|
Elmalı Tefsiri
1- "geldiği
zaman." Tahakkuk ifade eden bir zaman
zarfı olduğu için fiil-i maziye gelir, şart mânâsına delalet ettiği
için
de mazinin mânâsını geleceğe çevirerek şartın gelecekte
gerçekleşeceğini
ifade eder. Burada şartı, ile ona atfedilen fiilinin toplamıdır, cevabı
da ve matufudur.
...nın bu
vechile tahakkuk ifade etmesinden dolayı
burada kendisinden öncesinin de düşünülmesiyle şu mânâ hasıl olur:
"Ey Muhammed,
seni gönderen, senin tek mabudun
olan Allah'ın yardımı ile fetih gelecek, hem sen insanların Allah'ın
dinine
fevc fevc (dalga dalga) girmeye başladıklarını göreceksin. Çünkü
"Allah,
"Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz." diye yazmıştır."(Mücadele,
58/21);
"Elbette biz
elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında,
hem
de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde yardım ederiz." (Mümin,
40/51),
"Eğer siz Allah(ın
dinin)e yardım ederseniz, (Allah da)size yardım
eder."
(Muhammed, 47/7) buyurulmuştur.
Sen Allah'ın Resulü
olduğun ve önceki
sûre
mânâsı üzere tevhid ve ihlas ile Allah'a ibadet ve kulluk edip sırf
onun
dinine sarıldığın, bu şekilde mücahede ederek ona yardım ettiğinden
dolayı
bunlar kesin olarak olacak, işte bunlar gerçekleştiği zaman "Rabbini
öğerek
tesbit et"...
Allah'ın
yardımı. Düşmanlara karşı galip ve
muzaffer kılacak olan vaad edilen yardımı,
"Allah'tan yardım ve
yakın
bir
fetih... Müminleri müjdele!"
(Saff, 61/13)
buyurulan yardımı, ve fetih.
Zemahşerî der ki:
"Nasr" ile " feth" arasında ne fark vardır ki ona
atfedilmiş?
dersen, derim ki: "Nasr", iğase ve düşman üzerine üstün kılmaktır.
"Fetih"
de memleketlerin fethidir ve mânâ Resulullah'ın Arab'a ve Kureyş'e
zaferi
ve Mekke'nin fethidir. Allah'ın müminlere nusreti ve şirk beldelerinin
onlarca fethi emridir de denilmiştir." Râzî tefsirinde de der ki:
"Nasr,
istenilenin tahsiline yardımdır, fetih de onunla ilgili olan istenilen
şeyin meydana getirilmesidir. Nusret, fetihe sebeptir, onun için
atfedilmiştir."
İkinci bir
vecih:
Nusret dinin kemali,
fetih
dünyaya ait istektir ki, tamamı nimettir. Bunun benzeri "Bugün size,
dininizi
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Maide, 5/3) âyetidir.
Üçüncü bir
vecih:
Nusret, dünyada
istediğine
ulaşmak, fetih de "Ve (cennetin) kapıları açıldı."
(Zümer, 39/73)
buyurulduğu
üzere cennete ait olmaktadır. Görüşlerin en açığı; yardımın, Kureyş'e
veya
bütün Arab'a üstün gelme, fethin de Mekke fethi olmasıdır. İbnü
Abbas'tan
nakledilen de Mekke'nin fethidir ki ona "fethu'l-futuh" (fetihlerin
fethi)
denilir. Nitekim buna başlangıç olan Hudeybiye antlaşmasına da "feth-i
mübin" denilmişti. Şu halde asıl mânâ sade Kureyş'e veya Arab'a karşı
yardımın
ve Mekke fethinin hususiyetleri üzerine değil, bunlar, ilerde bunların
üzerine kurulacak fetihlerin anahtarı, İslâm'a fetihlerin kapılarının
açılışı
demek olması hasebiyle ve üstünlük ve fethin gelmesi, gelecek bütün
fetihlerin
gelmeye başlaması mânâsına raci olduğundan dolayı bir çok tefsirciler
bu
nasrı ve fethi cinse yüklemişlerdir ki, bu mânâ Kevser'in verilmesinde
beyan olunan mânâ gibi olarak
"Bugün dininizi
size, olgunlaştırdım,
size
nimetimi tamamladım."
(Maide, 5/3)
buyurulan güne işaret olmuş olur.
Veda
Haccı'nda da teşrik günlerinde Mina'da indiği rivayetine göre bu mânâ
daha
yakın olur. Ancak bu takdirde daki gelecek mânâsı fiilinde değil,
rü'yet
(görme)in bazı kısmı itibarıyla düşünülmek gerekir. Bu açıklamadan
sonra
şu sonucu da gelebiliriz ki, fetihten maksat yalnız memleket fethinden
ibaret olmayıp, daha çok kalblerin iman ve İslâm'a fethi demek olur.
Mekke
fethi ü z erine en çok terettüp eden fetihler, İslâm dininin derhal
yayılıvermiş
olması ve yirmi seneden beri Kureyş kâfirlerinin karşı koymalarından
dolayı
hakkın kabulüne kapalı duran kalplerin Mekke ve Taif fethinden sonra
akın
akın İslâm'a açılıvermiş bulunmasıdır. Onun için Isâm demiştir ki:
"Allah'ın
dinine dalga dalga girdikleri"ne münasip olan, fethin müminlere din
kapısının
açılması mânâsına yorumlanması da kalbe çarpan mânâlardandır."
Yukarılarda
da geçtiği üzere Mekke'nin fethi hicretin sekizinci senesi
Ramazan'ında
olmuştu.
Resulullah'ın
emrinde Muhacirler ve Ensar ve diğer müminlerden
on bin kişilik muntazam bir ordu vardı. İki bin kişi de sonradan
katılmıştır.
Peygamber'imiz (s.a.v.) Mekke'de onbeşgün kaldı, ilk girdiği zaman
Kâbe'nin
kapısında durup:
"Allah'tan başka
ilâh yoktur, tekdir; kuluna
(Muhammed'e)
yardım etti, (müşrik) toplulukları da yalnız başına yenilgiye uğrattı."
demişti.
Sonra da:
"Ey Mekke'liler!
Şimdi ben size ne yapacağım,
dersiniz?
buyurdu.
-Hayır yapacaksın,
kerîm bir kardeş ve kerîm bir kardeş oğlu,
dediler.
-Haydi gidiniz
sizler serbestsiniz "gidiniz, siz serbestsiniz" buyurdu.
Bu şekilde onları
âzad etti, onun için onlara "serbestler" denildi.
O
zamana
kadar İslâm'a girenler birer ikişer giriyorlardı. Buhârî, Amr b.
Seleme'den
şöyle nakletmiştir: Demiştir ki:
Fetih olunca her
kavim, İslâm ile
Resulullah'a
koştu, bütün kabileler İslâm'a gelmek için Mekke'nin fethini
gözetiyorlardı
ve onu kavmi ile bırakın, eğer onlara üstün gelirse o peygamberdir
diyorlardı.
Hasen'den de: Resulullah (s.a.v.) Mekke'yi fethedince Araplar:
"Allah
Teâlâ
Mekkelileri Fil ashabından korumuşken, o madem ki onlara karşı üstün
geldi,
o halde sizin ona eliniz erişmez." dediler ve bölük bölük Allah'ın
dinine
girdiler."
Bunlardan anlaşılır
ki fetihten maksad, çoğunluğun dediği
gibi Mekke'nin fethi olmakla beraber, o yalnız düşman bir şehrin
fethinden
ibaret değil, Kâbe'nin fethi olduğundan aynı zamanda kalblerin Allah
dinine,
İslâm kapısının bütün insanlığa açılışı ve bu şekilde fetihlerin fethi
olmuştur. Derhal bütün Arabistan'a ve oradan bütün cihana yayılan
İslâm'ın
maddî ve manevî fetihleri Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır.
|
|
|
2. Şu
da buna
işaret işaret eder: Ve insanları
gördün. Yukarıda söylendiği üzere bu , ye atfedilmiş olarak toplamının
başına dahil olduğundan, hepsi birden bir vakit ve bir şart olmak üzere
düşünülmek gerekir. Razî'nin dediği gibi âyetin zahirinden açıkça
anlaşılan
Arap'tan başkasını da içermek üzere bütün insanlardır. Fakat bu
genelleme
başlangıçta Arap'tan başladığı cihetle ilk önce Arab'a sarfedilmiş
olmak
gerekir. Onun için tefsircilerin pek çoğu, Arap demişlerdir. Asıl
maksad
da hakiki istiğrak (içerme) ile insanın her ferdini değil, genel örf
ile
insanlık âleminin girmeye başladığını görmek veya bilmektir.
"Ben,
cinleri
ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."
(Zâriyat,
51/56)
buyurulduğu üzere insanlık hilkatinden ve akıldan kastedilen Allah'ı
tanıyıp
ibadet etmek olduğu cihetle hakkı tanımayanların
"Onlar hayvanlar
gibidirler,
hatta daha da sapık."
(A'raf, 7/179) hükmünde olduklarına da işaret
olabilir.
Rü'yet (görmek)ten açıkça anlaşılan da gözle görmektir. İki mef'ulünü
geçişli
hale koyan ef'al-i kulûbdan olarak "ilim" mânâsına olmak da
muhtemeldir,
denilmiştir. Yani Allah'ın mevcu t olan yardımı ve fetih geldiği ve sen
insanları gördüğün veya dış tesiriyle anlayıp bildiğin zaman ki
giriyorlar.
Rü'yet gözle olduğuna göre "nas" (insanlar) mef'ul, bu cümle "nas"dan
haldir.
"Giriyorken" demek olur. Rü'yet kalp ile olduğuna göre de o nun ikinci
mefulüdür. "İnsanları giriyor gördüğün zaman" demek olur. "Girdiler"
buyurulmayıp
"giriyorlar" buyurulması da hepsinin girmeleri tamam olmuş olmayıp,
girmeye
başladıklarına ve peyderpey gireceklerine işaret eder. İşte bu ölçü
iledir
ki " n as" (insanlar), Arap'tan başkasını da içine alır ve gelecekteki
girmeler de bu hale katılmış olacağı anlaşılır. Yani giriyorlar ve
girecekler.
Allah'ın
dinine. Yani hak İslâm milletine
ki, Allah katında din odur. Ondan başka din isteyenin dini kabul
olunmaz.
"Muhakkak Allah
katında din İslâm'dır."
(Âl-i İmran, 3/19),
"Kim
İslâm'dan
başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o,
ahirette
kaybedenlerden olacaktır."
(Al-i İmran, 3/85)
buyurulmuştur.
Allah'a
isteyerek
teslim olup da boyun eğmeyen, nihayet istemeyerek teslim olmaya mecbur
olur, ona döndürülür.
"Göklerde ve yerde
olanların hepsi, ister
istemez,
O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir."
(Al-i
İmran,
3/83) bunu göstermektedir.
Öyle giriyorlar ki,
fevc fevc (dalga dalga),
alaylarıyla toplum toplum. Bu da "nas"a raci olan 'nin zamirinden
haldir.
Rağıb der ki: "Fevc, süratle geçen topluluktur, mutlak cemaat mânâsına
da gelir". Şu halde her iki mânâ itibariyle bizim alay tabirimize
benzemektedir.
Burada mutlak cemaat (toplum) mânâsına olmakla beraber "efvacen" diye
çoğul
yapılması haysiyetiyle de fevca fevc, alay alay demek olacağından
dolayı
bu girişin peyderpey gelen bir geçit resmi manzarası ifade etmiş
olacağından
gaflet olunmamak gerekir. Bu manzara ise
"O (hak)dini, bütün
dinlere
üstün
kılsın."
(Fetih, 48/28)
âyetindeki vaadi gereğince, bu hak dinin bütün
dinlere üstünlüğünün ortaya çıkma manzarasıdır ki, bu, Mekke'nin fethi
ile Resulullah'ın vefatı arasında başlamıştır.
Ebu Ömer b.
Abdü'l-Berr demiştir ki:
"Resulullah'ın
vefatında Araplar'da kâfir kalmamıştı. Mekke'nin fethini müteakip
Huneyn
ve Taif muharebelerinden sonra hepsi İslâm'a girmişti. Kimi kendi
gelmiş,
kimi de fevc fevc elçilerini ve temsilci heyetlerini göndermişlerd i.
İbnü
Atıyye de demiştir ki: Bunun "kâfir kalmamıştı" demesinden maksat
-Allah
daha iyi bilir puta tapıcı Arap kalmamıştı, demek olmalıdır. Çünkü Beni
Tağlib hıristiyanları Resulullah'ın hayatında henüz İslâm'a girmiş
olmayıp,
cizye vermeyi kabul etmişlerdi. O halde maksad, Mekke'liler,
Taif'liler,
Yemen'liler, Havazin'liler ve diğer puta tapıcılar olmuş olur".
İkrime
ve Mukatil'den bir rivayette de "nas"dan maksat, Yemen'lilerdir,
denilmiş,
onlardan yediyüz kişi elçi olarak gelmiş, İslâm'ı kabul etmişlerdi.
Bu
münasebetle "İman Yemen'lidir, hikmet de Yemen'lidir" yani Yemen
tarafına
mensubdur, hadisi de bilinmektedir. Mekke'nin fethiyle onu takiben
Huneyn
muharebesi ve Taif muhasarasından başka bir harp olmaksızın, ondan
sonra
Peygamber'in vefatına kadar iki sene içerisinde bütün Arabistan'ın her
tarafından akın akın, fevc fevc heyetler gelerek İslâm'a girmişler,
Necranlılar
ve Beni Tağlib gibi henüz doğrudan doğruya İslâm'ı kabul etmemiş
bulunanlar
da İslâm zimmet ve tâbiyyetini kabul etmişler ve İslâ m milleti içine
girmişlerdi.
Bu surette dıştaki devletlere karşı da İslâm davet ve fetihlerinin
kapısı
açılmış bulunuyordu ki, hep bunlar
"O (Hak dini) bütün
dinlere üstün
kılsın."
(Fetih, 48/28)
vaadinin ortaya çıkmaya başlamış olması idi ve bu günler
"Bugün dininizi size
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım."
(Maide,
5/3) buyurulmuş günler idi. Bununla Resulullah'ın peygamberlik ve
tebliğ
görevi sona ermiş ve bundan sonrası ümmetin üzerine düşen diğer
vazifeler
olmuş oluyordu. Bundan dolayı buyuruluyor ki, işte muhakkak olacak
olan
bu olaylar olduğu, yani vaad edilen o yardım ve fetih geldiği ve sen
insanların
böyle fevc fevc Allah'ın dinine girmeye başladıklarını gördüğün zaman,
|
|
|
3. Artık
hamd
ile Rabb'ine tesbih et. Seni
yardım ve özel terbiyesi ile yetiştirip hüda ve hak dini ile göndererek
"O (Hak dini) bütün dinlere üstün kılın." (Fetih, 48/28)
vaadini yerine
getirmek üzere o hamd ve tazime değer başarılara erdiren, sana Kevser'i
verip düşmanlarını güdük kılan Rabbinin büyük lütuf ve ihsanına
kavuşmaktan
dolayı ona layık her türlü övgü ve yüceltmeler ile hamd ederek, onun
noksan
olan sıfatlardan uzak zatını her vechile, yani zatında, sıfatında,
fiillerinde,
isimlerinde şanına yaraşmayan eksiklik şaibelerinden tenzih ve
kutsamaya
daha çok devam et. Demek ki, bütün bunların: Yardım, fetih ve dini
yaymanın
neticesi, hikmetin gayesi tesbih ve şükürdür.
"Onların orada duası:
"Allah'ım
sen her türlü eksiklikten uzaksın", birbirlerine sağlık dilekleri:
"Selam",
dualarının sonu da: "Âlemlerin Rabb'i Allah'a hamdolsun" sözleridir."
(Yunus, 10/10) buyurulduğu üzere Cennet ehlinin Cennet'te baştan sona
duaları
tesbih ve Allah'a hamd etmektir.
"Biz seni överek tesbih ediyor ve seni
takdis ediyoruz."
(Bakara, 2/30) mânâsınca meleklerin işi de odur.
Hatta
her şey kendi özelliğine göre yaratıcısına hamd ile tesbih ettiğine
göre
hamd ile tesbih bütün yaratılışın gayesi demektir.
"O'nu övgü ile
tesbih
etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini
anlayamazsınız."
(İsra, 17/44) âyeti İsra Sûresi'nde geçmişti ki tesbih esasen balığın
suda,
kuşun ve atın havada, yıldızların yörüngelerinde hızla geçişleri gibi
süratle
geçmek, yani hızla yüzmek mânâsına "sibahat"dan tef'il babında olduğu
için
çok yüzdürmek mânâsının gereği olarak çok uzaklaştırmak veya
paklıkta,
temizlikte çok ileri götürmek mânâsından alınarak tenzihte meşhur
olmuştur.
Ragıb der ki: Tesbih, Allah'ı Teâlâyı tenzihtir, bunun aslı da Allah'a
ibadette süratle gidiştir, ib'ad "Allah onu ırak etsin" gibi şer
hakkında
kullanıldığı gibi, tesbih de hayır işe tahsis edilmiştir ve tesbih,
gerek
söz, gerek fiil, gerek niyet ibadetin hepsine de ıtlak olunur.
"Eğer
tesbih
edenlerden olmasaydı."
(Sâffat, 37/143) "namaz kılanlardan" diye tefsir
edilmiştir. Bununla beraber en uygun olan üçünü de içermesidir.
Demek,
hamdin özel bir ifadesi olduğu gibi, demek de tesbihin bir özel ismi
olduğundan
dolayı "Kamus"ta zikredildiği üzere tesbih, "sübhanallah" demek
mânâsına
da gelir ve yerine göre demek taaccüb (şaşmak) yerinde de söylenir.
Eğer
taaccüb (şaşma) fevkalade bir güzellik münasebetiyle güzel
görme
yerinde ise yaratanı bu güzel sanatıyla tenzih mânâsında olur. Eğer bir
münasebetsizliğe şaşmak suretiyle kötü ve çirkin bulma
yerinde
ise yüce yar a tıcıyı ondan tenzih ederim, mânâsında olur. "Sübhan"
kelimesinin
Esma-i Hüsna dan olarak Allah'ın zatına ıtlak
olunduğu da zikrolunmuştur. "Ebu'l-Baka Külliyyâtı"nda da şöyle
söylenmiştir:
"Kur'ân'da tezekkî, İslâm mânâsına olduğ u gibi, tesbih de hep
salâttır.
Bununla birlikte Kur'ân'da tesbih, çeşitli vecihlerle tenzih mânâsına
da
gelmektedir. Tesbihten tenzih ve yalnız zikir kastedildiğinde harf-i
cer
ile geçişli olmaz, denilmez. Fiil, yani salâta makrûn
(yakınl
a ştırılmış) tenzih kastedildiği zaman ise bu kasda tenbih için harf-i
cer ile geçişli olur. Bir de tesbih, taat ve ibadet ile,
takdis
(kutsama) de bilgiler ve inançlarla olur. Tesbih layık olmayanı
reddetmek;
takdis, layık olanı isbattır. , mânâsınadır." Yani burada ile geçişli
olmuş
değildir. Tesbihin hamd ile bir araya getirilmesi emredilmiştir. Razî
der
ki: "Hak Teâlâ'nın sıfatları inkâr ve (kabul etme, ed
ve isbatta düşünülür. Negatifler ise poz itifler'den
öne
alınmıştır. Tesbih, vâcibü'l-vücûd olan Allah'ın selbî sıfatlarına
işarettir
ki, bunlar celâl sıfatlarıdır. Tahmid de sıfat-ı sübûtiyyeye işarettir
ki, bunlar da ikrâm sıfatlarıdır."
Şu halde
tesbih ile hamdin bir araya getirilmesi
celâl ve ikrâm sahibi olan Allah'ın ismi hükmünce celâl ve ikram
sıfatlarının
isbatı ve açıklanması demek olur. Yine tefsircilerin naklettikleri
vechile
Resulullah (s.a.v.)'a tesbihten sorulduğunda buyurmuştur ki: "Allah
Teâlâ'yı
her ârızadan, şâibeden tenzihtir." Bu ise gerek zâtî sıfatlarında ve
gerek
fiilî sıfatlarında nefy (red) veya isbatı caiz ve layık olmayacak her
noksanlıktan
uzak demek olur. Şu halde tesbih, Allah Teâlâ'nın zatında, sıfatında,
fiillerinde,
isimlerinde nezahet ve paklığını ifade eder. Bu da olaylar ve mümkün
olan
şeylerin şanından olan çirkinliklere, eksikliklere ve Allah'ın kemâline
aykırı olan hallere karşı fiil sıfatından olan kızma ve celâl sıfatının
tecellisini ve zatında hiçbir noksan kabul etmeyen cemâl sıfatının, en
yüksek güzelliğin bütün paklığıyla tahakkukunu gerektirir. Bundan
dolayıdır
ki
"Gök gürültüsü,
övgüsüyle; melekler de korkusundan O'nu (Allah'ı)
tesbih
ederler."
(Ra'd, 13/13) ilâhî
kavli tesbihin celâl sıfatı ile ilgisini
açık olarak ifade etmektedir. O halde tesbihin hakikati, hamdin
hakikati
gibi doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kendisine mahsus olan ve Subbûh,
Kuddüs, Hamîd şerefli isimlerinin gereği bulunan fiildir.
Yaratılmışlara
ait olan tesbih ise her birinin fıtrî verilerine mümkün olabilen özel
yet
e nekleri oranında gerek fiilen ve gerek sözlü olarak ve gerek itikâdî
bakımdan onun açıklanma ve ilanı için ilâhî emre uymaktan ibarettir.
Bundan
dolayıdır ki tesbih söz, fiil, niyet ve itikadı içermek üzere ve
özellikle
namaz mânâsına ve "sübhaneke" ve "sübhânallah" gibi tenzihi ifade
eden
zikirler ile övme mânâlarına gelmektedir. Onun için burada
tefsircilerin
çoğu mutlak tenzih ile, bazıları da namaz ile, diğer bazıları da
"sübhanallah"
demekle tefsir etmişler, bazıları da
"Bunu bizim
hizmetimize veren
(Allah)in
şânı yücedir."
(Zuhruf, 43/13) gibi
tesbihi taaccüb olarak bu başarının
hayrete değer bir şekilde büyüklüğünü kutlamak için olduğunu
anlatmışlardır.
Ebu's-Suud bu vecihleri şöyle özetlemiştir: "Rabbine hamdederek
"sübhanallah"
de, yahut kimsenin kalbine gelmeyecek vechile sana o hayrete şâyân
üstünlük
ve başarıları kolaylaştırdığından dolayı onun o güzel, o mükemmel
sanatına
hamd ederek taaccüb et (şaşırıp kal), yahut çok nimet vermesinden
dolayı
çok ibadet ve sena olmak üzere onu tesbih ve ham d ederek zikret. Yahut
nimetine hamd ederek onun için namaz kıl, Kâbe'nin kapısını açtığı
zaman
Resulullah (s.a.v)'ın sekiz rekat kuşluk namazı kılmış olduğu rivayet
edilmiştir.
Yahut vaadini yerine getirdiğinden dolayı hamd ederek onu zalimlerin
söyledikl
e rinden tenzih et, yahut ikram sıfatlarına hamd ederek celâl
sıfatlarıyla
senâ et!"
Resulullah'ın,
birçok âyetlerde geçtiği üzere,
daha önceden de tesbih ve hamd ile emrolunduğu ve bundan dolayı
fetihten
önce dahi tesbih ve hamd etmekte bulunduğu malum olduğu için buradaki
emrin
devam veya fazlalaştırma veya diğer bir nükte ile özel bir mânâ ifade
etmesi
gerekeceğinden, anılan vecihlerle tefsirciler bunu anlatmak
istemişlerdir.
Şu muhakkaktır ki, Allah Teâlâ'nın celâl ve ikram tecelliyatı hiçbir an
kes i lmediğinden dolayı her zaman ona tesbih ve hamd vazifedir. Hamd,
Fâtiha'da açıklandığı üzere yalnız ulaşılmayan nimetten dolayı değil,
ulaşılan
nimetten dolayı da olur. Ve o zaman hamd, şükür mânâsında olur. Şu
halde
celâl ve ikram tecellileri arttığı or a nda da tesbih ve hamdin artması
gerekir. Zira nimet ve ikrama erince, ihsan edeni ve celâl sıfatını
unutmak
ve celâl eseri karşısında cemâl ve ikram tecellilerini unutmak hüsrana
götüren cahillik ve küfür huylarındandır. Yardım ve fetihte ise bir
taraftan
celâlin ortaya çıkarılması, bir taraftan da ikram ile vaade vefa
vardır.
Şu halde bunların tahakkukuyla tesbih ve hamd vazifesinin ifası
kastedilmiştir.
En yüksek paklık ile en yüksek hamd ve şükür zevki asıl o zamandır. Ve
asıl o zamandır ki kalbin daha y üksek bir ferağat ve temizlikle Hak
Teâlâ'nın
celâl ve cemâl neş'esini duyarak ona yönelmesi lazımdır. Nitekim
"Boşaldığın
zaman uğraş (ibadetle meşgul ol) yorul. Ve Rabbine rağbet et."
(İnşirah,
94/7-8) buyurmuştu. Ve onun için cennet ehlinin bütün davası da tesbih
ve hamddir. İşte "Allah'ı hamd ile tesbih ederim." diye zikre devamda
bu
zevk ve neşe ile Hakk'ın cemâline olan o şevk ve rağbetin ilan ve
izharı
ve ruhun tam bütünüyle ona dönmesi demek olduğu gibi, ta peygamberliğin
başlangıcında
"Pislikten (Allah'a
eş tutmak, puta tapmak gibi
şeylerden)
kaçın."
(Müddessir, 74/5)
buyurulmuş olan putların bu fetih ve zafer
üzerine
kırılması ve açıkta kapalıda şirk eserlerinin, ahlâkının ve âdetlerinin
silinmesi için temizlik yapılması da tesbih ve tenzihin gereğidir.
Bundan
dolayı burada "tesbih et" emri, Allah Teâlâ'yı zikir ve tenzihin
çoğaltılmasını
ifade ederken zahir ve bâtının temizlenmesi emrini de ifade etmiş olur.
Fakat biraz önce hatırlatıldığı üzere tesbih ve tahmidin hakikati yine
Allah'a mahsus olduğu için her kim olursa olsun dünyada hiçbir
yaratığın
onu bütün kemaliyle yerine getirmesi kabil olmaz, kul, masum olsa da
münezzeh,
sübhan olamaz. Her ne kadar, büyük ahlâk olan ilâhî ahlâk ile
ahlâklansa,
"Onunla arasındaki
mesafe iki yay kadar, yahut daha az."
(Necm, 53/9)
kalsa da Yaratıcı Teâlâ'nın
"Zatına benzer
hiçbir şey yoktur."
(Şûrâ,
42/11)
olan zât-ı sübhânisine oranla mahlûkun kusur ve noksanı mahiyetinin
gereğidir.
Onun bütün kemâli
"Ancak sana ibadet
ederiz ve a ncak senden yardım
bekleriz."
(Fatiha, 1/5)
anlaşmasıyla Allah Teâlâ'nın yardım ve inayetinden aldığı
imdat feyzine bağlıdır. Her hususta yardım ve fetih ondandır. Nitekim
Resulullah
"Ben sana senâyı sayıp tüketemem, sen kendini senâ ettiğin gibisin."
demiştir.
"Sana hakkıyla ibadet edemedik." diye varid olmuştur. Bu kusuru
örtecek,
bu eksikliği tamamlayacak olan da ancak Allah Teâlâ'nın mağfiretidir. O
da isteyene vaad edilmiş olduğundan buna işaret olarak da buyuruluyor
ki:
Ve ona istiğfar et. Muhammed Sûresi'nde
"Bil ki, Allah'tan
başka
tanrı
yoktur. (Ey Muhammed), kendi günahın, inanan erkeklerin ve inanan
kadınların
günahı için (Allah'tan) mağfiret dile."
(Muhammed, 47/19)
buyurulduğu
üzere
gerek kendin ve gerek ümmetin için mağfiretimi dile, ki
"Allah senin
günahından,
geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın."
(Fetih, 48/2) hükmü
zâhir olarak
(gerçekleşerek)
bütün temizlikle Rabbine dönesin. Çünkü O muhakkak tevbeleri çok kabul
edici bulunuyor. Tevbe ile kendine dönenleri kabul ile affede
gelmiştir.
Şu halde istiğfar ve tevbe edenler kabulünü ümit etsinler. Kelamın
zahiri
denilmek iken buyurulması nüktelidir. Tesbihin hamde yakınlaşması gibi,
bununla istiğfarın tam faydası, tevbeye yakınlaşması halinde olacağına
bir tenbih vardır. İstiğfar, yahut "Ya Rabbi bana mağfiret et, bize
mağfiret
buyur, mağfiretini niyaz ederim" gibi dua ve niyaz ile mağfiret
istemektir.
Tevbe ise yukarılarda açıklandığı üzere günaha nedamet ve bir daha
yapmamak
üzere azim ile dönüştür. İnsan, başkalarının günahları için de istiğfar
edebilir. Kur'ân'da
"Rabbimiz, hesabın
görüleceği gün, beni, anamı
babamı
ve müminleri bağışla."
(İbrahim, 14/41)
gibi bunun pek güzel misalleri
vardır. Onun için burada da "ondan mağfiret dile" emri, Peygamber'in
sadece kendisi için olması lazım gelmeyip ümmeti için de olur. Ve hatta
daha
çok ümmeti için denilmiştir.
Fakat kimse
başkasının adına tevbe edemez.
Bununla beraber istiğfar, tevbeyi de içine alabilir. Alûsî'nin
naklettiği
vechile İbnü Receb demiştir ki: Yalnız istiğfar, duada mağfiret
isteğiyle
beraber tevbedir, "Allah'tan mağfiret diliyor ve O'na tevbe ediyorum."
gibi tevbeyi de zikrederek istiğfar ise, sadece mağfiret talebiyle
duadır.
Bir de demiştir ki, yalnız istiğfar, geçmiş günaha nedametle ve onun
şerrinden
korunmayı dua ile talep ve gelecek günahın şerrinden de onu yapmamaya
azm
ile korunmayı talebdir. Ve işte "Israr ile sağîra (küçük günah) yoktur,
istiğfar ile de kebîre (büyük günah) yoktur." gibi varid olan
hadislerde
ısrarı yas a klayan ve soyut olarak zikredilen istiğfardan kastedilen
böyle
nedamet ve azm ile tevbeyi içermiş olan istiğfardır. Eğer geçmiş günaha
nedamet yoksa, o sadece duadır, nedamete yaklaşmış ise tevbedir."
Bunun özeti,
şer'an istiğfara vaad edilmiş
ve tertip edilmiş olan hükümler, tevbe mânâsında olan istiğfardadır.
Mutlak
olarak istiğfar denildiği zaman o kastedilir. Tevbe, nedamet mânâsı
bulunmayan
ve günahtan pişman olmaksızın sadece onun af ve mağfiretini istemekten
ibaret kalan istiğfar, sadece bir du a dır, makbul olmamak gerektir.
Çünkü
hem günaha pişmanlık duymamak, hem de onun mağfiretini istemek Allah'a
karşı edepsizliktir. Ancak bu, kişinin kendi günahı hakkındadır.
Bir de bu
âyette intibak sanatı olduğu söylenmiştir.
Asıl kelam: "Ona istiğfar et, çünkü o bir mağfiret edicidir ve tevbe
et,
çünkü o bir tevbeleri kabul edicidir" demek olup, her birinden birinin
hazfiyle diğerine işaret edilmiştir.
Sûrenin
başında da işaret olunduğu üzere İmam
Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde ve "Sahih-i Müslim"de ve daha
başkalarında
Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki, Resulullah (s.a.v.) son
zamanlarında
sözünü çok söyler olmuştu ve sorulduğunda: "Rabbim bana ümmetimde bir
alamet
göreceğimi haber verdi ve onu gördüğüm zaman hamd ile tesbih ve
istiğfar
etm e mi emir buyurdu." demişti. "Keşşaf Tefsiri"nde der ki: "Tesbih
emriyle
beraber istiğfar emri dinin kıvamı olan emir ile emri olgunlaştırmak
içindir.
Yani dinin kıvamı itaat ile günahlardan korunmak arasını toplamadadır.
Bir de Resulullah'ın masum olmasıy l a beraber bu emir ümmetine lütuf
olması
içindir. Bir de istiğfar, Allah için tevazudan ve nefsin hazmindendir.
Ve ondan dolayı nefsinde bir ibadettir. Peygamber (s.a.v.)
hazretlerinin:
"Ben gece ve gündüz yüz kere istiğfar ederim." dediği de sahih
rivayetler
cümlesindendir."
Alûsî der ki:
"Kul her ne kadar çok çalışsa
da, Mabud'un celaline layık olanı, gereği gibi yerine getirmede
kusurdan
uzak olamayacağına işaret için birçok taatlardan sonra istiğfar da
meşru
kılınmıştır. Onun için zikretmişlerdir ki, farz namazı kılan kimse için
akabinde üç defa istiğfar etmesi, teheccüd kılanın seher vakitleri
dilediği
kadar istiğfar etmesi ve hacının hacdan sonra istiğfar etmesi meşru
kılınmıştır.
"Seherlerde istiğfar
ediciler."
(Âl-i İmran, 3/17),
"Sonra insanların
akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah'tan mağfiret
dileyin,
şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir."
(Bakara, 2/199).
Aynı şekilde
abdestin sonunda ve her toplantının bitiminde istiğfarın meşru olduğu
da
rivayet olunmuştur. Resulullah herhangi bir toplantıdan kalkarken de
derdi. Bu şekilde istiğfar emrinden, anlaşıldığı nakledilen vefat
haberine
bir remiz var demektir. Meşhuru da bu işaret, dinin emrinin kemal
bulmasıyla
davet görevinin tamama yaklaşmış olduğuna delaletten anlaşılmıştır."
"O, Resulünü
hidayet ve hak din ile gönderdi
ki, o (İslâm dini)nu bütün dinlerin üstüne çıkarsın."
(Saf, 61/9)
âyetleri
Resulullah'ın peygamber olarak gönderilmesi, Hak dininin bütün dinlere
karşı hikmetinin açıklanması için olduğunu anlattığı ve "Onlara
(yapacağımızı)
söylediğimiz (azab)in bir kısmını sana göstersek de veya (bunu sana
göstermeden)
seni (dünyadan) alsak da (ne farkeder?).
"Nihayet bize
dönecekler."
(Yunus,
10/46) gibi âyetlerde de kâfirlere karşı yapılmış olan tehditlerin
bir
kısmını Peygamber'in, vefatından önce dünyada göreceğine işaret
buyurulduğu
gibi, bu sûrede de yardım ve fethin geleceği ve halkın alay alay hak
dine
girmeye başladıklarını Resulullah'ın muhakkak göreceği vaad olunarak bu
görüş tahakkuk ettiği zaman tesbih ve hamd ile istiğfarın emrolunması
ve
sonra buna talil (sebep gösterme) makamında Tevvâb (tevbeleri çok kabul
eden) şerefli ismiyle son verilmesi, tesbih ve hamd ehl-i cennetin
ilerden
beri davasının gayesi olduğunun malum bulunması ve mağfirette ö rtmek,
tevvabda dönüşü kabul etmek mânâlarının da esas olması düşünülünce
muhakkak
bir kerîm vaad ile onu kesin şekilde yerine getirmeyi ifade eden bu
ta'lîk
(belli bir zamana bırakma)ın birçok nüktelere delalet eden faydalarının
neticesi; o vakit gelince, vaadin tamam olup peygamberlik görevinin
sona
ererek "dön" emrinin tahakkuk edeceğini ve böylece o alametler
görülünce
vaadin doğruluğunu ve hakkındaki yardım ve ilâhî tecellilerin kudsiyet
ve yüceliğini görmüş, Kevser'in oluş zevkini müşahede et m iş olan
Muhammedî
zatının o başarılı neşesiyle tatmin olmuş ve seçilmiş, lekesiz olarak
bu
fani âlemden, bu imtihan yeri ve günahların savaş alanı olan bu
dünyadan
çekilip pak ruh ve temiz sır ile hakka'l-yakîn Allah'ın likasına
kavuşmak
üzere tesbih, hamd ve en çok ümmeti için istiğfar ederek
"Biz Allah'a
aidiz ve muhakkak O'na dönücüleriz."
(Bakara, 2/156)
âyetinin hükmüne
hazır
ve âmâde bulunması gereğine işaret olduğu sezilir ki, bunda
"Benim
dinim
benim içindir."
(Kâfirûn, 109/6)
mefhûmundaki ihlas ve müjdelemenin
de
bir izah ve ifası vardır.
Rivayet olunmuştur
ki bu sûre nazil olduğunda
Resulullah (s.a.v.) bir hutbe okuyup şöyle buyurmuştu:
"Bir kul, Allah
onu dünya ile kendine kavuşması arasında seçmeli kıldı, o
Allah'a
kavuşmasını seçti." Bunun ne demek olduğunu Ebu bekir (r.a.) anlamıştı
da: Canlarımız ve mallarımız, atalarımız ve evlatlarımızla sana feda
olalım,
demişti.
Yine rivayet
olunmuştur ki:
Resulullah bunu
ashabına okuduğu
zaman
sevinmişler, fakat Hz. Abbas (r.a.) ağlamıştı. Resulullah (s.a.v.):
"Neye
ağlıyorsun amca?" buyurdu. "Sana vefatın haber veriliyor." dedi, "Evet
dediğin gibi" buyurdu.Hz. Ömer'in ve İbnü Abbas'ın bunu anlayışları da
yukarıda anlatılmıştır.
Nasr
(yardım), fetih ve rüyet (görmek) bu
üç şarta tesbih ve hamd, istiğfar, bu üç emrin gereğiyle ilgili
nükteleri
beyan ederken "Razî tefsiri"nde der ki: "Hak yakınlarının seyrinde iki
yol vardır. Kimisi "hiçbir şey görmedim, illa ondan sonra Allah'ı
gördüm"
demiştir. Kimisi de "hiçbir şe y görmedim, illa ondan önce Allah'ı
gördüm"
demiştir. Şüphe yok ki bu tarîk daha mükemmeldir. (Bak: Âl-i İmran,
3/190;
Yunus, 10/31; Fussilet, 41/53) Zira yüksek hikmetler itibarıyla eseri
meydana
getirenden esere inmek, eserden eseri yapana çıkmaktan dere c e
itibarıyla
daha yüksektir. Rivayet erbabının fikirlerine de nur kaynağı
vâcibü'l-vücûd,
zulmet kaynağı mümkinü'l-vücûd olduğundan vâcibü'l-vücûdda istiğrak
daha
şereflidir. Hem asıl ile tabi olana istidlal, tabi olanla asla
istidlalden
daha kuvvetlidir. Bu anlaşıldıktan sonra bu âyet de işte bu iki tarîkın
en şereflisi olan tarîka delalet etmektedir. Zira yaratıcı ile meşgul
olmak,
nefis ile meşgul olmaktan önce getirilerek önce Yaratan'a ait iki emir;
tesbih ve hamd zikredilmiş, sonra da üçüncü mertebed e istiğfar
zikredilmiştir
ki hem Yaratan'a, hem de halka dönüş olan karışık bir durumdur. Tesbih,
celâl sıfatı olan selbî sıfatlara, tahmid de ikram sıfatı olan sübutî
sıfatlara
delalet ettiğinden dolayı celâli düşünmek, ikramı düşünmekten öne
alınmak
için tesbih, hamdden önce getirilmiş, sonra da Yaratan'dan halka inme
yoluyla
istiğfar zikredilmiştir. Çünkü bunda nefsin kusurunu ve hakkın
zenginliğini
görmek ve nefs için en güzel ve en mükemmel olanı istemek vardır.
Malumdur
ki, Allah'tan başkasının mütala a sıyla meşgul olduğu nisbette Allah
Teâlâ'nın
celâlini mütalaadan mahrum olur, istiğfarın tesbih ve tahmidden sonraya
bırakılması bu inceliğe işaret eder." Lâkin şunu da unutmamak gerekir
ki,
burada halka olan bu nüzul halkta kalmak için değil, halktan yar a
tıcıya
en mükemmel şekilde rücû (dönme) ve onun mağfiretiyle cemalinin lütfuna
gark olmak üzere huzur-ı ehadiyyetine kabul için olduğuna tenbih olarak
sonu Tevvâb (tevbeleri çok kabul eden) şerefli ismiyle bitirilmiştir.
Bunda
zikredilen iki yolun ikisini de içine almış olmak üzere halka
nüzulünden
sonra yine Yaratan'a dönmek ve baştan sona tevhid ile ahirete ve
sonsuzluğa
karar vardır.
"O, ilktir, sondur."
(Hadid, 57/3),
"Ve sonunda Rabbine
varılacaktır.
"
(Necm, 53/42),
"Biz Allah içiniz ve
biz O'na döneceğiz."
(Bakara,
2/156).
Kevser
kendisine verilmiş olan Fahr-i âlem
(s.a.v.) nihayet böyle yardım görmüş ve zafere ermiş olarak kendisine
fetih
kapıları açıldığı ve halkın alay alay, akın akın Allah'ın dinine
girmeye
başladıklarını gördüğü ve bu şekilde din tekamül ederek peygamberlik
görevi
sona erip gereğince dünyada hükümleri icra etmek üzere bütün dünya
maddî
ve manevî bakımdan kendisine teveccüh etmiş bulunduğu sırada
"İnsana
çalışmasından
başka bir şey yoktur. Çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona
karşılığı
tam olarak verilecektir. Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır."
(Necm,
53/39-42) hükmünce iki mükâfatın tecellisi karşısında bulunuyordu.
Birisi:
Zafer ve fethin gereği olarak dünya saltanatı ve ganimetinin teveccühü.
Birisi de, onu kazandıran Allah'ın dininin gereği olarak o fani dünya
arzu
ve hevesine meyl ve iltifat etmeyip, Allah'ın lütuf ve yardımıyla sırf
Allah için yapılmış olan o çalışma ve mücahedenin ecrini hiçbir dünyaya
ait garazla kirletmeyerek
"Elbette senin s
onun (ahiretin), ilkinden
(dünyandan)
daha hayırlıdır."
(Duhâ, 93/4) hükmünü
tahakkuk ettirmek üzere bu
başarıyla
şükran için de pak, temiz olarak Allah'a kavuşmak. Bir adı da Tevdi'
Sûresi
olan bu sûre işte bu saatin girmesinde onun artık tesbih ve hamd ederek
bundan böyle bu en mükemmel dinin hükümlerinin icrasını ümmetine
bırakmak
ve mihnet ve fena âlemi olan bu cisimler âlemine veda edip Rabbine
kavuşmasına
işaret ediyordu. Hz. Yusuf mülk edinmekteki başarısının sonunda
"Rabbim,
sen bana mülkten bir nasip verdin ve bana rüyaların yorumunu öğrettin.
Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da, ahirette de benim yârim
sensin!
Beni müslüman olarak öldür ve beni iyilere kat!"
(Yusuf, 12/101) diye
müslüman
olarak alınıp salihlere katılmasını istediği gibi, Resul-i Ekrem
(s.a.v.)
de hutbesinde: "Bir kulu Allah, dünya ile kendine kavuşması arasında
serbest
bıraktı, o da Allah'a kavuşmayı seçti." diye işaret ettiği vechile
dünyayı
bırakıp, Allah'a kavuşmayı tercih etti.
Hicretin
onuncu senesi
"Bugün size dininizi
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı
beğendim."
(Maide, 5/3)
âyetinin nazil olduğu Veda Haccı'nı yaptıktan ve "Bakınız
tebliğ ettim mi?, bakınız tebliğ ettim mi?" diye söylediği meşhur Veda
Hutbesi'ni bitirdikten sonra Medine'ye dönmüştü. Hep hamd ile tesbih
ediyordu.
Bu arada son âyet olarak
"Şu günden
sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a
döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tam olarak verilecek ve
onlara
hiç haksızlık edilmeyecektir."
(Bakara, 2/281)
âyeti nazil olmuştu.
Derken
onbirinci hicrî senesinin Safer ayının sonlarında bir baş ağrısından
rahatsızlanarak
Rebîü'l-Evvel'in onikinci gününe kadar devam eden bu rahatsızlığı
esnasında
dahi son üç günden başkasında Mescid-i saadete çıkıp namazı
kıldırmaktan
kalmamıştı. Bu esnada bir gün Fadl b. Abbas ve Ali b. Ebi Talha
hazretlerinin
ikisi arasında minbere çıkıp hamd ve senâ ettikten sonra okumuş olduğu
hutbesinde:
"Ey insanlar!
Ben kimin sırtına bir değnek
vurdumsa, işte sırtım, aynen bana vursun ve eğer kimsenin ırzına
sövmüşsem,
işte ırzım aynını yapsın, ben kimsenin malını almışsam, işte malım
ondan
alsın ve benim tarafımdan düşmanlık olur diye korkmasın, o benim
şanımdan
değildir." dedi ve indi. Öğle namazını kıldıktan sonra yine min bere
döndü,
önceki sözünü tekrar etti. Bunun üzerine üç dirhem iddia eden bir
kişiye
derhal bedelini verdi. Sonra şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun, dünya
mahcupluğu,
ahiret mahcupluğundan ehvendir. Sonra Uhud ashabına dua etti ve onlar
için
istiğfar eyledi. Sonra da yukarıda zikrolunduğu üzere: "Bir kul, Allah
onu dünya ile kendisine kavuşması arasında serbest bıraktı da, o
Allah'a
kavuşmayı seçti." buyurdu. Hz. Ebu Bekir bunun üzerine ağlamıştı da
"Sana
kendimizi, mallarımızı, babalarımızı ve evlatları m ızı feda ederiz!"
demişti.
Sonra da Ensar'ı tavsiye buyurdu. Ancak üç gün mescide çıkamamıştı,
ezan
okununca: "Ebu Bekir'e emredin insanlara namazı kıldırsın." buyurdu.
Rebiü'l-Evvel'in
onikinci günü Pazartesi günü -ki doğduğu gündür- Hz. Aişe'den rivayet
olunduğu
vechile önündeki bardağa mübarek elini batırıp su ile yüzünü meshediyor
"Allahım bana sekerâtına karşı yardım buyur." diye dua ediyordu. Kuşluk
vakti idi, derken ağırlaştı. Hz. Aişe kucağına almıştı, bu fani âleme
gözünü
yumdu, son sözü "Hayır, refîkı'l-a'lâ" diye Rabbine özlemini arzetti,
isteği
olan Allah'ın likâsına kavuştu (Bkz: Âl-i İmran, 3/144).
"Selâm,
dualar ve güzellikler Allah içindir.
Selâm, Allah'ın rahmeti ve Allah'ın bereketleri senin üzerine olsun ey
Peygamber. Selâm (esenlik), bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine
olsun. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka tanrı yoktur. Ve yine
şahitlik
ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve peygamberidir." "Allahım, İbrahim
ve
yakınlarına salat ve selâm ettiğin gibi, Muham m ed ve yakınlarına da
salat
ve selâm et." "Rabbim, beni ve soyumu namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz,
duamızı kabul eyle." "Rabbimiz, beni, babamı, anamı ve insanları,
hesaba
kalkılacağı gün affeyle." "Allahım, bizi onun dini üzere yaşat, onun
dini
üzere öl d ür ve onun bayrağı altında haşret." "Allahım sen sübhansın,
sana hamd ediyorum, beni affetmeni diliyorum ve sana tevbe ediyorum"
"Bizim
son duamız, "hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur" olsun."
Bu başarıya,
bu güzel son buluşa, böyle tesbih
ve hamd ile Allah'ın mağfiretine kavuşturan Allah'ın dinine karşılık bu
nimetin kadrini bilmeyip küfür ve inkârda ısrar eden ve kendilerine
"sizin
dininiz sizedir" denilen ve tevbeye yanaşmayan kâfirlerin kötü
sonuçlarıyla
cezaları da en açık bir misal i le gösterilmek ve Peygamber'in
vefatıyla
İslâm'ın fetihlerine ve yayılmasına zarar gelmeyip, ona düşmanlık
edenlerin
yine muratlarına eremeyecekleri anlatılmak üzere bunun akabinde Hz.
Peygamber'in
amcası iken ona iman şerefine nail olmayıp küfür ve düşmanlık edenlerle
beraber olduğundan dolayı soyu ve nesebi, serveti ve çalışmaları
kendisine
fayda vermemiş olan Ebu Leheb'in ebedî hüsranını anlatan "Tebbet"
Sûresi gelecektir.
|
|