Elmalı
Tefsiri
1-Ölçü
ve
tartıda
hile yapanların vay haline.
Çoğunlukla
"vay
haline" demekle yetindiğimiz "veyl" kelimesi hakkında daha önceki
sûrelerde ve bu arada "Mürselât" Sûresi'nde de söz geçmişti. Bununla
beraber bizdeki "vay" tabiri Araplar'ın "veyh" kelimesi karşılığı
olduğundan "veyl"in şiddetini pek duyurmadığı gibi, özel bir isim
olması hakkındaki rivayete bir delaleti de olmuyor. Bu itibarla "veyl
ona" ve "vaveyla" tabirleri dilimizde yaygın şekilde kullanılmış
bulunduğu için burada olduğu gibi meâlde bazan aynen almak faydalı
olacağından başka, 'in de sûrenin bir ismi olması nedeniyle bu iki
kelimenin aynen söylenmesi zorunlu demektir.
VEYL,
başlıca şu
mânâlarda tefsir olunmuştur: Şiddetli kötülük, hüzün ve helak, elem
verici azap, cehennemde bir vadi adı.
İmam Ahmed
ve
Tirmizî Ebu Saîd'den şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v)
buyurdu ki: "Veyl, cehennemde bir vadidir ki kâfir onun dibine varmadan
önce onda kırk yıl yukardan aşağı düşer."
İbnü Hibban
ve
Hakim'in Sahih'lerinde: "Veyl, iki dağ arasında bir vadidir ki,
kâfir..."
İbnü Ebi
Hatim
de Abdullah'tan; "Cehennem'de irinden bir vadidir." diye rivayet
etmiştir.
Ragıb'ın
"Müfredat"ında, Asmeî demiştir ki: Veyl, bir kubuh, yani bir
çirkinliktir. Bazan hasret çekme için de kullanılır. Veyl Cehennem'de
bir vadidir diyenler, lügat itibariyle bu kelimenin mânâsı budur demek
istememiş, ancak hakkında yüce Allah'ın "veyl" buyurduğu kimseler o
ateşten bir yere yerleşmeyi hak etmiş, orası da onlar için sabit
olmuştur demek istemişlerdir.
Alûsî der
ki:
"Ona "veyl" denilmesi, cehennemin bilinen mânâda kullanılması gibi
olduğu açıktır. Bunun nasıl bir isimlendirme olduğuna bakılsın."
Bizce açık
olan
budur ki, cehennemin bildiğimiz mânâda kullanılması tevatür yoluyla
şer'i bir kullanım olmakla beraber bu örf lügatine de girmiştir. Fakat
"veyl"in izah edilen mânâ ile Cehennem'de bir vadi ismi olması şer'î
bir isimlendirme olmakla beraber mütevatir olmadığı gibi lügat yönünden
de örf haline gelmeyen bir mecaz olur. Bu izahtan anlaşılır ki "vay
haline" demekle "veyl ona" demeyi tam olarak Türkçe'ye çevirmiş
olamıyoruz. Ancak lügat kaynağına bir dereceye kadar işaret etmiş
oluyoruz.
MUTAFFİFİN,
"Mutaffif" kelimesinin çoğuludur. Bunun, "alırken dolgun, verirken
eksik ölçenler" demek olduğu, önünde açıklayıcı sıfat olarak gelen iki
âyet ile anlatılmıştır. Mutaffif'in tam karşılığı olarak Türkçe'de özel
bir kelime bulamadım. Bu nedenle bunun türeyişinden biraz söz etmek
uygun olacaktır:
Mutaffif,
belli
ki "tatfif" kökünden ism-i fâildir. Tatfif de ölçeği eksik ölçmektir.
Razî şöyle der:
Bunun
türetilişi
hususunda iki görüş vardır.
BİRİNCİSİ,
bir
şeyin "taffı, kıyısı ve kenarıdır. Bir kap veya derede bulunan bir şey
derenin kıyısına kadar varıp da tam dolmazsa denir. Buna onun tafâfı,
tufâfı ve tafefi denir. Onun için ölçeği fena ölçüp de tam yapmayana
mutaffif denilir ki, ancak kabın tafâf'ına kadar doldurur demek olur.
Fakat "Kâmûs"tan anlaşıldığına göre; taff, tafef, tafâf ve tufâf bir
ölçeği veya kabı tam dolduran şeye veya dolusu silindikten sonra içinde
kalana veya ölçeğin başına denir. Bundan tatfif, tafâfı eksiltmek, yani
eksik ölçü ile vermek veya eksik ölçmektir ki fiilin yapısı olumsuzluk
için olur.
İKİNCİSİ,
pek az
bir şeye "tafîf" denilir. Ölçeği eksik ölçene mutaffif denilmesi,
ölçekte veya tartıda biraz bir şey çaldığı içindir.
Demek ki
tatfif,
ölçüde veya tartıda biraz bir şey çalmaktır. Bu kelime müteaddî
(geçişli) bir mânâ veya bu işi yapan bunu âdet haline getirmiş olması
itibariyle çokluk ifade etmek için kullanılmıştır. Bu izah şekli
âyetteki tefsire daha uygundur. Zira âyette mutaffifler şöyle nitelenip
tanıtılıyor:
2. O
kimseler ki
kendilerine ölçtükleri vakit insanların aleyhine olarak tam ölçerler,
dolgun ölçerler.
Burada
ifadeden
açıkça görünen "insanlardan ölçtüklerinde" denilmesiydi. Buyrulması,
kendi çıkarlarına olarak insanların zararına haddi aşmak suretiyle
ölçtüklerine işaret içindir. Yani başkalarından satın alma yoluyla veya
başka bir sebeple bir şey alıp da alacaklarını kendileri ölçtükleri
zaman insanların aleyhine olarak bol ölçerler. Dolgun bir şekilde, yani
tamam almak isterler ve hatta basa basa almak için baskı altına alıcı
bir şekilde hareket ederler.
3.
İnsanlara
ölçtükeri veya tarttıkları vakit ise eksiltirler, eksik ölçek veya
tartı ile ölçerler veya ölçüşte tartışta eksik yapar, onlara ziyan
ettirirler.
İşte Veyl'i
hak
edişlerinin sebebi, bu şekilde tartma ve ölçmeyi alışkanlık haline
getirmiş olmalarıdır.
Böylece az
bir
şeyi çalanlar veyli hak ederse, çok çalanların kaç katlı veyli hak
edecekeri düşünülmeli. Razî şöyle der: Bedevinin biri Abdülmelik b.
Mervan'a şöyle demişti: "Yüce Allah'ın dediğini işittin". Bedevi
bununla şunu kastetmişti: Mutaffif, azıcık bir şey almakla ona büyük
bir tehdit yöneltildi. Sen ise çoğu alıyorsun, müslümanların mallarını
ölçüsüz tartısız alıyorsun. O halde, sen kendine ne yapılacağını
zannediyorsun?"
Burada
vezn'in
yani tartmanın da söylenmesi, öncekinde yalnız "keyl"in yani ölçmenin
zikredilmesinin tahsis için değil, onun zikriyle yetinilmek kabilinden
olduğunu ve bu hilenin keyl ve vezin dahil her türlü ölçme işinde
olabileceğini anlatmak içindir. Rahmân ve Hadid sûrelerinde de geçtiği
üzere göklerin ve yerin ayakta duruşu bir ölçü ve denge iledir. Bütün
hakların ölçeği de terazidir. Onun için bir yerde hak ve adâletin
yerleşmesi için ilk gerekli olan şey ölçünün herkes için eşit bir
şekilde doğru ve dürüst olmasıdır. Bunun doğru olması için iki temel
direk gereklidir. Birisi, ölçünün bizzat kendisinin tam olması, eksik
veya fazla, yanlış alet kullanılmaması, birisi de ölçmenin tam ve doğru
olmasıdır. Ölçmenin doğru olması ise her şeyden evvel hak ve adalet
fikriyle ruh doğruluğunun neticesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı
doğrultacak olan da odur. Kalp ve vicdanlarında insaf ve doğrulukla hak
fikir ve imanı beslemeyenler doğru âletle dahi ölçerken hile yapmaktan
kaçınmazlar. İnsanlar başkalarının haklarını da kendi hakları gibi
tutarak düzgün bir ölçüyle ölçme duygusunu taşımadıkça hile yapmaktan
kurtulmazlar. Düşünme ölçüsü bozuk olan kimseler aynı bir olayı
kendileri için düşünürken başka, diğerleri için düşünürken de başka
türlü değerlendirirler. Mesela, kendinin azıcık birşeyi kaybolmasını
bir elem saydıkları halde başkasının az bir şeyi kaybolmasına önem
vermez veya bundan bir lezzet duyarlar ki bu hal ruh ölçeğinde, fikir
ölçüsünde bir hiledir. Asıl bu ruh halidir ki insanı ölçü ve tartıda
hileye sevkeder. Bu ruh halini taşıyanlara ne kadar doğru ölçü ve
terazi verilse onlar yine fırsat bulup güçleri yettikçe onu kötüye
kullanmaktan çekinmezler. Bunların hepsi "mutaffifin" ünvanı altına
girer ve "veyl"i hak ederler. Bundan dolayı burada hukukun düzenlenmesi
ve iyilik ve hayrın yerleştirilmesi için önce ölçü ve tartının
düzeltilmesi gerektiği gösterilmek üzere herşeyden önce ölçü ve tartıda
bu tür hile yapma alışkanlığının veyl'i hak ettirdiği haber verilmiş ve
bunun asıl sebebinin hak ve ahiret düşüncesini ihmal ettiren inanç
bozukluğu olduğu, düzeltilmesi için de öncelikle ahirete îman ile
sorumluluk duygu ve uyanıklığı duyurulmak üzere buyrulmuştur ki:
4.
Zannetmezler
mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı
beslemezler? Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler. Yani
ölçü ve tartıda yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle
ağır ve o veyl'in uygulanacağı gün öyle büyük bir gündür ki insanın,
onun kesin olan vukuuna inanıp kesin inanç taşıması şöyle dursun bir
zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.
5.
Zannetmezler
mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı
beslemezler? Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler. Yani
ölçü ve tartıda yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle
ağır ve o veyl'in uygulanacağı gün öyle büyük bir gündür ki insanın,
onun kesin olan vukuuna inanıp kesin inanç taşıması şöyle dursun bir
zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.
6. Yani
insanların, âlemlerin Rabb'inin huzurunda duracakları gün. Ki o gün
herkes kabirlerinden uyanıp kalkarak Allah'ın huzuruna çıkacak, onun
huzurunda yargılanmak için durup haklı haksızdan hakkını alacaktır.
7. Hayır
hayır.
Bu, ölçü ve tartıda hileden ve öldükten sonra dirilip huzura çıkmaya
inanmama gafletinden vaz geçirmek, tevbe ettirmek için bir
engellemedir. "Hayır hayır, yapmayın, sakının." demektir.
Bunun sebep
ve
hikmeti anlatılmak için de illet gösterme makamında şöyle buyruluyor:
Çünkü
kötülerin
yazısı muhakkak ki Siccin'dedir. Yani öyle yaparsanız kötü kişi
olursunuz. Kötüler ise Siccin denilen sicilde kayıtlıdır. Onların
yazısı, nüfus kayıtları, amel defterleri, o huzura çıkma günü
kendilerine verilecek hüküm ve ceza belgesi "Siccin" denilen yerde
yazılıdır. Yahut "Siccin'de" diye buyrultuludur.
"Kâmûs"ta
Siccin'in, hapis mânâsından "devamlı", "şiddetli", "kötülerin kitabının
konulduğu yer", "cehennemde bir dere" mânâlarına ve ayrıca "açık ve
ortada" ve "dibinin çevresine çukur kazılmış hurma ağacı" mânâlarına
geldiği ve "devamlı şey" mânâsına "şiddetli vuruş" mânâsına ve "açık
açık geldi" mânâsına denildiği yazılıdır.
Bu "Siccin"
kelimesinin lügat yönüyle asıl mânâsı ve isim veya sıfat olarak türemiş
olması hakkında değişik sözler söylenmiştir. Görünen şekliyle "secn"
veya "secc" kökünden olma ihtimali vardır. Zindan demek olan "sicn"
maddesinden zindana koymak demek olan "secn" mastarından olduğuna göre
sikkîn ve siccil gibi fi'îl kalıbında zindanın mübalağa ismi veya
seccân yahut mescûn gibi bir sıfat olabilir.
Sıvamak ve
balçık gibi cıvık ve bulaşık olmak mânâsına secc maddesinden "gıslîn"
gibi "fi'lîn" kalıbında olabilir. Fakat lügatte secc maddesinden böyle
bir isim veya sıfat adı geçmez.
Ebu Hayyan
"Bahr"da şöyle özetlemiştir: Çoğunluğun dediğine göre siccin, secn
maddesinden "fi'îl" kalıbında bir kelimedir. Sikkîn gibi. Yahut
hapsedici bir mevkide demektir. Mübalağa mânâsı ifade eden kalıpta
gelmiştir. Bu durumda siccin, korunmuş yerin sıfatıdır. Mekan olduğu
takdirde siccîn kelimesinde büyük görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.
Biz onları anlatmıyoruz. Burada açık olan siccin'in bir kitap
olmasıdır. Onun için "mühürlenmiş kitap" ondan bedel yapılmıştır.
İkrime demiştir ki: Siccîn, hüsran ve horlanmadan ibarettir. Bu
Araplar'ın gözden düşen bir kimseye,"filan kimse düşüklüğe erdi"
demesine benzer. Bazı lügatçiler de: "Siccîn"in sonundaki nun "lâm"dan
bedeldir. Aslı siccil'dendir demişlerdir. Bu görüşlerin özeti:
Siccin'in nunu ya kelimenin aslındandır, yahut lâm'dan bedeldir. Nun
kelimenin aslından olduğu takdirde türeyişi "sicin"dendir.
Demek ki
nunu
zaid olarak "secc" kökünden türetildiği söylenmemiştir. Zemahşerî,
Hatim gibi sıfattan çevrilmiş bir özel isim olduğunu ve marifelik
(belirlilik)ten başka sebeb olmadığı için tenvin aldığını söylemiş ve
demiş ki: Yüce Allah, kötülerin kitabının siccin'de olduğunu haber
verdi, Siccin'i de "mühürlü kitap" diye tefsir etti. Şu halde onların
yazısı mühürlü kitaptadır, denilmiş gibi olur. Bunun mânâsı nedir?
dersen, derim ki: Siccin, toplayıcı bir kitaptır. O, kötü şeylerin
yazılıp toplandığı divandır. Yüce Allah onda insan ve cin
şeytanlarının, kâfirlerin ve fasıkların amellerini toplayıp
yazdırmıştır. O mühürlü, örtülü, yazısı açık yahut alametli bir
kitaptır ki, her kim görse onda hayır olmadığını bilir. Dolayısıyla
mânâ: "Kötülerin amellerinden yazılanlar, o divanda tesbit edilmiştir"
demek olur. Buna hapsetmek ve sıkıştırmak demek olan "Secin" den
"fi'îl" kalıbında "siccîn" ismi verilmiştir. Çünkü o, cehennemde
hapsedilip sıkıştırılmaya sebeptir. Yahut çünkü o, "yedinci yerin
altındadır" diye rivayet olunduğu gibi İblis ve onun neslinin meskeni
olan karanlık ıssız bir mekana atılmıştır. Horlanmak ve hakir görülmek
için ve kovulmuş şeytanlar şahit olsun diye atılmıştır. Nitekim
hayırların yazıldığı divan olan İlliyyun'a da Allah'a yaklaştırılmış
melekler şahit olurlar.
Demek ki
siccin,
sâcin yani sıkıştıran, hapseden mânâsına olduğu gibi, mescun yani
sıkıştırılmış ve atılmış mânâsına da olabilir. Zemahşerî'nin "atılmış"
diye ifade ettiği mânânın, secc maddesinden olması da mümkündür.
Burada Şeyh
Abduh şöyle bir tetkikte bulunmuş ve demiştir ki: Siccîn lâfzının
lugatte kullanılışından ve burada iyilerinin yazısının bulunduğu
İlliyyun'a karşılık olarak söylenmesinden anlaşılır ki, illiyyunda
yükselme mânâsı bulunduğu gibi bunda da alçalma mânâsı vardır.
Lügatlerden bahseden bazı kitaplarda gördüm ki vahl, yani balçık,
İnyubiyye (eski Habeş) lügatinde, Arapça'da bulunmayan "çe" harfi ve
vavın harekesinin uzatmasıyla "Sençûn= Sençöne" diye isimlendirilir.
Balçıkta alçalma mânâsı bulunduğu ise gizli değildir. Olabilir ki bu
lafız, Yemen Arapları'nın kullandığı kelimelerdendir. Çünkü bunlar
Habeş halkı ile çok karıştığı için, bunlarda eski Habeş lafızları
çoktur. Bunu da balçığa yakın bir mânâda kullanmış olabilirler. O
halde, "kötülerin yazısı ondadır, yani balçığa yakın adi şeyde
yazılıdır" denilmek uzak bir mânâ olmaz.
Yahut
onların
amelleri, pisliklerinden dolayı onunla yazılmış gibi tasvir ve temsil
olunmuştur. Bu suretle balçığın ve ona yakın şeyin "kitâb-ı merkum"
(mühürlü kitap) olmasının mânâsı da, o ameller onunla yazıldıktan sonra
o çirkin mürekkep mühürlü bir kitap olmuştur demek olur.
Abduh,
"kötülerin amellerinin pisliğini tasvir için "siccin" kelimesinde
balçığa yakın adi bir mânâ bulmak üzere Habeş'in İnyubiyye lügatindeki
"sençüne"ye kadar dolaşmak uzak olmaz" demiş ise de bunun uzak bir
zoraki mânâ olduğu açıktır. Gerçi tefsirciler Kur'ân'da bazan Habeş
lügatine uygun düşen lafızlar bulunduğundan bahsederler. Fakat Abduh,
Yemen'de böyle bir kullanımın bulunduğunu nakil ve tesbit etmemiş,
"olabilir" diye bir ihtimal ortaya koyarak pek dolambaçlı bir fikir
yürütmüştür. Siccin lafzının "sençune" ile ilgisi de yakın değildir.
Hem yabancı bir kelime olsaydı özel isim yapılınca tenvin almaması
gerekirdi. Soyut bir ihtimal üzere yürünecek olunca bu zorlanmaya ne
gerek vardı. Çünkü Abduh'un düşündüğü mânâ Arapça olan "secc"
maddesinden çıkardı. Siccîn'in, secc kökünden türetilmiş "fi'lîn"
kalıbında bir kelime olmasını düşünmek daha yakın bir ihtimal olurdu.
Maksat günah ve kötülüklerin iğrençliğini anlatarak ondan tiksindirmek
olduğuna göre bu ihtimal gerçi etkili bir mânâ olurdu. Fakat nakiller
bunu nazar-ı itibara almamış ve "Sicin" maddesinden "fi'îl" kalıbında
bir kelime olmasını doğru bulmakla daha ince düşünmüştür.
Netice
olarak
Siccin, maddesi itibarıyla bir zindan, veya zindancı veya zindanda
hapsedilmiş mânâlarını ifade eden bir kelime olmakla, kötülerin
yazısına zarf yapılmasına en yakışan mânâda bir "zindan sicili" veya
"sicil zindanı" olmasıdır. "Onların defterleri zindancıdadır" yani,
"çok şiddetli bir zindancıya teslim olunur" mânâsına da gelebilir.
Bunun sade
akıl
yoluyla bilinir şeylerden olmadığını anlatan şu tefsir, bir zindancı
sicilinde olması mânâsında açıktır:
8. Sana ne
bildirdi? Yani bildin mi? Akıl yoluyla bilemedin değil mi? Nedir
siccin?. Yahut hayret mânâsı ifade ettiğine göre: "Ne siccin!", "ne
yaman siccin!"
9. Rakamlı
ve
mühürlü bir kitap.
Bazıları
bunun,
siccin'den bedel olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda, bununla sorunun
cevabı verilmemiş; "Siccin nedir? Kitab-ı merkum nedir?" gibi soru
tekrar edilmiş, Siccin'in neden ibaret olduğu açıkça tefsir edilmemiş
olur. Çünkü bu şekilde "kitab-ı merkum" siccin'in tamamından bedel
olmaktan ziyade, siccinde olduğu söylenen yazı mânâsına yorumlanarak
"bedel-i iştima" olur. Oysa yukarılarda anlatıldığı üzere Kur'ân'ın
üslubunda geçmiş zaman sigası (kipi)yla yani "bildin mi sen?" denildiği
zaman bu sorunun cevabı hep bildirilmiştir. Onun için bunun bedel
değil, "O bir mühürlü kitaptır." şeklinde soruya cevap olarak Siccin'in
tefsiri olması daha doğrudur.
MERKUM,
yazılmış
veya rakamlanmış demektir. Rakm ve terkim; yazı yazmak ve yazıya nokta
ve hareke koyarak açıklık getirmek ve işaret koymak mânâlarına gelir.
Bu üçüncü mânâ hepsine esas gibidir. Matematik işareti olan rakam da
bundan alınmıştır.
Burada beş
mânâ
verilmiştir:
Birincisi;
"beyyinü'l-kitâbe", yani açık, tam ve sağlam yazılı, yanlış ihtimali
yok.
İkincisi;
işaretli, yani "gereğince cehenneme" diye buyrultu işareti yazılmış.
Üçüncüsü,
tüccarın kumaşına koyduğu gibi işaretli, kayıtlı.
Dördüncüsü;
mahkeme ve benzeri şeylerin belge ve defterlerinde olduğu gibi mühürlü,
damgalı, ünvanlı ve resmileştirilmiş.
Beşincisi;
kumaşın rakmesi, yani desen ve nakışları gibi çizilmiş ve
sabitleştirilmiş silinmez bir kitap. "İstif edilmiş balçıktan yapılmış
ve Rabbinin katında damgalanmış."(Hud, 11/82, 83) âyetinin ifade ettiği
gibi "sırasıyla tertip edilmiş, rakamına göre icra mevkiine konur,
rakamlı bir kitap" mânâsına gelme ihtimali de vardır.
Bunların
hepsi
şu mânâda birleşmiş olur: Şüphe ve kuşkudan uzak, bozma ve
yakıştırmadan kurtulmuş, her görenin anlayacağı şekilde kendilerine
verilecek olan kitapları, yazıları böyle sağlam bir sicilde yazılıdır.
Hiç şaşmadan icra edilecektir.
İbnü Cerir
Tefsiri'nde "Siccîn"hakkında iki hadis rivayet edilmiştir. Birisi Ebu
Hureyre hadisidir. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Felak, cehennemde
örtülü bir kuyudur. Amma Siccin açıktır."
İkinci hadis
Berâ'dan rivayet edilmiştir. Bu hadis, Siccin'in "en aşağıda bulunan
yer" olması hakkındadır. "Cehennem Arz'ın en aşağısındadır."
denildiğine göre, bunlar arasında bir çelişki yok ise de İbnü Cerir
Berâ hadisini tercih ederek siccin'in en aşağıda bulunan yer şeklindeki
tefsirini kabul etmiştir. Bu hadisin meâli şudur: Berâ (r.a)'dan
rivayet edilmiştir. Resulullah (s.a.v) günahkârın nefsinin göğe
çıkarılmasını anlatarak buyurdu ki: Onu çıkarırlar. Onunla hangi melek
topluluğuna uğrasalar, melekler: "Bu pis ruh nedir?" derler. Onun
dünyada anıldığı isimlerden en çirkini ile "fülan" derler. Nihayet
dünya semasına varırlar, açılmasını isterler ona açılmaz. Sonra
Resulullah (s.a.v): "Onlara göklerin kapıları elbette açılmaz. Ve deve
iğnenin deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremezler."(A'râf,
7/40) âyetini okudu. Yüce Allah buyurur ki: "Onun kitabını arzın en
altında yazın. En alt yerde, siccinde."
İbnü Cerir
bundan dolayı Siccin'in en alt yer olduğunu söylemiş ise de bu hadiste
"siccin, en alt yerdir" denilmemiş, "en alt yerdedir" denilmiş. Şu
halde en alt yer, "kitab-ı merkum" diye tanıtılan siccinin kendisi
değil, yeridir. Siccin en aşağı yerin en aşağısındadır. Dolayısıyla
hadis ile âyet arasında bir çelişki yoktur. Zemahşerî de "yedinci kat
yerden atılmış" demekle buna işaret etmiştir. Bazı rivayetlerde en alt
yerin altının, İblis'in bulunduğu sınır olduğu haber verilmiştir. Demek
ki kötülerin ruhu ve yazısı oradadır.
10. "O gün
yalanlayanların vay haline". Bu, arada söylenen başlangıç cümlesi, o
mühürlü kitabın etkili hükmünü açıklama bâbında Siccin'in şiddetini,
günah ve kötülüğün esasını, kabirden kalkıp Allah'ın huzuruna gelme
gününün dehşetini hatırlatmaktadır. Bunu bazıları doğrudan doğruya "O
gün insanlar âlemlerin Rabbi için kalkacaklar." âyetine bağlayıp bu
aradakileri ara cümlesi saymış ise de "merkum" kelimesine bağlanması
daha üsluplu olur. Yani, "kitap mühürlü ve işaretli olur da ne olur?"
denilirse, "vay haline, o gün yalanlayanların!"
O gün o
dirilme
ve kalkma günüdür. Burada "füccâr" yerine "mükezzibin" denilmesi de
fücurun aslında yalanlama ve inkâr demek olduğuna işarettir. O kitabın
hükmü de o gün o yalanlayıcılar hakkında veyl'dir. Vay haline o gün
yalan diyenlerin, bu haberlere inanmayanların, yani
11. O ceza
gününe inanmayıp da açıktan açığa veya dolayısıyla yalanlayanların,
12. oysa o
günü
başkası yalanlamaz ancak her bir haddi aşan, (günahkâr, yani hep
haddini aşkın, günaha düşkün) kimseler yalanlar". Şehvetlerine düşkün,
keyiflerince hareket ederek sonunu düşünmeyip Allah'ın ve kullarının
haklarına tecavüz etmeye alışmış olduklarından dolayı cezaya ve ceza
gününe inanmak hoşlarına gitmediği, ona inanmak keyiflerini kaçıracağı
için ancak onlar "o ceza gününün aslı yoktur" derler.
13.
Kendisine
karşı âyetlerimiz okunurken, evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın,
bazıları Velid b. Muğire, bazıları da Nadr b. Haris olduğunu
söylemişlerdir. (En'âm, 6/25. âyetin tefsirine bkz.)
14.
Kendisine
karşı âyetlerimiz okunurken, evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın,
bazıları Velid b. Muğire, bazıları da Nadr b. Haris olduğunu
söylemişlerdir. (En'âm, 6/25. âyetin tefsirine bkz.)
15. Hayır
hayır.
Bu okunan âyetler evvelkilerin uydurmaları değildir. Fakat, öyle
diyenlerin kazançları, elde edip durdukları ve kâr sandıkları günahlar
kalplerinin üzerine pas bağlamıştır. O kalpler, o günahları alışkanlık
haline getire getire, pas tutmuş aynalar gibi körlenmiş, kararmıştır da
artık duymaz ve göstermez olmuşlardır. İşte onların öyle demelerinin ve
yalanlamalarının sebebi budur.
İmam Ahmed,
Tirmizî ve Hakim ikisi de sahih diyerek ve Nesâi, İbnü Mâce, İbnü
Hibban ve daha başkaları Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Kul bir günah işlediği vakit kalbinde
siyah bir nokta, bir leke yapar. Eğer tevbe edip vazgeçer, mağfiret
dilerse kalbi yine parlar. Döner tekrar yaparsa, o leke artar, nihayet
kalbini ele geçirir. İşte Kur'ân'da yüce Allah'ın zikrettiği "rân"
budur. "Hayır hayır, fakat onların kazandıkları kalpleri üzerinde pas
tutmuştur". (Bakara Sûresindeki "Allah onların kalplerini mühür
basmıştır." (Bakara, 2/7) âyetinin tefsirine bkz.)
RANE, reyn
kökündendir. Reyn ve rüyün, bir şeyin üzerini pas basıp her tarafının
paslanmasıdır. Bundan kalbe günah ve sıkıntı basmak mânâsına da
kullanılır olmuştur ki Kur'ân'da kalp mühürlenmek mânâsına hatm ve tab'
tabirleri de kullanılmıştır. Burada okunurken lâm râ'ya idgam olunmamak
için Hafs rivayetinde lâm'da hafif bir sekte yapılarak okunur ki
reyn'in mânâsındaki tutukluğa açık bir işaret olmuş olur. Hayır hayır.
Bu, öyle pas yapan, kalp körleten kazançlardan sakındırma ifade eder.
Sebebi de çünkü onların, o yalanlayanların, o kalkış günü hak
Rab'leriyle muhakkak aralarında bir perde olur, yani örtü ve perde
arkasında kalır, onu görmekten men edilir ve yoksun bırakılırlar. Artık
kurtuluş bulmalarına imkan ve ihtimal kalmaz.
16. Sonra
onlar
muhakkak cehennem ateşine yaslanacaklardır.
17. Sonra
denilecektir: Bu, işte o sizin yalan, masal diye yalanlayıp durduğunuz.
18. "Hayır
hayır".
Bu KELLA, ta
yukarıdaki âyetinde geçen kellâ'ya benzer olarak ölçü ve tartıda hile
yapmaktan ve yalanlamaktan bir daha sakındırmak sûretiyle iyilik ve
hayra sevketmek üzere kabirlerden kalkıp Allah'ın huzuruna çıkma
gününün diğer bir yüzünü hatırlatmaktadır. Yani öyle hile yapmayın, o
öldükten sonra dirilme ve kalkma gününü yalanlayan kötülerden olmayın,
tevbe edip hayır ve iyilik yapmaya çalışın. Sebebi çünkü iyilerin,
hayır ehli doğruların kitabı muhakkak ki İlliyyin'dedir.
İLLİYYİN, bu
kelime hakkında lügatçilerin ve tefsircilerin sözleri vardır.
Lügatçilerden
Ebu'-feth b. Cinnî şöyle der: Bu kelime, ulüvv kökünden fi'îl kalıbında
"illiyy"in çoğuludur. Aslı illiyyûndur. Zeccac da şöyle der: Bu ismin
irabı çoğul irabı gibidir. Çünkü lafzı çoğul kalıbı üzeredir.
Kınnesr'den kınnesrîn gibidir.
Tefsircilere
gelince, tefsirlerde buna yedinci gök denilmiş, göğün üstünde Arş'ın
sağ ayağı denilmiş, Sidre-i münteha denilmiş. Ferra, "yüksekten yükseğe
nihayetsiz" demiş;
Zeccâc da,
"yerlerin en yükseği" demiştir. Bazıları, "yüce Allah'ın ululuk ve
yücelikle donattığı yüce mertebeler", diğer bazıları da, "meleklerin
amel defterlerinin bulunduğu yer" demişlerdir ki, çokları Kur'ân'ın
biraz sonra gelecek olan bu kelime ile ilgili yaptığı tanıtımı
görünüşte buna uygun bularak, kötülüklerin yazıldığı divan olan
Siccin'in tam zıddı, Allah'a yaklaştırılmış, meleklerin şahit oldukları
yer olan, hayırlı işlerin yazıldığı divanın ismi olduğunu
söylemişlerdir. Zira bunu tefsir için buyruluyor ki:
19. Bildin
mi
sen, İlliyyun nedir? Yahut, "ne illiyyun!", "Ne yaman İlliyyun!"
20.
yazılmış,
mühürlenmiş bir kitap. Burada da yukarıdaki gibi düşünülsün. Yani tam
ve güzel yazılmış, yahut Allah tarafından özel işaretle imzalanmış.
21. Öyleki
Ona
Allah'a yaklaştırılmış melekler şahit olurlar. Allah ile aralarında
perde olanlar değil, Allah'a yaklaştırılmış olanlar ona şahit olur,
onlar görür, onlar okurlar. Yahut yazılışına, korunuşuna, okunuşuna
Allah'a yaklaştırılmış melekler hazır olur ve mânâsına onlar şahitlik
ederler. Ederler de ne olur?
22.
Kuşkusuz
iyiler bir nimet içindedirler. Kötülerin Cehennem'e yaslanacakları gün
iyiler nimet içinde bulunacaklar.
23.
Divanlar
üzerinde etrafa bakacaklar. Cennet'in diledikleri manzaralarına
diledikleri gibi bakacaklar. Düşmanları olan cehennem ehlinin hallerine
de bakacaklardır ki, bu mânâ sûrenin sonunda ayrıca anlatılacaktır.
24.
bakarlarken
o nimetin parıltısını, o nimet ve mutluluk neşesinin parlaklığını
yüzlerinde tanırsın, yani her gören tanır. Neşeli ve mutlu oldukları,
iyi kullar oldukları yüzlerinden belli olur.
25. Onlara
saf
bir içecekten içirilir.
RAHİYK, hiç
karışığı olmayan saf şarap, en eskisi, en hoşu da denilmiş ve hepsinin
yakın mânâlar olduğu söylenmiştir. "Kamus" müterciminin ifadesine göre,
horoz gözü gibi berrak olana denir ki buna "bâde-i nâb" yani, "hâlis,
duru şarap" denilir, "Ruhak" da denilir. Burada "neşesi ve lezzeti çok,
sersemlik ve baş ağrıtma özelliği yok, Sâffât Sûresi'nde geçtiği üzere,
"Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda zararlı bir sonuç da
yok."(Sâffat, 37/46-47) diye nitelenen "beyaz şarap" şeklinde tefsir
edilmiştir. Nitekim Mukâtil, "beyaz şarap" demekle buna işaret
etmiştir. Muhammed Sûresi'nde "Takva sahiplerine vaad edilen cennetin
durumu şudur: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten
ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, sâfi süzme baldan
ırmaklar vardır."(Muhammed, 47/15) âyetinde nitelenen dört tür cennet
ırmağından biri de içenlere sırf lezzet olan şarap ırmakları olduğu
anlatılırken bunlardan muradın, neşe ve lezzetin mükemmelliğini
anlatmak için temsili bir ifade olduğu da baştaki tabiri ile anlatılmış
idi. Onun için bu gibi yerlerde o mânâdan gâfil olmamak gerekir. (Buna
dair İnsan Sûresi'nde "Kuşkusuz iyiler, dolgun bir kadehten
içerler."(İnsan, 76/5) âyetinin tefsirinde söz geçmişti. Oraya bkz.)
Hatîb,
tefsirinde şöyle der: Burada "rahîk", "İçenlere lezzet veren şaraptan
nehirler." (Muhammed, 47/15) buyrulan şarap ırmaklarından başka özel
bir şarap olduğu için şöyle niteleniyor: ki mühürlü, ancak içecek
olanların yanında açılır. Kapları miskten mühürle kapanmış, gayet temiz
ve nefis.
26. Diğer
bir
mânâ ile, içiminde bir sona erişi güzel bir nihayet olan bir şarap ki
sonu misk; bitimi, kesimi misk; içildiği zaman sonu bir misk kokar.
İçilirken tat alma lezzetinin mükemmelliğini gidermemek için misk
kokusu içimin sonunda duyulmaya başlar. Bu hal hem o kokunun, hem de o
içkinin hoş niteliklerinden birini teşkil eder. İçildiği zaman sonsuz
sefasından dolayı gerek içenlerde ve gerek bulunduğu kapta bir keder,
bir tortu bırakmaz, yalnız bir misk kokusu bırakır.
Bir de
"hıtâm,"
"hâtem" gibi mühür mânâsına geldiğinden "onun hıtâmı misktir" demek,
mührü misktir demek olabilir. Kırâetlerin bazısında ve okunması da bu
mânâyı destekler. Bununla beraber bir şeyin mührü onun sonu, nihayeti
demek olduğundan kabına ve içimine göre yine zikredilen iki mânâ
geçerlidir. Bu durumda da misk kokusu ondan ayrılmayan şeylerden olup,
daha çok sonunda ortaya çıkar demek olur. Kesimi ve sonunun böyle misk
olması nihayetinde bir vuslat neşesinin bulunacağını da koklatmış olur
ki yüzlerde parıldayan o nimet parlaklığı bu neşenin bir görüntüsüdür.
İşte iyilere böyle sonu misk olan özel bir şarap sunulur.
İşte ancak
onda.
Bu cümle, o saf şarabın nitelikleri arasında geçen bir ara cümlesidir.
Bundan sonraki niteliklerini açıklamaya geçmeden önce, tam bu misk
kokusunun duyulduğu anda ona imrendirecek süratle bu konuda yarışa
teşvik için araya sokulmuştur. "o", işaret ismi nimeti veya saf şarabı
gösterebilirse de şarabın nitelikleri arasında söylendiği için şarabı
göstermesi nazma daha uygun; şarabın sonuna işaret olması ise hem nazım
hem mânâca daha uygundur. Zira saf şarabın kemalini gösteren sonu,
metinde en son zikredilmiş olmakla beraber gerçekleşme hususu uzak
olduğu için 'nin mânâsına daha uygun düşmektedir. Bu zarfın fiilden
önce getirilmesi ise "ancak onda.." mânâsını ifade etmek içindir. Yani
dünya şaraplarında, lezzetlerinde değil, o gün iyilere sunulacak olan
bu sonu misk kokulu saf şarapta, özellikle bu misk olan sonu elde etme
hususunda yarışsın, imrenme yarısına girsin. Şimdi birbirleriyle
yarışanlar. Bu dünyada nefis şeyler elde etme yarışı yapıp imrenecek
olanlar. Çünkü bu misk olan sonuç, bu sonsuz neşe öyle enfes, öyle
yüksektir ki asıl yarışı yapılacak şey odur.
MÜNAFESE,
başkasında görülen bir olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri
gitmek için nefislerin güzel şeylerde yarışması duygusudur ki nefsin
şerefinden ve gayesinin yüceliğinden kaynaklanır. Haset ile arasındaki
fark açıktır. Haset eden olgunluk ve kemale düşmandır. Haset ettiği
kimsenin zarar görmesinden, nimetinin yok olmasından memnun kalır.
Burada sözü edilen yarışcı ise olgunluğa aşıktır. O, karşısındakinin
aşağı düşmesini değil, kendisinin daha ileri gitmesini ister. Bunda
yarışma ve müsabaka ise, "çalışanlar bunun için çalışsınlar."(Sâffat,
37/61) emri gereğince iyi işte yarış ile olur.
27. Bunun
karışımı da Tesnim'dendir. O saf şarap içileceği zaman, içine
Tesnim'den de katılır. Bununla karıştırılan o şarap sadesinden daha
nefis olur. Çünkü Tesnim daha yüksektir.
TESNİM,
esasen
hörgüçleyerek yukarı çıkartmak, yükseltmek mânâsına mastar olup
yükseklik mânâsıyla cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbnü
Abbas'tan rivayet edildiğine göre cennet içkilerinin en yükseğidir.
Kelbi'den rivayet edildiğine göre cennettekilere üst taraflarından
gelir. Denilmiştir kî: Havada yükseltilmiş olarak akıp kaplarına yeteri
kadar dökülür. Onu yüksek olanlar içer, içenleri yükseltir.
28.
Nitekim
şöyle tefsir ediliyor: Bir pınar, bir çeşme ki o Tesnim Allah'a
yaklaştırılmış olanlar onunla içer yani aynen içerler, sade o Tesmini
içer, içme işlerini onunla yaparlar. Allah'a yaklaştırılmış kulların
derecesinde olmayan diğer iyi kullara, amel defterleri sağlarından
verilen diğer kullara ise karıştırılarak sunulur.
Buradaki 'ya
birkaç şekilde mânâ verilmiş ise de İbnü Abbas Hazretleri demiştir ki:
Cennettekilerin içtiği içkilerin en şereflisi ve en güzeli Tesnim'dir.
Çünkü Allah'a yaklaştırılmış kullar onu katıksız olarak içerler.
Kitapları sağlarından verilen iyi kullara ise içecekleri karıştırılarak
sunulur.
Demek ki
"karışımı Tesnim'dendir" âyeti kitapları sağ taraflarından verilen
ebrâr (iyi, itaatli kullar) hakkındadır. Bu âyeti de onlardan daha
yüksek olan mukarrebûn (Allah'a yaklaştırılmış kullar) hakkındadır.
Âyetin bir yükselme ifade eden akışından da Tesnim'in o mühürlü saf
şaraptan daha üstün ve güzel olduğu anlaşılır. Zira Vâkıa Sûresi'nde
mükellefler (yükümlü kullar) üç sınıfa ayrılmış, "İmanda en ileri
geçenler de ileridedirler. İşte onlar Allah'a yaklaştırılmış
olanlardır." (Vâkıa, 56/10-11) buyrulmuş olduğundan mukarrebun, Hakk'ın
huzurunda bütün mertebelerin ilersinde bulunan birincilerdir.
Yukarıdaki "Ona Allah'a yaklaştırılmış olanlar şahit olur." âyetinden
ve "İyi kulların yaptığı iyilikler, Allah'a yaklaştırılmış kulların
yaptığı kötülüklerdir." meşhur sözünden de anlaşıldığı üzere ebrar (iyi
kullar), mukarrebûnun daha altında olarak Vâkıa Sûresi'nde anlatılan
"kitapları sağından verilenler" demek olur. Onun için "Karışımı
Tesnim'dendir." bunların içtiği karışık şarabı; da sırf Tesnim'in,
mukarreb kulların şarabı olduğunu ifade etmiş olur. O nedenle buna şu
mânâları vermişlerdir: Sırf Tesnim'i Allah'a yaklaştırılmış kullar
içer. Bu, onların şarabıdır. Yahut onlar Tesnim ile kanar, onunla
lezzet alırlar. Yahut "bâ" "mîn" mânâsına olarak "ondan içerler, onunla
karıştırarak o saf şarabı içerler" mânâsına olmak daha açık gibi
görünürse de bu durumda mukarrebûn ile ebrârın dereceleri ayırt
edilmemiş ve Tesnim'in niçin mukarreb kulların şarabı olduğu açıklığa
kavuşmamış olur. Yahut onun karışık olarak içilmesi daha mukarreblere
özel olduğu, bu surette de en önde olan mukarrebler derecesine varmıyan
ebrar ondan içemeyecekleri gibi, mukarreblerin de saf olarak değil,
karışık olarak içebilecekleri söylenmiş olur. Arada geçen ve yarışmayı
emreden "yarışanlar ancak onda yarışsın" cümlesiyle bunun bir
münasebeti varsa da, "Bahr"de yazıldığı üzere İbnü Abbas gibi İbnü
Mesud'dan, Hasen'den, Ebu Sâlih'den dahi "Mukarrebler onu sade olarak
içer ve ebrara karıştırılarak sunulur." diye rivayet edilen mânâ daha
uygundur. Çoğunluğun görüşüne göre ebrar, kitapları sağlarından
verilenler; mukarrebûn ise, sabikun yani en önde olanlardır. Bununla
beraber bazıları, "Bu âyette ebrar ile mukarrebun bir mânâyadır.
Cennette nimet içinde yüzecek olanlara böyle denilmiştir." demişler ise
de, burada da ebrar ile mukarrabun arasında fark göremeyenler âyetin
zevkine erememişler demektir.
Razî, burada
İbnü Abbas'ın görüşünü naklettikten sonra şöyle demiştir:
Bana göre
bu,
nehirlerin fazilette farklı olduğunu gösterir. Demek ki Tesnim, cennet
nehirlerinin en üstünü; mukarrebun da cennettekilerin en üstünüdür.
Ruhânî cennette Tesnim, Allah'ı tanıma ve onun yüce zatına bakma
lezzetidir. Rahiyk de varlıklar âlemini tetkik edip düşünmekle sevinip
neşelenmektir. Mukarrebun Tesnim'den başkasını içmezler, yani ancak
Allah'ın zatına bakıp düşünmekle meşgul olurlar. Kitapları sağlarından
verilenlerin içkileri ise karışık olur. Bakışları bazan Allah'a, bazan
onun yaratıklarına olur.
Alış-verişte
hile yapmaktan yasaklama ve öldükten sonra dirilme ve ceza gününe iman
etmeye davet akışı içinde suçlu olan kötüler ve Allah'la aralarında
perde olanlar ile itaat ve ihsan ehli olan ebrar ve mukarrebinin,
ahirette birinin Siccin'de, birinin İlliyin'de olan yazgılarını
amellerine göre tartıp anlattıktan sonra bunların dünya ve ahirette
birbirlerine karşı olan bazı hallerini de anlatmak üzere buyruluyor ki:
29.
Gerçekte o
suç işleyenler, yani o haddi aşmış olan günahkâr yalancılar İman
edenlere gülüyorlardı...
Mekke'de Ebu
Cehil, Velid b. Muğire, As b. Vail ve benzeri Kureyş müşrikleri, Ammâr,
Süheyb, Habbâb ve Bilal gibi fakir müminlerle alay ediyorlardı. Âyetin
iniş sebebinin bu olduğu rivayet edilmiştir. Abduh bunu şöyle ifade
eder: Yüce Allah bu âleme Hz. Muhammed (s.a.v)'i Peygamber olarak
göndermek suretiyle rahmet buyurduğu zaman kavmin ileri gelenleri ve
tanınmış şahsiyetleri sapıklık içinde ve kaba kuvvet görüşünde idi. Hak
daveti gizli idi. Ona ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in sesi yükseliyordu.
Sonra da nefsanî arzuları kalplerinde olan, hak yolunu silmemiş bulunan
ve ona "Lebbeyk" deyip davetini kabul eden zayıflardan bazıları da onu
fısıldıyor, ümit ettiklerine gizlice söylüyor ve korktuklarına
bağıramıyordu. Bilindiği gibi kendisini güçlü ve kalabalık olmakla
kuvvetli ve yüce sayanlar, kendi huy ve mizaçlarına uymayan ve kuvvet
ve sayıca kendisinden zayıf olduğu halde onu tanımadığı bir şeye davet
eden kimselere gülerler. İşte Ebu Cehil, Velid b. Muğire, As b. Vail ve
benzeri Kureyşlilerin hali de böyle idi. Bid'atin yaygınlaştığı,
fırkaların çoğaldığı ve batıl yollar içinde hakkın gizli kaldığı ve
dinin mânâsı bilinmez olduğu ve ibarelerinden, üsluplarından ruhu
atılıp içe uygun düşmeyen dışlar ve gönülden izlenip takip edilmeyen
hareketler, usül ve âdetler bırakıldığı ve şehvetler hakimiyeti ele
geçirip insanlarda yiyip içmek, zinet ve lüks, mevki ve lakaplarla
ilgili şeylerin dışında amele sevk ve teşvik edecek rağbet kalmadığı,
gayret ve çabalar yalancı şereflere takıldığı ve herkesin yapmadığı
şeylerle övülmekten hoşlandığı ve kendilerinde eksiklik olan kimseler
bu eksikliklerini olgun kişilerin değerini düşürmek suretiyle
tamamlamak istedikleri zamanlarda da hep böyle olur. Hak sesi dinlemez,
Hakk'a çağıranlarla alay eder ve küçümserler. Bu âyet-i kerimenin nassı
da kendilerine uygun olur.
30. Ve
onlara
uğradıklarında müminler o günahkârların veya o günahkârlar müminlerin
yanlarından geçtiklerinde günahkârlar birbirlerine gamzeleriyle, göz
uçlarıyla işaret ederlerdi.
31. Ve
günahkârlar, bulundukları yerlerden evlerine ailelerine döndükleri
zaman da zevklenerek, müminlere yaptıklarını birbirlerine söyleyip
eğlenerek gülüşe gülüşe giderlerdi.
FEKİHİN,
mizahlı
söz, latife mânâsına gelen "fükâhe"den türemiş olup "fekih" kelimesinin
çoğuludur.
32. Ve
müminleri
(uzaktan, yakından herhangi bir yerde) gördüklerinde de o günahkâr
suçlular derlerdi: cidden bunlar ki bunlarla maksatları yalnız
gördükleri değil genellikle bütün müminlerdir. Kuşkusuz sapıklık
içindeler, yolunu kaybetmiş şaşkın sapıklar, yani göz önünde hazır
dünya nimetine, dünya zevkine bakmıyorlar da aslı var mı, yok mu belli
olmayan ahiret sevabına inanarak akılsızlık ediyor, yanlış yola
gidiyorlar diye bütün müminlerin şaşkın ve sapık olduğuna
hükmediyorlardı ve bunu vurgulu ifadelerle kuvvetli kuvvetli
söylüyorlardı.
33. Oysa
böyle
diyen günahkâr suçlular o müminlerin üzerlerine Allah tarafından
muhafız gönderilmemişlerdir. Kendileri sonunu düşünmeyerek günah içinde
yuvarlanırken onlara acıyorlarmış gibi doğru veya sapık yolda
olduklarına hakemlik ve tanıklık etmeye hakları yoktu.
34. Bugün
de,
yani o kâfirlerin inanmadıkları bu öldükten sonra dirilme, kalkış ve
ceza günü de iman edenler kâfirlere gülecekler.
35. O
müminler
divanlar üzerinde bakacaklar, (o kâfirlerin, o kibir ve gururdan , o
zevk ve eğlenceden sonra cezalarını çekmek üzere cehenneme girdiklerini
İlliyyun sandalyelerinden, cennet koltuklarından seyrederek) gülecekler,
36. Nasıl?
Kâfirlere ettiklerinin karşılığı verildi mi? Evet, hep ettiklerini
buldular, cezalarını çektiler. Müminlerin o gün kâfirlere gülmesi,
kâfirlerin önce onlara gülmelerinin karşılığıdır.
TESVİB ve
İSABE,
sevap vermek demektir. Sevap da aslında "ceza" gibi, hayır veya şer
herhangi bir şeyin karşılığıdır. Daha sonra sevap, daha çok hayırda
kullanılır olmuştur. Nitekim dilimizde "ceza" da, yaygın olarak şerde
kullanılmaktadır. Burada tesvib, cezalandırmak mânâsınadır. Soru da,
sorulan şeyin gerçekleştiğini ifade için sorulan bir sorudur. Bunun
sevab kelimesinin kullanılarak sorulması, kâfirlerin alay ederek
gülmelerine karşı bir alay ifade etmek üzere "Onları elem verici bir
azapla müjdele."(Âl-i İmran, 3/21) kabilinden de olur.
|