Elmalı
Tefsiri
1-5.Burada
görülüyor ki "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek", "yüzüp gitmek",
"yarışıp geçmek" ve "iş çevirmek" gibi beş işi yapanlara yemin edilmiş,
cevabı da daha sonra gelenlerden elde edilen karine ile bilindiği için
zikredilmemiştir ki, "Bunlar olacak, o kıyamet ve öldükten sonra
dirilme gerçekleşecek." demektir.
Bu işleri
yapanların hepsi bir topluluk veya bir topluluğun sınıfları yahut bir
kısmı başka bir topluluk olarak düşünülebilirse de hepsi aslında bir
kumandaya bağlı bir topluluk veya o topluluğun sınıfları olması,
gelecek olan "Fakat o bir tek haykırıştır." karinesi ile daha açıktır.
Bir de görülüyor
ki, bu beş fiilin ilk üçü olan "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek" ve
"yüzüp gitmek" arasında bir sıralama gözetilmeyip "vav" bağlacıyla
bağlanmış; geçmek ve iş çevirmek fiilleri ise "fâ" ile birbirlerine ve
öncekilere bağlanmakla fiilde veya zikirde bir sıralama gözetilerek
ifade edilmişlerdir ki, bununla bu iki fiilin öbürlerinin neticesi ve
gayesi gibi olduğu anlatılmış demektir.
Bu beş âyetten
ile âyetleri, kapsamış oldukları nâzi, ğark, nâşit ve neşt
kelimelerinin lugat bakımından farklı mânâları gösteren müşterek
lâfızlardan olmaları nedeniyle her biri birçok mânâ ifade etme
ihtimalinden dolayı, bunları meâlde sade bir mânâ ile terceme etme
imkanı yoktur. Bu nedenle bunları mümkün olabildiği kadar tefsir
sûretiyle anlamaya çalışmak gerekir.
ĞARK, iğrak
mânâsına mastar ismidir. İğrak, suya daldırıp boğmak, bir kabı
doldurmak, dolmuş hale getirmek ve yayı şiddet ve aşırılıkla doldura
doldura çekmek demektir. Bu mânâlardan hareketle, herhangi bir şeyde
aşırı gitmek, uzağa gitmek mânâlarında kullanılır.
NÂZİÂT, nâzi'ler
demektir. Bu kelime müteaddi (geçişli) veya lâzım (geçişsiz) olmasına
göre, nezi' kökünden de nüzû kökünden de türetilmiş olabilir.
Nezi', bizim
çekmek, çekip almak ve soymak kelimelerimiz gibi çeşitli mânâlara
gelir:
1- Nezi',
intiza' kelimesi gibi bir şeyi yerinden koparıp çekmek mânâsına gelir.
Bundan, hayatı çekip almak, can almak ve can çekiştirmek mânâsına gelir
ki bu hale "Halet-i nezi'= can çekişme hali" denir. Bu mânâ ile nâziât,
can alan kuvvetler, melekler demek olabileceği gibi, can çekişme
halinde bulunan canlar demek de olabilir.
2- Nezi',
kuyudan şiddetle kova çekmek, su çıkarmak mânâsına gelir ki, bunda
"ğarkan nezi'", iyice daldırıp derinden doldurarak hızla çekmek demek
olur. Bu da ta derinden çeke çeke can almak mânâsına mecaz olabilir. Bu
duruma göre de nâziât, şiddetle daldıra daldıra, boğa boğa,
bedenlerinin dipten tırnağa ta derinliklerinden çeke çeke can alan
melekler veya cihad yapan kuvvetler demek olur.
3- Nezi', yay
çekmek; "ğarkan nezi'" de yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura
çekmek mânâsına gelir ki, buna yayı doldurmak denir. Bu mânâda nâziât,
atış yapan kuvvetler, gâziler demek olur.
4- Nezi', atın
başını alıp bir düzüye koşması mânâsına gelir ki, bu mânâdan nâziâtın,
"Gürültü ile koşan"(Âdiyat, 100/1) âyetinde olduğu gibi atlar,
biniciler ve o mânâda olan kuvvetler için kullanılması doğru olabilir.
Ayrıca bu mânâdan mecaz olarak gökte doğudan batıya hareket eden
yıldızlar ile de tefsir edenler olmuştur. Fakat "bir iş çevirenler",
yıldızlar olamaz.
5- Nüzü', bir
şeye can atmak gönül çekmek dediğimiz gibi bir şeye meyledip arzulamak;
bir de bir şeyden feragat edip geri çekilmek, sıyrılıp çıkmak
mânâlarına geldiğinden vatanını özleyen gurbetçiye nâzi' denildiği
gibi, nâziât da bu mânâdan olarak bedenlerinden ayrılmış, bedenlerine
hasret kalmış nefisler demek olabilir.
NAŞİTÂT, bu
kelime neşt ve neşât kökünden türetilmiş olabilir.
1- Neşt, kuyudan
kovayı kolayca ve yumuşak bir şekilde çekmek mânâsına gelir ki, bizim
"tereyağından kıl çeker gibi çekmek" sözümüze benzer.
2- Neşt, bir
düğümü yumuşak bir şekilde usulcacık çözmek mânâsına gelir ki, "ünşûta"
denilen ve kolay çözülen ilmekli düğümü çözmek gibidir. Bu iki mânâdan
nâşitât, müminlerin ruhlarını nazik ve yumuşak bir şekilde alan
melekler ve rahmet melekleri denilmiştir. Tatlılıkla gönülleri
kendilerine çeken ruhlar, nefisler demek de olabilir.
3- Neşt, bir
yerden bir yere çıkmak mânâsına gelir. Nitekim bir yerden bir yer giden
yaban öküzüne "nâşıt" denilir. Buna benzetilmek sûretiyle nâşitât,
burçtan burca giden gezegenler demek olduğu da söylenmiştir. Nâziât da
yıldızlar demek olduğuna göre doğudan batıya hareketleri kendilerinin
değil, zoraki mahiyette olması; bunların ise burçtan burca gidişleri
kendilerinin olarak tabii mahiyette olması tarzında anlatılmış demek
olur. Bu şekilde bir sonraki âyette geçen "sebh" de gökteki gidişleri,
"sebk" ise hızlı ve yavaş hareket etmedeki farkları demek olur.
4- Neşât,
bilindiği gibi, gönül hoşluğu, şenlik demektir. Bundan, "ölüm zamanında
bedenden gönül hoşluğu ile çıkan mümin ruhlar" diye tefsir olunmuştur.
Nitekim bu takdirde, "boğula boğula, şiddet ve azap ile çıkan kâfir
ruhlar" demek olur. Sebh, suda yüzmek ve kolayca uzağa gitmek demektir.
Burada hakikat ve mecâz olarak ikinci mânâdan olacağı açıktır.
İşte bu
âyetlerin içinde geçen bu kelimelerin bu şekilde birçok mânâya gelme
ihtimalinden dolayı burada tefsirciler de birçok yorum nakletmişlerdir:
1- Hepsi
meleklerdir: "boğa boğa, daldıra daldıra şiddetle can alan melekler",
yahut "kâfirlerin canını alan azap melekleridir." Nâşitât, tatlı ve
yumuşak bir şekilde can alan, müminlerin ruhlarını alan rahmet
melekleridir. Sâbihât, ilâhi emir ile ufuklardan gelip giderek iş yapan
veya can alırken nefislerde dalgıç gibi dalıp yüzen meleklerdir.
Sâbikât, kâfirlerin ruhlarını cehenneme, müminlerin ruhlarını cennete
götürmek için yarışıp giden meleklerdir. Müdebbirât-ı emr ise, yüce
Allah'ın, âlemin düzeninde emir altına verdiği, memur kıldığı işlerde,
işi yönetip idare eden melekler, yahut meleklerin elçileridir.
2- İnsanların
nefisleridir: Bunun da iki ayrı yorumu vardır. Birisi, bedenlerinden
ayrılan erdemli nefisler ki alışıp kaynaştıkları ve hayır kazanmak için
araçları ve binitleri olan bedenlerinin şiddetle her noktasından
ayrılır ve bununla beraber melekler ve ruhlar âlemine arzu ve neşe ile
çıkar, orada yüzer ve sonra geçip mukaddes bölgeye gider, sonra da
şeref ve kudreti nedeniyle iş yöneten melekler sırasına ve hatta
onlardan ileri geçerler. Çünkü ölümden sonra ruhların bu âlemde bile
nice eser ve halleri görünür. Onların manevî ve ruhî özelliklerinden
istifade edilir. İkincisi, ölümden önce bir tarikata katılarak ibadet
edip nefis mücadelesi vermek suretiyle içini ve dışını temizleyen ve
ilâhî bilgilerde yükselen erdemli nefisler denilmiştir ki, bunlar
şehevi arzularından sıyrılır, mukaddes âlemin hasretini çeker.
Olgunluklara yükselme mertebelerinde yüzer, sonra kusurlu ve eksik
nefislerin terbiyecisi ve olgunlaştırıcısı olur.
3- Gâziler veya
elleri veya atları ki, elleri silahlarını doldurur çeker, oklarını,
mermilerini kolayca atarlar, karada ve denizde yüzer giderler, düşmanla
savaşta yarışıp ileri geçerler, sonra onların işlerini yönetirler. Bu
özellikler gazilerin atlarında da düşünülebilir. Şu kadar var ki,
atların iş yöneticisi olmaları, sebebiyet alakası ile mecaz olur. Yani
atlar iş çevirip yönetmeye sebep oldukları için, mecaz olarak onlara da
iş çevirici denilebilir.
Meâlden bu üç
mânâ anlaşılabilir.
4- Yıldızlar
denilmiştir: Fakat bunlar hakkında "iş çevirici" nitelemesini yapmak
doğru olmaz. Bu, yine melekler olmalıdır.
Bunları çeşitli
şekillerde düşünmek isteyenler de olmuştur. En açığı melekler veya
erdemli nefisler veya dilimizce daha kapsamlı olmak üzere kuvvetler
demektir. Bunlara yemin edilerek kıyamet ve öldükten sonra dirilme
olayının meydana geleceği vurgulu bir şekilde kesin olarak haber
verilmiştir.
Ğarkan kelimesi,
takdirinde mef'ûlü mutlak, cümlesi baştaki "en-Naziât"ın hâli, veya
"bedenlerin içine batmış nefisler" mânâsında sıfat-ı müşebbehe şeklinde
yorumlanarak mef'ülû bihtir. kelimeleri de mastar olarak mansuptur.
kelimesi de 'ın mef'ulü olarak mansuptur.
6.
"Sarsacağı
gün". Yeminin zikredilmeyen cevabı ile ilgili zaman bildiren tümleç
olarak mansuptur. Yani o kıyamet ve öldükten sonra dirilme o gün olacak
ki, o deprem sarsacak.
RECF, şiddetle
sarsmak veya sarsılmak mânâsına müteaddî (geçişli) ve lâzım (geçişsiz)
olur. Onun için Râcife; şiddetle sarsan sarsıntı, dünyayı yerinden
oynatan olay, ilk üfürme, yahut o vakit şiddetle sarsılan, sarsılacak
olan yeryüzü ve dağlar gibi cisimler demek olabilir.
Fiilin müteaddî
(geçişli) olmasına göre verilen birinci mânâ korkutma hususunda daha
beliğdir. Yani dünyayı harekete getirip (mobilizasyon) yaptıracak olan
o şiddetli sarsıntı, ilk üfürme olayı olacak, âlemi seferber yapacak
7-9. onu
ikincisi izleyecektir.
RADİFE, redîf
gibi ardınca gelen, izleyen mânâsına gelir ki ilk üfürmede ard arda
sarsıntılar olması gibi hareketlerin birbirini izlemesini, göğün
yarılmasını ve yıldızların yayılması hallerini ifade etmiş olabilirse
de, bunun ikinci üfürme olayı olması daha uygundur. Âyetlerin akışı da
bunu gösterir. Demek ki, bu sarsıntıların olacağı günden maksat,
sarsıntının olmasından öldükten sonra dirilmeye kadar uzanan vakittir.
10.
"Derler ki."
Bu, öldükten sonra dirilmenin olacağı yemin ve vurgu ile haber
verildikten sonra, inanmayan inkârcıların sözlerini hikâye eder. Yani
inkârcılar bu gün dünyada şöyle diyorlar: "Biz gerisin geriye
döndürülecek miyiz?".
HAFİR, HAFİRE,
esasen "kazıcı" mânâsına sıfat olmakla beraber, atın tırnağına isim
olmuştur. Bu münasebetle atın tırnağının kazdığı çukura, yani izine ve
o suretle açılan çığıra da hafire denilir. Bu, merdıyye (razı olunmuş)
mânâsına radiye (razı olan) kelimesinin kullanılmasına benzer. Yani
çukur kazan, iz yapan mânâsına hafire kelimesi kullanılmış, fakat
"kazılan çukur" kastedilmiştir.
Araplar'da şu
iki söz darb-ı mesel olmuştur:
BİRİSİ, "geldiği
yoldan dönmek"ten kinaye olur. denilir ki, "filan, geldiği yoldan
döndü" demektir.
BİRİSİ de,
denilir ki, "bir alışverişte alıcının ilk sözde parayı sayması"
mânâsına kullanılır. Kâmus müterciminin ifadesine göre Türkçe'de,
"tırnağı dibinde" denilir. Bunun aslı, Araplar'da at en kıymetli mal
olduğundan, asla veresiye satılmadığı için pazarlık bitince parası
derhal teslim olunmadıkça tırnağı durduğu yerden bir adım atmaz
demektir. Bir de bu sözün aslı, koşuda birinci gelen atın diğerlerinden
önce tırnağının son kazdığı çukur mânâsına "tırnağı dibinde hemen
bahşiş verilmek" mânâsından olup, daha sonraları mutlak öncelik
mânâsında kullanıldığı söylenmiştir.
İşte bu âyette
bu deyimlerin ifade ettiği mânâ üzere hâfire, önceki yaratılış ve
hayattan kinaye olarak mânâsı: Biz önceki halimizde hayata geri mi
çevrileceğiz?" demek olur ki, bu İbnü Abbas'tan rivayet edilmiş olup
tefsircilerin tercih ettiği görüştür. Bununla beraber Mücahid'den
hâfire'nin, hufre gibi mahfûre yani "kazılan çukur yer" mânâsına olarak
"kabir" diye rivayet edilmiş olduğu ve geri çevrilmenin âyetteki
"merdûdûn" sözünden anlaşıldığı ve bu mânâ herkese daha açık geleceği
için "o çukur" demeyi uygun gördük ki, "biz öldükten sonra o kabirlerde
gerisin geri döndürülecek, diriltilecek miyiz?" demek olur. İkisinde de
mânâ birdir. Kuşkusuz hâfire'nin mahfûre, yani "kazılmış" mânâsına
olmasının bir yorum ve izahı yok değilse de, bu mânâ, lâfzın görünen
mânâsına uymamaktadır. Önceki mânâ hem ince, hem de meşhur ve bilinen
bir mânâdır.
11.
"Ufalanmış
kemikler olduğumuz zaman mı?". Bu, inkârdan sonra güya delile dayanarak
bir netice çıkarma tarzında alaydır.
NEHIRE; çürümüş,
ufalanmış, rüzgarla savrulur, yahut delik deşik, göz göz olmuş, rüzgar
estikçe ses verir, vızıldar kemik demektir. Evvelkine "nehıre",
ikinciye "nâhire' denilerek aralarında fark da gözetilmiştir. Böyle
çürümüş kemiklerin hayattan uzaklığına bakıp bundan bir netice
çıkarmaya çalışarak Yâsîn Sûresi'nde geçen "Bu çürümüş kemiklere kim
can verecek miş?"(Yâsin, 36/78) demeleri gibi, bunu uzak ve imkansız
görüp inkâr ettiler.
12.
"Dediler
ki": Önceki küfürlerinin bir kolu olarak diğer bir küfürlerini
hikâyedir. Öyleyse o dönüş pek zararlı bir dönüştür. Zira o denildiği
gibi ise, biz ona iman etmemiş, hazırlanmamış olduğumuz için bize pek
zararı dokunan bir dönüş olacaktır. Vah o vakit başımıza geleceklere
vah, diye alay etmekte ileri gittiler.
13. Bütün
bu
sözler onu zor görmekten ileri gelen bir ihtimal vermemeden
kaynaklandığı için kısaca ret ile kestirme cevap olarak buyruluyor ki:
"O bir tek
haykırıştan ibarettir". Yani onu Allah'a göre zor bir şey zannetmeyin.
O bir tek haykırıştan, zorlu bir kumanda ile bir tek seslenişten
ibarettir. Bir "ol" emriyle, o üfürme olur biter.
14. Derhal
onlar
meydanda bulunurlar.
SÂHİRE, uyanık
göz ve gözlere serap görünen düpedüz açık yeryüzü, sahra, meydan demek
olup burada, gözleri açılarak apaçık mahşer yerinde bulunacakları
anlatılmıştır. "Musa'nın kıssası haberi sana geldi mi?" Burada
Peygamber'in verdiği haberi yalanlayanların akibetleri hakkında ibret
alınacak bir örnek ve Peygamber'e teselli vermek için anlatılmış
bulunan bu kıssa Â'râf, Tâhâ, Şuâra, Kasas ve diğer sûrelerde birçok
yerde her birinde farklı özelliklerle genişçe anlatılmıştır. Buradaki
özelliği ise Firavun'a söylenmesi istenen "yumuşak söz"ün nasıl
olacağını izah ve Firavun'un "En yüce Rabbiniz benim." taşkınlığıyla
Firavunluğunun özünde bulunan mânâyı özetlemiş olmasıdır. Daha önce
Kasas Sûresi'nde "Sizin için benden başka ilâh bilmedim."(Kasas, 28/38)
demişti. Şuarâ sûresinde de "Andolsun, benden başka bir ilâh
tutarsan.."(Şuara, 26/29) demişti. Bu, diğer detayların bir özeti olmak
itibariyle "sana geldi değil mi?" gibi ikrar sorusu olarak,
söyleneceklerin dinlenmesine teşviktir.
15-17.
"Rabbi
ona seslendiği zaman". Bu, daha önce geçen "hadis"in, yani konuşmanın
yapıldığı zamanı gösteren mef'ûl (tümleç)dür. Tefsirciler burada
nidayı, diye, gizli bir nida olan münacaat ile tefsir etmişlerdir.
"Mukaddes vadide". Mukaddes vadi, Şam çölünde Tur-i Sina dağının
eteğinde bir vadidir: "Tuvâ."
TUVÂ, bu vadinin
ismi ve onun açıklamasıdır. Önce temiz ve mübarek demek olan "mukaddes"
sıfatıyla nitelenmesi ilâhî feyiz ve bereketin önce temiz kalplere
geleceğine ve dolayısıyla her şeyden önce temizliğin gerekli olduğuna
dikkat çekmektir. Nitekim Tâhâ Sûresi'nde "Haydi papuçlarını çıkar.
Çünkü sen mukaddes Tuvâ Vadisi'ndesin."(Tâhâ, 20/12) buyrulmuştu.
Bazıları bu kelimeyi "iki kez" mânâsına alarak "iki kat mukaddes
kılınmış vadi" demek olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda "iki defa
takdis" mânâsında "mef'ulü mutlak" demek olup aynı hatırlatmayı te'kit
(vurgu) ile yapmış olur.
18. Senin
için
bir meyil, bir arzu, bir niyet var mı?. Bu soruda sorulan mübtedâ,
müteallakının söylenmesiyle yetinilmek suretiyle kendisi zikredilmeden,
veya veya gibi biraz sonra gelecek olan "ilâ" edatına bağlanabilecek
bir fiil takdiriyle şöyle bir mânâ ifade eder: "Nasıl, var mı bir
meylin? Nasıl, var mı bir arzun, bir niyetin? Bir meyleder veya bir,
rağbet gösterir veya bir niyet besler misin? Temizlenmeye yani, inkâr
ve taşkınlık kirlerinden, kötü huylardan temizlenip temiz iman ve İslâm
vasıflarıyla kendini geliştirmeye? Buradaki tefa'ul babından geniş
zaman olup aslı 'dır.
TEZEKKİ,
temizlenmek, saf, arı, tertemiz olmak ve bereketlenip artmak mânâlarına
gelir ki İslâm'ın bir mânâsıdır. Çağrı için önce bu şekilde hitabın
emredilmesi, seçim ve tercihe bağlı fiilerde meyil ve niyetin şart
olduğunu gösterir. Yani ister misin temizlenip bereketlenmeye doğru
gidesin?
19. Ve
sana,
Rabbine giden yolu göstereyim, Rabb'ını tanımayı öğreteyim de korkasın.
Onun öfke ve cezasından korkup ululayarak saygı duyasın. Çünkü
"Allah'tan kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar."(Fâtır, 35/28)
Bilmeyenlerin saygısı olmaz. Saygısı olmayanlar korunmaz, her fenalığa
atılır.
Bu iki âyette
Tâhâ sûresinde geçen "Ona varın da yumuşak dille söyleyin. Belki dinler
ve düşünür. Belki de korkar."(Tâhâ, 20/44) âyetinin bir tür açıklaması
ile "yumuşak söz"ün bir izahı vardır.
20. "Ona o
büyük
mucizeyi gösterdi". O büyük mucize asâ'nın dirilip yılan olması
mucizesidir ki, ölülerin dirilmesine ve "ol" emrinin tecelli edeceğine
bir delildir. Firavun sözlü delili dinlemeyince Musa (a.s) ona bu fiilî
delili gösterdi.
21. Fakat
Firavun yalanladı. Söze inanmadığı gibi o büyük mucizeyi gördüğü halde
de ona sihir dedi ve Musa (a.s)'nın yalan söylediğini iddia etti ve
isyan etti. Allah'ı ve emrini tanımak istemedi, temizlenmeğe niyet
etmek şöyle dursun "O âlemlerin Rabbi de ne oluyormuş?" diye
karşılayarak inkâr ve isyan küstahlığında bulundu.
22. Sonra
koşup
sırtını çevirdi, yani yalan ve isyanda başarılı olamadı, bununla
beraber boş da durmadı, koştu, çalıştı. Fakat mutluluğa doğru
çalışmadı, mutsuzluğa doğru çalıştı. Allah'a yüz tutacak yerde ardını
dönerek helake doğru tersine gitti.
23-24.
Bunun
üzerine adamlarını topladı önce sihirbazları toplayıp mağlup olduktan
sonra Şuarâ sûresinde "Firavun şehirlere asker toplayıcılar
gönderdi."(Şuara, 26/53) âyetiyle açıklandığı üzere şehirlere asker
sevki için memurlar, asker toplayıcılar göndererek ordusunu ve
adamlarını topladı da haykırdı. Benim, en yüce Rabbimiz! dedi.
Kendisinden başka herhangi bir Rabb'i kendinden aşağıda sayarak
kendinin en üstün Rab, yani "Rabbu'l-erbab" (Rablerin rabbi) olduğunu
iddia etmek derecesinde iddiayı ileri götürdü. Kendisine o nam ile
taptırmak istedi. Önce "Sizin için benden başka ilâh bilmedim."(Kasas,
28/38) diyerek kendisinden başka ilâh bilmediğini söylemişti. Güya
araştırma ve incelemelerde bulunmak üzere "Ey Hâman! Haydi benim için
çamura bir ocak yak da tuğla pişir, kule yap. Belki Musa'nın ilâhının
sırrına ererim. Doğrusu ben onu yalancılardan sanıyorum." (Kasas,
28/38) demişti. Bu kez o araştırma pek boşa gitmemiş, bir Rab
bulunduğunu anlatmış olduğunu ima etmekle beraber, onun kendinden
yüksek olmadığını iddia edecek derecede kibir ve büyüklük taslamaya
kalkmıştı.
İbnü Cerir'in
Mücahid ve diğerlerinden nakline göre bu iki söz arasında kırk sene
geçmişti. Burada Alûsî'nin kaydettiği vechile bazı eserlerde şöyle
nakledilmiştir ki, Firavun topladığı kalabalığının içinde kalkıp hitap
etmek suretiyle bir nutuk çekerek o büyük lafı etmiş, böylece kendisini
halkı yönetenlerin hepsine üstün tutmuştu.
25. Allah
da onu
tuttu, Ahiret ve dünya azabıyla (herkese ibret olacak şekilde)
cezalandırıverdi. Azab, ta'zib yani azap etme mânâsına geldiği gibi,
nekal yani herkese ibret olan ceza da, tenkil yani herkese ibret olacak
şekilde cezalandırma mânâsına mastar ismidir.
TENKİL, gören ve
işitene ibret olacak, gören ve işiteni onu yapmaya sevkeden şeylerden
menedecek şekilde azap edip cezalandırmaktır. Burada nekal, "Allah onu
ahiret ve dünya azabıyla cezalandırdı." takdirinde mefülü mutlak,
cümlesi ise hâl yerindedir. Yahut "Allah onu ahiret ve dünya cezası
için tuttu, alıverdi" mânâsında fiilinin sebep bildiren mef'ûlü
(tümleci) olur.
Âyette geçen
"Ahiret" ve "Ûlâ" kelimelerinin görünen mânâsı bildiğimiz ahiret ve
dünyadır ki, dünya cezası suda boğmakla, ahiret cezası da cehenneme
sevk ile olmuştur. Bununla beraber burada ahiret "sonraki" ve ûlâ da
"evvelki" mânâsına olarak "sonrakinin ve öncekinin cezası olmak üzere
tuttu alıverdi" ve sonrakinden maksat "Sizin en yüce Rabb'iniz benim."
(Kasas, 28/38) sözü, evvelkinden maksat da "sizin için benden başka
ilâh bilmiyorum" (Kasas, 28/38) sözü demek olduğu da İbnü Cerir
tefsirinde yazılıdır.
26. Hiç
şüphe
yok ki bunda, bu Musa kıssasında, Firavun'un başından geçen olaylarla,
herkese ibret olacak şekilde cezalandırılmasında mutlaka bir ibret var,
ibret alınacak insanı uyaracak bir ders vardır. Fakat herkes için değil
korkacak olan, saygısı bulunan kimseler için, ki onlar ilâhî bir lütuf
olarak kâinatın sırlarını bilmek kudreti olanlardır. Yoksa duygusu
olmayanlar, bir Musa gelmiş, Firavun batmış da ne olmuş, diye bundan
hiçbir istifade etmezler. İşte o öldükten sonra dirilme hakkındaki
haber de böyledir.
Bu kıssadan
sonra yüce Allah'ın Rabliğini, kudretinin yüksekliğini ve O'na göre
yaratma ve öldükten sonra diriltmenin kolaylığını ve azgınlar hakkında
ahiret azabının şiddetini anlatmak üzere inkârcılara azarlama yoluyla
buyruluyor ki:
27. Ey o
kendilerini yüce sanıp da Allah'ın gücünü yok saymaya kalkışan
inkârcılar! Kendi iddianıza, kendi takdirinize göre şunu bir düşünün
bakalım: Siz mi daha çetin, daha zorlusunuz? yaratılmak hususunda.
Burada asıl mânâ ölümden sonra yeni bir yaratılışla yaratma
üzerindedir. Fakat daha büyük olarak daha kapsamlı olmak üzere soru
"mutlak yaratma" üzerine sorulmuştur. Yani gerek önce olsun, gerek
sonra olsun mutlak olarak yaratılmak açısından siz mi daha zor ve
çetinsiniz yoksa (sizden yüksek ve sizi kuşatıcı olan) gök mü?. Belli
ki o daha çetin değil mi? Çünkü siz onun içinde bir zerre demeksiniz.
Öyle iken O Allah onu bina etti. BİNA, dağınık parçaları birbirlerine
ekleyip bağlayarak toplamından bir bütün meydana getirmektir.
28. Gök de
böyle
ince ve yoğun nice madde ve cisimlerin türlü kuvvetlerle özel bir
şekilde birleştirilip birbirlerine bağlanmasıyla toplamından meydana
getirilmiş bir yapıdır ki onu Allah yapmıştır. Şöyle ki, Allah o göğe
boyuna yükseklik vermiştir, direksiz olarak onu yükseğe kaldırmıştır.
SEMK; bir şeyin,
yükseklik şeklinde ifade ettiğimiz boyu, aşağıdan yukarıya uzaması ve
yüksekliğidir. Yukarıdan aşağıya düşünüldüğü takdirde buna "umk" denir.
Enine, boyuna olmak üzere "kalınlık" ile de tefsir edenler olmuştur.
Sonra da onu
düzledi. "Göğü yükseltti, denge kanunu koydu."(Rahmân, 55/7) âyetinin
mânâsınca dengesini koyup denkleştirdi, düzene koyup düzeltti. Bundan
göğün şeklinin tam küre olduğu mânâsını çıkarmak isteyenler olmuşsa da,
bütün göğün genel görünümünün tam küre olduğu sabit değildir. Bunu
Allah etraflıca bilir.
29.
Gecesini
kararttı. fiili, gece karanlık olmak mânâsına gelen "ğatş" kökünden
türetildiğine göre, gecesini karanlık etti, kararttı diye mânâ
verilmiştir. Fakat bunda geceyi göğe nisbet ederek "göğün gecesi"
denilmesi, içinde bulunan bazı şeylere nazaran çok az bir münasebet
kabilinden olmuş olur. Çünkü göğün her tarafı gece olmaz. Bir de "ğatş"
ve "ğataşân" Kâmûs'ta zikredildiği üzere hastalıktan veya ihtiyarlıktan
dolayı yavaş yavaş yürümek mânâsına gelir. Bundan, âyette geçen fiilin
mastarı olan "ığtaş", yavaş yavaş yürütmek demek olacağından, gecesini
derece derece giderdi demek olur. Bu ise şu çıkarma ile pek uygun
düşer. Ve kuşluğunu çıkardı. Işığını çıkarıp gündüzünü yaydı.
Rağıb'tan
anlaşıldığına göre "Duhâ" kelimesi aslında güneş ışığının yayılması ve
gündüzün uzaması demek olup daha sonra bildiğimiz kuşluk vaktine isim
olmuştur. Burada gecenin karşılığı olarak ışığın parıltısı ile mutlak
gündüz mânâsına olduğu açıklanıyor. Gündüzün meydana çıkması ise
gecenin gitmesi ile uygun düşeceğinden, "geceyi kararttı" demekten çok
yürüttü, giderdi demek daha çok yakışıyor. Bunda iki mânâ mümkündür:
Birisi, önceki
gibi yerküreye nazaran göğün her gün ardarda gelen gecesi gündüzü
olmasıdır ki, bunda yerkürenin yaratılışına ve ay ışığının
giderilmesine değinilmiş olur.
Birisi de, göğün
kendisinde gece yavaş yavaş, gide gide kalmamış hep gündüz olmuş
olmasıdır. Bu mânâ, tam anlamıyla göğün gecesi ve göğün gündüzü
şeklindeki tamlamaya da pek uygun ve ince bir mânâdır. Çünkü karanlık,
esas itibarıyla, yoklukla ilgili olduğundan güneş ve diğer aydınlatıcı
cisimler yaratılmazdan önce gök elbette karanlık gece halinde demek
idi. Işık veren cisimler yaratılmaya başlandığından itibaren gitgide o
gece giderilmiş ve gündüzü çıkarılmıştır. Onun için gece, yer küre ve
diğer cisimlerin gölgesi düşen hudutları sahasında devam etmekle
beraber, diğer gökyüzü sahası gündüz halindedir. Yerküre biraz sonra
anlatılacağı için buradaki geceyi ve gündüzü, dediğimiz gibi, göğün
kendisinin gecesi ve gündüzü diye anlamak bize daha uygun görünüyor.
30.
Yerküreye
gelince, ondan sonra da onu yayıp döşedi. Göğü yaratıp bir nizama
koyduktan ve gecesini giderip gündüzünü çıkardıktan sonra yerküreyi,
üzerinde yaşama ve yerleşme imkanı olacak şekilde yayıp serdi.
Yerkürenin, üzerinde yaşadığımız kabuğunu ondan sonra yaratıp döşek
halinde döşedi.
DEHA , yaymak
mânâsına "dahv" veya "dahy" kökündendir. Bast da döşek serer gibi
yaymak, döşemektir. Bundan açıkça anlaşılan da yerkürenin kendisinin
daha önce yaratılmış olmasıdır. Bakara sûresinin "Sonra iradesini
göklere yöneltti de onları yedi gök halinde nizama koydu."(Bakara,
2/29) âyetinde, aynı şekilde (Fussilet, 41/11) âyetlerinde göğün nizama
konması, yerkürenin ve onun içinde bulunanların yaratılmasından sonra
gibi zannedilebilirse de orada "sonra" kelimesi, zamanda sonralığı
ifade etmek için değil, sözde sonra gelme derecesinden dolayı olmak
lazım geleceğini buradaki "bundan sonra" sözü izah ediyor demektir.
Bununla beraber burada şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, İsrâ
Sûresi'nde "Gece alâmetini giderdik."(İsrâ, 17/12) âyetinde geçtiği
üzere İbnü Abbas'tan gelen rivayette Ay, söndürülmeden evvel Güneş gibi
parlak olduğu ve o zaman onun gece âyeti olmadığı beyan olunmuştu. Buna
göre yerkürenin ilk yaratılışında ve Ay sönmeden önce yeryüzünde gece
karanlığı yoktu demek olur. O halde âyeti, Ay'ın sönmesiyle yerküre
üzerinde gecenin karartılmış olmasını ifade etmiş ve Ay'ın sönmesi de
yerkürenin yayılmasından önce olduğunu karinesi ile anlatmış olur. Şu
kadar var ki, Ay'ın ilk yaratılışı yerkürenin yaratılışından sonra
olmak itibarıyla yerkürenin yaratılışından sonra da gökte bir düzenleme
yapılmış demek olacağını düşünmek gerekir.
Şimdi "onu yayıp
döşedi" sözünü açıklayıp tefsir ederek tamamlamak için buyruluyor ki:
31. Ondan
suyunu
ve otlağını çıkardı. Suyunu yarattı, kaynaklarını fışkırttı,
nehirlerini akıttı, otunu, otlağını çiftliğini bitirdi.
32.
Dağlarını da
oturttu, yerleştirdi. İşte yerkürenin yayılıp döşenmesi, yer kabuğunun
böyle yaşanabilecek ve yerleşilebilecek bir şekilde döşünmesi demektir.
33-34.
Nitekim
bu hikmet şöyle açıklığa kavuşturuluyor: Sizin ve hayvanlarınızın
faydalanması, yaşaması için. Demek ki bu büyük yaratma ve kudret
hikmetsiz değil; bunlar gayesiz, boşu boşuna, nasıl rast gelirse öyle
yaratılıvermemiştir. O halde bu yaşamanın, yaşatmanın da bir hikmet ve
gayesi vardır.
35. Bu, o
büyük
beladan bedeldir. Yani o büyük bela öyle bir gündür ki, insan neye
çalışmış olduğunu; hangi arzu peşinde koşmuş; iyiliğine mi kötülüğüne
mi, kârına mı zararına mı uğraşmış bulunduğunu o gün anlar.
36. "Ve
Cehennem
ortaya çıkarılınca". Bu kısım âyetin başındaki vâv harfiyle âyetine
bağlanmıştır. Yani o büyük bela gelip cehennem kapıları açılarak o
salgın ateş apaçık ortaya çıkarıldığı vakit gören kimseler için, yani
her kim olursa olsun, görme özelliği taşıyan kimseler için. Çünkü
rivayet olunduğuna göre Cehennem açılacak, alevler saçarak fırlayacak,
her gözü olan görecek. Çünkü "Hem içinizden hiçbir kimse yoktur ki
oraya varacak olmasın. Bu, Rabbinin üzerine vacip kıldığı kesinleşmiş
bir hükümdür."(Meryem, 19/71) buyrulduğu üzere herkes ona varacak,
cennete gidecek olanlar da sıratı onun üzerinden geçecektir. Bununla
beraber, "görecek kimseler için" demek, girecek kâfirler ve azgınlar
için demek de olabilir.
37-42.
"Artık
kim azgınlık etmişse". Bu kısım "izâ"nın cevabı ve o zaman olacak
durumun izahıdır. "Rabbinin makamı". Bu, Ruh ve Meleklerin saf saf
kıyama durduğu o büyük bela günü kulun ilâhî huzurda duruşu veya
duracağı makamıdır. Ne zaman onun sonu?
MÜRSÂ, mimli
mastar olarak irsa mânâsına veya mekân, ya da zaman bildiren isim
olarak son mânâsınadır. İrsâ, "bir yerde durmak" mânâsına gelen
"resâ"dan türetilmiş olup, geminin demir atılarak durdurulması gibi,
sabit kılınıp durdurulmak demektir. Dağlara "revâsî" denilmesi de bu
mânâdandır. Buharî'de zikredildiği üzere geminin son olarak varıp
durduğu yere "geminin mürsâsı" denilir. Burada bir istiâre var demek
olur. Yani, Allah o saati ne vakit getirip dikecek, o kıyamet ne zaman
meydana gelecek diye soruyorlar.
43. Bunda
da iki
mânâ söylenmiştir:
BİRİNCİSİ;
"nerde?", 'nin önce gelmiş haberi olarak, "Nerdesin sen onu
anlatmaktan? Onu anlatmak senin görevin değildir. O, senden uzaktır."
diye sorulan soruyu reddetmektir.
İKİNCİSİ, iki
cümle olup nerde bu sual?" diye soruyu ret; mübteda, haberi olarak,
"sen son Peygamber, onun alâmetlerindensin" diye beyandır. Yani senin
gönderilmen onun meydana gelme vaktinin yaklaşmakta olduğunu anlatıp
dururken bununla yetinmeyip de sormaya kalkışmaları anlamsız ve
yetkileri dışındadır.
44. Zira
Onun
sonu Rabbinedir. Bütün incelikleriyle ve herkes hakkında vuku bulma
vaktine kadar bütün detaylarıyla onu bilmek Rabb'ına aittir, başkasına
değil. Onu ancak o bilir. İlerisine karışmak onların haddi olmadığı
gibi, daha fazlasını anlatmak da senin görevin değildir.
45. Sen
ancak
ondan korkacak, korunacak olan kimseleri sakındıracak bir habercisin.
46. Sanki
onlar
onu görecekleri gün, bu dünyada, bir akşam veya kuşluğundan fazla
durmamışa döneceklerdir. Uzun zannedilen dünya ömrü o kadar çabuk
geçer. Korkup sakınanlar o çeşit korkulardan kurtulurlar, sakınmayıp
keyiflerine bakanlar da bir gün gibi ömürlerini geçirir, neticede o
sonsuz belaya düşerler. Dolayısıyla "Ne zaman?" diye alay edip acele
etmesinler.
Burada "sen
ancak korkutucusun" buyurulduğu için bunun kimlere ve nasıl fayda
vereceği açıklanmak üzere bu korkutmalar gelecek sûrelerde de ardarda
anlatılacaktır.
|