o yorgunluğun
kesilip yeni bir üfürme ile öldükten sonra tekrar dirilmek gibi yeni
bir canlılıkla uyanmak üzere hayatın geleceği ile ilgili bir dinlenme,
bir kür olması nedeniyle de faydalı, sağlıklı, olumlu bir olay olduğunu
ve dolayısıyla uykunun kendisi değil, sonucu itibariyle arzulanan bir
nimet sayılması gerekeceğini anlatan, yani fizyolojisini özetleyen bir
tarifi olmuş olur. Bunun ise detayları tıbbı ilgilendirdiğinden meâlde
"sübat" lafzını terceme edemiyerek tefsir kısmında bunları göstermek
üzere aynen korunmasını daha uygun buldum. Çünkü bunda uykunun karanlık
ile ilgili olan ölüm ve hayat arasındaki karanlık mahiyetine tam bir
teması vardır.
10. Böyle
bir
durumda ise açıkta kalmak tehlikeli ve örtünüp başkalarının
bakışlarından gizlenmek gerekli olduğu için Geceyi de bir libas yaptık.
Bilindiği gibi libas, bedeni bürüyüp örten giysi veya örtüdür ki,
burada sırta giyilen iç çamaşırlardan daha çok yorgan gibi üstten
örtünülen örtü mânâsı daha iyi yakışır. Nasıl ki elbisenin, insanın
ayıp ve kusur yerlerini örtmek, yani avret yerlerini örtmek, soğuktan,
sıcaktan ve haşerelerden korumak gibi bir takım yararları varsa,
gecenin de, karanlığıyla başkalarından, düşmandan, yırtıcı hayvanlardan
gizlemek ve uyarıcı veya fitneci olan ışığın titreşimlerinden saklamak
ve aynı zamanda açıktan erilemiyecek bir takım gayelere ermek için bir
pusu hizmeti görmek gibi nice faydaları vardır. Nitekim Mütenebbi bu
mânâda şöyle demiştir:
"Gece
karanlıklarının benim yanımda nice eli, nimetleri vardır ki, karanlığı
kötülük ilâhı sayan müşrik Mâneviyye'nin yalan söylediğini haber verir.
Seni düşmanların kötülüğünden korur, sen onlara yürüyebilirsin ve
utangaç nazlı dost da seni onda ziyaret etmiştir."
11.
"Gündüzü de
bir geçim zamanı yaptık".
MEAŞ,
"maîşet"
gibi mimli mastar olarak ıyş, yani geçim mânâsınadır ki, Râgıb'ın
beyanına göre canlılara özgü olan hayat demektir. Sadece melekî ve
ruhani olan hayata pek "ıyş" denmez. Örfümüzde meâş, mecaz olarak geçim
sebebine de denir. Burada zaman ismi olması da caiz görülmüştür ki
gündüzleyin hayat ve geçim için çalışma vakti demek olur. Demek ki uyku
ve gece bu şekilde gündüz çalışmak için bir hazırlık yapma olduğu gibi,
uyanıp gündüz çalışmak da hayat gayesine ermek ve yarınki hayat için
bir hazırlanmaktan ibarettir. Bu çalışmak insana ait olmakla beraber
yalnız onun işi de değildir. Yüce yaratıcı tarafından insana tahsis
edilmiştir. Bunların yapılabilmesi ve o döşeğin döşenmesi için ilk önce
mekan olacak bir yurt, bir bina gereklidir ki o da şöyle beyan
ediliyor:
12.
"Üstünüze
yedi sağlam bina çattık."
SEB'İ ŞİDAD,
yedi sağlam bina ki Mülk sûresinde açıklandığı üzere yedi göktür.
Bunların burada şidâd yani sağlam vasfıyla nitelenmesi, insanların
yaptıkları binalar gibi zaman aşımına uğrayıp yıpranıvermemesi
itibariyle kuvvetine, güçlülüğüne, koruyucu sınırlarının sağlamlığına
işarettir.
Bu âyetlerde
geçen "biz kıldık" fiilleri, yukardaki "biz kılmadık mı?" fiili üzerine
bağlanmakla sorunun mevkiine dahil olmak itibariyle burada da "seb'i
şidad", bu ilk muhatab olan Mekke müşrikleri de dahil olmak üzere
herkesin görüp anlayageldiği yedi gezegenin hareketleri ve yörüngeleri
sınırlarıyla çizilmiş olan gök kısımları olmak yeterli görünür.
13. "Işık
saçan
bir kandil, Güneş."
VEHHAC,
ateşin
yalınlanarak parlak ve çoşkulu bir şekilde parıldaması mânâsına
kökünden türetilmiş aşırılık ifade eden bir siğa (kip)dır ki, pek
parlak, parıl parıl demektir.
14.
"Bulutlardan
indirdik".
MU'SIRAT
kelimesi hem "mu'sır"ın, hem de "mu'sıra" nın çoğulu olabilir. Bu vasıf
da birkaç şekilde kapsamlı mânâlar ifade eder. Zira "i'sar"
kelimesinden türetilmiştir. İ'sar ise; sıkmak, bir şeyin suyunu, öz
suyunu çıkarmak mânâsınadır. Veya "vakit" mânâsına gelen "asır"
kelimesini if'al kalıbına sokmak suretiyle türetilmiş olup başında
bulunan hemzenin bir yere veya vakte girmek, vakti gelmek mânâlarını
veya geçişlilik ifade etmesine göre "vaktine girmek, sıkım vakti
gelmek, sıkıp suyunu çıkartmak" mânâlarına mastar olduğu gibi sıkıp
kavuran bora ve kasırga mânâsına isim de olur. Bunun için, vakti gelmek
mânâsıyla i'sar'dan türetildiğinde, ergenlik çağına eren veya yirmisine
yaklaşan kıza mu'sır> denildiği gibi, olgun üzüm gibi sıkılıp suyunu
çıkarma zamanı gelmiş şeylere veya pres, mengene gibi, bir şeyin sıkıp
suyunu çıkartan kuvvetlere de mu'sıra denilir.
Burada bu
mânâların her birine göre mu'sırat, yağmur yağdırma zamanı gelmiş
bulutlar veya onları presler gibi sıkıştıran rüzgarlar veya gökler diye
tefsir edilmişse de, ne olduklarının belirlenmesine kalkışılmaksızın
"sıkım zamanı gelmiş, sıkılıp suyu çıkarılacak şeyler" veya "bir şeyin
suyunu çıkartanlar" mânâlarıyla mutlak olarak anlaşılması daha kapsamlı
olacağından meâlde "mu'sıreler" demekle yetinmeyi nazmın inceliğine
daha uygun gördük.
"Şarıl
şarıl."
SECC, SÜCUC,
lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olarak suyun veya bir akıcı
maddenin çok dökülüp şarlıyarak akması veya akıtılmasıdır.
15.
"Onunla
çıkartalım diye". Bu, yağmur yağdırmanın hikmet ve gayesini
açıklamaktadır. Lâm, netice; bâ sebep bildirmek içindir.
16.
"Sarmaş
dolaş". Bu kelime "leff" kelimesinin çoğulu olup birbirine girmiş,
sarmaş dolaş demektir.
17.
"Kuşkusuz
hüküm günü". Bu kısımda "biz kılmadık mı?" âyetinden beri soru ile
anlatılan fiillerin gösterdikleri netice ile, o büyük haber açıklanmaya
başlanmaktadır. Yani, o uykudan bir kalkış vakti ve o hububat ve
bitkilerin, o bağ ve bahçelerin bir kesim vakti olduğu gibi, bütün bu
dünya hayatının da bir kesimi, o anlaşmazlıkların bir çözümü, o
nimetlerin bir hesap ve sorumluluk vakti olan bir gün geleceği ve o
günün bunlara bir sınır ve son olmak üzere Allah katında belirlenmiş
belli bir vakit olduğu kesindir. Bunun geleceğini bu delillerden
topluca olsun anlamanız gerekir. Anlamak istememeniz durumunda da
ilerde kesinlikle bileceksiniz. Haberiniz olsun ki Mürselât sûresinde
geçtiği üzere kesinlikle bir hüküm günü gelecektir. O şaşmaz bir
belirlenmiş vakittir.
18. O
hüküm günü
Sûr'a üfürüleceği gündür. Bu üfürmenin, yıkım üfürmesi olan ilk üfürme
değil, "Sonra ona bir daha üfürülecektir. Bir de bakarsınız hep o
yıkılanlar kalkmışlar, bakıyorlar."(Zümer, 39/68) âyetinin ifade ettiği
gibi kalkma ve uyanma üfürmesi olan ikinci üfürme olduğu da şununla
anlatılıyor: "bölük bölük gelirsiniz". "Fâ", açıklama içindir. Yani,
Sûr üfürülünce siz ölüler uykudan uyanır gibi uyanır kalkarsınız da "O
gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız."(İsra, 17/71) âyetinin
mânâsınca her millet önderiyle çağrılarak derhal alay alay, ümmet
ümmet, grup grup mahşere gelirsiniz.
19. Ve o
sırada
gök açılmıştır. Âlemin düzeni değişmiş, bugün kapalı sağlam bir bina
olan gök açılmış, Hâkka Sûresi'nde geçtiği gibi "O gün gök yarılmış,
çökmeye yüz tutmuştur."(Hâkka, 69/16) mânâsınca yarılıp yer yer
açılmıştır, da hep kapı kapı olmuştur. Her tarafı kapılardan ibaret
imiş gibi açılmıştır ki ilâhî emirle melekler inecek, Ruh ve melekler
saf, saf olacaktır. Razi der ki: Bu açılma, "gök yarıldığı
zaman"(İnşikak, 84/1) ve "gök çatladığı zaman"(İnfitar, 82/1)
âyetlerinin mânâsıdır. Çünkü yarılma, çatlama ve açılma birbirlerine
yakın mânâlı kelimelerdir, denilmiş ise de bu pek kuvvetli değildir.
Çünkü kapı
açılmaktan anlaşılan mânâ, yarılma ve çatlamadan anlaşılan mânâdan
başkadır. Gök kapı kapı olabilir, sonra o kapılar açılır da göğün
hacminde yarıklık, çatlaklık bulunmayabilir. Hatta nakli deliller
göstermektedir ki bu kapıların açılma olayı meydana geldiğinde yarılma
ve çatlama ile tamemen yok oluş gerçekleşecektir. Buna göre göğün
açılması, henüz kendisinin çatlaması ve yarılması ve tamamen yıkılması
değil, bunların başlangıcı olmak üzere kapılarının açılması ve sanki
hepsi kapı imiş, açık kapılardan ibaret imiş gibi olması demek olur.
Fakat bunlar yıkım üfürmesinde olacak olan olaylardır. Burada ise
kalkış üfürmesi anlaşıldığından, bu açılma, yarılmadan önce değil
"Göğü, kitapların sahifelerini dürer gibi düreceğimiz gün."(Enbiya,
21/104) buyrulduğu üzere göğün dürülüp ve tamamen yok oluşun
gerçekleşmesinden sonra "İlk yaratışa başladığımız gibi yine onu iade
edeceğiz."(Enbiya, 21/104) âyetinin mânâsı gereğince ilk yaratılış
gibi, yeniden yaratılmanın başlangıcı olarak ahiret düzeninin kurulmaya
başladığı sıra, yani gelecek olan "O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama
duracaklar." gününün başlangıcı olmak bu sûrenin akışına daha çok
uygundur. Bu kapılar yalnız Melekler ve yüce Ruh'un inmesi için değil,
A'râf Sûresi'nde "Âyetlerimizi yalanlayanlara ve onları kabul etmeyi
kibirlerine yediremeyenlere, göklerin kapıları elbette açılmaz. Ve
deve, iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar cennete giremezler."(A'râf,
7/40) âyetinde geçtiği üzere kâfirler için açılmayıp cennete girecekler
için açılacak olan gök kapıları da bunlar olacaktır.
20. Şu
halde bu
gök, yarılıp çatlayacak olan dünya göğü değil, ahiret göğü demektir. Şu
âyetler de bunu gösterir gibidir.
Ve dağlar
yürütülmüş de bir serap olmuştur. Bir şey kalmamış, daha önce ilk
üfürmede bütün parçaları yok olup savrulmuş,
"Yer ve
dağlar
kaldırıldı ve arkasından da bir defa bir çarpılış çarpıldılar."(Hâkka,
69/14) âyetinde anlatılanlar gerçekleşip yeryüzü veya daha önce onun
bulunmuş olduğu yer dümdüz olarak "O gün yeryüzü başka yeryüzüne
çevrilir. Gökler de başkalaşırlar." (İbrahim, 14/48) sırrı ortaya
çıkmış bulunacağından Dünyada yeryüzü döşeğinin direkleri olan o dağlar
o gün serap gibi hayale dönmüş, artık yeryüzünün sallanmasına engel
olacak hiçbir halleri kalmamıştır.
21.
Böylece
ayırım gününün kuruluşu ve dehşeti anlatıldıktan sonra o gün yapılacak
olan ayırımın hükümleri de ayrıntılı bir şekilde şöyle anlatılıyor:
Kuşkusuz cehennem, mirsad olmuştur.
MİRSAD,
"Rasat"
kökünden türetilmiş bir alet ismi veya "mıt'am= çok yemek yiyen" gibi
aşırılık kipi kalıbında olmakla beraber mihrab, mizmar gibi daha çok
mekan ismi olarak kullanılır bir kelime olduğu açıklanıyor. Dolayısıyla
"mirsad" dürbün gibi gözetleme aletinden çok gözetleme yeri mânâsına
kullanılır ki avcının av gözlediği yer gibi gözetme yeri, gözetleme
noktası demek olur. Bununla beraber gözetme aleti içinde, gözetme yeri
için de kullanılması hakiki mânâda olmak gerekir. Gözetleme yeri gibi
yerlerin araç ve alet mânâsında olma özelliği taşımaları nedeniyle alet
ismi siğası (kipi) ile söylenmiş olmaları düşünülebildiği gibi,
aşırılık ifade eden kip ile sıfat ve nisbet mânâsında mecazi olarak
kullanılmış olmaları da düşünülebilir ki buna göre mirsad, "çok
gözetici" mânâsıyla yere nisbet edilmiş olur. Yani gözetliyen sanki
yerin kendisi olmuş olur.
Ebu Hayyân
der
ki: "Nisbet mânâsını gösteren haberlerin va sıfatların hepsinde, o
şeyin çok ve devamlı yapıldığı mânâsı vardır. Cehennem de zebanî
meleklerin, kendilerine azap hak olmuş azgınları yakalamak için gözetip
durdukları bir gözetleme yeridir." Mukâtil Şöyle demiştir: Cehennem,
düşmanların hapsedildiği, dostların geçtiği yerdir.
22. Aşırı
gidenler, azgınlık yapanlar için ki bu söz, az önce geçen mirsad ile,
veya biraz sonra gelecek "meab" ile ilgili olabilir. Yani, cehennem
azgınlar için bir gözetleme yeri yahut azgınlar için bir meâb, yani
dönüp varılacak son yer olan bir gözetleme yeri olmuştur. Bu kelime
"mirsâd"ın sıfatı veya ondan bedel veya 'in ikinci haberidir.
23.
"Kalmak
üzere". Bu kelime, bir yerde ikâmet edenler mânâsına olup azgınlar için
takdir edilmiş olan hali anlatır. Yani, o azgınlar orada ikâmet edip
durmak üzere, "asırlarca".
AHKAB,
"hukub"
kelimesinin çoğuludur. Hukub, ard arda olma mânâsını da içererek asır
ve karn kelimeleri gibi peşpeşe gelen birçok seneyi kapsayan bir devir
demektir ki "seksen küsur yıl" diye yaygındır. Her biri bin sene demek
olan ahiret günleriyle, senesi üçyüz altmış gün olmak üzere seksen yıl
diye rivayet edilmiştir ki yirmidokuzbin sene kadar bir devir demek
olur.
Yetmiş bin sene
diyenler de olmuştur. Her ne olsa "hukub," sonu olan bir müddeti ifade
ettiği için buradan cehennem azabının sona ereceğini anlamak isteyenler
olmuştur. Fakat şunu gözden kaçırmamak gerekir ki tekil bir kelime olan
"hukub"un, sonu olan bir süreyi ifade etmesinden çoğul olan "ahkâb"ın
da sonlu olması gerekmez. Tefsirciler der ki: Bu kelimede ard arda
gelme mânâsı bulunduğu ve az bir müddetin de ard arda gelmesi halinde
sonsuza kadar gidebileceği cihetle demek, devirlerce, sonsuza kadar
demek olur. Nitekim, bir çokları da "hukub" kelimesinin, bütün
zamanları içine alan dehir mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Sonra
bundan bir sona erme anlaşıldığı var sayılsa bile, bu bir mefhum-u
muhaliftir. Diğer âyetlerde geçen ve kâfirlerin cehennemde sonsuza
kadar kalacaklarını açıkça gösteren naslarla çelişkili olamaz. Öte
yandan "azgınlar" tabiri, "takva sahipleri" karşıtı olarak müminlerin
asilerini de kapsayan bir mânâda düşünülmesi halinde cehennemde kalışın
sona ermesi onlara nazaran olabilir. Gerçekte cehennemin müminlerin
asilerine ait olan tabakasının neticede söneceği hakkında bir hadis-i
şerif de rivayet edilmiştir. Buradan dünyada mahkum ve esir milletlerin
hallerine de bir işaret çıkarılabilir.
24. Hava
serinliği veya uyku,
25. "Ancak
bir
kaynar su ve irin".
HAMİM sıcak,
kaynar su; GASSAK, cehennemdekilerin vücutlarından dökülen, akan irin
demektir. Dökülmek ve akmak mânâsına gelen "gasak"tan türetilmiştir.
26-27.
"Tam
uygun". Aslında mastar olan bu kelime "tamamen uygun" mânâsına aşırılık
ifade eden bir sıfattır. Çünkü o günü inkâr edip, asla böyle bir gün
olmayacağını söylemenin, tam karşılığı o günün en şiddetli azabını
göstermektir.
28-31.
"İyice
yalanlamışlardı". Bu kelime yalanlama mânâsına tef'il babından
mastardır. "Tadın, artık size, azabınızı artırmaktan başka bir şey
yapmıyacağız". Bu da azabın sona ermiyeceği hususunda bir nasstır.
Azgınların,
yalanlayıcıların halini açıkladıktan sonra takva sahiplerinin hallerine
geçilerek buyruluyor ki:
32.
Dünyada
azgınların en çok azgınlık ve hırslarını tahrik eden zevklerinden
olması nedeniyle onların aksine şunlar, bedel-i iştimâl veya bedel-i
ba'z yoluyla o kurtuluşun bazı neşelerini açıklamaktadır:
"Onlar için
bahçeler var".
HADİKA, suyu
olan ve türlü meyve ağaçlarını ve çiçekleri kapsayan, etrafı duvarla
çevrili bostan ve bahçe demektir. Görünüş itibariyle, gözbebeği demek
olan "hadeka"ya benzetilerek bu isim verilmiştir.
"Ve üzüm
bağları
var".
A'NAB, üzüme
de
üzüm bağlarına da denir.
33. Bu
kelime
"ka'ıb" kelimesinin çoğuludur. Ka'ıb, memeleri küp şeklinde, yani yeni
tomurcuklanmış, turunç memeli taze kızlara denir. "yaşıt." "Etrâb",
"tirb" in çoğulu olup "hep bir yaşta" demektir. Bazı tefsirlerde cennet
kızları hep onaltı yaşında, erkekleri ise otuzüç yaşındadır, diye
rivayet edilmiştir. (Vâkıa Sûresi'ne bkz.)
34-35.
"Dopdolu". (İnsan Sûresi'ndeki "Kuşkusuz iyiler dolgun bir kadehten
içerler." (İnsan, 76/5) âyetinin tefsirine bkz.)
36. Burada
bu
kelime, "Allah bize yeter"de olduğu gibi tam yetmek mânâsından "yeter
mi yeter deyinceye kadar yeterli ve bol" şeklinde tefsir olunmuştur ki,
azgınların amellerine göre onlara verilecek "tam uygun ceza"ya
karşılık, takva sahiplerine amellerinin karşılığından fazla olarak "tam
mükafat".
37.
"Göklerin
Rabbi". Buradaki "Rab", "senin Rabbin"den bedeldir. Bu da atf-ı
beyandır.
Ondan bir
hitaba
malik olamazlar. Bu, Rahmân olan yüce Allah'ın, Rablikte son derece ulu
ve yüce olduğunu ve ceza ve ihsanda kendi başına buyruk olduğunu
açıklamaktadır. Yani, o öyle yüce ve ortaktan uzak, öyle ulu bir
varlıktır ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi, yukarıda ve aşağıda
bulunan bütün yaratıklar, fiilen onun işine karışmak şöyle dursun, onun
adına kendiliklerinden bir söz söylemek veya ona bir hitapta bulunmak
yetkisine sahip değiller. Ancak bundan sonraki âyette açıklanacağı
üzere o izin vermişse başka. O zaman da yetkili olarak değil, izinli
olarak söyleyebilirler.
38. "O gün
kalkar". Bu, âyetinin kapsadığı mânâyı açıklamaktadır. Yoksa bu, "o gün
malik olamazlar" diye bir kayıt koyma mânâsında değildir. âyetiyle
ilgili olmasını da caiz görmüşlerdir. Yani, "Ruh ve meleklerin saf saf
kalktıkları gün konuşamazlar." demek olur. "Sûr'a üfürüldüğü gün"
âyetine nazaran ondan bedel olması bize daha uygun görünüyor. "Ruh ve
melekler". "Ruh" deyince hemen akla "De ki Ruh, Rabb'imin
emrindendir."(İsra, 17/85) âyetiyle buyrulan Ruh gelir. "Ruh, Allah'ın
ordularından bir ordudur. Melekler değildirler.." Meâlinde rivayet
edilen bir hadis de bunu gösterir.
Bazıları,
"hafaza melekleridir" demişler; bazıları ise, "Ruhlar üzerine vekil
kılınan melektir" demişlerdir. Gazali "İhya"sında şöyle der: "Ruh
denilen melek, ruhları bedenlere sokandır. Çünkü o nefes alır. Aldığı
nefeslerden her biri nefeste, bir bedende bir ruh olur. Bu bir
gerçektir. Kalp ehli kişiler bunu basiretleriyle görürler." İbnü
Abbas'tan rivayet edilen bir görüşe göre ruh, Cebrail'dir. İbnü Abbas
demiştir ki: "Cebrail (a.s) kıyamet günü yüce Allah'ın huzurunda onun
azabından korku ile titreyerek kıyama duracak ve: "Noksan sıfatlardan
uzaksın, ya Râb! Senden başka ilah yok. Biz sana hakkıyla ibadet
edemedik" diyecektir."
Bu
rivayetlere
göre kelimesinin başındaki "elif lâm" ahd için demektir ki, "senin
Rabbinden" karinesi (ipucu) ile muhatap Resulullah (s.a.v) olduğu için,
Resulullah (s.a.v) tarafından bilinen Ruh demek olur. Beydâvî bunları
şöyle özetler: "Ruh, ruhlar üzerine vekil kılınmış bir melek veya ruh
cinsi, veya Cebrail, veya meleklerden daha büyük bir yaratıktır." Şu
halde, bunun kapsadığı mânâya iman edip detayları hakkında "ilim, Allah
katındadır" demek daha uygun olur. (Meâric sûresinin başına ve İsrâ
sûresindeki (İsra, 17/85) âyetinin tefsirine bkz.) "Saf saf". Bundan
bir saf anlayanlar olmuş ise de, "Melekler saf saf olduğunda"(Fecr,
89/22) âyeti bunun saf saf olduğunu anlatır.
"Konuşamazlar".
Yeni bir söz başı olarak, daha önce geçen nin mânâsını açıklar. Onun
için bundaki "onlar" zamiri Ruh ve meleklerin yerini tutabilirse de,
gibi bütün göklerde ve yerde bulunanların yerini tutmuş olması daha
uygundur. Yani gerek Ruh ve gerek melekler ve gerek diğerlerinden
hiçbiri ne bir şefaat, ne bir talep, ne de herhangi bir maksat ile, bir
söz söyleyemezler.
Ancak o
Rahmân'ın izin verdiği doğru söyleyen kimse hariç. O kimse izin almak
ve doğru söylemek şartıyla konuşabilir. Konuşması, konuşmaya malik
olduğundan değil, izin ile olmuş olur. Demek ki bu izin ile istisnada,
şefaat kapısının açılışı vardır. Allah'a yakın kullar bu şekilde şefaat
edebileceklerdir ki, İsrâ Sûresi'nde "Rabbinin seni makam-ı Mahmud'a
göndermesi yakındır." (İsra, 17/79) âyetinin tefsirinde geçtiği ve
"şefaat hadisi"nde beyan olunduğu üzere, bu makam, ilk önce genel
şefaata izinli olan Resulullah (s.a.v)'ın makam-ı Mahmud'udur. Özel
şefaatlar bundan sonra olabilecektir. Bu izinden sonra da, konuşacak
olanların doğru söylemiş, hakka isabet etmiş olmaları şart kılınmıştır.
Fakat "Allah'a yakın makamlar elde etmiş olanların, onun huzurunda
doğrudan başka bir şey de söyleme ihtimalleri düşünülür mü ki, "ve
doğruyu söyleyen" diye bu şartın ayrıca açıklığa kavuşturulmasına gerek
olsun" şeklinde bir soru akla gelebilir. Buna iki türlü cevap
verilebilir:
BİRİNCİSİ, o
izni elde edebileceklerin açık sıfatı ve şefaatın birinci şartını beyan
olmasıdır. Böylece, "o izin de doğru söyleyenlere verilir" diye,
Allah'a yakın makamı beyan olmuş olur. Böyle doğruyu söyleyebilmek de
"Onlar, Allah'ın razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler.
Hepsi onun korkusundan titrerler."(Enbiya, 21/28) mânâsına uygun
düşmekle olabilir. Önce Allah'ın rızası olup olmadığını bilmek ise,
"Onlar, Allah'ın dilediği kadarından başka onun ilminden hiçbir şey
kavrayamazlar."(Bakara, 2/255) buyrulduğu gibi, ancak yüce Allah'ın
özel dilemesine bağlı ve onunla sınırlı olduğundan onu anlamadan
şefaate kalkışmak tehlikeli ve onun için şefaat edecekler, "Korka korka
şefaat edecekler" ve ancak isabet edenlerinki kabul olunacaktır. Bu
durumda istisna, "konuşamazlar" fiilinin fail (özne)lerindendir.
İKİNCİSİ,
bir
ihtimal de haklarında söz söylenecek, şefaat olunacaklardan istisna,
"doğru söyleme" kaydının da onlara ait olmasıdır. Yani, "Allah'ın izin
verdiği ve dünyada doğruyu söylemiş olan kimseler hakkında söylemeleri
ve şefaat etmeleri hariç" demek olur ki, bazı tefsirciler bu görüşe
varmışlardır. Bu takdirde sözü edilen soru esasen sorulamaz. Bu durumda
"bir doğru söz"den maksat da kelime-i tevhid, yani "lâ ilâhe illallah"
demek olup "Şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyenlerinedir." hadis-i
şerifi gereğince, büyük günah işleyen müminler hakkında imanlarından
dolayı erinde gecinde şefaatin kabul olunabileceğini beyan olmuş olur.
39. "Bu,
hak
gündür", geçen açıklamaları vurgulamaktadır. Mübteda, haber; yahut
mübteda, haberdir. Yani, yukarıda geçtiği şekilde haber verilen kalkma
ve hüküm günü hak gündür, yahut o haber verilen gün açıklandığı şekilde
hak, meydana gelmesi kuşkusuz ve kesindir.
"Artık
dileyen
Rabbine bir yol tutar." Başında bulunan "fa-i fasîha" ile, verilen
haberin neticesinde yapılması gereken şeylerin faydasını anlatmaktadır.
Yani hâl böyle, o günün hak ve bunun size haber verilmiş olması kesin
olunca, bundan sonra iş sizin dilemenize, cüz'î iradenizle çalışıp
kazanmanıza bağlıdır. O halde her kim, o sıfatları ve ululuğu anlatılan
Rabbine doğru varmak, onun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, ona
götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru yeri
ve makamı edinsin, ona göre bir yol tutsun. Bu geniş açıklamadan
anlaşıldığına göre o yalanlamadan korunup iman ve takva sahibi olmakla
doğru söylemek ve itaat yapmakla olur.
40. "Biz
sizi
yakın bir azap ile uyardık." Bu cümle, âyetinin başındaki "fâ"nın
gösterdiği, şartı zikredilmemiş olan dileme lüzumunun niçinini ve
azabın yakınlığını beyan eder. Yani o hak, haber verilmiş olunca o
dilemenin lüzumu şunun içindir: Çünkü biz size bu haberi vermekle bir
azabın tehlikesini bildirdik ki, o azap uzakta değil, yakındır. Kişi
ondan kendini kurtarmak için vakit geçirmeden iman edip çalışmalıdır.
Zira o yakın azap O gündür ki, kişi o gün iki elinin ne takdim etmiş
olduğuna ondan önce iyi ve kötü ne yapmış olduğuna bakacaktır. Çünkü iş
kulun dilemesine bağlanmış olduğu için herkes kendi kazancına bağlıdır.
O azap ancak kazancın tam karşılığı olarak verilecektir. Ve kafir
diyecektir ki: Ah, ne olaydı da ben bir toprak olaydım. Yani dünyada
bir toprak olaydım, dileme sahibi insan olarak yaratılmayaydım, yükümlü
olmayaydım da bugün azap görmeyeydim. Yahut, bugün toprak olaydım da
tekrar diriltilmeyeydim.
İbnü Ömer,
Ebu
Hureyre ve Mücahid'den rivayet edildiğine göre, Yüce Allah o gün
hayvanları da huzura getirecek, birbirlerinden haklarını alıp
ödeştirecek ve sonra onlara, "toprak olun" buyuracak, hepsi toprak
olacak. İşte kâfir bunu gördüğü zaman onlar gibi toprak olmayı
isteyecektir. Nitekim Tekvir sûresinde "Yabani hayvanlar toplandığı
vakit."(Tekvir, 81/5) âyetinin tefsirinde de gelecektir. Bu mânâlara
göre toprak, hakiki mânâsında kullanılmıştır. Fakat bazıları son mânâya
göre bunun, alçakgönüllülükten mecaz olma ihtimali olduğunu da
söylemişlerdir ki şöyle demek olur: Keşke dünyada gururlanmasaydım,
azgınlıkla kafa tutmasaydım, alçakgönüllü olup Allah'a iman ve itaat
etseydim. Fakat görünen mânâ, ilkidir. İşte o büyük haberde ihtilaf
eden kâfirler, o gün gerçeği anlayıp böyle diyeceklerdir.
|
|