|
Elmalı
Tefsiri
1-4
Müzemmil,
tefe'ul bâbından etken ism-i fail (ortaç) olup aslı "mütezemmil"dir. Tâ
harfi zâ harfine çevrilmiştir. "Örtüsüne bürünüp örtünen" demektir ki
kendisi örtünmüş veya başkası tarafından örtülmüş olabilir. Bunun büyük
bir olay karşısında başını içine çekmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata
meyletmek gibi kinaye mânâları da olabilir. Nitekim Râgıb, istiare
yoluyla, işe pek önem vermeyen, kısa davranan mânâsına kinaye ve
taşlama olduğunu söylemiştir.
Tezemmül
mastarının üç harfli kökü olan "zeml" kelimesinin birçok anlamı vardır.
Mesela, zeml ve zemelân; at, davar gibi hayvanların neşe ve cünbüşle
bir tür yürüyüşü demektir. Yine zeml, atın terkisine birisini almak,
yük yüklemek mânâsına gelir. Zemîl ve ziml, binicinin arkasına oturan,
arkadaş; zümle de çok yoldaş topluluğu demektir. Bu bakımdan "tezemmül"
kelimesi bunların herhangi birinden türetilerek bu bâba nakledilmiş
olabilir. Fakat özellikle bilinen ve duyulan mânâsının, "elbiseye
bürünüp örtünmek" olduğu açıklanıyor. Bir de müzzemmil, yük yüklemek
mânâsına gelen zeml'den türetilerek "yükü yüklenen" mânâsına olduğu
söylenmiştir.
"Ey
örtünen!"
hitabı, ilk önce Hz. Peygamber (s.a.v)'i dikkatli ve uyanık olmaya
davettir. Bazıları işin öneminden dolayı bunun "ne yatıyorsun? Niye
gizleniyorsun? Niye zayıf davranıyorsun? Kalk" gibi bir tür taşlama ve
azarlama biçiminde bir şiddet hitabı olduğunu; bazıları da "gönül
okşama" mânâsıyla bir teşvik ve gayrete getirme hitabı olduğunu
söylemişler ve böyle olmasının peygamberlik makamına daha uygun
olacağını düşünmüşlerdir.
Ebu
Hayyân'ın
yazdığına göre Süheylî şöyle demiştir: Müzzemmil ismi, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in öteden beri tanınageldiği isimlerden biri değildir.
Müzzemmil ismi, ancak bu hitap sırasında bulunduğu bir durumdan
kaynaklanmıştır. Arap, birisine sitem etmeksizin onun gönlünü okşamak
istediği zaman bulunduğu durumu anlatan bir kelimeden türemiş isimle
seslenir. Nitekim Hz. Ali (r.a) toprak üzerinde uyumuş ve böğrüne
toprak yapışmış olduğu bir sırada, Hz. Peygamber (s.a.v) ona: "Kalk ey
toprağın babası!" diye hitap ederek onun gönlünü okşadığını
anlatmıştır. İşte hitabında da böyle bir yakınlık kurma ve gönül alma
vardır. Bu açıklamanın en sağlam olarak ifade ettiği gerçek, Hz.
Peygamber (s.a.v) hakkında müzzemmil isminin daha önce bilinen bir isim
olmayıp ancak bu hitap sırasındaki durumunu gösteren bir niteleme ve
gönül okşama olduğunu bildirmesidir. Fakat gönül okşama tabirinin
görünen anlamına göre, "kalk" emrinin böyle bir lâtifeden sonra
söylenmiş olması, bu emrin vücub, yani gereklilik ifade etmesine uygun
düşmez.
Bu işin
güzel ve
hoş görülen bir iş olarak düşünülmesini gerektirir.
Bu görüşte
olanlar bulunmakla beraber bu anlayış, peygamberlik görevinin
başlamasının önemi, "Biz senin üzerine ağır bir söz
bırakacağız."(Müzzemmil, 73/5) sözünün ağırlığı karşısında hafif
görünür. Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.v)'in zatını peygamberlik
makamına yükseltmek üzere "kalk" emrini vermek için gelen bu sesi,
başlangıçta şiddetli bir uyarı olarak anlamak, lâtife gibi anlamaktan
daha çok yüksek bir edebi anlayışla peygamberliğin şan ve şerefine
hürmeti ifade eder.
Peygamberin
bu
seslenişi duyduğu sırada bulunduğu örtünme hali ne idi? Niçin idi?
Bunun birkaç şekilde yorumu yapılmıştır:
BİRİNCİSİ,
Âlimlerin çoğu bunun yukarıda açıklandığı üzere "Beni örtün, beni
örtün" diyerek örtünüp yatmış olması hali, bunun sebebinin de Hira
mağarasında gördüğü meleğin ve aldığı vahyin şiddetinden duyduğu korku
ve heyecan olduğu, bazı rivayette de Kureyş'in Darunnedve'deki
sözlerinden duyduğu üzüntü olduğunu söylemişlerdir. Bu hal içinde
Peygamber'in yalnızlığını gidermek ve gönlünü okşamanın tam zamanında
yetişen ilâhî bir yardım olduğunda şüphe olmamakla beraber, bunun biraz
sonra yapılacak daha yüksek bir uyanışa davetten önce şiddetli bir
destek olması her halde daha kuvvetli bir yardım ve imdat olur. Bu hal
içinde Peygamber'in örtündüğü ne idi. Bazıları bunun bir kadife, yani
saçaklı bir Acem keçesi olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da Hz.
Hatice'nin "mırt" tabir edilen büyük bir yün elbisesi, ihramı veya
battaniyesi demişlerdir ki, ikisi arasında bir fark olmasa gerektir.
İKİNCİSİ,
Katâde
demiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) namazı için elbisesine bürünmüştü.
Ferrâ ve İbnü Cerir bunu tercih etmişlerdir. Bu durumda, "ey örtüsüne
bürünen!" diye yapılan hitap sadece teşvik için olmuş olur. Gerçi
burada "kalk" emrinden önce namaz için bir emir bulunduğu
bilinmektedir. Fakat İbnü Cerir, "Hz. Peygamber (s.a.v) geceleri namaz
kılardı, işitenler de gelip ona katılmaya başlamışlar, bir cemaat
oluşmuştu. Allah'ın Resulü (s.a.v) onların toplanmasını pek uygun
görmeyip devam edememelerinden ve bu namazın farz kılınmasından
sakınmıştı. "Ey insanlar! Yapabileceğiniz amellere girişin. Siz amelden
usanmadıkça yüce Allah sevaptan usanmaz. Amellerin hayırlısı ise
devamlı olanıdır" diye nasihat etmişti. Devam edenler devam ediyordu.
âyeti indi, farz kılındı." diye Hz. Aişe'den gelen bir rivayeti
kitabına almıştır. Resulullah (s.a.v)'ın Hira mağarasında inzivaya
çekilip ibadet ettiği de sahih kitaplarda rivayet edilmiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ,
İkrime, "Müzzemmil, yük yüklemek mânâsına gelen "ziml" kökünden
türetilen ve "büyük yük, yüklenen" mânâsından mecaz olarak, "Ey
Peygamberlik yükünü yüklenen!" demek olduğunu söylemiştir ki, güzel bir
mânâdır.
Bu üç görüşe
göre, bu âyetin inmesinden itibaren Peygamber (s.a.v)'e müzzemmil
ismiyle hitapta şu mânâlardan birisinin düşünülmesi gerekir. Birinci
mânâ, "Beni örtün, beni örtün" diyen; ikincisi, "ey namaz kılmak,
ibadet etmek için giyinip hazırlanan"; üçüncüsü, "ey nebilik ve
resullük yükünü yüklenen," gece kıyam et kalk. Gece kıyam yani kalkış,
maksada göre kapsamlı mânâlar ifade eder. Burada sözün devamında
"Kur'ân'ı yavaş oku", "rabbının ismini zikret" ve "Rabbine yönel" gibi
sözlerin gelmesinden anlaşıldığına göre, maksat, ibadet için
kalkmaktır. Tefsirciler bunun "namaza kalk" demek olduğunu açıklıyorlar
ki bunun iki izah şekli vardır. Birisi, "namaza kalk" takdirinde
olması; birisi de "kıyam" tabirinin doğrudan doğruya namaz mânâsına
olmasıdır. Onun için "kıyam-ı leyl" sözü, "gece namazı"nı ifade etmekte
şer'î örf olmuştur. Devamlı ibadet eden kimseye "gece kaim, gündüz
saim", yani "gece namaz kılar, gündüz oruç tutar" denilir. Gece kaim
olmak, yatmazdan önce de, uyuyup sonra kalkmak suretiyle de olabilir.
İkincisine teheccüd denilir. "Gece kalk" dediğimizde bizim dilimizde
uykudan kalkmak anlaşılırsa da "gece kaim ol" sözü her iki mânâya da
gelebilir. Burada açık olan budur.
İslâm'da beş
vakit namaz farz kılınmazdan önce başlangıçta Peygamber'e bu emirle
gece namazı farz kılınmış olup Peygamber (s.a.v) ve ashabının
Ramazan'da olduğu gibi her gece uzun uzadıya namaz kıldıkları, sonra bu
sûrenin sonunda gelecek olan "Rabbın biliyor ki sen kalkıyorsun.."
âyetiyle miktarı değiştirilip hafifletildiği; bazılarının görüşüne göre
bundan maksadın teheccüd olduğu ve beş vakit namaz farz kılındıktan
sonra teheccüdün vacipliğinin ümmet hakkında kaldırıldığı, Peygamber
(s.a.v) hakkında da "Gecenin bir kısmında da sana mahsus bir nafile
kılmak için uyan."(İsra, 17/79) emrinin yürürlükte olduğu açıklanıyor.
Bazılarının
görüşüne göre ise gece namazının vacip oluşu hiç kaldırılmamış, ancak
hafifletilmiştir. Diğer bazıları ise bu ilk "gece kâim ol" emrinin farz
için olmayıp mendub olmak suretiyle bir emir olduğu, "yarım" veya "daha
az" veya "daha çok" diye miktar hakkında bir tercih hakkı tanınmasının
bunu gösterdiği ve dolayısıyle teheccüdün ne başta, ne sonda, ne
Peygamber (s.a.v)'e, ne de ümmete farz kılınmadığı görüşünü
benimsemişlerdir.
Birazı
müstesna, birazı hariç, yani gecenin birazı dışında kalk. Ne kadar?
Gecenin yarısı yahut ondan biraz eksilt yarısından az kalk, ama bu
eksiltme yarının yarısından, yani gecenin dörtte birinden fazla
olmasın, en aşağı dörtte biri kadar kalk. Çünkü dörtte birinden aşağı
eksiltmek, yarısının yarısından az değil, çok olmuş olur.
Yahut onu
artır yarısından fazla kıl ki bu da üçte ikisi, nihayet dörtte üçü
kadar olabilir.
Burada
yarım,
eksik ve fazla, gecenin birazının dışında kalan kalkılacak kısmının
veya istisna edilen kalkılmayacak olan az kısmının açıklaması olabilir.
Gerek müstesna minh gerek müstesna hangi taraftan düşünülürse
düşünülsün sonuç aynı olur. Çünkü bir taraf eksilince diğeri ona
karşılık aynı oranda artar. Birisi arttıkça diğeri aynı oranda eksilir.
Şu kadar var ki, eksiltme ve artırma muhataba nisbet edilmiş yani ona
"artır" ve "eksilt" denilmiş olduğundan "kalkmak" gibi bunların da onun
fiili olması gerekir. Bu ise, bunların kalkılmayacak olan istisna
edilmiş azını değil, kalkılacak olan gece müddetini açıklamak olduğunu
hissettirir. Bu karineye (ipucuna) göre, Ebussuud'un dediği gibi "onun
yarısını sözünün tamlamada geçen zamirin yerini tutmuş olduğu "müstesna
minh olan gece"den bedel olarak kıyam süresinin açıklaması olduğu
ortadadır. Veya eksilt ve veya artır fiilleri de kalk emrine
bağlanmıştır. Bu suretle istisna edilen birinci de dolayısıyle buna
karşılık beyan edilmiş olarak gecenin yarım, üçte bir veya çeyrek veya
üçte iki veya üç çeyreğine kadar olan süresini kapsayabilir. Bunun
hepsi, müstesna minh olan gecenin tamamından az olmakla beraber
bazısında istisna edilen, geri kalandan az olsa da, bazısında eşit veya
çok olmuş olur. İstisnalarda, istisna edilip çıkarılanın bütüne eşit
olmamak üzere kalandan az veya çok olması caizdir.Fakat istisnanın
doğal durumuna göre çıkanın kalandan az olacağı açık olup kurala uygun
olan da budur. Bunun aksi yapıldığı zaman bir esprisi olmak gerekir.
Burada önce genel kurala uygun olmak üzere, "azı hariç" denilerek
geceden bir kısmı istisna edilmiştir. Bununla beraber o istisna edilen
az'ın geri kalanlara eşit ve ondan çok olabileceği de anlatılmıştır.
Bunda başlıca üç incelik vardır:
BİRİNCİSİ,
her
şeyden önce, istisna edilen şeyin az olması kuralına dikkat çekmek.
İKİNCİSİ,
istisna edilen şeyin kural dışı olarak, geri kalana eşit veya ondan çok
olması caiz ise de, gece kalkma süresinin yarıyı geçmesinin daha iyi
olacağına işaret.
ÜÇÜNCÜSÜ,
uyku
ve gaflet içinde geçen süre, nicelik itibarıyla yarısından çok olsa da,
kıymet ve nitelik itibarıyla az; zikir ve ibadetle geçen süre,
diğerinden az da olsa çok demek olacağına işaret.
İşte bu üç
nükteyi göstermek için önce "gecenin azı hariç" denilerek gecenin azı
istisna edilmiş, sonra da bu azın eşit veya az ya da çok olabileceği,
bununla beraber her ne olsa az demek olacağı anlatılmak üzere âyet bu
beyan üslubu ile gelmiştir. Bu üç miktardan birini seçme arasında
serbest bırakma, durumun gereğine veya gecelerin uzun ve kısa olması
takdirlerine göre en uygununu seçmek için demek olur. Bunlar içinde
çeyreğe kadar azı kesin, dolayısıyla farz, fazlası nafilelik ifade
eder. O suretle kalk "Ve Kur'ân'ı yavaş yavaş oku."
TERTÎL, bir
şeyi
güzel, düzgün ve tertip ile kusursuz bir şekilde açık açık, hakkını
vererek açıklamaktır. Aralarında çok değil, biraz açıklık bulunmakla
beraber gayet güzel bir düzgünlükte görülen ön dişlere derler. Sözü de
öyle tane tane, yavaş yavaş, ara vererek ve güzel sıralama ve ifadeyle
söylemeye de "tertîl-i kelâm" derler. Kur'ân'ın tertili de böyle her
harfinin, edasının, tertibinin, mânâsının hakkını doyura doyura vererek
okunmasıdır. Burada emrinden sonra mastarıyla vurgu yapılması da bu
tertîlin en güzel şekilde olmasının arandığını gösterir. Bir söz
aslında ne kadar güzel olursa olsun gereği gibi güzel okunmayınca
güzelliği kalmaz. Güzel okumasını bilmeyenler güzel sözleri berbat
ederler. Sözün tertîl ile güzel söylenmesi ve okunması ise sade ses
güzelliği ile gelişi güzel eze büze şarkı gibi okumak, saz teli gibi
sade ses üzerinde yürümek kabilinden bir musıkî işi değildir.
Kelimelerin dizilişinin mânâ ile uyum sağlaması ve dilin fesahat ve
belağatı hakkıyla gözetilerek ruhî ve manevî bir uygunlukla, yerine
göre şiddetli, yerine göre yumuşak, yerine göre uzun, yerine göre kısa
okuma, yerine göre ğunne, yerine göre izhar, yerine göre ihfa, yerine
göre iklâb, yerine göre vasıl, yerine göre sekit veya vakıf; kısacası
bütün maksat, mânâyı duymak ve mümkün olduğu kadar duyurmak olmak üzere
tecvid ile okuma işidir. Bunun için Kur'ân okurken tertîl ve tecvid
gerekir.Tecvid de, kaf çatlatmak derdiyle,
çatlatmaktaki mânâyı
kaybetmek değildir.
Tecvid ve
Kırâet
ilmi kitaplarında Kur'ân kırâeti üç mertebe üzerine
sınıflandırılmıştır: Bunlar tahkîk, tedvir ve hadr'dır.
Tahkik,
munfasıl
meddi dört veya beş elif miktarı çekecek şekilde gayet ağır bir ahenk
ile okumaktır.
Tedvir, iki
veya
üç elif miktarı çekecek şekilde orta halde okumaktır.
Hadr de
tabii
med gibi bir elif miktarı çekecek şekilde hızlı okumaktır.
Bir elif iki
fetha miktarı demek olduğuna göre, bir harekenin belli olacak şekilde
okunuşundaki ilk ses, âhenk süresinin hızlılık ve ağırlığına göre, her
kırâetin şifresini teşkil eder. Asım, Hamze, Nafi'den Verş kırâetleri
tahkik; İbnü Amir, Kisâi kırâetleri tedvir; diğerleri hadr tarzındadır.
Fakat bunların hiçbirinde bir harf veya harekenin hakkı çiğnenecek
şekilde okunmak caiz olamayacağı için, asıl mânâsıyla tertil
kırâetlerin hepsinde şarttır. Kırâetleri böyle hadr ve tedvir şeklinde
kısımlara ayırmaya cevaz veren ise gelecek olan "Kur'ân'dan size kolay
geleni okuyun." emridir.
Görülüyor ki
bu
âyette geçen "Kur'ân'ı tertil üzere oku." sözü, gece kalkmaktan ilk
maksadın bu olduğunu gösterir. Bu ise Kur'ân'ı namazda ve namaz dışında
okumak, onu okutup öğreterek başkalarına ulaştırmak mânâlarını
kapsayabilirse de, ayakta okunması örfe göre namazda okunmasıdır.
Bir de bu
âyet,
bu sûre indiği sırada Kur'ân'dan daha önce bazı şeylerin inmiş
bulunduğunu gösterir. Fakat henüz çok bir şey inmemiş olması nedeniyle,
her gece bu kadar uzun süre kalkıp da Kur'ân'ı tertil üzere okumak,
bunun sadece bellemek için değil, namaz kılıp ibadet ederek
uygulamasını yapmak için okumaya vesile olduğunu gösterir.
5. Bununla
beraber bu gece kalkışının ve Kur'ân'ı tertil üzere okumanın asıl
maksat olmayıp hazırlık mahiyetinde bir giriş olduğu açıklanmak üzere
buyruluyor ki, Çünkü biz sana ağır bir söz indireceğiz. Dayanılması,
uygulama ve yerine getirilmesi çok zor olan büyük bir kelâmı üzerine
indirip tatbikini ve uygulamasını sana emredeceğiz. Bu söz, ağır
yükümlülükleri ve sorumlulukları kapsayan ve savulması ve geri
çevrilmesi mümkün olmayan Kur'ân ile Peygamberlik emri, indirilmesi de
onun vahyidir. Hz. Peygamber (s.a.v)'e vahiy inerken o kadar ağır ve
şidddetli gelirdi ki, derhal yüzü değişirdi. Nitekim Hz. Aişe demiştir
ki: Gayet soğuk bir günde vahiy inerken baktım, açılırken alnından ter
fışkırıyordu. Aynı şekilde Veda Haccı sırasında Arafat'da "Gadba" adlı
devesinin üzerinde iken vahiy gelince ağırlıktan deve çöke kalmıştı.
Vahy ve onun inişi böyle maddi olarak bile bir ağırlık ve baskı ile
geldiği gibi mânâsındaki hükümlerin ve ahlâk kurallarının icra ve
uygulaması da nice zorlukları beraberinde getiren ağırlıkları kapsar.
Kur'ân'ı okumak kolay olsa da onunla amel etmek zordur. Sonra, terazide
ecri ve mükâfatı da ağırdır.
6. İşte
önce
gece kalkmak ve Kur'ân okumakla emir, bu cümleden olmak üzere gelecek
olan ağır emirlerin uygulanabilmesine imkan ve yetenek kazanmak üzere
nefisleri terbiye etmek ve nefsi yenme gayretlerini geliştirip
kuvvetlendirmek için hazırlık mahiyetinde çalışmadır. Bunun gündüz
yapılmayıp da geceden başlamasının sebep ve hikmeti büyüktür. Çünkü
gece nâşiesi yani gece yetişen nefis, veya gece meydana gelen olay veya
gece neşesi ve olayı, "Daha baskın, daha samimidir."
VATI',
lügatte;
basmak, çiğnemek, yumuşatıp döşemek, hazırlamak, uydurmak, yani uygun
hale koymak ve uygunluk mânâlarında mastardır. Bir de tümseklikler
arasında basık ve engin yere denir.
Ebu Amr ve
İbnü
Amir kırâetlerinde vav'ın kesri ve ta'nın fethasıyla ve uzatarak
okunur. Bununla aynı baptan mastar olan "muvatae", uygunluk, uyuşma
demektir. Yani, gece yapılan amel daha baskın, daha samimi yahut kalp
ve vicdana daha uygun demektir. Gece sessizlik ve her şeyden ayrılma
zamanı olduğu için, uyanık olanların gözü gönlüne daha uygun ve
gündüzleyin çeşitli engeller ve meşgaleler içinde duyulamıyacak
olayları duymak için keşfi daha açık ve gösterişten, başkalarının
bakısından kurtulmuş olarak ihlaslı davranmaya daha uygun yahut daha
keskin, daha dokunaklıdır.
Ve deyişce,
söyleyiş ve anlayış açısından daha sağlamdır. Söz daha iyi söylenir ve
duyulur, gürültüler kesilmiş bulunacağı için okuma ve düşünme, inceleme
ve zikir, söylenen ve dinlenen söz daha sağlam olur.
7. Çünkü
senin
için gündüzün uzun bir yüzüş var. Burada sebh, yani yüzmek iki şekilde
tefsir edilmiştir:
BİRİSİ,
Gündüzün
yer yüzünde hareket; insanı meşgul edecek, okumaya ve ibadete engel
işler vardır. Bunların arasında, geceki huzur ve neşe bulunmaz
demektir.
İKİNCİSİ de
diğer ihtiyaçlarını ve önemli işlerini görecek uygun bir zaman vardır,
demek olur.
ÜÇÜNCÜ bir
mânâ
da, kalkmakla emrolunduğun bu gecenin bir gündüzü gelecektir ki sen o
zaman uzun bir paklığa ve temizliğe ereceksin mânâsında gelecek için
bir müjde olur. "Ve açtığı sıra o sabaha andolsun."(Müddessir, 74/34)
âyetinde olduğu gibi.
8. İşte bu
iç ve
dış sebeplerden dolayı ilerisi için hazırlanmak üzere gece kalk ve
tertil ile Kur'ân oku ve Rabbının ismini an. Gece ve gündüz onu an.
"Sübhanallah","Lâilahe illallah" "Allahû Ekber" demek, Allah'ı
ululamak, namaz kılmak, Kur'ân okumak, ilim öğretmek, Allah için öğüt
verip yol göstermek gibi Resulullah (s.a.v)'ın gece ve gündüz bütün
saatlerinde meşgul olduğu şeyler buna dahildir. "Tam anlamıyla ona
yönel" Kendini her şeyden çekerek Rabbına çekil, samimi bir şekilde
onun emir ve itaatı ile meşgul ol. İçinde yüzdüğün dünya meşgale ve
maksatları, alakası gönlünü asla işgal etmesin.
TEBETTÜL,
lügatte, kesmek demektir. Nitekim her şeyle ilgisini kesip Allah'a
ibadet ettiği için Hz. Meryem'e "betûl" denilmiştir. Erkeklere karşı
istek ve arzu duymayan kadına da betûl denir.
TEBTÎL,
iyice ve
tamamen kesmek; tebettül ise çalışarak kesilip çekilmektir. Râzi şöyle
der: veya buyurulmayıp buyurulması ince bir mânâyı ifade eder. Şöyle
ki, asıl maksat, herşeyden kesilip Allah'a dönmektir. Tebtilde ise,
Allah'a yönelmek için bir iş yapma mânâsı vardır. Bir işle meşgul olan
kendini tamamen Allah'a vermiş olamaz. Zira Allah'tan başkasıyla meşgul
olan, Allah için herşeyden ilgisini kesmiş olmaz. Fakat "tebettül"ün
yani Allah'a çekilmenin meydana gelebilmesi için de önce "tebtîl" yani
kendini her şeyden çekmek gerekir. Nitekim bir âyette, "Uğrumuzda cihat
edenlere gelince, elbette biz onları yollarımıza hidayet
ederiz."(Ankebut, 29/69) buyurulmuştur. Onun için, yüce Allah önce asıl
gaye olan "Allah'a yönelme"yi, sonra da onun şartı olan "bu iş için
çalışma" yı zikretmiştir.(1)
"Rabbinin
ismini
zikret ve ona yönel" denilmek suretiyle zikrin ve yönelmenin Rab ismine
bağlanması da önce, yaratılanlardan ve kullardan ilgiyi kesip yüce
Allah'ın ilâhlık hükümlerini, kendi içimizdeki ve dışımızdaki idare
şeklini ve tasarrufundaki sırları düşünmeye dalmak; ikinci olarak da
işten o işi yapana, hükümden o hükmü verene nefsi teslim etmek mânâsına
işarettir.
9. Bu
nedenle
açıklama yapılarak buyruluyor ki, o senin Rabb'ın bütün doğu ve batının
Rabbidir Âlemlerin Rabbidir. Âlemde gerek parlayan gerek sönen her
şeyin her hususta Rabbi, yöneticisi, terbiye edicisi, maliki odur.
Parlatan o, söndüren de odur. Herkes gerek bilsin gerek bilmesin bütün
âlem onun ilâhlığı altındadır. O'ndan başka ilâh yoktur. Tam bir
sevgiyle sevilip, gönül verilecek ve ibadet edilecek, emrine boyun
eğilecek ondan başka ilâh yoktur. İbadet edilecek varlık ancak odur.
Akılların kavrayabildiği ve kavrayamadığı bütün emellere arzulara hakim
olan ancak odur. Başkasından ummak boşunadır. Rablık da onun, ilâhlık
da onundur. Onun için, ancak onu vekil tut, bütün işlerini onun
görmesini iste. Şuurlu dileklerin hepsinde onun emir ve hükmü
doğrultusunda yürü, ona dayan. Ne senin kendinin ne de başkalarının
arzusuna göre yürüme. Onun her hususta irade ve gücü geçerlidir. Oysa
onun hükmüne uymayan her düşünce ve emel batıl ve geçersizdir. O senin
bütün işlerini iyileştirmeye ve düzeltmeye, sana düşmanlık edecek
olanların hakkından gelmeye yeter.
İnsanların
en
önemli işleri asıl olarak sadece iki durumla sınırlandırılmıştır.
Birisi Allah ile olan muamelelerin nasıl olacağı, birisi de
yaratıklarla olan muamelelerin nasıl olacağıdır. Birinci kısım daha
önemli olduğu için sûrenin başından buraya kadar onunla ilgili esaslar
açıklandıktan sonra, ikinci kısım için de buyruluyor ki;
10. Onu
vekil
tut ve başkalarının diyeceklerine sabret ve onları bir hecr-i cemil ile
terket, şimdilik hallerine bırak.
HECR-İ
CEMİL,
kalben ve fikren onlardan uzak durup yaptıkları işlerde onlara
uymamaklaberaber
kötülülerine karşılık vermeye kalkışmayıp hoşgörü, idare ve güzel ahlâk
ile güzel bir muhalefet yapmaktır. Bunun benzeri, "Onun için sen
kendilerine aldırma, onlara öğüt ver."(Nisa, 4/63) "Ve cahillerden yüz
çevir."(A'râf, 7/199) "Onlardan yüz çevir." (En'âm, 6/68) ve "Bizden
yana her bakımdan selamette olunuz. Biz cahillik edenleri aramayız."
(Kasas, 28/55) âyetleridir. Râzi der ki: Bir kısım tefsirciler bu
âyetin "savaş" emrinden önce inip sonra savaş emri ile hükmünün
kaldırıldığı görüşünü benimsemişlerdir. Diğer bazı âlimler ise, bunun
kabul edilmeye daha çok vesile olan şeyler hususunda Allah'ın iznine
tutunmak olduğunu ve bu gibi hususların hükmünün kaldırılamıyacağını
söylemişlerdir ki, en sahih olan da budur"
11. Ama
onlar
kötülüklerinde devam edip gitsinler mi? diye kalbe bir sıkıntı ve şüphe
gelmemek ve bunun kesinlikle geçici olacağı anlatılmak için de
buyruluyor ki, ve bana bırak o nimetler içinde zevk sürerek rahat
yaşamak isteyen bolluk içindeki inkârcıları ve mühlet ver onlara biraz.
Keşşâf'ın açıkladığına göre "na'me", Fatiha'da geçtiği gibi bolluk ve
nimet içinde yaşama; ni'me, nimet vermek; nu'me ise, sevinç ve neşe
mânâsınadır. "Refah sahipleri, zevkine düşkün kimseler" demektir ki,
Kureyş'in ileri gelenleri böyle idi. Dilimizde de bilindiği gibi "sen
onu bana bırak" demek, "ben onun tamamen hakkından gelirim" demektir.
Yani, "sen yorulma, merak etme, onları sedece bana bırak ve acele etme,
onlara çok değil biraz mühlet ver, ben onların tam olarak haklarından
gelmeye ve cezalarını vermeye yeterim."
12-13.
Çünkü bizim
yanımızda. Sende olmayan ve başkalarının yanında bulunmayan nice
tomruklar görülmedik ağır ağır bukağılar ve son derece salgın bir ateş
var.
Ve boğaza
takılan bir yiyecek, zakkum, irin, zehirli ve dikenli bitki gibi ki,
boğaza girdi mi ne yutulur, ne çıkarılabilir. Ve her acıdan daha elem
verici, dayanılmaz bir azap vardır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu âyeti
okuduğu zaman haykırdığı rivayet edilir.
Hasan Basri
bir
gün oruçlu iken iftar edeceği sırada kendisine bir yemek getirilmiştir.
Tam o anda bu âyet aklına geliverdi, "yemeği kaldırın" dedi. İkinci
akşam konuldu, yine hatırana geldi, yine "kaldırın" dedi. Üçüncü akşam
yine öyle. Sâbit-i Benânî'ye, Yezid-i Dabbî'ye ve Yahya el-Bekkâ'ya
haber verildi, onlar geldiler ve sonunda biraz kavut şerbeti içmeyince
bırakmadılar.
Razî şöyle
der:
Bu dört mertebeyi ruhani cezalar şeklinde yorumlamak da mümkündür:
Enkâl, nefsin cismâni ilgiler ve bedensel lezzetler bağına bağlanıp
kalmasıdır. Çünkü nefis dünyada bunlara sevgi ve arzu yatkınlığı
kazanmış olduğu için bedenden ayrıldıktan sonra hasret ve kaygısı
artar, kazanç aletleri harap olmuş kalmamış bulunduğu için, daha evvel
elde ettiği meleke ve yatkınlık onun kurtulup da ruh ve huzur âlemine
geçmesini engelleyen engeller, tomruklar halini alır. Sonra o ruhani
bağlantılardan ruhani ateşler çıkar. Çünkü nefsin bedensel durumlara
aşırı meyli ile beraber onları elde etme imkanı bulamaması, bir kimse
aradığı şeyi bulamayınca gönlünün yanması gibi, şiddetli bir iç
yanmasını gerektirir ki, işte o ikinci mertebe, yani âyette anlatılan
"cehim" dir. Sonra da o yoksunluk tasalarını ve ayrılık elemlerini
yutmaya uğraşır ki, işte bu da "taâmen zâ gussa"dır. Daha sonra o bu
içinde bulunduğu durumlar sebebiyle ilâhî nurun tecellisini görmekten
ve mukaddes varlıklar zincirine katılmaktan yoksun kalır ki, bu da
hepsinden şiddetli olan "azaben elima"dır. Razi bunları söyledikten
sonra özellikle şu hatırlatmayı yapmayı da unutmayıp şöyle der: Sözüm
yanlış anlaşılmasın. Ben, âyetten maksat, yalnız bu ruhani mânâlardır,
demek istemiyorum. Diyorum ki, âyet hem cismani, hem de ruhanî dört
mertebenin meydana gelmesini ifade eder. Âyeti her ikisine de
yorumlamak imkânsız değildir. Her ne kadar lafız, cismani mertebelere
göre hakikat, ruhanî mertebelere göre meşhur ve herkesin bildiği mecaz
ise de. Yani genel mecaz ile hakikat ve mecazı bir araya toplamak veya
işaret ve delalet sahih olur.
Buna ipucu
(karine) da sûrenin başından beri gelen açıklamaların yalnız maddiliğe
mahsus olmaması ve elem ve sıkıntıların maddeden çok ruh ile ilgili bir
iş olmasıdır. Zira ruh ile ilgisi olmayan bir cansız varlığın yanarken
azap çekmesi tasavvur olunamaz.
14.
Bunların ne
zaman olacağına gelince, yerin ve dağların sarsılacağı, ve o sivrilip
duran dağların erimiş kum yığınına döneceği gün. O gün yeryüzü dümdüz
olacak. Burada eriyen dağların olacağı anlaşılıyor ki, bu değişimde
hepsi sarsılmakla beraber özellikle büyüklerinin yıkılacağına işaret
vardır. (Hâkka Sûresi'ne bkz.)
15. Buraya
kadar
hitap Peygamber (s.a.v)'e idi. Peygamber'i bu şekilde hazırladıktan
sonra, ilk önce âyetlerin iniş sebebi olan Mekke müşrikleri dahil olmak
üzere inkârcılara hitap edilerek Hz. Muhammed (s.a.v)'in Peygamber
olarak gönderildiğini duyurmak için buyuruluyor ki: Haberiniz olsun,
biz size bir elçi gönderdik. Allah'ın emirlerini size ulaştıracak;
üzerinize şahit, kendisine karşı yaptıklarınıza şahit olarak
inkârlarınıza, yalanlamalarınıza o kıyamet günü aleyhinizde tanıklık
edecek. Aynı şekilde biz Firavun'a da bir elçi göndermiştik. O Musa
idi. Bu benzetmede üç mânâ vardır.
BİRİSİ,
Bakara
ve Saff sûrelerinde geçtiği üzere Tevrat'ta Hz. Musa'ya hitaben son
Peygamber hakkında "Senin gibi bir elçi" diye haber verilmiş olan
elçinin bu elçi olduğunu açıklamaktır.
İKİNCİSİ, o
vakit Mekke Cumhuriyeti'ni idare eden müşriklerin Firavun gibi zalim ve
zorba olduklarına işarettir.
16.
ÜÇÜNCÜSÜ de
netice olan şu korkutmayı anlatmaktır. Ki Firavun o elçiye isyan etti
de biz o Firavun'u korkunç bir tutuşla tutup, alıverdik.
17.
Firavun'un
durumu böyle olunca inkâr ettiğiniz takdirde siz nasıl
korunabilirsiniz? Yeni doğmuş çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek
olan o günden nasıl korunacaksınız? Bu o kadar korkunç, o kadar
şiddetli acı bir gündür. Çünkü "gam ve keder saç ağartır" diye bir
darb-ı mesel vardır. Bununla beraber bunda o günün gelmesine, yeni
neslin ihtiyarlık çağına girecekleri bir zaman kadar süre bulunduğuna
ve kuşaktan kuşağa olacak değişikliklere bir işaret de olabilir.
18. O gün
sebebiyle gök çatlayacaktır. O öyle dehşetli bir gün ki yalnız dağlar
erimek, çocuklar kocalmakla kalmayacak, o yüksek gök bile yarılıp
ayrılacak, ilâhî emir gelip yeni bir âlem kurulacak. Böyle şey olur mu?
denilmesin. Allah'ın vaadi yapılagelmiştir.
19. İşte
(bu
hatırlatmaları, bu uyarıları kapsayan) âyetler bir tezkire yani bir
öğüt ve nasihat mânâsı taşıyan bir duyurudur. Artık dileyen Rabbine bir
yol tutar. O günün şiddet ve dehşetinden korunmak ve Rabbine esenlik
içinde ermek için iman, itaat ve güzel amelle Allah'a yaklaşmaya
çalışır.
20. "Senin
Rabbin biliyor ki." Yukarda geçtiği gibi, bu âyetin sonradan inip
sûrenin başındaki "gece kalk" emrini hafifletmiş ve değiştirmiş
olduğunda ittifak vardır. Ancak yine Mekke'de mi, yoksa sonradan
Medine'de mi indiğinde ve hafifletme ve hükmünü kaldırmanın nasıl
olduğunu belirlemede ihtilaf edilmiştir.
Hz. Aişe'den
bu
âyetin "Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin kalk" âyetinden sekiz ay sonra
inip baştan fariza gibi yazılmış olan gece kalkışı (namazı)nı farza
çevirerek fazlasını kaldırmış ve nafile olarak bırakmış olduğuna dair
de bir rivayet vardır. Lakin İbnü Cerir'in yazdığı bu rivayetin dış
görünüşüne bakılırsa, bütün sûrenin Medine'de inmiş olması gerekiyor.
Oysa sûrenin baş kısmının Mekke'de inmiş olduğunda bir ihtilaf
görülmüyor.
İbnü
Abbas'tan
da şöyle rivayet edilmiştir: "Müzzemmil sûresinin başındaki "azı hariç
gece kalkıp ibadet et" emri müminlere çok zor geliyordu. Ramazan ayında
olduğu gibi geceyi ibadetle geçiriyorlardı. Sonra bu hafifletildi. Yüce
Allah merhamet buyurdu da bundan sonra, "Allah sizin içinizde hastalar,
yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler... olacağını
bilmiştir.. ondan kolayınıza geleni okuyun." âyetini indirdi. Allah'a
hamd olsun, genişletti de daraltmadı. Bu sûrenin baş tarafının inişi
ile sonunun inişi arasında bir sene oldu."
Katâde'den
rivayet edildiğine göre, âyeti indi. İnsanlar bir sene veya iki sene
gece ibadeti yaptılar. O derece ki ayakları ve baldırları şişerdi.
Nihayet "Kur'ân'dan kolay geleni okuyun." âyeti indi de insanlar
istirahat etti.>
Hasen'den de
şöyle rivayet edilmiştir: âyeti inince müslümanlar bir sene gece ibadet
ettiler. Kiminin gücü yetti, kiminin yetmedi. Sonra bunun serbest
bırakıldığını gösteren âyet indi. Allah'a hamd olsun, farzdan sonra
nafile oldu.
Abd b.
Humeyd'in
Yakub, Ca'fer kanalıyla, Saiyd'den yaptığı rivayette ise yüce Allah
Peygamberine âyetini indirdiğinde Peygamber (s.a.v) bu hal üzere on
sene kaldı. Gece Allah'ın emrettiği şekilde kalkardı, ashabından bir
grup da onunla beraber gece ibadet ederlerdi. Yüce Allah on seneden
sonra, "Muhakkak Rabb'ın biliyor" diye başlayan bu âyeti "Ve namazı
kılın" bölümüne kadar indirdi. On seneden sonra, bu emri hafifletti.
Bazıları da
bu
âyetinin Medine'de inmiş olduğu görüşündedirler. Ebu Hayyan buna
çoğunluğun görüşü demiş ise de öyle görünmüyor. Deniliyor ki bu âyetin
Medine'de indiğini söyleyenler, bu âyette "zekâtı verin" emrinin
bulunmasını göz önüne almışlar. "Zekât Medine'de farz kılınmış olduğu
için bu âyetin de Medine'de inmiş olması gerekir." demişlerdir. Buna
cevap olarak da, "Medine'de farz kılınan asıl zekât olmayıp, Berae
sûresi âyeti gereğince harcanacak yerlerin ve hisselerin belirlenmesi"
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Mekke'de inen sûrelerde de asıl olarak
zekâtla ilgili âyetler bulunduğu inkâr edilemez. Bizim kanaatımıza göre
bu âyetin Medine'de inmiş olduğunu andıran bir ipucu daha vardır. Bu
da, "Diğerleri de Allah yolunda savaşacaklar." bölümüdür. Zira bunda
Allah yolunda savaşa izin mânâsı vardır. Oysa savaş izninin Medine'de
verildiğinde ittifak vardır. Gerçi burada "savaş edin" veya "savaşa
izinlisiniz" denilmiyor. "Savaşacaklar" veya "savaş edenler olacak"
diye haber veriliyor. Geleceğe ait olsa da, derhal neshedilmenin
sebeplerinden sayılması ve açıkça söz konusu edilmesi, savaşa
hazırlanmayı sağlama mânâsında bir izne delalet etmiyor da değil.
Halbuki bunun dışında Mekke'de inen herhangi bir âyette savaştan açıkça
söz edilmemiş olması göz önüne alınırsa, bu âyetin Medine'de inmiş
olması, bize bu âyette "zekât verin" bölümünün bulunmasından daha açık
görünüyor. Tefsirciler ise bundan söz etmemiş, yalnız zekât emri
dolayısıyle ihtilafı nakletmişlerdir. Bütün bunları düşünüp
inceledikten sonra şu kanaat meydana geliyor ki, bu âyetin hepsi
değilse bile, en azından bir iki cümlesi Medine'de inmiş olmalıdır.
Bununla beraber, hangisi olursa olsun, bu âyet, sûrenin başındaki "gece
kalk" emrinin şiddetini, miktarını hafifletmiştir. Beş vakit namaz farz
kılındıktan sonra akşam ve yatsı, gece ibadetinin bir parçası olarak
kalmış ve teheccüd namazının vacipliği nafileye dönüşmüştür.
Buyuruluyor
ki:
Gerçekte Rabb'in biliyor ki kuşkusuz sen, gecenin üçte ikisine yakın
bir kısmını, yarısını ve üçte birini ibadetle geçiriyorsun. Demek ki,
gece ibadetin en uzun süresi, "veya yarıyı biraz artır" âyetinden
anlaşıldığı gibi üçte ikiden biraz eksik; ortası, gecenin yarısı; en
azı da "veya yarıdan biraz eksilt" âyetinin gösterdiği gibi, üçte bir
oluyordu. Bu kırâette lâfızları mansub olarak kelimesine bağlanmıştır.
EDNÂ, yakın
veya
en az demektir. Nâfi, Ebu Amr, İbnü Âmir, Ebu Cafer ve Yakub
kırâetlerinde ise, kelimeleri kelimesine bağlanarak şeklinde mecrur
okunur. Buna göre mânâ, "sen gecenin üçte ikisinden, yarısından ve üçte
birinden az kalkıyorsun" demek olur. Bu durumda gece yapılan ibadetin
en uzun süresi üçte ikiden az, yarım veya biraz fazla; ortası yarımdan
az üçte bir; en azı da üçte birden az, dörtte bir kadardır. Şu halde
oniki saatlik bir geceden en az üç veya dört saat; ortası dört veya beş
saat; en fazlası da altı veya yedi saat kalkılıyormuş demek olur. Sen
de kalkıyorsun, seninle beraber olanlardan bir grup da. Yani ashabından
bir cemaat da kalkıyor. Demek ki, hepsi değil, demek ki hepsine farz
değildi veya hepsi dayanamıyordu. Geceyi de gündüzü de Allah takdir
eder. İkisinin de gerçek miktarını ancak o biçer ve o bilir. O, bütün
zamanı bilir.
Başlangıcı
olmayan ilmiyle bilmiştir ki siz onu, o gecenin takdirini sayamazsınız.
Bunda iki mânâ vardır. Birisi, her gecenin saatlerini bütün
parçalarıyla eşit ve tamamen sayacak şekilde takdir edemezsiniz. Çünkü
gece ve gündüz değişir. Geceyi bölümlere ayırdıkça ortaya çıkan
kesirleri takdir etmek insanın gücü dışında olup sonsuza kadar gider.
Uyku halinde ise ayırma gücü bulunmaz. Bu nedenle bu emri tam olarak
yerine getirmek hepinizin yapabileceği bir iş olmamakla beraber, sen ve
bazı ashabın gibi, bunu yapacak olanlarınız da bir tedbir olsun diye
fazlasını tutarak zahmet ve sıkıntılar çekersiniz.
"Onu
sayamazsınız" fiilinin sonundaki zamirin "takdir" kelimesinin yerini
tuttuğu kabul edilerek verilen ve Keşsâf'ın ve birçoklarının tercih
ettiği bu mânâ aslında doğru olmakla beraber, bu yalnız geleceğe ait
değil bu emir verilirken de böyle olduğu için, buna göre başta verilen
emrin pek yerinde olmamış olması gibi yanlış bir düşünce akla
getirebilir. Bunun için kelimesinin sonundaki zamiri, Taberi'nin
rivayet ettiği gibi "gece ibadet etmek" isminin yerini tutan bir zamir
kabul ederek takdir ve saymayı şu mânâ ile anlamak daha sade ve
pürüzsüzdür: Daha ilerde hepiniz bu gece ibadetini başaramazsınız, baş
edemezsiniz. Geceyi, gündüzü, zamanların şu anda ve gelecekte
uğrayacağı bütün değişiklikleri takdir eden ve bilen Allah, sizin bu
gece ibadetini ileriye doğru hepinizin tamamıyla yerine getirmeye güç
yetiremiyeceğinizi, başaramıyacağınızı ezelden bilmiş ve bu şekilde
"gece ibadet et" emrini verirken de, bunu bilerek aslında geçici bir
süre için olmak üzere ilk olarak sûrenin başında işaret edildiği gibi,
ilerisi için bir hazırlık mahiyetinde vermiş, şimdiye kadar o hazırlık
yapılmış, bundan sonra ise işin genişlemesi ve genelleştirilmesi
kastedilmiş ve hepinizin bu zor ibadeti hakkıyla yapamıyacağı da Allah
katında bilinmiş olduğundan onun değiştirilmesi ve hafifletilmesi
zamanı gelmiştir.> Onun için Allah sizlere ilim ve lütfu ile yeniden
baktı. Tevbe edip durumlarını düzelterek kendisine baş vuranlara,
tevbelerini kabul etmek suretiyle tekrar bakıp merhamet buyurduğu gibi,
sizlere de yeniden lütuf ve merhametiyle baktı. O zor ibadetin
ağırlığını kaldırıp kolaylaştırarak yeniden şu emri verdi: Bundan böyle
Kur'ân'dan kolay geleni okuyun. Gece ibadetinden, kırâetten büsbütün
vaz geçin değil, asıl "gece kalk" emrinin hükmü kaldırılmıyor, yine
kalkın. Fakat gecenin yarısı veya daha azı veya daha çoğu miktarlarıyla
ve uzun uzadıya tertil üzere okumak kaydına bağlı olmadan, "Kur'ân" ve
"kırâet" denilebilmek şartıyla, ne kadar kolayınıza gelirse o kadar
okuyun, o kadar gece ibadeti yapın.
Burada
zikredilmesi gereken üç mesele vardır:
BİRİNCİSİ,
Kırâet. Bunda iki görüş vardır. Tefsircilerden birçoğu demişlerdir ki,
"gece kalk" emrine tam olarak uygun düşebilmesi için burada kırâetten
maksat namazdır. Kırâet namazın rükünlerinden olduğu için, namazın bir
bölümü zikredilip tamamı kastedilmiştir. Nitekim kıyam, rüku ve
sücuddan herbiriyle de böyle namazın tamamı anlatılmış olur. Buna göre
mânâ, "gece namazından kolayınıza geldiği kadar kılın" demektir. Namaz
mânâsı kastedilmiş olması nedeniyledir ki, önceki zor olan gece kıyamı
kaldırılmış, onun yerine kolayı emredilmiş olur. Buna akşam ve yatsı
namazları diyenler olmuş, teheccüd namazının vacip olma hükmü
kaldırılarak nafile yapıldığını veya tercihe bırakıldığını söyleyenler
olmuştur. Gerçekte bu kırâette namaz veya kıyam kaydı gözetilmediği
surette "gecenin birazı hariç olmak üzere kalk" emrindeki zorluğun
"Kur'ân'dan kolay geleni okumak"la hafifletilmiş veya kaldırılmış
olması gerekmez. Olsa olsa bu emir yalnız "Kur'ân'ı yavaş yavaş, güzel
güzel oku" emrine karşılık olmuş olur. Oysa bu âyetin devamı, zorluğun
hafifletilmesi içindir. Âyette geçen "kolay geleni" ibaresi de bunu
gösterir. Mecaza götüren şey ve karine (ipucu) de bu demek olur. Ancak
bu durumda "Kur'ân" isminin de "Çünkü sabah namazı şahitlidir." (İsrâ,
17/78) âyetinde olduğu gibi kırâet mânâsına mastar olarak "namaz"dan
mecaz olması ve okumanın kolaylığının da daha sonra değil, erkânından
bulunduğu namazın kolaylığı dolayısıyle düşünülmesi gerekir. Bunlar ise
görünen mânânın pek aksinedir. Bunun için hem Kur'ân ve kırâetin
hakikat mânâsının korunması, hem de namaz mânâsının gözetilmesi için
"gece kalk" âyetinde "namaza kalk" takdirinde namaza kalkmak mânâsı ile
söz konusu edilen kıyamı "fâ" harflerinin bir sıralama ifade etmesi
karinesinden yararlanarak burada da okumaya kayıt olarak düşünmek
yeterlidir ki, mânâ: yani, "namazda Kur'ân"dan kolayınıza geleni
okuyun", o kadarı yeterlidir, demek olur ve hafifletme, sözün
mânâsından anlaşılmış olur.
Diğer bazı
tefsirciler ise, okuyun emri, gece namazla değil, Kur'ân'ın kendisini
okumakla ilgili emirdir. Dolayısıyla her gece en az elli âyet okumalı"
demişlerdir.
İKİNCİSİ,
emrin
görünen mânâsı yine vücub yani gereklilik içindir. Yani gece ibadet ve
okuma yine farz, ancak önceki gibi sayılamayacak şekilde çok olmak şart
değil, kolayına geldiği kadar demektir. Bu şekilde bunun da hükmünün
kaldırılması, ikinci "okuyun" ve "namazı kılın" emirleriyle
gerçekleşmiş olur. Maksat yalnız Kur'ân okumak olduğuna göre de, her
gece biraz Kur'ân okumak bu şekilde farz olmuş olur. Bu ise namazda
olabileceği gibi, namaz dışında da olabilir. Fakat bazı tefsirciler,
"kolaya gelen" sözünden, bunu kişinin isteğine bırakmak mânâsı
anlaşılacağına dayanarak bu emrin nafile için veya mübah olmak için
olduğu kanaatına varmışlardır ki Ebu Hayyan buna "çoğunluğun görüşü"
demiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ,
"Kur'ân'dan kolay gelen." Kur'ân'dan kolay gelen ne kadar olabilir?
Mutlak mânâda düşünülmesi durumunda güç dahilinde olarak yormayacak,
zahmet vermeyecek kadar demek olacağından bu ise kişilerin ve durumun
şartlarına göre değişebileceğinden, âyetin görünen mânâsına göre bu
miktarın ne olacağı belirlenemez. Bununla beraber bunu mutlak şekilde
okumak mânâsına yorumlayanlar, gelenekleri ve atalarımızın
alışkanlıklarını göz önünde bulundurarak "en az elli âyet olmalıdır"
demişlerdir. Fakat her farzda esas olarak sabit bir miktar belirlemek
zaruri olduğu için namazın bir rüknü olarak farz olan kırâetin en az ne
kadar olacağı hususunda İmam-ı Azam Ebu Hanife'den üç rivayet vardır:
1. En az, kısa bir âyet olmalıdır. 2. Kur'ân ismi verilecek ve bir
insan sözüne benzemeyecek kadar olmalıdır. 3. En az üç kısa âyet veya
bir uzun âyet olmalıdır. Çünkü en kısa sûre, üç kısa âyetten meydana
gelmiştir. Bu rivayet, İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'in de
görüşüdür. Fetva da buna göre verilmektedir. İmam Mâlik ve İmam Şâfii:
"En az Fatiha okumak farzdır. Zira "Fatihasız namaz yoktur." hadisi
bunu ifade eder demişlerdir. İmam-ı Azam vacip ile farzın arasını
ayırarak bu hadis ile namazda Fatiha'yı okumanın vacip olduğu sabit ise
de "Kur'ân'dan kolay gelen" âyeti ile sabit olan farzlığın mutlak
olduğu ve dolayısıyla kasten Fatiha'nın terk edilmesi durumunda namazın
yeniden kılınması gerekirse de unutarak terk edilmesi ve sehiv secdesi
yapılmaması halinde vakit geçmiş ise o namazı tekrar kılmanın vacip
olmayıp müstehab olacağı görüşüne varmıştır.
Burada bir
de
şuna dikkat etmek gerekir ki, "Kur'ân'dan" sözünün başındaki ittifakla
daha önce geçen ve "şey" mânâsına gelen yı açıklamaktadır. Dolayısıyla
"Kur'ân'dan kolay gelen şey" sözü, Kur'ân'dan bir parça mânâsına
yorumlanır. Yani bir sûre veya bir ya da birkaç âyet gibi yine "Kur'ân"
demek sahih olan bir parça okuyun demektir.
Şimdi bu
kolay
olmanın ve daha önce yapılması emredilen hükmü kaldırmanın gelecekle
ilgili olmak üzere hikmeti açıklanarak buyruluyor ki, Allah, başlangıcı
olmayan ilmiyle bildi ki, sizin içinizde hastalar olacak diğer bir
takımları da olacak.
Allah'ın
lutfettiklerinden bir şey aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler,
ticaret için şuraya buraya yolculuğa çıkacaklar. Diğer bir takımları da
olacak, onlar da Allah yolunda çarpışacaklar, cihat edecekler. Bunlar
için ise, yukarıda sözü edilen gece ibadeti imkânsız olacak, bu emri
yerine getiremiyecekler.
Burada
Allah'ın
lütfundan kazanç elde etmek ve ticaret yapmak için yolculuğa
çıkanlarla, Allah yolunda çarpışacak mücahitlerin yanyana zikredilmiş
olmalarında bunların ikisinin de mükâfatta birbirlerine yakın
olduklarına işaret vardır. Beyhaki "Şuab-ı İman" da ve daha başkaları
Hz. Ömer (r.a)'in: "Bana ölümün geleceği haller içinde Allah yolunda
cihattan sonra en sevgili hâl, ben bir dağın iki bölüntüsü arasında
Allah'ın lütfundan bir şey aradığım sırada ölümün bana gelmesidir."
dediğini ve bu âyetini okuduğunu rivayet etmişlerdir. İbnü Merduye'nin
İbnü Mes'ud'dan rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v): "Her
kim müslüman şehirlerden birine bir yiyecek getirir de onu günün
fiyatıyla satarsa, kesinlikle Allah yanında onun bir mevkii olur."
buyurmuş, sonra da şunu okumuştur:
Kısacası
bunlar
ve bunlar gibi gözetilmeleri ve çalışmaları gereken bir takım mazeretli
kişilerin gece ibadetini başaramıyacaklarını Allah bildiği için bundan
böyle, ondan, yani Kur'ân'dan kolay geleni okuyun ve sade farz olan
vakit namazını kılın ve zekâtı verin ve Allah'a güzel bir ödünç takdim
edin yani ilerde sevabını almak üzere iyi niyetle ve samimiyetle, ödünç
verir gibi hayır yolunda harcamalar yapın. (Bakara, Hadid ve Teğabün
sûrelerinde ve diğer sûrelerde geçen benzerlerine bkz.) Çünkü
nefisleriniz için önceden her ne hayır yapıp gönderirseniz Allah
yanında onu hayır ve mükâfatı daha büyük olarak bulacaksınız, hem de
Allah'tan mağfiret dileyerek bütün hallerinizde sizi bağışlamasını
isteyin. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. İsteyenleri,
bağışlaması ve rahmetiyle arzuladıkları şeye ulaştırır. "Allah'ım!
Peygamberlerin efendisi olan Resulüne (s.a.v) indirdiğin Kur'ân
hürmetine bizlere ve iman ile bizleri geçmiş olan kardeşlerimize
mağfiret buyur, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.
Amin.!
|
|